#gece gece nereden bulayım şimdi
Explore tagged Tumblr posts
Text
Canım aşırı soğuk baklava istedi
#niye bu kadar bekledin ki#saçma sapan saatlerde canımın bir şeyler çekmesinden çok sıkıldım#yeter gerçekten ya#gece gece nereden bulayım şimdi#içimde bir şey kalsın istemiyorum tamam güzel iyi hoş#ama canım can değil
1 note
·
View note
Text
evden eve seks 3
daha önce yazmıştım oyuna gelip 3 erkek beni tehdit ile şantaj ile sıkıyordu. Şimdi bunların arasından birinin karısını Hüseyin e ve bana muayene için gelen erkeklere nasıl sattığımı onun üzerinden 0 km Audi A6 aldığımı anlatacağım. Hüseyin her gelişimde Yeliz i sikmek istiyorum ama kardeşimin karısı kardeşimden çekiniyorum derdi. Bir gün Yeliz bana muayene olmaya geldi laf lafı açtı Hüseyin in bana anlattıklarını anlattım Yeliz ne yalan söyleyeyim bende o koca yarağı yemeyi çok istiyorum ama kocan işte ne desem bilmiyorum dedi . O gece Hüseyin beni sikmeye geldi sana bir şey söylemek istiyorum ama nereden başlamalı bilmiyorum dedim sikişi yarıda bıraktı söyle ne olur ne istersen yaparım dedi ben Yeliz in senin yarağını çok istediğini fakat kocasının ne tepki vereceğini bilmediği için seni düşünerek mastürbasyon yapıyormuş dedim Hüseyin yalnızca vayyy demek öyle dedi . Sen bir yolunu bulup bizi bir araya getir gerisini ben hallederim dedi Yeliz e verdiğim ilaçları bahane ederek muayenehaneme çağırdım. Yeliz bugün saat 4 te benim evde ol mutlaka gel dedim bana ne o orospu yoksa bana Hüseyin i mi ayarladın dedi bakalım dedim saat 3 e doğru hastalar bitmişti hemşireyi çağırdım ben yoruldum gelen olursa çağırırsın dedim eve gittim bu arada Hüseyin i aradım 3 de bende ol mutlaka dedim evime gittiğimde saat 3 olmuştu Hüseyin kapıda beni bekliyordu içeri girince hemen beni vestiyer e oturttu eğilip amını kilotlu çorabın üzerinden okşamaya başladı nasıl yaptı bilmiyorum kilotlu çorabı diliyle delip amımı emmeye başladı bende üzerimdekileri çıkarıp yere attım artık çıplaktım Hüseyin beni ters bir şekilde kucağına aldı amımı yalıyordu bana da sikini emmek düştü büyük bir iştahla yalayıp sakso çekiyordum ... Belki 20 dakika emdik birbirimizi artık sok kökle dedim yok seni sikmiyeceğim yeliz gelsin öyle dedi dediği yaptı Yeliz gelene kadar beni diliyle 2 kez orgazm etti ama Hüseyin de tık ne boşalıyor nede siki ufalıyordu saat 4 e çeyrek kala önce telefonum çaldı ardından kapı çaldı gelen Yeliz di askıdan bornozumu aldım giyinip açtım kapıyı içeri buyur canım gel dedim içeri girdi salona geçtik Hüseyin çırılçıplak geldi yanımıza benim ağzıma verdi ben Yeliz i yanıma çekil Yeliz in ağzına verdim Yeliz o kadar güzel yalıyordu ki ben bile imrenmistim Yeliz bir çırpıda soyundu ve Hüseyin in önüne domaldı Hüseyin Yeliz in amını elliyor yalıyordu Hüseyin birden geçirdi sanki ilk defa yarak yiyordu o kadar da olamazdı ama sikini çıkarttığında bızıkları sanki kanamış gibi kıpkırmızıydı tekrar soktu off yengem bir tanecik güzel yengem bitiyorum sana diyordu . Yeliz de sok kökle yengen kurban senin sikine kardeşinin sikmediği götümüde sik parçala beni kocacığım aşkım sok diyordu Hüseyin de daha hızlı girip çıkmaya başladı. Bende soyunup yanlarına gidip yelizi ölmeye okşamaya başladım alttan Hüseyin in girip çıkan sikine dilimi sürttüm Yeliz in amından çıkan zevk suları sel gibi akıyordu dayanamadım Hüseyin sikini çıkartınca ağzıma aldım sakso çekmeye başladım gerçekten amdan çıkan siki emmek çok güzel oluyormuş. Hüseyin beni domalttı Yeliz in yanına bir bana bir Yeliz e sokuyordu artık patlamak üzereydi inlemeleri sıklaşmış tuhaf inliyordu Yeliz in göt deliğine bütün döllerini boşalttı parmağını sokmaya başladı birden ağzıma verdi al şahlandır göt dağıtacağım dedi belki 5 dakika emdim ağzımdan aniden çıkarıp birden soktu Yeliz öyle bir bağırdı ki eminim komşular duymuştur Hüseyin Yeliz i sikerken Yeliz e emmesi için amımı verdim o kadar çok zevk alıyordum ben Yeliz in dil darbelerine dayanamadım orgazm oldum Hüseyin de Yeliz in göt deliğine boşaltmıştı Hüseyin boşandıktan sonra işim var daha sonra sikerim seni dedi giyinip gitti Yeliz doymadım sekse neden yarım bıraktı dedi bende sana birini bulayım mı dedim olur dedi hastanede ilk günümden beri gözlerini ayırmadan izleyen Ferhat isminde bir adam var bir şekilde onun telefon numarasını bulup aradım evde musluk kırılmış dedim adresi verip telefonu kapattım 10 dakika sonra geldi içeri aldım bende Yeliz de çırılçıplaktık önce beni sikti sonra Yeliz i sikti giyinip oturdu
42 notes
·
View notes
Text
Bi şiiri bu kadar feminen yazmak zorunda değildin umay umay :/
Oruspu Kırmızı- Umay Umay
benim yüzüm yarım, kalbim iki tane..
artık özgürüm, öyle yalnızım ki..
arabamı sağa çekip dikiz aynasında makyaj yaptım.
sana ihanetlerin en büyüğünü hazırladım,
en kanlısını; bir gün beklediğin gibi benden..
bu uzaklıktan düşsem yakalayabilir misin beni?
ne kadar kalabalığım ve ne kadarsın içimde. gözlerime bakmak istemişti herkes; nah baktırırım..
ne kadar çok şey öğrendim senden ama ne kadar az yaşadım..
ağlama bebeğim, her şeyi nefret edecek kadar çok sevdim. artık beni terk edemezsin..
bir sen bağıracaksın, bir ben susacağım. bir sen, bir ben susacağım. bir sen kıracaksın, bir ben. benim savaşım bu işte..
beni çok seveceksin, kalbimdeki ağrıyı seveceksin, kavgayı vereceğim sana, kavgayı seveceksin..
Kırmızı, sana sadece kırmızı demeliyim.
ben başaramıyorum kırmızı
hatırlamak dışında bir mucizem yok.
birşeye inandım.
birşeye ve sadece bir kere ağlayarak dansettim.
oysa hayata bağlanmak için ayağa kalkmıştım.
Daha kolay yaşamalıyım.
Metruk evlerde yaşayan ’ tam işte o kelimeydi ’
dediğim insanların arasında..
Daha kolay ama nasıl,onu da bilmiyorum.
aşk iki de bir ellerimi tutmak istiyor.
’ bir gün sen de cezanı çekersin ’ diyor.
Boşuna,ellerimi verme…
Uyutmayacağım seni,ninniler büyütmüyor çünkü.
Bahçende sıçrayan ağustos böcekleri hala saçlarımın içinde..
bir tek ben kanadım,bir tek sen gördün beni.
artık özgürüm,öyle yalnızım ki…
Doğrum yok benim.
Her yarım şey gibi.
Ne kederli,ne de mutlu.
peki ya sen! hiç hikayen yok mu senin?
“ biraz daha uyu,biraz daha hayatta kal diye tutunduğum
rüyalar beynimden yollara fışkırıyor!”
“bir nefes daha…
geleceği gördüm.kayıp duruyordu avucumdan.
belirsizliği,iğrençligini örtmüyordu.
kırmızı bir senfoni yazmak istedim,yalnız ışıkta duyulan.
çünkü beni,sadece babamın aldığı pabuçlar sevindirdi,
bayram kıyafetleri,annemin saçlarıma dokunması sevindirdi.
ikimizin tanıştığı koltuğa oturdum.
sesini silmeyi beceremedim.
en iyisi aşktı…
onu bulduğum yerde beni götürecek bir ayna aradım.”
Herşey dönüyor ve kendi etrafindaki tüm masumiyeti yok ediyor.
cehennemi sevmekten başka elimde insanca kalan ne var ki…
cehennemi ruhu hala üşüyenler için istiyorum.
kendi kötülüğümü istiyorum,son bir defa ara istiyorum.
yine aramamışsın beni.
biraz daha geç kal ki, bir şey daha bulayım…
bir gerçek daha.
hayatımdaki o işaret kayıp gidiyor gökten;
gündüze karşıysa yapayalnızım.
parlak bir hediye paketine sığdı kalbim.
yanlış bu sözcükler,yanlış.
çok ağladım,çok erkek oldum çok da kadın.
kimseyle kendimle bile yaşayamazdım.
hep yarım kaldım hep!
bana muhallebiciden tavuk göğsü alırsın.
belki,bana bir adres bile satın alırsın,çok paran vardır senin.
belki ameliyat ettirirsin; gitsin diye yüzümün diger yarısı da.
nerem varsa insan kalan…
işte orası acıtıyor.
başını derenin kenarına koy.
atını yıldızlara bağla.
dinle ama korkma,çünkü vitamin aldım,iyiyim.
ama; ya bu soluk sonsa,ağlıyorum fren seslerinin ardından gelen hıza,
kaderimin oyuncağı oldum,
sokakta aşkı buluyorum diye ama şekerleri kazandım,
övüncü oldum sessiz uzlaşmacıların,
övüncü oldum tüm yaşayamamışların,
bir kurbanın onurunu diktiler yakama.
şimdi herşey hazır.
bir tek eksiğim var kırmızı
bir türlü tamamlanamayan tamamlandıkça eksik kalan kırmızı
pirinç işlemeli bir aynada kırıldı yüzümün diğer yarısı.
herkes uyuyordu.
yüzümün yarısı benim,
yüzümün yarısıyle hep yarım öyküler anlatırım.
peki sen,yarım dudaklı bir kadını öpmek ister misin?
bir dilenci gibi yalvarıyorum yine de yanıt vermiyor aynalar…
dur bir nefes alayım…
ve senin sevdiğin kadın olayım.
yanlış bu sözlükler,yanlış bu dokunuşlar,yanlış bu anlaşılma isteği.
bir sokaktan,kendiminkine nasıl geçmeliyim.
sınırlarımı böyle yitirmişken
inan bıktım bu sözcüklerden; karanlık,gece,çocukluğum,
korku,yeni sevgilim.
afrika,çilek tanrıçalar ve çalan zillerinden bıktım.
bir de kırmızı rujdan.
kendi fotoğrafına gülümseyen,kendi içkisinde boğulan,
kendi annesinin celladıyım.
buyum işte,başka türlü nefes alamam.
