#halk efsaneleri
Explore tagged Tumblr posts
Text
İkiryo Nedir?
Yaşarken ruh, bedenden kaçabilir mi? Japon efsanelerinde bu soruya cevap verilmiştir.
İkiryo'yu Japon inancında, yaşayan bir kişinin görülen hayaleti olarak tanımlayabiliriz yani bedensiz bir ruhu temsil eder. Genellikle nefret, birisini öldürme arzusu gibi hisler intikam almak istenilen kişilere musallat olmak amacıyla ikiryo'ya neden olur, bu nedenle ikiryo'ya intikamcı ruh da denir. Ayrıca ikiryo'nun, aşk duygusu nedeniyle de ortaya çıktığıda görülür. Sevdiğine kendini gösterme, onun yanında olma arzusunun da musallat olmaya sebep olabileceği söylenir. Sevgi-aşk odaklı bu durum intikam odaklı olana göre genellikle ölmeden önce yaşanan bir durum olduğuna inanılır.
Ikiryo, vücudu terk ettiğinde bazen kişinin bilincini de beraberinde alabilir denilir. Bu durumda sahipleri, bilinçsiz ve ne yaptığını farkında olmadan kalır.
23 notes
·
View notes
Text
Kemalizm’in Cumhuriyetçilik Diye Bir İlkesi Var mı?
Bu yazı 2007 yılında “Kemalizm’in Cumhuriyetçilik Diye Bir İlkesi Var mı?” başlığında Peyama Azadi, tarafından Orhan Dilber İmzası ile yayınlanmıştır
Cumhuriyetçilik Atatürk ilkeleri diye de tarif edilen ve Cumhuriyet Halk Partisinin simgesi altı okta ifade bulan ilkelerden biri, hatta birincisidir. Daha sonra da, adının Türkiye Cumhuriyeti olması yeterli ve inandırıcı olmadığı için olsa gerek, T.C. Anayasasının temel ilkeleri arasına da diğer beş kardeşi ile birlikte bir daha yazılmıştır.
Adı Cumhuriyet Halk Partisi olan bir partinin ilkelerinin başında Cumhuriyetçilik ilkesinin gelmesi, adı Türkiye Cumhuriyeti olan devletin anayasasına bu altı okla birlikte Cumhuriyetçilik ilkesinin alınması gayet tabii görünebilir. Hatta Atatürk hakkında sonradan yaratılan efsaneleri sahi sanırsanız, küçük Mustafa’nın taa dayısının tarlasında kargaları kovaladığı zamandan beri, cumhuriyet kurmayı düşündüğüne inanıp, bu ilkenin Atatürk ilkelerinin en temel ilkesi olduğu kanaatine varabilirsiniz.
Halbuki eğer Mustafa Kemal’in adıyla anılan hareketi CHP ile özdeşleştirebiliyor isek ve Sivas kongresinin bu partinin kuruluş kongresi olduğu doğru ise, Altı Ok’tan Cumhuriyetçilik ile ilgili olanı bu hareketin temel özelliği olarak anılmayı en az hak edenlerden biridir.
Sivas Kongresi Adında Cumhuriyet Geçen Bir Partinin İlk Kongresi Olabilir mi?
Sivas Kongresi, resmen ve türlü gayrı resmi yorumlarda Cumhuriyet Halk Partisinin ilk kongresi olarak kabul edilir. Aynı zamanda da Cumhuriyetin temellerinin atıldığı dönüm noktası olarak anılır. Bu bakımdan CHP’nin Altı Ok’undan biri olan Cumhuriyetçilik ilkesinin ne kadar ilke olduğunun anlaşılması için de Sivas Kongresi iyi bir gözlem imkanı sunar.
Sivas Kongresi’ne katılan temsilciler şu yemini etmişlerdir:
“Yüce halifelik ve saltanat makamlarına, islamiyete, devlete, millete ve memlekete manen ve maddeten hizmetten başkabir gaye ve emelimiz olmadığından ötürü, kongre görüşmeleri devam ettiği sürece, kişisel ve siyasi ihtirastan ve particilik amaçlarından uzak bir azim ve iman ile çalışacağıma ve İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin ihyasına çalışmayacağıma namusum ve bütün kutsal saydığım şeyler adına yemin ederim.”
Bu sözlere bakıldığında bu yeminle yola çıkanların, baştan itibaren hilafet ve saltanatı kaldırıp bir cumhuriyet kurmak üzere hareket ettikleri herhalde en son akla gelmesi gereken şey olsa gerektir. Aksine hilafet ve saltanat makamları yüceltilmekte ve bu makamlara bağlılık yemini edilmektedir; bu yeminde olduğu gibi kongrenin tümüne de aynı yaklaşım damgasını vurur. Tabii siyasette marifetin yalan ve çarpıtma ile kandırmaca olduğuna inananlar az değildir. Böyle düşünenler, sonradan geri dönüp baktıklarında, bu aykırılığı asıl amaca ulaşmak için, bu amacı gizleyerek uygulanan ustaca bir taktik olarak yorumlayabilir. Nitekim Türkiye Cumhuriyetinin resmi tarihini yazanlar böyle yapmışlardır. Hakim ideoloji de bu resmi tarih üzerinde yükseldiği için, bu yorum öteden beri hakim ve yaygın olan inanışı ifade etmektedir.
Oysa gerçek bu değildir. Geçmişe resmi tarihin gözlüğünden bakılınca doğan bu yanılsama, olaylar gelişim seyri içinde ele alındığı zaman daha iyi görülür.
Sivas Kongresinin toplanmasına giden süreç 1919 haziranından itibaren, Amasya Tamimi ile başlamıştır ve Erzurum Kongresi de bu kongrenin bir nevi ön hazırlığı olarak görülmelidir. Erzurum Kongresinde kabul edilen karar metni de, Sivas Kongresinde edilen yemin ile aynı amaca işaret etmektedir zaten:
“Osmanlı Vatanı’nın bütünlüğü, ulusal bağımsızlığın sağlanması, saltanat ve hilafet makamlarının korunması için, Kuvayı Milliye’yi etkin ve ulusal iradeyi hakim kılmak esastır.”
Aydınlatıcı Bir Belge
Ayrıca Erzurum Kongresinden sonra ve Sivas Kongresi’nin toplanmasından hemen önce, Mustafa Kemal’in Sivas’tan padişaha 29 ağustos 1919’da gönderdiği mektup da aynı doğrultudadır. Bu mektubun «Kuvayı Milliye Başkumandanı
M. Kemal» imzasıyla gönderilmesi de rastgele bir şey değildir; Mustafa Kemal’i bağladığı gibi, Kuvayı Milliye hareketini temsil ettiğini de anlatır.
Fransız İstihbarat görevlisi Denizci teğmen Rollin’in Paris’e 20 eylül 1919 tarihli raporunda aktardığı söz konusu mektupta Mustafa Kemal, Rauf beyin ismini de kendisi ile birlikte anmaktadır. Rauf Beyin adının bilhassa vurgulanması boşuna değildir. Bu mektupta Kuvayı Milliye hareketinin başında yer alan diğer Şark Cephesi komutanlarının değil, Rauf Beyin adının geçmesi tesadüf değildir; hatta hareketin karakterini temsil bakımından önemli bir ayrıntıdır. Orbay soyadını alacak olan Hüseyin Rauf Bey, aynı zamanda Padişah adına Mondros Mütarekesini imzalayan zamanın Bahriye Nazırı ve ünlü bir komutandır. Saltanata ve bilhassa hilafete bağlılığı da bilinen bir kişidir. Nitekim Rauf Bey sonraları Lozan görüşmeleri sırasında Mondros’u hatırlatmasıyla ve özellikle de hilafetin kaldırılmasına muhalefetiyle bu kimliğine uygun davranacaktır.
Bu bakımdan Mustafa Kemal’in mektubunda onun adını zikretmesi aynı zamanda kendisi ve Rauf Bey’in adıyla anılan hareketin Mondros’ta imzalanan ateşkese ve Padişah’a bağlılığın bir işareti olarak görülmelidir. Öte yandan Mustafa Kemal’in kendisi de Mondros’ta belirlenen egemenlik alanı üzerindeki karışıklıkları önlemek devletin bu alandaki egemenliğini yeniden tesis etmek gibi özel bir görevle 9. Ordu müfettişi olarak özenle seçilip Samsun’a gönderilmiştir. Ama Mustafa Kemal’in sembolik olarak ve kısa bir süreliğine de olsa üstlendiği önceki görevi de herhangi bir görev değildir. Mustafa Kemal yine Mondros mütarekesinin şartları gereği Yıldırım Orduları Grubu denen özel ordu birliğinin komutasını Liman von Sanders’ten devralarak bir anlamda bu birliğin tasfiye memurluğu gibi bir görevin komutanı idi.
Adını Yıldırım lakabı ile bilinen Sultan Beyazıd’dan alan ve Alman genel Kurmayının komutası altındaki bu birliğin görevi Suriye, Filistin, Irak Cephesinde özel bir harekatı yürütmek idi. Ama Mondros mütarekesi ile birlikte bu ordunun hareket alanı esas olarak İngiltere ve Fransa’ya bırakılacaktı. Bir bakıma 9.uncu ordu müfettişi olmadan önce Mustafa Kemal «ordusuz ama bir paşa» idi ama aynı zamanda sembolik biçimde de olsa hiyerarşik bakımdan doğu cephesinin diğer komutanlarının üzerinde görülebilecek bir pozisyonda idi.
İşte Padişah’a yazılan bu mektupta adı zikredilenlerin bu kimlikleri hatırlandığı zaman, mektubun ne anlama geldiği değilse bile, ne anlama gelmediği açıkça anlaşılabilir.
Bu aynı zamanda bu mektubun peşinden toplanacak olan Sivas kongresinin ve bu kongreden doğacak siyasi hareketin mahiyetinin anlaşılmasında da önemli bir hatırlamadır.
Söz konusu mektup, önce gayrı Müslim Osmanlı tebasının vergi ödemekten kaçınmasından, padişaha ve devlete bağlılıklarının kalmadığından söz etmektedir. Sonra İzmir ve Aydın’ı işgal eden Yunanlıların yaptıklarına değinmektedir. Bunların ardından da iktidarsız kalmakla suçlanan Damat Ferit hükümetinden şikayet edilmektedir. İşgal kuvvetlerinin kuklası gibi hareket ettiği söylenen, özellikle de İzmir ve Aydın’da Yunanlıların yaptıklarından sorumlu tutulan Ferit Paşa «devlete ve dine ihanet içinde» olmakla suçlanarak, görevden alınıp Yüce Divan’da yargılanmas�� talep edilmektedir. Bu temalar Sivas kongresinde ve Birinci Meclisin açılışında da hemen hemen aynen tekrar edilecektir. Bu mektupta ayrıca Mustafa Kemal’in, bağlılığını tekrarladığı sultana daha üstün bir hizmet sunmaya daha müsait ve amade olduğunu anlatma gayreti göze çarpmaktadır. Kuşkusuz Ferit Paşa hakkındaki tespitler gerçekle bağdaşmaz şeyler değildir; lakin bu mektubun bir cumhuriyet ilanı için hazırlanmakta olan bir hareketin önderleri tarafından kaleme alındığını söylemek için bin şahit bulunsa bile yetmez.
Mektupta daha çok padişaha bağlılık vurgusu, Ferit Paşa hükümetinin eleştirisi ve özellikle yenilginin sorumlusu olarak görülen İttihat ve Terakki Partisinden kendilerini özenle ayırt etme gayreti göze çarpmaktadır.
Şu çarpıcı bölüm buna tanıklık eder:
“…. Bu iktidarsız hükümet açıkça imparatorluğun tüm güçlerine, yani milletin tamamına açıkça savaş ilan etmiş bulunmaktadır. Halbuki bu takdirde kendisinin de hiçbir varlık sebebi kalmayacağını görmemektedir! Zatı şahanenizin, bu gerçeği görmeyen daha doğrusu görmek istemeyen hükümeti, ömrünü biraz daha uzatma gayreti içindedir. Bu amaçla kimi kişisel sorunlar icat etmektedir. Anadolu’da bugün muazzam bir şafak gibi yükselen milli ve kutsal hareketin, bu hareketin başında olan bendeniz ile Rauf Beyin tertiplerinin bir sonucu olduğunu ve bu hareketin İttihat ve Terakki zihniyetinin bir tezahürü olduğunu önesürmektedir.
Sultanım! Bu manevra bu iktidarsız hükümetin ömrünü ancak kısa bir müddet için uzatabilecek olan bir iftiradır.
Zira 600 yıldır dersaadete bağlı uysal bir toplumu on gün içinde birleşmiş ve kararlı bir kütle haline getirmek iki üç kişinin marifeti olamaz. Böyle bir şey ancak mazlum bir milletin zekasının ürünü olabilir.
Bu milletin bağrındaki kaynaşmanın nedenlerini zatı şahanenize anlatmayı bir dini ve milli görevaddetmekteyim.”
Bu nedenler kaba hatlarıyla İttihat Terakki ve onu izleyen hükümetlerin kötü yönetimlerinin yarattığı hoşnutsuzluk ve tepkiler ile Osmanlı tebasına mensup olan gayrı Müslim unsurların bu hükümetlerin zaaflarından ve işgal koşullarından yararlanarak başlattıkları merkezkaç hareketlerin yarattığı endişeler olarak özetlenebilir. Ama sonuçta somut bir hedefe varmaktadır:
“Ama nihayet Ferit Paşa denen kabus sayesinde bu millet kendi güçlerinden başka bir kurtuluş umudu olmadığını idrak etmiştir. ….
…Sultanım!
Bundan böyle milleti saran bu kaynaşmanın önünü hiçbirgüçalamaz.Bugünimanvekararlılıklaharekethalinde olan bu milletin bir tek arzusu vardır ki o da, zatı şahanenizi bizzat başında görmektir. Bir milletin topyekün birleşmesinden doğan bu kuvvet zatı Şahanenizin emirlerini beklemektedir; ki zatı şahanenizin vatanın selametinden başka bir amacı olmadığına da kanidir. Bu kuvvet bilmektedir ki, İslam ümmetinin halifesi Müslümanların kıyıma uğramasına neden olan yöneticileri hükümetten kovup adalete teslim edecek ve böylelikle milli duyguların en büyük ve en sadık tercümanı olarak milletin bölünmesini önleyecektir. Anadolu’daki durumun tek çaresi burada yatmaktadır.” (Evin Çiçek Arşivi’nden)
Cumhuriyet Partisi mi Üçüncü Meşrutiyet Partisi mi?
Doğrusu bu mektuptaki yaklaşım Sivas Kongresine de yansımıştır; hatta bu daha kongreye katılanların ettiği yeminde görülmektedir. Ama söz konusu yemin metni bu malum içeriğinin ötesinde bir başka bakımdan dikkat çekicidir. Bu yemin metni kongrenin ilk üç günü boyunca tartışılmış ve ancak bu tartışmaların ardından son şeklini almıştır. Bu metinde dikkat çeken bir husus, kongrenin kendini özenle İttihat ve Terakki’den ayırmak istemesidir. Bir diğer ilginç husus ise, kongrenin «kişisel ve siyasi ihtirastan ve particilik amaçlarından uzak bir azim ve iman ile» çalışacağının belirtilmesidir. Esasen Erzurum kongresi kararlarında da benzer bir kayıt vardır:
“İşbu Cemiyet (Erzurum Kongresinde ayrı ayrı cemiyetlerin birleştirilmesiyle ortaya çıkan Doğu Anadolu Müdafayı Hukuk Cemiyeti) her türlü fırkacılık akımlarından tamamen uzaktır. Müslüman Vatandaşların tümü, Cemiyetin doğal üyeleri sayılır”.
Ama Sivas’ta edilen yemin metninde, anlamsız görünen tartışmalar sonucunda, particilik güdülmeyeceği hakkındaki sözlerin önüne eklenen «kongre görüşmeleri devam ettiği sürece» vurgusu bir farklılığa işaret eder. Bu sözcükler yemin metni hakkındaki tartışmalar sırasında Mustafa Kemal’in ısrarı üzerine eklenmiştir.
Bu ek vurgudan anlaşılmaktadır ki, «kongreboyunca» particilik yapılmayacağı, ama kongrenin peşinden particilik yapmanın önünde bir engel olmaması istenmektedir. Adeta particilik amacı için çalışma konusundaki kısıtlamanın sadece kongre müzakereleriyle sınırlı kalması istenmiş gibidir. Gidişata bakıldığında da bu yorum makul gözükmektedir. Özellikle İttihat Terakki’den kendini ayırma kaygısı da anlamlıdır. Nitekim bu kongre Halk Fırkası’nın kurulması yolundaki önemli temel taşlarından biri olmuştur. Bu bakımdan sonradan bu kongrenin Halk Fırkasının kuruluş kongresi olarak benimsenmesi yersiz değildir. Besbelli ki bu kongreden sadece İttihat ve Terakki’ye alternatif bir yeni parti çıkması değil, eski dönemin siyasi ekiplerinin hepsine alternatif yeni bir partinin çıkması planlanmıştır. Zira İttihat Terakki zaten savaşın sona ermesi ile birlikte fiilen dağılmış ve şefleri ülkeyi terk etmiş durumdadır. Kuvayı Milliyecilerin bilhassa hedef aldıkları sadrazam Ferit Paşa ise, İttihatçıların rakibi Hürriyet ve İtilaf Partisindendir.
Bu itibarla Kuvayı Milliye hareketinin kendilerini İkinci Meşrutiyet hareketini temsil eden bu iki partinin yerine yeni bir parti olarak kabul ettirme arayışında olduğunu düşünmek zorlama değildir. Ama hedeflenen partinin cumhuriyetçi bir parti olmayacağı besbellidir; hatta daha açık söylemek gerekir ki bu kongre «üçüncü bir meşrutiyetin» peşinde bir kongre görünümündedir.
Erzurum Sivas kongrelerinde olduğu gibi, bunların peşinden kurulacak olan Büyük Millet Meclisi’ne katılanların genel eğilimi de «vatanın (mülkün) sahibi» kabul edilen padişaha ve «milletin» dini lideri kabul edilen halifeye bağlılık temelinde bir «vatanseverlik»tir. Bu meclise damgasını vuran siyasi eğilim de cumhuriyetten ziyade meşruti bir monarşi arayışıdır. Sonradan resmi tarihin üreteceği safsatalar bir yana, bu konuda istifham yaratacak en ufak bir belirti dahi yoktur.
Bununla birlikte bu meşrutiyetçilikten Cumhuriyetçiliğe geçişin nasıl ve hangi etkenler sonucunda olduğunu anlayabilmek için evvela bu hareketin «milli» karakterinin ne anlama geldiğini hatırlamak gerekir. Bu sayede Kuvayı Milliye hareketi ile İttihat ve Terakki arasındaki asıl farklılıkları kavramak kolaylaşır. Özellikle de emperyalist devletlerin bu «milli» harekete ilişkin tutumları ve bilhassa ne zaman ve neden ipleri ellerinde olan bir Cumhuriyete razı olmaya karar verdikleri ancak bu ışık altında görünür hale gelir.
Kuvayı Milliye’nin Milliliği Neyi İfade Eder?
Sivas Kongresine ve onun ürünü olan harekete yansıyan duygu ve düşüncelerin işgal altındaki Osmanlı topraklarının elden gitmesine karşı milli bir tepkiyi yansıttığını söylemek yanlış olmaz. Bu itibarla bu hareketin kendini Kuvayı Milliye diye tanımlaması da gayet tabiidir. Üstelik kongredeki en hararetli tartışmalardan birinin Amerikan Mandası tartışması olması ve bu manda seçeneğinin red edilip Mondros mütarekesi sınırlarına sadık bir «tam bağımsızlık» fikrinin benimsenmesi de bunu doğrular. Bu anlamda kongrenin temsil ettiği hareketin bağımsızlıkçı ve millici bir hareket olduğunu tartışmaya gerek yoktur. Ama nasıl bir bağımsızlık ve nasıl bir millilik olduğu üzerinde düşünmeye gerek vardır.
Söz konusu hareketi oluşturanların başında emperyalistler arasındaki ilk büyük ve dünya çapındaki kapışmada Osmanlı İmparatorluğunun bekası ve bilhassa büyüyüp güçlenmesi gibi bir «milli dava uğruna» savaşmış ve (resmi tarih «biz yenilmedik yanlış müttefiklerimizin yenilgisinin ceremesini çektik» dese de) yenik düşmüş bir ordunun komutanları yer almaktadır. Yenik düşmüş ve yenilgiyi hazmedemeyen, hatta savaşın sonucunda galip devletlerin onlara reva gördüğü muameleyi haksız bularak tepki gösteren «vatanseverlerdir» bunlar.
