#fal ne demek
Explore tagged Tumblr posts
Text
Quran gelir menbeyi, fal kitabı, nese yozmaq üçün bir kitab deyil. Günümüzde Quranı demek olar gelir menbeyinden istifade edirler. Ölüye Quran oxutdurursan pul, flankes toy edir molla çağırır pul, flankesin oğlu esgerden gelib Quran oxuyur pul, flankesin uşağı oldu Quran oxutdururlar pul ve s. Quran, anlayaraq oxuyub ibret alınacaq bir kitabdır. Quranı ele erebce oxuyurlar ama demek olar onu dinleyen heçkes ne oxuduğunu başa düşmür, hemçinin oxuyanın özüde. 1-2 ay mellim yanina gedib Quran oxumağı öyrenirler, amma içinde nelerin yazıldığını öyretmirler. Öyrenenden sonra orda burda gedib avazla oxuyaraq pul qazanırlar. 90 % insanlar Quranı savab qazanmaq üçün oxuyur. Ama Allah bize defelerle 'Anlayasınız deye ayelerimizi bele açıqlayırıq' dediyi halda nece olur bu savab qazanmaq ve ya gelir menbeyi kimi istifade edilir? Bezi çox savadlı, özlerine din adamı deyenler (hacılar, şeyxler) Peyğemberimizin adına yalan danışaraq flan sureni flan defe oxusan flan şeye xeyirdi deyib onu fal kitabına çevirirler. Ama hemin surenin tercümesine baxanda faydası olduğu şeyle heç bir elaqesi yoxdu. (Buna çox misallar getirmek olar). Qısacası Quran, ancaq erebce oxunmalıdır deye bir şey yoxdur! Ümumiyyetle bütün ibadetler erebce edilmelidir deye bir hökm yoxdur Quranda. Çoxu camaat deyir ancaq erebce olmalıdı ibadetler. Allah tekce erebce bilir başqa dilleri bilmir? Haşa. Bu ancaq iftiradır. Bütün diller Allahındır. Qısacası öz dilimizde, başa düşdüyümüz dilde edilmelidir, nese bir menfeet(gelir) gözlenilmeden.
Yene de her şeyin doğrusunu Allah biler.
22 notes
·
View notes
Text
13724, 00.15
Tipik bir mutfak masası. Öylesi dediğin birbirinden alakasız ama hepsi süper işlevsel şeyler taşıyacak. Birbiriyle ilintili olanları da usta bir göz, yıllarını mutfak masasında dinginleştirmiş bir göz görecek anca. Kahveyle kitabın dostluğu aşikar zaten. Fal ile kitap bile ilişkide. Kitap okurken de falımı arıyorum aslında, bazen. Bana iyi geleni, bir şey fısıldayanı, yol göstereni bekliyorum satır aralarından. Telvelere göre okuması daha zor yalnız. Bunu okumayı sökmek yıllar ve kütüphaneler alıyor. Ben henüz acemisiyim bu işin elbet.
Mutfak masasının bu ve daha nice özellikleri değişmedi ama mutfak değişti. Ev değişti. Ben değiştim. Bu çok çok çok sıcak temmuz İzmir'inde bile bir soğukluk buluyorum galiba bu evde. Ondan sinirliyim belki, bilmiyorum. Kendi evimi arıyorum. Böyle yazdım ya şimdi, boğazıma bir düğüm, sağ kaşımın üstüne yumruk gibi bir ağrı oturdu birdenbire. Demek sahiden arıyorum kendi evimi. Neyse. Çok yazmasam iyi olacak bunun hakkında.
Ben de, cümlelerim de, sohbetlerim de değişti. Daha asabi oluyorum bazen. Bazen çok ağlamaklı. Bazen çok aceleci. Bazen çok bekleyen. Aşık oldum mesela. Bunun değişen, değişmeyen, çürüyen, yeşeren her şeyde muhakkak büyük etkileri var. Söylemesi ne hoş. Aşık oldum. "Aşık olduk." Bu daha hoş. Fotoğraftaki henüz açılmamış kahve falından bunun bir ömür sürmesini diliyorum. Üstelik olmakla kalmadım, duyurdum. Herkese söyledim bunu. Hep bunun hakkında konuşmak istedim. Konuştuktan sonra korktum. Genelde korktum. Farklı şeylerden, ayrı sebeplerden ama hiç hissettirmedim bunu kendime. Nedenini bilmiyorum ama nasılını biliyorum galiba.
Her şey değişiyor, her şey. Ama nasıl evler, mutfaklar değişse de huzuru aynı kalıyorsa ben de değişsem bile mutlu kalayım istiyorum. Bunun için uğraşırken mutsuz ettiklerim; özür dilerim. Siz de korku duvarlarınızı bana sormadan yanı yanı başıma dikerek pek de yardımcı olmadınız ama.
6 notes
·
View notes
Text
Zeus'un en güzel kızıydı Astrea.
İyilik meleğiydi.
İnceliğin ve zerafetin sembolüydü.
Ne zaman bir kötülük görse gözyaşlarına boğulurdu.
Gün geldi, yeryüzündeki kötülüklere dayanamaz oldu.
Babasına yalvardı.
"Beni bu dünyadan uzaklaştır."
Zeus gökyüzüne gönderdi, güzeller güzeli kızını.
Astrea artık yıldızların arasından izliyordu, insanoğlunun kötülüklerini.
Ve her gördüğü kötülükte ağlıyordu.
Gözyaşları tek tek toprağa döküldü.
Ve her gözyaşı düştüğü yerde bir çiceğe dönüştü.
İnce, zarif, ak bir çicek.
Papatya.
Bugünlerde dağ taş papatya.
Her yer sarı beyaz.
Doğanın aşk bahçesi adeta.
Sade ve gösterişten uzak.
Sıcak ve samimi bir bahçe.
Üstelik gezmek, koparmak bedava.
Aşıkların fal açtığı çicektir papatya.
Hele o son yaprağı var ya.
Ya karalara bağlar insanı.
Ya mutluluktan uçurur.
O'nun sizi sevip sevmediğini o son yaprak söyler.
O yüzdendir ki Can Yücel, "Sana da kırgınım papatya, bir seviyorum sığdıramadın onca yaprağına" der.
Ya Edip Cansever.
"Tek ihtiyacım neydi biliyor musun,
Bir papatya yaprağı daha."
O son yaprak hüznün ya da sevincin habercisidir.
Vazoları süsleyen en güzel kır çiceğidir papatya.
Astrea gibi inceliğin ve zerafetin çiceğidir
Güzelliğin çiceği.
Bütün çiçekler, ne kadar güzel olduklarını elbette duymak ister.
Ama papatyaya bir papatyanın ne güzel olduğunu işitmek yeter!
İngilizler "Daisy" diyor papatyaya.
"Day's Eye"nin kısaltılmışı.
Gün ışığında yapraklarını açıp, karanlıkta kapattığı için.
Kürtler "Beybün" diyorlar.
Bir dönem güney doğuda parklara "Beybün" isminin konulması yasaktı benim ülkemde.
İtalyanlar ve Yunanlılar " Margerita" der.
Peki biz niye "Papatya" diyoruz acaba?
Papatya kelimesi Rumca "Papadia"dan geliyor.
"Papazın Karısı" demek.
Anadolu Rumları, papaz eşlerine kızlık isimleriyle hitap etmezler.
"Papadia" derler.
Papadia hanım!
Peki, papazın karısı ile papatya ne alaka?
Rivayet odur ki, yıllar yıllar önce Türkler ve Rumlar birlikte yaşadığı günlerde, Nevşehir'de bir köyün papazı, başka köyden bir kızla evlenir.
Türkler papazın eşine ismini sorarlar.
O da yerden papatyayı koparıp, ismim bu der.
Aslında "Margerita" demek ister.
Ancak, bizimkiler çiceğin adının "Papadia" olduğunu sanır.
O gün bu gün bu narin çiceğe papatya diyoruz.
Papazın Karısı yani.
Günleriniz papatyalar gibi ak, temiz, sevgi dolu geçsin...
20 notes
·
View notes
Text
"kurtarılacak olanın o muhteşem sanatını izledik yukarıdan."
(Devrim televizyondan yayımlanmayacak.)
Devrim çomaklarla yapılır. Çocuklarla ve saf kalplerle… Yaşatmak içindir devrim. Masumiyetin devamı için. Haklılar için. Ama üzüldüğüm şey haklıların hakları için kılını bile kıpırdatmaması. Kabullenme seanslarındaki korkunç izdiham. Ancak bilsinler ki hareketsiz haklılık, leştir. Ezilenin ezene karşı büyüdükçe büyüyen sonsuz sadakati, ah! Bunları düşünüyordum istasyonda Zehra’yı beklerken.
Tren de geldi işte. Zehra trene ve bekleyişe anlam katıyordu. İnsanlar trenden inmeye başladı. Zehra da indi. Evet, tanıdım, O’ydu. Çiçekli mor bir eteğin üstüne açık mavi bir gömlek giymişti. Saçları yine yirmi beş yıl öncesi gibi kısa ve bu kısalık onun Tanrıçalara has silahıydı. Yüzündeki kumrallığa eşlik eden çizgiler, içinde günü geldiğinde kullanılmak üzere saklanan kelimeler ve dudağının her iki yanında muhafız gibi duran izler. İzler, Zehra’nın sihirli kılıçlarıydı. Hele bir de gülümsediğinde, yüzü mimik deryası olurdu.
…
Yirmi beş yıl olmuştu görüşmeyeli. Aynı mahallede büyümüştük. Büyük ve boş bir arazi vardı mahallemizde. Orada çeşitli top oyunları, tahtadan silahçılık ve çelik çomak oynardık. O kadar büyüktü ki arazi, sanki dünyanın bütün çocuklarını toplayıp getirsen yine de dolmazdı. Sınırsız düşler tarlası gibiydi. Yıllar sonra orasının bir halı saha büyüklüğünden fazla olmadığını fark etiğimde hayal kırıklığına uğramıştım. Sanırım büyük olan yüreklerimizdi. Geri kalan her şey maketler uygarlığıydı.
Çelik çomak oynadığımız bir gün hava atacağım diye çok sert vurduğum çomakla Zehra’nın alnını kanatmıştım. Hemen gidip babasına söylemişti. Babasının bana doğru sinirli bir Erol Taş prototipiyle geldiğini gördüğümde hayatımın en hızlı dört yüz metresini koşmuştum. Atletizme yazılsaydım eminim ki rekorlar kıran bir koşucu olurdum.
Zehra’yı kızdırmayı seviyordum. Bir dönem fincanla fal bakma furyası vardı. Hareketli fincan falı... İşin içine gizli güçler de karışırdı. “Bilmem ne teyze eğer buradaysan işaret ver!” gibisinden bir şeyler söylenirdi başlanmadan önce. O da işaretini verirdi. Masada kaygan bir kartonun üzerinde kâğıt parçalarına yazılan harfler daire şeklinde sıralanırdı. Biz yaklaşık yedi sekiz kişi hepimiz birden işaret parmaklarımızı fincanın üzerine koyar ve sorular sorardık. Kim kimi seviyor gibi sorular. Cevap şöyle oluşurdu: Fincanın tepesindeki işaret parmağı krallığının baskısıyla fincan harflere doğru hareket ederdi. Tabi ki o göremediğimiz bilmem kim teyzenin ruhu sayesinde olurdu bu ve sonunda bir isim çıkardı ortaya. Benimkine “Esin��� çıkmıştı. Hiç konuşmadığım ve bilmediğim bir kızın ismi. O gün Zehra’nın yüzü güz kıyametiydi. …
Beyazlarıma bakıyor. Yüzümdeki hüzün artıklarını inceliyor. Susuyor. Gölgesiyle oynuyor. Az sonra sinsice bir tebessümü kulağından çektiği gibi getirip aramıza koydu. “Bu ne?” dedim içimden. “Tecrübeli bir tebessüm.” dedi o da içinden. Belki de intikam alıyordu. Sarılacak gibi yaptı sonra vazgeçti. Neden trenle gelmeyi tercih etiğini sordum. “Sevdiğim bir kimseye veya bir kente yolculuk yapacaksam trenle yapmalıyım.” dedi. Demek hâlâ seviyordu beni…
Dostluklarımız devam etmişti. Herkes büyüyüp hayatın kucaklayıcı kollarına atıldı. Başka yaşamlar. Başka sözcükler. Başka sarılmalar. Başka oyunlar. Başka kederler… Ama mektuplarla da olsa arada görüş meyi sürdürüyorduk. Sonra telefonlar. Sosyal medya ve dünyayı küçültüp yalnızlığı büyüten daha birçok şey… Herkes herkesi çok rahat bulabiliyordu. Zehra öğretmendi. Daha sonra müdür olmuş. Bu sistemde müdür olmak kolay değil, hele ki muhalifsen. O hep hırslıydı ve başarılı olmak için çok çaba sarf ederdi.