çocuk da doğuramam.
hadi nefes al!
vücudumla bütün duvarları yıkmak isterdim,
kamasındaki elmaslara vurgun bir bıçak gibi…
tutunmama izin ver ya da öldür dedim.
az öğrenmeliyim,az soru sormalı,hiç beklememeliydim.
ama,bir sabah bunları yaptım.
kazanılmış nefretlerin övüncü şimdi aynalara.
ve bir de utanç.
büyük kentlerin ortasında,bir işaret gibi bırakılan kırık aynaya dön.
ve ona borçlu olduğun güzelligi sor.
o , şimdi nerede…
unuttuğumuz şarkının içinde mi?..
köşe başlarında mı ?..
biriktirdiğimiz yıldızlardamı ?
niçin hepsi dört bacaklı?..
ben o’ymuşum kahretsin.
kim yaptı bunu? kaç yüz yıllık işkence bu?..
nerden bulaştım? bu büyü nereden sarıldı sırtımın ucuna ?
neresinden vurgular kırgın sessizliğimi ?
ah o zor veda…
boyun eğiyorum,bir de…
ağlama kalbim ağlama..
ben hep sokak o.r.o.s.p.ularına,ibnelere,travestilere….
aşık olacağım..
hep masumuz işte kalmadı gözyaşımız diye bağıracağım senin için akvaryumlar çalacağım.
sen büyük evler gibi yıkıldığımda sanma ki acımı öptüğünü unutacağım,
çünkü ne mucize,hep güzel bir kadın olacağım.
hayatım boyunca yağmura rastladım,hep yağmura…sana…
pis yağmur,pis yağmur.
bir,iki,üç,dört,beş…..altı değil!
hayat,benden gizlediğin ellerini hangi cebinde saklıyorsun?
her aşk bir o.r.o.s.p.u yaratıyor.
bense beyaz duvaklar,dokunduğumda irkilen sırtlar çiziyorum.
bende oluyorum senin o kendin için korktuğun yerde…..
5 notes
·
View notes
Text
omnia mutantur, nihil interit
içim yine nasıl sıkılıyor. nasıl nasıl nasıl. ya hu anlatamam. mümkünü yok anlatamam. beni yalnız limonlar anlar. o kadar kötü yani durumum. o kadar. bu saçma cümleyi de kurdum yani. öyle.
öyle yaparım çünkü. huyum bu. üç gündür göbeğin çatladı. arasana birisini. anlatsana. yok anlatasım yok. bişeyim yok.
koşasım var. çığlık atasım. yüzesim var. sahilden bakınca uzaklarda küçük bir nokta kadar görünesiye açılasım. orada sırt üstü yatıp gökyüzünün kubbeliğini ilk fark edişimdeki gibi şaşırasım var. gözüme tuzlu su kaçana kadar güneşle göz kırpmamaca oynayasım var. ulan.
nasıl daralıyorum. kimseye anlatasım yok bunu. kimseye ağlamak istemiyorum. ikna edilmek istemiyorum. ben bişey demeyeceğim. anlatmadan anlasın. baksın görsün dinlemesin anlasın. nerdesin? kimsin? ne zaman geliceksin? seni düşünüp uykularımdan olmak istiyorum. hâlâ bunu isteyecek kadar salak mıyım. evet. lisedeki gibi değilsin. üniversitedeki gibi değilsin. (üstelik ben hâlâ üniversitedeyim) daha güzelsin. ben de daha güzelleşmiş olabilirim. kaprislerim var. mesela şu an. safi kaprisim. olsun. o kadar olur. sen de ol. bişey olmaz. beni üzmez. seni de üzmesin. bak bana. anla beni. nerdesin? kimsin? bilmiyorum.
içim sıkılıyor. ellerimi kanatmak istiyorum. kırık camları avuçlayasım var. bu sıkıntı geçene kadar saçlarımı yolasım var. bu sıkıntı geçene kadar saçlarımı okşayasın var mı? orada mısın? ben buradayım. tek kelime etmeme fırsat verme. bul beni. sen de tek kelime etme. etme. zor değil. oluyor bu. şahit oldum. gözlerimle gördüm. çok basit gibi aslında. konuşmadan olması daha iyi. anlamı parçalama. sevgiden bahsetme.
sinir krizi geçiresim var. filmlerdeki gibi değil. telefonumu fırlatamam. kendimi fırlatasım var. öyle yerden yere vurasım. sen bi karışma. yoktun ortada. yine dillendin. nereden çıktın. sus.
gece yengeçleriyle yan yan yürüyesim var. bu isteği ben de hiç anlamadım. neyse, bul beni. şu ortadan kaybolduğu bazı anlarda kendisini hiç özlemediğim sesi sustur. göz deviren, burun kıvıran, tatmin olmayan sesi sustur. benim anlamadığım isteklerimi bile anla. ertesi gün unutacağım istekleri anlamış gibi yapsan da olur. anlatmama fırsat verme. konuşmayı bırak, tek bir kelime dahi çıksın istemiyorum ağzımdan. ne oldu deme. ne istersin deme. yürüyüşe çıkalım mı deme. al beni. gerekirse kendimi yürüyüşün ortasında bulayım. sorma çünkü söylemem. allah belasını versin böyle bu insan da de. ben öyle diyemiyorum. kabul edemiyorum. sen et. bu hep böyle değil, korkma. komedi oyuncusu olmayı da öğreniyorum. komiğim de bazen. ne bileyim, ben eğleniyorum. nadiren. kaçarken. dramda iyiyim. boşver şimdi. boşver.
ne olduğunu boşver, anlatmaya başlasam çözülecek mi? al beni. anla beni. ben anlayamadım. bu gece sadece konuşmadan anlaşılmak istiyorum. şu yazıyı yazmış olmadan uyuyabilmeyi de isterdim. bunu yazdıktan sonra uyuyacağımın garantisi olmasını da.
bu gece sadece durumları ve hisleri düşünmeden ve önemsemeden ağlamak istiyorum. şey istiyorum. biri çıkıp beni ağlatacak bişey söylesin. yoksa ben çıkıp kendimi köpeklere kovalatacağım.
1 note
·
View note
Text
Merhume Ayşe GÖNEN Hanımefendi’nin yazdığı aşağıdaki hikâye ÇINAR dergisinde 1998 yılında yayınlanmıştır. Yılbaşını en güzel anlatan ve mutlaka okunması gereken bir hikâye olduğunu düşünüyorum.
Not: Bu hikâye yaşanmış gerçek bir hayat hikâyesidir.
YILBAŞI ÇAVUŞU
Çocukluğumun geçtiği küçük ilçemizde genel olarak mutlu bir yaşantımız vardı. Öyle ya; ülkemiz bir cihan savaşı geçirmişti, savaşta başarılı olmuş, düşmanları yurdumuzdan dışarı atmış, bağımsızlığımızı korumuştuk.
Cihan Savaşından çıkalı hemen hemen 10-15 yıl geçmişti. Savaş bizleri yoksul ama gururlu bırakmıştı. Belki inanılmaz ama babası veya eşi harpte şehit düşmüşler bile bir buruk sevinç içindeydi, ilçemizde epey de gazi vardı. Kiminin ayağı yoktu, kiminin kolu yoktu. Kiminin ise hem ayakları hem kolları kopmuştu. Gözünü kaybedenler, hala vücudunda düşman şarapnel parçası taşıyanlar ve daha neler neler... Yani küçücük ilçemiz, bünyesinde kurtuluş savaşının izlerini oldukça bariz şekilde taşıyordu.
��ehit aileleri ve gaziler oldukça gururluydular. Dul kalan şehit eşlerinin ve öksüz kalmış çocuklarının gelirleri yoktu. Gaziler ise çalışamayacak durumdaydı. Ama asla kimseden bir şey istemezlerdi, İlçe halkı bu nezakete aynen katılır, onlara alenen bir yardımda bulunmazdı. Evimize ne alınırsa aynısı bir şehit evine veya gazi evine de gönderilirdi. Yiyecek ve giyecekle beraber mendillere çıkınlanmış paralar sepetin bir kenarına konurdu. Kapıları çalınır, açan kişiye: -“Bu sizinmiş” denip, sepet kenara bırakılırdı.
Kasabalı kendi arasında bile “ben şunu gönderdim, ben şöyle yardım ettim” gibi söz söylemezdi. Gönderilenler, yapılan yardımlar ihtiyaçlarına tam cevap veriyor muydu bilinmez ama yetmese bile ne şehit aileleri ne de gaziler “benimde şuyum eksik” demezdi. Onlar bu vatan için çarpışıp şehit yakını olma sevabını veya gazi olup dünyalık işe yaramaz hale gelmenin şerefini bu dünyada harcamak istemiyorlardı.
Sanırım, savaşta yaralananların görünüşlerinden durumlarından dolayı kendilerine incitici bir mahlas takılmasın diye ilçe halkı onlara peşinen isimler yakıştırmıştı. Hoca Enver gibi, Yedidöven Ali gibi, Görünmez Kâzım gibi...
Bunlardan bir tanesi de Yılbaşı Çavuşu idi. Asıl isminin ne olduğunu hiç kimse bilmezdi. Herkes onu Yılbaşı Çavuşu diye çağırırdı. Bu gazinin vücudunun hemen hemen sağ yarısı yoktu. Sağ gözünü, sağ kolunu, sağ bacağını kaybetmişti. Kafasının sağ tarafındaki kafatası etleri yanmış olmalı ki derin bir yanık izi görünüyordu.
Görünüşü korkutucu olmasına rağmen çok sevecen bir gazi idi. Hala “vatan” der başka bir şey demezdi. Yoksul olmasına rağmen biz çocukları nerede görse mutlaka birer şeker birer ceviz veya benzeri yiyecekler vermeden geçmezdi. Çok az konuşan Yılbaşı Çavuşunu herkes çok severdi.
Benim ailem ilçenin en kültürlü, en tahsilli ailesiydi. Babam, dayım, amcam öğretmen; dedem tahrirat kâtibi idi. Biz altı kardeştik. Dördümüz ilk ve ortaokulun çeşitli sınıflarında okuyorduk. İlçede yalnız ilkokul ve ortaokul vardı. Ağabeyim ve ablam ilçenin bağlı olduğu ilde okuyorlardı. Amcamın oğlu olan Rusihi ağabeyim ise ilde liseyi bitirmiş yüksek eğitimini yapmak için Fransa'ya gitmişti.
Rusuhi ağabeyim tatilleri Fransa'dan gelince sülalede bayram olurdu. Rusuhi ağabeyimi misafir sandalyesine oturtur büyük küçük hepimiz etrafında halka olur, onun anlattıklarını can kulağıyla adeta ağzımızın suyu akarcasına dinlerdik.
Anlattıkları belki doğruydu ama bize masal anlatıyormuş gibi gelirdi. “Ah... Ah… Fransa sen ne güzel ne ulaşılmaz bir ülkeydin”. “Ey Fransa, seninle aynı dünya üzerinde olmak bile bizim için bir gururdu”.
Rusuhi ağabeyim gitgide bizden değişik hareket etmeye başlamıştı. Mesela yemek yerken bıçak ister, katı yemekleri bıçakla keserdi. Biz hayran hayran seyreder, her birimiz kimsenin görmediği yerde bıçakla yemek yemeyi dener, fakat beceremezdik. Bizim hayranlığımıza karşılık babam ve amcam bu durumdan pek memnun değilmiş gibiydiler. Rusuhi ağabeyimdeki değişikliklere neden bizim kadar hayran olmadıklarını anlamak mümkün değildi.
Mesela, sabahları "günaydın" demeyi ondan öğrenmiştik. Öğleden sonra da "tünaydın" diyorduk. Babam ve amcam ise hala "Selamün aleyküm" demekte ısrar ediyorlardı.
İlçemizde kış iyice bastırmıştı. Rusuhi ağabeyim okulu başaramamış, Fransa'dan apar topar geri gelmişti. Fransa ona okul diploması vermemişti ama Rusuhi'yi almış yerine RUSİ'yi göndermişti. Kendi de anlatırken söylediği gibi Fransızlar ona Rusi diyorlarmış. Tam bir Fransız beyefendisi ile aynı ortamda yaşıyorduk ve bu bizi çok etkiliyordu.
Bir gün “lüks” adını verdiğimiz gaz yağıyla çalışan aydınlatma aracının altında sohbet ederken Rusuhi ağabeyim: -“Amca” dedi. “Yılbaşı geliyor. Ne düşünüyorsun?”
Babam: -“Ne düşüneceğim yeğenim. Geliyorsa gelsin.”
-“Öyle söyleme amcacığım. Yılbaşında yeni yıla giriyoruz. Yeni yılı karşılamayı düşünmüyor musun?”
-“Yeni yılı karşılamakta ne demek. Biz şimdiye dek bu kadar yaş yaşadık, yılları karşılamadık. Allah hayırlısını versin.”
-“Olur mu hiç amcacığım, bir şeyler yapalım. Hem çocuklar için de bir değişiklik olur.”
Biz çocuklar hep beraber başladık: -“Ne olur baba, ne olur, ne olur yıl başını bizde yapalım”.
