#emeviler
Explore tagged Tumblr posts
Text
İSLAM VE YAHUDİLİK
Tarih, Araplar ve Türklerin birbirlerini o kadar da sevmediğini söyler (kaynak - Zekeriya Kitapçı, Türkistan'ın Müslüman Araplar Tarafından Fethi, - Ebu Müslim Horasani 2. Cilt, "Emeviler devrinde Alevilerin Maveraünnehir ve Horasan'a sürgün edilmesi) Peygamberden sonra meydana gelen Siffin savaşının ardından başlayan Emeviler döneminde İslam daha çok Arap milliyetçiliği ekseninde gelişmekte olan bir din olmuştur. İslam Devleti yeni fetihlerle oldukça genişlemiş, Alevi ve Şiilerin Türk desteğiyle yerleştikleri Maveraünnehir'e kadar ulaşmıştır. Bu ve benzeri nedenlerle Türkler İslam’ı araplardan ziyade Farslardan ve Yahudilerden öğrenmiştir.
(bir kaç örnek -Havva’nın Adem’in kaburga kemiğinden yaratıldığı Kuran’da yazmaz, Havva adı bile geçmez, Tevrat’ta yazar bunlar. -Miraç kandili, yani önemli kişinin bir hayvanın sırtında göğe yükselme günü kutlaması Zerdüştlük’te Ahura Mazda’dan gelir. -Erkek çocuklarının pipisini kesenler Yahudilerdir. Kuran’da yazmaz, Tevrat’ta yazar.
yom kippur > berat kandili çarşaf giymek bir tesettür alternatifi olarak peruk takmak. adetli, regl dönemindeki kadının ibadet edememesi, pis addedilmesi. turşu kursa bile tutmayacağı inancı. bkz: yahudilerde hayız halindeki kadın murdar sayılmaktaydı. bu sebeple hayızlı kadının dokunduğu her şey murdar sayılmaktaydı. kur'an'da, tevrat ve incil'in değiştirildiğine dair bir söz bulunmaz. koskoca şekilde "allah kitabını korur" diye bir ayet vardır. kur'an; eski ve yeni ahitin arap kültürüyle yorumlanışıdır. kurban etmek yahudiliğinin şanındayken hıristiyanlık'ta kurban yoktur çünkü yesu mesih bütün insanlık için kurban olmuştur. islâmda ise kurban ibadeti farzdır. sünnet antik mısır kökenlidir. yahudilikte adem-havva'dan gelen insanlık günahını temizlemek için erkeklere farzdır. hıristiyanlık'ta bu olay hem dişi, hem de erkeğin günahtan kurtulması için onun yerine vaftiz gelmiştir. islâm dininde sünnet farz değildir, o coğrafyanın kültürlerinde gelenektir. mısır'da bulunan koptik hıristiyanlar sünnet olur. oruç ibadeti yahudilik, hıristiyanlık ve islâm'da vardır. farkları gıda kısıtlamaları ve gün sayısıdır. fakat amaç aşağı yukarı aynıdır.
namaz, gözlemlediğim kadarıyla ortodoks hıristiyan inançta vardır. yahudilerde de varmış. islâmda daha da önemli hale gelmiştir. o üç semavi din tek tanrılı, monoteist olarak da adlandırabileceğimiz dinlerdir. hıristiyanlık'ta bulunan üçleme "üç tanrı" değildir, o üçlülük durumu tanrı'nın tezahürleridir; yaratan ve kadim olan tanrı, tanrı'dan gelen ruhun ete kemiğe bürünmüş, günahsız tek peygamber olan yesu mesih, tanrı'nın evreni ve evrenin içinde bulunan dünya'nın işleyişini etkileyen ruhül-kudüs. ruhül-kudüs'ü kabaca tasvir etmek gerekirse islâm'da bulunan cebrail meleğinin komplike halidir. istavroz çıkarılırken türkçe'ye şu şekilde çevrilebilecek söz söylenir; "baba, oğul, ruhül-kudüs, bir allah'ın adıyla amin" şimdi semavi dinlerler, başta sümer dinleri olmak üzere destan ve efsanelerden de etkilendiğini de sen araştır...bu örnekleri çoğaltmak mümkündür)
752 Talas savaşıyla islamla tanışan Türklerin islama geçiş süreci de uzun olmuştur.... Türklerin İslam'a geçişi, Türklerin İslam dininden önce mensup oldukları Tengricilik inancından vazgeçip dinlerini değiştirmeleridir. Yaklaşık 10. yüzyıla kadar Tengricilik dini Türkler arasında en yaygın din olmuştur. Türklerin İslam diniyle ilk teması Şii ve Alevilerin dördüncü İmam olarak kabul ettikleri İmam Zeynel Abidin'in Türkler tarafından Kerbela'da koruma amaçlı Horasan'a götürmeleriydi. İslamiyet öncesi Türkler ile Müslüman Arapların ilk karşılaşması 7. yüzyıl döneminde Hilafet-İmamet çekişmeleriyle gerçekleşmiştir (Kaynak-Alevi Devletleri - Muharrem Uçan, Horasan'dan Anadolu'ya Horasanlı 90.000 Alevi Türkmen Erenleri ve Tarihi, Can Yayınları, 2. Baskı --Türkler, Cilt I, Editörler: Hasan Celal Güzel, Prof. Dr. Kemal Çiçek, Prof. Dr. Salim Koca, Yeni Türkiye Yayınları)
Tarihte Yahudilik ile İslam arasındaki etkileşimin tarihi, İslamın Arap Yarımadası'nda doğup buradan yayılmaya başladığı 7. yüzyıla kadar uzanır. Gerek Yahudiliğin gerekse İslamın kökenleri Ortadoğu'da, İbrahim'e dayandığından, her ikisi de İbrahimi (Semavi dinler) olarak kabul edilir. Yahudilik ile İslam'ın paylaştığı birçok ortak yön bulunmaktadır: temel dini görünümü, yapısı, hukuk felsefesi ve uygulaması ile İslam ile Yahudilik birbirine benzer.
