#hendese
Explore tagged Tumblr posts
emirkutukk · 2 years ago
Photo
Tumblr media
Kaliteli insana hiç bu kadar gereksinim duyulmamıştı. Size bir şey söyleyeyim mi, bu memlekette işlerin özlenen şekilde yolunda gitmesi için insan kalitesi üzerinde titizlikle durmak, kafa yormak gereklidir. Herkes icra ettiği mesleğin esaretinden yakasını kurtarmalı ve insani boyutta irtifa kazanmalıdır. Buna göre; *Mimarsa mutlaka hayal kurma mektebini bitirmelidir. *Öğretmense sabır fakültesinde yüksek lisans yapmalıdır. *Hâkim ise önce kendine hâkim olması gerekir. *Mühendis ise bakış açısını hakikat üzere odaklayabilecek bir hendese sahibi olması elzemdir. *Yönetici ise, hayat bilgisinden çok ölüm bilgisi bakımından donanımlı olmalıdır. Vaiz ise, ilk taşı kendine atacak yüreklilikte olmalıdır. Demem o ki MİR’im! Önce kendine İNSAN olmalı İNSAN!!! https://www.instagram.com/p/CpA73c9NVTbmTm5eMNLEkzKyZv526KWmBmrPlI0/?igshid=NGJjMDIxMWI=
8 notes · View notes
el-bidayeh · 2 years ago
Photo
Tumblr media
Musiki hikmete dair fendir Bilene bilmeyene ruşendir Nice esrar var idrak edecek Yer gelir sineleri çak edecek Her biri bir maraza nâfidir Zıddını her birisi daffidir Verir insana hayat-ı tâze Nağme-i bülbül-i hoş-âvâze (Marifetnâme) #İbrahimHakkıHazretleri #Biyoğrafi #Erzurum #Bitlis #Tillo #Tasavvuf #Sufî #NazMakamı #Aşk #Entellektüel #Mütefekkir #İrfan #Hikmet #İlim #Astronomi #Felekiyât #kozmografya #Heyet-iCedide #teşrih #Hendese @diyanetvakfiyayinlari #Prof.Dr.SüleymanUludağ https://www.instagram.com/p/CghtyQjDqMe/?igshid=NGJjMDIxMWI=
0 notes
akif-sarier · 4 years ago
Photo
Tumblr media
İnsan bilmediği işi erbabına bırakmıyorsa ahmaklığı 7 diyara türkü olur.. _____________________________________ #iznik #tileswork #art #ceramics #design #iznikyeşilcami #minare #çini #seramik #geometry #architecture #ottomanart #green #hexagon #pentagon #hendese #islamicgeometricdesign #islamigeometrikdesenler (Yeşil Cami Iznik) https://www.instagram.com/p/CCT0td9lXHt/?igshid=m217f8hl5fl0
0 notes
hatiragulzaman · 3 years ago
Text
Allah bes bâki heves.
Allah yeter, başkası gelip geçici istektir, hevestir.
Tumblr media Tumblr media
📚Kafiye.
Necip Fazıl Kısakürek.
Ne diye
bu şuna
şu buna
kafiye?
başa taş
aşa yaş
Hey'e ney
tuhaf şey
kafiye
mantığı
o mantık
hediye
sandığı
bu sandık!
o mantık
bu sandık-
ta sandık
ve yandık
ne yandık
hendese
kümese
tıkılmak
hadise
kırkayak
adese
oyuncak
vesvese
gökbayrak
ölümse
gel dese
tak tak tak
mu-hak-kak
sorular
sordular
neden çok
nasıl yok
niçin var
sanatsız
papağan
neden çok
ve atsız
kahraman
niçin yok
çok ve yok
yok ve çok
aç ve tok
tok ve aç
tut ve kaç
saklambaç
neden çok
nasıl yok
niçin var
niçin'i
boğarken
piçini
yatakta
bastılar
şafakta
astılar
ve derken
nasıl yok
niçin var
bir varmış
bir yokmuş
karamış
ve kokmuş
dünyamız
rüyamız
kapkara
manzara
gebeler
döşeksiz
ebeler
isteksiz
kubbeler
desteksiz
habbeler
süreksiz
türbeler
meleksiz
tövbeler
gerçeksiz
cübbeler
yüreksiz
cezbeler
şimşeksiz
izbeler
emeksiz
heybeler
ekmeksiz
kafiye
hikaye
dava tek
ölmemek
peygamber
ne haber
bir batan
var vatan
kandil loş
ocak boş
ve dağ dağ
elveda!
gitme kal
nefes al
emir tez
bekletmez
ve O nur
bulunur
işte iz
geliniz
toprak post
ALLAH DOST...
5 notes · View notes
zbostan · 4 years ago
Text
T.C Şikago Başkonsolosluğu
19 Mayıs 2019
19 Mayıs 1919’un 100. yılı münasebetiyle düzenlediğimiz programın açılış konuşmasını, halen Indiana Bloomington’da yaşayan ve hayattaki en büyük halk bilimcimiz olarak kabul edilen Cumhuriyetimizle yaşıt Prof.Dr. İlhan Başgöz yapacaktı.
Kurtuluşa giden yolun hikayesini Cumhuriyetimizle yaşıt asırlık bir çınardan daha iyi kim anlatabilirdi ki?
Lakin ilerlemiş yaşının getirdiği sağlık sorunları sebebiyle İlhan hoca çok arzu etmesine rağmen aramızda olamadı.
Hazırladığı konuşmayı Başkonsolos Umut Acar okudu.
“Değerli Konuklar
Ben Cumhuriyetle yaşıtım, size anlatacaklarım yalnız duyup işittiklerim, okuyup öğrendiklerim değil, aynı zamanda kendi hayat hikâyem olacaktır.
Cumhuriyet yedi büyük savaşın ardından kurulmuştur. 1856 Kırım,
1877 Osmanlı Rus, 1892 Yunan,
1911 Trablus,
1912 Balkan,
1914-18 Birinci Dünya Savaşı,
Nihayet 1920-22 Kurtuluş Savaşı...
Bu savaşlardan yalnız sonuncusu zaferle bitmiştir.
Ama bu zafer vatandaştan yalnız canını ve kanını istememiştir. Vatandaştan atını, arabasını, çorabını, kağnısını, keten bezini, pencere demirini alarak bu savaş kazanılmıştır.
Birinci Dünya Savaşı’na niçin girdiğimizi bugün bile bilmiyoruz.
Ama kardeşlerini bu savaşa kurban veren, Avşar kadını biliyor ve parmağını Alaman’a uzatıyor:
Mektup saldım da varmadı,
Tel vurdum aynı gelmedi,
Alamanya harbeylesin,
Gayri kardaşım kalmadı.
Savaş yılları Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomisini tümden harap etmiş, ekin tarlada çürümüş; toprak tohumsuz, evler erkeksiz kalmıştır.
Kağnıya ve sabana koşulacak hayvan, çiftin sapına yapışacak erkek yokluğunda çifte, hayvan yerine kadınlar koşulmuştur.
Bu çöküşün en gerçekçi destanını, hemşehrim Şarkışlalı Serdari yazmıştır.