O zamanın telakkisine göre de vatan Halife-Padişaha emanet olan Osmanlı mülküdür, vatanseverlik de devlete yani Padişaha bağlılıkla ölçülen bir özelliktir.
Bu idrak içinde, maruz kaldıkları muameleyi bir türlü kabul edememekte ve bu durumu, bir yolunu bulup da değiştirmek için fırsat kollamaktadırlar. Bunun için de sahip oldukları gücü, yani komuta ettikleri silahlı kuvvetleri (Mondros Mütarekesinin amir hükümleri çerçevesinde kalmaya dikkat ederek) ellerinden bırakmamakta direnen subaylar bu hareketi başlatanların başını çekmektedirler. Bu anlamıyla anlaşıldığında bu hareketin kendini Kuvayı Milliye diye adlandırmasında bir gariplik yoktur. Garip ve daha doğrusu yanlış olan, sonradan resmi tarihe çarpıtılarak yazıldığı ve bu tarihe yarım yamalak malumatlarla yaklaşıp, akıntısına kapılanların sandığı gibi, bu hareketin emperyalizme karşı bir ulusal kurtuluş hareketi gibi görülmesidir.
Bu ayrıntı gibi görünen husus anlaşılmadığı takdirde ne Osmanlı İmparatorluğundan Türkiye Cumhuriyetine geçişin mahiyeti kavranabilir, ne de bu cumhuriyeti kuran siyasi hareketin ilkeleri olarak kabul edilen ve kurulan cumhuriyetin temellerini tarif eden 6 okun ne anlama geldiği anlaşılabilir.
Bu bakımdan Kuvayı Milliye hareketi hem milli bir harekettir hem de doğup geliştiği tarihsel dönemeçte ortaya çıkan ulusal kurtuluş hareketlerinden farklı bir milliliği temsil eden bir harekettir. Bir nevi «devlet milliyetçiliği»dir, daha doğrusu, Leninist terimlerle ifade etmek gerekir ise, bir ezen ulus milliyetçiliğidir. Aynı terminolojiye göre, kendi vatanlarında siyasi/şekli olarak bile egemen olması engellenen ulusların kendi devletlerini kurmak için yöneldikleri hareketlere ise, ulusal kurtuluş hareketleri denir ve bunların milliyetçiliği ezen ulusların devlete dayalı milliyetçiliğinden ayırt edilir; edilmesi gerekir.
Cumhuriyetin Osmanlı devleti ile nasıl bir süreklilik içinde ortaya çıktığını anlamak için, «milli» kavramının Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde ve Osmanlı devletini kurtarma kaygısında olanlar bakımından neyi ifade ettiğini hatırlamak ve ezen/ezilen ulus ayrımını akılda tutmak gerekir.
Bir de Osmanlı’nın son dönemlerinde uluslaşma akımının başını çeken ve genellikle yüzeysel bir yaklaşımla birbirine karıştırılan iki akımı ayırt etmeye ihtiyaç var. Yani «genç Osmanlılar» denen akım ile «jön Türkler» denen ve genel olarak «İttihatçı hareket» başlığı altında birbirine karıştırılan akımları ayırt etmek lazım. Zira bu ayrım aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğunun emperyalist savaşta niçin ve hangi eğilimin ağır basmasıyla ittifak devletlerinin yanında yer aldığının anlaşılmasına da ışık tutar.
Osmanlıcılık Nasıl Bir Milliyetçiliği Temsil Ediyordu?
Millilik daha doğrusu milliyetçilik kavramı esas olarak XIX. yüzyılda yayılmaya başlamıştır ve ulusal kurtuluş hareketleri emperyalist sömürge imparatorluklarını tehdit etmeden önce (bu tehdit 1917 devriminden sonra önem kazanıp gelişecektir) bağrında farklı ulusları hapis tutan büyük imparatorlukları tehdit eden bir gelişmeyi ifade eder. Alman ve Avusturya/Macaristan imparatorlukları emperyalist savaşın sonunda bu temelde parçalanacaktır. Onların müttefiki olarak savaşa katılan Osmanlı İmparatorluğu da topraklarını kemiren milliyetçilik hareketleriyle parçalanmakta olduğu için ve parçalanmanın önüne geçmek üzere savaşa bu kampta katıldı. Kuvayı Milliye hareketi ise, Osmanlıdan arta kalan topraklar üzerinde bu eğilimin sürekliliğini temsil eder; karşıt ya da aykırı bir eğilim değildir.
XIX. yüzyılın başından itibaren milliyetçilik akımları, Osmanlı İmparatorluğunun bünyesindeki farklı ulusal toplulukları başkaldırmaya ve İmparatorluğu özellikle batı cephesinden kemirerek küçültmeye başlamıştı. Bu gelişmeler karşısında Osmanlı imparatorluğunun bekasını ve bütünlüğünü sağlama kaygısıyla baş gösteren akımlardan biri de «Genç/yeni Osmanlılar» diye anılan harekettir. Esas olarak Fransız kültürü ile beslenmiş ve fiilen de Fransa ve İngiltere tarafından desteklenen bu hareket, aynı zamanda Tanzimat hareketinde kendini gösteren akımdır. Temel özelliği bir Osmanlıcılık ideolojisini oluşturma kaygısıdır. Bu hareketin başını çekenler arasında öne çıkanlar kimi bürokratlar ve bilhassa Avrupa kültürüyle yetişmiş aydınlardır.
Bunlar imparatorluktan arta kalan topraklar üzerinde bilinen ulus-devletlere benzemeyen ve fakat devlete, yani Osmanlı hanedanına bağlılık temeli üzerinde bir Osmanlı milleti yaratmayı amaçlamaktaydılar. Bu da başka yerlerde de az çok benzer şekillerde kendini gösteren bir reflekstir. Örneğin Alman İmparatorluğunda ve bilhassa Avusturya Macaristan topraklarında….
Ezilen ulusların kültürel özerkliğe kavuşturulmasıyla imparatorlukların parçalanmasını önlemek isteyen, yahut ulusçuluğu geri ve kötü bir eğilim olarak kabul eden fikir akımlarının buralarda yayılması tesadüf değildir. Bu fikirlerin sosyal demokratların sol diye kabul edilen kanatları arasında kendini göstermesi ise, (bunların sonradan sosyal-emperyalist olarak anıldıklarını unutmazsak)hazindir, fakat şaşırtıcı değildir. Genç Osmanlıların arayışları da Osmanlı gerçekliği üzerinde paralel gelişmeleri ifade eder.
Genç Osmanlıların esas olarak «Devleti kurtarmak» noktasında odaklanan arayışları bir «Osmanlıcılık» ideolojisinde ifade bulmuştur. Bu «Osmanlı» kavramı Osmanlı tebasındaki çeşitli din ve milliyetlere mensup toplulukları eşit siyasî haklara sahip olarak ve ortak bir vatan kavramı etrafında ve elbette meşrutî bir monarşi idaresi altında yaşamaya razı etmeyi hedefliyordu. Millet de buna razı olanların hepsinden oluşacaktı.
Buna göre bütün Osmanlılar imparatorluğun eşit haklara sahip vatandaşları olarak kabul edilecek ve bu sayede devlete bağlanmaya razı edileceklerdi. Bu devlete bağlılık üzerine kurulu ve devlete hizmet etmekle terfi eden milliyetçilik anlayışıyla böyle davrananları milletten sayıp davranmayanları milletin dışında sayma davranışın Cumhuriyet tarafından da tevarüs edildiği ve hala kendini göstermekte olduğu da şaşırtıcı olmamalıdır. Zaten genel olarak da Milletler Cemiyeti veya Birleşmiş Milletler dendiğinde de kastedilen devletler değil midir?
Tanzimat ile ilk adımlarını atan «batılılaşma»nın ürünü ve devamı sayılması gereken bu akım aynı zamanda da İngiliz ve Fransız emperyalistleri tarafından desteklenen ve hatta dayatılan bir «modernizasyonu» temsil etmekte idi. Bu hareketin asıl sonucu da Birinci Meşrutiyette görüldü. 1876 Kanunu Esasisi bir bakıma bu hareketin manifestosu gibidir. Ama birinci Meşrutiyetin kısa ömrü nedeniyle belki son sözleri gibidir.
Bu ilk Osmanlı Anayasasının birinci bölümü, devletin bölünmez bütünlüğü, saltanat ve hilafet kurumları vb.nin tarifine ayrılmıştır. İkinci bölümü ise yurttaş haklarını tarif eder ve yurttaş tanımı da burada yapılmaktadır; birkaç çarpıcı maddeyi hatırlamakta yarar var:
“MADDE 8.- Osmanlı Devletinin tabiyetinde bulunan bireylerin hepsine hangi din ve mezhepten olur ise olsun istisnasız Osmanlı denir ve Osmanlı sıfatı kanunen belirlenmiş olan durumlara göre oluşur ve korunur.
MADDE 11.- Osmanlı Devletinin dini islâmdır. Bu esasa bağlı kalınarak asayişi ve genel adabı ihlâl etmemek şartı ile Osmanlı ülkesinde bilinen bütün dinlerin serbest biçimde icrası ve çeşitli cemaatlere verilmiş bulunan mezhep ayrıcalıklarının önceden olduğu gibi sürdürülmesi devletin koruması altındadır.
MADDE 16.- Bütün okullar Devletin gözetimi altındadır. Osmanlı tebasının eğitiminin birlik ve düzen doğrultusunda olması için zorunlu olan her türlü gerek yerine getirilecek ve çeşitli milletlerin inançlarının gereği olan eğitim usullerine halel getirilmeyecektir.
MADDE 17.- Din ve mezheplerinden bağımsız olarak Osmanlıların tamamı kanunlar karşısında ve haklarını kullanmak ve ödevlerini yerine getirmek bakımındaneşittir.
MADDE 18.- Osmanlı tebasından olanların Devlet hizmetinde istihdam edilebilmeleri için devletin resmi dili olan Türkçeyi bilmeleri şarttır.”
Bu maddelere bakıldığı zaman birinci Meşrutiyetçiler ile Kuvayı Milliyecilerin ve onların eliyle kurulan cumhuriyetin akrabalıklarını fark etmemek elde değildir. Ama İkinci meşrutiyetin arkasındaki İttihat Terakki hareketinin bu birinci Meşrutiyetçilerle aynı özlüde yakın olmadıklarının da altını çizmek gerekir.
İki meşrutiyetin kurulmasına öncülük eden akımları genel olarak jön Türkler diye anmak adettendir. Ama özellikle milliyetçiliğe yaklaşımları bakımından genç Osmanlılar ile İttihatçıları ayırt etmek gerekir.
Basitleştirmek için şöyle demek de yanlış değildir:
Birinci meşrutiyetin ve genç Osmanlılar hareketinin«milliyetçiliği» Namık Kemal’de ifadesini bulan anlayış iken, ikinci meşrutiyet ve İttihat Terakki’nin milliyetçiliği Ziya Gökalp’in Turancı-Türkçü çizgisinde ifade bulur.
Bu bakımdan Kuvayı Milliye hareketi ise ikinciden çok birinciye yakındır. Kendini İttihat ve Terakkiden ayrı tutmak istemesi de bundandır1.
Bununla birlikte sorunun bu ideolojik farklılıktan daha önemli bir yanı vardır. İki ayrı milliyetçilik vurgusu dünya çapında bir paylaşım kavgasına hazırlanmakta olan emperyalist kamplardan birine veya ötekine yakın durma eğilimi ile de örtüşür.
İttihat Terakkici Jön Türkler’in Farkı
Tanzimat ve birinci meşrutiyetin Osmanlı devletinin dağılmasına engel olma gayretinin bir ifadesi olduğu doğru olsa bile, bunun işe yaramadığı da açıktır. Kırım savaşından beri Rusya’ya karşı Osmanlı devletinin arkasında duran Fransa ve İngiltere’nin desteklerine rağmen, Rusya Osmanlı topraklarındaki gayrı Müslim toplulukları etkileyip kendi tarafına çekme gayretlerinden vaz geçmiş değildir. Ne Tanzimat ne de Meşrutiyet bu müdahalelerin önünü alamamıştır. Aksine, bu süreç sonuçta 1877’de «93 Harbi» diye bilinen savaşın patlamasına varacaktır.
Savaşta Osmanlı Ordusu hem doğuda hem de batıda hezimete uğradı. Doğu’da Elviyeyi Selase denen Kars, Ardahan ve Batum 40 yıl Rusya sınırlarında kalmak üzere Rusya’nın eline geçti. Batı’da Rus orduları İstanbul eteklerine kadar, yani Ayastefanos’a (Yeşilköy) kadar geldi.
Bu hezimetin iki önemli sonucu var: birincisi bu durum karşısında İngiltere ve Fransa’nın Rusya’ya karşı Osmanlıyı desteklemekten vazgeçip Osmanlı’yı Rusya ile beraber parçalama yoluna girmeye yöneleceklerdir.
Bu bir bakıma Antantın temellerinin de atılması demektir. Aynı zamanda da Osmanlıcılığın arkasındaki desteğin sona ermesi demektir bu. Nitekim bu savaşla birlikte genç Osmanlılar hareketinin ürünü olan anayasa rafa kalkacak, meclis kapatılacaktır. Aynı zamanda Kayzer Wilhelm’in 1889’da İstanbul’u ziyaret etmesiyle başlayıp Osmanlı ordusunun alman tüfekleri ile donatılması Berlin-Bağdad demiryolu anlaşmasının imzalanması ile gelişip meşhur Alman çeşmesi ile mühürlenen yakınlaşmanın yolu da bu süreçte açılacaktır. Bu aynı zamanda Osmanlıcılıktan Turancılığa doğru yönelimin önünün açılmasıdır.
Bu iki çizgi arasındaki ayrımı daha net görebilmek ve sürecin hangi saiklerle ilerlediğini kavramak için iki meşrutiyet arasındaki 40 yıllık «istibdat devri» de denen Abdülhamit dönemini hatırlamak gerekiyor.
İki Meşrutiyet Arasında Abdülhamit’in İslamcı Osmanlıcılığı
Osmanlıcılıktan Turancılığa geçiş bir çırpıda olmuş değildir. Gayrı Müslim Osmanlı tebasını «Osmanlı milleti» çatısı altında tutmanın mümkün olmadığının ortaya çıkması ile birlikte, Abdülhamit, savaştaki hezimetin sorumluluğunu Osmanlıcı meşrutiyetin üzerine atarak meclisi kapatır anayasayı rafa kaldırır. Birinci Meşrutiyet ile sonrasındaki dönemi istibdat ve meşrutiyet eksenine göre karşılaştırmak yaygın bir reflekstir. Oysa bu tutum özgürlük ve demokrasinin ölçülerini padişahlık çerçevesinde kavramaya sürükler. Dahası bu mantıkla ikinci meşrutiyetle birlikte gelen İttihat Terakki rejiminin istibdad döneminden daha «demokratik» bir rejim olduğu fikrinin önü açılır. Bu mantık, Cumhuriyet adı altında kurulan gerici diktatörlüğün hepsinden ileri bir demokratikleşmeyi temsil ettiği Resmi Tarih tezinin kapısına kadar götürür. Bu bakımdan sayısız yorumda bu yönüyle ele alınıp işlenen iki meşrutiyet arası dönemi Osmanlı milleti oluşturma bakımından nasıl bir süreklilik ve farklılık gösterdiği açısından hatırlamak daha anlamlı olacaktır.
Meclisin kapanması ve Anayasanın rafa kaldırılmasının ardından “Osmanlı milleti” yaratma girişimleri de rafa kalkmış değildir. Hatta bilakis bu uzun döneme bu arayış damgasını vurmaya devam eder. Şu farkla ki bizzat halifenin eliyle yaratılmaya çalışılan Osmanlı milleti kavramının yanında ve hatta onun yerine «İslâm milleti» ya da «İslâm ümmeti» söylemi öne çıkacaktır. Bu tutum açıktır ki Tanzimat ve Meşrutiyetin nafile çabalarından hareket ederek hiç değilse Osmanlı topraklarında yaşayan Müslümanları devlete bağlı tutma arayışını ifade etmektedir.
Hamidiye alaylarının kurulması ve Rusya’nın desteklediği Ortodoks-Gregoryen Ermenilere karşı Hamidiye alayları eliyle başlatılan ve Süryanilerle alevi Kürtleri de dışarıda bırakmayan katliamların başlaması da bu döneme denk düşer. «Dış güçlerin kışkırttığı gayrımüslimlere karşı vatanın ve hilafetin bütünlüğünün savunması söylemi» esas olarak bu dönemde şekillenmiştir.
İkinci Meşrutiyet döneminde Osmanlı İslam formülünün yanına Türkçülük eklenecektir. Padişahtan ve hilafetten ziyade devlete bağlılık öne çıkacaktır. Nitekim kendisi de kürt olan Ziya Gökalp’in ünlü Vatan şiiri İttihat ve Terakki’nin Türklük tasavvurunun nasıl bir anlam ifade ettiğini ortaya koyar:
“Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur, Köylü anlar mânasını namazdaki duanın… Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kuran okunur Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Huda’nın… Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın!”
Burada söylenenler CHP tarafından ancak 1930’larda tekrar gündeme getirilecektir. Ama Kuvayı Milliye hareketine damga vuran çizginin bu söylemle bağdaşmaz olduğu açıktır. Nitekim Birinci Meclisin oluşumu da bu aykırılığa açıkça tanıklık etmektedir.
Birinci Meclis Her şey Olabilir Laik bir Cumhuriyetin Temellerinin Atıldığı Yer Olamaz
Cumhuriyetin temellerinin atılması diye anlatılan Büyük Millet Meclisinin açılış seremonisini tarif eden bildiri şunları söyler:
“1. Allah’ın cömert ihsanı ile Nisan’ın yirmiüçüncü cuma günü, cuma namazından sonra Ankara’da Büyük Millet Meclisi açılacaktır..
2. Vatanın istiklâli, hilâfet ve saltanatın kurtarılması gibi en mühim ve hayatî görevleri ifâ edecek olan Büyük Millet Meclisi’nin açılış gününü Cuma’ya tesadüf ettirmekle o günün mübarek olmasından istifade için açılıştan önce bütün milletvekilleri ile Hacı Bayram Velî Câmi-i Şerîfi’nde Cuma namazı kılınarak Kur’an’ın nurlarından ve salâttan feyzalınacaktır. Namazdan sonra sakal-ı şerif ve sancak-ı şerif taşınarak daireye gidilecektir. İçeriye girilmeden önce bir dua okunacak ve kurbanlar kesilecektir. Tören sırasında camiden Meclis’e kadar Kolordu Kumandanlığı tarafından askerî birliklere özel tertibat aldırılacaktır.
3. O günün kudsiyetini sonsuza kadar ulaştırmak maksadıyla bugünden itibaren vilâyet merkezinde Vali Beyefendi Hazretleri’nin düzenlemesi ile hatim indirtilip Buhârî-i Şerîf okutulacak, hatmin geri kalan kısmı Cuma namazından sonra Meclis’in önünde tamamlanacaktır.”
Bu protokolün laik bir zihniyeti yansıtmadığı açıktır. Ama bir Türkiye Cumhuriyeti kurma davetiyesi olmadığı da o kadar açıktır.