Hz.Muhammed Mekke'de dini yayarken, "ehl-i kitap" olarak adlandırdığı Hristiyanlar ile Yahudileri, öğretilerinin temel ilkelerini paylaştığı doğal müttefikleri olarak görmüş, onay ve desteklerini vermelerini beklemiştir. O dönemde, Müslümanlar da tıpkı Yahudiler gibi ibadetlerinde Kudüs'ü kıble alıyordu.
12 notes
·
View notes
Text
Abbasi ve emeviler dönemindeki duvar resimlerinde full yarı çıplak kadinlar ve ellerinde içki olduğunu biliyor muydunuz. Semerra sarayi duvar resimleri diye artınca içki dağıtan bacılar çıkıyor ya o değilde semerra'nin Türkler için kurulması hahshshs çok iç açıcı hikayesi yok ama göğsüm kabardı
3 notes
·
View notes
Text
Mekke'nin altında neden mi arkeolojik veya botanik bir kalıntı yok? Çünkü Muhammed hiçbir zaman Mekke'de yaşamadı. Onun zamanında Mekke diye bir kent yoktu. Kuran'da adı geçen, Mescid-i Haram'ın olduğu yer Petra idi. Mekke, İbni Zübeyr isyanı sırasında kara taşın kaçırılarak yeni Kâbe'nin inşa edildiği bir propaganda merkeziydi.
İslamın ilk yüzyılında inşa edilen bütün camilerin kıbleleri ne Mekke'yi ne de Küdüs'ü gösteriyor. Tüm bu camilerin kıbleleri Petra'da kesişiyor. Kıble yönü sonradan değiştiriliyor.
Abdullah bin Zübeyr o dönemde Petra'nın hükümdarıydı. Emevi hükümdarlar ise bölgeyi başkent olarak seçtikleri Şam'dan yönetiyordu. Abdullah bin Zübeyr'in 683 yılında kutsal şehir Petra'da halifelini ilan etmesiyle iç savaş başladı. Bunun üzerine Emeviler kutsal şehri kuşattı. Şam halifesinin ölmesiyle Emevi hükümdarlar kuşatmaya geçici olarak ara vererek Şam'a geri dönmek zorunda kaldılar.
Bunu üzerine İbni Zübeyr kutsal şehirdeki Kâbe'yi yok etti (Taberî: 20:537). Hacer-ü'l Esved'i (siyah taşı) de alarak taraftarlarıyla birlikte Petra'yı terk ettiler. Güneye, Arabistan Çölü'ne doğru direnebilecekleri daha güvenli bir bölgeye göç ettiler (günümüzde Mekke olarak bildiğimiz yer). Kâbe, göç ettikleri bu yerde yeniden inşa edildi. Dolayısıyla İbni Zübeyr kutsal şehri (Petra'yı) kaybetse bile kara taş ve Kâbe'ye sahip olarak yeniden güçlenecekti.
Yeni halife seçildikten sonra Emevi ordusu tekrar Petra'yı kuşattı. Kuşatma altı ay sürdü. İbni Zübeyr savaşı kaybetmesine rağmen Medine ve Küfe'de destekçi topladı. Bu süreçte İslam dünyasında bir şaşkınlık dönemi yaşandı. Müslümanlar Petra'ya mı yoksa Mekke'ye mi yönelip namaz kılacaklardı? İşte büyük İslam Devleti bu olaydan sonra ikiye bölündü. Şam'da devleti yöneten Emeviler kıble olarak Petra'ya yönelmeye devam ettiler. Emeviler savaşta yenildi ve hükümdarlık Abbasiler'in eline geçti. Böylece tüm camilerin kıblesi Mekke'ye bakacak şekilde inşa edildi.