Bu uzun destandan dörtlükler veriyorum:
Tahsildar da çıkmış köyleri gezer
Elinde kamçısı fakiri ezer
Yorganı döşeği mezatta gezer
Hasırdan serilir çulumuz bizim.
Evlat da babanın sözün tutmuyor,
Açım diye çift sürmeye gitmiyor,
Uşaklar çoğaldı ekmek yetmiyor,
Başımıza bela dölümüz bizim.
Benim bu gidişe aklım ermiyor.
​ Fukara halini kimse sormuyor.
Padişah sikkesi selam vermiyor.
Kefensiz kalacak ölümüz bizim.
Savaş yılları, Türk aydınlarının en yiğit, en idealist, en eğitimlilerini ölüme sürmüş, onlar geri gelmemiştir.
Birinci Dünya Savaşı’nın felaket tablolarından birini unutamıyorum.
Bu tabloda Tarsus tren istasyonunda bir kadın görünür. Ordu, Kanal bozgunundan dönmektedir. Çul çaput içinde, hasta perişan, vagonlarda çuvallar gibi istif edilmiş, bir asker döküntüsü.
Ak saçlı bir ana, yazması omuzuna düşmüş, saçları darma dağın, bir vagondan ötekine koşarak feryat ediyor:
“Mehmedimi gördünüz mü? Mehmedim nerede? Mehmedimi gördünüz mü?”
Falih Rıfkı Atay diyor ki:
“Ana biz senin Mehmedini kumarda kaybettik.”
Türkiye Cumhuriyeti’nin talihsizliği çökmüş bir ekonomi ve harabeye dönmüş bir memleket üzerine kurulmasıdır.
Büyüklüğü de bundandır. ​
16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan ayrılan Bandırma vapuru bu çöküşü tersine çevirecek bir umudu taşıyordu.
Bu umudun adı Mustafa Kemal Paşa’dır.
Üçüncü ordu müfettişliğine tayin edilen Paşa İstanbul’dan ayrılıyordu. Yanında 12 kişiden oluşan Erkan-ı Harbiye’sinden başka kimse yoktu.
Karadeniz’in azgın dalgaları ile sarsılan Bandırma vapurunda Mustafa Kemal Paşa arkadaşlarına şunları söylüyordu:
“Bunlar işte böyle yalnız demire, çeliğe, silah kuvvetine dayanırlar. Bildikleri şey yalnız maddedir! Bunlar hürriyet uğruna ölmeye karar verenlerin kuvvetini anlayamazlar. Biz, Anadolu’ya ne silah ne cephane götürüyoruz; biz ideal ve iman götürüyoruz!”.
Bandırma vapuru ile bu küçük grup 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkınca bir şarkı söylüyorlardı:
“Güneş ufuktan şimdi doğar.
Yürüyelim arkadaşlar.”
O tarihlerde, ufuktan güneşin doğacağına dair hiçbir işaret yoktur.
Tersine memleket bir zifiri karanlıktır.
Adana Fransızlar,
Urfa, Maraş, Antep İngilizler tarafından işgal edilmiş,
Başkent İstanbul İtilaf Devletlerinin işgalinde,
Antalya ve Konya’da İtalyan birlikleri bulunuyor.
Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri var.
15 Mayıs 1919’da Yunan birlikleri İzmir’e çıkmış; Batı Anadolu’nun verimli topraklarından memleketin kalbine doğru ilerlemekte.
Dahası var. Cumhuriyet, memleketin en önemli gelir kaynaklarını yabancı şirketlerin elinde bulmuştur. Demiryolları, limanlar, önemli tarım ve ticaret alanları, bayındırlık tesisleri, gümrük ve maliye gelirleri büyük Batılı şirketlerin elindedir.
Türkiye Cumhuriyeti bu şirketleri birer birer satın almıştır.
İzmir-Aydın demiryolu 2 milyon İngiliz pounduna satın alınınca öğretmenimiz ödev vermişti, sevincimizi dile getirmeliydik.
Ortaokul öğrencisi idim, ödevimin başlığı “Demir yolumuz, Bağımsızlık yolumuz.” idi.
Tütün rejisi 4 milyon Frank’a satın alınınca bu sefer ayınkacılar bayram etmişti. Ayınkacı tütün yetiştirici demektir. Köylümüz yetiştirdiği tütünü eşeğine yükleyip, pazara indiremezdi.
Tütün ille de bir yabancı tekele, bu tekelin biçtiği fiyattan satılacaktı.
İndirse kaçakçı sayılıyor, ya hapse atılıyor veya tütün kolcuları ile çatışıyor ve vuruluyordu.
Bir ayınkacı türküsü şöyle der:​
Hacılar köyüne bastığım oldu,
Tütünümün dengi yastığım oldu,
Aman dostlar bakın benim çareme,
Tütünün tozunu basın yareme.
Cumhuriyet savaşlardan çıkıp da, ekonomik gelişmesine odaklanınca 1930 Dünya Ekonomik Buhranı patlak verir. Buhranın Türkiye’ye etkisi, tarım ürünleri ve meyveyle sınırlı olan dışsatımı vurması olur. Buğdayın kilosu 15 kuruştan 3 kuruşa düşer.
Köylü gelirinin bu kadar düştüğünü gören Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne şöyle bir teklifte bulunur:
“Bizim maaşlarımızla halkın geliri arasında büyük bir fark ortaya çıktı. Bu Cumhuriyet idaremize yakışmaz.
Benim maaşım dâhil milletvekili maaşlarını yüzde elli azaltalım.”
Teklif kabul edilir.
Cumhuriyet ilan edilince memlekette yatırıma harcanacak sermaye ve ekonomik hayatı idare edecek eğitilmiş insan yoktur.
Bu nedenle Cumhuriyet ekonomik kalkınmayı devlet eliyle yapmaya karar vermiştir.
Devlet sermayesi ile iki banka Etibank ve Sümerbank kurulmuş, vatandaştan birikimlerini bankaya yatırmaları istenmiştir. Devletine güvenen vatandaş da elinde avucunda ne varsa bankalara yatırdı.
Ben çamurdan yaptığım kumbarama her hafta babamın verdiği yüz paraları biriktirir, bankaya yatırırdım.
Bu ekonomik kalkınma hamlesini bir yerli malı seferberliği izlemiştir.
Biz bayramlarda ziyaretçilerimize şeker ve çikolata yerine incir ve fındık ikram ettik.
Çayı Kazova’nın kızıl üzümü ile içtik.
Çünkü şeker dışardan satın alınıyordu.
Cumhuriyet yurdun doğusuyla batısını, güney ve kuzeyini demiryolları ile birleştirmek istemiştir.
Bu bir milli savunma sorunu idi.
Atatürk diyor ki; “700 kilometre demir yolumuz var, bir kilometresi bile bizim değil.”
1932 yılında ilk tren Gemerek’e ulaştığında ben istasyonda idim. Halkın tabiri ile kara treni alkışlar ve yaşa var ol sesleri ile karşılamıştık.
Hoş bir fıkra var.
