#hilal aldı götürdü
Explore tagged Tumblr posts
Text
O kadar açtım ki
#hâlâ da açım ama onur geldi#rahat edemedim#hilal aldı götürdü#keşke ben yerinde yeseydim#bankta yemek yenmiyor ki#sırf birlikte yiyelim diye rezillik çektik aslında#ve bugün gruptakiler aykırı davrandığımızı söyledi#yaren birkaç gündür bozuk nedense#dün kaç defa sordum bir şey demedi bir şey demezse sorunun ne olduğunun bilemem#haliyle bozuğuz yani#ben sorun etmiyorum çünkü benlik bi durum yok#bazen bazı şeylerin çok büyütüldüğünü düşünüyorum#ama grup içinde olduğumuz bir şey denmiyor
1 note
·
View note
Text
Genç kızın yüzük parmağında hilal işlemeli parlak yüzüğün olduğu zarif eli mektupların arasında dolanıyordu. Beyaz ve sarı renkteki mektupların arasında aradığını çok geçmeden bulmuştu. İnce bir kalemle yazılmış olan yazı genç kızın görür görmez titremesine sebep oldu. Elini yavaşça mektuba götürdü ve içindeki gittikçe büyüyen korkuyla mektubu alıp iki eliyle kavradı. Gözlerindeki sızıyı umursayacak durumda değildi ama ağlamak da istemiyordu. Titreyen kahvelerini kapatıp derin bir nefes aldı ve kendini sakinleştirmeye çalıştı. Tekrar gözlerini açtığında ellerinin arasındaki mektubu burnuna yaklaştırıp içine çekti. Sanki o kağıt parçasına yazı yazan ellerin sahibinin kokusunu duyuyordu. Daha fazla kendini tutamadığında göz yaşları pınarlarına doldu. İçi gidiyordu. İçi titriyordu. Burnunu çekip masanın üstündeki diğer mektupları ittirdi. Açtığı boşluğa elindeki mektubu koydu ve yüzüklü eliyle mektubun ağzını açtı. İçindeki siyah kağıdı gördüğünde artık film kopmuştu. Dakikalardır verdiği çabayı geri plana itip tüm savunmasızlığıyla pınarlarına biriken yaşları serbest bıraktı. İçinde, tam göğsünde uzun süredir büyük bir yara varmış da tam şu an o yaranın kabuğu kalkmış ve oluk oluk kanlar akmaya başlamış gibi hissediyordu. Çok acıyordu. Acı çoktu. Acı öyle çoktu ki tüm bedenine sinsice yayılarak her yerini işgal ediyordu. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu artık. Bunun geri dönüşü yoktu. Nefes almayı unutmuşcasına ağlıyordu. Tüm vücudu zangır zangır titriyordu. Elindeki mektuptan gözlerini bir saniye bile ayırmasada görüş alanı öyle bulanıktı ki gözü hiçbir şey görmüyordu. Her şey susmuştu. Zaman durmuştu. Kimse yoktu. Hiçlik her yerdeydi. Ağlayışı, haykırışları, hıçkırıkları bile yoktu. Sessizlikti her taraf. Duymuyordu. Görmüyordu. Hissetmiyordu. Sadece acı çekiyordu. Var olan tek şey acıydı. Acı baş edilemez bir boyuta ulaşana kadar bu böyle devam etti. Aradan ne kadar zaman geçti, zaman neydi, onu bile bilmiyordu genç kız. Son hatırladığı karanlıktı. İçinde olmaktan her zaman korktuğu tek yer, karanlıktı.
0 notes
Text
Heavenly Blessing - 42. Bölüm
Mega // MangaTr
Bölüm 42: Gizli Yolları Ödünç Almak, Zevk Köşkünde Gece Gezintisi
Xie Lian hafifçe eğildi ve selamladı. “Merhabalar.”
Selamlamasını duyunca göz daha da kısıldı, sanki gülümsermiş gibi tam bir hilal şekline bürünmüştü. İri göz bir sağa bir sola döndü, inanılmaz neşeliydi. Kılıcın kabzasına oyulmuş bir desenden çok, insana ait gerçek bir gözüne benziyordu. Hua Cheng’in dudakları yukarı kıvrıldı. “Gege, seni sevdi.”
Xie Lian başını kaldırdı. “Sahi mi?”
Hua Cheng kaşlarını kaldırdı. “Evet. Eğer sevmeseydi, göz açılmaya bile üşenirdi. Aslında, E-Ming’in gerçekten sevdiği kişilerin sayısı çok azdır.”
Bunu duyunca Xie Lian huzurla doldu ve E-Ming’le sıcak bir sesle konuştu. “Teşekkür ederim.” Ardından Hua Cheng’e döndü. “Ben de onu sevdim.”
Sözleriyle birlikte göz delice kırpılmaya başladı ve hala Hua Cheng’in belinde olmasına rağmen sallanmaya başladı. Hua Cheng azarladı. “Hayır.”
Xie Lian. “Neye ‘hayır’?”
Hua Cheng tekrarladı. “Hayır dedim.”
E-Ming daha da titredi, kınında çaresizce çıkmaya çalışıyormuş gibiydi. Xie Lian merakla sordu. “Ona mı ‘hayır’ diyorsun?”
“Evet.” Hua Cheng ciddi bir tonla açıkladı. “Onu sevmeni istiyor, o yüzden hayır diyorum.”
Xie Lian sırıttı. “Sevsem ne olur ki?” Ve elini uzattı. E-Ming’in gözü genişleyerek ona beklentiyle bakmaya başladı. Xie Lian göz küresini okşayacaktı, ama bunun rahatsızlık vereceğinden korkarak elini indirdi ve hafifçe kabzadaki kavisli kısmı okşadı. Göz bir çizgi haline gelene dek hilal şekli almış ve titriyordu.
Xie Lian eğri kılıcı sevmeye devam ederken onu inanılmaz büyüleyici bulmuştu. Xie Lian hayvan severdi; kabarık tüylü köpekleri ve kedileri okşadığı zaman, hayvanlar hemen rahatlar ve kendilerini onun kucağına bırakıverirlerdi. Ama kimin aklına soğuk, gümüş – üstelikte efsanevi! - bir eğri kılıcı köpek yavrusu gibi seveceği gelirdi ki! Bu nasıl ‘kara talihin lanetli bıçağı’ olabilirdi?
Xie Lian öncesinde de zaten inanmamıştı, ama kendi gözleriyle gördükten sonra o korkunç söylentileri ‘inanılmayacak’ şeyler yığının yanına, ateşlere atmıştı. Kötü, kanlı bir ritüel asla bu kadar zeki ve sevimli bir ruhu yaratamazdı.
İkisi çeşitli kılıçlar ve bıçaklar üzerine detaylı yorumlar yaparak ve tartışarak verimli bir zaman geçirdiler, Xie Lian silah deposundan ayrılırken çok keyifliydi, Zevk Köşküne geri dönerken Hua Cheng’in elini tutmuştu.
Çocukta yıkanmış ve temiz sargılarla sarılmıştı. Her ne kadar hala yüzü yine tamamen kapatılmış olsa da yeni ve tazelenmiş görünüyordu. Ona tekrar baktığı zaman çocuk ince ve narin görünmüştü, ve harika bir genç adam olmalıydı, ama ne yazık ki düşmüş omuzları, bükülmüş beli ve büzülmüş haliyle kimsenin gözlerine bakamıyordu. Xie Lian onun için üzülmekten kendini alamadı.