-“Bak gördün mü amcacığım. Çocuklar da istiyor. Bırak eğlensinler. Değişiklik olur. Siz merak etmeyin. Ben her şeyi hazırlarım. Ben Fransa da iken...”
Sonunu dinlemek için herkes pür dikkat kesildi. Rusuhi ağabeyim Fransa'da diye başladığına göre en güzel, en hoş şeyleri söyleyecek ve yapacaktı.
Babam ve amcam yılbaşı kutlamalarına karşı isteksizliklerine rağmen, biz çocuklar manasını bilmediğimiz yılbaşı kutlamalarını canla başla istiyorduk. Bu hiçbir zaman yapmadığımız bir kutlamaydı. Rusuhi ağabey güzel diyorsa, mutlaka biz çocuklar içinde güzeldi. Hele Fransa gibi eşsiz bir ülkede kutlanıyorsa daha da güzel olmalıydı. Babam ve amcamın isteksizlikleri, bizim istekliliğimiz karşısında yenik düştü. Ve ailece, gayesini bilmeden, hangi din mensupları ile bir olduğumuzu fark etmeden yılbaşını kutlamaya karar verdik.
Evin kadınları hummalı bir çalışma içine girdiler. Baklavalar, börekler yapıldı. En güzel elbiseler sandıktan çıktı. Evler baştan aşağı temizlendi. Her şey Rusuhi ağabeyime sorulup yapılıyordu. Gerçi babam ve amcam isteksizlerse de, zararlı görmedikleri için de sesleri çıkmıyordu. Rusuhi ağabeyim amcamın karısı olan yengeme, yani annesine: - “Mama, hindiyi nerden bulacağız?” dedi.
Rusuhi ağabeyim Fransa'dan geldikten sonra annesine “Mama” diyordu. Bu bizim çok hoşumuza gidiyordu.
-“Ne hindisi oğlum? Hindi olmazsa olmaz mı?”
-“Mama hindisiz yılbaşı olur mu? Çocuklar bir kere de hindi eti yesinler.”
-“Oğlum culuğu ben şimdi nereden bulayım?”
-“Benim canım mamacığım. Sen komşulardan bulursun.”
Bizim ilçemizde hindi denmez, culuk denirdi. Uzak yakın komşulara haber verildi. O komşu öbürüne, bir komşu diğerine, diğeri diğerine söyleyerek bizim culuk dediğimiz hindi temin edildi. Bu arada komşular da meraklandı.
-“Komşu culuk olmazsa tavuk olmaz mı?”
-“Hayır olmazmış. Rusuhi, Fransa'da yılbaşında hep hindi yenir diyor.”
-“Bu yılbaşı dediğiniz de ne?”
-“Bilmem. Fransa’nın yılbaşısı işte. Rusuhi yılbaşı kutlayalım dedi. Nede olsa Fransa görmüş adam. Bizden iyi bilir değil mi?”
-“Doğru... Bizimkiler bize bir şey demediler. Bizimkiler bilmezler ki zaten.”
Böylece bizim sülalenin yılbaşı yapacağı da tüm ilçeye yayıldı. Hazırlıklar tamamlandı. Yılbaşı gecesi geldi çattı. Ailemizin bütün çocukları yeni kıyafetlerini giydiler. Kurdelelerimizi başımıza taktık. Sokağa çıktık. Bizim mahallenin bütün çocukları karşımıza dizilmiş bizi seyrediyorlardı. Hepimizde bir hava, bir hava ki sormayın gitsin. Öyle ya ilçede tek yılbaşını kutlayan bizdik. Bu şeref bizim sülaleye aitti. Fransa'dan gelen tek Rusuhi ağabey de bizde vardı.
Her bayram ellerimize yaktığımız kınamız eksikti, ama Rusuhi ağabeyim buna izin vermemişti:
-“Kına da ne oluyor. Şark bayramı değil. Bunun adı yılbaşı. Ojelerinizi sürün” dedi.
Hiç birimiz anlamamıştık. Bayram değil ama bayram geliyormuş gibi hazırlanmıştık. Yemekler, börekler, tatlılar ancak bayramlarda yapılırdı. Sonra bayram gibide yeni elbiseler giymiştik. Hatta hiçbir bayram yemediğimiz Rusuhi ağabeyimin hindi dediği culuk da hazırdı. Oje dediği ne idi kimse bilmiyordu ama cahilliğimiz ortaya çıkar diye ojenin ne olduğunu da soramıyorduk.
Hava karardı. Hala komşu çocukları bizleri seyrediyordu. Komşu kadınları da bir şeyler bahane ederek arada bir bizim eve girip çıkıyorlardı. Bizde ise gurur son haddindeydi. Öyle ya, ilçemizde ilk defa yılbaşını bayram gibi kutlayan bizdik.
Babam ve amcam yatsı namazını camide kılıp geldiler. Bizler heyecan içinde lüks lambasının altında yılbaşını bekliyorduk. Rusihi ağabey karton kâğıtları çizip boyayıp bir şeyler yapmıştı.
-“Bunun adı neydi Rusuhi?”
-“Tombala yengem, tombala.”
-“Nasıl bulmuşlar bu oyunu hayret?”
-“Fransa'da adı başka, İstanbul'da tombala diyorlar.”
-“Şu sofranın zenginliğine bak. Kaç fakir doyar bunlarla.”
-“Mama, bırak şimdi fakirleri. Keyfine bak.”
Hepimiz zevkten dört köşeydik. Oyunlar oynanıyor, fıkralar anlatılıyor, kahkahalar yükseliyordu.
-“Ne iyi ettin de yılbaşını çıkardın?”
-“Siz bir de Fransa'da ki yılbaşını yaşasanız. Babam kızar diye içki almadım. Orada içkiler, kadınlar, danslar... Bütün Fransa sabaha kadar içer eğlenir, sarhoş olur.”
Bir ara Rusuhi ağabeyim ayağa kalktı. Elindeki şerbet bardağını havaya kaldırdı. Başını arkaya attı. Bütün gücüyle: -“Yuuuuhiü, yuuuhiii yaşasın...”
Rusuhi ağabeyim daha fazla devam edemedi. Hepimizi yerimizden zıplatan bir sesle yerimizde kalakaldık.
Kapı çalınmıyor adeta tekmelerle kırılmak isteniyordu. Kendini ilk toparlayan amcam oldu:
-“Hayırdır İnşaallah. Kimdir gece yarısı kapıyı kıran?”
Hepimiz olduğumuz gibi kalakalmıştık. Hatta ben culuktan bir parçayı ağzıma götür��rken sesi duymuş, öylece donup kalmıştım. Rusuhi ağabeyim ise ayakta elindeki bardağı yukarı kaldırmış vaziyette duruyordu.
Amcam kapıyı koşarak açmış olmalı ki sesi geldi.
-“Buyur, buyur çavuş. Hayırdır inşaallah.”
Amcam daha içeri girmemişti ki içeri Yılbaşı Çavuşu dediğimiz gazi tek ayağının yerine kullandığı bastonunu yere vura vura içeri girdi. Onu ilk defa bu kadar korkunç görüyordum. Sağ tarafı hemen hemen olmayan bu adam kıpkırmızıydı. Ağzından köpükler saçıyordu.
Babama dönerek: -“Muallim bey, muallim bey! Senden muallim olmaz. Olsa olsa senden iyi bir vatan haini olur.”
-“Ne diyorsun sen Yılbaşı Çavuşu? O nasıl laf. Hele bir otur. Soluklan. Bu hiddetinin sebebi ne?”
-“Oturmak mı? Senin hanene bundan böyle oturmam. Oturanla da konuşmam.” “Keşke hakaret etseydin. Keşke yüzüme tükürseydin.” “Keşke sizi gâvurun gününü, gavurlar gibi kutlarken göreceğime sol yanımı da düşman götürseydi.”
Durum anlaşılmıştı. Yılbaşı Çavuşu, bizim yılbaşı kutlamamıza kızmıştı. Bütün gözler ayakta duran Rusuhi Ağabeyime çevrildi. Rusuhi ağabeyim hâlâ ayakta elinde bardakla duruyordu. Kendini müdafaa etmek için başladı: -“Ne beis var bunda. Biz gâvur mu olduk şimdi? Bir yıl bitiyor bir yeni yıl başlıyor. Biz onun için eğleniyoruz.”
Yılbaşı Çavuşunun Rusuhi ağabeyimi taktığı yoktu. Bütün hiddeti ile babama ve amcama bakıyor, adeta onları bir bardak suda boğmak istiyordu.
-“Siz ikiniz de muallimlersiniz. Talebelerinize kurtuluş savaşını anlatırken bu savaşın topla tüfekle kazanılmadığını, bu savaşın iman gücü ile kazanıldığını anlatmıyor musunuz?”
-Doğrusu bizde hiç öyle yılbaşı kutlamamıştık ama Rusuhi Fransa’da kutlananı görmüş. Biraz değişiklik olsun diye kabul ettik.”
-“Şu elindeki bardağı şerefe diye kaldıran mahdumunuz Fransa da öğrenecek bir başka şey bulamamış mı?” “Oradan ilim getirseydi, icat, makina getirseydi. Derdimize derman olacak ilaç getirseydi.”
-“Getiremedi. Diplomasını da vermemişler.”
-“Gâvur diploma verir mi insana. Gâvur insana yarayacak merhem verir mi? Aha böyle gavur bayramının nasıl olacağını öğretir gönderir.”
Rusuhi ağabeyim söze zorla girdi: -“Fransızlar böyle kutlamıyorlar ki. Fransızlar yılbaşında çam dikerler. Hediyelerini çam ağacının dibine koyarlar. Bir de onların Noel babaları var. O da ev ev dolaşır. Hediye dağıtır. Biz yalnız aile içinde eğleniyoruz.
-“Efendi... Efendi... Bugün sen bu eğlenceyi başlattın. 50 sene sonraki nesil çam diker. Bugün kâğıttan tombala oynat, 50 sene sonra kumarın daniskası girer. Bugün kendi aranızda eğlenin, 50 sene sonra kızlarınızı, gelinlerinizi çıplatıp göbek attırırsınız. Bu zehir azar azar girer. Bir daha da çıkarmazsınız.”
Rusuhi ağabeyim; -“Canım, babam var iken sen ne karışıyorsun?” dediğinde Yılbaşı Çavuşu;
-“Bana bak gâvur benzetmesi! Sen iki ayağının üstünde madamlarla gezerken, ben bastonla helaya gitmeye çalışıyorum. Sen saçını ayna karşısında Fransızlar gibi tararken, beni görenler kaçıyor. Sen gâvurların bayramını onlar gibi kutlarken, o gâvurlar senin bayramında sana topla tüfekle saldırıyorlar, kadın-kız, bebe demeden katlediyorlar” dedi.
Odada bir sessizlik oldu. Babam ve amcam çok üzgün, Rusihi abim kızgın, bizler şaşkındık. Gözümüzü Yılbaşı Çavuşundan ayıramıyorduk. İlk defa tek gözüyle ağlayan birini görüyordum. Evet, Yılbaşı Çavuşu ağlıyordu. Hem de sesli sesli, bağıra bağıra ağlıyordu.
-“Bana neden Yılbaşı Çavuşu diyorlar biliyor musunuz?”
-“Beş sene askerlik yaptım. Kar demedim, kış demedim, açlığımı hissetmedim. Bir gün bile bebelerimi düşünmedim. Yalnız Allah dedim, vatan dedim, İslâm dedim. Gece gündüz ‘gâvurlardan kurtulalım, ezanları susturmayalım’ dedim. Muharebe ederken şu bayramını kutladığımız Fransızlara esir düştüm. Gördüm ki bu gâvurlar Müslümanları en çok bayramlarda bir de ramazan ayında katlediyorlar. Derken onların bayramı yılbaşı geldi. Beni şehrin kalesinde Fransız işgal ordusunun iç hizmetinde kullanılıyorlardı. Bir akşam sizin şimdi yaptığınız gibi masaları donattılar, içkileri açtılar. Bana da kırmızılı beyazlı bir elbise giydirdiler. Başıma da bir şapka taktılar. Lisanlarından anlamıyordum. İşaretle, çat pat öğrendikleri Türkçe ile akşam yapacakları eğlencede istediklerini getirtiyorlardı. Her şey hazırdı. Derken bana masalarındaki hizmetten başka bir şeyler yaptırmak istediklerini anladım. Diğerlerine göre daha iyi Türkçe bilen bir Fransız subayı: -“Şu kapıyı aç. İçeridekilerden her birimize birer tane getir” dedi.