İlk tren Erzurum’a varınca belediye başkanı nutuk veriyor;
“Vatandaşlar, Cumhuriyet fabrikalar yaptı. Sanmam ki kâr edeler vallahi de zarar edirler, billahi de zarar edirler.
Otobüsler aldı, yollar düzenledi, sanmam ki kâr ederler.
Bunlar hep sizin içindir.
Cumhuriyet ayağıza kadar tren getirdi bundan sonra iki ayda gittiğimiz İstanbul’a üç günde varacağız.”
O vakit bir vatandaş sorar:
“Peki biz 57 gün ne yapacağız?”
Değerli Dinleyicilerim
Ben 1929 yılından itibaren Cumhuriyetle beraber iyili kötülü olayların içinde çalkalandım. Size söyleyeceklerimin bir kısmına ben tanık oldum.
Bunların arasında beni çok etkileyen bir olay var.
Mustafa Kemal Atatürk 1937 yılında Sivas lisesinde benim bulunduğum sınıfa geldi.
Atatürk adı etrafında oluşan efsanenin etkisindeyiz.
Gözleri o kadar kuvvetli imiş ki gözlerine bakan çarpılırmış.
İlkin korka korka, gözlerine bakıyoruz.
Çarpılmadığımızı görünce o mavi gözlere 45 dakika doya doya baktık.
Dersimiz hendese idi. (Yani geometri).
Atatürk dişçinin kızı Saadet’i tahtaya kaldırdı.
Geçen derste müselleslerin nasıl eşit sayılacağını okumuştuk.
Saadet bunun için tahtaya iki müselles çizdi. Biz o vakit üçgene müselles derdik. Saadet müsellesin kenarlarına alfa, beta ve gamma harflerini koydu.
Atatürk’ün birden kaşları çatıldı ve Saadet’e neden Yunan harfleri kullandığını sordu. Saadet, hocamız böyle yazdı, ben de onun için kullanıyorum deyiverdi.
Matematik hocamız müdür Ömer Bey sınıfta idi.
Atatürk aynı soruyu ona sorunca Ömer Bey topu bakanlığa attı. Bakanlık bir kitap göndermişti, onda bu harfler kullanılmıştı. Atatürk kitabı istedi o sayfayı buldu, yırtıp yere attı.
Sonra gidip parmakları ile Yunan harflerini sildi yerine abc yazdı. Bize; “arkadaşlar Türk alfabesi matematik terimlerini de ifade etmeye yeterlidir.” dedi.
Aradan bir hafta geçmeden abc’li yeni kitabımız geldi.
Atatürk dilin sadeleşmesine ve halkın, aydınların dilini anlamasına çok önem verirdi.
Halkçılık onun inanışında kuru bir slogan değildi.
Halkın arasına karışmaktan çok hoşlanırdı.
Bir gece Atatürk kayıp, polis ve jandarma seferber olmuş her tarafı aramış taramışlar. Atatürk yok.
Sabaha yakın Onu Samanpazarı’nda bir kahvede, halka karışmış Zeybek oynarken bulmuşlar.
Cevat Dursunoğlu şunları yazdı:
“Mustafa Kemal Paşa Erzurum kongresine gitmektedir, yıl 1919. Ilıca köyüne varınca bir ağacın altına oturup kahve içmek isterler. Kahveler içilirken yolda bir kağnı belirir. Pılı pırtı yüklü kağnıda iki de delikanlı oturmaktadır.
Kağnıyı yetmişlik bir ihtiyar sürmektedir. İhtiyar çağrılır.
Paşa sorar:
“Baba nereden gelip, nereye gidiyorsun?”
İhtiyar:
“Çukurova’dan gelirem, Erzurum’a gidirem.”
Paşa sormaya devam eder:
“Baba Erzurum’da ortalık karışık, savaş tehlikesi var. Eşkıya tehlikesi var, niye gidiyorsun? Çukurova’da geçinemedin mi?” İhtiyar Mevlut Dayı:
“O nasıl söz paşam Çukurova verimli topraktır, insanı diksen yeşillenir. Bizim uşaklar da çalışkandır, bey gibi geçinip gidiyorduk. Ama duymuşam ki padişah Erzurum’u düşmana verecekmiş, gelmişem ki görim, kimin malını kime verir?” der.
Paşa yanındakilere der ki
“Arkadaşlar bu milletle başarılamayacak hiçbir iş yoktur.”
Değerli dinleyiciler
Size Atatürklü yıllardan unutamadığım bir olayı daha anlatacağım. 1930’lu yılların başında sanıyorum, Atatürk, gece geç vakit Mısır Büyükelçiliğini ziyaret eder.
Sabaha kadar yenir, içilir, eğlenilir.
Güneş doğarken Atatürk Mısır elçisini balkona çağırır ve şunları söyler.
“Buradan güneşin doğuşunu nasıl görüyorsam, esir milletlerin de birer birer kurtulacaklarını ve bağımsızlıklarını elde edeceklerini öyle görüyorum.”
Atatürk'lü Cumhuriyet her zaman müstemlekecilere karşıt, küçük devletlerden yana, onurlu bir politika uygulamıştır.
Cezayirli gençler Fransız müstemlekecilere karşı kanlı bir savaş verirken ellerinde Mustafa Kemal’in resmini taşıyordu.
Hindistan bağımsızlığının büyük lideri Gandi İngiliz parlamentosunda şöyle konuşuyordu:
“Haydi beni tutuklayın, ama tutuklamakla iş bitmiyor.
İşte Türkler kendi cenaze törenleri için hazırlanan tabutu istilacıların başında parçaladı.”
Pakistan’ın ilk cumhurbaşkanı Muhammed Ali Cinnah 30 ağustos zaferimiz üzerine şöyle diyecekti:
“Bu zafer bütün esir milletlerin zaferidir.”
İngiliz başbakanı Lloyd George, Çanakkale savaşının en büyük destekçisi idi. Türkler koca İngiliz İmparatorluğunu Çanakkale’de dize getirince Lloyd George parlamentoda şöyle konuşacaktı:
“Tarih nadiren dahi yetiştirir, bizim talihsizliğimiz şu ki böyle bir dâhiyi bugün Türk milleti yetiştirmiştir, ne yapsak, ne tarafa gitsek Mustafa Kemal’in iradesini kıramadık, ben istifa ediyorum.”
Değerli dinleyicilerim
Ben yüz yaşına yaklaşmış bir faniyim.
Öyle zannediyorum ki İngilizce, Türkçe, Fransızca kitaplarım, makalelerim ve Amerika’da Norveç’te, Rusya’da, İngiltere’de, İran’da ve Türkiye’nin birçok kentinde yaptığım konuşmalarımla bu kadar güçlüklerle bana emanet edildiğine inandığım Cumhuriyete karşı görevimi yaptım...
Genç arkadaşlarım,
Atatürk Cumhuriyeti özellikle sizlere emanet etmiştir.
Onu çağdaş ve gelişmiş memleketlerin daha yücesine çıkarmak sizin çalışmalarınıza ve gayretinize bakıyor.
Bu görevi başaracağınıza ben inanıyorum.