Çocuğu oturması için çekti. “Minik Ying’in sonsözlerinden birisi de benim seninle ilgilenmem içindi ve ben de kabul ettim. Ama yine de bu konuda senin fikrini de almam gerek. Bundan sonra kendini geliştireceğin bir yolda benimle yürümek ister misin?” *ÇN: Burada Xie Lian ona bir savaşçı olmayı, ruhani güçlerini kullanmayı öğreteceğini söylüyor. [Cultivation: Gelişim]
Çocuk gözlerini kırpmadan ona bakıyordu, sanki birisinin onu alıp kendisini geliştirmesine yardım edeceğini duyduğuna inanmaya korkar gibiydi. Xie Lian devam etti. “Yaşadığım yerdeki şartların iyi olduğunu söyleyemem ama yine de bundan sonra saklanman ve yemek çalman gerekmeyeceğine veya dayak yemeyeceğine söz verebilirim.”
Xie Lian konuşurken yanındaki Hua Cheng’in kısık gözlerle çocuğu soğuk, yargılar bir halde izlediğini fark etmemişti.
Xie Lian sıcak bir sesle devam etti. “Eğer adını hatırlamıyorsan, neden sana yeni bir isim vermiyoruz?”
Çocuk düşündü ve cevap verdi. “Ying.”
Xie Lian ismi Minik Ying’in anısına seçtiğini düşünüyordu ve başını salladı. “Güzel. Güzel bir isim. Yong An Krallığından geliyorsun ve Yong An’ın ulusal soyadı Lang’dır, bundan yeni ismin olarak Lang Ying’i kullanmaya ne dersin?”
Çocuk en sonunda başını salladı. Xie Lian bunu çocuğun onunla gelmeyi kabul etmesi olarak aldı.
Ziyafet başladı. Küçük ziyafeti Hua Cheng, Xie Lian için hazırlatmıştı, ama haline bakılırsa bir düzine kişiyi ağırlayabilecekmiş gibi görünüyordu. Sayısız kadının elinde içleri çeşit çeşit yiyecek ve içecekler, hoş yemekler, taze meyveler ve şekerlemelerle dolu sade tabaklar vardı. Sundukları şeyler sonsuzdu ve sıra sıra ana salonun etrafında yürürken adımları nazik ve hafifti, her biri siyah şilteye yaklaşırken ellerindeki tabakları uzatıyorlardı. Lang Ying sadece izledi, uzanmaya cesaret edemiyordu ama Xie Lian ona doğru birkaç tabağı ittikten sonra o da yavaş yavaş yemek için bir şeyler almaya başlamıştı.
Onu izlerken Xie Lian’ın aklına başka bir çocuk gelmişti. Yüzü bandajlarla sarılmış, kirli ve bakımsız, sunulan tabakların önüne diz çökmüş, gizlice yemeye çalışırken başını aşağıya eğmiş başka bir çocuk.
Bu sırada mor ipeklere bürünmüş zarifçe yürüyen bir kadın yaklaştı ve onlara bir karaf şarap uzattı. Hua Cheng alarak Xie Lian’ın bardağını doldurdu. “İçmez misin?”
Xie Lian’ın aklında bir sürü şey vardı ve çok dikkatini veremiyordu, bu yüzden farkında olmadan bardağı aldı ve içti. İçki ağzına değene kadar alkol aldığını fark etmemişti ve hemen arkaya baktı. Bu şekilde dönünce de Hua Cheng’in arkasında ne olduğunu görmüştü. Şarabı getiren kadın ona göz kırptı.
Xie Lian anında ağzındakini fışkırttı. “PFFFFffttt”
Neyse ki şarabı çoktan yuttuğu için ağzından hiçbir şey çıkmamıştı. Boğazı tıkanmıştı, durmadan öksürdü. Lang Ying o kadar korkmuştu ki neredeyse kekini düşürüyordu. Xie Lian öksürüklerini yatıştırmayı başardı. “Bir şey yok. Bir şey yok.”
Hua Cheng nazikçe sırtına vurdu. “Sorun ne? Şarabı beğenmedin mi?”
Xie Lian hemen açıklamaya çalıştı. “Ah hayır! Çok güzeldi. Ama aniden aklıma kendimi geliştirme yöntemimin alkolü yasakladığı geldi.”
Hua Cheng. “Ah öyle mi? O zaman düşüncesiz davrandığım ve Gege’nin şartları bozmasına neden olduğum için suç bende.”
“Senin suçun değil. Unutmuşum sadece.”
Xie Lian alnını ovaladı, önüne döndü ve gizlice ana salonun ortasına doğru baktı.
Ona biraz önce şarap uzatan ve şu anda sırtı önlere dönük bir şekilde nazikçe kapıya doğru yürüyen kadının görüntüsü çekici ve cezbediciydi. Hua Cheng ya kendi işine bakar ya tamamen Xie Lian’a odaklanırdı ve güzel kadınlarla ilgilenmezdi, doğal olarak bu yüzden de yüzlerine bakmazdı. Ama Xie Lian’ın gördüğü yüz çok netti.
Onlara şarap sunan kadın Rüzgar Ustası Qing Xuan’dan başkası değildi!!!
Rüzgar Ustası kadın kılığında gizlice Zevk Köşküne girmişti… o göz kırpışı Xie Lian’ı şok etmişti, Bu olanları unutmam için bana daha çok içki versen iyi olur, diye içinden geçirdi. Olanların farkında olmayan Hua Cheng ise sohbet etmeye başladı. “Kendini geliştirmenin her zaman kaygısız ve hedonistik bir yaşam sürmek üzerine olduğunu sanmıştım. Onu bunu yasaklıyorsa ne anlamı kalır ki? Sen ne düşünüyorsun?”
Xie Lian çabucak kendini topladı ve normal bir şekilde cevapladı. “Seçtiğin yola bağlı. Bazı sektler dünyevi zevkleri kısıtlamaz. Ama benim seçtiğim yol içki içmeyi ve cinsel ilişkiyi yasaklar. Alkol bazen gözden kaçırılabilir, ama cinsel riyazet kesindir.”
‘Cinsel riyazet’ dediği zaman Hua Cheng tek kaşını kaldırmış ve hoşnutsuz mu olduğu yoksa canının mı sıkıldığı anlaşılmayan bir ifadeye bürünmüştü.
Xie Lian devam etti. “Aslında nefreti de yasaklar. Kumar oynan bir yer de inanılmaz bir neşe ve ıstırap vardır, ve nefret kolaylıkla doğabilir bu yüzden kaçınılması gereken bir yerdir. Ama kişi kalbindeki sükûneti koruyabileceğinden eminse, kazanmak ve kaybetmek onu etkilemeyecekse kaçınması da gerekmez.”
Bunu duyunca Hua Cheng bir kahkaha attı. “Gege’nin Kumarbazın İninde eğlenmesine şaşmamalı.”
Konuyu en sonunda doğal bir şekilde ‘kumar oynamaya’ getiren Xie Lian devam etti. “Konusu açılmışken, San Lang kumar oynarken kullandığın teknik insanı şaşkına çeviriyor.”
Hua Cheng kıkırdadı. “Sadece iyi şans, hepsi bu.”
“…”
Bunu duyunca Xie Lian onu kendisiyle kıyasladı ve oldukça hüzünlenmişti. Boğazını hafifçe temizledi. “Eh, bir de bana bak…” Elini salladı ve cümlesini tamamlamadı. “Sahiden merak ediyorum, zar atmak için kullanılan bir teknik sahiden var mı?”
Eğer yoksa, o zaman Hua Cheng Kumarbazın İnindeyken istediği sayıları öylesine seçemez ve o XiaXuanYue görevlisi de kolayca altı altı atamazdı. Hua Cheng gülümsedi. “Elbette gizli bir teknik var, ama bir günde öğrenilebilecek bir şey değil.”