Zaten Meclis tutanakları da baştan aşağı buna tanıktır:
“Anadolu’nun her köşesinden gelen vekillerinizin teşkil ettiği Büyük Millet Meclisi olanı biteni dinleyip anladıktan sonra millete hakikati söylemeye lüzum gördü. İngilizler tarafından satın alınan ve milleti birbirine düşürmek maksadını güden bazı hainler sizi aldatmak için türlü türlü yalanlar söylüyorlar. İzmir vilayetinin, Antalya’nın, Adana’nın, Anteb’in, Maraş ve Urfa havalisinin düşmanlar tarafından işgali üzerine silahına sarılan milletdaş ve dindaşlarımızı yine size mahvettirmek için Padişah ve Halifeye isyan sözünü ortaya atıyorlar. Millet Meclisi Halife ve Padişahımızı düşman tazyikinden kurtarmak, Anadolu’nun şunun, bunun elinde parça parça kalmasına mani olmak, payitahtımızı yine anavatana bağlamak için çalışıyor. Biz vekilleriniz Cenabı Hak ve Resulüekremi namına yemin ederiz ki, Padişaha veHalifeyeisyan sözü bir yalandan ibarettir ve bundan maksat vatanı müdafaa eden kuvvetleri aldatılan Müslümanların elleri ile mahvetmek ve memleketi sahipsiz ve müdafaasız bırakarak elde etmektir. Hind’in, Mısır’ın başına gelen halden mübarek vatanımızı kurtarmak için İngiliz casuslarının sizi aldatmak üzere uydurdukları yalana inanmayın, İzmir’ini, Adana’sını, Urfa ve Maraş’ını velhasıl vatanın düşman istilasına uğramış kısımlarını müdafaa edenleri din ve milletlerinin şerefleri için kan döken kardeşlerimizi arkadan size vurdurmak isteyen alçakları dinlemeyin ve onları Millet Meclisi’nin kararı üzerine cezalandıracak olanlara yardım edin. Ta ki, din son yurdunu kaybetmesin. Ta ki, milletimiz köle olmasın. Biz birlik oldukça düşman üzerimize gelmeyeceğini resmen ilan etti. O’nun candan özlediği aramızda nifak ve şikaktır. Allah’ın laneti düşmana yardım eden hainlerin üzerine olsun ve tevfiki Halife ve Padişahımızı, millet ve vatanı kurtarmak için çalışanların üzerinden eksik olmasın.”
Bu meclisin bir Cumhuriyetin temellerinin atıldığı yer olup olmadığını tartışmak bile abestir. Bu meclis hakkında söylenebilecek şey açılışından birkaç gün önce fiilen dağıtılan Osmanlı meclisi mebusanının adres değiştirerek yeniden toplanmış olduğudur. Eğer meclisin feshedilmesi İkinci Meşrutiyetin sona ermesi ise bu meclisin de Üçüncü Meşrutiyet meclisi olarak anılması gerçeğe çok daha yakındır. Sivas kongresinin çerçevesini çizdiği ve Osmanlı meclisinin son gizli oturumunda da oylanarak ilan edilen Misakı Milli’nin Birinci Meclisin de temeli olduğu düşünülür ise, Osmanlı meclisi ile büyük millet meclisi arasındaki süreklilik barizdir.
Bu misakı Milli ise güya emperyalizme ve padişah ve hükümetinin teslimiyetçi tutumuna karşı bir başkaldırı belgesi olduğu efsanelerin en büyüklerinden biridir. Oysa Misakı Milli bir bakıma Mondros Mütarekesinin şartlarını tekrarlayan ve buna riayet edilmesinin bekçiliğini yapmak üzere edilen bir yemindir. Bu yeminin de cumhuriyet ile bir alakası yoktur. 6 maddelik kısa bir metin olan bu Misakı Milli metninin Mondros Mütarekesi metninde yer almayan tek maddesi şudur:
“4. İslam Halifeliği’nin, Osmanlı Saltanatı’nın ve hükümetin merkezi İstanbul şehriyle, Marmara Denizi’nin (Boğazlarla birlikte) güvenliği korunmalıdır. Bu şartlara uyularak, Akdeniz-Çanakkale ve Karadeniz-İstanbul Boğazları’nın dünya ticaretiyle ulaşımına açık tutulması için bizim de ilgili devletlerle birlikte vereceğimiz karar geçerli sayılacaktır. ”
Bu bakımdan Kuvayı Milliye hareketinin hiçbir aşamasında «cumhuriyetçilik» ilkesinin izine rastlanmamaktadır. Hilafet ve Saltanatın lağvedilmesine varan süreç, sahici tarihsel seyri tarih akışı takip edilerek kavrandığında bir cumhuriyet yönünde gelişen bir hareketin akla gelmesi bile mümkün değildir. Böyle bir tarih ancak Cumhuriyet kurulduktan sonra retrospektif biçimde yazılabilirdi; öyle de olmuştur.
Zaten Cumhuriyetçilik ilkesi adı Halk Fırkası olan partinin 1927’deki ikinci kurultayında bu partinin ilkelerinden biri olarak kabul edilmiştir. Üstelik o zaman henüz altı ok kavramı bile yoktur. Bu kongrede “Cumhuriyetçilik”, “Halkçılık”, “Milliyetçilik”, “Laiklik” partinin dört temel ilkesi olarak benimsenmiştir.
“Devletçilik” ve “Devrimcilik” ilkeleri ise ancak 1931’de benimsenecektir. Altı okun tarif edilmesi de bu kurultayda olmuştur. İlginç olan ve altı çizilmesi gereken ise şudur: Cumhuriyetçilik ilkesinin benimsendiği bu kongre aynı zamanda Resmi Tarihin referans belgesi sayılabilecek olan Nutuk’un okunduğu kongredir.
Cumhuriyetin baştan beri «bir milli sır» gibi saklı tutulan asıl hedef olduğu hakkındaki efsane ancak bu kongreden geriye bakıldığında yazılabilirdi; ve ancak tarihe bu resmi tarihin gözlüğü ile bakıldığı takdirde Kuvayı Milliye hareketinin cumhuriyetçi ve laik bir devlet kurma hareketi olarak görülmesi mümkündür. Bununla birlikte, bu gerçeklere rağmen sahiden bir cumhuriyeti hedefleyenlerin mecburen bu harekete umut bağlamasının anlaşılmaz bir şey olmadığını düşünenler hala az değildir. Bu noktadan bakıldığında o zaman için de sahici cumhuriyetçilerin benzeri bir umut ile Kuvayı Milliye hareketinin cumhuriyete yönelmesi için sabırlı bir gayret gösterdiğine inanmaya ramak kalır.
Halbuki o yıllarda böyle bir umutsuzluk ile mucizelere bel bağlamaya gerek yoktu. Resmi Tarih ve ona boyun eğenler en çok bu gerçeğin üstünü örtmek istemektedir.
Kuvayı milliyecilerin aklında cumhuriyet fikri daha yokken aynı topraklar üzerinde gerçekten cumhuriyetçi olan hareketlerin var olduğu üzerinde durulması gereken bir başka gerçektir. En az bilinip hatırlatılandan başlarsak Kuvayı Milliye hareketinin mahiyetini anlamak daha kolay olur.
19 Mayıstan Önce Anadolu’da Bir Cumhuriyet Girişimi Vardı
Daha Kuvayı Milliye teşkil etmeden önce, 1917 devrimine katılan Rus birliklerinin bulunduğu Erzincan’da bir Ermeni-Kürt Şurası kurulmuştu. Bu şura o sıra Rusya’nın çeşitli bölgelerinde kurulanlar gibi bir Sovyet cumhuriyeti kurma yönünde bir girişimi temsil etmektedir. Büyük ölçüde o zaman devrime destek veren Taşnak partisinin etkisi altındaki Ermenilerin yanı sıra kimi Dersim aşiretlerinin de bizzat katıldıkları bu şura, bölgede yaşayan ermeni ve kürt olmayanların da ilgisine ve desteğine mazhar olmuştur.
Hacettepe Üniversitesinde okutulan Atatürk İlkeleri Ve İnkılap Tarihi Dersi’nin Dr. M. Derviş Kılınçkaya tarafından hazırlanmış olan notlarında da bu tabloya işaret ediliyor:
“ İngilizler, bölgedeki etnik çatışmaların durdurulmasını, Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Sivas bölgelerinde bir dizi şuralar kurulduğunu ve bunların hemen önlenmesini istemiş, aksi halde kendilerinin bölgeye müdahale edeceklerini bildirmişlerdi. Bunun üzerine hükümet Samsun yöresinde durumu yerinde inceleyip gereken önlemleri almak ihtiyacını duymuş ve bölgeye güvenilir birisinin gönderilmesi için harekete geçmiştir.
Damat Ferit Paşa kabinesi o bölgeye değerli fakat kendi isteklerine göre davranacak bir komutanın gönderilmesini düşünüyordu…. Padişah ve hükümet, dürüst, güvenilir ve iyi bir asker olduğu bilinen ve İttihatçılarla arası açık olan Mustafa Kemal Paşa’yı 30 Nisan l9l9’da 9. Ordu Müfettişliğine tayin etmeyi uygun buldu. Mustafa Kemal Paşa ‘ya görevi sırasında bütün askeri ve sivil makamlara emretme yetkisi de verildi.”
Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Sivas, Erzincan şurasının kurulduğu alanı ifade eder; şura da sovyetin o zamanki Türkçe karşılığından başka bir şey değildir. Sovyet cumhuriyeti ise «en demokratik burjuva cumhuriyetinden milyon kez demokratik bir cumhuriyet» (Lenin) olarak tarif edilir. Demek ki buradan bakıldığında, Resmi Tarihte 19 Mayıs’ta cumhuriyeti kurmak üzere Samsun’a çıktığı yazılan 9. Ordu Müfettişi’nin resmi görevinin İngilizlerin isteği üzerine bir başka cumhuriyet girişimini önlemek olduğu görülüyor.
O sırada Osmanlı Ordusunun Şark Cephesi komutanlarının davranışlarının da emperyalizme karşı bir kurtuluş hareketi başlatma kaygısından çok bu ve buna paralel gelişmelerin doğurduğu endişelerle ilgisi olduğunu tasavvur etmek zor değildir. Sanki kasten Erzincan şurasının yanıbaşında toplanan Erzurum ve Sivas Kongrelerinin Ermenilik ve Rumluk tehlikesinden bahsetmelerinin, kızıl ordunun koruması altındaki Ermenilerle alevi Kürtlerin birlikte oluşturduğu bu hükümete karşı Sünni Kürtleri yanlarına çekme gayretini ifade ettiğini düşünmek de zorlama değildir. Hatta Kuvayı milliyecilerin Saltanat ve Hilafeti kurtarma söyleminin Ekim devriminin Anadoluya yayılmasına karşı gerici bir tepkiyi ifade ettiği de bu olguya bakıldığında berraklaşmaktadır.
Bir adım daha ilerleyelim; Erzurum ve Sivas Kongrelerinde bahsedilen vatanın bölünmesi tehlikesi İngilizlerin kaygılandığı gelişmeden başka ne olabilir?
O zaman henüz Sevr anlaşması imzalanmış değildir. Hem Erzurum ve Sivas kongrelerinin hem de Birinci Meclisin Mondros mütarekesine karşı bir hareket olmadığı da bellidir. Zira bu hareketin amentüsü olan Misakı Milli ana hatlarıyla Mondrostaki karar ve sınırların korunmasını dile getirmektedir.
Kuvayı Milliye hareketinin başlangıcında dile getirilen bölünme tehlikesi besbelli Ermeni ve Kürtler arasında yayılan ve Erzincan Şurası ile somut bir olgu haline gelen özgürlük arayışını kastetmektedir. Zaten Erzurum ve Sivas kongrelerinde açık seçik tartışıldığı gibi, galip devletlere karşı bir mücadeleden söz etmemeye özen gösterilmektedir.
Kuvayı Milliye’nin bu karakteri Rus birliklerinin 1919 baharında Brest Litovsk anlaşmasına uygun olarak bölgeyi terk etmesinden sonra daha da açıklık kazanmıştır. Sivas kongresinin ardından da bölgede Ermenilere ve Kürtlere karşı saldırılar başlamıştır. Kuvayı Milliyenin başlıca askeri harekatları zaten tümüyle bu alandadır. Batı cephesinde Yunanlılarla yapılan çarpışmaların dışında, özellikle doğu cephesinde Kuvayı Milliyecilerin herhangi bir yabancı kuvvete karşı savaştığı vaki değildir.
Bunun anlamı gayet açıktır: güya anti emperyalist bir hareket olarak tasvir edilen Kuvayı Milliye hareketi esasen bir iç savaş hareketidir; nitekim Yunan ordularına yönelmeden önce Çerkes Ethem’in ordularına saldırması da bunu bir başka yönden doğrulamaktadır.
Erzincan Şurası Koçgiri’deki direnmenin kırılmasının ardında Batı Dersim’deki Yeşilyazı’da 1921 yılında kendini feshetmiştir. Bu aynı zamanda Ankaradaki meclisin hilafet ve saltanata bağlılık söylemini yavaş yavaş terk edeceği ve bu nedenle hem Kuvayı Milliye’nin ilk kadroları arasında ayrılıkların baş göstereceği dönemecin yaklaştığını anlatır; hem de bu harekete destek veren Sünni Kürt aşiretlerine karşı saldırı hazırlıkları bu noktadan sonra başlayacaktır (Diyab Ağa ve Cemile Çeto gibi alevi-Kürt hainlerinden başlamak kaydıyla!) Kemalistlerin Erzincan şurasından başlayıp Koçgiriden geçerek bu hareketin izini sürmesi ise 1938’de Dersim’deki direnişin kırılmasına kadar kesintisiz sürmüştür.
Resmi Tarih ve onun dümen suyunda giden sözümona gayrı resmi tarihçilerin bir çoğu yıllardır Hilafet ve Saltanatı kurtarmak için yola çıkan Kuvayı Milliye hareketinin aslında bir cumhuriyet hatta demokratik ve laik bir cumhuriyet kurmak üzere oluşturulmuş bir devrimci hareket olduğu hakkında türlü cambazlıklar yaparak ciltler dolusu kitaplar yazmışlardır. Ama aynı döneme rastlayan Erzincan Şurası’nın cumhuriyet girişimi hakkında bölük pörçük anılar ve kimi makalelerin dışında bir kaynağa rastlamak olanaksızdır.
Oysa Kuvayı Milliyecilerin cumhuriyetçi olduğuna dair efsanelerin perdesini aralayabilmek için bu olguyu göz önünde bulundurmak şarttır.
TKP Önderleri Hilafeti ve Saltanatı Kurtarmak İçin mi Anadolu’ya Gelmişti; Cumhuriyete karşı Oldukları İçin mi Katledildiler?
Kuvayı Milliyenin bu karakterini görebilmek için bir başka olguya daha işaret etmekte yarar var. Halk fırkasının Sivas kongresinde kurulduğu hakkındaki resmi tarih maddesini bir an için göz ardı edersek, bırakalım Cumhuriyet Halk Fırkasını, daha ortada Halk Fırkası diye bir parti bile yokken, 1920 Eylülünde Bakü’de Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası adıyla TKP kurulmuş ve programına şu sözleri yazmıştı:
“1. Totaliter rejimlerde işçi halk zorba hükümdar ve memurların zulmü altında ezildiği gibi, demokratik denilen meşruti hükümetlerde de idare parlamentarizm ve halkçılık adı altında imtiyazlı tabakalar, yine vali ve hanların temsil ettikleri zenginler elinde tekel halinegiriyor.….
İşçi ve köylü şuralar cumhuriyeti ise, emek sarf etmeksizin yaşayan asalak sınıflar hariç olmak üzere halkın çokluğunu etrafında toplayarak işçilerin işleticiler tarafından soyulmasına son verecek her türlü çareleri temin eder.…
Parti, halkçılığın en yüksek bir şekli olan işçi ve köylü şuralar cumhuriyetinin tesisi yolundayorulmaksızın çalışmak ve bunun için öncelikle propaganda ve yayınları ile ezilen sınıfların egemen olmasını temsil eden bu hükümet şeklini kendilerine sevdirmeyi görev bilir.”
Bu sade satırlar hilafet ve saltanata övgü düzmeye gerek olmadan laik ve demokratik bir cumhuriyetin hangi yoldan ve nasıl bir biçim altında kurulabileceğini tasvir etmektedir.
Oysa hem T.C.’nin Resmi tarihi, hem de Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesinin ardından hararetle Kemalistlerin kuyrukçuluğunu yapmaya koyulan Şefik Hüsnü’nün önderliğindeki TKP’nin resmi tarihi, tam aksi yöndeki bir söylemde ağız birliği etmektedir. Meğer Mustafa Suphi ve arkadaşları bu programı hayata geçirmek ve bir işçi köylü şuraları cumhuriyetinin kuruluşuna önderlik etmek için değil, Kuvayı Milliye’yi desteklemek üzere Anadolu’ya geçmeye karar vermiştir.
Bu efsaneye göre Kuvayı Milliye hareketi emperyalizme karşı savaşmakta idi; hilafeti ve saltanatı yıkıp laik bir Cumhuriyet kurmaya hazırlanmaktaydı. Bu durumda TKP’nin bu hareketi desteklemek istemesinin gayet tabii olduğu gösterilmeye çalışılmaktadır. Oysa bu takdirde dahi izah edilmesi mümkün olmayan bariz çelişkiler ve üstü örtülemeyen olgular vardır.
«İşci ve Köylü Şuraları Cumhuriyeti» kurmayı dolaysız siyasi hedefi olarak ilan eden ve o sırada Rusya’da kurulmakta olan Sovyet cumhuriyetleri birliği gibi «özgür ulusların özgürce birleşmesine dayalı federasyon usulünü» savunan TKP’nin önderleri, niçin Rus devrimine paralel olarak gelişmiş bulunan Erzincan Şurasını değil de, bu şurayı yok etmeye yönelip, Ermenileri ve Kürtleri kırmakla meşgul olan Kuvayı Milliye’yi desteklemek için Anadolu’ya gelir?
Diyelim ki bu maksatla gelmiş olsunlar; o sıra güya hem «7 düvele» karşı savaş açmış bulunan, hem de kurtarmak için yemin ettikleri Padişah ve onun hükümeti ile uğraşan Kuvayı Milliyeciler kendilerini desteklemeye geldiği söylenen TKP’nin önderlerini hangi nedenle alelacele katletme mecburiyeti görmüştürler? Bu soruların cevabını vermek bir yana, sormak bile pek adetten değildir. Bunun yerine ilkokuldan itibaren şırıngalanan resmi tarihin kurgusunu tekrarlama tutumu egemendir.
Oysa resmi tarih çizgisinde yazılan efsanelere göre bile, Mustafa Kemal aslında bir cumhuriyet kurma hedefini 1922 yılının sonuna doğru, hilafet ve Saltanat birbirinden ayrılıp, birer birer lağvedilir iken bu niyetini açıklamıştı. O tarihe kadar da bu amacını «milli bir sır gibi» saklayarak, Hilafet ve saltanatı kurtarma yeminine bağlı kalmaya özen göstermişti.
O halde TKP’nin önderleri hilafeti ve saltanatı kurtarması için mi Kuvayı Milliyeyi desteklemeye geliyordu? Yoksa Kuvayı Milliyecilerin aslında bir cumhuriyet kurmayı tasarladıklarını herkesten önce bildikleri için ve cumhuriyetin saltanattan ileri bir adım olduğuna inandıkları için mi Kuvayı Milliye’yi desteklemeye geliyordu?
Görülebileceği gibi bu soruları sorup yanıtlarını bulmak ile uğraşmak akla ziyandır. Kuvayı Milliye hareketinin baştan itibaren ve planlı biçimde saltanat ve hilafeti ortadan kaldırıp bir cumhuriyet kurmak üzere kurulmuş bir siyasi hareket olduğunu benimseyip, bütün gelişmeleri bu saptamaya uydurarak yorumlamak daha zahmetsizdir.
Zaten farklı düşünceleri yasaklayan ve başka türlü düşünmeyi imkansız sayan bütün totaliter ideolojiler düşünmeyi yasaklamakla kalmayıp insanları düşünme zahmetinden kurtaracak hazır kalıplar üzerine oturur. Bütün resmi ideolojiler kolaylıkla akılda tutulabilecek pürüzsüz ve sade formüller üzerine kurulur. Ve bu niteliklerini koruyabilmeleri için de «kafa karıştırıcı» (resmi ideolojilere göre düşünmek bu kodla tanımlanır) bütün girişimleri şiddetle önleme gereği vardır. T.C. nin resmi ve hakim ideolojisinin de böyle kurgulanmış olmasında ve güya istibdada karşı kurulmuş bu cumhuriyetin tarihi boyunca en tehlikeli düşmanların düşünce suçu denen suçu işleyenler olmasında da şaşılacak bir şey olmasa gerektir.
Mamafih, Saltanat ve Hilafetin yıkılıp yerine bir Cumhuriyet kurulması hedefinin neden ve tam olarak ne zaman, Kuvayı Milliye’nin gündemine geldiği konusunu kavramak için son olarak emperyalistlerin ne zaman böyle bir değişime ihtiyaç duyduğu üzerinde de biraz kafa yormak gerekiyor.
Emperyalistlerin Sevr’den Vaz Geçip Lozan’a Razı Olmalarının Asıl Nedeni Rus Devriminin Gelişmesidir
Emperyalist savaşın galibi Antant devletlerinin ne zamana kadar kendi denetimleri altında bir halife ve padişah olmasını bir avantaj olarak gördükleri ve ne zaman bir halifenin olmamasını tercih ettiğini görebilmek için Rus devriminin evrimini göz önünde bulundurmak gerekir. Zira bu etken saltanatın ve hilafetin kaldırılmasını Kuvayı Milliyecilerin cumhuriyet ilkesine bağlılından daha fazla belirlemiştir.