Konuşmamı bitirirken hepinizi sevgi ve saygı ile selamlıyorum.”
Prof.Dr. İlhan Başgöz
T.C. Şikago Başkonsolosluğu
19 Mayıs 2019
./.
4 notes · View notes
lastoria · 5 years ago
Text
Tumblr media
FATİH SULTAN MEHMET'İN EĞİTİME VERDİĞİ ÖNEM
Eğitim ve bilim , bir uygarlığın gelişimi için gereken yegane bileşenlerdir. Bir uygarlık Dünya'daki gelişmelere ayak uyduramazsa her zaman arka planda kalmaya ve belki de çökmeye mahkumtur. Asker ordusunun yanında Atatürk'ün de dediği gibi bir "ilim ordusu" da kesinlikle olmalıdır.
Osmanlı Dönemi'nde en çok bilim ve eğitimle uğraşan hükümdar , kuşkusuz Fatih Sultan Mehmet idir. Döneminde Osmanlı eğitim sistemini pozitif bilimlerle daha iç içe geçirmiştir. Topkapı'da kurdurduğu kütüphanesinde Öklid'in Geometri kitabı bile bulunuyordu.
Arapça , Farsça , Sırpça , Yunanca ve Latince bilen Fatih ; yabancı bilim adamları ve sanatkarlarla kendi dillerinde konuşmayı da severdi. Böyle bir kişiliğe sahip olan Fatih bakalım eğitim ve bilim için neler yapmış :
15. Yüzyılda Şiraz ve Kahire yerleşkelerinde bulunan üniversiteler din ve hukuk eğitiminde ; Semerkand'dakiler ise matematik ve astronomi eğitiminde önde gelen eğitim kurumlarıydı. Fatih'in amacı da bu doğrultuda yeni fethettiği Konstantiniyye'yi önemli bir eğitm merkezi yapmaktı.
Fetihten çok kısa süre sonra fetihten önce belirlediği eğitime uygun mekanları medreslere çevirdi. ( Ayasofya ve Zevrek Medresesi ) Bu medresler daha sonra günümüzdeki İstanbul Ümiversitesi'nin yapıtaşları oldular. Ancak Fatih bunları yeterli bulmadı ve Fatih Külliyesini inşa ettirdi. Bu külliyede ise birkaç medrese , kütüphane , hamam ve imarethane( aşevi ) gibi yapıtlar bulunuyordu.
Fatih'in bilime duyduğu ilgi Doğu'daki alimleri İstanbul'a çekti. Örneğin Fatih , Tebriz'den ünlü astronom Ali Kuşçu'yu getirterek başastronom yapmıştır.
Medreselerin müfredatlarını , bizzat katıldığı toplantılarda alimlerle belirlemiştir ve hatta farklı derslerde okutulacak kitapları bile seçmiştir.
Osmanlı'da bir ilki başarmış ve medreselerde akli ( pozitif ) bilimleri de müfredatlarına ekletmiştir. Fatih kendi döneminde medreslerde Hendese ( Geometri ) , Belagât ( İfade Etme Yeteneği ) , Heyet ( Astronomi ) , Tıp , Coğrafya ve Tarih gibi derslerin okutulmasını zorunlu kılmıştır.
Fatih'ten sonraki dönemlerde pozitif bilimler ihmal edilmiş , hatta Takiyüddin gibi bir bilim adamının gözlemevindeki araştırmalarının önü " yıldızları izlemenin hayret alamet olmadığı " gerekçesiyle kesilmiş yani gözlemevi topa tutulmuştur.
Yazımızı Fatih'in medresleri kastederek verdiği fetva ile sonlandıralım :
”Kim ki bu vakfın şartlarından birini değiştirir, tağyir ederse, büyük bir haram ve günahı eylemiş olur. Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti üzerlerine olsun. Ebediyen cehennemde kalsınlar, ebediyen merhamet olunmasın !”
2 notes · View notes
ufuksen7 · 6 years ago
Photo
Tumblr media
#medrese #tabiat #hendese #kainat (Bursa)
0 notes
ozgur-beden · 7 years ago
Text
Sultan II. Abdulhamid Han
Abdülhamid katiyen zalim değildi. Adına ve hatırasına eklenen “Kızıl Sultan” lâkabı tarihin en büyük yalanı. Boğdurulup yok edilen devrimci talebeler masalı yalan, çuvallara dikilip Boğaz’ın sularına atılan saraylı kadınlar hikâyesi yalan! Tam tersine... Abdülhamid şiddetten nefret ederdi. Tahammül edemezdi kan akmasına, maddî eza duyardı. Nefret ederdi darağacından. Affetme salahiyetini her vesileyle kullanırdı. (Cemil Meriç)
Tumblr media
• İlk defa elektriği, gazı getiren, ilk modern eczanemizi açtıran, • İlk otomobili getiren, 5 bin km kara yolunu yaptırtan, • Dünyanın ilk metrolarından birini Karaköy-Taksim arasına yaptıran, atlı ve  elektrikli tramvaylar kuran, • Kudüs-Yafa, Ankara-İstanbul ve Hicaz demir yollarını yaptıran (Haydarpaşa Tren İstasyonunu da tabi), • İstanbul’un binlerce fotoğrafını çektiren, Arkeoloji müzeciliğini başlatan, • Chicago’daki turizm fuarına ülkemizi ilk kez sokan, • Kuduz aşısının bulunmasından sonra Ülkemizin ilk Kuduz Hastanesini (İstanbul Darü’l-Kelb Tedavihanesi) açtıran, • Polisiye romanların ülkemize girişini sağlayan, (14 yıl içinde basılan 4000 kitaptan sadece 200 kadarı dinle ilgili idi..) • Okullara (Hristiyan okulları dahil) gönderdiği emirde, Türkçe’nin iyi öğretilmesini isteyen, Azerbaycan okullarında Türkçe yasağını kaldıran, Paris’te İslam Külliyesi kuran! • Teselya savaşı sürerken saraylı hanımlara askerler için çamaşır diktiren de, hastaneleri ziyaret edip hastaların ihtiyaçlarını soran da, sarayın bahçesinde bile hastalara hizmet ettirten de! • Midilli adasını eşi Fatma Pesend Hanım’ın şahsi mülkünden ısrarla verdiği para ile Fransızlardan geri alanda O! • Israrla yerli kumaş giyen, Hereke bez fabrikası ve Feshaneyi kuran, • Ziraat Bankasını kuran, Ticaret, Sanayi ve Ziraat Odalarını açtıran, • Yıldız Çini fabrikasını, Beykoz ve Kağıthane kağıt fabrikalarını, • Toplu sünnet merasimleri yaptırıp her bir çocuğa çeyrek altın gönderen, bu yüzden yaz aylarında toplu