Xie Lian da böyle bir cevap geleceğini tahmin etmişti. Kolay olacağını ümit etmemişti zaten ve tam başka bir yol bulmaya çalışacaktı ki Hua Cheng devam etti. “Ancak sana daha kısa bir yol söyleyebilirim. Gege’nin istediği gibi başarabilmesini ve her turu kazanmanı sağlayacağını garanti ederim.”
Xie Lian. “Neymiş o yol?”
Hua Cheng sağ elini kaldırdı. Üçüncü parmağına kırmızı bir ip bağlanmış olan sağ eliydi bu. Parlak ve canlı kırmızı ip, elinin sırtına küçük bir düğümle bağlanmıştı. Elini uzattı. “Elini ver.”
Xie Lian ne için olduğunu bilmiyordu ama Hua Cheng elini uzatmasını istediği için o da uzattı. Hua Cheng onun elini sıktı ve bir süre tuttu, başını çevirip avucuna iki zar bırakmadan önce gülümsedi. “Şimdi dene.”
Altı atmayı diledi ve zarları attı. Tıkırtılar durduğunda her iki zarın üzerinde de sahiden altı vardı.
Xie Lian merakla sordu. “Bu nasıl bir hile?”
“Hile yok.” Diye cevapladı Hua Cheng. “Sadece sana biraz şansımdan ödünç verdim.”
“Demek şansta ruhani güçler gibi ödünç alınabilecek bir şeymiş.” Dedi Xie Lian şaşkın bir halde.
Hua Cheng güldü. “Tabi ki. Gege bir dahakine birileriyle bahse girdiğinde yanıma gel. Sana istediğin kadar şans veririm. Rakibinin yüzlerce yıl boyunca atlatılamayacak kadar büyük bir mağlubiyet alacağını garanti ediyorum.”
İkisi uzunca bir süre oynadılar ve Xie Lian en sonunda sahiden öyle olduğuna karar vererek yorgun olduğunu söyledi. Hua Cheng hemen ayağa kalktı, Lang Ying’i götürmesi için birini ayarladıktan sonra misafir odasına Xie Lian’ı kendisi götürdü.
Onun koridordan uzaklaşmasını izledikten sonra Xie Lian kapıyı kapattı ve masaya otururken bir yandan başı düşerken, bir eliyle alnını destekledi. Hua Cheng hakkında düşündükçe daha da suçlu hissediyordu, San Lang’ın bana karşı davranışları düşünüldüğünde eleştirilebilecek hiçbir yanı yok. Umarım bu işin onunla hiçbir ilgisi yoktur ve gerçekler ortaya çıktığı zaman her şeyi açıklayıp ondan özür dileyebilirim.
Daha birkaç dakikadır oturuyordu ki kapının dışından birisinin kısık bir sesle ona seslendiğini duydu. “Ekselansları… Ekselansları…”
Sesi tanıyan Xie Lian hemen doğrularak kapıyı açmaya gitti ve dışarıdaki kişi içeri girdi. Sahiden Shi Qing Xuan’ın kadın haliydi bu.
Hala kadın hayalet kılığında, ince ipek bir elbiseye bürünmüş, beli sıkı ve hoş bir şekilde sarılmıştı. İçeriye girdiği anda yerde yuvarlanmış ve erkek formuna tekrar bürünmüştü, bir eli göğsündeydi. “Nefes alamıyorum! NEFES ALAMIYORUM! Tanrılar, bu şey yüzünden ölümüne boğulacağım!”
Xie Lian onun arkasından kapıyı kapattı ve arkasını döndüğünde karşısında ipek mor bir elbisenin içerisinde, yerde delirmiş gibi göğsünü ve belindeki kuşağı parçalayan yetişkin bir erkek buldu. Xie Lian bakışlarını kaçıramıyordu. “Rüzgar Ustası… Rüzgar Ustası! Normal cübbenize bürünseniz olmaz mı?”
Shi Qing Xuan cevapladı. “Aptal mıyım ben? Karanlıkta beyaz cübbe kadar göze çarpan bir şeyle ortada gezersem hedef olurum!”
Xie Lian içinden, Ama… şu anki halinle de bir noktada daha büyük bir hedefsin…
Xie Lian yanında diz çöktü. “Rüzgar Ustası, nasıl içeri sızdın? Üç gün sonra buluşmaya sözleşmemiş miydik?”
Shi Qing Xuan cevapladı. “Ne yapsaydım? Sokaklarda soruşturunca Ekselanslarının Zevk Köşküne gittiğini öğrendim ve Zevk Köşkü de iblis kralının yaşadığı yer değil mi? Adı bile o kadar uğursuz üstelik. Uzaktan bir süre izledikten sonra müstehcen ve serkeş bir yer olduğundan emin oldum, bu yüzden senin için endişelendim ve güçlerimi kullanarak içeri sızdım. Ne şanssız bir yolculuk geçirdik böyle! Kadınlar tarafından zorla cilt bakıma götürüldüm ve onurumu hiçe sayarak bu şekilde giyindim. Ben hiç, ama hiç, böylesine büyük fedakarlıklar yapmamıştım.”
Aslında keyfin baya yerinde değil mi? Diye düşündüyse de Xie Lian söylemedi. “Ekselansları Tai Hua nerede? Eğer onu dışarıda bıraktıysan yine sorun çıkartmaz mı?”
Shi Qing Xuan en sonunda üzerindeki tüm bağları kopartmıştı, derin bir nefes aldı ve yerde bir su birikintisi gibi yattı. “Merak etme. Otoritemi kullandım ve ona kımıldamamasını emrettim, sorun olmasa gerek. Ama sahiden ekselansları çok şanslısın!”
“Ne?” Xie Lian yutkundu. “Ben? Şanslı?”
“Evet!” Shi Qing Xuan ışıl ışıldı. “Lang Qian Qiu ve ben ne kadar berbat bir haldeyiz. Ya pantolonlarımız çekildi, ya sokak köpekleri gibi gideceğimiz hiçbir yer olmadan sokaklarda dolaştık. Ve sen ise burada yemek yiyor, uyuyorsun ve üstelik bir de yanında sana eşlik eden bir iblis kralı var!”
…Kıyaslamasına bakında ikisi sahiden berbat bir haldeydiler. Shi Qing Xuan en sonunda yerden kalktı. “Eee, ekselansları, hala Hayalet Şehre gelme amacımızı hatırlıyor musun?”
Xie Lian tekrar ciddileşti ve cevap verdi. “Elbette hatırlıyorum. Zevk Salonundayken görevimiz için hazırlanıyordum.”
Shi Qing Xuan kafası karışmış bir halde ona baktı. “Sahi mi? Zevk Salonunda tam olarak ne hazırladın? Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru’yla zar atarak oynadığını hatırlıyorum sadece. Düzgün bir şekilde bile oynamıyordunuz üstelik; birbirinizin ellerini okşayıp duruyordunuz sadece. Bunu nesi hazırlıktı?”
“…”
Xie Lian açıklamaya başladı. “Rüzgar Ustası, lütfen böyle tuhaf bir şekilde söyleme. Sadece bir şeyi kontrol ediyordum. Zevk Köşkünde bir şey buldum ve araştırma yapıyordum. Devam edebilmek için ise biraz şansa ihtiyacım vardı.”
Xie Lian sağ elini kaldırdı, elinde bir şey tutarmış gibi parmakları sıkıca kapanmıştı ve kaşları hafifçe çatılmıştı. “Aldım.”
İkisi sessizce kapıdan süzüldüler ve on dakika sonra bir kez daha küçük binaya gelmişlerdi.
Xie Lian kadın heykeline yaklaştı ve ona verilen iki zarı çıkarttı. Zarı atmadan önce bir an durarak derin bir nefes aldı. İki küçük zar bir süre tıkırdadıktan sonra durdu ve sahiden her ikisinde de kırmızı altı nokta vardı.