Arabaya bindik ve eve doğru yola koyulduk. Evim kentin dışında bir yamacın dibindeydi. Küçük bir bahçem ve içinde birkaç ağaç vardı. Kediler, tavuklar ve Oscar’a aday olabilecek nitelikte olan yalnızlığımdaki edebi huzur. Daha iner inmez hemen kümesteki civcivlikten yeni terfi etmiş genç tavuklara yöneldi. “Çok tatlılar bunlar!” İlk defa tavuk görmüş gibi davranıyordu. Bir süre Zehra ve tavuklar senfonisini izledim. … Kapitalizm: Metalik kurtlar fabrikası, paslı çiviler kenti, ucu zehirli oklar mağazası, kamaşmalar zamanı, haklıların yüceltilen sessizliği, titreyişin kökü… Ne çok şeyi kapsıyordu kapitalizm. Akıllı telefonlarımız. Onurlu kaybedişlerimiz. Örgütsüz öfkelerimiz… Daha ne çok şey…
Kutsanmış fraksiyonlarımız vardı. Sosyalizm nasıl bir şeydi ki böyle kırk fraksiyona bölünmüştü. “Devrim televizyondan yayımlanmayacak!” sözündeki şifre ve o kaçtıkça kovalanan, bir türlü yakalanamayan güzel günlere olan inanç, aynı sabır ve başarısızlıkla nesilden nesle devam eti. Devirler değişti. Kitle iletişim araçları inanılmaz boyutlara ulaştı. Ah proletaryam! Neredesin? Yeni sınıflar ortaya çıktı. Ama ne olursa olsun devrim kameralarla değil, çomaklar ve bilyelerle yapılır. Devrim o küçük oyun sahasını uçsuz bucaksızlık makamına yükselten kocaman yüreklerle yapılır.
Muktedir bunu biliyordu ve ilk önce çomaklarımızı, bilyelerimizi alıp yerine plastik duyguları koydu. Sonra kul’eksiyonlar çağını başlatı. Silah satan Tanrılar. Kredi notunu belirleyen Tanrılar: Standart Poor’s, Fitch Ratings ve Moody’s. Dünya bankası. Merkez bankaları. Ay-em-ef. Böylece ütopyanın ütopyası oldu işçi sınıfının iktidarı. Geriye üç beş kişinin alanlarda ölümüne mücadelesi ve dağınık öfke patlamasından başka bir şey kalmadı ve izleyen diğer haklılar yığını. Susmakla kurtulacağını sananlara gelmişti sıra. Köleleştirmeye, yoksullaştırmaya, yok etmeye, öldürmeye çalışan muktedire karşı tek silah olan genel grev kararı verilmediği sürece emekçinin yenilgiler seremonisi devam edecektir. “Burası dünya yahu, burası bu kadar işte!” demişti Onur Ünlü. Evet, burası dünya ama burası bu kadar değil. Hem Zehra da var şimdi.
İnsanın düşlerini emanet edebileceği bir yüzü vardı Zehra’nın. Mutluluk parodisiydi gülüşü. Çocukluğunu çantasında taşıyordu sanki. Arada çıkarıp yüzüne sürüyordu. Yüzünde ışık taşıyan yürüyüşçüler dolaşıyordu… Gelirken bana ait olan dört kitabı da getirmişti yanında. Onun için imzalamamı istedi. “Hiç değişmemişsin!” dedi ve devam eti: “Hiç pes etmiyorsun, delilik bu, dünya kurtarılacak bir yer değil, hatta kurtarılmayı beklemiyor bile. Kurtarılmak umurunda değil dünyanın.”
Zehra da insanları yutan bu tutulmalar çarkına karşıydı ve öfke doluydu. Ama sanırım o da pes etmiş ve her şeyi oluruna veya başkalarının mücadelesine bırakanlardandı. Nasılsa birileri bizim yerimize plastik mermiler-günü geldiğinde gerçek mermiler yiyordu. Nasıl olsa konuşurken sözcüklere kalbini ekleyenler kirpiklerini fırça gibi kullana kullana geleceklerdir karanlığı ışığa boyamak için. Karanlığı ışığa boyamak için vurula vurula dizileceklerdir anımsamalar takvimine. İşte bu yüzden onunla farklı düşünüyorduk.
Kitaplığımdaki kavgayı anlatım. Cezalandırılmış bilgiyi. Zeytin ağaçlarının öyküsünü… Ağaçlara düşman olanlar tüm insanlığa düşmandır. Toprağın kokularını nasıl hissettiğimi anlatım. Toprak çığlıklarını bu kokularla gönderir insanlara. Onun getirip aramıza koyduğu tebessümün yanına uykusuzluğun hafızasını koydum. Birden aklıma gelmişti; çelik çomak oynarken yanağını kanattığım için ilk defa özür diledim ondan. O da babasının beni kovalarken alnındaki yaranın acısını unutarak nasıl gülmekten yerlere yatığını söyledi.
Küçük düşler kumbarasını koydum önüne. Hadi daldır elini ve içinden bir düş çıkar dedim… Düşün içine girip Yıkıklar Ülkesinin sembolü olan Gelincik Köprüsü’nden geçtik. Yukarı doğru tırmandık. Papatyalar patikasından olasılıklar tepesine çıktık. Sözcükleri uçurumdan atıp sessizce henüz içine girilmemiş bir anlama yanaştık. Bulaşıcı boşluğun kollarında saatlerce kurtarılacak olanın o muhteşem sanatını izledik yukarıdan.
3 notes
·
View notes
Note
Bu insanlar senden ne istiyor ?
Kafamın içindeki sorunları sizinle paylaşmıştım ve gerçekten iyi gelmişti, üstelik hiç bir ücret vs istenmedi benden. O arkadaşın derdi neydi tam olarak anlamadım. Bir insana pedofili diye suç atmak gerçekten ayıptır....
Selam dostum. İlk olarak insanlar ne istiyor bilmiyorum. Sana yardımcı olabildiysek ne mutlu bize zaten Cemile ablanız-kardeşiniz yardım etmişti bayan arkadaşlara. Yani diyecek pek birşey yok. Çocukların dertlerini dinleyip çözüm yolu üretmek ne zamandır pedofili anlamadım. Profilimde ki illegal yazısına takılıp çok fazla ağır ithamlar da bulundu. Bir ara sen cinci hoca falansın dedi, hatta üfürükçüluk bile yapıyormuşum. Dalga geçmek için fal da bakıyorum dedim :). Bu sadece profilimde paylaştığım ufak şeylerdi. Bak burada hiç bir kıza mesaj atmadım, sadece ilk @uzaypedagog kurulduğunda @dileknursin ve bir bayan arkadaştan yardım istemiştim. Erkek olarak da @ruhsuzbiadam bloguna mesaj atmıştım. Reklam amaçlı, ne kadar çok kişi görürse o kadar çok ilgi olurdu çünkü. Zaman geçtikce bazı psikolojisi bozuk, kendini rahatsız hisseden insanlar geldi. İsimlerini ve sorunlarını burada kesinlikle paylaşamam onlar daima biz de özel kalacak. Hepsine yardım ettik, karşılığında hiçbir şey almadık. Omuz olmanın ücreti olmaz. Bu gün bir arkadaş illegal pedagog ne demek, sen dolandırıcısın, sen yalancısın vs vs tarzı şeyler söyledi ve konuyu gerçekten fazla uzatmıştı. Dalga geçtim. Dava açacağını falan söyleyince kızmaya başlamıştım. Şuanda dava açmasını bekliyorum, hiç vakit kaybeden karşı dava açacağım. Fazla takılmaya gerek yok. İnsanlar yobaz biraz sanırım.
11 notes
·
View notes
Text
Bölüm 153: Su vilayetinin genç yeteneği, Liu YuAn
Qi Yan çevresindekileri süzdü. Tarayan bakışlarının altında, bütün sınav alanına ölüm sessizliği hakim oldu.
Qi Yan imparatorluk kılıcını geri eski yerine bıraktı, ardından ellerini arkasında bağlayarak dikildi. Belli etmeden nefesini vermişti. İyi ki öncesinde Nangong Jingnu ile iletişime geçip imparatorluk kılıcını almıştı... Yoksa, sınav alanının kontrolden çıkması işten bile değildi.
Bu seneki büyük sınav, öncekilerden farklıydı. Üç gözetmenin üçü de ilk defa bu pozisyonda bulunuyordu. Ve her ne kadar meclisteki yetkili rütbeleri düşük olmasa da, halkın arasından gelen talebelerin kalbinde pek yüksek bir saygınlıkları yoktu. Yaygara çıkarmaya başladıkları anda işleri biterdi.
Qi Yan da biraz gergin hissettiği halde, yüz ifadesi tamamen kayıtsızdı. Sınav alanında, geri Jin vilayetine taşınmış olan epeyce talebe vardı. İmparatorluk kılıcının desteği de eklendiğinde, Qi Yan büyük dalgaların oluşmayacağına inanıyordu.
Süre ağır ağır doluyordu. Qi Yan çok sayıda talebenin çoktan fırçalarını oynatmaya başladığını, bazılarının ise kara kara düşünerek hala boş kağıda baktığını gördü. Hangi yolu izleyeceklerini düşünüyor gibilerdi.
Qi Yan onların yaşadığı zorluğu da anlıyordu. Bakışlarını geri çekti, ardından koltuğuna oturdu.
Nangong Rang, krallığı kuran hükümdar olarak hala hayattaydı. Küstahça onun eski yanlışlarını eleştirmek hiç şüphesiz ciddi bir hataydı. Adayların korkması anlaşılır bir durumdu.
Qi Yan büyük bir risk alarak bu hamlede bulunmuştu, fakat Wei Krallığı'nın yıkılışını hızlandırmak adına meclise girmeleri için bir grup radikal genç yetenek seçmesi gerekiyordu. Aynı zamanda, kaderini ve sağ kalışını bir kez daha Nangong Jingnu'ya emanet etmişti...
Lu Boyan Gongyang Huai'nin yanına gelip soru kağıdını elinden çekerek aldı, üzerine bir göz gezdirdikten sonra gözleri anında fal taşı gibi açıldı. Soru kağıdını geri Gongyang Huai'nin eline sıkıştırdı, ardından cübbesinin alt eteklerini hafifçe toplayarak geniş ve hızlı adımlarla platforma çıktı.
Gongyang Huai'nin ağzı bir miktar açılmıştı. Çabucak geri sınav bölmesine gidip soru kağıdını o adaya verdi, ardından o da Lu Boyan'ın gittiği yöne ilerledi.
Lu Boyan Qi Yan'a doğru geldi, fakat tam o bir şey demek istediği sırada aklına çok sayıda düşünce geldi.
Bu büyük bir fırsat değil miydi? Qi Yan'dan savunulabilir bir biçimde kurtulmak için mükemmel bir şanstı! Böylesine hain bir harekette bulunarak, ölmese bile siyah ağ kepini daha fazla başında tutamayacaktı...
Bu noktaya kadar düşündüğünde, Lu Boyan'ın kalbi zevkle doldu. Ağzına dek ulaşan kelimeler de değişikliğe uğradı, "Efendi Qi'nin soruları... Bunları kendin mi düşündün?"
Qi Yan hafifçe gülümsedi, "Evet, öyle."
Qi Yan'ın cevabı, tam da Lu Boyan'ın umduğu şekildeydi: herkesin gözü önünde gelen bir kabul.
Lakin hala kendisiyle olabilecek herhangi bir bağlantıyı tamamen kesmesi gerektiği için sonrasında şöyle dedi, "Bu yetkilinin fikrince, buradaki sınav soruları uygun şekilde verilmemiş. Eğer Efendi Qi yedek sorular hazırladıysa, lütfen henüz vakit varken getirin. Bu yetkili Majesteleriyle Efendi Qi adına konuşmak için elinden geleni yapacak."
Qi Yan Lu Boyan'a bir bakış attı, "Yedek soru yok. Soru kağıdının tek kopyası bu."
Lu Boyan gülümsedi. Qi Yan'ın yanındaki koltuğa doğru yürüdü ve oraya oturdu.
Gongyang Huai geri döndüğünde Qi Yan'ı çekerek koltuğundan kaldırdı, bir kenara çekti, ardından fısıltılı bir sesle endişe içinde, "Tiezhu, delirdin mi sen?!" dedi. Gongyang Huai tamamen kontrolünü kaybetmişti, Qi Yan'ı da samimiyet adıyla çağırmıştı.
Qi Yan güven verircesine Gongyang Huai'nin omzuna hafifçe vurdu. Dile getirmese de, bundan biraz etkilenmişti. Gongyang Huai Beşinci Prens'in tarafına katılmıştı ve Qi Yan onun ana gözetmen olma şansını elinden almıştı. Fakat böyle bir noktaya gelinmişken Gongyang Huai hala onun için endişeleniyordu.
Qi Yan sesini hafifçe yükseltti, "Bu seferki sınav soruları benim tarafımdan gizlice hazırlandı, Efendi Gongyang'ın fazla şaşırmasına gerek yok."
Gongyang Huai'nin gözlerinde hayret dolu bir ifade belirdi. Qi Yan'ın bütün sorumluluğu kendi üzerine almaya ve oluşabilecek sorunlara karşı onunla ilişiğini kesmeye çalıştığını anlaması çok sürmedi.
Tam bu anda, Gongyang Huai biraz karmaşık hisler içindeydi.