sünnetleri moda eden, • Mezuniyet törenlerinde öğrencilere hediye kitap gönderen, • Yoksul halkına kendi cebinden ödeyerek kömür dağıtan, • Ermeni Onnik’in mektubu üzerine kendi parasından takma bacak yaptırtan, • Biriktirdiği parasından bir kısmını her sene borç yüzünden hapse düşenleri kurtarmaya tahsis eden, • Modern matbaa makinelerini Türkiye’ye getirten, ücretsiz kitap dağıttıran, 6 bin kitabın çevrilmesini sağlayan, Beyazıt kütüphanesini kurup 30 bin kitap bağışlayan (10 bini el yazmasıdır), • Yabancı bilim adamı ve yazarlara Nişanlar veren, • Her yıl 30 bin saksı satın alıp çiçek ektiren, • Bizim Hekimbaşı çöplüğü dediğimiz yerde gül yetiştiriciliği yaptıran da (Isparta’daki gül yetiştiriciliği de O’nun öncülüğünde başlamıştır), • Türkiye’nin birçok yerinde saat kuleleri yaptıranda O dur! (İzmir,Dolmabahçe..), • Hindistan, Cava, Afganistan, Çin, Malezya, Endonezya, Açe, Zengibar, Orta Asya ve Japonya ya elçiler ve din adamları gönderen, • Latin Amerika ülkeleri ile diplomasiyi başlatan, • Yalova Termal kaplıcalarını kurduran, Terkos’un sularını İstanbul’a taşıtan, Bursa’nın bir köyünde bile çeşme yaptırabilen O dur, (Sadece İstanbul’a 40 çeşme yaptırmıştır), • Sarayında yaptırdığı tiyatroda oyunlar ve opera izleyen, • Sarayda müzik okulu kurduran, çocuklarına piyano çaldırtan, hatta sarayda kızlar bandosu oluşturan, • Kendi elleri ile yaptığı marangozluk eşyalarını hediye etmeyi seven, • Kendisine yapılan bombalı suikast de 26 kişinin ölmesine, 58 kişinin yaralanmasına rağmen Ermeni katili affedip Avrupa da hafiyelik yapmaya gönderen de O dur. • Doğu Türkistan’a gönderdiği askeri yardım ile Çinlilere karşı onları örgütleyen, Çin'in göbeği Pekin'de Hamidiye Üniversitesini kurdurtan da, • Beş vakit namazını aksatmadan kılan, hiçbir evrakı abdestsiz imzalamayan (hatta yere bile basmayan [yatağının dibinde teyemmüm tuğlası bulunduruyordu]), • Yeni gemiler alan, toplar(Çanakkale Savaşı’ndaki çoğu top), tüfekler getirten de! • Telefonu Avrupa’dan 5 yıl sonra ülkemize getiren de O dur! • Kiliselere, sinagoglara yardım eden (hatta Vatikan’da kilise yapılmasına bile yardım eden), • Peygamberimize, dinimize veya Osmanlıya hakaret içeren oyunları kaldırtan (Fransa-İngiltere-Roma-ABD) (Bir piyes için bile Alman İmparatorunu devreye sokmuştur), • ABD’nin Erzurum’da konsolosluk açmasını reddeden, İzmir limanına izinsiz girmeye kalkan ABD savaş gemisini top ateşine tutturan, • İstanbul boğazı için iki köprü projesi çizdiren (bir tanesi tam bu günkü Fatih S.M.köprüsünün bulunduğu mevkidedir), • Darülaceze yaptırıp içine sinagog, kilise ve cami koyduran, • Çocuk hastanesi (Şişli Etfal [çocuklar] Hastanesi) açtıran, • Kendisine “Allah’ın belası”diyen Namık Kemal’i Rodos ve Sakız adası valiliklerine atayan, parasını cebinden ödediği yerde kabir yaptırtan, • Posta ve Telgraf teşkilatını kurduran (Sirkeci Büyük Postane binası..), • Abdülhamit ve Abdülmecid (dünyanın ilk torpido atan denizaltısı) adında denizaltılarımızı Taşkızak tersanesinde yaptırtan da (üstelik kendi cebinden..), O! • İlkokulu zorunlu tutan (kız ve erkeklere), ilk kız okullarını açtıran, 15 tane okulda karma eğitime ilk defa geçen, • Öğretmen yetiştirmek için okullar yaptıran (32 tane) (ör.şimdiki adı ile Bursa Çelebi Mehmet okulu), Kız Öğretmen Okullu açan (Daarül Malumat), • Cami yaptırdığı her köyde birde ilkokul yaptıran (Mesela sadece Sivas’taki ilkokul sayısı 1637), okuma yazma oranının 5 kat arttıran, (1900 yılında ilkokul sayısı 29.130’u bulmuştu, sadece Anadolu’da 14 bin ilkokul vardı) • Orta okul (Rüşdiye)sayısı 619’a çıktı, Fransızca dersleri konuldu, • Lise eğitimi için İdadiler açan (109 tane), (İstanbul Erkek-Kabataş Lisesi..) • İstanbul’da Darülfünün (Üniversite) açan, Dünyanın ilk Dişçilik okulunu kuran, • Ayrıca Deniz Mühendis Okulu, Askeri Tıp Okulu (GATA’nın atası), Kuleli Askeri okulu, Mekteb-i Harbiyeler (Harp Okulları yani) ,Askeri Baytar Okulu, Kurmay Okulu, Mekteb-i Mülkiye (Siyasal Bilgiler Fak.), Mekteb-i Tıbbıye-i (Marmara Ünv.Tıp Fak.), Mekteb-i Hukuk, Ziraat ve Baytar Mektebi, Hendese-i Mülkiye (Yüksek mühendis okulu), Daarül Muallim-i Adliye (Yüksek Adalet Okulu), Maliye-i Mekteb-i Ali (Yüksek Ticaret Okulu), Ticaret-i Bahriye (Deniz Ticaret Okulu), Sanayi-i Nefise Mektebi (Güzel sanatlar fak.), Hamidiye Ticaret Mektebi (İktisadi ve Ticari ilimler akademisi), Aşiret Mektebi (Osmanlılık fikrini yaymak için), Bursa’da İpekböcekçiliği okulu, Dilsiz ve Âmâ Okulu, Bağcılık ve Aşıcılık Okulu, Orman ve Madencilik Okulu, Polis Okulu onun tarafından kurulmuştur. • Unutmadan bide Ankara’da Çoban Okulu var..
621 notes · View notes
magazinnisantasi · 3 years ago
Photo
Tumblr media
Hendese Ne Demek? Hendese TDK Sözlük Anlamı Nedir?
0 notes
kelimebulmaca · 3 years ago
Text
hendese
hendese ne demek!
Tumblr media
⏬ ⏬ ⏬ ⏬ ⏬ ⏬
hendese ne demek!
hendese anlamı nedir? Kelime Bulmaca
0 notes
belkidebirharfimben · 3 years ago
Text
Haşre iman etmezsek geçmez ki bu yarımlık!