Xie Lian rahat bir nefes verdi ama bu şansın ona Zevk Salonunda Hua Cheng tarafından verildiğini hatırlayınca çok kötü hissetti. Onun vicdan azabı çektiğini gören Shi Qing Xuan omzuna vurdu. “Buraya kadar geldik, boş ver artık. Ama Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru sahiden samimi ve sana çok iyi davranıyor. Eğer senin yerinde olsaydım, kötü bir arkadaş olmamak için Jun Wu’nun verdiği bu görevi ne kadar yalvarırsa yalvarsın reddederdim.”
Xie Lian başını iki yana salladı. Sonuçta Shi Qing Xuan bu sözleri sadece Jun Wu’yu yakından tanımadığı için söyleyebiliyordu. Tüm bu görev Xie Lian için sahiden uygunsuzdu ve Jun Wu da bunu biliyordu. Jun Wu’yu tanıdığı kadarıyla bu şartlar altında bu meseleden ona asla bahsetmez ve görevi başka bir cennet mensubuna verirdi. Ama Xie Lian’ı zor durumda bırakacağını bile bile Jun Wu yine de ondan yardım istemişti, bunun ise tek bir anlamı olabilirdi: Jun Wu bu göreve uygun başka tek bir kişi bulamamıştı ve ona mecbur kaldığı için sormuştu. Eğer durum buysa, Xie Lian’ın da başka şansı yoktu.
Ayrıca kayıp cennet mensubu yardım çağrısını yedi gün önce yapmıştı ve Hua Cheng de yedi gün önce gitmişti. Görmezden gelemeyeceği bir tesadüftü.
Xie Lian zarları geri almadan önce iç çekti ve kapıyı itti. Gösterişli kapıların ardından artık daha önce gördüğü küçük, basit oda yoktu, onun yerine aşağıdaki cehenneme uzanan uzun merdivenleri olan siyah bir tünel ve karanlığın içinden esen soğuk bir rüzgar vardı.
Xie Lian Shi Qing Xuan’la bakıştı ve başını salladı. Biri ardından diğeri, ikisi tünele girdiler ve karanlıkla sarıldılar. Shi Qing Xuan öne çıktı; parmaklarını şıklatmasıyla elinde bir avuç meşalesi belirdi ve ayaklarının altındaki basamakları aydınlattı. Xie Lian nazikçe kapıyı kapattı ve onu takip etti.
Basamaklardan inerken Xie Lian, Shi Qing Xuan’la konuştu. “Rüzgar Ustası, geçtiğimiz yıllarda cennetten kovulan tanrılar oldu mu? Benim dışımda.”
“Oldu.” Shi Qing Xuan cevapladı. “Neden sordun?”
“Hayalet Şehirdeki XiaXuanYue Görevlisinin bileğinde lanetli kelepçe olduğunu gördüm. Sadece eski bir cennet mensubunda olabilir.”
Shi Qing Xuan şaşkındı. “Ne? Lanetli kelepçe mi? O Çiçeğe Uzanan Kan Yağmuru eski bir cennet mensubunu kendi astı olarak mı kullanıyor??? Bu ne küstahlık???”
Xie Lian cevapladı. “Küstahlık değil. Eğer artık cennete ait değilsen, nereye gideceğini kendin seçersin. Aslında niyetini sorgulamaya gerek yoktu ama bu görevli oldukça şüpheli davranıyordu. Kaygılandım, bu yüzden de Rüzgar Ustasından kim olabileceğine dair bir fikir alayım dedim.”
Shi Qing Xuan bir süre düşündükten sonra cevapladı. “Birkaç yıl önce sürülen batının savaş tanrısı vardı ve zamanında epeyi olay çıkartmıştı.”
Batının savaş tanrısı mı? Bu Quan Yi Zhen değil miydi?
Shi Qing Xuan devam etti. “Ama ekselanslarının hayalet diyara düşerek bir iblisin astı olacağına inanmam! Köklü, geleneksel bir aileden geliyordu ve kişiliği de oldukça sağlamdı.”
Eğer öyleyse neden sürülmüştü? Xie Lian sorgulamaya devam edecekti ki yaklaşık altmış taş basamak indikten sonra düz bir zemine ulaşmışlardı.
Önlerinde beş veya altı insanın yan yana yürüyebileceği kadar geniş bir yol, karanlıkla sarılmış tek bir yöne doğru ilerliyordu ve arkalarında zaten merdivenler vardı. Kenarlarında kalın, sağlam duvarlar olduğu için de hangi yöne ilerleyeceklerini seçmeleri gerekmemişti; ileri gideceklerdi.
Patikada yaklaşık iki yüz adım attıktan sonra önlerinde yollarını kapatan soğuk bir taş duvar belirdi.
Çevirmen: Nynaeve
159 notes
·
View notes
Text
20. Bölüm: Veronika'nın yalnış anlaması ile ilgili küçük bir analiz.
( @multicultural bir post'unda "biri benim içimi rahatlatsın" demişsin. :) Birde benim bakış açımı oku bakalım, belki beyenirsin.) Fandom son bölümden sonra "aşk-üçgeni" sebebiyle duman altı olduğundan dolayı bir kaç kelam etme kararı aldım. Hatta bilerek iki gün bekledim, soğuk kanlılığıma ve objektifliğime kavuşabilmek için, zira en başta bende çok sinirliydim. Lakin arkadaşlar, biraz düşündükten sonra, bana bütün bu olaylar okadar da saçma gelmemeye başladı. Daha doğrusu, senaryo'da tutarsızlık olmadığını düşünüyorum. Hatta tam aksine, asıl Leon'un isimsiz birine yazılmış bir aşk mektubunu bulupta hemen Hilal'i düşünen bir Veronika olsaydı, senaryo birazcık tutarsız olurdu. Sebeplerini birazdan saymaya başlayacağım. Öncelikte şunu netleştiriyim: Sonuna kadar Hileon'cuyum ve Yıldız'ı ÇOK ta fazla arada tutmamaları için her gün dua ediyorum. Şimdilik daha her şey TAM kontrol altına alınabilecek kıvamda. Senaristlerin artık yavaş yavaş bu durumu toparlamak niyetinde olduğunu düşünüyorum. Ama olayların böyle gelişmesi maalesef domino gibi birşeydi ve öyle olması gerekiyordu. Aksi senaryo'da tutarsızlık demek olurdu. Önce Veronica'nın bakış açışından olayları bir göz altına alalım: 1.) Unutanlara hatırlatmak gerekir ki, Leon miterasının karşısına geçmiş, bir yandan keyif-çayını içerek, öbür yandanda "Mitera, ben Yıldız'ın BENIMLE evlenmesini istiyorum" demişti. Ozamanlar Leon bunu her nekadar "ben toy bir gençim ve ne konuştuğumu esasen bilmiyorum" havasında söylemiş olsada (bu arada tekrar Boran Kuzum'a benden bir tebrik, çünkü o sahnedeki Leon'un ruh halini pek hoş canlandırmıştı), Leon bu lafları maalesef etmiş bulundu, arkadaşlar. Veronika o gün ilk defa açık açık kendi oğlunun ağzından, Yıldız hanım ile bir münasebeti olduğunu işitti. Ki o vakite kadar zaten inceden inceden her iki aile (Veronika'dan tut, Azize ve Hasibe ana'ya kadar) iki gencin arasında bir durum seziyor ve bundan rahatsız oluyordu. Ama Veronika o an ilk defa Leon'dan bu denle ciddi bir açıklama aldı. Leon'un hislerinin derin bir sevda yerine, kısa ömürlü bir heves olduğunun farkında olan Veronika, o an "benim ceset'imi çiğnersin!" deyip konuyu kapatmıştı. 