#eski bavullar
Explore tagged Tumblr posts
ncdtgrsy · 15 days ago
Text
1 note · View note
aynodndr · 2 years ago
Text
Tumblr media
HEY GİDİ GÜNLER HEY
Müzik kutuları vardı eskiden...
İçinde her saatbaşı çıkıp öten kuşlar bulunan guguklu saatler vardı... Arkası kuşlu aynalar vardı...
Pirinç başlı karyolalar... Kanaviçeli karyola örtüleri... İşlemeli saten yorganlar... Çamaşır çekmecelerinde lavanta keseleri... Bir yastıkta kocamalar...
Kitaplıklı çekyatlar... Oymalı büfeler... Vitrinler... Ansiklopediler... Danteller... Duvarlarda siyah-beyaz dede, aile fotoğrafları... Küpeli arap kızları... Ağlayan erkek çocuk resmi... İğnelikler... Şahmaranlar... Altınvarak taş aynalar... Saatli maarif takvimleri... Makrameler... Komşular... Toplaşıp yaprak saran kadınlar... Annem biraz tuz istiyor'lar... Evdeyseniz akşam size geleceğiz'ler...
Misafir odaları... Misafir kolonyaları.... Misafir şekerleri... Misafir tepsileri... Misafir sigaraları... Başköşeler... Berjer koltuklar.... Aslanayaklı masalar... Televizyon örtüleri... Likör bardakları... Bardağın üzerine ters koyunca artık içmeyeceğim demek olan çay kaşıkları... Devetabanları... Aşksarmaşıkları... Zigon sehpalar... Pembe tüyden ponponlu nişanlı kız terlikleri..Misafir terlikleri... Gramofonlar... Eski yeşil lambalı radyolar... Pikaplar... Plâklar... Kasetler... Ümit Tokcan... Samime Sanay... Badem şekerleri... Horoz şekerleri... İki bisküvi arası lokumlar... Leblebi tozları... Cıncık da dediğimiz rengarenk cam misketler... Topaçlar... Yakantoplar... Bahçelerde dut ziyafetleri... Ballı hanımeli çiçekleri... Ihlamurlar... Asmalar... Akşamsefaları... Kasımpatılar... At arabaları.... Faytonlar... Yoğurtçular... Bayramlık kırmızı ayakkabılar... Bayram harçlıkları... Ev baklavaları... Kuzine sobaları.... Közde pişmiş patatesler... Sobaların üzerinde kestaneler, portakal, elma kabukları... Köstekli saatler... Kumaş mendiller... Basma entariler... Espadriller... Tokyo terlikler... Arkadaş olabilir miyiz'ler... Manitalar... Karasevdalar... Karasevdadan ince hastalıklar... İncelikler... Sonuna rujlu dudaklarla öpücük kondurulan, gözyaşlarıyla mürekkebi dağılmış aşk mektupları... Sevgiliye 'siz' denilen günler... Gül kokan güller... İçi gülen gözler... Kızaran yüzler... Hatıra defterleri... Sepet sepet yumurta, sakın beni unutma'lar... Unutmabeni çiçekleri... Kitapların arasında kurutulan hatıra çiçekler... Tebrik kartları... Kartpostal koleksiyonları... Pul defterleri... Çiçekli çinko tabaklar... Çivit mavisi çaydanlıklar... Semaverler... İnce belli bardaklar... Tavşankanı çaylar... Anne kekleri... Gelincik sigaraları... Çizgi romanlar... Parmağını kesip kankardeşi olmalar... Fotoromanlar... Gırgır... Doğan Kardeş... Yazlık sinemalar... Uçurtmalar... Zillere basıp kaçan çocuklar... Bayramlarda şeker toplayan çocuklar... Seksek oynayan çocuklar... Çöpçü olmayı hayal eden çocuklar... Masalcı neneler... Bilge dedeler... Defterlerde kenar süsleri... İyilik perileri... "Göğe bakma durakları"... "Geyikli geceler"... İkinci Yeni... Haydarpaşa'da trenler... Tahta bavullar... Azıklar... Kavuşmalar... Gidenin ardından sallanan eller vardı eskiden...
15 notes · View notes
terasmagazin · 2 years ago
Text
Ünlü oyuncu sadece bir kez giymişti: 'Sihirli' elbise, eski çalışanının bavulundan çıktı
Ünlü oyuncu sadece bir kez giymişti: ‘Sihirli’ elbise, eski çalışanının bavulundan çıktı
BAVULLAR DOLUSU ELBİSESİ VARDI2011 yılında hayata veda eden Taylor’ın en az oyunculuğu ve kimselere benzemeyen gözleri kadar bilinen başka bir özelliği daha vardı: Dünyanın dört bir yanına seyahat ederken yanında götürdüğü ve kimi zaman taşımaktan bıktığı gardıroplar dolusu kıyafeti. İşte Elizabeth Taylor’ın o meşhur kıyafetleri, özellikle de aralarından biri yakın zamanda bu işle ilgilenenlerin…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
cahiliyedoktoru · 2 years ago
Text
Türkiye’de yaşayan insanların bir çoğu yurtdışındakilere özenir. Gurbetçiler ise neredeyse bavullar hazır, hep dönmeyi isterler ama dönemezler.
Türkiye’de pek bilinmez, Avrupalıların ütopyası da Amerika’dır. Her şeyin daha güzel olacağı, fırsatlar ülkesi, American Dream…
Fakat gerçekle yüzleşince işler bozulur. Ne Fransa, ne de Almanya düşlerdeki gibi değildir. Amerika’ya da gitsen yağmur ıslatır, diş ağrısı uyutmaz.
Gurbet insana çakılan bir çividir. Sökülse bile izi kalır.
Sokrates’e birisi için “seyahat onu hiç değiştirmedi” demişler. O da: “Normal, nefsini de beraber götürmüştür” demiş. Gurbet gerçek değildir.
Köyüne dönen gurbetçiyi bekleyen de koskoca bir düş kırıklığıdır. Zira o köyünü değil çocukluğun kaygısız günlerini aramaktadır.
Ama yaşlanmıştır bizim gurbetçi. Beli tutmaz, parası yetmez, çocukluk arkadaşları evlenmiş, eski otlaklara TOKİ konmuştur.
Gidemediğimiz için idealleştirdiğimiz diyarlarda nefsimizden kurtulmuş bir hayatı, aslî vatanımızı yani ALLAH’ı özleriz aslında. (Bkz. Ölürsem beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar!) Mevlânâ Hz’nin Mesnevî’sinde buyurduğu gibi:
“Dinle bu ney nasıl şikâyet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor, Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek kadın herkes ağlayıp inledi. Ayrılıktan parça parça olmuş kalp isterim ki iştiyak derdini açayım, Aslından uzak düşen kişi yine vuslat zamanını arar”
Netice? Vatan hasreti yabancı ülkede/şehirde yaşayan bir insanın hasret çekmesi veya kendini ait olmadığı bir yerde hissetmesi değildir.
Gençlerde bir daral, “gidecem buralardan”sendromu, yaşlılarda ise idealleştirilen, sadece güzel yanları hatırlanan bir mazi:“Eskiden herşey daha güzeldi”.
Kâh zamanda, kâh mekânda … gurbetteyiz bu dünyada ve bir vuslat arıyoruz.
Sigmund Freud insandaki gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmiş hissini sorgulayan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış.