Detaylı Bilgi İçin: Dan Gibson - Kutsal Şehir (Türkçe) Dan Gibson - The Sacrad City
9 notes
·
View notes
Text
Cumhuriyetçi Atatürkçü İlahiyatçılardan
Kamuoyuna Bildirge - 1
İslam, halkın köle – hür, yoksul – varsıl diye sınıflara ayrıldığı vıı. Yüzyıl Mekke’sinde bir özgürlük ve adalet hareketi olarak doğdu. İslam peygamberi Hz. Muhammed, sınıf ayrımcılığına karşı kardeşliği, köleliğe karşı özgürlüğü ikame etmek için mücadele etti. Kur’an, akılcılığı temel alan bir kitap kimliğiyle dönemin koşullarında bir özgürlük ve adalet manifestosu olarak peygamberin dilinden insanlara ulaştı.
İslam’ın adalet ve özgürlüğü temel alan eşsiz düzeni, Medine Sözleşmesi ile pratize edildi. Böylece kölelerin kölelikten, yoksulların yoksulluktan kurtuluş süreci başlamış oldu. Bu süreç, peygamberimizin vefatına değin aynı minvalde ilerledi. Ancak, peygamberin vefatını takiben başlayan ve özellikle Emeviler dönemiyle iyice belirginleşen yeni süreçte kölelik, İslami bir kisveyle kurumsallaştırıldı. Tarihin ve toplumun doğal akışı içerisinde çoktan ortadan kalkması gereken kölelik kurumu, saltanatçı ve hilafetçi İslam anlayışıyla kalıcı hale getirildi. Aynı şekilde yoksulluk da servet hırsı ve ganimetçi zihniyet nedeniyle ortadan kaldırılamadı. Aşırı zenginleşen bir avuç insan dışında geniş Müslüman kitleler fakirliğe mahkum edildi. Emevi neslinden olup da Ömer Bin Abdülaziz vb. birkaç kişi gibi Emevi zulmüne itiraz edenler hariç bu hanedanın İslam’a verdiği zararı anlatmaya kelimeler kifayet etmemektedir.
Öyle ki 680’de Kerbela’da peygamber torunu ve yakınları Emevi saltanatının vesayetçileri tarafından katledilip Hz. Muhammed’in manevi mirasının son unsurları da çöle gömülerek İslam’a ihanetin zirvesine ulaşıldı. O günden itibaren gerçek Müslümanlar muhalefete çekildi. Saltanat ve hilafet yüzlerce yıl boyunca Müslüman toplumların üzerinde bir baskı ve zulüm aracı olarak varlığını sürdürdü. Yaklaşık 1400 yıllık İslam tarihi boyunca kısa aralıklar dışında Müslümanlar, bilime sırt çeviren ve aklı nakil karşısında önemsizleştiren siyaset ve din esnafı yüzünden büyük mahrumiyetler yaşadılar. Sultanlar ve halifeler iktidarlarını ganimetler ve halka yükledikleri ağır vergilerle sürekli kıldılar.
Saltanat ve hilafet düzeni, özgürlükçü İslami düşüncenin gelişimini engelledi. Her yeni fikir, fitne etiketiyle mahkum edildi. Başta Ebu Hanife ve ehlibeyt neslinden gelen imamlar olmak üzere pek çok Müslüman bilgin, sözde İslami yönetimler tarafından çeşitli zulümlere uğratıldı. Özgür düşünceli İslam filozoflarının çoğu sultanlarla işbirliği içinde hareket eden sözde ulema tarafından kafir ilan edildi. Bundan dolayıdır ki İslam toplumları içerisinden yeterince bilgin ve mucit yetişmedi.
Batıda başlayan aydınlanma felsefesinin doğurduğu yeni süreç, xıx. Yüzyıla gelindiğinde büyük bilimsel ve teknolojik gelişmelerin ve çeşitli düşünsel akımların önünü açtı. İnsanlık, din adamlarının, sultanların / kralların, halifelerin teokratik egemenliğine ve inancın aklın önüne geçirilmesine karşı laikliği keşfetti.
Laiklik, din ve inancın akıl üzerinde kurduğu baskıyı ortadan kaldırmak ve dinsel erki yok edip halkın iktidarını kurmak için bulunan bir anlayış olarak hızla yayıldı. Bu yayılış bazen devrimlerle, bazen de aydınların başlattığı ve tamamladığı düşünsel evrimlerle gerçekleşti. Kaldı ki İslam’ın özü laikliğe dayanmakta, bu özden uzaklaşıldığında inancın din ile olan bağı da kopmaktadır.
Yaklaşık bin yıl boyunca aklı ve özgürlüğü, saltanatçı ve hilafetçi teokratik iktidarlar eliyle tutsak edilen Türk toplumu da insanlığın ulaştığı bu yeni evreye yönelme yolunu tuttu. Bu yöneliş, Osmanlı’nın özellikle son yüzyılında cereyan eden özgürlükçü hareketlerle ivme kazandı. Sonuçta Türk toplumu Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları eliyle aklın ve bilimin önünde yüzyıllardır bir engel olarak duran saltanat ve hilafeti kaldırarak laiklik esasına dayalı cumhuriyet rejimine geçti.