2.) Ama maalesef "Yıldız-konusu" o konak'ta öyle kolay kolay kapanmadı hiç bir vakit. Yıldız konağın kapısına dayandı. "Leon evlenmeme mani olacak" dedi ve Veronika'nın yüzüne "Biz sevemezmiyiz birbirimizi?" dedi. DIKKATİNİZİ ÇEKERİM, bu olayda kabahati Yıldız'da aramak yalnış olur. Veronika Yıldız'a bağırıp "Sevemezsiniz! Sizin Leon'la bir geleceğiniz yok, olamaz!" dediğinde, Yıldız: "Oğlunuz öyle demiyor ama!?" Demişti. Ki, kız haklıda. Leon ona resmen "Ben bundan sonra bu duruma el koyuyorum" dedi. Bas baya evlenmene izin vermeyeceğim dedi. Söz verdi, yardım edeceğine. Leon'un bu laflarını duyduktan sonra Yıldız'ın umutlanması; ondan medet umması gayet normal. O gece Veronika'nın içine iyice kurt düştü. Korkmaya başladı. "Bu kız be diyor? Ah, Leon, sen ne yapıyorsun böyle?" diye düşünerek oğlunun yanına gidiyor. İlkinde işe yaramış olan taktiğini hatırlayıp, Leon'un yine gözünü korkutmak istercesine "O kız'a yalnış ümitler vermişsin. Ona haddini bildir. Bir türk kızıyla evlenmen söz konusu dahi olamaz." diyor. Bu arada Leon'da tam onun beklediği gibi hareket ediyor: "Evlikik mevzusunda" Veronika Leon'un hislerinin geçici bir heves olduğunu sezmişti. Şimdi ise oğlu, onun kalbine serin sular serpiyor, ve "Tamam mitera, yalnış ümit vermiş olabilirim ona. Lakin onun bir suçu yok. Ben konuşurum onunla" diyor. 3.) Veronika oğlu ile son konuşmasından sonra "Oh be, kurtuldum bu Yıldız'dan" deyip TAM rahat edecekken, Leon ne yapıyor? Yıldız'ı kolundan tutup kendi elleriyle konağa getiriyor. *Veronika hanım şok. Veronika hanım sinir küpü.* Daha dün gece "Ona haddini bildirezeyim" diyen teğmen, kızı tutup konağa getiriyor ve utanmadan miterasının gözlerinin içine baka baka "Yıldız hanım bir müddet burada kalacak" diyor. Leon bunu her nekadar vicdan azabından yapmış olsada, dışardan bakınca resmen sevdiceğine yardım etmeye çalışan bir teğmen tablosu bu. 4.) Veronika'nın şahit olduğu olaylar buraya kadar. Kadın bir daha Yıldız ismini duymadı. Lakin önemli bir ayrıntıyı da unutmayalım ki: VERONİKA HİLAL İSMİNİDE BIR DAHA DUYMADI. Veronika Leon'un ağzından Hilal ismini topu topu üç kere duydu. Oda birinci sefer Leon ona "Ben Hilal'i tutukladım" dediğinde. Ikinci sefer Eşref'in elinden kurtulduğunda "Babam Hilal ve o genci affetti mi?" diye sorduğunda. Ve üçüncüsü mâlum sahnede Leon "Hilal'mi?" diye sual ettiğinde. Yani uzun lafın kısası, o konakta her "Hilal" isminin üzerine tam 5 tane "Yıldız" ismi anıldı. Leon her nekadar kendi kafasında hep Hilal'i düşünsede, bunu hiç bir vakit dışa vurmadı ki. Hep içinde yaşadı aşkını. Veronika'nın Hilal denen küçük hanımı herhangi bir şekilde kafasına takması, bence "buluttan nem kapıyor" olurdu. 5.) Gelelim mektup sahnesineee... Oğlu ölüm döşeyinde yatan bir Veronika Leon'un masasında bir aşk mektubu buluyor. Mektubun içinde ne isim yazıyor, ne ne doğru düzgün bir ip ucu veriliyor. O mektup'tan %100 anlaşılan tek bilgiler: - Leon bir TÜRK KIZINA aşık olmuş. - Kızın beyaz teni ve mavi gözleri var. Şimdi bu durumda Veronika'nın aklına ilk gelen isim "Yıldız" olması... bence gayet doğal. Düne kadar Yıldız denen kız dönüp dolaşıp soluğu konakta buluyordu. Veronika nezaman baksa, oğlu ve o türk kızı sudan sebeplerden birbirinin dibinde bitiyordu. Kendinizi Veronika'nın yerine koyun: "Hmm... benim oğlum bes belli bir türk kızına aşık olmuş. E benim Leon'um hangi türk kızıyla samimiydi ki? Kim ola ki bu türk kızı...? E KİM OLACAK, TABIKI DE YILDIZ!" Gelelim göz rengine ve mektup'ta ki kızın "vatanperverliğine": Arkadaşlar, bence Veronika hiç bir vakit Yıldız'ın göz rengine dikkat edecek kadar, onun vatanperver olup olmadığına bakacak kadar ÖNEM VERMEDİ YILDIZ'A. Durum net bundan ibarettir. Veronika nerden bilsin, General Cevdet'in kızlarının göz rengini. "General Cevdet'in gözleri de zaten mavi. E hatırladığım kadarıyla kara değildi o Yıldız'ın gözleri. Tamam işte, mavi'ymiş demek Yıldız'ında gözleri" demiş olsa gerek Veronika o an. Kadına "renk körü'nden" tut "zekasız'a" kadar demediğimizi bırakmadık, ama arkadaşlar, yazık Veronika hanımda napsın ki. Bizim gibi VS fandomun içinde olayları bu denle "analize etmeyi" öğrenmemiş kadıncağız. Tecrübe yok yani. Fazla yüklenmemek lazim. :D Bes belli "oğlum aşık olmuş, ben bunu nasıl görmedim, nasıl fark etmedim, ay canım oğlum benim nolur uyan, bak uyanırsan düğününüzü kendi ellerimle yapacağım" diye heyecana kapılmış ve aklına mantıklı ilk gelen kişiye yormuş herşeyi. Sağlık olsun. Uzattığımın farkındayım, o yüzden çok kısa Yıldız hakkında da bir kaç şey söyleyeceğim: 1.) Yıldız hastanede Veronika'nın "Yazdığın mektubu okudum. Madem onu bukadar çok seviyorsun, evlenin. Madem umudu, sevdayı bu kız'da buldun, Yıldız ile evlenebilirsin oğlum" dediğini duydu. Kısa kesiyorum, Yıldız o an Leon'un onu hâlâ sevdiğini, annesinin baskısıyla ondan uzak kaldığını düşündü ve saniyede bunun nekadar mantıklı ve gerçek olduğuna inandırdı kendini. Ortada aslında o kadarda büyük bir "haysiyetsislik" yok Yıldız'ın tarafında. Yıldız'ın her hareketi kendinden ve her erkekte yaratabildiğini düşündüğü etkisinden çok emin olmasından kaynaklanıyor. Aslında Yıldız'ın tek sorunu, Ali Kemal dediğse "kendini bir halt zannetmesi". Reddedilmeyi gururuna yediremiyor. Üstüne üstelik onu reddeden adam'da ilk başlarda ona GAYETTE ÜMIT VERMİŞ olan bir