Yıllar önce Yun vilayetinde gerçekleşen ilk karşılaşmalarını hatırladı: zamanında, üç tane saçma sapan soru hazırladığı için haklı bir öfkeyle gözetmeni kınamıştı. Her ne kadar ön öğrencilik sınavı olsa da, haddinden fazla basitti.
Bu sırada Qi Yan ondan daha ağırbaşlı davranmıştı. Ding Fengshan ile doğrudan zıtlaşmamış ve ona da kelimeleri ile davranışlarına dikkat etmesini tavsiye etmişti.
Fakat yedi sene sonraki bugünde Qi Yan, Gongyang Huai'nin eskiden düşündüğü ama hiçbir zaman yapmaya cesaret edemediği bir şeyi yapmıştı.
Aristokratik bir geçmişi olan Gongyang Huai'nin kaynakları ve bilgi kanalları, sıradan halkın dünyasından gelen talebelerin erişim alanının çok ötesindeydi. Meclisin içinden gelen belirtilerin artık kendini gösterdiğini biliyordu: krallığın deposu boştu, doğal felaketlerin sonu gelmiyordu ve yetkililer yozlaşmıştı. Fakat onun "uzlaşamayışı" kalbindeki duvarlarla sınırlıydı. Gongyang mülkünün sıkıntıda olduğu dönem, sahip olduğu tüm yeteneklerin onu hayal kırıklığına uğrattığını daha da derinden hissetmişti.
Onun Qi Yan'dan daha coşkulu bir doğası vardı ve sözlü otoritesi de ondan bir seviye yüksekti, fakat son yedi yıldır hiçbir şey yapmamıştı. Sadece bu da değildi, Gongyang Huai geçmişte hor gördüğü insanların bir parçası haline bile geliyordu zaman geçtikçe.
Gongyang Huai geçmişte neden sırf Yun vilayetinde sınav olmak için yüzlerce mil mesafe katetmişti? Ailesinin elindeki sözü geçerliği kullanmak istemediğinden dolayı değil miydi?
Ama şimdi...
Gongyang Huai şaşkınlık içinde Qi Yan'a bakıyordu. Karmaşık duygular kalbine akın ederken tek bir kelime bile edemiyordu.
Qi Yan hiçbir şey söylemedi. Yalnızca Gongyang Huai'ye temin eden bir gülümsemeyle karşılık vermekle yetindi, ardından omzuna dostça vurduktan sonra dönüp tekrar ana koltuğa oturdu.
Platformun altındaki çok az sayıda sınav adayı, giriş izinlerini alarak bölmelerinden ayrıldı. Yukarıdaki platforma öfkeli bir bakış attılar, ardından soru kağıtlarıyla giriş izinlerini muhafızlara teslim ettiler. Bundan sonra sınav sona erene dek beklemek üzere yan salona geçtiler.
Büyük sınav üç yılda bir yapılırdı. Sadece bugün için on yıl boyunca acı acı çabalamışlar, fakat nihayet kendilerini bahar sınavına attıklarında, böylesine bir soruyla karşılaşmışlardı. Bir fırsat ile yaşamları arasında seçim yapmak zorunda kalan bu sınav adayları, duydukları acıya dayanarak ikinci seçeneği seçmişlerdi...
Qi Yan yukarıdan sakince bu kişilere baktı. Bu adayların sınavdan çekilmesini dert etmiyordu. Onun fikrince başkent sınavına ulaşabilenler aylak kimseler değil fakat, bu topluluğun arasındaki en radikal olanları seçmesi gerekiyordu.
Yaşanan dalgalanma dindiğinde, sınav alanı olması gereken atmosfere geri kavuştu.
Epeyce talebe kalplerindeki dikkat dağıtıcı düşünceleri bir kenara koyup yazı fırçalarını enerjik bir şekilde ellerine almıştı.
İçlerinde, soruların derinlerine daldıkça Qi Yan'a daha da çok saygı duymaya başlayan bir azınlık vardı. Bu başkent sınavının soruları altın içeriklerle son derece yüksek seviyeydi, tek bir soru bile işe yaramaz değildi. Test ettiği alan da çok geniş kapsamlıydı. Yerel geleneklere, insanların geçim kaynaklarına ve suyun muhafaza edilmesine değiniyor; ardından krallığın politikalarına, mevcut siyasete, vergi tahsilatına ve yetkililerin kullanımına ulaşıyordu. Her bir konu bazı boyutları irdeliyordu.
Bundan da ana gözetmenin engin bilgiye sahip biri olduğu anlaşılıyordu. Kendisi mutlak cevabı bilmeseydi nasıl böyle sorular listeleyebilirdi ki?
Özellikle de uğruna tam üç tane cevap kağıdı verilen en sondaki "eski yasa dışı eylemleri eleştirin ve yeni politikalar önerin" sorusu. Bu soru talebelerin sıcak kanlarının daha da kaynamasına neden olmuş, onlarda büyük bir hayranlık uyandırmıştı.
Başkent sınavına girenlerin hepsi ana gözetmenin talebeleri olarak sayılabilirdi. Efendi Qi'nin kapılarından ayrılabilmekten büyük onur duyuyorlardı.
Hava kararmaya başladı. Epeyce sınav adayı ellerindeki fırçaları bıraktı. Başkent sınavı üç gün ve üç gece sürerdi, bu yüzden yeterli vakitleri vardı.
Bazı bölmelerde yiyecek pişirmek için ocaklar yakıldı, bazı adaylar ise dikkatlerinin dağılmasını istemiyordu. Mumlarını yakarak soruları cevaplamaya devam ettiler.
Nangong Jingnu'nun yanında hizmet veren danışman hadım Chen Chuansi, Saray önü Muhafızlarından oluşan bir grubu önüne katıp sınav alanının önünde belirmişti. Kapıların önünde dikilen muhafız yollarını kesti, fakat saygılı bir biçimde, "Efendim, başkent sınavı çoktan başladı. Buraya ne sebeple geldiniz?" diye sordu.
Chen Chuansi elini salladıktan sonra dört hadım üzeri kırmızı ipekle örtülü tepsiler taşıyarak öne çıktı. Chen Chuansi elindeki at kuyruğundan fırçayı salladı, "Majestelerinin sözlerini iletiyorum, ana gözetmen Qi Yan'a iki çift ışıltılı inci bahşedildi."
Muhafızlar tepsileri telaşla teslim aldı. Önde duran muhafız şöyle karşılık verdi, "Bu basit kimse bunları derhal Efendi Qi'ye iletecek. Fakat sınav alanı ciddi bir yerdir, bizler bile fevri olarak giremeyiz. İçeriden birinin teslim almak için kapılara gelmesi gerekli. Gonggong buraya bizzat gelerek zahmet etti."
Chen Chuansi muhafıza bir bakış attıktan sonra, "Bu hünerli kimse anlıyor ve doğal olarak kimseye daha fazla sorun yaşatmayacak. Emir iletildiğine göre, bu hünerli kimse şimdi geri dönüyor," diye cevapladı.
Muhafız: "Güvenli yolculuklar, gonggong."
Chen Chuansi Saray önü Muhafızları ile birlikte oradan ayrıldığında, bir muhafız kapılara doğru gelip yanında asılı duran ipe asıldı. Sınav alanında belli bir mesafede bulunan bir zil çaldı. Çok geçmeden, bir muhafız yan kapıyı açıp başını dışarıya uzattı, "Ne oldu?"
Muhafız İmparatorun sözlerini aktardı, ardından üzeri örtülü dört tepsiyi yukarıya uzattı. İçerideki insanlar geciktirmeye cüret edemezdi, tepsileri taşıyarak aceleyle sınav alanının iç kısmına doğru ilerlediler.
Platformun altında gerçekleşen bir tane daha aktarım faslından sonra, sözlü emir ve eşyalar nihayet Qi Yan'ın ellerine ulaştı.
Gökyüzü gitgide kararmıştı. Nazik beyaz bir parıltı kırmızı ipeğin altından belli belirsiz görülüyor, herkesin bakışlarını üzerine çekiyordu.
Doğal olarak Qi Yan, bunların ne olduğunu ve kimin tarafından verildiğini biliyordu.
Nangong Jingnu'nun düşünceli hareketi Qi Yan'ın kalbini sıcaklıkla doldurdu. Gözlerini kaldırıp batı yönüne baktı. Güneş dağların arkasına saklanmış, geriye sadece atmosferik bir ışıltı kalmıştı. Qi Yan sessiz bir iç çekti, ardından kırmızı örtüleri kaldırdı.
Ortam, yumuşak beyaz bir ışıkla dolup taştı. Kırmızı örtülerin kaldırılışının birbirini izleyen seslerini takiben sınav alanındaki platform, ışıltılı incilerin parıltısıyla gün gibi aydınlanmıştı.
Sınav adayları başlarını kaldırdı. Beyaz ışıkla kuşatılan platformu ve koyu kırmızı renkli yetkili cübbesi içindeki ana gözetmenin nazik beyaz ışığın içinde bir ilah misali dikildiğini gördüklerinde, talebelerin nefesleri kesildi.
Kase boyutundaki doğu denizinden gelen dört parıltılı inci, hemen hemen aynı büyüklükteydi. Her inci düzgündü ve olgunlaşmıştı, tek bir kusur bile bulunamazdı. Yalnızca bir tanesi bile ender ve eşi bulunmaz nitelikte olarak bilinirdi, peki ya dört tanesi?
Çok sayıda insan şaşkına dönmüştü, kıymetli eşyalar görmeye alışkın olan Lu Boyan ve Gongyang Huai bile ölçülemez derecede şaşkındı. Doğu denizinden gelen bu boyutta toplam altı adet parıltılı inci bulunuyordu. Biri Weiyang Sarayı'nda çıkan devasa yangında, diğeriyse Fuma malikanesinin büyük yangınında yok olmuştu. Kalan dört tanenin hepsi şu an buradaydı.
Buna belli bir açıdan bakıldığında, altı parıltılı incinin hepsi yalnızca Qi Yan'a verilmişti. Kişi, bu incileri hediye edenin cömertliği karşısında iç çekmekten kendini alamazdı.
Nangong Jingnu'nun da kendi ölçütleri vardı. Bir yandan Qi Yan'ın yetersiz görüş yetisi yüzünden kazara platformdan yuvarlanacağından endişeleniyordu.
Diğer yandan ise: meclis yetkilileri Qi Yan "geceleri göremediği için" onun ana gözetmen oluşuna karşı çıkmıyor muydu? Peki o halde, o meclis yetkililerine en yüce güce meydan okumak neymiş gösterecekti!
Lu Boyan ve Gongyang Huai bakıştığında, birbirlerinin gözlerinde aynı şaşkınlık ve kasveti gördüler. İkisi de Qi Yan'ın, İmparatorun ayrıcalık tanıdığı kişilerden olacağını beklemiyordu ve şunu yeniden gözden geçirmekten başka şansları kalmadı: taht mücadelesi böyle bir noktaya geldiğine göre, efendilerine Qi Yan'ı kendi taraflarına çekmesini bildirmeliler miydi?
Aşağıdaki bütün bölmeler mumlarını yakmıştı, fakat sadece bir tane zifiri karanlık bölme bağımsız olarak ayrılıyordu.
Bu Qi Yan'a anında kendi eski halini hatırlattı. Zamanında ana gözetmen Xing Jingfu'nun dikkatini çekmek için bu harekette bulunmuştu.
Qi Yan iki ışıltılı incinin getirilmesini emrederek o bölmeye doğru yürümeye başladı. Karanlıkta oturan ince silueti belli belirsiz görebiliyordu, sonrasında ışıltılı incinin parıltısı gitgide o bölmeye düşmeye başladı. Qi Yan içerideki insanı net bir biçimde gördüğünde şaşıp kalmasına engel olamadı.
Yeşim kadar temiz bir yüz, yıldızları andıran gözler; uzun ve mürekkep rengi, şakaklarına ulaşan kaşlar, büyüleyici bir çift göz, düzgün bir burun ve bir nokta gibi kırmızı dudaklar— ne kadar güzel bir delikanlıydı.
Qi Yan aslında bu gencin güzelliğinden etkilenmediği için çabucak kendini topladı. Fakat bu gencin güzelliği öylesine zarifti ki Qi Yan'ın onun kadın olduğunu sanmasına neden oldu.
Genç adam ayağa kalktı, ardından ellerini birleştirerek Qi Yan'ın önünde saygıyla eğildi, "Bu talebe, öğretmeni selamlıyor." Sesi de canlıydı ve kulağa hoş geliyordu, cinsiyetsiz bir tona sahipti.
Qi Yan onun boğazındaki adem elmasına, ardından da bileklerindeki kemik yapısına baktı. Şüpheye yer vermeyecek şekilde, cinsiyeti erkekti.