-“İşaret ettiği yere gidip kapıyı açtım. İçeride elbiseleri çıkartılmış 6 tane yaşları 17-18 gibi olan Türk kızları vardı. Çırılçıplak soyunmuşlardı. Elleri ile vücutlarını kapatmaya çalışıyorlardı. Gözlerinden yaş oluk gibi akıyordu. Bana bakarak yalvarıyorlardı: -“Ne olur mösyö. Bize acı. Verme onların ellerine.”
-“Bana neden mösyö dendiğini anlamamıştım. Sonra üzerimdeki elbisenin farkına vardım. Bu bana giydirdikleri kıyafet Hristiyanların Noel babalarının kıyafeti idi. İçerdekiler de seçilmiş güzel Müslüman Türk kızlarıydı.”
-“Benden, kendi Müslüman kızlarımızı ellerimle onlara peşkeş etmemi istiyorlardı. Gözümün önünde her şey silindi.” “Geri döndüm: -“Bre hayvanlar. Ölümü çiğnemeden bu kızlara elinizi dokunduramazsınız” dedim.”
-“Önüme gelen ilk Fransız subayının üzerine atladım. Belindeki el bombasını alıp pimini çektim. Sonunu hatırlamıyorum. Altı subayın beşi ölmüş. Benim ise kızlara doğru olan kısmım kalmış. Subaylara dönük olan tarafım bombanın etkisi ile bu hale gelmiş. Kendimi kaybetmişim. Benden akan kanlar orayı göle çevirmiş. Öldü diye beni atmışlar. Kızlardan kurtulan biri beni sırtında evine taşımış ve tedavi etmiş. Ben o kızın yüzünü hiç görmedim. Dedesi ile içeriye yiyecek ve ilaç gönderirdi. Ben önceleri baygınken, sonraları ise uyurken içeri girip tedavimi yapar veya ihtiyaçlarımı odaya yerleştirirmiş. İşte bu yüzden bana Yılbaşı Çavuşu derler.”
-“Ben muallimin evinde yılbaşı kutlanıyor diye söylenenleri duyunca önce inanmadım. Gelip şu Fransız müsveddesini elinde bardakla görünce beynimden vuruldum. Keşke muallimi böyle göreceğime öbür yanım da bombayla yok olsaydı.”
Ailemde kutladım ilk ve son yılbaşım bu oldu. Aradan kırk yıl geçti. Yılbaşı Çavuşunun dedikleri aynen çıktı. Dün bir basit eğlence olayı, bugün tam bir Hıristiyan yortusu haline geldi. Kesilen çamlar, altındaki hediyeler su gibi içki tüketimi bunu anlatmıyor mu?
Yılbaşı Çavuşu; Müslüman kızlarımızın gâvur erkeklerinin yılbaşı eğlencelerinde kullanılmasına mani olmak için, vücudunun bir yarısını vermişti. Biz o kahraman gazinin çocukları, torunlarıyız. Onun vücudunun yarısını vererek mücadele ettiği eğlenceyi, şimdi bütün milli ve manevi duygulardan uzaklaşarak milletçe nasıl da içtenlikle kutluyoruz.
Bizi affedecek misin kahraman Yılbaşı Çavuşu...
Affet ne olur...
18 notes
·
View notes
Text
Yılbaşı Çavuşu ...
YILBAŞINI EN İYİ ANLATAN BU HİKAYEMUTLAKA İBRETLE OKUNMALI. Çocukluğumun geçtiği küçük ilçemizde genel olarak mutlu bir yaşantımız vardı. Öyle ya. Ülkemiz bir cihan savaşı geçirmişti. Savaşta başarılı olmuş, düşmanları yurdumuzdan dışarı atmış, bağımsızlığımızı korumuş- tuk. Cihan Savaşından çıkalı hemen hemen 10-15 yıl geçmişti. Savaş bizleri yoksul ama gururlu bırakmıştı. Belki inanılmaz ama babası veya eşi harpte şehit düşmüşler bile bir buruk sevinç içindeydi, ilçemizde epey de gazi vardı. Kiminin ayağı yoktu, kiminin kolu yoktu. Kiminin ise hem ayakları hem kolları kopmuştu. Gözünü kaybedenler, hala vücudunda düşman şarapnel parçası taşıyanlar ve daha neler neler... Yani küçücük ilçemiz, bünyesinde kurtuluş savaşının izlerini oldukça bariz şekilde taşıyordu. Şehit aileleri ve gaziler oldukça gururluydular. Dul kalan şehit eşlerinin ve öksüz kalmış çocuklarının gelirleri yoktu. Gaziler ise çalışamayacak durumdaydı. Ama asla kimseden bir şey istemezlerdi, İlçe halkı bu nezakete aynen katılır, onlara alenen bir yardımda bulunmazdı. Evimize ne alınırsa aynısı bir şehit evine veya gazi evine de gönderilirdi. Yiyecek ve giyecekle beraber mendillere çıkınlanmış paralar sepetin bir kenarına konurdu. Kapıları çalınır, açan kişiye: -Bu sizinmiş denip sepet kenara bırakılırdı. Kasabalı kendi arasında bile ben şunu gönderdim, ben şöyle yardım ettim gibi söz söylemezdi. Gönderilenler, yapılan yardımlar ihtiyaçlarına tam cevap veriyor muydu bilinmez ama yetmese bile ne şehit aileleri ne de gaziler benimde şuyum eksik demezdi. Onlar bu vatan için çarpışıp şehit yakını olma sevabını veya gazi olup dünyalık işe yaramaz hale gelmenin şerefini bu dünyada harcamak istemiyorlardı. Sanırım savaşta yaralananların görünüşlerinden durumlarından dolayı kendilerine incitici bir mahlas takılmasın diye, ilçe halkı onlara peşinen isimler yakıştırmıştı. Hoca Enver gibi, Yedidöven Ali gibi, Görünmez Kâzım gibi... Bunlardan bir tanesi de Yılbaşı çavuşu idi. Asıl isminin ne olduğunu hiç kimse bilmezdi. Herkes onu Yılbaşı çavuşu diye çağırırdı. Bu gazinin vücudunun hemen hemen sağ yarısı yoktu. Sağ gözünü, sağ kolunu, sağ bacağını kaybetmişti. Kafasının sağ tarafındaki kafatası etleri yanmış olmalı ki derin bir yanık izi görünüyordu. Görünüşü korkutucu olmasına rağmen çok sevecen bir gazi idi. Hala vatan der başka birşey demezdi. Yoksul olmasına rağmen biz çocukları nerede görse mutlaka birer şeker birer ceviz veya benzeri yiyecekler vermeden geçmezdi. Çok az konuşan yılbaşı çavuşunu herkes çok severdi. Benim ailem, ilçenin en kültürlü, en tahsilli ailesiydi. Babam, dayım, amcam öğretmen, dedem tahrirat kâtibi idi. Biz altı kardeştik. Dördümüz ilk ve ortaokulun çeşitli sınıflarında okuyorduk. İlçede yalnız ilkokul ve ortaokul vardı. Ağabeyim ve ablam ilçenin bağlı olduğu ilde okuyorlardı. Amcamın oğlu olan Rusihi ağabeyim ise ilde liseyi bitirmiş yüksek eğitimini yapmak için Fransa'ya gitmişti. Rusuhi ağabeyim tatilleri Fransa'dan gelince sülalede bayram olurdu. Rusuhi ağabeyimi misafir sandalyesine oturtur büyük küçük hepimiz etrafında halka olur, onun anlattıklarını can kulağıyla adeta ağzımızın suyu akarcasına dinlerdik.Anlattıkları belki doğruydu ama bize masal anlatıyormuş gibi gelirdi. Ah...ah Fransa sen ne güzel ne ulaşılmaz bir ülkeydin. Ey Fransa, seninle aynı dünya üzerinde olmak bile bizim için bir gururdu. Rusuhi ağabeyim gitgide bizden değişik hareket etmeye başlamıştı. Mesela yemek yerken bıçak ister, katı yemekleri bıçakla keserdi. Biz hayran hayran seyreder, her birimiz kimsenin görmediği yerde bıçakla yemek yemeyi dener fakat beceremezdik. Bizim hayranlığımıza karşılık babam ve amcam bu durumdan pek memnun değilmiş gibiydiler. Rusuhi ağabeyimdeki değişikliklere neden bizim kadar hayran olmadıklarını anlamak mümkün değildi. Mesela sabahları "günaydın" demeyi ondan öğrenmiştik. Öğleden sonra da "tünaydın" diyorduk. Babam ve amcam ise hala "Selamün aleyküm" demekte ısrar ediyorlardı. İlçemizde kış iyice bastırmıştı. Rusuhi ağabeyim okulu başaramamış Fransa'dan apar topar geri gelmişti. Fransa ona okul diploması vermemişti ama Rusuhi'yi almış yerine RUSİ'yi göndermişti. Kendi de anlatırken söylediği gibi Fransızlar ona Rusi diyorlarmış. Tam bir Fransız beyefendisi ile aynı ortamda yaşıyorduk ve bu bizi çok etkiliyordu. Bir gün lüks adını verdiğimiz gaz yağıyla çalışan aydınlatma aracının altında sohbet ederken Rusuhi ağabeyim: -Amca dedi. Yılbaşı geliyor. Ne düşünüyorsun? Babam: -Ne düşüneceğim yeğenim. Geliyorsa gelsin. -Öyle söyleme amcacığım. Yılbaşında yeni yıla giriyoruz. Yeni yılı karşılamayı düşünmüyor musun? -Yeni yılı karşılamakta ne demek. Biz şimdiye dek bu kadar yaş yaşadık, yılları karşılamadık. Allah hayırlısını versin. -Olur mu hiç amcacığım, bir şeyler yapalım. Hem çocuklar için de bir değişiklik olur. Biz çocuklar hep beraber başladık: -Ne olur baba, ne olur, ne olur yıl başını bizde yapalım. -Bak gördün mü amcacığım. Çocuklar da istiyor. Bırak eğlensinler. Değişiklik olur. Siz merak etmeyin. Ben her şeyi hazırlarım. Ben Fransa da iken... Sonunu dinlemek için herkes pür dikkat kesildi. Rusuhi ağabeyim Fransa'da diye başladığına göre en güzel, en hoş şeyleri söyleyecek ve yapacaktı. Babam ve amcam yılbaşı kutlamalarına karşı isteksizliklerine rağmen, biz çocuklar manasını bilmediğimiz yılbaşı kutlamalarını canla başla istiyorduk. Bu hiçbir zaman yapmadığımız bir kutlamaydı. Rusuhi ağabey güzel diyorsa, mutlaka biz çocuklar içinde güzeldi. Hele Fransa gibi eşsiz bir ülkede kutlanıyorsa daha da güzel olmalıydı. Babam ve amcamın isteksizlikleri, bizim istekliliğimiz karşısında yenik düştü. Ve aile, gayesini bilmeden, hangi din mensupları ile bir olduğumuzu fark etmeden yılbaşını kutlamaya karar verdik. Evin kadınları hummalı bir çalışma içine girdiler. Baklavalar, börekler yapıldı. En güzel elbiseler sandıktan çıktı. Evler baştan aşağı temizlendi. Her şey Rusuhi ağabeyime sorulup yapılıyordu. Gerçi babam ve amcam isteksizlerse de, zararlı görmedikleri için de sesleri çıkmıyordu. Rusuhi ağabeyim amcamın karısı olan yengeme, yani annesine-Mama, hindiyi nerden bulacağız? Rusuhi ağabeyim Fransa'dan geldikten sonra annesine MAMA diyordu. Bu bizim çok hoşumuza gidiyordu. -Ne hindisi? Hindi olmazsa olmaz mı? -Mama hindisiz yılbaşı olur mu? Çocuklar bir kere de hindi eti yesinler. -Oğlum culuğu ben şimdi nereden bulayım? -Benim canım mamacığım. Sen komşulardan bulursun. Bizim ilçemizde hindi denmez, culuk denirdi. Uzak yakın komşulara haber verildi. O komşu öbürüne, bir komşu diğerine, diğeri diğerine söyleyerek bizim culuk dediğimiz hindi temin edildi. Bu arada komşular da meraklandı. -Komşuculuk olmazsa tavuk olmaz mı? -Hayır olmazmış. Rusuhi diyor Fransa'da yılbaşında hep hindi yenir diyor. -Bu yılbaşı dediğiniz de ne? -Bilmem. Fransa’nın yılbaşısı işte. Rusuhi yılbaşı kutlayalım dedi. Nede olsa Fransa görmüş adam. Bizden iyi bilir değil mi? -Doğru... Bizimkiler bize bir şey demediler. Bizimkiler bilmezler ki zaten. Böylece bizim sülalenin yılbaşı