adam. 2.) Kimse kusura bakmasın, ama bu işler öyle "benim ona hiç bir vaadim olmadı" demekle hallolmuyor, Leon beyefendiciyim. Daha Yıldız'ı ilk gördüğü andan beri onunla flört etmekten çekinmedi Leon. Ona iltifatlar etti, onu balolara; danslara davet etti, kıza gayet açık bir şekilde ondan hoşlandığını her haliyle belli etti. Leon Yıldız'a hiç bir vakit ciddi mânada aşık olmadı. Sadece kendi ego'sundan dolayı Yıldız gibi güzel ve cazibeli bir kızı kendi yanına yakıştırdı. Hepsi bu. Ama bu, bir kızın hisleriyle oynadığı, ona tutamayacağı sözler verdiği ve ister istemez onu ümitlendirdiği gerçeğini değiştirmez. Herkes Yıldız'ı suçluyor. "Sümük gibi yapıştı, bırakmıyor çocuğun peşini" diyor. Ama ben kendimi şöyle bir Yıldız'ın yerine koyuyorum da... kızın öfkelenmesi ve hırs yapmasını anlamıyor değilim. Öyle "ben ona yalnış ümit vermişim"; "benim ona vaadim olmadı"; "sen bakayım şimdi kendi istikbaline yönel" demekle, işin içinden öyle sıyrılamazdı Leon bey. Neticede Yıldız'ın da dediği herşey doğru: Leon ona "yıldız gözlü kız" dedi, kordonun orta yerinde onun yüzünü okşadı, onu balolara götürdü, yunan konağına getirdi... Esasen Yıldız'ın başına Leon için gelmeyen şey kalmadı. Ailesinin onu zorla evlendirmesi... Mustafa Sami'nin istemeyerek ölümüne sebep olması.. Tüm türk ahalisinin ondan nefret etmesi... Hilal çok doğru bir tespit yapmıştı ozamanlar: "LEON ona ümit vermeseydi, Yıldız ondan medet ummazdı. Ne kendini, ne de Mustafa Sami'yi tehlikeye atacak cesareti bulamazdı." Yani uzun lafın kısası: Leon kendince münasip gördüğü kadar bir güzel Yıldız ile gönül eylendirdi. Sonra Hilal'i düşünmeye başlayınca hevesi kaçtı, durumu bir güzel "Ben ona ümit vermedim ki. Benim ona hiç bir vaadim olmadı ki" diye çevirdi, Yıldızda "yunan teğmenleri ile fink atıyor" diye adı çıkmış bir vaziyette ortada kaldı. Beni yalnış anlamayın, Leon'u biraz kötüler gibi oluyorum şu an, ama Yıldız konusundada Leon maalesef sütten çıkmış ak kaşık değil. Bu bir gerçek. Yıldız hatasız biri demiyorum. Ama o kötü biri de değil esasen. Yaptıkları şeylerin arkasındada kendine göre bir mantığı, ve sebepleri var. Bunu demek istiyorum. Dediğim gibi, senaristlerin artık yavaş yavaş bu "ücgen-meselesini" kapatmak için 20. Bölüm'de böyle bir çıkış yaptıklarını düşünüyorum. Göreceksiniz, gelecek bölümlerde bu durum artık toparlanılmaya başlayacak. Hatırlarsanız, Leon uyandığında Yıldız hem Leon'u, hemde Hilal'i baştan aşağı şöyle adam akıllı süzdü. Yıldız bence hâla Hilal ve Leon'un birbirini sevebileceği ihtimalini idrak edemiyor. Kendileri bile kendine yediremezken, bence bunun için Yıldız'a pek kızmamak lazım. Hele hele şimdi Leon'u vurmuşken: Hilal onu seviyor olamaz, öyle değil mi? Sevse kıyabilir mi hiç? (O an Hilal'in yerinde olmayan herkes, Hilal'in yaptıklarını asla anlayamaz.) Bence Yıldız bu ikisinin birbirine nekadar aşık olduğunu gördüğünde, daha fazla üstelemeyecek. Bir çok kişi "Yıldız kesin Leon'u "Hilal yaptı derim" diye tehdit edecek" diyor. Bence Yıldız böyle birşey asla yapmaz. Ne olursa olsun, Yıldız kardeşini canından çok seviyor. Asla onu tehlikeye atmaz. (Haa, olur da gerçekten öyle bir tehditte bulunursa, bilin ki bluff yapıyor. Tamamen Leon'u korkutmak için. Hilal'i gerçekten ihbar edeceğinden değil yani. ... Ki ben yinede böyle bir tehdit olacağını hiç sanmıyorum.) Evet, bu sefer gerçekten çok uzattım. Okuyan olduysa, gözlerine ve emeğine bin kez sağlık diliyorum.
21 notes
·
View notes
Text
19. Bölüm’ün Hilal ve Leon’una Dair Biraz Acı Biraz Tatlı, Biraz da Dargın Bir İnceleme
Başlamadan önce belirtmek istiyorum, bölüm tek kelime ile EFSANEydi. Ve yine en başından söylemek istiyorum ki, eğer dargınlığımın Hilal’e olmasını bekliyorsanız yanılıyorsunuz çünkü dargınlığım büyük ölçüde Hileon fandoma. O meşhur sahneye gelince demek istediğimi anlayacaksınız. Dileyen direk yazının silah sahnesinden bahsettiğim kısmına geçebilir.
Hastane sahnesinden başlayalım.
Sahnenin başında Leon’un “Hilal” diye gelişindeki tonlama yine aldı götürdü beni gönlümün derinliklerine. Her “Hilal” diyişinde size de, içindeki tüm acıları o an gözler önüne seriyor hissiyatı vermiyor mu?
Hilal bakamadı önce yüzüne. Çünkü bölüm özetinde de dediği gibi “yükselen nefretinin arkasındaki aşkı saklamak her geçen gün zorlaşıyor”du. Her işe aklı eren mert bir kızımız olsa da Hilal, yüreğindeki bu aşkla ne yapacağını bilmiyor, onu dizginleyemiyor, bu da onu deli gibi korkutuyor, köşe bucak kaçıyor bu yüzden bu bilinmezlikten.
Sahnenin gidişatı klasik Hilal & Leon atışmasından biraz farklıydı aslında. Bu sefer Hilal gerçekten kızgındı Teğmen Leon’a, aşkını gizlemek için arkasına saklandığı bir öfke değildi bu. Çünkü Yunanlar gerçekten geldikleri günden beri sevdiği herkesi teker teker elinden alıyordu. Tıpkı Hilal gibi Leon da, aşkından dökmedi o göz yaşlarını. O zulme, vahşete, nefrete,ölüme, kısacası savaşın ocaklara düşürdüğü yangına tanık oldu o meydanda.
Bu hesaplaşma sahnesi değildi kanımca, orada öyle otururken dertleştiler aslında. Dillerinden başka kelamlar dökülüyordu dökülmesine ama bu iki melal dolu ruha açılan iki çift göz çoktan sığınmıştı birbirlerine. Yorgun gözlerinden düşen yaşlar birbirlerine karışmışlardı. Gözler sarılır mıydı hiç birbirine? Sarılmış ağlaşıyorlardı işte orada, öylece.
Hilal sarf ettiği sözlerle Yunanlara olan öfkesini kusuyordu belki Teğmen Leon’a, lakin gözleri, dünyadaki tüm iyi şeyleri içinde barındıran ve içinde kederden koca bir gökyüzü taşıyan Leon’un gözlerinin önünde çırpınıyordu “Niye hala üstündedir bu üniforma?” diye.