Geçtiğimiz günlerde Noel Carroll’un Sanat Felsefesi’ni okudum Ütopya Yayınları’ndan. "Sanat nedir?" veya "Neye sanat denilir?" gibi soruların 'çözümsel felsefe' ile ele alındığı metin boyunca birçok sanat yaklaşımı masaya yatırılıyordu. Neyse. Uzatmayayım. Yaklaşımlardan ikisi hususen dikkatimi çekti. Bunlardan birisi 'biçimsel yaklaşım' idi. Kuramcısı olan Clive Bell'e göre özü şuydu bu yaklaşımın: "Bir resmin sanat olup olmadığını belirleyen şey onun bir önemli (belirgin) biçime sahip olmasıdır. Yani bir resim ancak ve ancak çarpıcı bir tasarımı varsa sanattır." Fakat sonraları ortaya çıkan 'yeni biçimci yaklaşım' sırf tasarımı sanatın tarifine yeterli görmüyordu. Eserin bir de 'içeriği' olmalıydı. Yine yerinden alıntılarsam: "(...) O halde bir sanat eserinin içeriği anlamıdır. Ne hakkında olduğudur. Biçim de anlamın sunum şeklidir. (...) Sanatçı özünde sunum biçimleri ve anlamları eşleştirmek, biçimi içerikle birleştirmek, konusunda uzmandır. (...) Anlamı olmayan bir çalışmanın biçimi de olamaz." Eh, serde nurculuk var, herşey bizi Risale-i Nur'a götürüyor. Bu mevzu da beni 12. Söz'e götürdü. Okuyanlar bilirler. "Hikmet-i Kur'âniye ile hikmet-i fenniyenin farklarına şu gelecek hikâye-i temsiliye dürbünüyle bak..." diye başlayan bu metin benzer bir hakikatten bahseder: "Bir zaman hem dindar hem gayet san'atkâr bir hâkim-i namdar istedi ki: Kur'ân-ı Hakîmi, maânîsindeki kudsiyetine ve kelimâtındaki i'câza şayeste bir yazı ile yazsın, o muciznümâ kamete harika bir libas giydirilsin. İşte, o nakkaş zat, Kur'ân'ı pek acip bir tarzda yazdı. Bütün kıymettar cevherleri yazısında istimal etti. (...) Sonra o hâkim, şu musannâ ve murassâ Kur'ân'ı, bir ecnebî feylesofa ve bir Müslüman âlime gösterdi. Hem tecrübe, hem mükâfat için emretti ki: 'Herbiriniz bunun hikmetine dair bir eser yazınız.'" Hikaye böyle başlar. Peki devamında neler olur? Atlamalar yaparak takip etmeyi sürdürelim: "Feylesofun kitabı yalnız harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden ve tarifatından bahseder. Mânâsına hiç ilişmez. Çünkü o ecnebî adam Arabî hattı okumayı hiç bilmez. Hattâ o müzeyyen Kur'ân'ı bilmiyor ki bir kitaptır ve mânâyı ifade eden yazıdır. Belki ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lâkin, çendan Arabî bilmiyor, fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mahir bir kimyagerdir, sarraf bir cevhercidir. İşte o adam bu san'atlara göre eserini yazdı." "Amma Müslüman âlim ise, ona baktığı vakit anladı ki: O, Kitâb-ı Mübîndir, Kur'ân-ı Hakîmdir. İşte bu hakperest zat, ne tezyinat-ı zahirisine ehemmiyet verdi ve ne de hurufun nukuşuyla iştigal etti. Belki öyle birşeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği meselelerinden daha âli, daha galî, daha lâtif, daha şerif, daha nâfi, daha cami'... Çünkü, nukuşun perdesi altında olan hakaik-ı kudsiyesinden ve envâr-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı." Özet geçeyim: Her ikisi de yazdıklarını Hâkim'e götürdüler. Hâkim filozofun manayı ıskalamasından kızdı. Âlimi ise tebrik etti. Sonra mürşidim temsili hakikat bahsine şöyle taşıdı: "Eğer temsili fehmettinse, bak, hakikatin yüzünü de gör: Amma o müzeyyen Kur'ân ise şu musannâ kâinattır. O hâkim ise Hakîm-i Ezelîdir. Ve o iki adam ise; birisi, yani ecnebîsi, ilm-i felsefe ve hükemâsıdır. Diğeri Kur'ân ve şakirtleridir." Daha çabuk sonuca varmak isteyenler içinse anamesaj şu satırlarda saklıdır sanki: "Amma, ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise, huruf-u mevcudatın tezyinatında ve münasebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatin yolunu şaşırmış. Şu kitab-ı kebirin hurufatına 'mânâ-yı harfî' ile, yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken, öyle etmeyip 'mânâ-yı ismî' ile, yani mevcudata mevcudat hesabına bakar..." Evet. Anladınız. Mürşidim hikmet-i fenniyeyi (yani günümüz seküler bilimlerini) biçime saplanıp kalmakla itham ediyor. Onları, içeriğe değer vermemekle, hatta düpedüz anlamamakla, suçluyor. Kainata bakışları yüzeysel olduğu için de ürettikleri malumat manaya dair birşey söylemiyor. "Hattâ o müzeyyen Kur'ân'ı bilmiyor ki bir kitaptır ve
mânâyı ifade eden yazıdır." Hikmet-i Kur'aniye ise okumalarında bir 'içerik' derinliğine sahip. Tasarımı inkâr etmemekle birlikte aslolanın 'anlam' olduğunun farkında. Bu yüzden okumasında isabet ediyor: "(...) nukuşun perdesi altında olan hakaik-ı kudsiyesinden ve envâr-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı." Varlıktaki sanatın içeriği nedir peki? Onu da yine mürşidimin şu cümlelerinde özetlenmiş buluyoruz: "Bütün mevcudatın hakaiki, bütün kâinatın hakikati, esma-i İlâhiyeye istinad eder. Herbir şeyin hakikati bir isme veyahut çok esmaya istinad eder. Eşyadaki sıfatlar, san'atlar dahi, herbiri birer isme dayanıyor. Hattâ, hakikî fenn-i hikmet Hakîm ismine ve hakikatli fenn-i tıp Şâfî ismine ve fenn-i hendese Mukaddir ismine, ve hâkezâ, herbir fen bir isme dayandığı ve onda nihayet bulduğu gibi, bütün fünun ve kemâlât-ı beşeriye ve tabakat-ı kümmelîn-i insaniyenin hakikatleri esma-i İlâhiyeye istinad eder. Hatta muhakkıkîn-i evliyanın bir kısmı demişler: Hakikî hakaik-i eşya esma-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise o hakaikin gölgeleridir. Hatta birtek zîhayat şeyde yalnız zâhir olarak yirmi kadar esmâ-i İlâhiyenin cilve-i nakşı görünebilir." Kendimizi felsefenin dar kalıplarına sıkıştırmayalım arkadaşım. Fakat şu kadarcık dersimizi de alalım: Müslümanlar da 'yalnızca biçimi var diye' birşeyin sanat eseri olduğuna inanmazlar. Ya? Biçimle birlikte manidar bir içeriğinde bulunması gerekir. Hatta içeriğin anlamı çoğu zaman biçimin de önüne geçer. Bu nedenle İslam 'kalıp' değil 'gönül' dinidir. ‘Bedene’ değil ‘ruha’ bakar. 