Qi Yan ileri gelip onun soru parşömenini eline aldı. İsmine bir bakış attı: Su vilayetinden, Liu YuAn. (Ç/N: 苏 Sū)
***
0 notes
Text
Ne içim sığdırabiliyorum seni ne de dışıma. Bu hâle geliceğimden habersiz ama bir o kadar da farkındaydım en başından beri. Sanırım bu yüzden kaçtım sana olan hislerimden. Ben o kadar fazla kaçtım ki, seni o kadar içime attım ki ama artık daha fazla içime atıcak gücü kendimde bulamıyorum. Sana her baktığımda gözün gözüme her değdiğinde, hayalin geldiğinde aklıma, bende ne akıl kalıyor başımda ne de kalbim yerinde durabiliyor. Ben hiçbir insana bu kadar sarılmak istememiştim. Ben çok kez aşık olduğumu sandım ama senden sonra anladım ki hepsi de küçük hoşlantıdan başka bişey değilmiş
Aşk buymuş sanırım
Galiba aşk senmişsin
O gün sinemada ve o parkta hatta durakta, yanımda her saniye olduğun o günü kalbim asla unutamaz sanırım.
Hayalimden bile güzeldin
Ben dün sana defalarca ilan-ı aşk ettim. Ben bugün doğum günümde bir mumda seni diledim geçen sene ki doğum günümde dilediğim gibi.
Hayatım ol, hayatın olayım istedim. Neden bilmiyorum ama çok istedim.
Seni neden seviyorum?
Bu soruyu kendime kaç kez sorup kaç kez cevap alamadığımı bilsen aklın dururdu inan.
Nedensizce seviyorum seni, zaten sadece sevebiliyorum. Öyle uzaktan, sadece bakarak, yanlışıkla kurduğun göz temasını kafamda büyüterek, her akşam uyumadan tüm ayrıntısını bildiğim fotoğrafını izleyerek, beni sevdiğini hayal ederek, sana rağmen sana umut ederek... O kadar çok seviyorum ki.
Ben sana şarkılar yazdım, besteler yaptım,sokakta gördüğüm her kediye seni anlattım, gördüğüm her papatya da fal baktım. Sevmiyor çıkınca sinirlendim, hiç inanmadım, fal bu dedim gerçek değil sonuçta ama seviyor çıktığında her seferinde heyecanlandım. İşte bu dedim, evren de yanımda bu bir mesaj...
Öyle bomboş öyle saçma şeylere ümitlendim ki. Ama ben farkındayım merak etme, sen beni asla sevmiyceksin.
Sen benim hayalimi kurup saatlerce sırıtmayacaksın
Sen beni sevemezsin biliyorum ama sevmeni o kadar çok istedim ki. Herseferinde vazgeçicem diyip sana o kadar fazla tekrar döndüm ki.
Vazgeçemiyorum senden, olmuyor.
Sabahım sen, akşamım yine sen.
Asla atmayacağın mesajı bekliyorum ben hemde hergün ama olsun biliyordum zaten sevmek kolay iş değil ama yine de hissettiklerimi hissedemez misin, sende beni sevemez misin?
Ben senin hayaline bile ağlarken sende en azından küçük de olsa birşeyler hissedemez misin?
Herneyse sadece şey demek istemiştim
Sana çok aşığım
Ve verdiğin acıya rağmen iyi ki hayatımdasın.
1 note
·
View note
Text
Lübnan ve 4 arap devletçiği aynı kökenden atadan olmalarına rağmen demografik yapılarını toplum ahlâklarını bozuyorlar haklı gerekçesiyle(çok ilkel barbar insanlar)suriyelileri kamyonlara doldurup geri gönderdiler şimdi bizim sınıra yığıldılar siyasilerde müteahhit seviciliği var illaki sağcısı solcusu anasını sattığımın inşaât şirketlerinden beslendiklerinden her yer beton tarlasına döndü kılıçdaroğlu da"suriyelilete ev yapıp göndereceğim"demeye başladı önce depremzedelere bıraktım prefabrik evi konteyner verin suriyeliyi geri gönderen hiç bir ülke onlara ev yapmadı sen de onların yaptığını yap doldur kamyona nasıl geldilerse öyle gönder ha akp chp ha erdoğan kılıçdaroğlu ha oğan ince hiçbirine oy vermiyorum hiç birşey değişmeyecek bu kafayla yandaş müteahhit suriyeyi sömürecek diye ülkemin işgâline razı olmak zorunda değilim mülteciler geri gönderilecek diye oy verecektim uçuk vaadlere inandığımdan değil vergimi akp yeterince o pislik suriyelillere yedirdi siz de aynı şeyi yapacaksanız niye oy vereyim seçimi boykot ederim manyak mısınız böyle mi 480 milyarımı geri alacaksınız falımda hapis çıktı ya demek bana şunu yazdıracaklardı ki"İmralıdakini aday yapın oy vereyim belki hepinizden iyi yönetir ülkeyi ummadık taş baş yarar tam batarız neyimiz kaldı ki?bu arada polis ekip arabaları da yola çıksınlar😴adaylarım:Cumhurbaşkanı apo başbakan selo içişleri bakanı pervin buldan dış işleri ahmet Türk ekonomi garo paylan turizm gergerlioğlu kültür bakanı sırrı süreyya önder çevre bakanı meral bektaş avrupa bakanı gülten kışanak savunma sırrı sakık iletişim mithat sancar adalet hasip kaplan rahatladım ulan ben deli miyim hepsi vatansever adı altında arapsevici yeşil sol hiç değilse tam bölücü yeter artık ülkemi siyasilerin suriyeli kardeşleri yok edecekse pkk yok etsin hıhıhı doğru okudunuz her seçim her partinin destek başvurusu yaptığı kişileri kabine yaptım habura davul zurnayı siz gönderin çözüm sürecinden alışkınsınız inan ki kılıçdaroğlu/erdoğan/oğan/ince/chp/akp/iyi parti akşener oy yok ev dükkân yapacakları suriyeli kardeşleri oy versin sorunum değil ne fal bakarmışım kazayı atlattım hapis geliyor az kaldı bugün kamyon üstümden geçecekti polis ezsin şimdi😨
instagram
0 notes
Text
Fal ve Tarot
Fal Ve Tarot Falı Bakanlar Kimlerdir? Gerçek Falcılar İle Fal Bakanlar, Canlı fal bakan siteler nerelerdir? Uzman Falcılar Eşliğinde Sesli Tarot Baktırma Tümü Ve Daha Yazımızda
Fal Ve Tarot Falı Bakanlar Kimlerdir? Gerçek Falcılar İle Fal Bakanlar, Canlı fal bakan siteler nerelerdir? Uzman Falcılar Eşliğinde Sesli Tarot Baktırma Tümü Ve Daha Yazımızda Fal tarihi çok eskiye dayanır. Yapılan araştırmalarda fal ile ilgili bilgiler M.Ö. 4000 yılına dayanmaktadır. Mezopotamya’da ortaya çıktığı varsayımı bulunmakta ancak fal tarihinin daha da eski olduğu düşünülmektedir. İlk…
View On WordPress
#aklımdaki kişi hakkımda ne düşünüyor#aklımdaki kişi ne düşünüyor#balık falda ne demek#durugörü falı nedir#ebced falı nedir#fal ne demek#fal nedir#faladdin neden yükleyemiyorum#faladdin nedir#falda ahtapot görmek ne demek#falda akrep görmek ne demek#falda akrep ne demek#falda anahtar görmek ne demek#falda anahtar ne demek#falda aslan ne demek#falda ayı ne demek#falda balina ne demek#falda balık görmek ne demek#falda balık ne demek#falda boğa ne demek#falda cadı ne demek#falda deniz anası#falda deniz ati#falda deniz görmek#falda deniz kizi#falda deve ne demek#falda erkek cinsel organ ne demek#falda eşek görmek ne demek#falda eşek ne demek#falda flamingo ne demek
0 notes
Text
Fal Nedir?
Fal Nedir Nasıl Bakılır? Falın Tarihçesini Hiç Merak Etmiş Miydiniz? Kahve Falı, Katina Falı, Tarot Falı, Aşk Falı Nedir Gibi Bir Çok Sorunun Cevabı Makalemizde Bulabilirsiniz. Fal nedir? Fal tarihi çok eskiye dayanır. Yapılan araştırmalarda fal ile ilgili bilgiler M.Ö. 4000 yılına dayanmaktadır. Mezopotamya’da ortaya çıktığı varsayımı bulunmakta ancak fal tarihinin daha da eski olduğu…
View On WordPress
#ebced falı nedir#fal nasıl bakılır#fal ne demek#fal nedir#fal tarihi#iskambil aşk falı nasıl bakılır#iskambil falı anlamları#iskambil falı nasıl bakılır#iskambil kağıtlarıyla fal çeşitleri#karaciğer falı nedir#katina falı nedir#online fal nasıl bakılır#su falı nasıl bakılır#Su falı nedir#tarot falı nasıl bakılır#tarot falı nedir#tarot nasıl bakılır#tarot ne demek#tarot nedir#yıldız falı nedir#yıldızname nasıl bakılır#yıldıznameye nasıl bakılır
0 notes
Text
🌼🌼 NEDEN PAPATYA 🌼🌼
Zeus'un en güzel kızıydı Astrea
İyilik meleğiydi.
İnceliğin ve zerafetin sembolüydü.
Ne zaman bir kötülük görse gözyaşlarına boğulurdu.
Gün geldi, yeryüzündeki kötülüklere dayanamaz oldu.
Babasına yalvardı.
"Beni bu dünyadan uzaklaştır."
Zeus gökyüzüne gönderdi, güzeller güzeli kızını.
Astrea artık yıldızların arasından izliyordu, insanoğlunun kötülüklerini.
Ve her gördüğü kötülükte ağlıyordu.
Gözyaşları tek tek toprağa döküldü.
Ve her gözyaşı düştüğü yerde bir çiceğe dönüştü.
İnce, zarif, ak bir çicek.
Papatya.
Bugünlerde dağ taş papatya.
Her yer sarı beyaz.
Doğanın aşk bahçesi adeta.
Sade ve gösterişten uzak.
Sıcak ve samimi bir bahçe.
Üstelik gezmek, koparmak bedava.
Aşıkların fal açtığı çicektir papatya.
Hele o son yaprağı var ya.
Ya karalara bağlar insanı.
Ya mutluluktan uçurur.
O'nun sizi sevip sevmediğini o son yaprak söyler.
O yüzdendir ki Can Yücel, "Sana da kırgınım papatya, bir seviyoru sığdıramadın onca yaprağına" der.
Ya Edip Cansever.
"Tek ihtiyacım neydi biliyor musun,
Bir papatya yaprağı daha."
O son yaprak hüznün ya da sevincin habercisidir.
Vazoları süsleyen en güzel kır çiceğidir papatya.
Astrea gibi inceliğin ve zerafetin çiceğidir
Güzelliğin çiceği.
Bütün çiçekler, ne kadar güzel olduklarını elbette duymak ister.
Ama papatyaya bir papatyanın ne güzel olduğunu işitmek yeter!
İngilizler "Daisy" diyor papatyaya.
"Day's Eye"nin kısaltılmışı.
Gün ışığında yapraklarını açıp, karanlıkta kapattığı için.
Kürtler "Beybün" diyorlar.
Bir dönem güney doğuda parklara "Beybün" isminin konulması yasaktı benim ülkemde.
İtalyanlar ve Yunanlılar " Margerita" der.
Peki biz niye "Papatya" diyoruz acaba?
Papatya kelimesi Rumca "Papadia"dan geliyor.
"Papazın Karısı" demek.
Anadolu Rumları, papaz eşlerine kızlık isimleriyle hitap etmezler.
"Papadia" derler.
Papadia hanım!
Peki, papazın karısı ile papatya ne alaka?
Rivayet odur ki, yıllar yıllar önce Türkler ve Rumlar birlikte yaşadığı günlerde, Nevşehir'de bir köyün papazı, başka köyden bir kızla evlenir.
Türkler papazın eşine ismini sorarlar.
O da yerden papatyayı koparıp, ismim bu der.
Aslında "Margerita" demek ister.
Ancak, bizimkiler çiceğin adının "Papadia" olduğunu sanır.
O gün bu gün bu narin çiceğe papatya diyoruz.
Papazın Karısı yani
133 notes
·
View notes
Text
Bungou Stray Dogs: Dazai, Chuuya, 15 Yaş -Sonuç
Bu bölümün çevirisinde payı olan @laumma ‘a çok teşekkür ederim.
Wattpad Linki
Dazai mafya karargahındaki bir yeraltı geçidinde yürüyordu.
Uzun, beyaz ve kasvetli bir koridordu. Bu koridoru dekore eden tek şey aralıklı sıralanmış yangın söndürücüler ve floresan lambalardı. Geçit, eskiden düşman saldırılarına karşı acil tahliye geçidi olarak kullanılıyordu.
Dazai sol bacağını yaralamıştı ve koltuk değnekleri kullanıyordu. Hemen yanında beyaz ceketiyle Mori ve elinde oyuncak bebek taşıyan küçük bir çocuk vardı.
“—Ve bir sonraki işin bu.” Dedi Mori.
“Hmm. Demek bu çocuk yetenekli... Hey —bize birazcık yeteneğini göstersen problem etmeyiz hani.”
Dazai yanında yürüyen çocukla konuştu. Çocuk beş-altı yaşlarında görünüyordu. Dazai’nin seslenmelerine tepki vermedi, elinde bebeğiyle yoluna baktı.