Tıpkı 18. bölüm yorumumda da değindiğim gibi, nasıl Leon’un “İsyancı bir Türk kızına his beslemem kabil değil.” lafının durumun akışına bağlı sarf edilen bir söz olduğunu savunduysam, Hilal’in “Siz de benim için yoksunuz artık.” lafının da aynı şekilde geliştiğini düşünüyorum. Leon üzülmedi mi? O da üzüldü Hilal kadar elbet. Peki Hilal’e kızmadım mı? En az öceki bölümde Leon’a kızdığım kadar kızdım hatta. Fakat o anın verdiği hissiyatla söylenmesi normal şeyler bunlar. Leon nasıl yuttuysa bu bölüm o lafı, Hilal de öyle yutacak 20. bölümde. Zaten bu kadar çetrefilli ve ve inatçı olmaları çekiyor bizi bu aşka biraz da.
Öyle güzelsiniz ki!
Yine aynı sahnenin akabinde Mehmet ve Leon bakışması beni huzursuz etti doğrusu. Aranan Türk bir isyancı ile onu arayan bir Yunan teğmeninden ziyade birbirlerinin varlıklarından rahatsız olan iki insan vardı o an. Belki bu bakışlar size Haydar ağabeyimizin merasim sahnesinden tanıdık gelmiştir.
Haberi olsun veya olmasın, Mehmet, Hilal ile Leon ilişkisi için tahmin ettiğimizden daha büyük bir engel olarak sunulacak önümüze diye düşünüyorum.
Leon’un yazdığı sahneye gelelim. İkinci fragman çıktıktan sonra silah sahnesinin ortamda yarattığı soğuk duş etkisinden kurtulmak amacıyla Leon’un yazısından bahsediyorduk bir dostumla. Gülümseyerek “Andreas’ı ya da infaz edilen arkadaşının ismini mahlas edinerek bu yazıları bassa ne kadar manidar olur.” dediğimi anımsıyorum. Nitekim değerli Nuran Hanım da aynı şeyi düşünmüş olacak ki “Andreas” mahlasıyla (Andreas Akiz?) basıldı bu mektup. Hümanist yaklaşımı, Hilal’den ilham alması, yazılarının Halit İkbal’e benzetilmesi çok güzel detaylardandı. Resmen yüzümde şapşal bir ifadeyle izledim bu sahneleri.
Hilal’in uzatılan her zeytin dalına şüpheci yaklaşması beni bir miktar rahatsız etse de böyle bir savaşın ortasında yapılacak en akıllıca davranış sanırım şüpheci yaklaşmak.
Yine aynı arkadaşımla “İkisi de yazılarını yayımlasalar sonra aralarında böyle bir aşık atışması yaşansa muhteşem olurdu” diye konuşmuştuk. Bu bölüm bu atışmayı bir miktar görsek de ilerideki günlerde bu tatlı atışmanın önünün kesilmemesini temenni ediyorum.
Hastane sahnesi bir ayrı güzeldi. Leon bir güzel yuttu “İsyancı bir Türk kızına his beslemem kabil değil.” lafını. Onun yerine “Sebebini bildiğiniz soruları neden soruyorsunuz küçük hanım?” sorusu kaldı zihinlerde
Leon’un “Tek gayem hayatta kalmanız” diyişi , Hilal’in gitmek üzere yöneldiği kapıyı kapatıp Leon’a dönerek “Neden?” diye sual etmesi, tüm detaylarıyla harika bir sahneydi izlediğimiz. Hilal’in duygularına yenik düşüş süreci dizi boyunca o kadar güzel senarize edildi ki... Bu sahnede duyguları artık taşmakta olan, Leon’un edeceği bir iki kelama ümit bağlayan bir Hilal izledik. Restleşir gibiydi belki ama o sözleri duymaya ne kadar hevesli ve bir o kadar da aç olduğunu, ısrarla “Neden?” diye sorgulamasından anlayabiliriz. Hilal o an savaş halinde değildi aslında Leon’la. Bu sorunun cevabını duymayı gerçekten istiyordu. Uzun bir süreden beri ilk defa içindeki küçük, kırgın ve terkedilmiş kız çocuğunun konuşmasına müsade etti.
Sahne Yıldız’ımızın uyanmasıyla son bulmuş olsa da, devamı gelmesi sıkıntılı bir sahneydi. Leon bu soruya cevap veremezdi, elbet sonunda birisi odadan çıkıp gidecekti.
Bu sahne kafamda yeni soru işaretleri oluşmasına sebep oldu. Gerçekten her bir atışmalarından ayrı zevk alsam da daha ne kadar bu şekilde devam edebilirdi ki? Ne kavgalarının gündemi değişiyordu, ne de ettikleri kelamlar. Sürekli kendilerini tekrar ediyor gibiydiler adeta.
Ve vurulma sahnesiyle evren bu sorumu cevaplamış oldu diyebilirim.
Yazımın yalnızca kendi fikirlerimden oluşması amacıyla çok fazla yorum okumamaya çalıştım lakin gerek instagramda gerek burada Hilal’e kin kusan o kadar çok insan vardı ki bu beni ziyadesiyle şaşırttı. Buna sebep olanın, diziyi kişiler yönünden değil de bir bütün olarak ele alınması olduğunu düşünmekteyim.
Birazdan duyacaklarınız sizi şaşırtabilir veya kızdırabilir, fakat bence Hilal’in burada hatası yok denecek kadar az.
Serzenişlerim anlaşılması zor bir hal almadan önce sahnenin başından başlayalım
Hilal’den biraz öncesinden başlıyorum, Leon ve Ali Kemal’in karşı karşıya gelişinden.
Leon o anda adeta farklı birine dönüştü. Ölen her evlatla yüreğine ateş düşen, askerlikten nefret eden Leon gitmiş, yerine Ali Kemal’i yakalamış olmanın tatminiyatını yaşayan bir adet Leon gelmişti. İdam edileceğini söylerken pişkin pişkin sırıtması bırakın Ali Kemal’i, bende bile ufak bir öfke uyandırdı. Lakin elbette her hatada olduğu gibi onu da böyle bir hataya iten etmenler vardı. Biraz daha ileride bu etmenlerden bahsedeceğim.
Hilal içeri girdiğinde Leon’un verdiği tepkiler o kadar sevimliydi ki!
Leon “Senin ne işin var burada?” dediğinde Ali Kemal’in Hilal ve Leon’a attığı bakışlar dikkatinizi çekti mi? Veya Hilal’in Ali Kemal’e bakışı? İçimden bir ses, Ali Kemal bir şeyler sezinledi burada diyor ama neticeyi önümüzdeki bölümlerde göreceğiz. ( Ali Kemal’in, Leon’un Yıldız’a yazdığı mektubu okuduğunu da unutmamak gerek.)
Hilal ne kadar yalvarsa da, ne kadar silah doğrultsa da Leon indirmedi silahı. Ali Kemal’i bırakmadı. Leon’u bu noktaya getiren sebepleri daha iyi anlayabilmek adına gözleri Leon’a ve Ali Kemal’le ilişkisine çevirelim.
Leon’un Ali Kemal’le ilişkisinin başlangıcı zaten başlıca sıkıntılı bir süreçti. Yaptığı her şeyi sevgisinden yapıyor olan Ali Kemal, Leon’un gözünde kadınları ezen ve düşüncelerini önemsemeyen bir adam olarak başladı hikayesine. Leon bilmiyordu tabii Ali Kemal’in Yıldız’a yanık olduğunu. Bu yüzden yaptığı her hareketi barbarlığa yordu.