1916’da İngiltere ve Fransa arasında bağlanan ve Rusya’nın da onayladığı gizli plana göre, Sykes Picot anlaşmasına uygun bir harita çizildiği takdirde, Sevr’de çizilen haritaya uygun bir tablo çıkmaktadır. Tek fark bu anlaşmaya göre Rusya’nın payına düşmesi gereken ve ateşkes imzalandığı zaman büyük ölçüde Rus birliklerinin kontrolu altında olan topraklar üzerinde bir değişiklik vardır. Sovyet hükümeti Osmanlı topraklarında bir hak iddia etmediğini açıklamış ve Brest-Litovsk anlaşmasıyla Çarlık ordularının işgal ettiği topraklardan çekilmişti. Bu durumda galip devletler, savaşa son anda ortak olan ABD’ye Çarın hissesinin verilmesinde mutabakata vardılar. Bu şartlarda ABD’nin himayesinde bir Ermenistan ve Kürdistan tarif edildi ve Mondros haritası değişti.
Ama 1922’ye gelindiğinde tablo değişmişti. Kızıl ordunun zaferi kesinleşmiş, beyaz ordular tamamen dağılmış, Kronstadt ayaklanması emperyalistlerin istismarına fırsat vermeden bastırılmıştı. Bolşeviklere karşı uzun müddet direneceği sanılan Orta Asya ve Kafkasların Müslüman nüfusa sahip ulusları birer birer Sovyet Cumhuriyetlerine katılmaya karar vermekteydiler. Kafkasya ve özellikle Doğu Ermenistan da öyle. Bu şartlarda Wilson prensipleri denen çizgide güya ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının savunusunu dış politikasının önemli bir unsuru haline getirmiş olan Amerikan mandası altında bir batı Ermenistan’ın Erivanla birleşmek istemesi olasılığı kuvvetlenmekte idi.
Öte yandan Kürtlerin Koçgiri’deki direnişi kırılmış olsa bile, Dersime çekilenler hala teslim olmamış ve yenik düşmemiştiler. Doğu’da Simko hareketi, Güney’deki şeyh Mahmut Berzenci hareketi tamamen tasfiye edilebilmiş değildi. Bu şartlarda kuzeyde ABD mandası altında bir özerk Kürt devletinin varlığı bütün bölgenin dengesini bozmaya aday bir dinamik oluşturuyordu. Emperyalistler açısından Sevr haritasında ısrar etmek demek, Rus devriminin bu harita boyunca ilerlemesine yol vermek anlamına gelecekti. 1922 dönemecine gelindiğinde Kuvayı Milliye’nin ne yapıp yapmadığından bağımsız olarak Antant devletlerinin Sevr’de çizilen tabloyu yeniden ele almalarına ihtiyaç vardı.
Öte yandan Rusya’daki iç savaş sürdüğü müddetçe emperyalistlerin tutsağı durumundaki bir halife emperyalistler açısından önemli bir silah oluşturabilecek iken, bu savaşın sona ermiş olmasıyla hilafetin anlamı da değişik bir önem kazanmaktaydı. Savaşın galipleri olan İngiltere Fransa ve İtalya’nın her birine paylaştıkları Osmanlı pastasından düşen toprakların hepsi Müslüman nüfusa sahip topraklardı. Bu durumda bu devletlerin egemenliği altında tutacakları toplumların dinen kendilerini bağlı saydıkları bir merci olmasından çok, olmamasında yarar vardı.
Sırf bu nedenle bile hilafet makamının ortadan kalkması herkesten önce Antant devletlerinin (ABD hariç) işine geliyordu. En azından saltanat ve hilafetin kaldırılmasına en son itiraz edecek olanların başında emperyalist devletler geliyordu. Bu nedenle hilafeti ve saltanatı korumaya yemin etmiş olan Kuvayı Milliyeciler direnseler dahi, emperyalistlerin bir yolunu bulup halifelik makamını ortadan kaldırmaya en azından işlevsiz hale getirmeye ihtiyaçları vardı. Demek ki, Osmanlının mirası olarak Misakı Milli sınırları içinde sayılan kimi topraklardan vazgeçerken Osmanlının borçları borcumuzdur demeyi kabul eden bir Cumhuriyetin kurulmasına en son itiraz edecek olanlar her halde emperyalist devletler olacaktı.
İşte 1922 yılı sona ererken, hilafet ve saltanatın lağvedilip, yerine bir cumhuriyet kurulmasının emperyalistlerin istek ve çıkarlarına aykırı olmadığı açıktı; olmamıştır da zaten. Bu Cumhuriyetin kuruluşunun anti-emperyalist, yani emperyalistlerin iradesine karşı bir gelişmeyi ifade ettiğinin herhangi bir dayanağı yoktur. Aksine Hilafet ve saltanata bağlılık yeminleri eden bir hareketin bu yemini bozmaları için gayret göstermeleri daha makuldu.
İşte Saltanatın ve Hilafetin lağvedilmesi kabaca böyle özetlenebilecek dünya koşullarında gündeme gelmiştir. Padişahlığın sona ermesi ile birlikte kurulan cumhuriyet de bu tuhaf dünya koşullarını fazlasıyla yansıtır.
Saltanat ve Hilafet kalkmıştır ama yerine geçen rejim, Marx’ın başka örnekler için tasvir ettiği gibi, fethederek devraldığı devlet aygıtını parçalamak yerine, onu yetkinleştiren bir karakteri fazlasıyla yansıtıyordu. Bir padişah yoktu, ama temel ilkeleri ile devletin ilkelerini özdeşleştirmiş tek partinin ölünceye kadar başkanı olacağı ilan edilmiş bir cumhurbaşkanı tarifi vardı. Bu cumhurbaşkanı ölünce, yerine otomatik olarak yeni parti başkanı geçecekti; onun da ölene kadar başkan olması peşinen güvence altına alınmıştı. Sadrazamlık yoktu ama başbakan daima değişmez genel başkan yani cumhurbaşkanı tarafından tayin yoluyla belirleniyordu. Ayan meclisi yoktu ama hepsi tek partinin üyesi olan vekillerden oluşan bir meclis vardı…. Vs.
Atatürk «Türk milletinin karakter ve adetlerine en uygun olan idare, cumhuriyet idaresidir.» sözlerini ilk defa 1924 yılında, yani bu cumhuriyet kurulduktan bir yıl sonra söylemiştir. Bununla birlikte, Resmi Tarih efsanelerine göre, oldum olası cumhuriyet ilkesini savunmaktadır.
Hakikaten çocuk yaşlarından itibaren cumhuriyet ülküsüne bağlı mı idi? Cumhuriyetçilik ilkesi Halk Fırkası daha Cumhuriyet Halk Partisi ismini almamışken bile bu partinin temel bir ilkesi mi idi? Bu soruların kanıtlı belgeli bir yanıtını bulmak zordur.
Zaten o nedenle sonradan yazılan bir tarihin böyle bir iddiayı vurgulaması da abestir.
Ama bu tutum bir başka şeyi hatırlatmaktadır:
Napoleon Bonapart imparatorluk tacını yitirdiği zamanlarda «keşke kendi kendimin torunu olsaydım» demişti.
«Cumhuriyetçilik ilkesi ne zamandan beri Kemalizm’in bir temel ilkesi idi» tartışması bir yana, 1923 yılında ilan edilen Cumhuriyetin işte bu sözlerin sahibinin adıyla anılan türden bir cumhuriyet olduğu tartışmasızdır. Bu cumhuriyet bir cumhuriyet kurmak üzere yola çıkmış bir hareketin ürünü değil, bir hükümet darbesi için yola çıkmış sonuçta emperyalistlerin rızası ile bonapartist bir cumhuriyete varmıştır.
1 Gerçi Kemalist hareket Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren Türkçülük çizgisine yönelecektir Kuvayı Milliye hareketinin söylemi ve bileşimi göz önüne getirildiği takdirde, bu hareketin Türkçü ve cumhuriyetçi olamayacağını anlamak zor değildir. Zaten Kemalizmin önce hilafet ve saltanata karşı sonra da Türkçülük istikametinde evrilmesi ile Kuvayı Milliye kadrolarının nasıl ayrıştığı ve karşı karşıya geldiği de bunu göstermektedir. (Cumhuriyetin kurulmasından itibaren Kemalist hareketin böyle bir evrim geçirdiği bir olgu olsa da, konumuz itibariyle cumhuriyet öncesi Kuvayı Milliye üzerinde durmak gerekiyor).
3 notes
·
View notes
Text
Yıllardır kapalı kalan ve etrafı yoğun ormanla çevrili eski bir oteli satın alan Julian, oteli lüks bir konaklama yeri olarak yeniden açma hayalini kuruyordu. Ancak oraya taşındıktan kısa bir süre sonra, otele dair esrarengiz efsaneleri duymaya başladı. Özellikle odaların duvarlarına yerleştirilen eski aynalarda görülen şehvet dolu gözlerin efsanesi, halk arasında oldukça ünlüydü.
Bir gece, Julian otelin en eski odasında kalma kararı aldı. Yatağa yattığında, odayı aydınlatan tek ışık kaynağı olan eski bir gaz lambasının titrek aleviyle, karşısındaki aynada bir figür belirdi. Bir kadındı bu; uzun siyah saçları, dantel bir gece elbisesi ve gözlerinde baştan çıkarıcı bir ifadeyle ona bakıyordu.
Her gece, Julian o odaya gittiğinde aynadaki kadın daha da gerçeğe benzer hale gelmeye başladı. Aynada görünen odayı tanımıyordu; kadife koltuklar, tütsü kokusu ve arzunun sesiyle dolu bir müzik eşliğinde, kadın ona doğru yavaşça yaklaşıyordu.
Bir gece, Julian'ın kontrolü tamamen elinden gitti ve aynaya doğru adım attı. Gözlerini açtığında, kendini o tanımadığı odada buldu. Gerçeklikle hayalin arasındaki çizgi artık belirsizdi. Arzuları ve korkuları bir arada yaşamaya başladı. Ancak geri dönüşü olmayan bir yolculuktaydı.
Ertesi gün, otel çalışanları Julian'ı aramaya başladı. Odaya girdiklerinde, aynanın önünde yere serilmiş, solmuş bir gece elbisesi buldular. Ancak Julian orada değildi. Aynada, bir erkek figürü, uzaklaşan bir kadının peşinden gidiyordu.
4 notes
·
View notes
Text
Masal Masal Anadolu
Masal Masal Anadolu: Anadolu’nun Efsaneleri ve Hikayeleri Anadolu, tarihi boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yapmış, zengin kültürel miraslarıyla dolu bir coğrafyadır. Bu topraklarda şekillenen masallar, efsaneler ve halk hikayeleri, Türk kültürünün en önemli bileşenlerinden biridir. “Masal Masal Anadolu” başlığı altında, bu eşsiz hikayeleri ve onların Anadolu halkının yaşamındaki yerini…
0 notes
Text
Efsanevi Varlık Dokuz Kuyruklu Tilki
Kore, Çin ve Japon kültürlerinde önemli bir yere sahip olan dokuz kuyruklu tilki efsaneleri yüzyıllardır varlığını sürdürmektedir. Bu efsaneler, günümüzde de hâlâ etkili bir yere sahiptir. İnsanların oldukça ilgisini çekmektedir. Öyle ki, dokuz kuyruklu tilki karakteri özellikle son zamanlarda sinema-televizyon sektöründe sıklıkla karşımıza çıkmaktadır.
Yüzyıllardır tilki figürü farklı kültürlerde, farklı hikayelerle var olmuştur. Dokuz kuyruklu tilki de farklı versiyonlara, isimlere ve hikayelere sahiptir. Fakat genel olarak incelediğimizde benzer kalıplar içinde yer aldığını görebiliriz. Genellikle kötü, kurnaz, düzenbaz gibi olumsuz özelliklere sahiptirler. İnsanlar için tehlike arz ederler. Bulundukları ortamlarda kaos hakimdir. Şekil değiştirebilmeleri ve bir insanın şekline girebilmeleri ise en önemli özellikleridir. Efsanelerde çoğunlukla kadın karakterde görülürler. Kuyruk sayıları dokuza kadar artabilir. Güçleri ve bilgelikleri kuyruk sayıları ile doğru orantılıdır.
Asya Kültürlerinde Dokuz Kuyruklu Tilki
Dokuz kuyruklu tilki Kore, Çin ve Japon mitolojilerinde farklı isimlerle ve özelliklerle anılmaktadır. Kore mitolojisinde Kumiho veya Gumiho ismiyle bilinmektedir. Bu mitolojide büyüleyici güzellikte bir kadın olarak insanların karşısına çıkmaktadır. Kumiho bir resmin içinde hapistir. Ancak resimdeki tilkiye dokuz tane kuyruk çizildiğinde lanet bozulacaktır. Böylelikle dokuz kuyruklu tilki (Kumiho) tablodan kurtulabilecektir. Yine başka bir efsaneye göre Kumiho eğer insan olmak istiyorsa yüz insan kalbi yemelidir. Bazı efsanelerde bu organın kalp yerine karaciğer olduğu da görülmektedir. Fakat tilki ruhu tamamen insana dönüşse bile bin günde bir insan yeme ihtiyacı duyar. Ve o gün yaptıklarını sonradan hatırlayamaz. Ayrıca Kumiho, içinde tilki boncuğu barındırır. Tilki boncuğunu insanlardan bilgelik çalmak amacıyla kullanır. Bu boncuğu insanlara öpücük vererek aktarabilmektedir.
Japon kültüründe ise en yaygın olarak Kyuubi No Kutsine ismi ile görülür. Kutsine’lerin zıt karakteri olan Nogitsune ismiyle de anılan türleri vardır. Yüksek zekâları ve güçleri olan Kutsineler Şinto Tanrı’sı İnari’nin kutsal hayvanlarıdır. Beyaz renkli Kutsineler en çok kutsal olanlarıdır. Genellikle insanlarla iyi ilişkiler kurarlar. Fakat en ufak bir olumsuzluk bu ilişkiyi anında bozabilir. Nogitsuneler ise İnari’yi reddeden varlıklardır. Kaos ve telaş oluşturmak en büyük amaçlarıdır. Yalancı ve hilekâr bir yapıya sahiptirler. Hırsızlığı ve geceyi severler. Kitsune’lerin tersine siyah renktedirler. Dokuz tane kuyruğa sahip olduklarında ise insan kılığına girebilmektedirler.
Tilkiler Çin mitolojisinde de oldukça yaygındır. Birçok farklı türde ortaya çıkarlar. Çin mitolojisindeki bu tilki ruhlarının genel adı Huli Jing’dir. Bu ruhların arasındaki en ünlü dokuz kuyruklu tilki Jiu Wei Hu’dur. Sesi bir bebeğin ağlaması gibidir. Halk arasında bir insanın onun etini yerse zehirli hastalıkları atlatabileceğine inanılmaktadır. Huli Jing’ler kibar ve zararsız gibi görünürler. Fakat gerçek niyetlerini tam olarak anlamak mümkün değildir. Kötülük ve kurnazlık her zaman gerçek kişilikleridir. Yapmayı en çok sevdikleri şey erkekleri baştan çıkarmaktır. Böylelikle erkeklerin enerjisini alır ve kendi güzelliklerini arttırırlar. Güçlü kişileri ele geçirir ve entrikalara neden olurlar.
Tilki mi Değil mi?
Oldukça kurnaz olan bu tilkiler insanları kandırarak onların bedenini ele geçirirler. İnsan bedenini ele geçiren bir tilkiyi fark etmek genellikle çok zor olmaktadır. Çünkü kişinin en yakınındaki insana dönüşürler. Bu sayede kişi hiçbir şüphe duymadan tilkiye yaklaşabilmektedir. İnsanlar bu durumdan korunmak için farklı kültürlerde farklı yöntemler geliştirmişlerdir. Örneğin; Japon kültüründe bu tilkilerin köpeklerden korktuğu görülür. Bu nedenle bu inanışa sahip insanlar evlerinin kapısında köpek beslemişlerdir. Bunu tilkilerden korunmanın en etkili yolu olarak düşünmüşlerdir. Ayrıca tilkinin davranışlarında, yemek yemesi ve konuşmasındaki değişimler ilk dikkat edilen belirtilerdir. Bazen de insana dönüştüklerinde kuyruklarını saklamakta zorlanırlar. İyi saklanmayan bir kuyruk tanınmalarına neden olur. Buna dikkat eden kişi karşısındakinin gerçek insan olup olmadığını anlayabilmektedir. Dokuz kuyruklu tilkiler kültürlerde genel olarak kötü bir karaktere sahip olarak gözükmektedirler. İnsan bedenini ele geçiren, insanların organlarını yiyen, kaos ve düzensizliğe yol açan karakterler olarak anlatılmışlardır. Fakat tüm bunlara rağmen bir tilki ile insan arasındaki aşkı anlatan hikayelerle de karşılaşılabilmektedir.
0 notes
Text
Osmanlı Tokadı ile İlgili İlginç Bilgiler
Bugünkü yazımızda Osmanlı tokadı konusunu ele alacağız. Osmanlı tokadı nedir, tarihi kökenleri nelerdir? Ayrıca tokatın sembolik anlamı ve kültürdeki yeri hakkında bilgiler paylaşacağız. Bununla birlikte, Osmanlı tokadı efsaneleri ve farklı kültürlerdeki yeri üzerine de konuşacağız. Tokatın psikolojik etkileri ve modern dönemdeki izleri de yazımızın konuları arasında yer alacak. Son olarak, Osmanlı tokadının popüler kültürde nasıl yer bulduğunu inceleyeceğiz. Keyifli okumalar!
Osmanlı Tokadı Nedir?
Osmanlı döneminde yaygın olarak kullanılan bir ceza veya aşağılama biçimidir. Genellikle bir kimseye elin tersiyle yüzüne vurularak uygulanır. Osmanlı toplumunda sosyal düzenin korunması ve saygınlığın sağlanması amacıyla kullanılan bir ceza yöntemidir. Osmanlı Tokadı genellikle kamuoyu önünde yapılan bir eylemdir ve kişinin itibarını zedelemek amacıyla kullanılır. Osmanlı döneminde toplumda sıkça karşılaşılan bir ceza olan Osmanlı Tokadı, günümüzde ise popüler kültürde ve edebiyatta sıkça karşımıza çıkan bir tema olmuştur. Osmanlı Tokadı genellikle komik ve aşağılayıcı bir eylem olarak anlatılsa da, aslında ciddi bir sosyal ceza biçimidir. Osmanlı Tokadı'nın tarihsel ve sembolik anlamları ise Osmanlı döneminin toplumsal yapısını anlamak için oldukça önemlidir.
Tarihi Kökenleri
Osmanlı Tokadı, Osmanlı İmparatorluğu döneminde kullanılan ve bir ceza yöntemi olarak bilinen tokattır. Bu tokatın tarihi kökenleri, Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşundan önceye dayanmaktadır. Osmanlı'nın kuruluş döneminde, toplumda ve askeri alanda disiplini sağlamak amacıyla kullanılan Osmanlı Tokadı, zamanla farklı bir sembolik anlam kazanmıştır. Bu sembolik anlam, Osmanlı Tokadı'nın kültürel ve tarihsel önemini de belirlemiştir. Osmanlı Tokadı'nın tarihi kökenleri, Osmanlı İmparatorluğu'nun günlük hayatına ve ceza sistemine dair önemli ipuçları sunmaktadır. Bu bağlamda, Osmanlı Tokadı'nın tarihsel arka planı detaylı bir şekilde incelenmelidir.
Tokatın Sembolik Anlamı
Tokatın sembolik anlamı, Türk kültüründe önemli bir yere sahiptir. Tokat kelimesi, Osmanlı döneminde yaygın olarak kullanılan ve birçok farklı anlamı olan bir kelimeydi. Tokat atmak, bir kişiye fiziksel olarak vurmak anlamına gelirken, tokat kelimesi aynı zamanda bir uyarı veya uygunsuz davranışlar için kullanılan bir terimdi. Tokatın sembolik anlamı, genellikle kişinin saygınlığını korumak, onuru ve gururu temsil etmekle ilişkilidir. Bu nedenle, tokat atmak hem bir kişinin gücünü göstermek hem de toplum içindeki konumunu belirlemek için kullanılan bir eylemdi. Tokat, Osmanlı döneminde halk arasında yaygın bir uygulama olmasa da, sembolik olarak önemli bir yere sahipti. Tokatın sembolik anlamı, Türk kültüründe hala önemli bir yere sahiptir ve bazı durumlarda hala kullanılmaktadır. Günümüzde tokat atma eylemi genellikle fiziksel bir şiddet olarak algılansa da, aslında bu eylemin sembolik anlamı ve Osmanlı dönemindeki kullanımı oldukça farklıdır.