Cumhuriyet büyük bir devrimdir. Aklı özgürleştiren, bilimin önünü açan, hurafe ve bidatlara karşı İslami düşüncenin doğmasını sağlayan laiklik, deyim yerindeyse cumhuriyetin ruhudur.
Cumhuriyet devriminin önderi olan büyük Atatürk, gerçekleştirdiği devrimlerle medeni bir toplum hedefi doğrultusunda az zamanda çok ve büyük işler başarmış emsalsiz bir kahramandır.
Cumhuriyet, adeta Medine Sözleşmesinin güncellenmiş hali olarak nebevi mirası xx. Yüzyılda yeniden dirilten görkemli bir devrimdir. Bu devrimi ve devrimin önderini savunmak samimi her müminin görevidir.
Cumhuriyeti ve onun ruhu olan laikliği İslam karşıtı olarak yaftalamak, ardılları tarafından kurumsallaştırılan Muaviye ve Yezid’in uygulamalarını İslam sanmaktan başka bir şey değildir. Özetle, cumhuriyete karşı olup halifelik özlemi duymak ve saltanat sevdasına kapılmak; İslam’ı Emevi ırkçılığının yararına yorumlayıp bu şekilde yaşamaya çalışmakla eşdeğerdir.
Bu nedenle bizler, Cumhuriyetçi Atatürkçü İlahiyatçılar olarak son dönemde laik cumhuriyetimize ve Atatürk ilke ve devrimlerine yönelik ağır saldırıları ibretle, teessürle izlemekte ve not etmekteyiz.
Bu bağlamda, yüksek bir kararlılıkla belitelim ki, öğretim programlarından ve özellikle de Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi ders müfredatından Atatürkçülük ve laiklikle ilgili konuların çıkarılması yahut azaltılmasını, müftülüklere nikah kıyma yetkisinin verilmesini ve Atatürk anıtlarına yönelik çirkin saldırıları kabul etmek mümkün olmadığı gibi önemsizleştirmeye çalışmak da düpedüz bir gaflettir.
Öğretim programlarının laiklik ilkesi doğrultusunda yeniden düzenlenmesi şarttır. Bizler; cihatçı, ganimetçi, fetihçi değil; akılcı, bilimi esas alan, aydınlanmacı ve laikliği güçlendirici bir müfredatın başta Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri olmak üzere bütün dersleri içine alacak şekilde yeniden belirlenmesini talep ediyoruz.
Öte yandan İmam Hatip Liselerinin ve İmam Hatip Ortaokullarının sayılarının hızla artması ve din öğretiminin kalitesizleşmesi sonucu liyakatsiz din görevlilerinin dini hayata verdikleri zararın, telafisi zor sonuçlara yol açtığını da üzüntüyle belirtmek durumundayız.
Müftülüklere nikâh kıyma yetkisi iyi niyetli bir uygulama gibi gösterilmeye çalışılsa da yol açacağı sorunlar tahminlerin ötesinde olacaktır. En başta bu uygulama Müslüman din görevlilerini Hristiyanlıkta olduğu ruhbanlaştıracak ve müftülerimizin papazlaştırılmasına sebebiyet verecektir.
Bu, İslam’ın Hristiyanlaştırılması gibi bir tehlikenin kapılarını açacaktır. Bu nedenle nikâh kıyma yetkisinin mevcut haliyle kalmasından yanayız.
Atatürk anıtlarına yönelik çirkin saldırıları gerçekleştirenlere karşı caydırıcı cezaların verilmesi elzemdir. Aynı şekilde sosyal medyada büyük Atatürk’ün aziz hatırasına saygısızlık manası taşıyan her türlü yazı, yorum ve görüntü takip edilmeli, failleri süratle cezalandırılmalıdır.
Bizler, Cumhuriyetçi Atatürkçü İlahiyatçılar olarak, bundan önce bireysel anlamda yaptığımız cumhuriyet devrimi ve Atatürk müdafaasını bundan sonra birlikte ve eşgüdümlü bir biçimde devam ettireceğiz. İnanıyoruz ki ilerleyen süreçte aramıza yeni ilahiyatçı arkadaşlar da katılacaktır.
Son olarak; 1923’te Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları tarafından kurulan Türkiye Cumhuriyeti yerine yeni bir devlet kurmaktan bahsedenleri, Atatürk’ün hatırasına yönelik ağır hakaretlerde bulunanları, Cumhuriyetin kazanımlarını yok etmeye çalışanları ve toplumumuzu yeniden saltanat ve hilafet karanlığına sürüklemek isteyen şer fikirli kafaları şiddetle kınadığımızı ilan eder, kamuoyumuzun yüksek bilgisine saygıyla sunarız.