Leon’un Yıldız’a karşı bir ilgisi olmasa da artık, hala vicdan sahibi biri ve Yıldız’ı sevmiyor oluşu onun nazarında Ali Kemal’in nasıl bir insan olduğunu değiştirmiyor. Yani o an Leon’un silah çektiği kişi bizim tanıdığımız sevdasından bazen yanlış şeyler yapan ama özünde tertemiz kalbi olan Ali Kemal değil, barbar, şiddet yanlısı, kendini erkek olduğu için üstün gören, az kalsın gencecik bir kızın hayatını karartan bir adam. Bu yüzden ona silah doğrultmak Leon için zor olmuyor. (Böyle sahnelerde “Durun yapamazsınız, siz kardeşsiniz!” diye bağırasım geliyor. İki farklı bedende iki kayıp ruh, iki kayıp çocuk... Bu ikilinin kardeşliğini görmeyi deli gibi istiyorum. Bu kadar zıtken bu kadar aynı olmaları her şeyi daha da karmaşık hale getiriyor. Lakin güzel bir karmaşa.)
Önceki sahnelerde Leon’un Halit İkbal yüzünden babası tarafından (Stavro’nun gözleri önünde) aşağılandığını, askerliğine dil uzatıldığını da unutmamak gerek.
Dolayısıyla Leon için, o silah ve Ali Kemal arasında duran tek şey Hilal.
Elbet bunların hiç biri Leon’u hareketi için haklı çıkarmıyor ama belki onu anlamamızı bir nebze kolaylaştırıyor.
Ve Hilal’in eline silahı almasıyla Hileon aşkının devrimi başlamış oldu.
Ne düşünürseniz düşünün, Hilal’in tüm hücreleri reddetti Leon’u vurmayı. Bakışlarından, döktüğü yaşlardan, gözlerinin ardındaki yalvarıştan anlayabilirsiniz bunu.
Ali Kemal Hilal’e silahını indirmesini söylediğinde Leon’un ona kıpırdamamasını söylemesi kalp acıtan başka bir detaydı. Hilal ile, aralarında kimse olmadan halletmek istiyordu bunu, Hilal’in 3. şahıslara bağlı kalmaksızın affetmesini diledi kendisini. Tıpkı Hilal’ın kendisine yaptığı gibi üstüne yürüdü silahın, kalbine dayadı namluyu, vur dese de vurmasın istedi içinden. Belki bir anlığına isteği yerine de geldi.
Ama ne yazık ki evren dileklerimizi bazen çok farklı şekillerde yerine getirebiliyor. Ve bu sefer evren, iki genç aşığın dileklerini yerine getirebilmek için acı verecek olan bir yol tercih etti.
Hilal’e ne kadar kızarsanız kızın, anlamanız gerekiyor onu. Abisi ile aşkı arasında yapması gereken seçimde abisini seçmesine ne kadar kızılabilir ki? Hilal zindanın soğuk köşelerinde uyumuş, boynuna ip bağlanmış ve ölüm korkusunu tatmış bir kız. Sevdiği adam aynı korkuyu abisine yaşatırken orada hiçbir şey yapmadan durması, Ali Kemal’in boğazına ipi kendi elleriyle geçirmek gibi bir şeydi Hilal için o an. Hanginiz vicdanınız sızlamadan aşkı tercih edebilirdi böyle bir durumda, sorarım size. Daha insancıl yöntemler elbet vardı, ama hiçbir yöntem abisini kurtaracağına dair güvence veren yöntemler değildi. Her yolda abisinin hayatı bir ihtimalden ibaretti. Ama Hilal’in abisini kesinlikle kurtarması gerekiyordu. Zaten onu kaybetme korkusunu bir kez yaşamıştı.
“Teğmen!” diye seslenişi koridorda yankılandı. Arkalarından bakarken dimdik duruyordu Hilal. Fakat Leon’un yüzüne bakmasıyla beraber yüreği yine bir yangın yerine döndü. Yüzü düştü, kaşları kalktı. İstemeye istemeye çekti o tetiği.
Hilal buna mecbur kalmıştı.
Zira öldürmek isteseydi Teğmen’i, silahı göğsüne dayadığı vakit yapardı bunu, ıskalama riski olmadığı zaman. Hilal o an sadece abisini kurtarmak istiyordu, sonucunu düşünmeden sıktığı kurşun talihsiz bir şekilde tam kalbinin altına saplandı Leon’un.
Hilal’in canı en az Leon’unki kadar yandı o an. Beraber buldu bedenleri yeri. Sıktığı kurşundan kendi de nasibini aldı.
Hilal’e kızmıyorum. Leon’a da. 17. bölüm yorumumda bahsetmiştim. Aralarındaki engellerin tam anlamıyla yıkılması için bir kaç şey daha yaşanmalıydı, Leon’un tamamen ispatlaması lazımdı kalpsiz bir Yunan olmadığını. Senaristimiz bunun yerine bu bölüm ikisine de büyük hatalar yaptırarak durumu eşitlemeyi tercih etti. Bana sorarsanız Hileon’un gidişatı için daha doğru bir tercih olduğunu söyleyebilirim. Şayet Hilal böyle büyük bir hataya düşmeseydi, ileride Leon’un yaptığı ufak hatalar dahi aralarında soruna neden olurdu.
Yani burada Hilal’e hakaret etmeniz, Leon Hilal’i affetmemeli gibi görüşleriniz bana mantıksız geliyor. Çünkü Hilal de, Leon da affedilmesi zor hatalar yaptılar fakat siz her zaman olduğu gibi Hilal’i suçlamaktasınız. Leon’a beslediğimiz sevginin, aklımıza perde çekmesine müsaade etmeyin. Yargılamadan önce her bir olayı o karakterin penceresinden hayal edin. Sadece onun bildiklerini bilin. Böylece hareketlerine mana vermek daha da kolaylaşacak. Hilal’in savaşın ortasına doğmuş, babasız büyümüş, dostlarını toprağa vermiş, bazen düşüncesizce hareket etmesine sebep olacak kadar gözü kara bir kız çocuğu olduğunu asla unutmayın. Leon’un sevgisiz bir evde, istemediğini bir meslekle, ölü bir abinin gölgesinde büyüdüğünü asla unutmadığınız gibi.
Şimdiyse o umut dolu fragmana gelelim a dostlar!
Ben böylesine güzel bir tablo görmedim hayatımda. Resmen elleri birbirlerinin içinde hayat buluyor.
Bana sorarsanız öpüşmelerinden çok daha güzel bir manzara karşımızdaki. İlk defa ikisi de böylesine hazır birbirine. İlk defa bu kadar cesur, heyecanlı, ilk defa bu kadar masum belki de. Birbirlerini bulmak, bir olmak umudu... Umut ilk defa bu kadar somut onlar için. Umut Hilal’in çekinerek ettiği sevda dolu kelamlarda, umut Leon’un gülümsemesinde, umut ellerinde....
Twitter’da denk gelmiştim, Metis’in de dediği gibi (@metisozdemir), bu ilk kez “ben de” dedikleri an.
Böylesine bir kaybetme korkusu ikisinin de içinde bulundukları kısır döngüden çıkmasını sağlayacak gibi görünüyor. Hilal bu süreçte anlayacak ne kadar da sevdiğini, ne ara bu kadar bağlanmış olduğuna şaşacak belki de...
Hilal ve Leon ilişkisi resmi olarak başlar mı 20. bölümde, bundan emin değilim ama ilerideki günlerde daha farklı, daha güzel bir Hileon göreceğiz. Bunu hissedebiliyorum.Çünkü artık ikisi de dillendirdiği için aşklarını, ümit etmek hem onlar hem de bizler için çok daha kolay.
20. bölümden sonra görüşmek üzere! O zamana kadar esen kalın.
Haftanızın Leon’un tebessümü kadar güzel geçmesi dileğiyle...
-Ayça
#hileon#hilal#leon#hilal ve leon#hilal x leon#vatanım sensin#boran kuzum#miray daner#pınar deniz#kubilay aka#halit ergenç#Bergüzar Korel#cevdet kızı hilal#cevdet kızı yıldız#ali kemal#yılke#19. bölüm#turkish series#wounded love
14 notes
·
View notes