yapacağı da tüm ilçeye yayıldı. Hazırlıklar tamamlandı. Yılbaşı gecesi geldi çattı. Ailemizin bütün çocukları yeni kıyafetlerini giydiler. Kurdelelerimizi başımıza taktık. Sokağa çıktık. Bizim mahallenin bütün çocukları karşımıza dizilmiş bizi seyrediyorlardı. Hepimizde bir hava, bir hava ki sormayın gitsin. Öyle ya ilçede tek yılbaşını kutlayan bizdik. Bu şeref bizim sülaleye aitti. Fransa'dan gelen tek Rusuhi ağabey de bizde vardı. Her bayram ellerimize yaktığımız kınamız eksikti, ama Rusuhi ağabeyim buna izin vermemişti. -Kına da ne oluyor. Şark bayramı değil. Bunun adı yılbaşı. Ojelerinizi sürün, dedi. Hiç birimiz anlamamıştık. Bayram değil ama bayram geliyormuş gibi hazırlanmıştık. Yemekler, börekler, tatlılar ancak bayramlarda yapılırdı. Sonra bayram gibide yeni elbiseler giymiştik. Hatta hiçbir bayram yemediğimiz Rusuhi ağabeyimin hindi dediği culuk ta hazırdı. Oje dediği ne idi kimse bilmiyordu ama cahilliğimiz ortaya çıkar diye ojenin ne olduğunu da soramıyorduk.Hava karardı. Hala komşu çocukları bizleri seyrediyordu. Komşu kadınları da bir şeyler bahane ederek arada bir bizim eve girip çıkıyorlardı. Biz de ise gurur son haddindeydi. Öyle ya ilçemizde ilk defa yılbaşını bayram gibi kutlayan bizdik. Babam ve amcam yatsı namazını camide kılıp geldiler. Bizler heyecan içinde lüks lambasının altında yılbaşını bekliyorduk. Rusihi ağabey karton kâğıtları çizip boyayıp bir şeyler yapmıştı. -Bunun adı neydi Rusuhi? -Tombala yengem, tombala. -Nasıl bulmuşlar bu oyunu hayret? -Fransa'da adı başka, İstanbul'da tombala diyorlar. -Şu sofranın zenginliğine bak. Kaç fakir doyar bunlarla. Mama, bırak şimdi fakirleri. Keyfine bak. Hepimiz zevkten dört köşeydik. Oyunlar oynanıyor, fıkralar anlatılıyor, kahkahalar yükseliyordu. -Ne iyi ettin de yılbaşını çıkardın? -Siz bir de Fransa'da ki yılbaşını yaşasanız. Babam kızar diye içki almadım. Orada içkiler, kadınlar, danslar... Bütün Fransa sabaha kadar içer eğlenir, sarhoş olur. Bir ara Rusuhi ağabeyim ayağa kalktı. Elindeki şerbet bardağını havaya kaldırdı. Başını arkaya attı. Bütün gücüyle: -Yuuuuhiü, yuuuhiii yaşasın... Rusuhi ağabeyim daha fazla devam edemedi. Hepimizi yerimizden zıplatan bir sesle yerimizde kalakaldık. Kapı çalınmıyor adeta tekmelerle kırılmak isteniyordu. Kendini ilk toparlayan amcam oldu: -Hayırdır İnşaallah. Kimdir gece yarısı kapıyı kıran? Hepimiz olduğumuz gibi kalakalmıştık. Hatta ben culuktan bir parçayı ağzıma götürürken sesi duymuş, öylece donup kalmıştım. Rusuhi ağabeyim ise ayakta elindeki bardağı yukarı kaldırmış vaziyette duruyordu. Amcam kapıyı koşarak açmış olmalı ki sesi geldi. -Buyur, buyur çavuş. Hayırdır inşaallah. Amcam daha içeri girmemişti ki içeri yılbaşı çavuşu dediğimiz gazi tek ayağının yerine kullandığı bastonunu yere vura vura içeri girdi. Onu ilk defa bu kadar korkunç görüyordum. Sağ tarafı hemen hemen olmayan bu adam kıpkırmızıydı. Ağzından köpükler saçıyordu. Babama dönerek: -Muallim bey, muallim bey. Senden muallim olmaz. Olsa olsa senden iyi bir vatan haini olur. -Ne diyorsun sen yılbaşı çavuşu. O nasıl laf. Hele bir otur. Soluklan. Bu hiddetinin sebebi ne? -Oturmak mı? Senin hanene bundan böyle oturmam. Oturanla da konuşmam. -Keşke hakaret etseydin. Keşke yüzüme tükürseydin. Keşke sizi gavurun gününü, gavurlar gibi kutlarken göreceğime sol yanımı da düşman götürseydi. Durum anlaşılmıştı. Yılbaşı çavuşu bizim yılbaşı kutlamamıza kızmıştı. bütün gözler ayakta duran Rusuhi Ağabeyime çevrildi. Rusuhi ağabeyim hâlâ ayakta elinde bardakla duruyordu. Kendini müdafaa etmek için başladı: -Ne beis var bunda. Biz gâvur mu olduk şimdi? Bir yıl bitiyor bir yeni yıl başlıyor. Biz onun için eğleniyoruz. Yılbaşı Çavuşunun Rusuhi ağabeyimi taktığı yoktu. Bütün hiddeti ile babama ve amcama bakıyor, adeta onları bir bardak suda boğmak istiyordu. -Siz ikiniz de muallimlersiniz. Talebelerinize kurtuluş savaşını anlatırken bu savaşın topla tüfekle kazanılmadığını, bu savaşın iman gücü ile kazanıldığını anlatmıyor musunuz? -Doğrusu bizde hiç öyle yılbaşı kutlamamıştık ama Rusuhi Fransa’da kutlananı görmüş. Biraz değişiklik olsun diye kabul ettik. -Şu elindeki bardağı şerefe diye kaldıran mahdumunuz Fransa da öğrenecek bir başka şey bulamamış mı? Oradan ilim getirseydi, icat, makina getirseydi. Derdimize derman olacak ilaç getirsey¬di. -Getiremedi. Diplomasını da vermemişler. -Gavur diploma verir mi insana. Gavur insana yarayacak merhem verir mi? Aha böyle gavur bayramının nasıl olacağını öğretir gönderir. Rusuhi ağabeyim söze zorla girdi. -Fransızlar böyle kutlamıyorlar ki. Fransızlar yılbaşında çam dikerler. Hediyelerini çam ağacının dibine koyarlar. Birde onların Noel babaları var. O da ev ev dolaşır. Hediye dağıtır. Biz yalnız aile içinde eğleniyoruz. -Efendi... Efendi... Bugün sen bu eğlenceyi başlattın. 50 sene sonraki nesil çam diker. Bugün kağıttan tombala oynat, 50 sene sonra kumarın daniskası girer. Bugün kendi aranızda eğlenin, 50 sene sonra kızlarınızı, gelinlerinizi çıplatıp göbek attırırsınız. Bu zehir azar azar girer. Bir daha da çıkarmazsınız. -Canım, babam var iken sen ne karışıyorsun? -Bana bak gavur benzetmesi. Sen iki ayağının üstünde madamlarla gezerken ben bastonla helaya gitmeye çalışıyorum. Sen saçını ayna karşısında Fransızlar gibi tararken beni görenler kaçıyor. Sen gavurların bayramını onlar gibi kutlarken, o gavurlar senin bayramında sana topla tüfekle saldırıyorlar, kadın kız bebe demeden katlediyorlar. Odada bir sessizlik oldu. Babam ve amcam çok üzgün, Rusihi abim kızgın, bizler şaşkındık. Gözümüzü Yılbaşı Çavuşundan ayıramıyorduk. ilk defa tek gözüyle ağlayan birini görüyordum. Evet, Yılbaşı Çavuşu ağlıyordu. Hem de sesli sesli, bağıra bağıra ağlıyordu. -Bana neden Yılbaşı Çavuşu diyorlar biliyor musunuz? Beş sene askerlik yaptım. Kar demedim, kış demedim, açlığımı hissetmedim. Bir gün bile bebelerimi düşünmedim. Yalnız Allah dedim, vatan dedim, İslâm dedim, Gece gündüz gâvurlardan kurtulalım, ezanları susturmayalım dedim. Muhabere ederken şu bayramını kutladığımız Fransızlara esir düştüm. Gördüm ki bu gâvurlar Müslümanları en çok bayramlarda bir de ramazan ayında katlediyorlar. Derken onların bayramı yılbaşı geldi. Beni şehrin kalesinde Fransız işgal ordusunun iç hizmetinde kullanılıyorlardı. Bir akşam sizin şimdi yaptığınız gibi masaları donattılar, içkileri açtılar. Bana da kırmızılı beyazlı bir elbise giydirdiler. Başıma da bir şapka taktılar. Lisanlarından anlamıyordum. İşaretle, çat pat öğrendikleri Türkçe ile akşam yapacakları eğlencede istediklerini getirtiyorlardı. her şey hazırdı. Derken bana masalarındaki hizmetten başka bir şeyler yaptırmak istediklerini anladım. Diğerlerine göre daha iyi Türkçe bilen bir Fransız subayı: -Şu kapıyı aç. İçeridekilerden her birimize birer tane getir, dedi. İşaret ettiği yere gidip kapıyı açtım. İçeride elbiseleri çıkartılmış 6 tane yaşları 17-18 gibi olan Türk kızları vardı. Çırılçıplak soyunmuşlardı. Elleri ile vücutlarını kapatmaya çalışıyorlardı. Gözlerinden yaş oluk gibi akıyordu. Bana bakarak yalvarıyorlardı. -Ne olur mösyö. Bize acı. Verme onların ellerine. Bana neden mösyö dendiğini anlamamıştım. Sonra üzerimdeki elbisenin farkına vardım. Bu bana giydirdikleri kıyafet Hristiyanların Noel babalarının kıyafeti idi. İçerdekiler de seçilmiş güzel Müslüman Türk kızlarıydı. Benden kendi Müslüman kızlarımızı ellerimle onlara peşkeş etmemi istiyorlardı. Gözümün önünde her şey silindi. Geri döndüm: -Bre hayvanlar. Ölümü çiğnemeden bu kızlara elinizi dokunduramazsınız, dedim. Önüme gelen ilk Fransız subayının üzerine atladım. Belindeki el bombasını alıp pimini çektim. Sonunu hatırlamıyorum. Altı subayın beşi ölmüş. Benim ise kızlara doğru olan kısmım kalmış. Subaylara dönük olan tarafım bombanın etkisi ile bu hale gelmiş. Kendimi kaybetmişim. Benden akan kanlar orayı göle çevirmiş. Öldü diye beni atmışlar. Kızlardan kurtulan biri beni sırtında evine taşımış ve tedavi etmiş. Ben o kızın yüzünü hiç görmedim. Dedesi ile içeriye yiyecek ve ilaç gönderirdi. Ben önceleri baygınken, sonraları ise uyurken içeri girip tedavimi yapar veya ihtiyaçlarımı odaya yerleştirirmiş. İşte bu yüzden bana Yılbaşı Çavuşu derler. Ben muallimin evinde yılbaşı kutlanıyor diye söylenenleri duyunca önce inanmadım. Gelip şu Fransız müsveddesini elinde bardakla görünce beynimden vuruldum. Keşke muallimi böyle göreceğime öbür yanım da bombayla yok olsaydı. Ailemde kutladım ilk ve son yılbaşım bu oldu. Aradan kırk yıl geçti. Yılbaşı Çavuşunun dedikleri aynen çıktı. Dün bir basit eğlence olayı, bugün tam bir Hıristiyan yortusu haline geldi. Kesilen çamlar, altındaki hediyeler su gibi içki tüketimi bunu anlatmıyor mu? Yılbaşı Çavuşu Müslüman kızlarımızın gâvur erkeklerinin yılbaşı eğlencelerinde kullanılmasına mani olmak için, vücudunun bir yarısını vermişti. Biz o kahraman gazinin çocukları, torunlarıyız. Onun vücudunun yarısını vererek mücadele ettiği eğlenceyi, şimdi bütün milli ve manevi duygulardan uzaklaşarak milletçe nasıl da içtenlikle kutluyoruz. Bizi affedecek misin kahraman yılbaşı Çavuş'u... Affet ne olur...Kur’ân İfadesiyle SAPMIŞLARIN YOLUNDAN GİTMEMEMİZ GEREKİR Merhume Ayşe GÖNEN Hanımefendinin yazdığı bu hikâye ÇINAR dergisinin 1998 yılında ... sayısında yayınlanmıştır. Yılbaşını en güzel anlatan ve mutlaka okunması gereken bir hikâye olduğunu düşünüyorum. Not: Bu hikâye yaşanmış gerçek bir hayat hikâyesidir.