'Ne adına' olduğu 'ne olduğunun' önündedir. Yahut hadiste buyrulduğu gibi: "Ameller niyetlere göredir." Bu dinin değer atıflarının neredeyse tamamı maneviyatadır. Mesela: Takvaya, dürüstlüğe, ahlaka, cömertliğe, merhamete vs. Bunların üzerine varoluşunu bina eder. Ahirzamanın Deccalî anlayışınınsa bir gözü kördür. Yani tek gözlüdür. O yüzden değer atıfları genelde 'tasarıma' yaslanır. Güçlü, güzel, zengin, başarılı, enerjik vs. kimlikler kaymağa yükselirler. Lakin buradan tasarımın da büsbütün önemsizleştirildiğini çıkarmayalım. Allah Hakîm'dir. Her işinde hikmetlidir. Dolayısıyla varoluşta hiçbirşey sanatsız değildir. Ancak asıl derinliğin 'mülk' değil 'melekût' kısmında olduğunu kavramak gerekir. Melekûtu kavranmayan şeyin vücudu da yarım müşahede edildiğinden manası eksik anlaşılır. Yahut hiç anlaşılmaz. 'Yarım kalmak' dedim. Aklıma Haşir Risalesi okumalarım geldi. Evet. Bu sıralar eseri tekrar tefekkür ederken farkediyorum ki: Bediüzzaman Hazretleri haşrin 'olmazsa olmazlığını' kainatın yarımlığına bina ediyor. Daha doğrusu 'biçim-içerik uyumsuzluğunu' haşrin gerekliliğine delil kılıyor. Nasıl? 10. Hakikat üzerinden örneklersem mesela diyor ki: "Hiç mümkün müdür ki, şu bekàsız misafirhane-i dünyada ve şu devamsız meydan-ı imtihanda ve şu sebatsız teşhirgâh-ı arzda bu derece bâhir bir hikmet, bu derece zahir bir inâyet ve bu derece kahir bir adalet ve bu derece vâsi bir merhametin âsârını gösteren Mâlikü'l-Mülk-i Zülcelâlin daire-i memleketinde ve âlem-i mülk ve melekûtunda daimî meskenler, ebedî sakinler, bâki makamlar, mukim mahlûklar bulunmayıp, şu görünen hikmet, inâyet, adalet, merhametin hakikatleri hiçe insin?" Sorularla açmaya çalışalım: 1) Kainatın 'biçimi' nasıl? el-Cevap: Bekasız, devamsız, sebatsız. 2) Peki kainatın 'içeriği' nasıl? el-Cevap: Bâhir, zahir, kahir, vâsi... Yani eserin içeriğine indiğinizde sonsuzluk işaretleri okuduğunuz halde biçimine döndüğünüzde muhataplığınız fanilikten haber veriyor. Eğer bu biçim yarımlığını içeriğe taşırsanız Allah'ı, hâşâ, birçok eksiklikle suçlamak zorunda kalacaksınız. Halbuki bu eksikliklere sahip olsa, hâşâ, kainatı bu intizamla yaratamayacak. Hatta hiçbir yokluğu varlığa çıkaramayacak. Zira yokluğun varlığa çıkması da ancak burada bahsedilen sonsuz hikmet, inayet, adalet ve merhametle mümkün. Tek bir atomun varlığı bile karşısında bir sonsuzluk istiyor. Öyleyse, Allah içerikte kemal sıfatlara sahip olduğunun birçok delilini arzetmişken, biçimde neden aksini de gösterir(!) tezahürler yaratmaktadır? Sözgelimi: Zalim
zulmünün cezasını görmeden ölmektedir. Mazlum hakkını almadan dünyadan ayrılmaktadır. Halbuki fizik, kimya, biyoloji vs. düzeyine indiğinizde biçimde de en ince hakların/adaletin gözetildiği bir düzen işlemektedir. Peki bu kafa karıştıran çelişki(!) kainata neden bırakılmıştır? Arkadaşlar, Bediüzzaman'ın bu soruya cevabı gayet basittir, mâkuldür. Aklın gideceği tek yoldur. O da şudur: Tasarım eksik değildir. Müşahedemiz yarımdır. Melekûta dair çıkarımlarımız doğru. Fakat mülkte gördüğümüz kısım noksandır. Bunu şöyle bir temsille fehminize yaklaştırmak istiyorum: Çok iyi bir yazarın yeni romanının üçte birlik bölümünün elinize geçtiğini düşünün. Okuduğunuz kadarından sağlam bir müellifle muhatap olduğunuzu anlıyorsunuz. Cümleler kallavî, ifadeler yerinde, akış muhteşem. Fakat? Fakat roman ansızın kesiliyor. Olayların bazıları doğru yerlere bağlanmadan kalıyor. O zaman ne düşünürsünüz? A) Kitabın önceki kısmında yaptığımız çıkarımların aksine bu yazar aslında roman yazmaktan hiç anlamamaktadır. Hatta böyle bir yazar yoktur. Roman kendi kendine oluşmuştur. B) Elimizde romanın sadece bir kısmı vardır. Kitabın tamamını henüz görmemişizdir. Devamını da yaşadığımızda şahitliğimizdeki mülk eksiği tamamlanacaktır. Mülk-melekût, yani biçim-içerik, uyumu sağlanacaktır. Taşlar yerine oturacaktır. İşte, elhamdülillah, doğru tercih budur. Yani bizim mülkte/biçimde eksiklik sandığımız şeyler aslında şahitliğimizin yarımlığından kaynaklanmaktadır. Manzaranın tamamını görecek kemale henüz erişmeyişimizdendir. Zamanı vardır. Mekanı vardır. İmtihan da buradadır. Bizim içim ‘gayb’ vardır. Gaybı olan eserin tamamını görmüyor demektir. (Gayba iman eden de "Eserin tamamını görmüyorum!" hakikatine ferasetle iman edendir.) Bu nedenle biçimle içerik arasındaki uyumu yakalayamaması normaldir. Evet. Onun sınandığı şey de belki budur: İçeriğe bakıp biçimin devamına iman etmek. Ve tek dünyalıların itikadını da bozan en çok budur: Biçimde kendi kısıtlılıklarınca gördükleri sorunları içeriğe de taşımak. Daha doğrusu: Kendi sınırlarını içeriğin de sınırları sanmak. Mahlukiyetten kaynaklanan eksiklerini hatta Allah tasavvurlarına kadar götürmek. Allah’ı insanlaştırmak. Kendi kayıtlarıyla onu da kayıtlı bellemek. Her neyse. Yazı giderek dallanıp budaklanıyor. Belki sizi de bıktırıyor. Bende de başka konulara girme isteği uyandırıyor. En iyisi burada bitireyim. Cenab-ı Hak el-Hâdî ismiyle bizi istikametimize hidayet eylesin. Âmin.
2 notes · View notes
beyazduvarcom-blog · 4 years ago
Text
Şeyh Said gerçeği !