Cumhuriyetçi Atatürkçü İlahiyatçılar
Cemil KILIÇ / İlahiyatçı Yazar – Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni
Nazif AY / İlahiyatçı Yazar – Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni
Mehmet Ali ÖZ / İlahiyatçı Yazar – Emekli Din Görevlisi
Yusuf Gökhan ÇOLAK / Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni
Yusuf DÜLGER / Emekli Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni
Kamil Hayati AYDIN / Emekli Müftü
Mehmet GÖL / İlahiyatçı - Emekli Kültür Müdürü
Lütfullah Kaleli / Emekli Din Görevlisi – Yazar
#önderkaraçay#mobbingbank#önder karaçay#mobbing bank#insan#atatürk#devrim#mahşer tufanı#zulüm#türk fırtınası#din
8 notes
·
View notes
Text
İmam Ali a.s 'dan sonra halife olan İmam Hasan a.s 'ın ilk işi, müşrik Emevi egemenliği ile savaşa tutuşmak oldu.
Malesef kapitalist Emeviler, İmam Hasan'ın öncü birliğinde olan komutanlarına ve askerlerine rüşvet vererek İmam'ı terketmelerine sebep oldular. Yanlız İmam sözü burdan kaldı.
Allah'ın selamı üzerine olsun. Kutlu doğum günün peygambere, annen Fatıma'ya ve baban Ali'ye mübarek olsun, gözleri aydın olsun. Sen arşı süsleyen güzellik olarak anılırken seni şehit edenler asırlardır lanetle anılıyor. Allah'ın dünya ve ahiret azabı bu olsa gerek.
4 notes
·
View notes
Text
Uncu: "Dünya'nın Mardin’deki birlikte yaşam kültürünü örnek alması gerekir"
https://pazaryerigundem.com/haber/188697/uncu-dunyanin-mardindeki-birlikte-yasam-kulturunu-ornek-almasi-gerekir/
Uncu: "Dünya'nın Mardin’deki birlikte yaşam kültürünü örnek alması gerekir"
AK Parti Mardin İl Başkanı Mehmet Uncu, 30 medeniyetin izlerini taşıyan Mardin’in, tarih boyunca Kürt, Türk, Arap, Süryani, Yezidi, Yahudi, Ermeni olmak üzere 7 din ve 7 dilin mensuplarını, asırlardır aynı çatı altında binlerce yıldır bir arada yaşadığını belirterek, bugün dünya artık Mardin’deki farklı kültürlerin dinlerin dillerin yüz yıllardır bir arada nasıl barış içinde yaşadığını örnek alması gerektiğini belirtti.
Şehmus EDİS / MARDİN (İGFA) – Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından Ak Parti Mardin İl Başkanlığına atanan Mehmet Uncu, Mardin’i gerek tarihi dokusu ve gerekse sosyal kültürel dokusu ile Dünya kenti yapmak adına önemli açıklamalarda bulundu.
“MARDİN İNSANLARI DA VATANINA, TOPRAĞINA BAĞLIDIR.”
Mardin’deki birlikte yaşama kültürünü değerlendiren Uncu,” 30 medeniyetin izlerini taşıyan Mardin’in, tarih boyunca Kürt, Türk, Arap, Süryani, Yezidi, Yahudi, Ermeni olmak üzere 7 din ve 7 dilin mensuplarını, asırlardır aynı çatı altında bir arada yaşadığına vurgu yaptı. Mardin Tarih boyunca bir arada yaşamayı başaran bu farklılıkların, dünya da bir ilk olduğuna dikkat çeken Uncu”, Mardin’in, tarih boyunca hiçbir zaman etnik çatışmaya, ırkçılığa, ayrımcılığa prim vermedi. Mardin halkı kadirşinastır, misafirperverdir, nezaketli ve zariftir. Kendi topraklarında Ermeniyi, Yahudiyi, Kürdü, Arabı, Türkü, Yezidisini ve birçok farklı dinleri ve dilleri bir arada barındırmıştır. Bir taraftan ezanın çan sesi ile harmanlaştığı, diğer taraftan farklı dinlerin ve dillerin bir arada yaşadığı medeniyet şehridir. Ve hiçbir zaman ayrımcılık, kavga, sürtüşme yaşanmamıştır. Fitne fesata vermemek için çaba göstermektedir. Mardin, Kadim bir şehirdir ve geleneklerine bağlıdır. İnsanları da vatanına, toprağına bağlıdır.” dedi
DÜNYADA 7 DİN VE 7 DİLİN KONUŞULDUĞU TEK ŞEHİR MARDİN Babiller, Asurlar, Hititler, Urartular, Persler, Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Artukoğulları ve Osmanlılar dönemlerinde hep yerleşim merkezi olan Mardin, renkli bir kültürel yapıya sahip olduğunu kaydeden Uncu,” Ulucami’nin minaresi Mezopotamya Ovasına hakim bir konumdadır. Bu nokta ziyaretçilerin Mardin’de en çok uğradığı yerlerden biridir. Farklı 7 din, 7 ırkın bulunduğu; 7 dilin konuşulduğu binlerce yıllık bir medeniyet merkezini, kültürler mozaiğini anlatmak tarihçilerimize düşüyor. Venedik ve Kudüs’ten sonra tamamı SİT olan dünyadaki üç şehirden biri olan Mardin, günden güne daha çok kişi tarafından keşfediliyor. Tepede bir kale, eteklerde sarı taşlarla ilmek ilmek işlenmiş sanat harikaları ve aşağıda uçsuz bucaksız bereketli ovaya sahibiz. Bugün dünya artık Mardin’deki farklı kültürlerin dinlerin dillerin yüz yıllardır bir arada nasıl barış içinde yaşadığını örnek alması gerekir ” ifadelerini kullandı.