Viyana’da doğup büyüdüğü halde kendisini gurbette hisseden hastaları Freud’u bu konu üzerine çalışmaya itmiş.
Freud “Das Unheimlich” üzerine çalışırken kelimelere büyük yer ayırmış. “heimat ve Heimatland” yani ev, vatan, anavatan, doğup büyüdüğü yer, memleket.
Freud “Das Unheimlich” için diğer lisanlardaki karşılıkları da aramış. Gurbetin fıtrî yönünü anlamak bir kaç örnek:
Latince: locus suspectus ; (Güvensiz yer) intempesta nocte (Tekin olmayan bir vakit)
İngilizce: uncomfortable, uneasy, gloomy, dismal, uncanny, gBir ev söz konusu ise: haunted. Bir insan için: a repulsive fellow.
Français: Inquiétant, sinistre, lugubre, mal à son aise.
Espagnol(Tollhausen, 1889) : sospechoso, de mal aguëro, lugubre, siniestro.
İster Freud okuyun isterseniz Mevlânâ Hz’nin Mesnevî’sini, şunu anlıyorsunuz: İnsan bu dünyadan değil.
Gurbet hissi İnsan’ın bu dünyaya ait olmadığını idrak etmesidir. Kendi ülkemizde hatta kendi ailemizde bile yalnızlık hissetmemiz bundandır.
M.Ö. 1ci asırda yaşamış Romalı şair Quintus Horatius Flaccus’un söylediği gibi:
“… Dertlerimizi avutan akıl ve hikmettir, O sonsuz denizlerin ötesindeki yerler değil, Niçin başka güneş başka toprak ararsın? Ülkenden kaçmakla kendinden kaçar mısın?  Keder nasılsa atının terkisine binip gelmeyecek mi? …”
İnsan kendisini etten ve kemikten ibaret zannettikçe mutsuz olmaya mahkûm. Varlığını, bedenini, ruhunu sorgulamak zorunda: Bkz. İbn Sina Sigmund Freud ile anlaşabilir miydi?
“İnsanın içinde modern felsefenin dikkate almak istemediği bir gü�� vardır; ve bu isimsiz güç bilinmedikçe pek çok insani eylem açıklanamaz…”
Edgar Allan Poe’ya bunları söyleten “isimsiz güç” nedir? Ya modern felsefenin insanı ve eylemlerini anlamakta zorluk çekmesinin sebebi?
Bunun cevabını yine en güzel şekilde veren Edgar Allan Poe olmuş: “En büyük çınar bir tohumda, en büyük kuş bir yumurtada gizliydi.”
İnsan’a dair o gizli gücün hürriyet olduğu bundan daha güzel anlatılabilir mi? İnsan’ın henüz ortaya çıkmamış olan kâmiliyeti ve bunu ortaya çıkarma hürriyetinin İnsan’a verilmiş olması…
Zira Hayvan olgunlaşır, insan ise tekâmül eder. Bkz. Mükemmel / kusursuz / كميل / parfait / perfect / έντελέχεια
Ne doğum ne de ölüm tarihini seçebilen insanın hürriyeti nerede ?
“…  İnsan bir et parçası olarak geldiği şu dünyadan mezarlık gübresi olarak mı gidecek? Bütün sevinçler ve üzüntüler birer abartı mıydı? Hiç manevra kabiliyeti yok mudur İnsan’ın? Şu morgda yatan zavallıya bakın meselâ. Doğmayı o seçmemişti. Ölmeyi de istemedi. İteklenerek girdi bir kapıdan, kıçına bir tekme yiyerek bir başka kapıdan dışarı çıktı şimdi. İki kapı arasında geçen zaman onun eseri olabilir mi? Başını ve sonunu seçmediği yaşamını farklı ve özelyapabilecek ne kaldı geriye? Rolex marka saati mi? Kokmuş çoraplarının bile çıkardılar. Ölüm ne acayip ülke, yolcuların kredi kartları ve iç çamaşırları gümrüğe takılıyor…”
8 notes · View notes
aynurantt · 3 years ago
Text
Tumblr media
Çoğaldıkça Eksilen Hayat !!!
Müzik kutuları vardı eskiden… İçinde her saatbaşı çıkıp öten kuşlar bulunan guguklu saatler vardı…
Arkası kuşlu aynalar vardı… Pirinç başlı karyolalar…
Kanaviçeli karyola örtüleri… İşlemeli saten yorganlar…
Pembe tüyden ponponlu nişanlı kız terlikleri.. Çamaşır çekmecelerinde lavanta keseleri…
Bir yastıkta kocamalar… Kitaplıklı çekyatlar… Oymalı büfeler…
Vitrinler… Ansiklopediler… Danteller… Duvarlarda siyah-beyaz dede, aile fotoğrafları…
Küpeli arap kızları… Ağlayan erkek çocuk resmi… İğnelikler… Şahmaranlar…
Altınvarak taş aynalar… Saatli maarif takvimleri… Makrameler… Komşular… Toplaşıp yaprak saran kadınlar… Annem biraz tuz istiyor’lar…
Evdeyseniz akşam size geleceğiz’ler… Misafir odaları…
Devetabanları… Aşksarmaşıkları… Zigon sehpalar… Misafir terlikleri… Misafir kolonyaları…. Misafir şekerleri… Misafir tepsileri… Misafir sigaraları…
Başköşeler… Berjer koltuklar…. Aslanayaklı masalar… Televizyon örtüleri… Bardağın üzerine ters koyunca artık içmeyeceğim demek olan çay kaşıkları…
Gramofonlar… Eski yeşil lambalı radyolar… Pikaplar… Plâklar… Kasetler… Ümit Tokcan… Samime Sanay… Badem şekerleri… Horoz şekerleri… İki bisküvi arası lokumlar… Leblebi tozları…
Cıncık da dediğimiz rengarenk cam misketler… Topaçlar… Yakantoplar… Bahçelerde dut ziyafetleri… Ballı hanımeli çiçekleri…
Ihlamurlar… Asmalar… Akşamsefaları… Kasımpatılar… At arabaları…. Faytonlar… Yoğurtçular…
Bayramlık kırmızı ayakkabılar… Bayram harçlıkları… Ev baklavaları…
Kuzine sobaları…. Közde pişmiş patatesler… Sobaların üzerinde kestaneler, portakal, elma kabukları… Köstekli saatler…
Kumaş mendiller… Basma entariler… Espadriller… Tokyo terlikler… Arkadaş olabilir miyiz’ler… Manitalar… Karasevdalar… Karasevdadan ince hastalıklar… İncelikler…
Sonuna rujlu dudaklarla öpücük kondurulan, gözyaşlarıyla mürekkebi dağılmış aşk mektupları… Sevgiliye ‘siz’ denilen günler… Gül kokan güller… İçi gülen gözler…
Kızaran yüzler… Hatıra defterleri… Sepet sepet yumurta, sakın beni unutma’lar… Unutmabeni çiçekleri… Kitapların arasında kurutulan hatıra çiçekler…
Tebrik kartları… Kartpostal koleksiyonları… Pul defterleri… Çiçekli çinko tabaklar…
Çivit mavisi çaydanlıklar… Semaverler… İnce belli bardaklar… Tavşankanı çaylar… Anne kekleri… Gelincik sigaraları… Çizgi romanlar…
Parmağını kesip kankardeşi olmalar… Fotoromanlar… Gırgır… Doğan Kardeş…
Yazlık sinemalar… Uçurtmalar… Zillere basıp kaçan çocuklar…
Bayramlarda şeker toplayan çocuklar… Seksek oynayan çocuklar…
Çöpçü olmayı hayal eden çocuklar… Masalcı neneler… Bilge dedeler…
Defterlerde kenar süsleri…
Haydarpaşa’da trenler…Tahta bavullar… Azıklar… Kavuşmalar…
Gidenin ardından sallanan eller vardı eskiden…
Şimdi,
saat kulelerimiz yıkık, ümit, yakamızda kuruyup kalmış kokusuz bir karanfil artık…