Tokat Kültüründe Yeri
Tokat, Türkiye'nin Karadeniz bölgesinde bulunan tarihi ve kültürel zenginliği ile bilinen bir şehirdir. Tokat'ın kültüründe önemli bir yere sahip olan bir gelenek ise Osmanlı Tokadıdır. Bu gelenek, Osmanlı döneminde yaygın olan bir ceza ve şiddet biçimi olarak bilinmektedir. Tokat kültüründe Osmanlı Tokadının yeri oldukça derin ve sembolik anlamlar taşımaktadır. Tokat'ın kültüründe Osmanlı Tokadı geleneğinin önemli bir yeri bulunmaktadır. Osmanlı döneminde, toplum içinde disiplin sağlamak ve suçlulara ceza vermek amacıyla kullanılan bu pratik, zamanla sembolik bir anlam kazanmıştır. Günümüzde Tokatlılar arasında hala Osmanlı Tokadı geleneğine dair anekdotlar ve hikayeler paylaşılmaktadır. Tokat kültüründe Osmanlı Tokadı geleneğinin yerinin yanı sıra, şehrin diğer kültürel öğeleri de önemlidir. Tokat'ın tarihi dokusu, mutfağı, folklorik unsurları ve diğer gelenekleriyle birlikte Osmanlı Tokadı geleneği, şehrin zengin ve çeşitli kültürel yapısının bir parçasıdır. Bu geleneğin varlığı, Tokat'ın köklü ve derin kültürel geçmişinin bir yansımasıdır.
Osmanlı Tokadı Efsaneleri
Osmanlı Tokadı, tarihi kaynaklarda sıkça karşılaştığımız bir kavramdır. Genellikle Osmanlı döneminde kullanılan bir ceza şekli olarak bilinir. Bu ceza, kişiye ağır bir tokat atılması şeklinde infaz edilirdi. Osmanlı Tokadı'na dair çeşitli efsaneler ve rivayetler de zamanla halk arasında dolaşmıştır. Bu efsaneler, Osmanlı Tokadı'nın toplumdaki yerini ve sembolik anlamını daha da zenginleştirmiştir. Osmanlı Tokadı Efsaneleri, genellikle kahramanlık hikayeleriyle ilişkilendirilir. Bu efsanelerden biri, Osmanlı döneminde görkemli bir savaşçının bir düşmanı karşısında aldığı tokatla başlayan ve zaferle sonuçlanan bir hikayedir. Bu efsane, Osmanlı Tokadı'nın gücünü ve etkisini vurgulamak amacıyla anlatılmış olabilir. Aynı zamanda, Osmanlı Tokadı Efsaneleri, güçlü bir insana atılan bir tokadın sembolik anlamını da taşıyabilir. Osmanlı Tokadı Efsaneleri, aynı zamanda korku ve hüzünle de ilişkilendirilmiştir. Bazı halk efsanelerinde, zalim birinin masum birine Osmanlı Tokadı atması sonucu ölümle sonuçlanan trajik hikayeler anlatılır. Bu efsaneler, Osmanlı Tokadı'nın toplumda yarattığı korku ve adaletsizliğe karşı duyulan hüznü yansıtabilir. Böylece, Osmanlı Tokadı Efsaneleri, toplumun adalet anlayışına ve güç ilişkilerine dair derin düşüncelere de yol açabilir.
Tokatın Farklı Kültürlerde Yeri
Tokat, Türkiye'nin Karadeniz bölgesinde yer alan tarihi ve kültürel zenginliklere sahip bir şehirdir. Bu şehir, uzun yıllardır farklı medeniyetlere ev sahipliği yapmış ve bu medeniyetlerin kültürel etkileşimi sonucunda kendine özgü bir kimlik kazanmıştır. Tokat'ın farklı kültürlerdeki yeri, özellikle tarih boyunca ticaret yollarının kesişme noktasında olması nedeniyle oldukça zengindir. Bu şehir, Anadolu'dan Karadeniz'e uzanan önemli ticaret yolları üzerinde bulunduğu için farklı kültürlerden insanların uğrak noktası olmuştur. Bu durum, Tokat'ın kültürel yapısının çeşitliliğini ve zenginliğini de beraberinde getirmiştir. Bunun yanı sıra Tokat, Osmanlı, Bizans, Selçuklu ve Roma gibi farklı medeniyetlere ev sahipliği yapmıştır. Bu medeniyetlerin izleri, şehrin mimari yapısında, geleneksel el sanatlarında ve halk kültüründe görülebilmektedir. Bu da Tokat'ın farklı kültürlerin etkileşimi sonucunda oluşan zengin tarihi ve kültürel dokusunu ortaya koymaktadır.
Tokatın Psikolojik Etkileri
Tokat, sadece fiziksel bir etki yaratmayan, aynı zamanda psikolojik etkilere de neden olan bir davranış biçimidir. Tokatın psikolojik etkileri, hem tokat atan kişide hem de tokat yiyen kişide farklı sonuçlar doğurabilir. Bu etkilerin detaylı bir şekilde incelenmesi gerekmektedir. Tokat, genellikle kızgınlık, öfke ve güç gösterisi gibi duygusal durumların bir sonucu olarak ortaya çıkar. Bu nedenle, tokat atması veya tokat yemesi durumunda kişilerin duygusal sağlıkları da olumsuz etkilenebilir. Özellikle çocukluk döneminde yaşanan tokatlar, ilerleyen yaşlarda kişilerin psikolojik sağlığına olumsuz etkiler bırakabilir. Bunun yanı sıra, bir toplumun kültürel değerleri de tokatın psikolojik etkilerini belirleyebilir. Bazı toplumlarda tokat, saygısızlık ve itaatsizlik gibi davranışları bastırmak için kullanılan bir araç olarak görülürken, diğer toplumlarda ise tokat psikolojik ve duygusal travmalar yaratan bir davranış biçimi olarak kabul edilir. Tüm bu etkiler, tokatın psikolojik boyutunu ve insanlar üzerindeki etkilerini anlamamızı sağlar.
Modern Dönemde Tokatın İzleri
Tokat, tarihi boyunca birçok medeniyetin izlerini taşıyan önemli bir şehirdir. Modern dönemde de Tokat, birçok alanda kendini göstermiş ve farklı izler bırakmıştır. Bu yazıda, modern dönemde Tokat'ın izleri ve etkileri üzerine birkaç konuya değineceğiz. Tokat'ın modern dönemdeki izlerinden biri, ekonomik alandaki gelişmelerdir. Özellikle tarım ve hayvancılık konusunda yapılan yenilikler ve teknolojik gelişmeler, Tokat'ın ekonomisine olumlu etkilerde bulunmuştur. Aynı zamanda şehirdeki sanayi ve ticaret alanları da modern dönemle birlikte hızla gelişmiş ve Tokat'ın ekonomik yapısına katkı sağlamıştır. Bunun yanı sıra, modern dönemde Tokat'ın izleri kültürel alanda da kendini göstermiştir. Geleneksel el sanatları ve el işçiliği, modernize edilerek günümüzün ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde geliştirilmiş ve bu sayede Tokat'ın kültürel mirası canlı tutulmuştur. Aynı zamanda modern dönemle birlikte şehirde açılan eğitim kurumları, kültürel etkileşimi artırmış ve Tokat'ın kültürel yapısına yeni katkılar sağlamıştır.
Osmanlı Tokadı Ve Popüler Kültür
Osmanlı tokadı, Osmanlı İmparatorluğu'nun bir parçası olarak popüler kültürde önemli bir yere sahiptir. Tokat, Osmanlı döneminde kullanılan bir ceza şekli olan tokatın sembolik anlamıyla da ilişkilidir. Bu ceza, kişinin yüzüne bir el ile vurulması, toplum içinde bir aşağılama ve cezalandırma biçimi olarak kabul edilmiştir. Osmanlı tokadı, günümüzde popüler kültürün bir parçası haline gelmiş ve film, dizi, edebiyat ve sanat eserlerinde sıkça karşımıza çıkmaktadır. Aynı zamanda, toplum içinde bir ifade biçimi olarak da kullanılan Osmanlı tokadı, komik ve eğlenceli bir şekilde de değerlendirilebilmektedir. Bu nedenle, Osmanlı tokadının popüler kültürdeki yeri önemli bir konudur. Read the full article
0 notes
Text
#卍HİNT MİTOLOJİSİ VE KAYNAKLARINDA #卍TÜRKLER
"Ramayana, Mahabharata .Harivamşa"
#卍Türklerden ve #Hunlardan bahseden Hint metinleri daha cok milattan sonraki cağlara aittir.
Bunlar da “Purana” metinleri15, devasa buyuklukteki masal derlemesi olan “Kathasaritsagara”, Keşmir Kralları Tarihi olan “Racatarangini” ve Sanskrit dram olan “Raghuvamsha”’dır.
Unlu Hint Destanları olan ve tahminen M.O.200-M.S. 200 yılları arasında derlenip yazıya gecirilmiş olan Ramayana, Mahabharata (M.O.300-M.S.300) ve Harivamşa da dikkatle incelenmesi gereken metinlerdir.16
Ozellikle de Mahabharata Destanı’nda #卍Hunlardan bahsedilmektedir.17
Bundan başka Manu Kanunları veya Şathapatha Brahmana gibi Hindu metinler ile Buddhist ve Caynist kaynaklar da ayrıntılı bir şekilde incelenmelidir.
Başka bir eski Hint metinleri olup, destanlardan farklı olarak basit bir Sanskrit dili ile yazılmış ceşitli efsaneleri, oğretileri, kral şecerelerini, tarih, coğrafya, mitoloji gibi konuları icine alan Puranaların yazılış tarihleri M.S. 250 ile 1250 yılları arasındadır.
Hint Edebiyatında on sekiz buyuk Purana, on sekiz kucuk Purana vardır.
Bunların her biri farklı tarihlerde yazılmıştır.
Bu on sekiz Purananın isimleri ise şu şekildedir: Vishnu, Narada, Bhagavata, Garuna, Padma, Varaha, Brāhmanda,Brahmavaira, Markaņdeya, Bhavishya, Vāmana, Brahma, Matsya, Kurma, Liņga,Şiva, Skanda, Agni.18 Bu Puranalarda Hindistan coğrafyasından bahsedilirken,Hindistan’da yaşayan halklar ve civarındaki komşular sayılır zaman zaman.
Bu halk isimleri arasında Türklerin bulunduğu da saptanmıştır. Orneğin en eski Puranalardan biri olan Markendaya Purana’da Hindistan’ın kuzeybatısındaki halklar arasında Pallavalar (#Pehleviler), #Gandharalar, Sindhular ve bircok kavimle birlikte Sauviralar da sayılır ki bu eseri İngilizceye cevirip neşreden E.Pargiter bunların arasında
Hunların da bulunduğunun Kurma Purana’da yazdığını iletmektedir. Markandeya Purana da “Tarakshura” adı gecmektedir ki Pargiter bunun da Madhyadeşa denilen orta ulkenin batısında yer alan Türkistan adındaki ulkenin halkı “Türkler” olduğunu söyler.
Ayrıca Unlu Hint destanlarından biri olup, yazılış tarihi M.O. 300 ile M.S.300 arasında ve yazarı olarak da Vyasa gosterilen,19 “Buyuk Bhārata Soyu” anlamına gelen Mahābhārata Destanı’nda gecen “Tarkshyalar” ile bunların aynı olduğunu belirtir.
Yine Markaņdeya Purana’nın LVIII. bolumunde Hunların adı gecer ve Pargiter bunların “Ak Hunlar” olduğunu ve o zaman Sutlej ırmağının kuzeyinde kalan vadinin “Hundes” diye bilindiğini aktarır.
Bu halkın kuzeyde Çinlilerle komşu olduğunu bildirerek Mahābhārata’ ya gonderme yapar.20
Yine eski bir Purana olan Vamana Purana’da eski metinlerde Bharatavarsha diye de bildiğimiz fakat burada Cambudvipa adıyla adlandırılan Hindistan alt kıtasının dokuz bolgeden oluştuğu soylenir.
“Ortada İlavrita Varsha, doğuda Bhadraşva, kuzeydoğuda Hiranya, batıda Ketumala, kuzeybatıda Ramyaka, kuzeyde Kuruvarsha, kuzeydoğuda Kimpurusha Varsha.”
Bunların arasında buyuk mesafelerin olmadığı kutlu ve hoş yerler olduğu,
buralarda hic caba harcanmadan mutlu yaşantılar surdurulduğu belirtilir. Aralarında hicbir catışma cereyan etmeden yaşadıkları ve birbirinden sınırlarla ayrıldıkları vurgulanır. Daha sonraki beyitlerde yine bolgeler sayılırken Türklerin ve Yunanlıların isimleri gecer.
“İndradvipa, Kaseruman, Tamravarna, Gabhastiman, Nagadvipa, Kataha,Simhala, Varuna. Bu bolum denizle cevrelenmiştir, kuzey-guney genişliğinde yer alır ve Kumara adı verilir.
Doğu kıyısında Yavanalar (Yunanlılar) oturur.
Guneyde Andharalar, Kuzeyde de Turushkalar (Türker) barınır.”
Metinde Türklerden soz eden kısım bu kadardır.
Daha sonra Brahmanların, Kshatriyaların ve Vaişya ve Şudraların, karışık kastların dinsel toren, ic cekişme,ticaret ve diğer işlerle nasıl bir arada yaşadıklarından soz edilir.
Sonra bircok dağ ismi sayılır. Bunların arasında Mleccha ve Ari olmak uzere karışık halkların gruplar halinde yaşadıkları soylenir. Sonra nehirler anlatılır ve bunların kutsal oldukları,insanları gunahlardan arındırdıkları belirtiliyor. Bu sulak bolgeler arasında yaşayan halklar (canapadalar) sayılırken yine Yunanlılar (Yavanah), Barbarlar (Barbarah) ve Çinlilerin (Cinah) isimleri de gecer.21
Vishnu Purana’da22 da Hunlar’dan şoyle bahsedilmektedir:
“Hindistan’ın doğusunda yabancı kavimler, batısında Yunanlılar vardır. Orta ulkede ise Brahmanlar, Kshatriyalar, Vaişyalar ve Şudralar (Bunlar kast sisteminin sınıflarıdır) her tarafa dağılmışlardır. İndus’a komşu olan Sauviralar, Sindliler (Saindhavah), Hunlar (Hunah), Şalvalar (Şalvah), Sakalılar, Madralılar, Rama halkı (Ramayana Destanı’nın başkarakterlerinden olan Rama’nın halkı), Ambastha halkı ve Persler (Parasika) idi.”
Keşmirli yazar Somadeva’nın tahminen 1070’te derlediği Kathasaritsagara (Masal Irmaklarının Okyanusu) adlı eserde bildiğimiz kadarıyla, Türklerden iki yerde soz edilir.
Bunlardan biri “Devadasa Oykusu”icinde gecer ki burada şunları goruyoruz;23
“Kral Candramahasena, Padmavati ile karşılaştığında kendi kızını gormuş gibi sevindi. Ancak birkac gun dinlendikten sonra Vatsa’nın mutlu kralı, kayınbabasının ordularıyla desteklenmiş halde, batı bolgesine doğru ilerlemeye başladı.
Lata bolgesinin (Gucerat) kadınlarının gozyaşlarına bulanmış kıvrık kılıcı,onun yiğitlik ateşinin dumanına benziyordu.
Ağacları onun filleri tarafından ezilmiş Mandara Dağı, okyanusu calkalamak icin yine kendisini kullanacaklar diye korkusundan tir tir titriyordu. Onun guneşten bile parlak olduğu kuşku goturmezdi; o,batıda bile yukselen bir ihtişama sahipti.
Sonra o, Kailasa Dağının gulumsemesiyle guzelleştirdiği tanrı Kubera’nın yerinden ayrıldı ve Alaka’ya gitti. Orada Sindh
kralına boyun eğdirdi, ordusunun başında, Rama’nın Rakshasaları24 yok etmesi gibi Mlecchaları ortadan kaldırdı. Türklerin suvari birlikleri, dalgaların kıyı boyunca uzanan ağaclara carpıp durması gibi, onun fillerine carpıp kırılıyordu. Duşmanlarının bile takdir ettiği kahraman, tıpkı tanrı Vishnu’nun Rahu.’ya yaptığı gibi, Perslerin kotu kralının başını ucurdu. Hunları da savdıktan sonra onun unu dort yone yayıldı ve Himalayalardan ikinci bir Ganj gibi dokuldu...”
Kathasaritsagara’dan vereceğimiz ikinci ornek “Nişcayadatta Oykusu”icindedir.25
“Ucceyini kentinde Nişcayadatta adında bir tuccar oğlu vardır. Bu genc, bir gun Anuragapara adında bir peri kızına (Vidyadhari) aşık olur. Onunla evlenebilmesi icin gokyuzundeki ulkesine gelmesi gerekmektedir. Kız bu şartı soyleyip gokyuzune ucar gider. Oğlan ertesi gun yollara duşer ve kendisi gibi tuccar cocuğu olan uc gencle karşılaşır.
Birlikte dere tepe yol alırlar ve kuzeye, yabancı kavimlerin oturduğu yerlere varırlar. Yolda bir kısım Tacik onları yakalayıp başka bir Tacik’e satar. O da onları Muravara adında bir Türk’e(Turushka) hediye olarak verir.
Onları goturen hizmetkarlar Muravara’nın olduğunu oğrenince onları onun oğluna teslim ederler. Muravara’nın oğlu onları babasının dostuna ertesi sabah geri gondermek uzere zincire vurdurtur. Gencler tanrıca Durga’ya yalvarırlar ve tanrıcanın yardımıyla zincirlerinden kurtulup kacarlar. Diğer gencler bu yabancı halklarla dolu kuzey bolgesinde daha fazla kalmak istemeyip guneye, Dekkan’a doğru giderler.
Nişcayadatta ise, aşık olduğu peri kızı icin kuzeydeki yolculuğuna devam eder.Oldukca uzun olan bu oyku, kadınların sadakatsizliğini belirten bir sonla noktalanır.”
Racatarangini’ye (Krallar Nehri) bakacak olursak, burada Ak Hunlar ve Türklerden daha sık soz edildiğini goruruz. Keşmirli tarihci Kalhana bu eseri 10-11.yuzyıllarda yazmış olup 120 beyitten oluşmaktadır.
Burada 10. ve 11. yuzyıllar arasında yaşamış kral ve krallıklar anlatılmaktadır.26 Türklerin genel anlamda Hindistan iclerine girerken Keşmir’e uğramış olmaları, bu yakın coğrafyayı iyi bilen Hintli tarih yazıcısını bizim açımızdan guvenilir kılmaktadır.27
Racatarangini’de AkHunlar ile ilgili olarak, Mihirakula’dan onun Buddhistlere yaptığı baskılardan,Shiva’ya taptığından bahsedilir. Ayrıca burada Ak Hun devletinin Mihirakula’nın olumu ile sona ermediği, daha sonra yonetime Toraman’nın bir zamanlar kacıp saklanan kucuk oğlu Pravarasena’nın tahta gectiğinden bahsedilir.28
Racatarangini’de “Türklerin silahlarını sırtlarında taşıdıkları ve saclarını yarı traş ettikleri” yazar.
Samgaramaraca’yı (Keşmir Vadisinde 1003-1028 yıllarında var olan bir kral) anlatırken bir yerde “Türklerin savaşını tanımadıkca, tutkunuza hakim olup bu tepenin ucurumuna kendinizi koymalısınız” şeklinde bir ifade gecer.
Bu, buyuk ihtimal Gazneli Mahmud’un Hint seferleri ile ilgili olsa gerektir. Sonraki cumlede Hammira ismi gecer ki bu da Mahmud olmalıdır. Yukarıdaki oğudu veren de Hint racası Trilocanapala’dır.
Sonra “sabahleyin, savaş oyunlarında usta olan Türk ordusunun komutanı, tum savaşcı kimliği ile şiddetli bicimde cıkageldi” diye yazar.
Türklerle yapılan savaşlardan soz edilmeye devam edilir.