1 note
·
View note
Text
Merhume Ayşe GÖNEN Hanımefendinin yazdığı bu hikâye ÇINAR dergisinin 1998 yılında ... sayısında yayınlanmıştır. Yılbaşını en güzel anlatan ve mutlaka okunması gereken bir hikâye olduğunu düşünüyorum.
Not: Bu hikâye yaşanmış gerçek bir hayat hikâyesidir.
YILBAŞI ÇAVUŞU
(MERHUME)AYŞE GÖNEN
Çocukluğumun geçtiği küçük ilçemizde genel olarak mutlu bir yaşantımız vardı. Öyle ya. Ülkemiz bir cihan savaşı geçirmişti. Savaşta başarılı olmuş, düşmanları yurdumuzdan dışarı atmış, bağımsızlığımızı korumuş- tuk.
Cihan Savaşından çıkalı hemen hemen 10-15 yıl geçmişti. Savaş bizleri yoksul ama gururlu bırakmıştı. Belki inanılmaz ama babası veya eşi harpte şehit düşmüşler bile bir buruk sevinç içindeydi, ilçemizde epey de gazi vardı. Kiminin ayağı yoktu, kiminin kolu yoktu. Kiminin ise hem ayakları hem kolları kopmuştu. Gözünü kaybedenler, hala vücudunda düşman şarapnel parçası taşıyanlar ve daha neler neler... Yani küçücük ilçemiz, bünyesinde kurtuluş savaşının izlerini oldukça bariz şekilde taşıyordu.
Şehit aileleri ve gaziler oldukça gururluydular. Dul kalan şehit eşlerinin ve öksüz kalmış çocuklarının gelirleri yoktu. Gaziler ise çalışamayacak durumdaydı. Ama asla kimseden bir şey istemezlerdi, İlçe halkı bu nezakete aynen katılır, onlara alenen bir yardımda bulunmazdı. Evimize ne alınırsa aynısı bir şehit evine veya gazi evine de gönderilirdi. Yiyecek ve giyecekle beraber mendillere çıkınlanmış paralar sepetin bir kenarına konurdu. Kapıları çalınır, açan kişiye:
-Bu sizinmiş denip sepet kenara bırakılırdı.
Kasabalı kendi arasında bile ben şunu gönderdim, ben şöyle yardım ettim gibi söz söylemezdi. Gönderilenler, yapılan yardımlar ihtiyaçlarına tam cevap veriyor muydu bilinmez ama yetmese bile ne şehit aileleri ne de gaziler benimde şuyum eksik demezdi. Onlar bu vatan için çarpışıp şehit yakını olma sevabını veya gazi olup dünyalık işe yaramaz hale gelmenin şerefini bu dünyada harcamak istemiyorlardı.
Sanırım savaşta yaralananların görünüşlerinden durumlarından dolayı kendilerine incitici bir mahlas takılmasın diye, ilçe halkı onlara peşinen isimler yakıştırmıştı. Hoca Enver gibi, Yedidöven Ali gibi, Görünmez Kâzım gibi...
Bunlardan bir tanesi de Yılbaşı çavuşu idi. Asıl isminin ne olduğunu hiç kimse bilmezdi. Herkes onu Yılbaşı çavuşu diye çağırırdı. Bu gazinin vücudunun hemen hemen sağ yarısı yoktu. Sağ gözünü, sağ kolunu, sağ bacağını kaybetmişti. Kafasının sağ tarafındaki kafatası etleri yanmış olmalı ki derin bir yanık izi görünüyordu.
Görünüşü korkutucu olmasına rağmen çok sevecen bir gazi idi. Hala vatan der başka birşey demezdi. Yoksul olmasına rağmen biz çocukları nerede görse mutlaka birer şeker birer ceviz veya benzeri yiyecekler vermeden geçmezdi. Çok az konuşan yılbaşı çavuşunu herkes çok severdi.
Benim ailem, ilçenin en kültürlü, en tahsilli ailesiydi. Babam, dayım, amcam öğretmen, dedem tahrirat kâtibi idi. Biz altı kardeştik. Dördümüz ilk ve ortaokulun çeşitli sınıflarında okuyorduk. İlçede yalnız ilkokul ve ortaokul vardı. Ağabeyim ve ablam ilçenin bağlı olduğu ilde okuyorlardı. Amcamın oğlu olan Rusihi ağabeyim ise ilde liseyi bitirmiş yüksek eğitimini yapmak için Fransa'ya gitmişti.
Rusuhi ağabeyim tatilleri Fransa'dan gelince sülalede bayram olurdu. Rusuhi ağabeyimi misafir sandalyesine oturtur büyük küçük hepimiz etrafında halka olur, onun anlattıklarını can kulağıyla adeta ağzımızın suyu akarcasına dinlerdik.
Anlattıkları belki doğruydu ama bize masal anlatıyormuş gibi gelirdi. Ah...ah Fransa sen ne güzel ne ulaşılmaz bir ülkeydin. Ey Fransa, seninle aynı dünya üzerinde olmak bile bizim için bir gururdu.
Rusuhi ağabeyim gitgide bizden değişik hareket etmeye başlamıştı. Mesela yemek yerken bıçak ister, katı yemekleri bıçakla keserdi. Biz hayran hayran seyreder, her birimiz kimsenin görmediği yerde bıçakla yemek yemeyi dener fakat beceremezdik. Bizim hayranlığımıza karşılık babam ve amcam bu durumdan pek memnun değilmiş gibiydiler. Rusuhi ağabeyimdeki değişikliklere neden bizim kadar hayran olmadıklarını anlamak mümkün değildi.
Mesela sabahları "günaydın" demeyi ondan öğrenmiştik. Öğleden sonra da "tünaydın" diyorduk. Babam ve amcam ise hala "Selamün aleyküm" demekte ısrar ediyorlardı.
İlçemizde kış iyice bastırmıştı. Rusuhi ağabeyim okulu başaramamış Fransa'dan apar topar geri gelmişti. Fransa ona okul diploması vermemişti ama Rusuhi'yi almış yerine RUSİ'yi göndermişti. Kendi de anlatırken söylediği gibi Fransızlar ona Rusi diyorlarmış. Tam bir Fransız beyefendisi ile aynı ortamda yaşıyorduk ve bu bizi çok etkiliyordu.
Bir gün lüks adını verdiğimiz gaz yağıyla çalışan aydınlatma aracının altında sohbet ederken Rusuhi ağabeyim:
-Amca dedi. Yılbaşı geliyor. Ne düşünüyorsun?
Babam:
-Ne düşüneceğim yeğenim. Geliyorsa gelsin.
-Öyle söyleme amcacığım. Yılbaşında yeni yıla giriyoruz. Yeni yılı karşılamayı düşünmüyor musun?
-Yeni yılı karşılamakta ne demek. Biz şimdiye dek bu kadar yaş yaşadık, yılları karşılamadık. Allah hayırlısını versin.
-Olur mu hiç amcacığım, bir şeyler yapalım. Hem çocuklar için de bir değişiklik olur.
Biz çocuklar hep beraber başladık:
-Ne olur baba, ne olur, ne olur yıl başını bizde yapalım.
-Bak gördün mü amcacığım. Çocuklar da istiyor. Bırak eğlensinler. Değişiklik olur. Siz merak etmeyin. Ben her şeyi hazırlarım. Ben Fransa da iken...
Sonunu dinlemek için herkes pür dikkat kesildi. Rusuhi ağabeyim Fransa'da diye başladığına göre en güzel, en hoş şeyleri söyleyecek ve yapacaktı.
Babam ve amcam yılbaşı kutlamalarına karşı isteksizliklerine rağmen, biz çocuklar manasını bilmediğimiz yılbaşı kutlamalarını canla başla istiyorduk. Bu hiçbir zaman yapmadığımız bir kutlamaydı. Rusuhi ağabey güzel diyorsa, mutlaka biz çocuklar içinde güzeldi. Hele Fransa gibi eşsiz bir ülkede kutlanıyorsa daha da güzel olmalıydı. Babam ve amcamın isteksizlikleri, bizim istekliliğimiz karşısında yenik düştü. Ve aile, gayesini bilmeden, hangi din mensupları ile bir olduğumuzu fark etmeden yılbaşını kutlamaya karar verdik.
Evin kadınları hummalı bir çalışma içine girdiler. Baklavalar, börekler yapıldı. En güzel elbiseler sandıktan çıktı. Evler baştan aşağı temizlendi. Her şey Rusuhi ağabeyime sorulup yapılıyordu. Gerçi babam ve amcam isteksizlerse de, zararlı görmedikleri için de sesleri çıkmıyordu. Rusuhi ağabeyim amcamın karısı olan yengeme, yani annesine:
-Mama, hindiyi nerden bulacağız?
Rusuhi ağabeyim Fransa'dan geldikten sonra annesine MAMA diyordu. Bu bizim çok hoşumuza gidiyordu.
-Ne hindisi? Hindi olmazsa olmaz mı?
-Mama hindisiz yılbaşı olur mu? Çocuklar bir kere de hindi eti yesinler.
-Oğlum culuğu ben şimdi nereden bulayım?
-Benim canım mamacığım. Sen komşulardan bulursun.
Bizim ilçemizde hindi denmez, culuk denirdi. Uzak yakın komşulara haber verildi. O komşu öbürüne, bir komşu diğerine, diğeri diğerine söyleyerek bizim culuk dediğimiz hindi temin edildi. Bu arada komşular da meraklandı.
-Komşu culuk olmazsa tavuk olmaz mı?
-Hayır olmazmış. Rusuhi diyor Fransa'da yılbaşında hep hindi yenir diyor.
-Bu yılbaşı dediğiniz de ne?
-Bilmem. Fransa’nın yılbaşısı işte. Rusuhi yılbaşı kutlayalım dedi. Nede olsa Fransa görmüş adam. Bizden iyi bilir değil mi?
-Doğru... Bizimkiler bize bir şey demediler. Bizimkiler bilmezler ki zaten.
Böylece bizim sülalenin yılbaşı yapacağı da tüm ilçeye yayıldı. Hazırlıklar tamamlandı. Yılbaşı gecesi geldi çattı.
Ailemizin bütün çocukları yeni kıyafetlerini giydiler. Kurdelelerimizi başımıza taktık. Sokağa çıktık. Bizim mahallenin bütün çocukları karşımıza dizilmiş bizi seyrediyorlardı. Hepimizde bir hava, bir hava ki sormayın gitsin. Öyle ya ilçede tek yılbaşını kutlayan bizdik. Bu şeref bizim sülaleye aitti. Fransa'dan gelen tek Rusuhi ağabey de bizde vardı.
Her bayram ellerimize yaktığımız kınamız eksikti, ama Rusuhi ağabeyim buna izin vermemişti.
-Kına da ne oluyor. Şark bayramı değil. Bunun adı yılbaşı. Ojelerinizi sürün, dedi.