Çoğaldıkça eksilen bir hayatı özlüyoruz…
11 notes · View notes
yurekbali · 4 years ago
Text
Tumblr media
“Ahmet abi, güzelim, bir mendil niye kanar, diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar, mendilimde kan sesleri.” “Mendilimde Kan Sesleri” Edip Cansever’in çok çok güzel şiirlerinden bir tanesidir. Ki kalbini şiirin kıyısında bırakmış herkes bilir bu şiiri. Edip Cansever’in bir Ahmet Abi’si vardı bir zamanlar. İşçi bir babanın oğlu olan ve Kayseri’de, memleketinde Komünist Ahmet diye tanınan “Ahmet Gayretli” (1926 - 25 Mart 2015). Ahmet Gayretli’ye ithaf edilen şiirdir “Mendilimde Kan Sesleri”. Peki, kimdir bu Ahmet Gayretli... Değerli yazarlarımızdan Erdal Öz çok merak eder bu şiirde adı geçen Ahmet Abi’nin kim olduğunu. Ve şöyle öğrenir... Erdal Öz, cezaevinden çıktıktan sonra Edip Cansever’le görüşmek ve “Mendilimde Kan Sesleri” şiirinde geçen Ahmet Abi’nin kim olduğunu öğrenmek ister. Bir fırsatını bulur, doğruca Kapalıçarşı’ya, Edip Cansever’in antikacı dükkânına gider. Edip Cansever her zamanki gibi basık tavanlı üst kattaki çalışma masasının başındadır. Kapalıçarşı’dan Bebek’e geçerler. Cam kıyısında bir masaya otururlar. Balık, salata, rakı... Erdal Öz’ün çok özel bir soru soracağının farkındadır. Sözü döndürüp dolaştırıp “Mendilimde Kan Sesleri”ne getirir. Şiirden bölümler okur. Edip Cansever hem şaşırır hem sevinir. Bir ara bu Ahmet Abi’nin kim olduğunu sorar Erdal Öz. “Tanımak ister misin?” der Edip Cansever. Hesabı isterler. “Kalk, seni Ahmet Abi’ye götüreceğim.” der. “Şimdi mi?” “Kalk!” der. Kalkarlar. Edip Cansever küçük bir motor kiralar. Motorcu’ya, “Göksu’ya götür bizi,” der. İstanbul Boğazı’nı hiç konuşmadan motorun patpatlarıyla geçerler. İki yanlı yalıların arasından Göksu koyuna girerler. İskeleye yanaşırlar. Atlarlar motordan. Edip Cansever Ahmet Abi’yi sorar. “Bugün hiç görünmedi, evindedir.” der, kayıkçılardan biri. Yürürler. Dik bir yokuşu tırmanırlar. Yokuşun tam tepesinde alçak taş duvarlı küçük bir avlunun önünde dururlar. Avluda kocaman beyaz bir sandal, avlunun ötesinde de küçücük tek katlı sıradan bir ev. “Ahmet Abi” diye seslenir Edip Cansever. Kapıdaki zile basar. Avlunun içindeki küçük evin kapısı açılır. Bir hanım çıkar kapıya. “Ahmet Abi evde mi?” der Cansever. Kadın, Edip Cansever’i tanır. “Edip, canım, sen misin?” deyip gelir, kapıyı gıcırtıyla açar, sarılır Cansever’e. “Gelin gelin, Ahmet evde” der. İçeriye, “Ahmet, bak kim geldi!” diye seslenir. Karşılarında uzunca boylu, yapılı, yanık yüzlü Ahmet Abi belirir. Sarılırlar. Edip Cansever, Erdal Öz’le Ahmet Abi’yi tanıştırır. Ahmet Abi onları bahçeye buyur eder. “Durun hele!” der, içeri almaz onları. Girip iskemlelerle çıkar gelir. “Hanım, hemen bir masa hazırla!” diye seslenir. Az sonra toprak avluda küçük tahta bir masanın başındadırlar. Önce rakıyla su gelir. Üç beyaz bardağı havaya kaldırıp tokuştururlar. Karısı, tez elden masayı beyaz peynirle, domatesle, salatayla donatıverir. Erdal Öz, aklına gelen şu dizeleri okur: “Ve sana Ahmet abi / uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki / sofranı kurardı / elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı...” Ahmet Abi, heyecanlanır. “Yav, kimsin sen arkadaş, tanıtsana kendini!” der. O zaman, Erdal Öz’ün cezaevinden yeni çıktığını, uçak kaçırma suçuyla uzun süre hapis yattığını, Denizler’le buluştuğunu, onlarla buluşup notlar aldığını anlatır Edip Cansever. Ahmet Abi’nin Erdal Öz’e bakışı bir anda değişir. Güveni artar. Konu, Denizler’e, sonra Mahirler’e gelir. Mahir Çayan’la Hüseyin Cevahir, cezaevinden kaçmış, sonra Maltepe’de kıstırılmıştır. Hüseyin Cevahir acımasızca öldürülmüş, Mahir Çayan ağır yaralanmıştır. Kızıldere’ye ölmeye gider gibi giden Mahir Çayan’ın ölümüyle iyice sarsılmıştır. Söz, Kızıldere’ye, Mahir’e gelince Ahmet Abi öfkelenir. “Eşşoğlu eşekler!” der. “Var mıydı, o kadar yakışıklı ölmek yani? O cezaevinden kaçmayı başardınız. Ulan ne diye mahalle aralarında dolaşıp saklanırsınız. Ulan, burada Ahmet Abi’niz ne güne duruyor? Gelecektiniz, bulacaktınız Ahmet Abi’nizi, sonrası kolaydı. Ahmet Abi’niz atacaktı sizi takasına, ver elini Karadeniz. Ne asker yakalardı sizi ne polis. Kurtulacaktınız. Ne diye apartman aralarında kabadayılık yaptınız? Takır takır taradılar sizi! Yazık değil mi ulan bizlere? İçimiz kan ağlıyor şimdi.” Erdal Öz, Ahmet Abi’nin gözlerinde beliren iki damla yaşı hiç unutmaz. Ahmet Abi, 1951’de TKP tutuklamalarında hapis yatmış, çıktıktan sonra da her 1 Mayıs gözaltına alınmış, bir “eski tüfek”tir. Edip Cansever Ahmet Abi’yi Çiçek Pasajı’nda bir içki sofrasında tanımış, hem anlattıklarından hem kişiliğinden çok etkilenmiş ve onu şiirine taşımıştır. “Mendilimde Kan Sesleri” bir kavga şiiri değil, genç ölümlerden artakalan yaranın etkili bir biçimde aktarıldığı bir ağıttır. Darmadağın edilen gencecik insanların adına yazılan Mendilimde Kan Sesleri, “sosyalist gerçekçi” bir şiir de değildir. O günlerde ve sonraları, içinde “Deniz, Mahir, Ulaş” sözcüklerinin sıkça geçtiği “sosyalist gerçekçi” pek çok şiir yazılır; ancak bunlardan hiçbiri Edip Cansever’in şiiri kadar, okurun içini acıtmaz. * * * Mendilimde Kan Sesleri / Edip Cansever Her yere yetişilir, hiçbir şeye geç kalınmaz ama çocuğum beni bağışla, Ahmet abi sen de bağışla. Boynu bükük duruyorsam eğer içimden böyle geldiği için değil, ama hiç değil. Ah güzel Ahmet abim benim, insan yaşadığı yere benzer, o yerin suyuna, o yerin toprağına benzer, suyunda yüzen balığa, toprağını iten çiçeğe, dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine, Konya’nın beyaz, Antep’in kırmızı düzlüğüne benzer, göğüne benzer ki gözyaşları mavidir, denizine benzer ki dalgalıdır bakışları, evlerine, sokaklarına, köşe başlarına öylesine benzer ki, ve avlularına (bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi) ve sözlerine (yani bir cep aynası alım-satımına belki) ve bir gün birinin bir adres sormasına benzer, sorarken sorarken üzünçlü bir ev görüntüsüne, camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına, öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına, minibüslerine, gecekondularına, hasretine, yalanına benzer, anısı ıssızlıktır, acısı bilincidir, bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan, gülemiyorsun ya, gülmek bir halk gülüyorsa gülmektir, ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet abi. Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden dirseğin iskemleye dayalı, - bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben. - Cıgara paketinde yazılar resimler, resimler; cezaevleri, resimler; özlem, resimler; eskidenberi, ve bir kaşın yukarı kalkık, sevmen acele, dostluğun çabuk, bakıyorum da şimdi o kadeh bir küfür gibi duruyor elinde. Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet abi, biz eskiden seninle istasyonları dolaşırdık bir bir, o zamanlar Malatya kokardı istasyonlar, Nazilli kokardı ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası, kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen, kadının ütülü patiskalardan bir teni, upuzun boynu, kirpikleri... Ve sana Ahmet abi, uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki, sofranı kurardı, elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı, cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi, çocuklar doğururdu ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi. O çocuklar büyüyecek, o çocuklar büyüyecek o çocuklar... Bilmezlikten gelme Ahmet abi, umudu dürt, umutsuzluğu yatıştır, diyeceğim şu ki yok olan bir şeylere de benzerdi o zaman trenler, oysa o kadar kullanışlı ki şimdi, hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse çocuklar, kadınlar, erkekler, trenler tıklım tıklım, trenler cepheye giden trenler gibi, işçiler, Almanya yolcusu işçiler, kadınlar, kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi, ellerinde bavullar, fileler, kolonyalar, su şişeleri, paketler, onlar ki, hepsi bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler. Ah güzel Ahmet abim benim, gördün mü bak, dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar ve dağılmış pazar yerlerine memleket, gelmiyor içimizden hüzünlenmek bile, gelse de öyle sürekli değil, bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün, o kadar çabuk, o kadar kısa, işte o kadar. Ahmet abi, güzelim, bir mendil niye kanar, diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar, mendilimde kan sesleri. - Edip Cansever, Mendilimde Kan Sesleri (Sonrası Kalır, I, Bütün Şiirleri) - Görsel: Şiirde adı geçen Ahmet Abi (Ahmet Gayretli) ve Edip Cansever
61 notes · View notes
aynurant · 4 years ago
Text
Tumblr media
Çoğaldıkça Eksilen Hayat !!!
Müzik kutuları vardı eskiden… İçinde her saatbaşı çıkıp öten kuşlar bulunan guguklu saatler vardı…
Arkası kuşlu aynalar vardı… Pirinç başlı karyolalar…
Kanaviçeli karyola örtüleri… İşlemeli saten yorganlar…
Pembe tüyden ponponlu nişanlı kız terlikleri.. Çamaşır çekmecelerinde lavanta keseleri…
Bir yastıkta kocamalar… Kitaplıklı çekyatlar… Oymalı büfeler…
Vitrinler… Ansiklopediler… Danteller… Duvarlarda siyah-beyaz dede, aile fotoğrafları…
Küpeli arap kızları… Ağlayan erkek çocuk resmi… İğnelikler… Şahmaranlar…
Altınvarak taş aynalar… Saatli maarif takvimleri… Makrameler… Komşular… Toplaşıp yaprak saran kadınlar… Annem biraz tuz istiyor’lar…
Evdeyseniz akşam size geleceğiz’ler… Misafir odaları…
Devetabanları… Aşksarmaşıkları… Zigon sehpalar… Misafir terlikleri… Misafir kolonyaları…. Misafir şekerleri… Misafir tepsileri… Misafir sigaraları…
Başköşeler… Berjer koltuklar…. Aslanayaklı masalar… Televizyon örtüleri… Bardağın üzerine ters koyunca artık içmeyeceğim demek olan çay kaşıkları…
Gramofonlar… Eski yeşil lambalı radyolar… Pikaplar… Plâklar… Kasetler… Ümit Tokcan… Samime Sanay… Badem şekerleri… Horoz şekerleri… İki bisküvi arası lokumlar… Leblebi tozları…
Cıncık da dediğimiz rengarenk cam misketler… Topaçlar… Yakantoplar… Bahçelerde dut ziyafetleri… Ballı hanımeli çiçekleri…
Ihlamurlar… Asmalar… Akşamsefaları… Kasımpatılar… At arabaları…. Faytonlar… Yoğurtçular…
Bayramlık kırmızı ayakkabılar… Bayram harçlıkları… Ev baklavaları…
Kuzine sobaları…. Közde pişmiş patatesler… Sobaların üzerinde kestaneler, portakal, elma kabukları… Köstekli saatler…
Kumaş mendiller… Basma entariler… Espadriller… Tokyo terlikler… Arkadaş olabilir miyiz’ler… Manitalar… Karasevdalar… Karasevdadan ince hastalıklar… İncelikler…
Sonuna rujlu dudaklarla öpücük kondurulan, gözyaşlarıyla mürekkebi dağılmış aşk mektupları… Sevgiliye ‘siz’ denilen günler… Gül kokan güller… İçi gülen gözler…
Kızaran yüzler… Hatıra defterleri… Sepet sepet yumurta, sakın beni unutma’lar… Unutmabeni çiçekleri… Kitapların arasında kurutulan hatıra çiçekler…
Tebrik kartları… Kartpostal koleksiyonları… Pul defterleri… Çiçekli çinko tabaklar…
Çivit mavisi çaydanlıklar… Semaverler… İnce belli bardaklar… Tavşankanı çaylar… Anne kekleri… Gelincik sigaraları… Çizgi romanlar…
Parmağını kesip kankardeşi olmalar… Fotoromanlar… Gırgır… Doğan Kardeş…
Yazlık sinemalar… Uçurtmalar… Zillere basıp kaçan çocuklar…
Bayramlarda şeker toplayan çocuklar… Seksek oynayan çocuklar…
Çöpçü olmayı hayal eden çocuklar… Masalcı neneler… Bilge dedeler…
Defterlerde kenar süsleri…
Haydarpaşa’da trenler…Tahta bavullar… Azıklar… Kavuşmalar…
Gidenin ardından sallanan eller vardı eskiden…
Şimdi,
saat kulelerimiz yıkık, ümit, yakamızda kuruyup kalmış kokusuz bir karanfil artık…