“MARDİN, TURİZİMDE DÜNYA KENTİ OLACAK” Mardin’in, önemli hedefleri olduğunu kaydeden Uncu,” Bu hedeflerin başında Mardin’i dünyanın önemli tarihi kentlerin arasına sokmaktır. Turizmden sanayiye, tarımdan kültürel zenginliğe kadar Mardin’i dünyanın sayılı kentleri arasına sokmak için projeleri adım adım hayata geçiştireceğiz. Öncelikle kentin turizmini canlandırmak için rehabilitasyon projelere ağırlık vermektir. Mardin, doğal ve tarihi değerleri açısından turizm potansiyeli yüksek bir şehir. Kültür Turizm Bakanlığı tarafından kentsel sit alanı olarak belirlenen Mardin’in turizm altyapısı, pazarlama ve tanıtım faaliyetlerinin geliştirilmesi sağlandı. Proje kapsamında, mevcut koruma planlarına uygun olarak Mardin kentsel sit alanındaki ana ulaşım yolu olan 1. Cadde ve eski canlılığını büyük ölçüde yitirmiş olan zanaat sokaklarının rehabilitasyonla daha cazip bir hale getirilmesi ve gelen turist sayısı artırılarak, konaklama sorunlarının minimum düzeye indirilmesi çerçevesinde önemli çalışmalara ağırlık verilmektedir.”
“MARDİN’İN HEDEFİ UNESCO’YA GİRMEK”
Mardin’in, dünya mimarisinin önemli şehirlerinden biri olduğunu ifade eden Uncu,” şöyle devam etti: ”Mardin’in tarihi dokusunun korunması ve dünya kültür mirası olması için eksiklerimizi tamamlamak için çaba gösteriyoruz. İnşallah Mardinimizi de UNESCO listesinde göreceğiz. Bunu yaparken de öncelikle turizmin gelişmesini sağlamaktır. Turizm sektöründe hizmet veren mevcut işletmelerin canlanması ve yeni işletmelerin oluşturulması gerekmektedir. Bu bağlamda, dışarıdan işletmelerin ve işletmecilerin Mardin’de faaliyete başlaması lokomotif etkisi gösterecektir. Son yılların turizm gözde merkezi olan Mardin’de hedeflerinin 5 yıl içinde 5 milyon turist getirisini sağlamak. Mardin’de turizm sadece dört ayla sınırlı olmamalıdır. Öncelikli hedefimiz, turizmi 12 aya yaymaktır” şeklinde konuştu.
HAKTAN YANA HALKA HİZMET ETMEK İÇİN ÇALIŞACAĞIZ Bizler Mardin ve halkımıza hizmet etmek için çalışmalarımıza sonuna kadar devam edeceklerini sözlerine ekleyen Uncu,” Her hangi farklı bir oluşuma mahal vermeden, ayrıştırmayı rafa kaldırarak birleştirici bir çizgi doğrultusunda hareket eden, haktan yana halka hizmet etmek için durmadan çalışmalarımızı sürdüreceğiz. Mardin’in her yerini kapsayacak şekilde oluşturduğumuz projelerimizle daha aydınlık yarınların kapısını aralamanın derdinde olacağız. Eski çağlardan kalan sanat eserleri ve taş abidelerin sayılarına münhasır Mardin, bağrında barındırdığı Mezopotamya ovasıyla tarım ve ziraat faaliyetlerinin de ana merkezi konumundadır. Bu durumda bizlerde turizm, tarım, sanayi ve ticaret alanlarının tamamında aktif rol oynayan Mardin’i çok daha iyi yerlere getirmenin hesapları içerisindeyiz.”
KAYBEDECEK ZAMANIMIZ YOK
Mardin’in kaybedecek bir dakika zamanını olmadığının altını çizen Başkan Uncu, depremin dolaylı olarak Mardin ekonomisini ve turizmini etkilediğine dikkat çekerek, lojistik ve kalkınma yolunda, Türkiye’nin geleceği Mardin’den geçiyor. Kamu kurumlarında ve ülke yönetiminde iktidar olduk. Kamu kurumlarını hareketlendireceğiz. Çünkü bizden hizmet bekleyen vatandaşlarımız var. Çalışmayanlar bizde olmaz. Çünkü iktidarız genel yönetimden ötürü sorumluyuz. Ve bu sorumluluğumuzu yerine getirmeye kararlıyız. Bir taraftan da muhalefetteyiz. DEM Belediyelerine karşı muhalefetteyiz ve bu noktada sorunluyuz. Belediyelerin çalışmalarını takip etmek, mercek altında tutmak, yanlışlıklarını tespit edip hizmetin takipçisi olacağız.”