“Demedim mi? Bu çocuk yeteneğini kendi iradesiyle kullanamıyor. Bu yüzden yeteneği nedir tam anlamıyla bilemiyorum.” Mori bunları söylerken elini çocuğun kafasına koydu. “İlgilendiğim bir hastanede çocuğun, odasındaki başka bir çocuğu yaraladığını duyduğumdan gözetimim altına aldım. Söylentilere göre çocuk, arkadaşlarını parmağını bile kıpırdatmadan ciddi şekilde yaralayabiliyormuş. Bir şey yaşanırsa tehlikeli olabilir. İşte bu yüzden, çocuğun yeteneğinin asıl halini görebilmemiz için senin etkisizleştirme yeteneğini kullanmanı istiyorum.”
Dazai kabaca küçük çocuğa baktı.
“Kyuusaku!” Çocuk bir anda hevesli sesiyle konuştu. “Hehe, ben Kyuusaku. Hey, oynayalım mı? Oynayalım mı?” dedi.
Dazai aldırış etmeden yanıtladı.
“Evet, büyüdüğün zaman oynarız tabi.”
***
Aynı koridorda, iki farklı kişinin ayak sesleri yankılanıyordu.
“Toplantının özeti burada.”dedi uzun boylu, geleneksel Japon kıyafeti giymiş bir kadın. Tokayla tutturulmuş ateş kızılı saçları vardı. “Sormak istediğin bir şey var mı çocuk?”
“Bana çocuk demeyi keser misin?” dedi Chuuya. “Yine de bir sorum olacak. Beni bu toplantıya niye getiriyorsun Ane-san(1)?”
“Bana ‘Ane-san’ deme. Daha o kadar yaşlanmadım.” Geleneksel Japon kıyafetleri giymiş kadın Chuuya’ya baktı. “Tecrübe edin diye seni toplantıya yanımda getiriyorum. Toplantı bir mafyanın paravan şirketiyle (2) yapılacak. Mori-dono’nun son eklemesine göre, bir ticaret şirketinin başkanıymış. Görüşmenin ortasında çay ikram edilmesinin anlaşmanın kabul edilip edilmeyeceğinde etkisi vardır. Mafyaya katılmadan önceki dönemindeki gibi her şeyi ortaklarımızın kafasını kırarak çözüme ulaştıramayacağımızı şimdiden anlamalısın.”
“Anlıyorum...” Chuuya anlayışlı bir bakışla başını kaşıdı. “Ama ya benim gibi birisi o adamlarla otururken saygısız davranırsa... ya sinirlenirlerse ne yapmalıyım?”
“Öyle bir şey olursa biz hallederiz.” Japon kıyafetli kadın kibarca elbisesinin koluyla ağzını örterek kahkahasını gizledi. “Hem bu kadar kolay etkileneceklerse erkenden öldürülmeleri daha iyi olur.”
“...Şaka mı yaptın şimdi?” Chuuya rahatsız bir yüzle sordu.
***
Ve koridorda sesler daha da yakından duyuluyordu.
“Hey, Mori-san, bu çocuk kız mı erkek mi?”
“Hazır konusunu açmışken... sormadım. Sonra belgelere bakarım.”
Ve koridorda sesler daha da yakından duyuluyordu.
“Bu arada çocuk, kafandaki siyah şapkayı dün takmıyordun. Nerden buldun?”
“Oh, bu mu? Şey...”
***
Bir gün, bir zamanlar, bir koridorda…
İki çocuk aynı anda konuştu.
Ne tarihe geçmiş ne de insanların akıllarına kazınmış, sıradan bir olaydı…
“...Ah!!”
“Ahh! Sensin!”
İki oğlanın bağırışları koridoru doldurdu.
Yetişkinler ise şaşkın bakışlarla ikisini izliyordu.
“Chuuya! Bu organizasyona niçin katıldığını zannediyorsun?” Dazai kızgın bir tonla Chuuya’ya çıkışıyordu. “Sen benim köpeğimsin, anladın mı?! Eğer ayağım kaşınıyor dersem kaşıyacaksın! Eğer soba(3) yemek istersem soba dükkanı sahibini ayağıma getireceksin! Eğer tiyatro izlemek istersem bana tek kişilik gösteri yapacaksın! İşin bu! Neden doğrudan Kouyou-san’dan emir alıyorsun?! Hiç zorluk çekmeden rütbeni mi yükselteceksin? Daha çok gençsin, git biraz köle işleriyle uğraş!”
“Neyden bahsettiğini bilmiyorum entrikacı piç! Mafyaya kendi irademle katıldım, ne senin ne astınım ne de köpeğin! Hilelerini bilmiyor muyum sanıyorsun?!” Chuuya kaybettiği oyundan bahsediyordu. “Daha sonrasında makineye baktım, birisi konsola su sızdırmış. Bu yüzden oynamam daha zordu! O maç geçerli sayılmaz!”
“Huh? Kaybetmeyi kaldıramıyor musun Chuuya? Hile yaptığımın kanıtları nerede? Hakkındaki son gelişmeleri hiç beklemeden tüm organizasyona ‘ Chuuya’nın yenilgisini inkar etmesinde bu hafta’ başlıklı makalede paylaştığımı biliyor muydun?”
“Seninle kim işbirliği yapar çok merak ediyorum... Bekle bi’dakka! Giriş yaptığımda tüm organizasyonun beni kıkırdayarak karşılamasının sebebi senin yüzünden miydi?!”
İki oğlan bağrışıyor ve birbirlerine küfrediyorlardı.
Yetişkinler ise çaresizce izliyorlardı.
“Bu ikisinin aynı organizasyona katılmasına izin vermek iyi bir fikir miydi gerçekten?” Geleneksel kıyafetli kadın Mori’ye sordu.
“Sorun yok, Kouyou-san.” Dedi Mori gülümseyerek. “Aynı organizasyonda oldukları için sorun yok zaten.”
Mori, Chuuya’nın tuttuğu şapkaya bakıyordu.
Chuuya’ya resmi olarak mafyaya katıldığı gün verdiği siyah bir şapkaydı.
***
“Bu şapkanın olayı ne?”
Birkaç gün öncesinde, mafya karargâhının en üst katında, Chuuya bir şapkaya bakmaktaydı.
“İşe alımının sembolü.” Mori karşındaki Chuuya’ya gülümsedi. “Normalde mafyada, seni mafyaya kim aldıysa sorumluluğunu üstlenir ve seninle ilgilenir. Bunun sembolü olarak, mafyaya alan kişinin yeni gelen üyeye bir giysi alıp vermesi gelenektir. Dazai-kun’a siyah ceketi vermiştim ve bu da senin için.”
“Verdiğiniz şapka eski.” Chuuya şapkayı çevirip inceledi. “Kötü değil ama... Dazai’nin giydiği ceket gayet yeniydi. Neden ikinci el dükkanından bir şey alan ben oluyorum? Bütçe sorununuz mu var?”
“Onu ikinci elciden almadım.” Mori alaycı bir gülümsemeyle konuştu. “Bu şapka, Randou-kun’a aitti.”
Chuuya aniden anladığını gösteren bir bakış attı. Sonra, şapkayı sıkıca tuttu ve ona bir kez daha baktı.
“Randou-kun’un tüm eşyalarını atıp yakmadan önce her şeyin üzerinden geçtim.” Dedi Mori ofis masasında otururken. “Ölümünden iki ay öncesine kadar, ajan olarak gittiği son görevi araştırıyormuş. Muhtemelen hafızası yavaştan geri gelmeye başlıyordu. Araştırmasının bir kaydını bırakmış: Nasıl bir gizli tesise sızdığı, ortaklarının nerelerde oldukları ve ordunun ‘Arahabaki’ denilen yaşam formunun tuttuğu araştırma raporları elimde.”
Chuuya, yalnızca yüzüne bakarak gerçek niyetlerini anlayabiliyormuşçasına Mori’ye baktı. Ama Mori, sanki ormanın derinliklerinde dağılamayan bir sis gibi yüzündeki gülümsemeyle konuşmaya devam etti.
“Tüm gerçekleri öğrenemedi ama birkaç yeni bilgi toplayabilmiş. Anlaşılan gizlice girdiği askeri araştırma tesisinde yaşayan formlarla yetenekleri birleştiriyorlarmış. Tabiri caizse insan eliyle yetenekli yaratma deneyleri yapılıyormuş.”
“Ordunun... İnsan yapımı yeteneklileri mi?”
“Ve bir şey daha var. ‘Arahabaki’ ismini sekiz yıl önce patlamaya tanık olmuş insanlar vermiş. Normalde Arahabaki tesiste başka bir isimle anılıyormuş: 258-A numaralı prototip.”
Chuuya’nın gözlerini fal taşı gibi açtı.
Chuuya’nın tepkisini ölçtükten biraz sonra, Mori, belgelerin olduğu zarfı ofis masasından çıkardı.
“Randou-kun topladığı veriler.” Mori, Chuuya’ya dosyayı gösterdi. “Ayrıca içinde başka pek çok ilgi çekici bilgi de yazılı tabi.”
“Bu dosyada... Gerçek mi...” Chuuya farkında olmadan elini uzattı. “Arahabaki... Benim gerçek kimliğim...”
Ama Chuuya zarfı tutamadan Mori hızlıca geri çekti.
Chuuya, şüpheyle Mori’ye baktı.
“Özür dilerim ama bu dosya organizasyona ihanet eden bir çalışanın gizli eşyası.” Mori her zamanki gülümsemesiyle konuştu. “Normalde yakılması gerekiyordu bu yüzden her isteyen okuyamaz. Sadece yöneticiler ve daha üst kademedekilerin görme hakkı var.”
Chuuya hafifçe kımıldadı, sessizce Mori’ye baktı.
Aralarında gergin birkaç saniye geçti.
“Demek yönetici olana kadar belgeyi okuyamayacağım, huh? Bu tedbirleri organizasyona ihanet etmemden endişelendiğin için mi aldın?”
“Hiçbir şeyden endişelenmedim.” Mori bir öğretmen gibi gülümsedi. “Endişelenmesi gereken sensin.”
“Ne?”
“Dazai-kun hakkında endişelen demek istiyorum. Bana göre ikiniz de göze çarpıyorsunuz ve ne kadar yararlı olduğunuza bakarsak eşit sayılırsınız. Ancak, direkt patrondan emir alan Dazai-kun’un daha çabuk yönetici olmasını beklemez misin? Eğer bu belgelere senden önce erişirse ne yapar hiç düşündün mü? Sence de bakman için sana vermek yerine onları okuyup yakmaz mı?”
Chuuya’nın yüzü aniden bembeyaz kesildi.
Eğer böyle bir şey olursa- Chuuya şimdiden Dazai’den belgeler hakkında bilgi almak için ne tür acılara katlanacağını tahmin edebiliyordu.
“Bir elması yalnızca başka bir elmas parlatabilir.” Dedi Mori memnuniyet dolu bir gülümsemeyle. “Eğer ikiniz de mafyaya çok çalışıp hizmet ederseniz organizasyon güvende kalacaktır. Önceki patronu, korku ve şiddete güvenmeden de geçebileceğimizi kanıtlamak istiyorum.”
Chuuya, Mori’nin konuşmasını dile getirilmemiş bir hatırayla dinledi.
“Ben...” Chuuya bir çocuğun sesine benzer kelimeleri zar zor söyledi. Yavaşça sırtındaki yaraya dokundu. “Koyunların lideri olmam karşılığında aldığım tek şey, arkadaşlarımın endişeleri ve grubun bana olan bağlılığıydı. Bu saatten sonra organizasyonuna katılmak ve emirlerine itaat etmekten üzülmüyorum. Ama bana tek bir şeyi söyleyebilir misin? Lider olmak ne demektir?”
Çocuğun ciddi bakışlarından sonra Mori’nin gülümsemesi aniden kayboldu.
Gözlerini kapadı, sonra yeniden açtı. Daha önce kimsenin görmediği samimi bir duruşla soruyu cevapladı.
“Lider, organizasyonun başındaki kişidir ama aynı zamanda organizasyonun kölesidir. Organizasyonun çıkarları ve ayakta kalması için her türlüğü çirkinliği memnuniyetle yaparım. Çalışanlarımı yetiştiririm, onlara pozisyonlar veririm ve gerekirse onları kullanıp bir kenara atarım. Organizasyonuma fayda sağlayacaksa insanlık dışı her davranışı yapmayı göze alırım. Lider olmanın anlamı budur.”
Mori, şehir manzarasına bakmak için bakışlarını pencereye çevirdi.
“Hepsi bu değerli şehri korumak için.”
Chuuya pür dikkat dinledi. Yüzünde sanki yeni doğmuş gibi masum bir ifade vardı.
“Bu... benim kaçırdığım noktaydı.”
Chuuya başını eğdi, dizini kırdı. Bir askerin keskin, itaatkar sesiyle konuştu.
“Öyleyse bütün bu kanı size adıyorum patron. Desteklediğiniz bu organizasyonu köleniz olarak koruyacağım, bütün düşmanlarınızı köleniz olarak öldüreceğim ve Liman Mafyasını hafife alan kim varsa yerçekimiyle ezeceğim.”
Mori yerde diz çökmüş çocuğu sakince izledi.