Çoğaldıkça eksilen bir hayatı özlüyoruz…
12 notes · View notes
nesrin-c · 5 years ago
Text
Müzik kutuları vardı eskiden... İçinde her saatbaşı çıkıp öten kuşlar bulunan guguklu saatler vardı... Arkası kuşlu aynalar vardı... Pirinç başlı karyolalar... Kanaviçeli karyola örtüleri... İşlemeli saten yorganlar... Pembe tüyden ponponlu nişanlı kız terlikleri.. Çamaşır çekmecelerinde lavanta keseleri... Bir yastıkta kocamalar... Kitaplıklı çekyatlar... Oymalı büfeler... Vitrinler... Ansiklopediler... Danteller... Duvarlarda siyah-beyaz dede, aile fotoğrafları... Küpeli arap kızları... Ağlayan erkek çocuk resmi... İğnelikler... Şahmaranlar... Altınvarak taş aynalar... Saatli maarif takvimleri... Makrameler... Komşular... Toplaşıp yaprak saran kadınlar... Annem biraz tuz istiyor'lar... Evdeyseniz akşam size geleceğiz'ler... Misafir odaları... Devetabanları... Aşksarmaşıkları... Zigon sehpalar... Misafir terlikleri... Misafir kolonyaları.... Misafir şekerleri... Misafir tepsileri... Misafir sigaraları... Başköşeler... Berjer koltuklar.... Aslanayaklı masalar... Televizyon örtüleri... Likör bardakları... Bardağın üzerine ters koyunca artık içmeyeceğim demek olan çay kaşıkları... Gramofonlar... Eski yeşil lambalı radyolar... Pikaplar... Plâklar... Kasetler... Ümit Tokcan... Samime Sanay... Badem şekerleri... Horoz şekerleri... İki bisküvi arası lokumlar... Leblebi tozları... Cıncık da dediğimiz rengarenk cam misketler... Topaçlar... Yakantoplar... Bahçelerde dut ziyafetleri... Ballı hanımeli çiçekleri... Ihlamurlar... Asmalar... Akşamsefaları... Kasımpatılar... At arabaları.... Faytonlar... Yoğurtçular... Bayramlık kırmızı ayakkabılar... Bayram harçlıkları... Ev baklavaları... Kuzine sobaları.... Közde pişmiş patatesler... Sobaların üzerinde kestaneler, portakal, elma kabukları... Köstekli saatler... Kumaş mendiller... Basma entariler... Espadriller... Tokyo terlikler... Arkadaş olabilir miyiz'ler... Manitalar... Karasevdalar... Karasevdadan ince hastalıklar... İncelikler... Sonuna rujlu dudaklarla öpücük kondurulan, gözya��larıyla mürekkebi dağılmış aşk mektupları... Sevgiliye 'siz' denilen günler... Gül kokan güller... İçi gülen gözler... Kızaran yüzler... Hatıra defterleri... Sepet sepet yumurta, sakın beni unutma'lar... Unutmabeni çiçekleri... Kitapların arasında kurutulan hatıra çiçekler... Tebrik kartları... Kartpostal koleksiyonları... Pul defterleri... Çiçekli çinko tabaklar... Çivit mavisi çaydanlıklar... Semaverler... İnce belli bardaklar... Tavşankanı çaylar... Anne kekleri... Gelincik sigaraları... Çizgi romanlar... Parmağını kesip kankardeşi olmalar... Fotoromanlar... Gırgır... Doğan Kardeş... Yazlık sinemalar... Uçurtmalar... Zillere basıp kaçan çocuklar... Bayramlarda şeker toplayan çocuklar... Seksek oynayan çocuklar... Çöpçü olmayı hayal eden çocuklar... Masalcı neneler... Bilge dedeler... Defterlerde kenar süsleri... İyilik perileri... "Göğe bakma durakları"... "Geyikli geceler"... İkinci Yeni... Haydarpaşa'da trenler... Tahta bavullar... Azıklar... Kavuşmalar... Gidenin ardından sallanan eller vardı eskiden...
Şimdi,
saat kulelerimiz yıkık
ümit, yakamızda kuruyup kalmış kokusuz bir karanfil artık
çoğaldıkça eksilen bir hayatı ölüyoruz
aşk olsun!
Rabia Mine
97 notes · View notes
anonimimbenlan · 5 years ago
Text
Aylar sonra Deniz'e
Ah ne çok özleyip duruyordum günlerdir eski evimizi. O evimizin son halini. Ben çıkmadan önceki o hali. Pencere kenarında haftaların tozu. Yeni döndüğümüz akdeniz tatilinin izlerini taşıyan yatağımız. Yarı açık bavullar. Her biri aklımda hala. Tüm bunları görmezden gelebiliyordum son bir kaç aydır. Hayatıma yeni birini de aldım. Çok mutluyum işin aslında. Fakat bugün, sahi bugün neydi öyle? Nasıl oluyor da benimle ülkenin öbür ucunda karşılaşabilirsin? Aramıza bile bile kattığım dağları denizleri niye aştın? Bugün niye burdasın? Benim her gün geçtiğim anıtın önünde beni nasıl gördün? Madem gördün, ne diye geldin? Gelen tramvay durdu bizi izledi sanki o an. Çok gerildim. Gözlerine bakmamak için çabaladım. Niye yüzüme elini attın? Bu bir ayıptı aşkın lisanında. Senelerin ardında bıraktığın bir adamın yüzüne böyle güzel dokunamazsın sen! Bizi sen bitirdin, yollar birbirimizden aldı, yıllar yabancılaştırdı. Bugün sen sadece aşina bir yüzdün bana. Eski bir tanıdık. Sanki aynı evi hiç paylaşmadık gibi. Elimizde çantalar okuldan kaçmamışız uzaklara, omzumda ellerin beklemişiz otogarda; hiç de uğurlamamışız birbirimizi bir kaç aylık gurbetlere... sen eskide kalmış bir yabancısın artık. Hikayelerimizi bile anımsayamıyorum. Sadece gömleğin kaldı dolabımda bir tane. O da olmasa sana dair hiç bir şey kalmadı hayatımda. Bir de tanıştığımız hafta aldığın o kolye duruyor. O berbat kolyeyi hala arada takıyorum. Güçlü ve bir o kadar da yıkılmış hissettiriyor ama takıyorum. Takmadığım tek şey sensin. En eski yabancısın. En unutulmuş çocuksun. Bitirilmişsin. Bundan sonraki yalnızlığında başarılar.
1 note · View note
sahicikten · 5 years ago
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Sakız Adası’nda Ne Yokmuş Bir Bakıp Döndük…
 Bir ay boyunca Yunanistan’ın Sakız Adası’ndaki tüm otelleri, pansiyonları internette gezdim.  Benim bu gezim sırasında ada neredeyse tam doluluğa ulaştı. Ekonomik olsun, sempatik olsun, kasabaya yakın olsun derken yan adaya bakmak durumunda kalacaktım. Booking.com üzerinden hala Türkiye’deki otellere rezervasyon yapamıyoruz ama yurtdışındakilere yapabiliyoruz. Tabii Türkiye’de vpn’i açıp olayı hallettiğimizi kimse bilmiyor! Neyse, beş gece için üç ayrı yerde konaklama rezervasyonu yaparak kendi rekorumu kırdım. Seviyorum ben farklı yerlerde kalmayı, daha eğlenceli oluyor, tatil uzunmuş gibi geliyor.