Racatarangini’de en cok dikkatimizi ceken kısım, buyuk kral Kanishka’nın,kuşkuya yer vermeyecek bicimde, Türk olarak tanıtıldığı yerdir.
Burada şoyle yazar:
“Bu ulkede Hushka, Cushka ve Kanishka adında uc kral kendi isimlerini taşıyan uc şehir kurdular (I,168)… her ne kadar Türk soyundan geliyorlarsa da, dindar işler yapan bu krallar Şushkaletra, Matha ve Caityalar vb. yapılar inşa ettiler.”
Hikmet Bayur, pek cok yerdeki saptamaları ile aynı noktayı eserinde29 irdeleyerek Kanishka’nın Türk olduğundan şuphe duyulamayacağını soyler. El-Biruni Kanishka’dan “Kanık” diye soz eder.30
Burada “Hinduların Kabil’de Türk kralları bulunduğu ve bunların Tibet’ten geldikleri, bunların icinde birincisinin de Barhatekin” olduğu yazılıdır.
Bayur, Turushka’nın Türk olması gibi Kanishka’nın da Kanık olması gerektiğini soyler.31
Nitekim “kanık” sozcuğu bugunku Türkçe’de32 de “elindekinden hoşnut olan, azla yetinen, tok gozlu, kanaatkar” anlamlarına gelir. Kim bilir belki de bu isim Buddhizmi benimsedikten sonra kendisine verilen bir lakaptır.
Gerci Kanık’ın İran’daki Mithra inancına (İran’da guneşe tapınılan inanc sistemi) eğilimi olduğunu soyleyenler varsa da onun Aşoka ve Ekber gibi farklı inancları bir arada tutmaya calışan bir kimse olduğunu duşunmek daha mantıklıdır. 33
Kanishka’nın geldiği kavimin Kuşanlar olduğu, bunların da (Cin kaynaklarındaki adı ile) Yueh-chilerin bir boyu olduğu ve bunların Türklüklerinden hemen hemen hic şuphe edilmediği duşunulurse, yukarıdaki duşuncelerin doğru olduğu ve Benares’e kadar uzanan devletin yoneticisi olan Kanishka’nın ( Kanık’ın) bir Türk olduğu da tarih sayfalarına gececektir.34
Kuşanların giysileri tipik Orta Asya tarzının bir yansıması idi35.
Giysi ile ilgili bir ornek, Michael Edwardes’in “AHistory of İndia” adlı eserinde36 bulunmaktadır.
Milattan sonraki ilk yuzyılda Kuşan devletini kuran kral Kadfises’in paralar uzerindeki adı “Kucula Kadfises”’tir37.
W.Ruben, “kucula” sozcuğunun “guzel” sozcuğune benzediğini bildirmektedir.
Ruben’in hem bu konuda hem de Kuşanlar hakkında soyledikleri şoyledir:
“Hindistan’ın kuzeybatısında Türkistan’dan gelen kuvvetli komutanların idaresi altındaki Kuşanların istilası ile bu devrin yeni bir safhası başlamakta ve milattan yetmiş sekiz sene sonra Vima Kadfises Hindistan’da egemenliği eline almış bulunmaktadır. Bazılarına gore bu donem Kanişka zamanına uymaktadır.
Kanişka devleti daha cok Orta Asya’da idi. Pencab bu devletin sadece bir guney eyaleti idi ve merkezi de Peşaver’de bulunuyordu.
Zaman zaman yapılan akınlarla devletin sınırlarının Patna’ya kadar uzanmış olması mumkundur ve şuphesiz Benares de bu sınırlar icerisinde bulunmakta idi. Kanişka ve hanedanının pek o kadar Hintlileşmedikleri anlaşılmaktadır.
Bu hukumdarlara ait heykeller kendilerini Orta Asya suvarilerine ait elbiselerle gostermektedirler. Bu kavimler kultur bakımından Türklere cok benzemektedir. Sikkeler uzerindeki yazıları vesaire ile taşıdıkları unvanlar ve coğu isimler eski Pehlevi dilindedir. Türkçe bir isim olan Kucula bu arada soylenmelidir. Avrupalı araştırmacılar bunları İskit, yani Hint-Avrupa kokenli olarak kabul etmiş bulunmakta ise de, bu etnologlar tarafından henuz uzerinde duşunulmesi gereken bir sorun olarak gorulmektedir. Fakat ne olursa olsun bu Kuşan egemenliğinin, Hint kulturu ve onun Orta Asya’ya yayılması bakımından onemi cok buyuktur.”38
Ak Hun/ Eftalitlerin gectiği bir başka Hint kaynağı unlu şair Kalidāsa’nın yazdığı Sanskrit bir eser olan “Raghuvamsha”’dır.
Bu eserin yazılış tarihi tam olarak bilinmemekle birlikte N.Mukhopadyaya tarafından 1880 yılında İngilizceye cevrilmiş olup bu eserin 4.bolumunun 68. beyitinde Hunların Amu Derya vadisinde yaşadığından ve kahraman Raghu’nun zaferini duyan Hunların eşlerinin yanaklarının kızardığından bahseder.39
Bana tarafından Kral Harsha’ya yazılan “Harshacarita”’da da Meşhur kral Harsha’nın babasının 7. yuzyılın başlarında Hunlara yenildiği anlatılır.40
Bu eserin Sanskrit dilindeki yazılış tarihi bilinmemekle birlikte 1897 yılında E.B.Cowell ve F.W.Thomas tarafından İngilizceye cevrilmiştir.
Bizim yaptığımız araştırma sonucunda Ak Hun/ Eftalitlerden bahseden son kaynak da Jaisalmer’in yazdığı bir Caynist kitap olan Kuvalayamala’dır.
Bu kitabın da yine diğer Sanskrit metinlerde olduğu gibi yazılış tarihi bilinmemekle birlikte C.Chojnacki ve U.Sauri tarafından 2008 yılında Fransızcaya tercumesi soz konusudur.
Burada da Hunlara ait yazıtlar, Hun yoneticileri, onların savaşları,
zaferleri ve yenilgileri anlatılıyor.41
AK HUNLAR TARİHİ UZERİNE TÜRKİYE VE DUNYADA YAPILAN
CALIŞMALARIN DEĞERLENDİRİLMESİ
Doç.Dr.Müslüme Melis CELİKTAŞ –KTÜ Tarih Bölümü /Trabzon
DİPÇE :
15 Aradi, a.g.m., s.6; Kaya, a.g.m., s.4.
16 Kaya, a.g.m., s.4.
17 Konukcu, a.g.t., 43; Bu metinlerde Vana Parva LI,1991; Bhishma Parva IX,373 gibi
aynı zamanda Sabha Parva XXXI,1194 ve I,1844’te Harahuna yani Sarı Hunlardan
bahsedilmektedir.
18 Kaya, a.g.e., s.88.
19 Kaya, a.g.e., s.87.
20Kaya, a.g.m., s.3.
21Kaya, a.g.m., s. 6-7.
22Aradi, a.g.m., s.6.
23Kaya, a.g.m., s.5.
24 Hint Destanlarında gecen “Rakshasa” “ifrit” demektir.
25Kaya, a.g.m., s.8.
26 M.A.Stein, Kalhana’s Rajatarangini, Vol. 1, Book 1-4, Edinburgh 1900, s.42.
27Kaya, a.g.m., s,9.
28Aradi, a.g.m., s.17.
29 Y.H.Bayur, Hindistan Tarihi, C.1, Ankara,1987, s.42; Kaya, a.g.m., s. 9.
30 E.C.Sachau, Alberuni’s India, Vol 2, New Delhi 2004, s. 11; Kaya, a.g.m., s. 9.
31 Bayur, a.g.e., s.71; Kaya, a.g.m., s. 9.
32 Turkce Sozluk, Ankara 2010, s. 423; Kaya, a.g.m., s. 9.
33 H.Kulke, D.Rothermund, Hindistan Tarihi, Ankara 2001, s. 123-124; Kaya,
a.g.m., s. 9.
34Kaya, a.g.m.,s.10.
35 Kulke, Rothermund, a.g.e., s.123; Kaya, a.g.m., s. 10.
36 M.Edwardes, A History of India, Thames and Hudson, London 1961, s.75-76.
37 Bayur, a.g.e., s.74.
38 Kaya, a..g.m., s.10.
39 Aradi, a.g.m., s.6.
40 E.B.Cowell, F.H.Thomas, The Harsha Carita of Bana, chapter 4, London 1897
s.101.
41Aradi, a.g.m., s.7.
KAYNAKLAR :
Akbulut, D.A. “İlkcağda Soğdia ve Bakteria ile Hindistan İlişkileri”, Tarihte Turk-
Hint İlişkileri Sempozyumu Bildirileri 2002, Ankara 2006.
Akbulut, D.A. “Maveraunnehir ve Horasan’da Turkler” Turkler Ansiklopedisi,
Ankara 2006.
Aksan D. Turk Dilbilgisi, İstanbul 1962.
Alram, M., “Huns and Western Turks in Central Asia and Northwest India”,
Glasgow 2009.
Altheim, F., Geschichte der Hunnen I, Berlin 1959.
Aradi, E., “The History of White Huns”, Mikes International, c.VIII, Den Haag
2001.
Aradi, E., “The Yue-chis, Kushans,Hephtalites”, Mikes İnternational, C.2,
Den Haag 2010.
Bayur, Y.H., Hindistan Tarihi, C.1, Ankara 1987.
Beal, S., Si-yu-ki, Buddhist Records or The Western World, C.I, Londra
1906.
Blockley R.C., The History of Menander The Guardsman, Ottawa 1985.
Biro, M., “Hunların Kafkasya’daki Varlığı”, Cev.S.Eğilmez, Ataturk
Universitesi Turkiyat Araştırmaları Enstitusu Dergisi,
Erzurum 2003.
Chavannes, E., Documents sur Les Tou-kiue (Turks) Occiedentaux, A Librairie
d’Amerique et d’Orient Adrien Maisonneuve, Quebec 2006.
Compareti, M., “Traces of Buddhist Art in Sogdiana”, Sino-Platınic Papers, USA
2008.
Cowell, E.B., F.H.Thomas, The Harsha Carita of Bana”, Londra 1897.
Csurgai, B., The Hsingnu-Hunnic Hungarian Language and History-Further
Analysis, Hungary 2010.
Czegledy, K., “Geschishte Der Hephthaliten”, Acta Antiqua, Tomus, 28, Budapeşt
1980.
Christian, D., A History of Russia, Central Asia and Mongolia, vol 1, Australia
1998.
Dani, A.H., “Eastern Kushans and Kidarites in Gandhara and Kashmir”,
History of Civilization of Central Asia, London 1996.
Deguignes, J., Hunların, Turklerin, Moğolların ve daha sair Tatarların Tarih-i
Umumisi, cvr. Hiseyin Cahid, C.II, İstanbul 1923.
De Saint Martin, V., Les Huns Balancs ou Ephthalites, Paris 1849
Dewing, H.B., Procopius, History of Wars , Book 1,Trans.H.B.Dewing, London
2005 .
Durak, N., “Hindistan’da Saka, Kuşan ve Ak Hunlar”, Tarihte Turk-Hint
İlişkileri Sempozyumu Bildirileri 2007, Ankara 2008.
Eberhard, W., Cin’in Şimal Komşuları, Cev. N. Uluğtuğ, Ankara 1996.
Edwardes, M., A History of India, London 1961.
El-Belazuri, Futuhu’l Buldan, Cev. M.Fayda, Ankara 1987,
Enoki, K., “The Origin of the White Huns or Hephthalites”, East and West 3,
Bellinghom/ Washington 1955.
Enoki, K., “On The Nationality of the Ephthalites”, Memories of the Research
Department of the Toyo Bunko, XVIII, 1959.
Enoki, K., “The Liang chih-kung-t’u”, Memories of the Research Department
of the Toyo Bunko, sayı 42, 1984.
Fleet, F., “The coins and history of Toramana”, The Indian Antiquary
XVIII, India 1889.
Fergusson, J., “On Indian Chronology”, Journal of the Royal Asiatic Society of
Great Britain and Ireland C.4, London 1869.
Frye, R.N., “Selcuklulardan Evvel Orta Şarkta Turkler”, Belleten, c.10, sayı, 37-
40, Ankara 1946.
Gomec, S., “Boyla ve Baga Unvanı”, ODU Sosyal Bilimler Enstitusu, Sosyal
Bilimler Araştırma Dergisi, C.1, S. 1, 2010.
Gomec, S., Kok Turk Tarihi, 3.Baskı, Ankara 2009.
Gomec, S., Turk Kulturunun Ana Hatları, Ankara 2006.
Gomec, S., Turk Destanlarına Giriş, Ankara 2009.
Grousset, R., The Empire of the Steppes, Cev. N.Walford, New Brunswick
1970
Gunaltay, Ş., Mufassal Turk Tarihi, C.3, İstanbul 1339.
Harmatta, J., “Kidara and Kidarite Huns in Keşmir”, Acta Antiqua, XXVIIXXVIII,
1-4, Hungariae 1979-1980.
Harmatta, J., “Late Bacterian Inscriptions”, Acta Antiqua Scientariun Hungarica
17, Budapeşt 1969.
Harmatta, J., “Annexation of The Hephthalite Vassal Kingdoms By The Western
Turks”, History of Humanity, C. VI, Paris1996.
Indicopleustes, C., The Christian Topography of Cosmos, Cev. J.W.McCrindle,
London 2010.
İtil, A., Sanskrit Klavuzu, Ankara 1963.
Kaya, K., “Eski Hint Metinlerinde Turk”, Argos Gemicileri, sayı 10, Ankara
2003.
Kaya, K., Hint Mitoloji Sozluğu, 2. Baskı, , Ankara 2003.
Kaya, K. Okyanusun Kıyısında, Ankara 2003,
Kafesoğlu, İ., Turk Milli Kulturu, 4.baskı, İstanbul 1986.
Konukcu, E., “Ak Hunlar”, Turkler Ansiklopedisi, C.1, Ankara 2006.
Konukcu, E., “Kuşan ve Akhunlar tarihi”, Doktora Tezi, Ankara 1973.
Konukcu, E., “Halaclar” Turkler Ansiklopedisi, Ankara 2006.
Kulke, H.,D.Rothermund, Hindistan Tarihi, Ankara 2001.
Kumar, R., History of The Chamar Dynasty, India 2008.
Kushava, R.S., A Glimpse of Bharatiya History, Delhi 2003.
Le Strange, G., The Lands of the Eastern Caliphate, Newyork 2010.
Ligeti, L., “Atilla Hunlarının Menşei”, Atilla ve Hunları, Neş. G.Nemeth, Cev.
Ş. Baştav, Ankara 1982.
Litvinsky, B.A., “The Hephthalite Empire”, History of Civizilation of Central
Asia, vol. 3, Paris 1996.
Litvinsky, B.A. / Z.Safi, “The Later Hephthalites in Central Asia”, History of
Civilization of Central Asia, vol 3, Paris 1996.
Macartney, L.A., “ On The Grek Sorces Fort the History of Turks in the Sixth
Century”, Bulletin of the school of Oriental Africa Studies, 11/2,
London 1944.
Maenchen-Helfen, O., The World of Huns, London 1973.
Mangaltepe, İ., Bizans Kaynaklarında Turkler, İstanbul 2009.
Marshak, B., “Sughd and Adjancent Regions”, History of Civilization of Central
Asia, vol. 3, Paris 1996.
Marshall, J., A Guide to Taxila, Calcutta 1918.
Massom, V.M., “Archaelogical Cultures of Southern Siberia and Mongolia” History
of Humanity, c.IV, Paris 1996.
Mc Govern, W.M., The Early Empires of Central Asia, North Carolina 1939.
Melzer, G., “A copper scroll inscription from the time of the Alchon Huns”,
J.Braarvig(ed). Manuscripts in Schoyen Collection III, Oslo
2006.
Mingana, A., The Early Spread of Christianity in Central Asia and The Far
East, C. 9, Manchester 1921.
Minorsky, V., “Khurāsān at the Time of the Arab Conquest”, Iran and Islam in
Memory of the Late, Edinburg 1971.
Modi, J.J., “About the Huns who conquered India”, Journal of the Bombay
Branch of the Royal Asiatic Society , Bombay 1926.
117
Moravcsik, G., Byzantinoturcica II, cev.E.J.Brill, Leiden 1983.
Morgan, D., The Mongols, Singapur 2007.
Obrusanzky, B., “Late Huns in Caucasus”, Mikes International,Journal of
Eurasian Studies, Vol1, Issue 2, Den Haag 2009.
Ogel, B., “İlk Toles Boyları”, Belleten, C.10, Ankara 1948.
Ruben, W., “Doğuda ve Batıda Ortacağ Felsefesi”, Dil ve Tarih, Coğrafya
Fakultesi Dergisi., cilt 2, sayı 1, Ankara 1943.
Roux, J.P., Turklerin Tarihi, Ankara 2004.
Stein, M.A., Kalhana’s Rajatarangini, Vol. 1, Book 1-4, Edinburgh 1900.
Stark, S., Transoxanien nach dem Tang Huiyao des Wang Pu, Nordestedt
2009.
Samolin, W., “Hsiung-nu, Hun, Turk”,Central Asiatic Journal, New Jersey 1957.
Sundermann, W., Origin and Rise of the Chionities/Xyon/Huns, History of Humanity
Scientific and Culture Development, vol. 3, Paris 1996.
Skrine, F.H. - G.D. Ross, The Heart Of Asia, London 1899.
Smith, V., The Oxford History of India, London 1921.
Sinor, D., “The Establishment and Dissolution of the Turk Empire,” The
Cambridge History of Early Inner Asia, London 1994.
Sachau, E.C., Alberuni’s India, Vol 2, New Delhi 2004.
Stark, S., Transoxantan nach dem Tang Huiyao des Wang Pu, Norderstedt
2009.
Şeşe R., İslam Coğrafyacılarına Gore Turkler Ve Turk Ulkeleri, Ankara 2001.
Tezcan, M., “Kuşanlar, Ak Hunlar ve Eftalitler”, Tarihte Turk-Hint İlişkileri
Sempozyumu Bildirileri 2002, dizi XXVI, sayı 12, Ankara 2006.
Tezcan, M., “The Ethonomy Apar in the Turkish Inscriptions of the VIII. Century
and Armenian Manuscripts” Webfestschrift Marshak Ērān ud
Anērān Studies, Venice 2003.
Thapar, R., A History of India, C.1, London 1974.
Thomas, F.W., “A.Tohari (?) A.D. 400”, JSTOR, 1944.
Togan, A.Z.V., “Eftalit Devletini Teşkil Eden Kabilelere Dair”, Ataturk
Universitesi Fen Edebiyat Fakultesi Araştırma Dergisi, Ozel
sayı, Fasukul 1, S.13, Erzurum 1985.
Togan, A.Z.V., Tarihte Usul, İstanbul 1950.
Turkce Sozluk, Ankara 2010.
Watter, T., Yuan Chwang’s Travel in India, C. XIV, Journal of the Royal
Asiatic Society of London 1904
Wincent, A.S., “White Hun Coins From The Panjab”, Journal of the Royal Asiatic
Society of London 1907.
https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1471950
Şenol Soydan
0 notes
Text
Cinler İnsanlara Musallat Olur Mu?
Cinler İnsanlara Musallat Olur Mu?
Cinler İnsanlara Musallat Olur Mu? Cinler İnsanlara Musallat Olur Mu? Cinler yüzyıllardır var olan bir inanıştır ve birçok kültürde yer alır. Bazı insanlar cinlerin varlığına inanırken bazıları ise bunun bir hurafe olduğunu düşünmektedir. Fakat buna inanıp inanmamak kişisel bir tercih meselesidir ve cevap verilemez bir sorudur. Cinlerin insanlara musallat olabileceği konusu da tartışmaları beraberinde getirir. Bazı inanışlara göre cinler insanları rahatsız edebilirken bazılarına görese sadece belirli durumlarda musallat olurlar. Cinlerin var olması ya da olmaması ne olursa olsun, insanları rahatsız eden durumları da başka nedenlere bağlamak mümkündür. Sonuç olarak, cinler insanlara musallat olup olamayacakları konusu tamamen kişisel bir yaklaşımdır. Olumsuz ya da kötü hissediyorsanız, kendinizi kötü hissetmenize neden olan şeyleri araştırmanız daha çok yardımcı olabilir. Birçok açıdan, cinlere atfedilen durumlarla başa çıkmak, kişisel gelişim ve zihinsel sağlıkla ilgilidir. - İnsanları rahatsız eden durumları etkilerinin çeşitli nedenleri olabilir. - Cinler insanları rahatsız edebilir, ancak bu cevap verilemez bir sorudur. - Olumsuz hissetmenize neden olan şeyleri araştırmanız size yardımcı olabilir.