Yüzündeki gülümseme daha önceki gülümsemelerinden farklıydı- genelde insanların mutluyken yüzünde beliren biraz gizemli, derin bir gülümsemeydi. Ve tek bir şey söyledi.
“Sabırsızlıkla bekliyorum.”
***
Nakahara Chuuya ve eski mafya Dazai Osamu’nun organizasyona nasıl katıldıklarının hikayesi bu kadardı.
Sonrasında yeni patron Mori liderliğinde Liman Mafyası şehirdeki etkisini büyük ölçüde genişletti. Ekonomik temellerini attılar, hükümetle marifet gerektiren bir ilişki kurdular ve yargının karışması zor bir sistem yarattılar.
Bir yıl sonra bu olaydan daha büyük bir felaket- Yokohama’nın tüm suç organizasyonlarının karıştığı, “Ejderha Başı Çatışması” olarak bilinen büyük çaplı bir çatışma yaşandı. Liman Mafyası, Yokohama tarihindeki en kötü yeraltı çatışması denilen bu çatışmadan ufak zararlarla sağ çıkabildi. Yorgun yeraltı toplumunda mafya, eskisine oranla çok daha geniş bölgelerde hüküm sağlayabildi.
Ayrıca o sıralarda hatırı sayılır miktarda organizasyona hizmet eden Chuuya’nın sözü geçen yönetici pozisyonuna gelemeden Randou’nun ardında bıraktığı belgelere ulaşma şansı oldu.
Gerçek kimliği, araştırma tesisi için yapılan plan ve Dazai ile Chuuya’nın bu planları örtbas etme eylemleriyle ilişkin ayrı bir rapor tutulacaktır.
Yukarıda bahsedilenler “Arahabaki Felaketi” ile alakalı tüm hikayedir.
Bu rapor İç İşleri Bakanlığı ve Dokuzuncu Gizli Kaynak Hizmetlerinin yetkisi altındadır. Raporu okunması ya da yetkisi olmayan personellerin teslim alması katiyen yasaktır.
Rapor bitmiştir.
Kayıt No. I-41-90-3
<Arahabaki Olayı sırasında Liman Mafyası yeteneklilerinin detaylı eylemleri>
Yazan:
İçişleri Bakanlığı, Özel Yetenekler Departmanı asistan üyesi Sakaguchi Ango.
***
<Ek Belge>
Kayıt No. I-41-93-1
Yazan:
-------
Dosya: Çok Gizli
***
Gece ne kadar karanlık olursa olsun Liman Mafyası asla uyumaz.
Yokohama’nın dipsiz karanlığındaki şeytanların şehri, Liman Mafyası merkez üssünün üst katındaydı.
Mafyanın sayısız milis kuvvetleri arasından yalnızca seçkin sadakatleri ve yetenekleriyle öne çıkanlar bu katın bekçiliğini yapabiliyordu. Üst kat, patronun ofisinin bulunduğu mafya bölgelerinde ‘özel’ sayılan kattı. Değersiz bakışların, önemsiz insanların mafya istemediği sürece içeri girmesi yasaktı.
İki mafya bekçisi kapıyı koruyordu.
Patron ofisinde olmadığından boş odayı koruyan yalnızca ikisiydi. Yine de yüzlerinde tedbirli bir ifade vardı. Nerede olurlarsa olsunlar ya da ne yaparlarsa yapsınlar uyanır uyanmaz istikrarsız duygulara görevlerini yaparlarken yer yoktu.
Durgun gecede bir kere bile konuşmamış ya da boğazlarını temizlememişlerdi.
Bekçiler kısık bir ses duydu.
Güm sesiydi. Sivrisinek sesinden daha kısıktı, o kadar kısıktı ki kendi nefes alış veriş sesleriyle karıştırabilirlerdi. Bekçiler sesin nereden çıktığını bilmiyordu ama saatlerce sessizlikte durup da böylesine sıra dışı bir sesi duymamaları mümkün değildi.
Refleks olarak silahını kaldırdı, kulaklarıyla dikkatle dinledi.
“Neydi o?”
“Duymadın mı?”
Kısaca iş arkadaşını bilgilendirdikten sonra bekçiler tüm duyularıyla çevrelerine odaklandı.
Çok geçmeden güm sesini yine duydular. Sonra kağıt sayfasının çevrilmesi sesi duyuldu. Bu sefer sesi kesin duyduklarından emindiler.
İş arkadaşı silahına tutundu.
Üst kat mafya bekçileri dışında tamamen tenhaydı. En ufak meltemin bile giremeyeceği şeklinde tasarlanmıştı bu yüzden ses duyulması pek mümkün değildi.
Önlerinde bir koridor ve arkalarında ofis vardı. Koridor boştu yani…
“Ofisten mi geliyor…?”
Bekçilerin bedenleri sesin duyulmasıyla gerildi.
Tek bir el hareketi ve işaret ettiği bakışıyla iş arkadaşı kapıyı açmasını söyledi. İş arkadaşı bileğinden ofisin anahtarını çıkardı ve üç farklı anahtar deliğine anahtarı yerleştirerek tek tek açtı.
Sonra kapıyı tekmeleyerek açtı.
Odanın içinde uzun boylu birisi vardı. Uzun bacaklı genç adam, ay ışığının tam ortasında duruyordu. Elinde birkaç belgeyi tutuyordu. Genç adam bakışlarını yavaşça tuttuğu belgelerden adamlara çevirdi.
“Geciktiniz.” Dedi.
“Kıpırdama! Kimsin ve nasıl içeri girdin?!”
Bekçi elinde silahıyla bağırdı.
“Nasıl mı? Ne garip soru. Normal birisi gibi arkanızdaki kapıdan geçerek girdim baylar.”
Bekçinin yüzü sinirle gerildi.
Böyle bir şeyin olması mümkün değildi.
Kapıyı korumaya odaklanmışlardı. Bir saniyelerini bile kaçırmamışlardı. İnsanı bırak yanlarından karınca bile geçse fark ederlerdi.
Genç adam sakince gülümsedi.
Solgun ay ışığında gölgede kalan adam uzun, heykel kadar zarifti ve yaptığı her hareket sihir gibiydi. Giydiği gecenin denizi rengi yüksek kalite takımda en ufak bir kırışıklık yoktu. Filmden çıkmış bir aktöre ya da antik Avrupa’dan gösterişli bir tanrıya benziyordu.
“Belgeleri okumaya geldim, o kadar.” Dedi genç adam elindeki kağıtları kaldırırken. Belgeler Mori’nin Chuuya’ya gösterdiği belgeler –Randou’nun ‘Arahabaki’ hakkında topladığı araştırma raporlarıydı. “Oldukça ilginçti. Özellikle şu kısım: Randou’nun eski ortağı, istihbarat ajanı Paul Verlaine, ölmeden önde Randou’ya ihanet etti. Düşündüğüm gibi çoğu şeyi unutmuş. Ne de olsa hayattayım.”
“Belgeleri yerine koy! Karşı koyarsan ateş ederiz!”
Bekçi, silahını dikkatle doğrulturken konuştu.
Sonra giysisinin astarından güvenlik odasına içeri giren birisinin olduğunu haber veren düğmeye bastı.
Normalde koca binayı alarm sesi kaplardı ve tüm geçitlere giden yolları silahlı adamlar kuşatırdı.
Ama hiçbir şey olmadı.
“Ahh, özür dilerim. Bir şeylerin olacağını beklediğini biliyorum ancak hiçbir şey olmayacak. Gözetim odasındaki tüm görevliler az önce tatile çıktı. Oldukça uzun bir tatile hem de.”
Her katın kapılarını açıp kapatan elektronik anahtarların bulunduğu anahtarlık, genç adamın ayaklarına düştü. Anahtarlığın üzerindeki kanı gördükten sonra bekçiler aniden farkına vardı.
Gardiyanlar çoktan öldürülmüştü.
“Aslında olay çıkartmadan gelip gitmek istemiştim. Hiçbir şekilde kavgaya karışmak istemiyordum. Yalnızca en yakın arkadaşımın hayatının kaydı yazan bu belgelere bakmaya ve soyunma odasındaki bu şapkayı almaya geldim.
Göz açıp kapayıncaya kadar genç adamın ellerinde siyah bir şapka belirdi.
Mori’nin Chuuya’ya verdiği siyah şapkaydı.
“Son uyarımdır, teslim ol. Yoksa beş saniye içinde ateş edeceğiz.”
Bekçi bunları söylemesine rağmen bu konuşmada birisini öldürmek için çoktan hazırdı.
Normalde işgalciyi öldürmek son çareydi. Mafyanın yöntemi, mümkünse işgalcinin hayatta yakalanması ve amaçlarının ne olduğunu, elebaşının kim olduğunu konuşturulmasıydı. Ancak şu an karşılarında duran kişi farklıydı. Mafyanın karanlığından bile canlı çıkmış, karanlıktan daha dipsiz, seçkin birisiydi. Muhtemelen yetenek kullanıcısıydı yani sıradan savaş kuramları ona karşı işe yaramazdı.
Ne yapacaklarını tahmin edebilen tek yetenekli ölecekti.
Bu yüzden “Beş saniye içinde ateş edeceğiz” diye uyardı. Bu uyarı mafya arasında gizli bir iletişim şekliydi. Birisi “Beş saniye içinde ateş edeceğim” derse bir saniyenin geçmesini bile beklemeden hemen vururlardı.
Silahı ateş et.
Bekçi iş arkadaşının ateş etmesi için sessizce dua etti.
Ama kimse kimseyi vurmadı.
Bekçi ne halt yediğini merak ederek iş arkadaşına baktı.
Mafya elinde silahıyla titreyerek duruyordu.
Silahı boynundan yukarıya kaldıramamıştı.
“Ne…?”
Bekçi şaşkınlıkla ağzını açtı.
Kafasında tehlike çanları çalmaya başlayınca silahının tetiğini çekmeye çalıştı.
Tetiği çekemedi.
Tetikteki parmağı kesildi ve yere düştü.
Ardından silahın namlusu ve takım elbisesi…
Bilekleri ve omuzları kesilip yere düşmüştü. Gövdeleri, sırtları, çeneleri ve kafaları parçalara ayrılarak yere düştü. Yalnızca uyluklarındaki bacakları hiçbir şey olmamış gibi ayakta durmaya devam etti.
Çığlık atacak zamanları bile olmadan aniden öldüler.
“Sonunda. Ay ışığında böylesine sessiz bir geceye silah sesleri yakışmıyordu.”
Genç adam rahatlamışçasına gülümsedi.
Belge yığınını masaya geri koydu ve odanın ortasından pencereye yürümeye başladı.
Pencerenin dışındaki solgun aya baktı.
“Acaba bu şehirde hangi deliklere girdin Arahabaki –Nakahara Chuuya.” Dedi genç adam pencereden dışarısını seyrederken. “Ortağımı, daha doğrusu eski ortağımı, benim adıma öldürdüğün için teşekkür ederim. Güçlenmiş gibisin. Buluşma vaktimiz geldi sayılır.”
Elini pencereye bastırdı.
Pencere, güçlendirilmiş lamine camdan yapılmıştı. Isıya ve şok dalgalarına dirençli cam yalnızca bir keskin nişancının mermilerine değil, tanksavar silahlara karşı bile patronu korumak uğruna dirençliydi.
“Arahabaki, her nefesinde afetlere sebep olan felaketin kalbi. Yapayalnızsın. Bu dünyada seni anlayabilecek kimse yok. Ne tanrı ne de insansın bu yüzden arada bir yerlerde bana gelmediğin sürece kendi kollarında ölene dek sürüneceksin.”
Genç adam bacaklarından birisini hafifçe kıvırdı ve dışarıya itti.
Teknik olarak tekme atmıştı. Ancak bacağını bir tekme olamayacak kadar yavaş itmişti ve tüy döken kuş kadar sessizdi. Sanki ayaklarıyla havaya bir çizgi çekmiş gibiydi.
Tekmesi güçlendirilmiş camı ufak parçalara ayırdı.
Birkaç santimetre kalınlığındaki güçlendirilmiş cam kırılarak yere yağmur gibi döküldü.
“Uzun zamandır bekliyordum. Ama en azından…” Genç adamın gözleri ayın sönük ışığında titredi. “…tanışma vaktimiz geldi, Nakahara Chuuya –kardeşim.”
Konuşmasını bitirir bitirmez genç adam kafasında siyah şapkayla gizlice camdan atladı.
Bedeni dünyanın karanlığına karıştı ve gözden kayboldu.
Geride yalnızca gece melteminin sesi duyuluyordu.
Gecenin perdesi, toplanan kalabalığın gölgeleri… Yokohama geceleri uzun ve derindi ve kimse dibi göremezdi.
Storm Bringer’da devam edecek.
Çevirmen Notları:
Ane-san: Abla
Paravan Şirket: Yasa dışı bir iş yapılmak istenildiği zaman kurulmakta olan bir şirket türüdür.