Çeşme ile Sakız Adası arasında sefer yapan üç firma var. İster arabayla ister yaya olarak adaya geçebilirsiniz. Gidiş dönüş kişi başı 25 avro. Biletinizi internetten satın alabiliyorsunuz. Sabah akşam sefer var. Biz hafta arası, akşam 19:00 seferiyle adaya geçmeyi tercih ettik. Gümrükte sıra beklemeden yağ gibi süzüldük adaya. Ohh bee, özlemişim adaları. En son Samos Adası’na gitmiştim, üzerinden iki sene geçti.
İlk gece Sakız’ın merkezinde kaldık. İstanbul’dan sabah on bir uçağı ile yola çıkmıştık, biraz yorgunluk vardı, limandan yürüyerek pansiyona ulaşmak iyi geldi. İlk girdiğim anda kalacağım mekânı sevmeye bayılıyorum. Gezi çok mutlu başlıyor. Burada da öyle oldu. Frourio Apartments! Bir gece kalacağız ama olsun. Oda şık; iki farklı kahve makinesi, kahve, çamaşır makinesi var. Bizde de ıslak eşyalar! İstanbul’dan sağanakla havalandığımız için bavullar yağmurun altında beklemiş. Neyse, ıslak eşyaları asıp hızla ada kafasına geçmek üzere sokaklara çıkıyoruz.
Adaya gelmeden önce yemek yenecek mekânları da çalışmıştım. Nokta atış Hodzas’a gittik. Merkezden yukarı biraz yürüyorsunuz ama değiyor. Ufak bir bahçe, ağaçlar altında masalar. Gece saat on buçuk falan. Tüm masalar dolu, Yunanlar akşam yemeğine o saatlerde ancak başlıyor. Geleneksel yemeklerin, özellikle et yemeklerinin ağırlıkta olduğu bir menüsü var restoranın. Yunanistan’da her şeyin dev porsiyon geldiğini unutmuşuz. Hatırladık! Yemekten önce tatlı isteğimize “Şimdi mi?” cevabını aldık, şaşırsalar da getirdiler. Yemek sonrasında tekrar getirdiler, herkese ikrammış… Her restoranda mutlaka, çubuk dondurma da olsa, bir tatlı ikram ediliyor.
Gün gün her şeyi yazacak kadar sabrım yok. Aklımda kalanları bir nefeste anlatayım. Sakız Adası adı üstünde damla sakızı ağaçlarıyla kaplı, damla sakızı üretiminin yapıldığı bir ada. Tarihi üzücü; Cenevizliler’den sonra Osmanlı’nın egemenliğine giriyor. 1822 yılındaki ayaklanmalar sırasında Osmanlı büyük bir katliam yapıyor. 1881’de de deprem felaketi yaşanıyor, evlerin çoğu yıkılıyor. Buna rağmen hâlâ kasabalar, köyler orijinalliğini koruyor. Ahh köyler çok güzel! Mesta, Pirgi, Olimpi ortaçağdan kalma... Binalar muhteşem. Çok azı otel, pansiyon. Genelinde ada halkı yaşıyor. Gündüzleri koyları dolaşıp, akşamüstleri de köyleri dolaştık. Herkese aynısını tavsiye ediyorum. Gündüz sıcağında gezilmez oralar, hem de tıs pıs olur. Akşam ışıkları yanmaya başlayınca ortam şenleniyor.
Gelmeden önce, Sakız’da bir şey yok gitmeyin diyenler oldu. İyi ki, “bakalım ne yokmuş” diye merak edip geldik. Kendi halinde, sakin, doğası doğa, koyları şahane, yemekleri lezzetli… Daha ne isteyeyim ki? Bir de şezlong parası diye tepenize dikilen kimse yok. Şezlonga istiyorsan bir kahve içmen yeterli. İstemiyorsan da sahilin her yeri senin, ser havlunu otur. Nasıl bıkmışız bizdeki yamyamlıktan, soygundan, kalabalıktan… Çocukluğumdaki Ege sahillerine gelmiş gibi hissettim kendimi. Yine bir ohh bee…
İki gece adanın Kampos veya Kambos denilen bölgesinde kaldık. Ne acayip yerdi. Cenevizlilerin inşa ettiği malikâneler ve yüksek taş duvarlar arasında dolaşıyorsunuz. Bu duvarlar bahçelerdeki narenciye ağaçlarını sert rüzgârlardan korumak içinmiş. Sert rüzgârları iki gece de gördük! Adanın hiçbir yerinde rüzgâr yoksa bile burada esiyor hatta gece uyutmuyor. Daracık sokaklardan arabayla giderken çağ karmaşası yaşıyor insan. Evet, araba kiralamak şart! Yoksa adayı gezmeye imkan yok.
Mavra Voliaaaa… Adanın en özel plajı. Siyah volkanik taşları var. Şezlong şemsiye yasak. Bence uzaylı bir plaj! Şnorkelle deniz dibini seyrederken çağın değil de bu sefer atmosferin dışına çıktım. Derin, siyah, berrak... Karşı tepeye doğru yürürseniz yanda bir plaj daha var. İki plaj arasında durup manzarayı seyredin.
Adada doksan iki plaj varmış. Tabii ki çok azını görebildik ama en güzelleriydi sanırım. Adanın genelde güneyinde dolaştık, köylerin ve sakız ağaçlarının olduğu daha turistik bölüm güneyi zaten. Kuzeye doğru ada ıssızlaşıyor ve sarplaşıyor. Turistik dediysem, ağustos ayı olmasına rağmen öff dedirten bir kalabalık isteseniz de yok. Eğlence, bar, eller havaya arıyorsanız yok.
Kuzeyde sayılabilecek Lagkada’aya gittik, siz de gidin mutlaka. Bir balıkçı köyü. Nostos’da yemek yiyin. Nasıl diyeyim, Cunda’nın en eski hallerini hatırlattı bana. Yok, daha güzel sanırım. Lagkada’da giderken, Oz Bay’e uğrayın. Adanın tek beach bar havasında mekanı olabilir. Küçük bir koy, plajda yastıklar falan… Giriş parası var mı diye korkmayın, yok! Agios Isıdoros kilisesini seyrederek yüzün.
Ada tatilinde müzeye mi gelinir deyip Sakız Müzesi’nin kıyısından dönmeyin. Modern bir binada, serin serin hem adanın hem de damla sakızının hikâyesini öğrenin.
Hafta sonu ve her gün 14:00-18:00 arası adanın merkezindeki dükkânlar kapalı. Sadece birkaç turistik dükkân açık, alış verişi son ana bırakırsanız ancak bizim gibi açık bulduklarınızdan hızlıca birkaç şey alırsınız; damla sakızlı, lokumlar, kahveler, sakızlar… Ben bergamotlu lokum aldım ama olsun. My Market adanın en büyük marketi. Market gezmeyi sevenler olarak sık sık ziyaret ettik. Şu birayı denesek mi, şu ne ki diye diye dolaşanlar kategorisindeyiz. My Market de pazar günleri kapalı. Küçük marketler de büyük su 1 avro, My Market’te 0,20 avro. Bu da bilgi olarak dursun. Adanın Fresh Chios Beer denilen yerel birası var. Uzo içmekten onu içmeyi unutuyordum. Dönmeden hemen önce içmek büyük kayıp oldu. Nefismiş.