ROTAMIZ SİYASET ÜSTÜ HİZMET
Yerel siyasetlerde hizmetin siyaset üstü olması gerektiğini ifade eden Başkan Uncu “Hizmette siyaset ve partiler üstü bir anlayış ve yaklaşımımız olacak. Mardin’de, İsveç’te, İstanbul’da, Ankara’da ülkenin ve dünyanın her yerine yaşayan Mardinlilere karşı sorumlu hissediyoruz. Bölgede bulunan tüm illerde çevre yolu ve şehirleri rahatlatacak, alt-üst geçitlerin tamamlandığını, Mardin şehir merkezinde kamyonların ve tırların geçmeye devam ediyor. Devletimiz muktedir, hükümetimiz güçlüdür. Mardin siyasette, iş dünyasında, askeri cenahta güçlü bir lobiye sahip. Bu değerlerimizin harekete geçmesi başta çevre yolu olmak üzere Mardin’in tüm sorunlarının kısa vadede çözüme kavuşmasını sağlayacaktır. Dinamikleri harekete geçirme gayretimizi sürdüreceğiz. Bir diğer önemli konu ise, Avrupa Fair Play Birliği 30. yıl Fair Play ödül töreninin ve Fair Play Kongresi’nin 21-24 Ekim 2024 tarihleri arasında Mardin’de gerçekleştireceğiz” şeklinde önemli açıklamalarda bulundu.
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
Text
EMEVİLER (MS 661- MS 750)
05 Temmuz 2020 – 12:33 – Güncelleme: 05 Temmuz 2020 – 12:36 EMEVİLER(MS 661- MS 750) Başkentler : Şam, Harran. Yönetim Konuşma Dili: Arapça Emeviler (Umeyoğulları) Hz. Muhammed’in dahil olduğu Haşimoğullarına akraba olup Mekke merkezli Kueryş kabilesinin alt ailelerinden birisidir. Hz .Muhammed tarafından 630 yılında fetih oluncaya kadar Mekke, Ebu Süfyan tarafından idare edilmekteydi. Bundan…
View On WordPress
0 notes
Video
youtube
Muaviye ve Emeviler, Hadis İlmini Nasıl Tahrip Ettiler?
0 notes
Text
Al amk esmer bunlar, sonra neden gelip araplar emeviler, abbasiler islam ile yıkıyor
Çok kolay amk çok kolayyy
0 notes
Text
AV. DR. İRFAN SÖNMEZ’İN KALEMİNDEN…BU KAFAYLA MI?1
Süleymancıların Brezilya’dan getirdiği altı çocuk bir anda belli çevrelerin gündemi oldu. Bu büyük cürüm(!?) TV programlarına konu oldu. Olay, Amazonlardan çocuk kaçırma ve uluslararası suç olarak takdim edildi. Ne yapmıştı Süleymancılar? Amazonlarda mukim yerli bir kabilenin yaşları 13-17 arasında değişen çocuklarını ailelerinden izin alarak yurtlarında eğitip Müslüman yapmış, sonra da tamamen yasal yollarla Türkiye’ye getirmişlerdi. Siz misiniz onları Müslüman yapan? Brezilyalıların bile göstermedikleri tepkiyi- bizim İslam’la sorunlu- çevreleri gösterdiler. Müslümanlığa direk vuramadıkları için –olayı çocuk kaçırma– olarak nitelemeyi tercih ettiler. Oysa haberin içeriğinde çocukların ailelerinden izin alınarak getirildikleri belliydi. Günümüzde bir babanın reşit olmayan çocuğunu yurt dışına çıkarması için bile annenin noterden izni gerekiyor. Öyle haydi dediğiniz zaman bir çocuğu kolundan tutup yurt dışına çıkaramıyorsunuz. Köpürtülen yayınlar üzerine çocukları getirenler geri göndermek zorunda kaldılar. Bizimkilerin de ciğerleri soğudu. Tarikatlar, Emeviler döneminde yaşanan hukuksuzluklar ve zulümlerden rahatsız olanların zühd hayatını tercih etmeleri ve bunun zamanla kurumlaşması üzerine ortaya çıkmış yapılardır. Cemaatler ise,dini bir hayat için gerekli sosyal çevre ihtiyacının ve kentlileşme ile birlikte gevşeyen akrabalık bağlarının yerine sosyal akrabalıkları ikame etmenin sonucudurlar. İkisinin de sosyolojik karşılıkları ve derinlikleri vardır. Ancak günümüzde bu yapıların çoğu misyonlarını kaybederek birer çıkar grubuna ve şirkete dönüşmüştür. Böyledir diye bazı kötü örneklere bakarak hepsini ve her girişimlerini aynı torbaya koymak mümkün değildir.Dini istismar etmedikleri ve siyaseti belirleme aracı haline getirmedikleri müddetçe bu yapılar denetlenerek faaliyetleri birer -sosyal ihtiyaç- olarak değerlendirilmelidir.Bu tip yapılara gösterilen rağbet, onları