Hiç birimiz anlamamıştık. Bayram değil ama bayram geliyormuş gibi hazırlanmıştık. Yemekler, börekler, tatlılar ancak bayramlarda yapılırdı. Sonra bayram gibide yeni elbiseler giymiştik. Hatta hiçbir bayram yemediğimiz Rusuhi ağabeyimin hindi dediği culuk ta hazırdı. Oje dediği ne idi kimse bilmiyordu ama cahilliğimiz ortaya çıkar diye ojenin ne olduğunu da soramıyorduk.
Hava karardı. Hala komşu çocukları bizleri seyrediyordu. Komşu kadınları da bir şeyler bahane ederek arada bir bizim eve girip çıkıyorlardı. Biz de ise gurur son haddindeydi.
Öyle ya ilçemizde ilk defa yılbaşını bayram gibi kutlayan bizdik.
Babam ve amcam yatsı namazını camide kılıp geldiler. Bizler heyecan içinde lüks lambasının altında yılbaşını bekliyorduk. Rusihi ağabey karton kâğıtları çizip boyayıp bir şeyler yapmıştı.
-Bunun adı neydi Rusuhi?
-Tombala yengem, tombala.
-Nasıl bulmuşlar bu oyunu hayret?
-Fransa'da adı başka, İstanbul'da tombala diyorlar.
-Şu sofranın zenginliğine bak. Kaç fakir doyar bunlarla.
-Mama, bırak şimdi fakirleri. Keyfine bak.
Hepimiz zevkten dört köşeydik. Oyunlar oynanıyor, fıkralar anlatılıyor, kahkahalar yükseliyordu.
-Ne iyi ettin de yılbaşını çıkardın?
-Siz bir de Fransa'da ki yılbaşını yaşasanız. Babam kızar diye içki almadım. Orada içkiler, kadınlar, danslar... Bütün Fransa sabaha kadar içer eğlenir, sarhoş olur.
Bir ara Rusuhi ağabeyim ayağa kalktı. Elindeki şerbet bardağını havaya kaldırdı. Başını arkaya attı. Bütün gücüyle:
-Yuuuuhiü, yuuuhiii yaşasın...
Rusuhi ağabeyim daha fazla devam edemedi. Hepimizi yerimizden zıplatan bir sesle yerimizde kalakaldık.
Kapı çalınmıyor adeta tekmelerle kırılmak isteniyordu. Kendini ilk toparlayan amcam oldu:
-Hayırdır İnşaallah. Kimdir gece yarısı kapıyı kıran?
Hepimiz olduğumuz gibi kalakalmıştık. Hatta ben culuktan bir parçayı ağzıma götürürken sesi duymuş, öylece donup kalmıştım. Rusuhi ağabeyim ise ayakta elindeki bardağı yukarı kaldırmış vaziyette duruyordu.
Amcam kapıyı koşarak açmış olmalı ki sesi geldi.
-Buyur, buyur çavuş. Hayırdır inşaallah.
Amcam daha içeri girmemişti ki içeri yılbaşı çavuşu dediğimiz gazi tek ayağının yerine kullandığı bastonunu yere vura vura içeri girdi. Onu ilk defa bu kadar korkunç görüyordum. Sağ tarafı hemen hemen olmayan bu adam kıpkırmızıydı. Ağzından köpükler saçıyordu.
Babama dönerek:
-Muallim bey, muallim bey. Senden muallim olmaz. Olsa olsa senden iyi bir vatan haini olur.
-Ne diyorsun sen yılbaşı çavuşu. O nasıl laf. Hele bir otur. Soluklan. Bu hiddetinin sebebi ne?
-Oturmak mı? Senin hanene bundan böyle oturmam. Oturanla da konuşmam.
-Keşke hakaret etseydin. Keşke yüzüme tükürseydin. Keşke sizi gavurun gününü, gavurlar gibi kutlarken göreceğime sol yanımı da düşman götürseydi.
Durum anlaşılmıştı. Yılbaşı çavuşu bizim yılbaşı kutlamamıza kızmıştı. Bütün gözler ayakta duran Rusuhi Ağabeyime çevrildi. Rusuhi ağabeyim hâlâ ayakta elinde bardakla duruyordu. Kendini müdafaa etmek için başladı:
-Ne beis var bunda. Biz gâvur mu olduk şimdi? Bir yıl bitiyor bir yeni yıl başlıyor. Biz onun için eğleniyoruz.
Yılbaşı Çavuşunun Rusuhi ağabeyimi taktığı yoktu. Bütün hiddeti ile babama ve amcama bakıyor, adeta onları bir bardak suda boğmak istiyordu.
-Siz ikiniz de muallimlersiniz. Talebelerinize kurtuluş savaşını anlatırken bu savaşın topla tüfekle kazanılmadığını, bu savaşın iman gücü ile kazanıldığını anlatmıyor musunuz?
-Doğrusu bizde hiç öyle yılbaşı kutlamamıştık ama Rusuhi Fransa’da kutlananı görmüş. Biraz değişiklik olsun diye kabul ettik.
-Şu elindeki bardağı şerefe diye kaldıran mahdumunuz Fransa da öğrenecek bir başka şey bulamamış mı?
Oradan ilim getirseydi, icat, makina getirseydi. Derdimize derman olacak ilaç getirsey¬di.
-Getiremedi. Diplomasını da vermemişler.
-Gavur diploma verir mi insana. Gavur insana yarayacak merhem verir mi? Aha böyle gavur bayramının nasıl olacağını öğretir gönderir.
Rusuhi ağabeyim söze zorla girdi.
-Fransızlar böyle kutlamıyorlar ki. Fransızlar yılbaşında çam dikerler. Hediyelerini çam ağacının dibine koyarlar. Birde onların Noel babaları var. O da ev ev dolaşır. Hediye dağıtır. Biz yalnız aile içinde eğleniyoruz.
-Efendi... Efendi... Bugün sen bu eğlenceyi başlattın. 50 sene sonraki nesil çam diker. Bugün kağıttan tombala oynat, 50 sene sonra kumarın daniskası girer. Bugün kendi aranızda eğlenin, 50 sene sonra kızlarınızı, gelinlerinizi çıplatıp göbek attırırsınız. Bu zehir azar azar girer. Bir daha da çıkarmazsınız.
-Canım, babam var iken sen ne karışıyorsun?
-Bana bak gavur benzetmesi. Sen iki ayağının üstünde madamlarla gezerken ben bastonla helaya gitmeye çalışıyorum. Sen saçını ayna karşısında Fransızlar gibi tararken beni görenler kaçıyor. Sen gavurların bayramını onlar gibi kutlarken, o gavurlar senin bayramında sana topla tüfekle saldırıyorlar, kadın kız bebe demeden katlediyorlar.
Odada bir sessizlik oldu. Babam ve amcam çok üzgün, Rusihi abim kızgın, bizler şaşkındık. Gözümüzü Yılbaşı Çavuşundan ayıramıyorduk. ilk defa tek gözüyle ağlayan birini görüyordum. Evet, Yılbaşı Çavuşu ağlıyordu. Hem de sesli sesli, bağıra bağıra ağlıyordu.
-Bana neden Yılbaşı Çavuşu diyorlar biliyor musunuz?
Beş sene askerlik yaptım. Kar demedim, kış demedim, açlığımı hissetmedim. Bir gün bile bebelerimi düşünmedim. Yalnız Allah dedim, vatan dedim, İslâm dedim, Gece gündüz gâvurlardan kurtulalım, ezanları susturmayalım dedim. Muhabere ederken şu bayramını kutladığımız Fransızlara esir düştüm. Gördüm ki bu gâvurlar Müslümanları en çok bayramlarda bir de ramazan ayında katlediyorlar. Derken onların bayramı yılbaşı geldi. Beni şehrin kalesinde Fransız işgal ordusunun iç hizmetinde kullanılıyorlardı. Bir akşam sizin şimdi yaptığınız gibi masaları donattılar, içkileri açtılar. Bana da kırmızılı beyazlı bir elbise giydirdiler. Başıma da bir şapka taktılar. Lisanlarından anlamıyordum. İşaretle, çat pat öğrendikleri Türkçe ile akşam yapacakları eğlencede istediklerini getirtiyorlardı. Her şey hazırdı. Derken bana masalarındaki hizmetten başka bir şeyler yaptırmak istediklerini anladım.
Diğerlerine göre daha iyi Türkçe bilen bir Fransız subayı:
-Şu kapıyı aç. İçeridekilerden her birimize birer tane getir, dedi.
İşaret ettiği yere gidip kapıyı açtım. İçeride elbiseleri çıkartılmış 6 tane yaşları 17-18 gibi olan Türk kızları vardı. Çırılçıplak soyunmuşlardı. Elleri ile vücutlarını kapatmaya çalışıyorlardı. Gözlerinden yaş oluk gibi akıyordu. Bana bakarak yalvarıyorlardı.
-Ne olur mösyö. Bize acı. Verme onların ellerine.
Bana neden mösyö dendiğini anlamamıştım. Sonra üzerimdeki elbisenin farkına vardım. Bu bana giydirdikleri kıyafet Hristiyanların Noel babalarının kıyafeti idi. İçerdekiler de seçilmiş güzel Müslüman Türk kızlarıydı.
Benden kendi Müslüman kızlarımızı ellerimle onlara peşkeş etmemi istiyorlardı. Gözümün önünde her şey silindi.
6 notes
·
View notes
Text
Sana sadece kırmızı demeliyim. Ben başaramıyorum kırmızı, hatırlamak dışında bir mucizem yok. Bir şeye inandım bir şeye ve sadece bir kere ağlayarak dans ettim. Oysa hayata bağlanmak için ayağa kalkmıştım. Daha kolay yaşamalıyım. Metruk evlerde yaşayan tam işte o kelimeydi dediğim insanların arasında. Daha kolay, ama nasıl, onuda bilmiyorum. Aşk ikidebir ellerimi tutmak istiyor. Birgün sende cezanı çekersin diyor. Boşuna , ellerimi verme uyutmayacağım seni , ninniler büyütmüyor çünkü. Bahçende sıçrayan ağustos böcekleri hala saçlarımın içinde. Bir-tek ben kanadım, bir-tek sen gördün beni. Artık özgürüm ! Öyle yalnızım ki, doğrum yok benim her yarım şey gibi. Ne kederli nede mutlu . Peki ya sen ? Hiç hikayen yokmu senin? Birazdaha uyu, birazdaha hayatta kal diye tutunduğum rüyalar beynimden yollara fışkırıyor. Bir nefes daha.. Geleceği gördüm, kayıp duruyordu avucumdan. Belirsizliği, iğrençliğini örtmüyordu . Kırmızı bir senfoni yazmak istedim yalnız ışıkta duyulan İkimizin tanıştığı koltuğa oturdum. Sesini silmeyi beceremedim. En iyisi aşktı, onu bulduğum yerde beni götürecek bir ayna aradım, herşey dönüyor ve kendi etrafındaki tüm masumiyeti yok ediyor. Cehennemi sevmekten başka elimde insanca kalan ne varki ? Cehennemi ruhu hala üşüyenler için istiyorum. Kendi kötülüğümü istiyorum son bir defa ara istiyorum. Yine aramamışsın beni. Birazdaha geç kalki birşey daha bulayım, bir gerçek daha. Hayatımdaki o işaret kayıp gidiyor gökten gündüze karşıysa yapayalnızım. Parlak bir hediye paketine sığdı kalbim. Yanlış bu sözcükler, yanlış. Çok aģladım. Çok erkek oldum çokta kadın. Kimseyle, kendimle bile yaşayamazdım hep yarım kaldımNeren varsa insan kalan işte orası acıtıyor. Başını derenin kenarına koy , atını yıldızlara bağla dinle ama korkma çünkü vitamin aldım. İyiyim ama ya bu soluk sonsa? Ağlıyorum fren seslerinin ardından gelen hıza. Kaderimin oyuncağı oldum. Sokakta aşkı buluyorum diye ama şekerleri kazandım övüncü oldum sessiz uzlaşmacıların övüncü oldum tüm yaşayamamışların. Bir kurbanın onurunu diktiler yakama. Şimdi herşey hazır. Bir tek eksiğim var,kırmızı. Bir türlü tamamlanamayan, tamamlandıkça eksik kalan kırmızı. Pirinç işlemeli bir aynada kırıldı yüzümün diğer yarısı, herkes uyuyordu. Yüzüm yarım benim , yüzümün yarısıyla hep yarım öyküler anlatırım. Peki sen ? Yarım dudaklı bir kadını öpmek istermisin? Bir dilenci gibi yalvarıyorum yinede yanıt vermiyor aynalar. Dur bir nefes alayım ve senin sevdiğin kadın olayım. Yanlış bu sözcükler, yanlış bu dokunuşlar,yanlış bu anlaşılma isteği. Bir sokaktan kendiminkine nasıl geçmeliyim. Sınırlarımı böyle yitirmişken. Inan bıktım bu sözcüklerden. Karanlık, gece , çocukluğum, korku, yeni sevgilim, Afrika, çilek tanrıçalar ve çalan telefon zillerinden bıktım. Birde kırmızı rujdan. Kendi fotografina gülümseyen, kendi içkisinde boğulan, kendi annesinin celladıyım. Buyum işte, başka türlü nefes alamam, çocukta doğuramam. Hadi nefes al. Vücudumla bütün duvarları yıkmak isterdim kamasındaki elmaslara vurgun bir bıçak gibi. Tutunmama izin ver, yada öldür dedim. Az öğrenmeliydim az soru sormalı yanıt beklememeliydim. Ama bir sabah bunları yaptım. Kazanılmış nefretlerin övüncü şimdi aynalarda , dibide utanç. Büyük kentlerin ortasında bir işaret gibi bırakılan kırık aynaya dön, ve ona borçlu olduğun güzelliği sor, o şimdi nerde ? Unuttuğumuz şarkının içindemi, köşe başlarındamı , biriktirdiğimiz yıldızlardamı, niçin hepsi dört bacaklı? Ben oymuşum kahretsin.. kim yaptı bunu ? Kaç yüz yıllık işkence bu nerden bulaştım? Bu büyü nereden sarıldı sırtımın ucuna ? Neresinden vurdular kırgın sessizliğimi ? Ah o zor veda, boyun eğiyorum. Ağlama kalbim, ağlama. Ben hep Hep masumuz işte, gözyaşımız kalmadi diye bağıracağım, senin için akvaryumlar çalacağım. Sen büyük evler gibi yıkıldığında sanma ki acımı öptüğünü unutacağım, çünkü ne mucize hep güzel bir kadın olacağım. Hayatım boyunca yağmura rastladım ben, hep yağmura, sana. Pis yağmur. Bir iki üç dört beş altı değil Hayat benden gizlediğin ellerini hangi cebinde saklıyorsun?