Adanın sapa koylarından biri Agios Giannis. O koyda bir manastır, manastırın bahçesinde de bir restoran var; Aparanto Galazio. Manzara müthiş. Az bilinen bir kaçış noktası gibi… Diğer restoranlara göre azıcık pahalı ama mekân ohhh beee…
Bir lezzetli öğlen yemeği önerisi de Lithi diye bir sahilde Galera restoran. Fava, cacık, kalamar dolması, kabak dolması, 2 şişe ufak Retsina  (beyaz şarap); hesap 27 avro.
Son iki gece Agia Fotini’de tam denizin kenarında Iro Apartments’ta kaldık. Sabah yüzünü denizde yıkayacağın, karanlıkta suya girebileceğin cinsten. Ehh biz de öyle yaptık. Agia Fotini konaklamak için çok uygun bir koy. Merkeze çok uzak değil, iki restoranı, bir barı (fazla heveslenmeyin), bir küçük marketi var. Deniz çakıllı ve çok berrak.  
Adadan dönüşümüz de hızlı ve sorunsuz oldu. Zaten tekne hareket ediyor ve yarım saat sonra Çeşme’de iniyorsunuz.
Her detayı yazarsam çok ohh bee var. İlk fırsatta adaya gidip kendi ohh bee’nizi yaşamanız dileğiyle…
2 notes · View notes
aynodndr · 11 months ago
Text
Tumblr media
Çoğaldıkça Eksilen Hayat !!!
Müzik kutuları vardı eskiden… İçinde her saatbaşı çıkıp öten kuşlar bulunan guguklu saatler vardı…
Arkası kuşlu aynalar vardı… Pirinç başlı karyolalar…
Kanaviçeli karyola örtüleri… İşlemeli saten yorganlar…
Pembe tüyden ponponlu nişanlı kız terlikleri.. Çamaşır çekmecelerinde lavanta keseleri…
Bir yastıkta kocamalar… Kitaplıklı çekyatlar… Oymalı büfeler…
Vitrinler… Ansiklopediler… Danteller… Duvarlarda siyah-beyaz dede, aile fotoğrafları…
Küpeli arap kızları… Ağlayan erkek çocuk resmi… İğnelikler… Şahmaranlar…
Altınvarak taş aynalar… Saatli maarif takvimleri… Makrameler… Komşular… Toplaşıp yaprak saran kadınlar… Annem biraz tuz istiyor’lar…
Evdeyseniz akşam size geleceğiz’ler… Misafir odaları…
Devetabanları… Aşksarmaşıkları… Zigon sehpalar… Misafir terlikleri… Misafir kolonyaları…. Misafir şekerleri… Misafir tepsileri… Misafir sigaraları…
Başköşeler… Berjer koltuklar…. Aslanayaklı masalar… Televizyon örtüleri… Bardağın üzerine ters koyunca artık içmeyeceğim demek olan çay kaşıkları…
Gramofonlar… Eski yeşil lambalı radyolar… Pikaplar… Plâklar… Kasetler… Ümit Tokcan… Samime Sanay… Badem şekerleri… Horoz şekerleri… İki bisküvi arası lokumlar… Leblebi tozları…
Cıncık da dediğimiz rengarenk cam misketler… Topaçlar… Yakantoplar… Bahçelerde dut ziyafetleri… Ballı hanımeli çiçekleri…
Ihlamurlar… Asmalar… Akşamsefaları… Kasımpatılar… At arabaları…. Faytonlar… Yoğurtçular…
Bayramlık kırmızı ayakkabılar… Bayram harçlıkları… Ev baklavaları…
Kuzine sobaları…. Közde pişmiş patatesler… Sobaların üzerinde kestaneler, portakal, elma kabukları… Köstekli saatler…
Kumaş mendiller… Basma entariler… Espadriller… Tokyo terlikler… Arkadaş olabilir miyiz’ler… Manitalar… Karasevdalar… Karasevdadan ince hastalıklar… İncelikler…
Sonuna rujlu dudaklarla öpücük kondurulan, gözyaşlarıyla mürekkebi dağılmış aşk mektupları… Sevgiliye ‘siz’ denilen günler… Gül kokan güller… İçi gülen gözler…
Kızaran yüzler… Hatıra defterleri… Sepet sepet yumurta, sakın beni unutma’lar… Unutmabeni çiçekleri… Kitapların arasında kurutulan hatıra çiçekler…
Tebrik kartları… Kartpostal koleksiyonları… Pul defterleri… Çiçekli çinko tabaklar…
Çivit mavisi çaydanlıklar… Semaverler… İnce belli bardaklar… Tavşankanı çaylar… Anne kekleri… Gelincik sigaraları… Çizgi romanlar…
Parmağını kesip kankardeşi olmalar… Fotoromanlar… Gırgır… Doğan Kardeş…
Yazlık sinemalar… Uçurtmalar… Zillere basıp kaçan çocuklar…
Bayramlarda şeker toplayan çocuklar… Seksek oynayan çocuklar…
Çöpçü olmayı hayal eden çocuklar… Masalcı neneler… Bilge dedeler…
Defterlerde kenar süsleri…
Haydarpaşa’da trenler…Tahta bavullar… Azıklar… Kavuşmalar…
Gidenin ardından sallanan eller vardı eskiden…
Şimdi,
saat kulelerimiz yıkık, ümit, yakamızda kuruyup kalmış kokusuz bir karanfil artık…
Çoğaldıkça eksilen bir hayatı özlüyoruz…
3 notes · View notes
Photo
Tumblr media
-Gece Yolculuğu-
Seninle bir akşamüstü arabaya binelim. Bagajda bavullar, çantalar, eşyalar… Arka koltukta yolda yeriz diye aldığımız abur cuburlar, belki yaptığım börek ve kek, meyveler, enerji içecekleri… Güneş bulutların arkasından puslu puslu  batarken arabaya atlayıp gidelim bu şehirden seninle. Üstümüzde rahat kıyafetler, senin kafanda en sevdiğin beren, benim gözümde lens değil rahat olsun diye gözlüğüm. Camlar hafif aralık, içeri yağmur yağacakmış hissi veren kış başlangıcı havası vuruyor. Yola çıkar çıkmaz bir şey yiyesim geliyor yine. O çok sevdiğim fıstıklı çikolata toplarından yiyorum, sen araba kullanırken senin de ağzına atıveriyorum.
 Güneş batıp da karanlık şehri ele geçirirken çevre yolundan gidelim. Bu şehri arkamızda bırakacak olmanın heyecanı sarıyor her yanımızı. Bir AVM’de durup en sevdiğimiz kahvelerden alalım. İçe içe gidelim yolumuzda. Şehir yollarından çıkıp da ıssız yollarda ilerlediğimizde gece çoktan ortalanmış olsun. Ben uyukluyor olayım yanı başındaki koltukta. Üstümde evden getirdiğim eski bir polar battaniye.