Soba: Noodle’a benzer Japonya’da popüler bir tür erişte
74 notes
·
View notes
Note
Hayırlı geceler abla hıdırellezde yapılan dilek dileme dua etme kağıda bişeyler yazıp suya atma falan gibi şeyler hakkında ne düşünüyorsun acaba insanlar önceki yıllardı yapıp diledikleri şeylerin gerçekleştiğini söylüyorlar genelde düşünceni merak ettim bu konuda. Ve son olarak abla ben dua etmeyi bilmiyorum nasıl dua edilir bazen çok içimden geliyor ama çok günahkar olduğum için de Allahtan utanıp dua bile edemiyorum kalıyor öyle sence ne yapabilirim cevaplarsan çok mutlu olurum şimdiden teşekkürler 🌸
Hayırlı sabahlar oldu artık :)
Dilek dileme, çaput bağlama, fal bakma ve bunun benzeri saçmalığın daniskası tüm mevzular ile ilgili benim ne düşündüğümün bir önemi yok. Herhangi bir işleme, bir harekete, bir oluşuma caiz midir, Allah katındaki hükmü nedir dlye bakarız, kişilerin fikri ve o konu hakkındaki düşüncelerinin de hükme dayanması gerekir. Velhasıl kelam yukarıda saydığımız tüm bu saçmalıkların hükmü batıl ve bidattır yani İslamın içinde olmayan ve sonradan üretilen, İslamla zerre yakınlığı olmayan hareketlerdir. Bunlara inanmak, bunları uygulamak insanı küfre ve şirke götürür. Çünkü biz kullar ne dileyeceksek Allah'tan dileriz, ondan isteriz, ona sığınır el açar, halimizi ona sunarız. Bir çaputa, kağıda, herhangi bir nesneye ihtiyacımız yok, bunlardan medet umanların da aklına şaşarım. Şeytanın sağdan fısıldaması derler bu tür mevzulara, şeytanın sağdan yaklaşması, kötüyü, haramı, günahı süslü gösterip kulu kandırması. Kul da zaten kanmaya müsait, bak oldu, diledim de kabul oldu, şuraya sunu astım da yerine geldi diyecek kadar da zır cahil. Çocuğa anlatsan böyle yaparsan bak oluyormuş desen çocuk bile sorgular. Ben bu insanların bir beyinleri olduğuna inanmıyorum.
Dua etme meselesine gelince de, dua etmeyi dua ede ede öğrenir insan. Elini açıp halini Allah'a arzettiğinde, gözlerini kapatıp aklına gelen günah, dilek ne varsa diline dökmeye başladığında tıkır tıkır dökülüverir. Eğer böyle dille edemiyorsan, aklına gelmiyorsa o anda otur yaz, yazarak dile getir hacetini, aklına geldikçe ekle sonra da oku ve iste. Dua etmeyi bilmemek az dua etmektendir, Allah'tan istemiyoruz, ona sığınmıyoruz, yaklaşmıyoruz, istemiyoruz demek ki. Çünkü dua etmek de blr alışkanlık, insanın rutini olmalı, her fırsatta diline gelmeli, gün içinde, sohbet ederken, yalnızken ona yakın olduğu ya da uzak hissettiği bir anda kalben, dille, yazarak, ağlayarak dua etmeli insan. Allah bizi her halimizle kabul eden, ona vardığımızda bizim günahlarımız, hatalarımız ve tüm yanlışlarımızla katına, huzuruna kabul eden tek ve yegane Varlık. En çekinmememiz gereken ve başımıza ne gelirse gelsin her daim huzuruna gideceğimiz, bizi geri çevirmeyen, dinleyen, dualarımızı kabul etmek için huzuruna hep davet eden, isteyin vereyim, yaklaşın yaklaşayım, gitmeyin geleyim diyen sığınağımız. Hataları yüzümüze vurmadan kabul edenimiz. Allah günahlarımızı terketmeyi, tekrarlamamayı, ısrar etmemeyi ve bunlardan sonra yaradanın huzuruna varmayı ve duaların kabulunu nasip etsin hepimize. Alıkoysun, bir günaha yaklaşırken, küçücük olana bile ödü kopan kullarından olalım inşallah 🌼
8 notes
·
View notes
Text
Yalan üzerine düşüneceğim. Mesela başlangıç noktam şu olacak. Bir gerçeğin üzerini örtmek tanımından başlayacağım. Mesela ben birgün kütüphanedeyim, yanımda dört farklı gözlük var. Ve sürekli bunları değiştiriyorum. Ve arkadaşlarım gözlüğünü mü değiştirdin diyor. Ben de hayır diyorum. Ama bir konuşmanın yarısında hapşırmak için arkamı döndüğümde bile gözlükleri değişiyorum. Kafayı yiyorlar. Nasıl olur diyorlar. Ben en son diğer gözlükleri göstermesem ve bu davranışımı uzun süre devam ettirsem kalıcı bir hasar yaratacağım. Duyu organlarının gördüğü bariz bir bilgiyi saptırmış oldum. Yani beyinleri ile bir gerçek dünya arasında bir kırılma yarattım. Ya da bir keresinde yanımda dedikodusu yapılan ama tanımadığım birisine fal bakarken arkadaşlarının ona söyleyemediği şeyleri söyledim ve dedikodu yapanlar da ortamdaydı. Bana nasıl biliyorsun diye sordular. Ben de elini şöyle yaptın, götünü böyle yaptın diye sanki vücut dili okuyabilirim taklidi yaptım. İki yalanda da galiba benzer olan şey bilgi eksikliğiydi. Benim o kişinin dedikodusunu bildiğimi bilmiyordu kimse tıpkı gözlüğümün sayısını bilmedikleri gibi.
Başka yalanlar da var. Mesela bazen yalan söyleyen kişi yalan söylediğinin farkında olmaz. Yani şöyledir. Ortada çok kuvvetli, çok bariz bir durum vardır. İnsanlar bu durum yüzünden kaygılıdır. Fakat Allah'ın belası birisi der ki bu yok. Yani ama o orada duruyor. Hayır bu yok derler. Bu yalan çeşidi ile ilgili aklıma gelen bir benzetme var. Odadaki fil. Mesela bir aile içinde bir problem olsun. Birisinin bacağı kopmuş aile içinde. Konu sürekli asıl meselenin yörüngesindedir. Fakat kopan bacağın nasıl koptuğu, ne zaman koptuğu, kimin bu konuda ne yaptığı, koparken havanın durumu, neden daha önce haber verilmediği, hak edip etmediği yani, iki konu göz ardı edilir; bacak neden koptu, ve bu yeni dünyada bacaksız ne halt edecek. Bu odadaki fili, konuşulması gereken bir konuyu görmemiş gibi yapmak bir yalan çeşididir.
Bir başka yalan ise olaylara dışarıdan bakıp arasını tam bilmediğin konularda noktaları ayrıntıları atlayarak birleştirmek ama bunu yaparken değiştirilmesi teklif bile edilemez sabitlere varmak.
Bir başka yalan, aşk. Yani bunu anlatmaya gerek var. En temel yalan. İnsanlar kusurludur. Aşk insanı kör eder. Vaad ettiği herşey o kadar büyüktür ki. Tamamlanmışlık hissinin ne demek olduğunu sen nereden bileceksin? Ama aşk hikayesi biliyor ve bildiriyor. Ha hormonal durum, insanlar göz göze bakarak birbirine sarılıp sevişsin diye var. Nimet. Ama aşk hikayesi nasıl ki yanlış anlaşılan korkudan cinler ve gulyabaniler türediyse öyle türedi.
Kandırılmış herkesin bir durumu vardır. Kandırılan kişiler zayıf bir anlarında kandırılırlar. Boğaz köprüsünü satın alan kişi o köprüye sahip olmak fikrine o denli aşık oldu ki yani saçma gelecek maduru suçlamak gibi olacak ama, köprüyü almak istemek üç kuruşa bence problemli bir davranış.
2 notes
·
View notes
Text
Bölüm 119: Ehemmiyetsiz bir insanın kini, uğursuz ve yıkıcıdır
Nangong Shunu uyandığında, yanında kimse yoktu. Bir anlığına dalıp gitti, dün gece olan her şey bir rüyadan ibaretmiş gibiydi.
Fakat belinden yükselen ağrı, tüm o çılgınlığın gerçekliğini bağırıyordu. Nangong Shunu'nun zihni bir anlığına boşaldı, ardından başını yana çevirdi, yan tarafındaki yastıkta bulunan birkaç tane açık kahverengi uzun saç telini açık bir biçimde görebiliyordu...
Yalnızca Baş Cariyeler tarafından kullanılan soluk sarı brokar battaniyenin altında, üzerinde hiçbir şey olmayan yeşimden bir beden boylu boyunca yatmaktaydı.
Nangong Shunu sekiz adımlık yatakta iterek doğruldu. Brokar battaniye beline kadar inmişti, göğüslerinden ve sırtından bir acı yayılıyordu.
Nangong Shunu'nun gözleri odaklanamıyordu, fakat bedeni kontrol edilemez bir şekilde dün gece gerçekleşen çılgınlığı, Jiya'nın ona yaşattığı işkenceye yakın acı ve zevki hatırladı.
Tıpkı ipleri kopmuş tahtadan bir kukla gibiydi, o kadar beceriksizdi ki ne yapması gerektiğini bile bilmiyordu. Tamamıyla Jiya'nın merhametine bırakılmıştı...
Demek, iki kadının arasında gerçekten de bir şeyler olabiliyordu.
Fakat o İmparator babasının ayrıcalıklı cariyesi, Baş Cariyeydi... Kan bağları olmasa da yarı üvey annesi sayılırdı.
Ç/N: Jiya ondan bir yaş falan büyük
Nangong Shunu battaniyeyi sımsıkı kavradı. Dün gece olanların nasıl başladığını bilmiyordu. Onu kışkırtan Jiya gibiydi... sonra, sonrasında Jiya'nın avuçları, parmakları bir tür açıklanamaz güç taşıyor gibiydi; zorlanmadan zaaflarını yakalamıştı...
Nangong Shunu kendi düşüncelerine öylesine dalmıştı ki Jiya'nın kapıyı itip içeri girdiğini duymadı.
Jiya'nın gözleri fal taşı gibi açıldı: Nangong Shunu gövdesi çıplak halde yatakta öylece oturuyordu. İnce bedeni açıktayken binlerce ipeksi saç teli omuzlarından kaymış, şans eseri göğsünün önündeki görüntüyü kapatıyordu. Bu sahnenin cazibesi bütünüyle ortaya koyulamamıştı.
Dudaklarını yalamaktan kendini alamadı, öncesinde tattıklarını hatırlıyor gibiydi... Dün gece, onun da bir kadınla ilk seferiydi.
Bir erkekle olduğundan tamamıyla farklı bir deneyimdi. Erkeklerleyken de "öncülüğü" alabiliyordu, fakat yüksekten izleyen bir kraliçe olmak ve Nangong Shunu'yu görerek yapmak tamamen bambaşka olmuştu.
Yumuşak zaafları, çaresizliği, bilgisizliği, kendini tutması ve duygularına yenik düşmesi; bunların tümü Jiya'nın kalbini kışkırtıyor ve heyecanlandırıyordu.
Jiya Nangong Shunu'yu önemsiyordu, fakat Çimenli Ovalardan biri olarak damarlarında akan vahşilik onu "daha da ileri götürmeye" itmişti. Özellikle ara sıra Nangong Shunu'nun gözlerinden okunan suçluluk duygusunu gördüğünde bu, Jiya'nın kendini durduramamasına yol açmıştı.
Nangong Shunu ondan merhamet dileyecek hale gelene kadar durmamıştı, onun tekrar tekrar sarsılmasını hissederken son gözyaşının akmasını izlemiş ve onun ağlayışını dinlemişti...
Bunları düşünürken, Jiya kendisi bile alaycı bakışlarında ekstradan yumuşak bir ifade belirdiğinin farkında değildi.
Bu sert ve taş kalpte gerçekten de yumuşak bir his geziniyordu.
Jiya hiçbir zaman Konfüçyüs felsefesinin "kısıtlamalarını" benimsememişti. Çimenli Ovalarda bir savaşın galipleri düşman kabilenin yeterince büyük olmayan çocuklarını sahiplenerek yetiştirirdi. Düşman kabiledeki kadınların çoğu daha güçlü olan muzafferlere varmaya istekli olurdu. Baba Kağan savaşta öldüğünde yeni Kağan üvey annesiyle evlenebilirdi ve dul bir kadının bir amcayla evlenmesi gibi şeyler oranın sakinleri tarafından normal görülürdü. Herkesin kabul edebileceği durumlardı.
Jiya'nın elli yaşından büyük olan Nangong Rang ile evlenmesine rağmen kendini hiç birilerinden daha "aşağı" görmemesinin nedeni buydu.
O hala Çimenli Ovaların parlak incisiydi, her şeyin üstünde olan en asil ve güzel Prensesti.
Çimenli Ovalar halkı bazı sebeplerden Wei Krallığı halkına yenilmişti, fakat teslim oluşları sadece dışarıdan öyle görünüyordu. Jiya dahil, Tuba kabilesinde Wei Krallığı insanlarına tepeden bakan çok sayıda insan vardı.
İşte bu yüzden Nangong Rang ile evlenip aynı zamanda Nangong Wang'ı baştan çıkarabiliyordu ve kendi amaçları için Nangong Shunu ile yatmıştı. Onun için, bunlar hedefi olan bir oyundan fazlası değildi.