Cinler Öncelikle Kimlere Musallat Olur?
Cinler insanlar arasında yüzyıllardır tartışılan bir konu olmuştur. Halk arasında sıkça konuşulan bu konu ile ilgili birçok rivayet ve hikayeler anlatılmaktadır. Ancak, bu konu hakkında bilimsel bir açıklama yapılamamıştır. Cinlerin kimlere musallat olduğu ise en çok merak edilen konular arasında yer almaktadır. Cinler öncelikle kimlere musallat olur? - Birinci olarak, cinlerin en çok musallat olduğu kişiler arasında çocuklar ve gençler yer almaktadır. Çünkü henüz ruhsal olarak tam olarak gelişmemiş oldukları için cinlerin etkisine daha açık bir şekilde maruz kalırlar. - İkinci olarak, insanların ruhsal durumları cinlerin musallat olması için etkili bir faktördür. Özellikle depresyon, kaygı, stres gibi ruhsal sorunları olan kişilerin cinlerin musallatı riski daha yüksektir. - Üçüncü olarak, cinlerin musallat olduğu kişiler arasında maddi durumu kötü olan insanlar da yer almaktadır. Çünkü kötü enerjiler, cinlerin musallatı için uygun bir zemin hazırlar. Cinlerin öncelikle hangi kişilere musallat olduğu hakkında kesin bir bilgi yoktur. Ancak, yukarıda belirttiğimiz durumlar, cinlerin musallatı için uygun zemini hazırlayabilir. Bu nedenle, insanların bedensel, zihinsel ve ruhsal sağlıklarına dikkat etmeleri önemlidir.
Cinler Ne Zaman Musallat Olur
Cinler, genellikle insanların en çok merak ettikleri konulardan biridir. İnsanlar, cinlerin ne zaman musallat olacağı, belirtileri ve nasıl baş edileceği konularında araştırmalar yapmaktadırlar. Bu yazımızda sizlere, cinlerin ne zaman musallat olabileceği konusunda önemli bilgiler vereceğiz. Cinler Hangi Durumlarda Musallat Olurlar? - İnsanların günlük hayatında yaptıkları yanlış işler ve haram davranışlar, cinlerin musallat olmasına sebep olabilir. - Birinin işlerinin kötü gitmesi, sürekli şanssızlık yaşaması da cinlerin musallat olma sebeplerinden biridir. - İnsanların hüzünlü, stresli veya depresif dönemlerinde, cinlerin musallat olma riski daha yüksek olabilir. Cinler, insanların zayıf ve korunmasız oldukları zamanlarda daha çok harekete geçerler. Bu sebeple, insanların kendilerine dikkat etmeleri, kötü düşüncelere kapılmamaları ve pozitif enerjiye sahip olmaları gerekmektedir. Cinlerin varlığı, günümüzde hala tartışılmakta olan bir konudur. Bazıları buna inanırken bazıları ise cinlerin var olmadığını düşünmektedir. Ancak, cinlerin varlığı hakkında birçok insanın yaşadığı tecrübeler bulunmaktadır. Bu sebeple, insanlar cinlerle mücadele etmek istediklerinde doğru adımlar atmalı, öncelikle kendilerini korumalı ve dualarla kendilerine yardımcı olunmalıdır.
Cinler Nasıl Musallat Olur, Belirtileri Nelerdir?
Cinler hakkında şehir efsaneleri anlatıla durur. Bazılarına göre gerçek varlıklar, bazılarına göre ise sadece hayal ürünüdür. Öncelikle cinlerin varlığı tartışmalıdır ancak özellikle bazı kültürlerde cinlere karşı çeşitli korunma yöntemleri uygulandığı bilinmektedir. Cinlerin musallat olmasının nedeni ne olabilir? Genellikle kişinin kötü hayat koşullarından kaynaklandığı düşünülmektedir. Örneğin, aşırı stres, kötü alışkanlıklar veya aşırı alkol tüketimi gibi durumlar, kişi daha savunmasız hale getirir ve böylece cinlerin musallat olma olasılığı artar. - Cin musallatının belirtileri nelerdir? Cin musallatının belirtileri çoğu zaman garip veya korkunç şekillerde ortaya çıkabilir. Örneğin, evde garip sesler duymak veya garip olaylar yaşamak gibi şeyler musallat olma belirtileri olabilir. Ayrıca kişi uyku bozukluğu gibi semptomlardan da mustarip olabilir. - Cinlerle başa çıkmanın yolları nelerdir? Cinlerle başa çıkmanın yolları arasında aşağıdaki yöntemler yer alır: Yöntem Özet Okumak Kutsal kitaplardan ya da dua kitaplarından okumak Duayı algılama Dua okurken gerçekten anlamaya çalışmak ve odaklanmak Profesyonel yardım almak Bir medyuma ya da cinlerle mücadele uzmanına başvurmak Sonuç olarak, cin varlığı ve cin musallatı konusu tartışmalıdır ancak insanların bu konuya dair endişeleri de dikkate alınmalıdır. Cin musallatı belirtileri arasında garip olaylar, uyku bozuklukları ve ani duygu değişiklikleri yer alabilir. Ancak cinlerle baş etmek için bazı yöntemler mevcuttur ve profesyonel yardım alma seçeneği de her zaman bir seçenektir.
Cinlerin İnsanlar Üzerindeki Etkileri Nelerdir?
Cinler, insanlar üzerinde birçok etkiye sahip olabilirler. Bu etkiler genellikle negatif etkilerdir. Cinlerin insanlar üzerindeki etkileri, kişinin ruh haline, ruh sağlığına, fiziksel sağlığına ve hatta ekonomisine kadar birçok şeyi etkileyebilir. Cinlerin insanlar üzerindeki etkileri, kişinin ruh halinde değişiklikler yaratabilir. Kişiler cin musallatı olduğu zaman, genellikle sürekli olarak endişeli, korkulu ve huzursuzdur. Bu kişiler, normalde yaptığı şeylerden zevk almazlar ve genellikle alelade davranışlarda bulunurlar. Bunun nedeni, cinlerin kişinin peşine nüfuz etmesidir. - Endişeli, korkulu ve huzursuz olmak - Eylemleri sınırlandırmak, sıradan işlere ilgi kaybı Cinlerin insanlar üzerindeki etkileri, kişinin ruh sağlığına da zarar verebilir. Cin musallatı olan kişiler, depresyon, anksiyete, uyku bozuklukları gibi çeşitli ruh sağlığı sorunları yaşayabilirler. Bununla birlikte, cinler ayrıca daha ciddi zihinsel hastalıklara da neden olabilirler. - Depresyon - Anksiyete - Uyku bozuklukları - Zihinsel Özür Cinlerin insanlar üzerindeki etkileri, fiziksel sağlıklarını etkileyebilir. Bu etkiler, kişinin enerji seviyelerindeki azalmayı da içerir. Bir kişinin cin musallatı olduğunu düşünürseniz, o zaman vücudunuzdaki enerji seviyelerine dikkat edin. Cinlerin varlığı, enerjinizi çeker ve eksilme yaşayabilirsiniz. Bu enerji seviyesindeki düşüş, kişinin arkasında yorgunluk, bitkinlik ve halsizlik bırakabilir. Fiziksel Etkileri Aktivite Kaybı Enerji Kaybı Baş Ağrıları Uykusuzluk Düşük Enerji Düzeyi İştah Kaybı Yemek Yeme Alışkanlığı Kaybı Zayıf Cinsel İstek Cin musallatı olan kişiler, genellikle maddi zorluklarla karşı karşıya kalırlar. Bu insanlar, genellikle beklenmedik ve istenmeyen masraflarla karşılaşırlar. Ayrıca, çeşitli maddi kayıplara da uğrayabilirler. - Maddi Kayıplar - Beklenmedik Masraflar Cinlerin insanlar üzerindeki etkileri, genellikle olumsuz olmasına rağmen, bu tür durumlardan kurtulmak mümkündür. Cinlerle başa çıkmanın yolları vardır ve bu, cinlerle mücadele edebilecek bilgi, beceri ve yardımcıların bulunması anlamına gelir. Cinlerle mücadele ederken, dua etmek, Kuran okumak ve cinleri uzaklaştırmak için bazı ritüeller yapmak gibi birçok şey yapılabilir.
Cin Musallatı Belirtileri Nelerdir?
Cinlerin varlığı, yüzyıllardır insanları rahatsız etmiştir. Ancak, hala tartışmalar devam etmektedir. Bazı insanlar bu varlıkların gerçek olduğuna inanırken, bazıları ise onların sadece masallarda ya da filmlerde olduğunu düşünmektedir. Ancak, dünya genelinde birçok insan, cin musallatı yaşadığına inanıyor. Bunun yanı sıra, birçok insan, cin musallatından şüphelenebilir. Peki, bu durumda ne yapmalı ve hangi belirtiler cin musallatının varlığını göstermektedir? - Uyku Düzensizlikleri: Cin musallatı, kişinin uyku düzenini bozabilir. Kişi gece boyunca uykusuzluk, kabuslar ya da sürekli uyanıklık yaşayabilir. - Fiziksel Ağrılar: Kişi, cin musallatı yaşadığında, beklenmedik şekilde fiziksel ağrılar veya hastalıklar yaşayabilir. Bu ağrılar, baş ağrısı, sırt ağrısı, kas ağrısı gibi farklı şekillerde ortaya çıkabilir. - Davranışsal Değişiklikler: Cin musallatı, kişinin davranışlarını değiştirebilir. Kişi ani öfke nöbetleri, depresyon, anksiyete veya takıntılı düşünceler yaşayabilir. Belirtiler Açıklamalar Uyku Düzensizlikleri Kişi gece boyunca uykusuzluk, kabuslar ya da sürekli uyanıklık yaşayabilir. Fiziksel Ağrılar Kişi, beklenmedik şekilde fiziksel ağrılar veya hastalıklar yaşayabilir. Bu ağrılar, baş ağrısı, sırt ağrısı, kas ağrısı gibi farklı şekillerde ortaya çıkabilir. Davranışsal Değişiklikler Kişi ani öfke nöbetleri, depresyon, anksiyete veya takıntılı düşünceler yaşayabilir. Cin musallatı belirtileri, kişiden kişiye değişebilir. Ancak, yukarıda belirtilen belirtiler, kişinin bir cin musallatından şüphelenmesine neden olabilir. Eğer sizde bu belirtileri yaşıyorsanız, bir uzmana başvurmanızı öneririz. Ayrıca, evinizdeki enerjileri dengelemek ve negatif enerjiyi uzaklaştırmak için farklı yöntemler de bulunmaktadır. Bu yöntemler ile evinizin ve kendinizin enerjisini dengeleyebilirsiniz.
Cinlerle Başa Çıkmanın Yolları Nelerdir?
Cinlerle başa çıkmak, insanların yaşamlarında sıklıkla karşılaştıkları bir konudur. İnanışa göre cinler, varlık dünyası içinde yer alan ve insanlara zarar verebilecek özelliklere sahip doğaüstü varlıklardır. Peki cinlerle başa çıkmak için neler yapmak gerekir? - Cinlerle Mücadele Duası: İslami kaynaklarda yer alan cinlerle başa çıkmak için birçok dua bulunur. Bu dualar, cinlerin zararlarına karşı korunmak için okunur ve etkili olabilir. Kendinize veya sevdiklerinize uygun bir dua seçerek düzenli olarak okumaya başlayabilirsiniz. - Evde Temizlik: Temizliksiz evlerin cinlerin sıkça ziyaret ettiği yerler olduğu düşünülür. Bu nedenle, evinizin temiz ve düzenli olmasına özen gösterin. Ayrıca evinize koruyucu semboller yerleştirebilirsiniz. - İyi İnsan Olmak: Cinlerin, insanların olumsuz duygu ve davranışlarından etkilendiği düşünülür. Bu nedenle, iyi bir insan olmak ve başkalarına yardımcı olmak cinlerle başa çıkmak için oldukça etkili bir yoldur. - Ruhani Korunma: Cinlere karşı fiziksel ve ruhani korunma sağlamak için bazı yöntemler vardır. Bu yöntemler arasında nazar boncuğu takmak veya perçemli yazılar yazdırmak yer alır. Ayrıca, sıkıntılı bir durumda olduğunuzda kendinizi korumak için olumlu düşünceler besleyin. Cinlerle başa çıkmak için birçok yöntem vardır. Bunların arasında imanlı olmak, iyi bir insan olmak ve ruhani korunma sağlamak yer alır. Bu yöntemlerin yanı sıra düzenli olarak dua etmek ve evinizin temiz ve düzenli olmasına özen göstermek de cinlerle başa çıkmak için oldukça etkilidir. Cinlerin Sebebi Nedir Ve Nasıl Korunulur? Cinlerin Sebebi Nedir? Cinler varlıkları inancı pek çok kültürde rastlanan, genellikle kötü niyetli oldukları düşünülen, insanların üzerinde etkilere sahip olduklarına inanılan bir varlık. Ancak, cinlerin varlığına yönelik bilimsel bir kanıt yoktur. İnanışa göre cinlerin sebebi, şeytanın yaratıkları olmalarıdır. Dini kaynaklara göre, iblisin belirli özellikleri olan bir tür yaratıklarıdır. İslam dininde cinlerin, insanlar gibi yaratılan canlılar olduğu ve iyi ve kötü cinler olarak sınıflandırıldığına inanılır. Cinlerin şeytani özelliklerinin, insanların kötü davranışlarına yol açtığı düşünülmektedir. Cinlerden Nasıl Korunulur? - Cinlere inanmak onları davet etmek anlamına gelebilir. Bu nedenle, cinlerin varlığına inanmamak önemlidir. - Cinlerin varlığına inanmakla beraber, onlarla temasa geçmeyin, ruh çağırmayın veya talimatlarını izlemeyin. - İyi bir davranış sergilemek, doğru düşünmek, Allah'a ibadet etmek ve şükran duymak cinlerden korunmanın en etkili yoludur. - Evlerinizde namaz kılın, Kur'an okuyun ve Allah'ın adını anın. Bu, hem cinlerin girmesini engeller hem de evinizi bereketlendirir. Cinlere Karşı Önlemler Cinlere Karşı Öneriler Cinlerin varlığına inanmamak İyi davranış sergilemek Cinlerle temasa geçmemek Allah'a ibadet etmek Evde namaz kılmak Kur'an okumak ve Allah'ın adını anmak Bu öneriler cinlerden korunmak için etkili yolardır. Ancak, cinlerin varlığına inanmayanlar için herhangi bir önlem almak gerekli değildir. Cinler bir inanıştır, gerçekliğe dayanmayan bir inanıştır. Dolayısıyla, inanmayanlar için cinlerin etkisinden kurtulmak için herhangi bir önlem almak gerekli değildir. Büyü ve Cinler ile ilgili yazılarımı da inceleyebilirsiniz. Read the full article
0 notes
Photo
Savaş Koalisyonuna Karşı Sosyalistlerin Manifestosu
Rus hükümeti barış ve istikrar vaatlerine ihanet ederek ülkeyi savaşa ve ekonomik felakete sürükledi. Tarihteki herhangi bir savaş gibi, bu da hepimizi kutuplara ayırıyor: Savaştan yana ve savaşa karşı olanlar. Kremlin propagandası, bizi ulusun hükümetin arkasında toplandığına ve barış isteyenlerin acınası dönekler, Batı yanlısı liberaller ve düşmanın paralı askerleri olduğuna ikna etmeye çalışıyor. Bu savunulamaz bir yalandır. Bu kez Kremlin'deki ihtiyarlar azınlıkta. Rusların büyük bölümü, hala Rus hükümetine inansalar bile bir kardeş savaşı istemiyorlar. Rusya'nın propagandacılarının çizdiği dünyanın gözleri önünde nasıl parçalandığını görmemek için ellerinden geldiğince gözlerini kapatıyorlar. Birçoğu hala bunun bir savaş, saldırgan bir savaş değil, Ukrayna halkını "kurtarmak" için tasarlanmış "özel bir operasyon" olmasını umuyor. Şehirlerin vahşice bombalanması ve bombardımanların arkada bıraktığı korkunç görüntüler çok geçmeden bu efsaneleri yerle bir edecek. Ve sonra Putin'in en sadık seçmenleri bile diyecekler ki, 'biz size bu haksız savaş için onay vermedik!'
Daha bugün, ülkenin dört bir yanında on milyonlarca insan, Putin yönetiminin eylemlerinden duydukları korku ve tiksintiyi dile getirdiler. Bunlar farklı inanışlara sahip insanlar. Propagandacıların iddia ettiği gibi çoğu liberal değil. Bunların arasında solcu, sosyalist veya komünist görüşlere sahip çok sayıda insan var. Ve elbette, bu insanlar – halkımızın çoğunluğu – gerçek vatanseverlerdir. Bize bu savaşa karşı çıkanların ikiyüzlü oldukları onların savaşa karşı değil, Batı'nın yanında durdukları söylendi. Bu bir yalan. ABD'nin ve emperyalist politikalarının hiçbir zaman destekçisi olmadık. Ukrayna birlikleri Donetsk ve Luhansk'ı bombaladığında sessiz kalmadık. Şimdi Kharkov, Kiev ve Odessa, Putin ve kamarilla'nın emriyle bombalanırken de susmayacağız. Savaşa karşı savaşmak için pek çok neden var. Biz sosyal adalet, eşitlik ve özgürlük savunucuları için bunların bazıları özellikle önemli. • Bu haksız bir işgaldir. Rus devletine yönelik, askerlerimizi öldürmeye ve ölmeye göndermeyi gerektirecek hiçbir tehdit yok. Kimseyi "özgürleştirmiyorlar". Herhangi bir halk hareketine yardım etmiyorlar. Rusya'yı sonsuza kadar kontrol altında tutmayı hayal eden bir avuç milyarderin emriyle barışçıl Ukrayna kasabalarını yerle bir eden düzenli bir ordudan başka bir şey değiller.
• Bu savaş, halklarımız için hesap edilemeyecek çapta felaketler üretiyor. Hem Ukraynalılar hem de Ruslar bunun bedelini kanlarıyla ödüyorlar. Ortalık yatıştıktan çok sonra da, yoksulluk, enflasyon ve işsizlik herkesi mağdur etmeye devam edecek. Faturayı ödeyenler oligarklar ve bürokratlar değil, yoksul öğretmenler, işçiler, emekliler ve işsizler. Birçoğumuzun çocuklarımızı beslemek için hiçbir çaresi olmayacak. • Bu savaş Ukrayna'yı bir moloz yığınına, Rusya'yı hapishaneye çevirecek. Muhalefet medyası zaten kapatıldı. İnsanlar broşürleri, kimseye bir zararı olmayan grevleri, hatta sosyal ağlardaki gönderileri paylaştığı için parmaklıklar ardına konuyor. Yakında Rusların tek seçeneği olacak: mahpusluk veya askerlik. Savaş, yaşayan kuşakların gördüğü hiçbir şeye benzemeyen diktatörlükler üretiyor.
• Bu savaş ülkemize yönelik tüm risk ve tehditleri kat kat artırıyor. Bir hafta önce Rusya'ya sempati duyan Ukraynalılar bile şimdi askerlerimizle savaşmak için milislere katılıyor. Putin saldırganlığıyla, Ukraynalı milliyetçilerin tüm suçlarını, ABD ve NATO şahinlerinin tüm entrikalarını geçersiz kıldı. Putin onlara sınırlarımız boyunca yeni füzeler ve askeri üsler yerleştirmenin gerekçelerini verdi.
• Son olarak, barış için savaşmak her Rus'un vatan görevidir. Sadece tarihin en kötü savaşının hatırasının bekçileri olduğumuz için değil, aynı zamanda bu savaş Rusya'nın bütünlüğünü ve varlığını tehdit ettiği için.
Putin kendi kaderini ülkemizin kaderiyle ilişkilendirmeye çalışıyor. Başarılı olursa, kaçınılmaz yenilgisi tüm ulusun yenilgisi olacaktır. O zaman gerçekten de savaş sonrası Almanya'nın kaderiyle yüzleşebiliriz: İşgal, toprak paylaşımı, toplu suçluluk kültü.