Güneş doğarken, ufukta o grimsi kızıl çizgi ortaya çıktığında, başka bir şehirde bulalım kendimizi. Belki batı sınırına yaklaşmışızdır, belki Anadolu’nun içlerinde dolaşmaktayızdır. Ama yanyanayızdır işte en nihayetinde. Ücra, ıssız bir kafede oturup kahvaltı yapalım ya da bir poğaçacıdan bir şeyler alıp yolda yiyelim. Ben de ehliyet almış olurum o zamana, sen biraz dinlenirsin ben kullanırım arabayı. Belki bir kenara çekip ikimiz de uyuruz arka koltukta. Bilmiyorum, sadece seninle kilometrelerce, gece gündüz demeden, ne kadar uzak olduğuna bakmadan gitmek istiyorum. Gezmek istiyorum.
 Tatlı bir yerde dururuz sonra belki. Küçük bir otel odası tutarız. Lobisinde satranç varsa satranç oynarız.  Ben çay içerim, sen çay sevmezsin filtre kahve içersin yine. Buna rağmen yatağa yatar yatmaz uyursun. Ben sadece çay içtim diye uykularım kaçar ama. Yine ertesi gün, şafak henüz sökmemişken bineriz arabaya. Sen kalkar kalkmaz bir şey yiyemezsin, ben yine abur cubur doldururum ağzıma. Kahve içeriz yine bir yerlerde. Kilometrelerce yol gideriz ama hala evimizdeyizdir. Çünkü yanımdasın, yanındayımdır. Sabah güneşi arabanın camlarından saçlarımızı ısıtırken, alnının kenarından öperim seni. Beraber her sabah başka bir şehirde uyanmanın da, insanı evinde hissettirebildiğinin şerefine.
5 notes · View notes
cutepoison-s · 3 years ago
Text
Vee kafedeki her şey satılıkmış eski kibritler, bavullar falan var tavana kadar uzanan raflarda kitaplar var bir yerde eski plaklar, kasetler var istediğini satın alabiliyorsun
Ay ben dün bir yer keşfettim mmmmm
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
🤌🏽🤌🏽🤌🏽 71 lira gitti ama olsundu.............
12 notes · View notes
byozgeozden · 8 years ago
Text
Bugün internet sayfalarını gezerken bu haberle karşılaştım ve çok hoşuma gitti… Paylaşmak istedim :) Sanatçı Kathleen Vance, eski bavulların içine minyatür doğal peyzajlar yerleştirmiş.Tasarımlarında genellikle gerçek su, toprak ve yaşayan bitkileri kullanan sanatçı bu çalışmasıyla; içme suyu kaynaklarının azalışına ve su hakkına dikkat çekmek istemiş.
Galeri Volta NY‘de açılan sergide, üst üste istiflenmiş eski, buluntu bavulların enstalasyonuyla, buharlı gemilerdeki yolcu yükleri taklit ediliyor. İstifin üzerinde yer alan, içi ışıklandırılmış birkaç bavulda; içinden su kaynağı geçen orman, tepe, çim tepeleri gibi peyzajlar izleyiciyi karşılıyor. İçi aydınlatılmış bavullar, insan müdahalesi olmayan doğal alanlardan yakalanan görüntüleri sunuyor.
Bugün internet sayfalarını gezerken bu haberle karşılaştım ve çok hoşuma gitti... Paylaşmak istedim :) Sanatçı Kathleen Vance…
0 notes
aynodndr · 2 years ago
Text
Tumblr media
Çoğaldıkça Eksilen Hayat !!!
Müzik kutuları vardı eskiden… İçinde her saatbaşı çıkıp öten kuşlar bulunan guguklu saatler vardı…
Arkası kuşlu aynalar vardı… Pirinç başlı karyolalar…
Kanaviçeli karyola örtüleri… İşlemeli saten yorganlar…
Pembe tüyden ponponlu nişanlı kız terlikleri.. Çamaşır çekmecelerinde lavanta keseleri…
Bir yastıkta kocamalar… Kitaplıklı çekyatlar… Oymalı büfeler…
Vitrinler… Ansiklopediler… Danteller… Duvarlarda siyah-beyaz dede, aile fotoğrafları…
Küpeli arap kızları… Ağlayan erkek çocuk resmi… İğnelikler… Şahmaranlar…
Altınvarak taş aynalar… Saatli maarif takvimleri… Makrameler… Komşular… Toplaşıp yaprak saran kadınlar… Annem biraz tuz istiyor’lar…
Evdeyseniz akşam size geleceğiz’ler… Misafir odaları…
Devetabanları… Aşksarmaşıkları… Zigon sehpalar… Misafir terlikleri… Misafir kolonyaları…. Misafir şekerleri… Misafir tepsileri… Misafir sigaraları…
Başköşeler… Berjer koltuklar…. Aslanayaklı masalar… Televizyon örtüleri… Bardağın üzerine ters koyunca artık içmeyeceğim demek olan çay kaşıkları…
Gramofonlar… Eski yeşil lambalı radyolar… Pikaplar… Plâklar… Kasetler… Ümit Tokcan… Samime Sanay… Badem şekerleri… Horoz şekerleri… İki bisküvi arası lokumlar… Leblebi tozları…
Cıncık da dediğimiz rengarenk cam misketler… Topaçlar… Yakantoplar… Bahçelerde dut ziyafetleri… Ballı hanımeli çiçekleri…
Ihlamurlar… Asmalar… Akşamsefaları… Kasımpatılar… At arabaları…. Faytonlar… Yoğurtçular…
Bayramlık kırmızı ayakkabılar… Bayram harçlıkları… Ev baklavaları…
Kuzine sobaları…. Közde pişmiş patatesler… Sobaların üzerinde kestaneler, portakal, elma kabukları… Köstekli saatler…
Kumaş mendiller… Basma entariler… Espadriller… Tokyo terlikler… Arkadaş olabilir miyiz’ler… Manitalar… Karasevdalar… Karasevdadan ince hastalıklar… İncelikler…
Sonuna rujlu dudaklarla öpücük kondurulan, gözyaşlarıyla mürekkebi dağılmış aşk mektupları… Sevgiliye ‘siz’ denilen günler… Gül kokan güller… İçi gülen gözler…
Kızaran yüzler… Hatıra defterleri… Sepet sepet yumurta, sakın beni unutma’lar… Unutmabeni çiçekleri… Kitapların arasında kurutulan hatıra çiçekler…
Tebrik kartları… Kartpostal koleksiyonları… Pul defterleri… Çiçekli çinko tabaklar…
Çivit mavisi çaydanlıklar… Semaverler… İnce belli bardaklar… Tavşankanı çaylar… Anne kekleri… Gelincik sigaraları… Çizgi romanlar…
Parmağını kesip kankardeşi olmalar… Fotoromanlar… Gırgır… Doğan Kardeş…
Yazlık sinemalar… Uçurtmalar… Zillere basıp kaçan çocuklar…
Bayramlarda şeker toplayan çocuklar… Seksek oynayan çocuklar…
Çöpçü olmayı hayal eden çocuklar… Masalcı neneler… Bilge dedeler…
Defterlerde kenar süsleri…
Haydarpaşa’da trenler…Tahta bavullar… Azıklar… Kavuşmalar…
Gidenin ardından sallanan eller vardı eskiden…
Şimdi,
saat kulelerimiz yıkık, ümit, yakamızda kuruyup kalmış kokusuz bir karanfil artık…
Çoğaldıkça eksilen bir hayatı özlüyoruz…
4 notes · View notes