Tumblr media
ŞEYH SAİD Doğumu ve Eğitimi Bir rivayete göre Şeyh Said 1866 yılında Elazığ’ın Palu ilçesinde dünyaya gelmiştir. Palu ve Hınıs’ta çocukluğunu geçirir. Babası Şeyh Mahmud Fevzi’nin o zamanlar Palu, Piran (bugün ki adıyla Dicle/ Diyarbakır, Piran Zazaca ismidir.) ve Hınıs’ta medreseleri vardır. İlmi tahsilini babası Şeyh Mahmud Fevzi’nin medreselerinde bölgenin en birikimli âlimlerinin yanında yapan Şeyh Said, Palu’da Şeyh Hasan, Muş’ta Molla Muhammed, Malazgirt’te Molla Musa ve Molla Abdulhamid'in yanında okur. Şeyh Said özel bir eğitime tabi tutularak en yetenekli mollalardan İslâmi ilimler alanında ciddi bir eğitim alır ve medresede ders vermeye başlar. Babasının vefatıyla medrese ve tekke hizmetlerini yürütme vazifesi ailenin büyüğü olan Şeyh Said'e kalır.https://www.mepanews.com/seyh-said-kimdir-2590h.htm Eğitim ve ilmi Şeyh Said, zamanındaki âlimler içerisinde en muteber âlimler arasındadır. Klasik medrese usulüne vakıf olup, birçok kitabı ezbere okurdu. Ezberlediği normal hacimli birçok eserin yanında İbni Abidin, Tefsir-ul Celaleyn, Sahihi Buhari gibi büyük hacimli kaynak eserleri ezbere bilir, Melayê Cezeri divanını ve birçok divanı ezbere okurdu. Şeyh’le ilgili yazılmış eserlerde; onun Astronomi, Felsefe, Geometri (hendese), Matematik gibi ilimleri iyi bildiği belirtilmektedir.https://www.mepanews.com/seyh-said-kimdir-2590h.htm Şeyh Said, ticaretle iştiğali ve İslam âleminin değişik bölgelerindeki âlimlerle diyalogu sebebiyle bir çok dile vakıf olmuştur. Read the full article
0 notes
turkcetarih · 7 years ago
Text
GEOMETRİ - M. KEMAL ATATÜRK (Kitap Önerileri) - Türkçe Tarih
Tumblr media
GEOMETRİ - M. KEMAL ATATÜRK
Bu kitabı Atatürk, ölümünden bir buçuk yıl kadar önce, III. Türk Dil Kurultayı’ndan hemen sonra, 1936-1937 yılı kış aylarında Dolmabahçe Sarayı’nda kendi eliyle yazmıştır. Geometri, eski terimle “hendese”, eğitim örgütümüzde önemli bir yer tuttuğu halde, bunun terim düzeni...
Devamını okumak için: https://turkcetarih.com/kitap-oneri/geometri-m-kemal-ataturk/
Atatürk, Kaynak Yayınları, Mustafa Kemal, Mustafa Kemal Atatürk
3 notes · View notes
eminegectan · 7 years ago
Photo
Tumblr media
Gelelim devedikeninin faydalarına🤗🤗 ... #art #artwork #working #artoftheday #culture #illuminator #ottomanart #instagood #instaart #instaday #istanbul #gallery #islamicart #painting #sketch #gold #colour #sanat #desen #hendese #sanat #design #designer #galleryart #daily_art #myart #sketch_daily #calligraphy #arabiccalligraphy #gelenekselelsanatları #flowers
1 note · View note
dargeb · 5 years ago
Photo
Tumblr media
Rahmetle anıyoruz. Hamid Naci Özdeş ​1854 yılında Giresun’da doğan Hamid Naci Bey’in ilk gençlik yılları balıkçı teknelerinde geçti. 1873 yılında Mekteb-i Bahriyye-i Şahane’nin (Deniz Harp Okulu) Hendese (Mühendislik) kısmına başladı. 9 Mayıs 1877’de Deniz Teğmen olarak donanmaya katıldı. 93 Harbi olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı - Rus Savaşı’nda Tuna Filosu’na bağlı kıyı bataryalarında topçu zabiti olarak görev yaptı. Daha sonra topçuluk kitabını yazacaktı. 1897 Türk – Yunan Savaşı sonrası yüzbaşı rütbesine yükseldi. 1907 yılına kadar Mekteb-i Bahriyye-i Şahane’de Merasim, Deniz Tarihi, Hukuk-u Düvel ve Teşrifat-ı Bahriyye dersleri vermiştir. 13 Kasım 1907’de Önyüzbaşı rütbesinden emekli oldu. Bir müddet Leyli Tüccar Kaptanlar Mektebi müdürlüğünü yaptı. İşaret-i Umumiyye kitabını çevirdi. 1909 yılında kendi imkânlarıyla Beyoğlu Yüksek Kaldırım Kule Kapı’daki 602 numaralı Çıpalı Han’da Milli Ticaret-i Bahriyye Tüccar Kaptan ve Çarkçı Mektebi’ni kurdu. Bu okul ilerleyen zamanda İstanbul Teknik Üniversitesi Denizcilik Fakültesi yani yüksek Denizcilik Okulu olacaktı. 2. Meclis’te milletvekili olan damadı Lütfi Müfit Bey’e Atatürk tarafından Özdeş soyadı verilince kendisi bu soyadını beğenmiş ve Atatürk’ün müsaadesi ile bu soyadını almıştır. Hamid Naci Özdeş 20 Aralık 1937’de hayatını kaybetmiştir. #denizcigönüllüler #dargeb #gönülverdikmaviye #denizciülkedenizcimillet https://www.instagram.com/p/B6QwRQJnB8p/?igshid=1nsmwp3wjzss8
0 notes
bulutbey79 · 5 years ago
Photo
Tumblr media
İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektûbât da buyuruyor ki:   Yavrum! Bu, pek kötü olduğunu anladığın dünyâ, nedir biliyor musun? Dünyâ, seni, Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeyler demektir. Kadın, çocuk, mal, rütbe, mevkî düşüncesi, Allahü teâlâyı unutturacak kadar aşırı olursa, (dünyâ) olur.   Çalgılar, oyunlar, (Mâlâ-yâni) ile, yâni faydasız, boş şeylerle vakit geçirmek, [kumarlar, kötü arkadaş, kötü filmler, mecmûa ve romanlar], hep bunun için dünyâ demektir. Âhirete faydası olmıyan ilimler, dersler de, hep (dünyâ)dır.   Hesap, hendese yâni matematik ve geometri, astronomi, mantık, eğer Allahü teâlânın gösterdiği yerlerde kullanılmazsa, yâni kâfirlerle mücâdele ve onlardan üstün olmak için ve insanlara hizmet etmek için kullanılmazsa, bunlarla uğraşmak, boşuna vakit öldürmek olur ve (dünyâ) olur.   Her müminin, en önce, (Ehl-i sünnet îtikâdı)nı, kısaca öğrenmesi farzdır. Bundan sonra, iki şey öğrenmesi lâzım olur. Biri, kalb için olan, ikincisi beden için lâzım olan bilgidir. Beden için olan bilgi de ikidir. Biri yapacağı emirler, ikincisi sakınacağı yasaklardır. https://www.instagram.com/p/B28M5fNl8qu/?igshid=1fl64chcefxc1
0 notes