Bu felaketleri önlemenin tek bir yolu var. Biz kendimiz, Rusya'nın erkekleri ve kadınları, bu savaşı durdurmalıyız. Bu ülke bize ait, saraylarda ve yatlarda yaşayan bir avuç zavallı yaşlı adama değil. Ülkemizi geri almanın zamanı geldi. Savaş Rusya değil. Savaş Putin ve rejimidir. Bu yüzden biz Rus sosyalistleri ve komünistleri bu canice savaşa karşıyız. Rusya'yı kurtarmak için bunu durdurmak istiyoruz. Müdahaleye hayır! Diktatörlüğe hayır! Yoksulluğa hayır! (AEK)
2 notes
·
View notes
Text
"Tarihi kazananlar yazar. Efsaneleri halk dokur. Yazarlar hayal eder. Yadsınamayan tek şey ölümdür."
4 notes
·
View notes
Photo
Geyik Ata (Eli Ecege, Keyik, Kiyik, Giyik, Sığın, Sıgun, Bulan, Bolan, Puğu, Buğu) Türk, Moğol ve Altay mitolojilerinde Geyik Tanrı. Geyik sürülerinin başında bulunup idare eden geyiğe Gökgeyik ve Göksığın adı verilir. Masal kahramanları veya söylence kişileri bir geyiği kovalar ve peşinden bir mağaraya girer. Burada çoğu zaman güzel bir kıza rastlar. Geyikli Baba gibi erenler halk kültüründe sıklıkla yer alır. Hacı Bektaş-ı Veli gibi erenler de geyik donuna bürünebilirler. Kırgız yazar Cengiz Aytmatov'un Beyaz Gemi adlı kısa romanında Buğu (sözlük anlamı Geyik) boyunun efsaneleri de nakledilmektedir. Buna göre, katliama uğrayan Buğu boyundan arda kalan bir erkek ve bir kız çocuğu, yavrusu insanlar tarafından avlanan Boynuzlu Geyik Ana tarafından emzirilerek büyütüldüğü ve mevcut Buğu boyunun bu iki çocuktan yeniden çoğaldığı rivayet edilir. Bu nedenle de başta Boynuzlu Geyik Ana olmak üzere tüm geyikler "kutsal" ve "ata" sayılırlar. Buğu boyundan gelenler çağlar boyunca bu kutsiyet nedeniyle ana babalarının mezarlarına, saygı ifadesi olarak geyik boynuzu dikerler. Isık Göl çevresindeki mezarlarda günümüzde de bu geleneği sürdürenler bulunmaktadır. #türk #türkiye #türklük #türkçülük #milliyetçilik #alperen #turan #bozkurt #ülkü #ülkücü #ötüken #başbuğ #atsız #mitoloji #tarih #ülküocakları #ülkücülük #türkiyecumhuriyeti #turkey #turkiye #turkey🇹🇷 #turki #turkiyem #türkiyem🇹🇷 #alparslantürkeş #muhsinyazıcıoğlu https://www.instagram.com/p/B6JjFOmFDMT/?igshid=ba3jdoop8e85
#türk#türkiye#türklük#türkçülük#milliyetçilik#alperen#turan#bozkurt#ülkü#ülkücü#ötüken#başbuğ#atsız#mitoloji#tarih#ülküocakları#ülkücülük#türkiyecumhuriyeti#turkey#turkiye#turkey🇹🇷#turki#turkiyem#türkiyem🇹🇷#alparslantürkeş#muhsinyazıcıoğlu
1 note
·
View note
Text
Yollarda-6 Ovacık / Pulur
Tunceli merkezden Ovacık'a minibüsler Çarşı Café’nin hemen yukarısından kalkıyor. Sabah 9′dan akşam saat 6'ya kadar minibüs var, yalnız dönüşte dikkat edin; saatler tamamen farklı, örneğin dönüş için son minibüs akşam saat dört buçukta olabiliyor.
Ekim ayında güneş yaza göre daha erken batıyor. Giderken karanlığa kaldığım için yol manzarasını göremedim, tavsiyem, günbatımından önce yola çıkarsanız manzarayı kaçırmamış olursunuz.
Medyada, özellikle de sosyal medyada Ovacık hakkında anlatılanları okuyunca, "herkesin vızır vızır arı gibi çalıştığı, zengin, her gün yüzlerce kişinin katıldığı halk meclisleri yapılan, sürekli sosyal etkinlik düzenlenen gösterişli, İsviçre kasabası kıvamında bir yer" hayal etmedim değil...O kadar beklenti biraz fazla kaçıyor tabi. Ekim ayı olduğu için, biraz da kaymakamlık makamı etkinlikleri kösteklediğinden olsa gerek, öyle dışarıdan hemen sezilen büyük bir sosyal faaliyet yoktu ilçede. Bununla birlikte artık Anadolu'da az bulunan bir güzellik buldum Ovacık'ta: HUZUR! Sokakları, havası, insanları huzurlu. Belki son yıllarda yaygınlaşan doğal tarım-arıcılık-turizm sayesinde ilçede yaşayan neredeyse herkesin iş bulabiliyor olması, yaşam standardının artması, belki -şu ya da bu şekilde- nispeten barış koşullarının süregelmesi, belki dağlarla çevrili doğanın güzelliği, manzaranın betonla kapanmamış olmasının getirdiği ferahlık hissi... büyük olasılıkla da bütün bu etkenlerin birleşmesi sonucu Ovacık'ta tatlı bir huzur var.
Ekim 2018 itibarıyla ilçede 3 otel vardı: Doğa Turistik otel, Munzur otel, Meyman otel. Ben Meyman’da kaldım, oldukça rahat ve temizdi. Diğerlerinin de iyi olduğunu duydum. Bir de Öğretmen Evi var ama ne zaman yer olup olmayacağı belli olmuyor. Ertesi gün, beraberimde Elazığ’dan günübirlik gelen iki arkadaşla ilçenin önemli bir atraksiyonu olan “Gözeleri” ziyaret ettim. Ovacık merkezden taksiyle 20-25 dakika uzaklıktaki Ziyaret köyünün yakınında, kayaların arasından kaynayan sular Munzur Çayının ana kaynağını oluşturuyor. Arabanız yoksa, Gözelere tek gidiş yolu taksi: hesaplı olması için 2-3 kişi birleşip gitmenizi ve dönüş için şoförün telefon numarasını almanızı tavsiye ederim.
Kayaların içinden çıkan su soğuk... “Ne kadar soğuk olabilir ki?” demeyin, hakikaten soğuk. Hem bizi getiren taksi şoförü, hem de varınca ayaküstü tanışıp sohbet ettiğimiz, Ziyaret köyünden arkadaşlar bize “Elinizi tutun bakalım kaç saniye tutabileceksiniz” deyince denedik. Su sürekli hareket halinde olduğu için gerçekten elin bütün ısısını alıyor. 6 derecelik denizde yüzmüş biri olarak ben bile ancak 25 saniye dayanabildim.
Gözelerin bir ilginçliği de suyun içinde yer yer bulut gibi görünen beyazlıklar. Denizbilimci olarak açıklamak bana düştü. İlk önce “kalsiyum olabilir” dedim, ama beyazlığın çıkış noktasının biraz ilerisinde kaybolması nedeniyle bu açıklamamdan kendim de tatmin olamadım. Daha akla yatkın bir olasılık: hava kabarcıkları. Kayanın altındaki basınçlı ortamdan gelen sudaki çözünmüş gazlar, basınç düşünce (ya da sıcaklık artınca) kabarcığa dönüşüyor. Kapağı açılmış bir gazoz gibi. Tabi bunun başka bir açıklaması da olabilir, ama benim tezim hava kabarcıkları.
Gözeler, kültürel açıdan Dersim insanı için çok özel, hatta neredeyse kutsal bir yer. Munzur çayının çıkış noktası ile ilgili bir çok efsane var, özellikle de “Munzur Baba (Munzir Bava)” efsanesi. Buna göre Gözeler, Munzur isimli çobanın taşıdığı tastaki sütün yere dökülmesiyle ortaya çıkıyor, ama efsanenin değişik versiyonları var ve orijinal halinin hangisi olduğu da tartışma konusu. Bu efsaneleri hakkını vererek burada alıntılamak çok zor, ama merak edenler için internet üzerinde bir kaç link buldum:
http://metinkahraman.blogcu.com/munzir-bava-munzur-baba-efsanesi-ve-tragedyasi/680010
http://siyahhortum.blogcu.com/dersim-efsaneleri-munzur-baba-efsanesi-duzgun-baba-efsanesi-su/1677235
http://www.ozgurdersim.com/haber/bir-kentin-yasayan-efsanesi-munzur-gozeleri-11688.htm
Linkini verdiğim ilk blogda belirtildiği gibi, efsanenin “hacca giden ağa” versiyonu Dersim’deki inanç sistemi ile çelişiyor, sanırım özgün versiyonu aşağıdaki linkte anlatılan gibidir:
https://www.tunceliemek.com.tr/NewsDetail/Munzur-Ziyaretgahi-ve-Peyzaj-Projesine-Dair-Birkac-Soz/169/39813
Gözeleri ve Ziyaret köyünü gezdikten ve köyün kahvesinde biramızı yudumladıktan sonra -ve evet Anadolu’da bir köy kahvesinde oturup huzur içinde bira içmek çok güzel bir duygu- bizi getiren taksiyi arayıp Ovacık merkeze geri döndük. Akşam yemeği için seçtiğimiz yer, yine ilçenin turistik atraksiyonlarından biri olan “Cuba Café” idi. Ovacık’ta çok güzel kafeler var, ama burası adı ve konseptiyle öne çıkan bir yer. Menüden yemek seçerken, Rosa Luxemburg ya da Che Guevara gibi kişiliklerin dünyayı güzelleştiren alıntılarıyla karşılaşabiliyorsunuz. Aşağıdaki alıntı da kafeye gelen misafire iyi ki hareket etmişim, kalkıp gelmişim, görüp öğreniyorum dedirtiyor:
“Hareket etmeyen, zincirlerini fark edemez. Özgür insan başka türlü karar verme imkanı olan insandır.” (Rosa Luxembourg)
Akşamları çok geç uyunmuyor Ovacık’ta, gece hayatı pek yok. Çay ve bira içilebilen mekanlar var. İnsanlar hoşsohbet. Söz siyasete gelirse, ve eğer sizi iyi tanımıyorlarsa doğal olarak temkinli yaklaşıyor, fazla suya sabuna dokunmayan bir-iki genel yorum yapıp konuyu değiştiriyorlar. Yine de, bu “suya sabuna dokunmayan yorumlar” bile Türkiye standartlarında alışık olduğunuzdan çok daha seviyeli ve birikimli.
Dersimlilerin anadili genelde “Zazaca” olarak biliniyor, yöreye göre değişiklik gösteriyor (Kirmanckî, Kirdkî, Zazakî, Dimilkî … diye de adlandırılıyor) Bir Kürt lehçesi mi yoksa aynı Hint-Avrupa dil ailesinin ayrı bir kolu mu olduğu konusunda tartışmalar var. Bu konuda kararı dilbilmciler verecek sanırım. Ancak, Zazaca kaybolma tehlikesi altında bir dil. Neyse ki Dersimliler, dünyada yalnızca Anadolu’da bulabileceğiniz bu dili ve kültürü yaşatma sorumluluğunu üstlenmişler. Örneğin, kitabevlerinde Zazaca dilbilgisi kitapları, ya da sokaklarda bazen iki dilde yazılmış bir trafik tabelası görebiliyorsunuz:
Akşam buz gibi soğuk çöküyor ekim ayında, güneşin batışından sonraki 1 saat içinde hava 15 derece birden soğuyor. Erken yatma amacıyla otele gidip televizyon-internet derken yine geç uyuyunca sabah da geç kalktım. Öğlene doğru Ovacık balı ve yumurtası ile güzel bir kahvaltı yaptım:
Kahvaltı tabağında daha birkaç dilim leziz peynir, doğal kaymak ve sanırım bir dilim salam da vardı ama temiz havanın etkisiyle nasıl acıktıysam artık, tabağın yarısını mideye indirdikten sonra aklıma geldi fotoğraf çekmek. Bal hakikaten bir efsane.
Kahvaltıdan sonra ilçeyi bu kadar ünlendiren belediyesini gezmeye gidiyorum. Binanın kapısı gerçekten de sonuna kadar açık ve girişi gerçekten de kütüphane. Kitaplara göz atayım derken oturup bir tanesini yarım saat okuyorum. Girişin yan tarafındaki ofiste ise arı gibi çalışılıyor, çuvallar geliyor, çuvallar gidiyor, organik nohut, fasulye ve tarım ürünü siparişleri Türkiye’nin dört bir yanına yetiştiriliyor. Elde edilen gelirin önemli bir kısmıyla da öğrencilere burs veriliyor.
Belediyenin üst katı aynı zamanda sanat galerisi gibi, duvarlarda Ovacıklı ve Dersimli sanatçıların eserleri var.
Belediye başkanı Maçoğlu’nun odasında olduğunu öğrenince sevinip kitabını imzalatmak için beklemeye başladım. “Kitabını” derken, aslında kitabı yazan Erdal Emre, ama kitaptaki anlatımlar Maçoğlu’ya ait. Röportaj şeklinde yazılmış biyografi de denebilir.
2-3 dakika bekledikten sonra beni ve bekleyen diğer kişiyi içeri aldılar. Başkanın iki toplantısı arasındaki 5 dakika zarfında bir çayını içtik. O arada hem kitabını imzaladı, benim hal hatırımı sordu, Ovacık izlenimlerimi dinledi, hem de işyeri sahibi hanımın şikayetini alıp bürokratik bir sorunu çözdü, sonra da “Kusura bakmayın bu Kaymakamlık toplantısına gitmek mecburiyetindeyim” diyerek kalktı. El sıkışırken, biraz klişe bir soru olduğunu bile bile “Burada çok güzel işler yapılıyor, nasıl katkıda bulunabiliriz?” diye sordum. “Birçok öğrenciye burs veriyoruz ama halen ihtiyacı olan çok öğrencimiz var. Düzenli olduğu sürece katkı miktarının azlığı çokluğu önemli değil, öğrencilere doğrudan burs verebilirsiniz” dedi ve beni kâtibe yöneltti. Kâtiple de e-posta adreslerini değişip, burs konusunu çevremdekilere duyurma sözü verdikten sonra bu telâşsız, ama çok iş gören belediye binasından çıkıp çay içmeye gittim.
Akşamüzeri ise Hozat yolundan Munzur ırmağına doğru gidip birkaç fotoğraf çektim. Gerçekten keyifli bir yol.
Munzur ırmağı üzerindeki köprü zamanında çökmüş ya da yıkılmış, yeniden yapılmış:
Irmağı geçince karşıma dağ evi ve kayak merkezi çıktı, gitmişken oraya da uğrayayım dedim. Kayak sezonu başlamamış ama resepsiyonda görevliler var yine de. Teorik olarak konaklamak mümkün, fakat kafeterya daha işletilmiyor, bazı hizmetler birkaç hafta sonra verilecek... Yani anladığım ve gördüğüm kadarıyla, dağ evi kar ancak yağdıktan sonra gidip kalınacak bir yer...
Dönüşte arı kovanlarının bir kısmını görebildim, bir de Ovacık’tan bir kaç güzel kare yakaladım.
Ertesi gün ayrıldım Ovacık’tan. Huzuru, verdiği ferahlık hissi, manzarası, tertemiz havası ve güzel insanlarının yaptığı umut veren, güzel çalışmaları içime işledi. İyi ki gelmişim. Ilk fırsatta tekrar gideceğime, geri döneceğime eminim.
1 note
·
View note
Text
İMREN ERŞEN OYA MÜZESİNDE TARİHİ BULUŞMA
İMREN ERŞEN OYA MÜZESİNDE TARİHİ BULUŞMA
Türk sinemasının yaşayan efsaneleri usta sanatçılar Türkan Şoray ve Kadir İnanır, uzun yıllar sonra Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen’in davetiyle “İmren Erşen Oya Müzesi”nin açılışında bir araya geldi. Anadolu halk sanatının en güzel örneklerini yansıtan müze, rüya gibi bir açılış törenine sahne oldu.
View On WordPress
0 notes
Photo
ANADOLU EFSANELERİ - MUNZUR BABA EFSANESİ (on Wattpad) https://www.wattpad.com/1228118437-anadolu-efsaneleri%CC%87-munzur-baba-efsanesi%CC%87?utm_source=web&utm_medium=tumblr&utm_content=share_reading&wp_uname=KahramanBatuk&wp_originator=KpjXnyqek2mnV%2FBMabwe3%2Bx0ZqQTERtaOwm8pIAKIY6997tneNzmF2SCTI3IFM1sD9rKmXHRtkz8YatI6RCX%2BVuo%2F2F0h3OTDWW%2FN75XjWKMEWln0kG6CAe%2FR0o4wro%2B ANADOLU EFSANELERİ E-Kitap Açıklaması Efsane, batı dillerine aynı Latince kökten "legendus" sözcüğünden gelmiştir. Efsane, Farsça bir sözcük olup "efsane" diye kullanılmaktadır. Türkçede efsane karşılığı olarak "söylence" önerilmiştir. Kişi, yer ve olayları konu alan, inandırıcılık özelliğine sahip, çoğu zaman olağanüstülüklere yer veren, belirli bir üsluba ve şekle bağlı olmayan, kaynaklarını genellikle geçmişin derinliklerinden alan kısa, yalın, ağızdan ağıza aktarılan ortak (anonim) halk anlatılarıdır. Genelde ortak (anonim) halk edebiyatının, özelde ise Türk halk edebiyatının en önemli ürünlerinden olan "efsaneler", dünya halk kültürlerindeki çeşitli ortak motifler üstüne kurulmuşlardır. Taşıdıkları sosyolojik, psikolojik, etik, ekonomik iletilerle aynı zamanda bir "halk eğitim aracı" oldukları da görülür. Efsanelerin konularını belirli bir olay, yer veya kişi oluşturur.Bu nedenle de efsanelerin "inandırıcılık" özellikleri vardır. Konularına göre sınıflandırılırlar ve evrensel bir halk kültürü oluştururlar. Halk kültürünün değerli kalıtlarından olan efsanelerin ayrıca, gelenek ve görenekleri korumak, insanlara ders vermek, konu aldıkları olaylara, kişilere ve yerlere saygınlık kazandırmak, insanların iyiye, güzele yönelmelerini sağlamak, yaşama umudunu ve sevincini artırmak gibi toplum yaşamında önemli işlevleri vardır.
0 notes
Video
youtube
ROTTWEILER
Rottweiler Yavrusu
05323438041 Köpek Kulübü üretim ve satış merkezinden macar rottweiler yavrusu Koruma köpekleri sınıfında en bilinen ırkların başında Rottweiler gelmektedir. Rottweiler yavrusu ülkemizde 90'lı yılların sonlarında ismini duyurmaya başlamış ve o zamanın Türkiye'sinde üretiminin yok denilecek kadar az olmasından dolayı rottweiler yavrularının temini yurt dışından Rusya, Macaristan, Sırbistan, Bulgaristan gibi ülkelerde kaçak yollarla ülkemize getirilmek suretiyle yeni ailelerine teslimleri yapılmaktaydı.
Rottweiler, aslında bir çok yazımda ve blok sayfamda da belirttiğim gibi, rottweiler ırkının Macar rottweiler yavrusu, Alman rottweiler yavrusu gibi sınıflandırılması literatüre etik değildir, Lakin ülkemizde bazı köpek ırklarının halk arasında sınıflandırılmasından dolayı safkan rottweiler ırkına da Macar Rottweiler ırkı olarak adlandırılmaktadır. Şehir efsaneleri o kadar çok bilgisizce üretilip kamuoyuna servis edildi ki, bu köpeğin büyüdüğünde beyninin kafatasına sığmadığı için öldüğü, 7 yaşından sonra kendini kaybedip sahibini yediğine kadar bir çok hikayeler bilgi altyapısı olmayan insanlar tarafından üretilerek gerçekmiş gibi yayıldı.
https://www.facebook.com/rottweiler.yavrusu/
1 note
·
View note
Photo
Meme Kanserinde Bilinmesi Gereken 15 Gerçek “Ekim ayı Meme Kanseri Farkındalık Ayı” dolayısıyla erken tanının hayat kurtardığına dikkat çeken Prof. Dr. Metin Çakmakçı, meme kanseriyle ilgili halk arasında birçok yanlış bilginin paylaşıldığına dikkat çekerek, meme kanseriyle ilgili kulaktan kulağa dolaşan şehir efsaneleri ile ilgili doğru bilgileri paylaştı.
0 notes