Aslında, başlangıçta kişisel tercihi Nangong Jingnu'dan yanaydı. İşler Jiya'nın ilk planına göre gitseydi dün gece yattığı kişi de Nangong Jingnu olacaktı.
Fakat Chengli kabilesinden olan Çimenli Ovaların asil Prensi Qiyan Agula'nın, bu Prensesin Fuma'sı olacağını asla tahmin edemezdi...
Her ne kadar Chengli kabilesi yok edilmiş olsa da, Tuba kabilesi normalde Chengli kabilesini hiç yenememişti. Jiya'nın Qiyan Agula'ya karşı belli bir miktar saygı duymasının sebebi buydu. Böylelikle ikinci seçenek olan Nangong Shunu'yla devam etmek zorunda kalmıştı. Dün geceki çılgınlık da onun için fizyolojik bir ihtiyacı gidermek ve planını ilerletmek amaçlı bir satranç hamlesiydi.
Lakin tam şu anda, yerine mıhlanmış gibiydi. Farkında olmadan nefesleri yavaşladı, düşüncelerinin derinlerindeki kadını ürkütmekten korkuyordu.
Kim bilir ne kadar zaman sonra Nangong Shunu kendine geldi, fakat Jiya'nın birdenbire orada belirdiğini görünce nefesi kesilerek arkasını döndü.
Düzgün sırtında hala tırnakların çizmesiyle oluşan sayısız kırmızı iz duruyordu...
Jiya yüz ifadesini düzelterek yatağın kenarına geldi, ardından Nangong Shunu'nun kucağına bir kıyafet bohçası bıraktı, "Kişisel hizmetçini... Baihe adındaki kızı geri Prenses malikanesine gönderip getirttim. Bunlar giymeyi sevdiğin kıyafetler, iç ve dış giysilerin hepsi burada. Bir süre daha uzanabilirsin, banyo suyu hemen getirilecek. Ondan sonra üstünü giyersin."
Nangong Shunu'nun diyecek bir şeyi yoktu, geri önünü de dönmedi. Bedeni baştan sona kadar gergin kalmıştı.
Jiya geldiği yerden geri çıktı. Nangong Shunu kapının kapatıldığını duyduğunda nihayet rahatladı. Bohçayı yastığın kenarına koydu, yatak tüllerini aşağı bıraktı, ardından tekrar uzandı. Saray hizmetçilerinin onu böyle görmesini hem istemiyordu hem de izin veremezdi.
Yatak odasının kapısı bir defa daha gıcırdayarak itilip açıldı.
Kısa adım sesleri ve sıcak suyun çalkalanmasının çıkardığı sesin ardından saray hizmetçisi katlanır paravanın arkasına dolanıp suyu tahta varile döktü, sonra hafif ve hızlı adımlarla odadan çıktı.
Nangong Shunu bunu tuhaf bulmaktan kendini alamadı: neden saray hizmetçisinin selamlamasını duymamıştı? Bu sarayın hizmetçileri de efendisi gibi "gayri resmi" olabilir miydi?
Merakına yenik düşen Nangong Shunu bedenini çevirip şeffaf tüllerin arkasından baktı...
Bir an sonra kollarını sıvamış halde bir su kovası taşıyan Jiya'yı gördü. Nangong Shunu son derece şok olmuştu, hemen yerinden sıçradı.
Ardından dudağını ısırdı, ses çıkarmamak için kendini tutuyordu.
Jiya, Wei Krallığı'na gelip evlendiğinden beri Çimenli Ovalara ait kıyafetler giyiyordu. İş yaparken kolaylık sağlıyordu.
Jiya toplamda yedi kez gidip geldi, ardından yatağın yanına gelerek, "Banyo suyu hazır. Senin için ekstra bir kova bıraktım, bir süre kullandıktan sonra soğumaya başladığında tekrar doldurursun," dedi.
"...Hanımefendi Baş Cariyeye çok teşekkürler."
Jiya parlak bir şekilde gülümsedi, "İlk önce gidip banyo yap, seni yan odada bekleyeceğim. Birlikte öğle yemeği yiyebiliriz."
"...Peki."
Öğle yemeğinden sonra, Nangong Shunu malikanesine döndü. Jiya ona engel olmamıştı.
Jiya kışın ortasında ardına kadar açık duran pencerenin önünde dikiliyordu... Dalıp gitmiş halde nereye baktığı bilinmez, ama dudaklarının köşeleri hafifçe yukarı kıvrılmıştı. Parmakları belli bir ritimle pencereye vuruyor, "ta ta ta" sesleri çıkarıyordu.
"Bunun için beni suçlamasan iyi edersin."
Jiya "sen" derken kime hitap ediyordu? Ve ne için suçlayacaktı...
Nangong Shunu onu geri malikanesine götürecek olan at arabasına bindiğinde düzensiz atan kalbi gitgide sakinliğe kavuştu. Jiya'nın en son dedikleri bir kez daha kulaklarında çınladı...
Öğle yemeği sırasında Jiya tüm hizmetçileri dağıtmıştı. Başta ikisi sessizce yemeklerini yiyordu, fakat sonra Jiya aniden dalgın dalgın şöyle dedi, "Majesteleri iyileşmiş, öyleyse neden meclisi doğrudan yönetmek yerine bir paravanın arkasından izleyecek?"
Nangong Shunu ne demek istediğini tam olarak anlamamıştı, bu yüzden Jiya kendi kendine konuşur gibi açıkladı, "Beşinci Prens veliaht seçilmedi ve Majesteleri de yeni bir İmparatorun babası değil. Bunun biraz zahmetli olduğunu düşünmüyor musun?"
Nangong Shunu Jiya'nın gülümsemesine baktı, ardından bakışları titredi.
Gerçekten de, biraz tuhaftı...
Nangong Shunu: "Belki İmparator babamın sağlığı henüz tam olarak iyileşmemesi ve wu-ge'nın işlerin bir kısmını onunla paylaşması gerektiği yüzündendir."
Jiya alçak sesle güldükten sonra yemek çubuklarını ısırarak gözlerinde pes eden bir ifadeyle Nangong Shunu'ya baktı.
Nangong Shunu: "Hanımefendi bana neden böyle bakıyor..."
Jiya yemek çubuklarını bıraktı, ardından iki eliyle de masadan destek alarak gizemli bir şekilde, "Duymamış mıydın?" diye sordu.
Nangong Shunu: "Neyi?"
Jiya: "Zhenzhen Prensesinin Fuma'sı, Jin vilayetinden yetim bir kız getirdi ve ona özel köşkünde bakıyor."
... ...
Nangong Shunu at arabasının perdelerini serbest bırakıp örttükten sonra ellerini ocağın önünde tutarak Jiya'nın söylediklerine kafa yormaya başladı.
Öncesinde Jiya'nın yalan söylediğinden şüphelenmişti, fakat onun kişiliğini ve motivasyonunu düşündüğünde... böyle yapması için bir sebep görememişti.
Jiya'nın bunu nasıl öğrendiğini bilmiyordu. Ayrıca, bu "bakmak" ne anlama geliyordu?
Qi Yan kendisi gibi Jin vilayetinden olan bu yetim kıza acımış ve anlayış gösterip özel köşkünde bir hizmetkar ya da hizmetçi mi yapmıştı?
Veya... onu metresi olarak mı tutuyordu?
Nangong Shunu'nun kalbi altüst olmuştu. Bu haberi kız kardeşine bildirip bildirmemesi gerektiğini bilmiyordu.
Qi Yan'ın yetim bir kız getirdiği sır değildi, bunu birçok yetkili görmüştü zaten. Fakat Nangong Wang sessiz kalınmasını emredip hikayeyi süsleyerek gizli tutmuştu.
Lakin Jiya'nın haber kaynağı da Nangong Wang'dan başkası değildi. Olayların asıl halini duymasının sebebi buydu ve Qi Yan'ın asıl kimliğine dair elindeki bilgiyi de eklediğinde, gerçeklerden çok da uzak olmayan bir sonuca varmıştı.
İkisi uzlaşmaya varmış "tanıdıklar" olsa da, işler Jiya'nın aleyhine ilerlemeye başladığında merhamet etmeden bir hamle yapabilirdi.
Jiya'nın ağzından beyaz bir buhar bulutu çıktı, ardından yatak odasının penceresini kapattı.
"Beni suçlasan bile, bir şeyi değiştirmeyecek."
... ...
Üzerinde çatlak bulunmayan duvar olmazdı. Zhenzhen Fuma'sının özel köşkünde bir kadına baktığı haberleri yine de yayıldı...
Komutanlık mülkünün büyük meşru oğlu Lu Boyan da Nangong Wang ile birlikte felaket sonrası müdahaleye katılmıştı. Eskiden, Jingjia sekizinci yılda yanına bir yardımcı almıştı— Cha vilayetinin Jieyuan'ı, saray sınavında sekizinci sırayı elde eden kişi: Liu Yimei.
Bu kişi geçmişte bir kafiye oyunu yüzünden Xie An'ın köşkünde Qi Yan ile bir anlaşmazlık yaşamıştı ve doğrudan Chionglin ziyafetinden önce atışmışlardı. O esnada şöyle bile demişti: Ucube gözlü, bekle ve gör.
Ç/N: 21. Bölüm
Bu meseleye Lu Boyan aracılığıyla kulak misafiri olduğunda intikamını alma fırsatını nihayet elde ettiğini düşündü.
Haberler doğru da olsa yalan da, yayılırsa ona bir dezavantaj getirmeyecekti.
Aslında Liu Yimei ile Qi Yan arasında derin bir düşmanlık yoktu. Onun yerinde Qi Yan olsaydı çoktan eskide kalmış bir olaya dönüşürdü.
Eski bir deyiş olan "kişi ehemmiyetsiz bir insan yerine bir centilmeni gücendirmeyi yeğler", bu olanı tam anlamıyla karşılıyordu. Ne zaman bir yerlerden çıkıp da bıçağı saplayacaklarını kim bilebilirdi ki?
Liu Yimei birkaç liang gümüş harcayarak olayı sokak dilencilerine anlattı. Haberin tüm başkente yayılması birkaç gün bile sürmedi.
Nangong Rang'ın halka açık sokaklara yerleştirdiği muhbirler ona bu durumu rapor etmişti...
Nangong Rang bunu duyduğunda öfkesine hakim olamaz hale geldi. İlaç kasesini paramparça etti, ardından Sijiu'ya güvenilir muhafızlardan oluşan bir takımı ele geçirme emriyle Fuma malikanesi ve özel köşke yollamasını emretti, Qi Yan da sorgulama için saraya çağırılacaktı.
İşlerin bu noktaya gelmesine rağmen, Nangong Jingnu hala hiçbir şey bilmiyordu...
Qi Yan'ın o sırada özel köşkünde olması binde bir gelecek bir talihin eseriydi. Alışverişe giden hane hizmetçisi Qian Yuan'a bir grup muhafızın öfkeli bir şekilde etrafa özel köşkün yerini sorduğunu söyleyip büyük bir musibetin kapıda olduğunu bağırdı.
Ve böylelikle, Qian Yuan hane hizmetçisine derhal ön ve arka kapıları sıkı sıkı kilitlemesini emredip uçarcasına koşarak ufak odaya geldi.
Qian Yuan ilk defa saygı kurallarına aldırmadan içeri daldığı sırada Qi Yan, Xiao-Die ile yemek yemekteydi, "Efendim! Büyük bir bela geliyor!"
Qi Yan yüksek sesle yemek çubuklarını masaya çarptı, yüzünde hoşnutsuz bir ifade belirdi.
Qian Yuan acele içinde diz çöktü, ardından başını eğerek rapor verdi, "Alışverişe giden hane hizmetçisi öfke içinde özel köşkün yerini soran imparatorluk muhafızlarından oluşan bir birlik olduğunu söyledi, bu yeri çok geçmeden bulacaklar!"
— —
0 notes
Text
RİYAKAR
Kimse senden çok sevmezdi sözüne baksam
Bakışından anlar mıydım gözüne baksam
Ne sözüne ne gözüne güven yokmuş hiç
Pişmanlık bulamazdım ki yüzüne baksam
Hiçbir şey olmamış gibi devam edemem
Senin gibi riya ile yüze gülemem
Hesaplayamam kaç yüzün var bilmiyorum
Beni sevmeyen bir kalbe ben aşk veremem
İnanmışım gibi bir fal kehanetine
Battıkça batarım işin vehametine
Ne fal ne kehanettir bu gözümle gördüm
Şahit oldum kuşluk vakti ihanetine
Canımı yakmak umrunda bile değildi
Demek yar başkalarına çoktan meğildi
İnanmak istemedim ama gerçekti bu
Çileli başım acıyla öne eğildi
Beni görünce nasıl da şaşırdın birden
O anda kalkamadın oturduğun yerden
Yalanına başladın da çok geç olmuştu
Uydurdun bir sürü yalan kim bilir nerden
İnanmam imkânsızdı denedin yine de
Uzman olmuşsun sen kandırmakta beni de
Acaba kaç kişi seçtin aldatmak için
Tanrım bildiği gibi yapacak seni de
imza:ben
2 notes
·
View notes