4 notes
·
View notes
Text
Takkeci İbrahim Ağa ve Hayalim
Benim bir projem var, daha doğrusu hayalim. Şu anki aciz halimle bunu gerçekleştirmem imkansıza yakın hatta ötesi diyebilirim, pek kolay bir iş değil yani. Ama projemi hayata geçirmeyi ve o cihette çalışmayı çok arzuluyorum, inşallah Rabbim bir gün bunu bana nasip eder. Bu hayalimi de öyle kolay kolay kimseyle paylaşmam. Herkesin anlayışlı yaklaşıp, düşüncelerime değer vereceğini sanmıyorum o yüzden çoğu zaman zihnimde dolaşır durur.
Yaklaşık 1-2 ay önce evde bu projeyi bilgisayar ortamında yazıya dönerken annem geldi napıyorsun filan dedi. Ben de o an annemle paylaşmak istedim ve anlattım. Bunu yapabilmemin zor olduğunu hatta imkansız gibi bir şey olduğunu anlattım o da biliyordu, zaten anladı da ama ümidimi kırmadı ve bana “Takkeci İbrahim Ağa"nın hikayesini anlattı. Onu anlattıktan sonra ; hayalime daha da sıkı sarılmam gerektiğini, niyetimin Allah rızası olduğu takdirde Rabbimin elbet yardım edeceğini söyledi. Allah ondan razı olsun en azından alaya almayıp beni dinledi hatta destekte bulundu. Bugün de aklıma İbrahim Ağa'nın hikayesi geldi ve sizinle de paylaşma ihtiyacı duydum. İnşallah hepimiz bu hikâyeden kendimize pay çıkartırız.
TAKKECİ İBRAHİMİN AĞANIN HİKAYESİ
Topkapı'da Takkeci İbrahim Ağa Camii adında bir cami vardır. Bu cami, geçmiş devrin çini sanatını da bugüne taşımıştır. Bu Caminin enteresan bir yapılış hatırası vardır. O zaman bu caminin olduğu yerde Takkeci İbrahim Ağa diye bir adamın gecekondusu vardı. Bu adamın mesleği de fes, kalpak ve takke yapmaktı. Bu adam yaptığı takkeleri fesçiler çarşısında satar, oradan kazandığı imkânlarla hayatını devam ettirirdi.
Birgün şöyle der: "Ya Rabbi, bu mütevazı imkânla ben ömrümü sürüp gidiyorum. Sen bana bir servet lütfetsen de bu civarda cami yok, şuraya bir güzel cami yaptırsam.”
Takkeci İbrahim Ağa böyle dua ederken birgün bir rüya görür. Ak sakallı, nur yüzlü bir zat buna der ki: “İbrahim Ağa sen boşuna buralarda kısmet arama. Senim kısmetin aslında Bağdat'ta. Bağdat Meydanında köprünün yan tarafındaki avlunun içinde bir hurma ağacı var. Hurma ağacına sarılı vaziyette bir üzüm asması var. Senin kısmetin orada. Sen Bağdat'a gideceksin, o hurmadan ve üzümden yiyeceksin. Ondan sonra kısmetin açılacak.”
Bu rüyayı İbrahim Ağa bir defa görür, önemsemez, ikinci defa görür, yine ehemmiyet vermez. Aynı rüyayı üçüncü defa görünce İbrahim Ağa bu işe takılır, der ki: “Bunda bir hikmet var, demek benim kısmetim Bağdat'ta. Gideyim, kısmetimi bulayım.” Ve İbrahim Ağa çarığı çeker, heybesini sırtına alır, azığını doldurur, yola düşer. Nihayet Bağdat'a varır. Tarif edildiği şekilde hurma ağacını ve ona sarılı asmayı bulur. Hemen hurma ağacından hurma, asmadan da üzüm yer. Derken yol yorgunluğunun da etkisiyle rehavet basar ve olduğu yerde uyuyakalır. İbrahim rüyasında karşısına yine aynı zat çıkar, tebessüm etmektedir: “Hayrola, İbrahim Ağa, ne işin var burada?” “Ne işim olacak,” der, “mesele malum. Geldim bakalım, burada bize servet nereden gelecek?” Ak sakallı zat başlar gülmeye. “Sen de amma saf adammışsın. Bir rüyaya takılır da, insan tâ Bağdat'a gelir mi?” “Ama,” der, “bir defa değil ki, üç defa gördüm aynı rüyayı.” “Olsun, üç defa gör,” der, “ben de üç defa bir rüya gördüm. İstanbul'a gidiyormuşum” “Hayrola inşallah, sen ne rüya gördün?” “Bana rüyamda, ‘İstanbul'a git, Topkapı surlarının dışında Takkeci İbrahim Ağa diye birisi vardır. Onun evinin bodrumundaki kömürlüğünda hazine var, bir yolunu bul, o evi satın al, oradaki hazineyi çıkar, zengin olursun’ dediler. Üç defa ben bu rüyayı gördüm, ama kalkıp da İstanbul'a gidiyor muyum?” ve kaybolup gider ak sakallı zat. Neden sonra İbrahim Ağa gözlerini açar bakar ki, ak sakallı zat yoktur, fakat rüyada da enteresan birşey söylemiştir, kendi evinin bodrumunda hazine olduğundan bahsetmiştir.
Takkeci İbrahim Ağa, “Kısmetimiz açıldı demek ki” diyerek tekrar yola çıkar. Yaya, dağları aşar, çölleri geçer, sıkıntı, yorgunluk derken nihayet İstanbul'a gelir. Evine gece gelir. Ama uyuması mümkün değildir. İlla kömürlüğe girip öyle birşey olup olmadığını tespit edecektir.
Kısa bir yorgunluk attıktan sora, gece yarısı kazmayı alır, kömürlüğe iner, daha ilk kazmayı vuruşta kazma birşeye takılır. Yavaş yavaş toprağı kaldırır, bakar ki bir küp. Ağzını açar, çil çil altınlar. Hemen üzerini kapar. Bundan sonra ibrahim Ağa'nın gözüne uyku girmez. Artık hazinenin üzerinde oturmaktadır. Şimdi ne yapacak, sözünde, durabilecek mi? Sabaha kadar uyuyamaz. Ama uyuyamayışı bu serveti camiye kullanmayayım duygusundan değildir. Düşündüğü şey şudur: “Ben bu küpü buradan” çıkarırsam, bu hanım da bunu duyarsa, bu sırrı saklayabilir mi?“ Hanımım kendisi herkesten iyi tanımaktadır. "Saklar, saklayamaz” derken, “Bu hanım bu sırrı saklayamaz, herkese duyurur, başıma işler açar, benim de bu servet elimden gider, bu camiyi yaptıramam” diye endişeyle düşünürken, “Şu hanımı bir deneyeyim bakayım,” der, “acaba sır saklayabilecek mi?” İbrahim Ağanın hanımını enteresan şekilde bir denemesi vardır. “Karnım ağrıyor, rahatsızım” diye yatakta kıvranmaya başlar. Hanımı merak eder: “Ne var, ne oldu?” “Yolda ne olduysa bilemiyorum hanım, karnım ağrıyor.” diye biraz daha kıvrandıktan sonra, daha evvel yanında getirdiği yumurtayı çıkarır: “Oh be rahatladım, elhamdülillah, kurtuldum” der. Hanım, “Ne oldu?” der. Yumurtayı gösterir, “Kimseye söyleme, yumurta yumurtladım. Demek ki, o karnımdaki rahatsızlık bu yumurtadanmış. Ama sakın ha kimseye söyleme.” “Söyler miyim bey, söyler miyim hiç, aramızda sır kalacak” der. İbrahim Ağa bir daha ısrarla kimseye söylememesini tenbihler. Sabah olur, Ağa abdestini alır, Cuma namazına gidecektir. Yola çıkar. Yan taraftan birisi, “ Hey İbrahim Ağa, geçmiş olsun, yumurta çok mu büyüktü?” Şaşırır. “Ne yumurtası?” “Hadi hadi saklama” diye üsteler adam.
Biraz daha ileri varır, bir başkası, “İbrahim Ağa iyi yumurta yumurtlamışsın, bir daha dünyaya geldik yahu. İnsanın yumurta yumurtladığını da ilk defa duyduk” diye arkasından bağırır. Biraz daha ileriye varır. İki kadın konuşmaktadır: “Hey komşu duydun mu? İbrahim Ağa yumurta yumurtlamış.” “Nereden duydun?” “Hanımı geldi söyledi, ama tenbih etti bana, sakın kimseye söyleme dedi, ben sadece sana söylüyorum.” İbrahim Ağa, herkesin diline düşmüştür, yumurta yumurtladığı dillere destan olmuştur. Der ki: “Bu hanım bir yumurta sırrını saklayamadı. Şimdi nasıl olacak da, şu bizim mahzendeki içi altın dolu küpün varlığım saklayacak? İyisi mi bu hanımın ve çocuklarımdan hiç kimsenin bu altından haberi olmasın.”
İbrahim Ağa, bu tecrübeden sonra hanımına bir daha sır verir mi? Doğruca mimarlar odasına gider. O grubun başını bulur. Onunla gizlice pazarlık yapar, planı programı herşeyi çizdirir. Ve bulunduğu yere, kendi arsasına güzel bir cami yaptırır. Ve yaptırdığı caminin parasını gizli gizli öder. Çalışanlara ücretlerini ve masrafları vererek hazineyi tümüyle o caminin yapımında kullanır. Yani İbrahim Ağa, “Ya Rabbi, bana servet verirsen ben bununla cami yaptıracağım” deyip de servet eline geçince vaadinden dönmez. Eline geçen hazinenin tümünü camiye harcar ve caminin adını halk, Takkeci İbrahim Ağa Camii koyar. İbrahim Ağa bu camide iki sene namaz kılar ve 1594 yılında vefat eder.
3 notes
·
View notes