doğuran ihtiyaçların başka bazı yollarla karşılanıp, karşılanmadığına bağlıdır. Süleymancıların Brezilyalı çocukları Müslümanlaştırması cemaat çerçevesinde değerlendirilebilecek bir faaliyettir. İnançlarımızın şemsiyesi altına yeni insanların katılması bir Müslüman’ı ancak mutlu eder.Bundan rahatsızlık duymak için, dinle, özel olarak İslam’la problemli olmak gerekir. Cemaatlerin meşru faaliyetlerine bile şu veya bu maskeyle karşı olmak sonunda o cemaatlerin mensuplarını da karşı olanların karşısına itiyor.Karşıtlık, karşıtlık yaratıyor.14 Mayıs seçimlerinde Kılıçdaroğlu’nun –helalleşme- hamlesine rağmen muhafazakar kitlelerin ikna edilememesinin sebeplerinden biri budur. Kılıçdaroğlu başka şey söylemiş, CHP’ye yakın muhalif kanallar başka şey söylemiştir. İslam’la problemli 3-5 gazetecinin çeşitli kisveler altında yaptıkları yayınlar, doğru bir hamleyi boşa çıkarmıştır. Bu milletin dini İslam’dır. Kıyamete kadar da öyle olacaktır.Bu gerçeği göz ardı edip kenardan köşeden İslam’a saldırmak, yel değirmenlerine saldırmaktır.Toplum nezdinde hiç bir kıymeti harbiyesi yoktur. Cemaatleri sığınak haline getiren, onları büyüten de budur.Haksız, dayanaksız karşıtlık, karşı olunan şeyi büyütür. Kaldı ki, cemaatler sadece İslam toplumlarında değil, diğer dinlerde de vardır. ABD’de, Mormonlar, Baptistler,Lutheryanlar,Metodistler gibi yapılar bunun örneğidirler. Bu kafayla devam edildiği müddetçe milletin destek ve teveccühü kazanılmaz, olan da kaybedilir. Read the full article
0 notes
Text
BÖLÜM -1- Çarşaf ve Peçenin Öyküsü
Çarşaf sözcüğü dilimize Farsça “gece örtüsü” anlamına gelen çâder-şeb sözcüğünden geçmiştir. Peçe sözcüğünün ise Türkçe mi yoksa Farsça kaynaklı mı olduğu kesin değildir. Günümüzde birçok Müslüman, çarşaf ve peçenin İslamiyet’le birlikte ortaya çıkan ve Ahzap suresi 59. ayetinde sözü edilen “cilbab” olduğunu düşünürler. Oysa Arap toplumunda ne Cahiliye döneminde ne de Hz. Muhammed döneminde çarşaf giyildiğine ilişkin hiçbir tarihsel belge yoktur. Yine aynı şekilde fıkıh kitaplarında kadına nafaka olarak verilecek elbiseler teker teker belirtilirken hiçbirinde çarşafa rastlanmaz. Örtünme daha çok ferace adı verilen giysi ile yapılır. Kara çarşaf, Endülüs Emevileri döneminde İspanyol rahibelerinin giydiği bir elbise olarak Emeviler aracılığı ile İslam coğrafyasında görünmeye başlamıştır. Örtünme elbette İslamiyet öncesi Arap toplumlarında da vardı. Örneğin antik dönemlerin en önemli dini ve ticari merkezlerinden biri olan ve günümüzde Suriye sınırları içinde bulunan Palmira’da yapılan kazılarda bulunan tabletlerde, örtünmüş kadınların tasvirleri bulunur. Fakat bu örtünme biçimleri günümüzdeki çarşafa benzemekten oldukça uzaktır. Gerçekte çarşafın ve peçenin kökeni binlerce yıl öncesine, Sümerlere kadar uzanır. Pagan inanca sahip Sümer toplumunda kendilerini Tanrıya adayan tapınak kadınları, diğer kadınlardan ayırt edilebilmek için çarşaf ve peçe takarlardı. Yalnız yanlış anlaşılmaması için belirtmekte fayda var: O dönemde tapınak kadınlığı kutsal bir görev olarak görülürdü ve bu nedenle zaman zaman kralların kızları dahi kendilerini bu göreve adarlardı. Zaman içinde, özellikle tek tanrılı dinlerin doğmaya başladığı zamanlarda çarşafın ve peçenin amacı tam tersi yönde değişime uğradı. Fırat ve Dicle ırmakları arasında uygarlık kuran Asurlular döneminde özgür kadınların kölelerden ayırt edilebilmesi için örtünmesi yasa ile zorunlu tutuldu. Günümüzde Berlin Müzesi’nde bulunan Asurlular dönemine ait tabletlerde kadının örtünmesiyle ilgili 40. yasa şöyledir: “İster evli kadınlar, isterse dul kadınlar veya Asurlu kadınlar olsun, sokağa çıkarlarken başlarını açmamış olacaklardır. Fahişeler ve köleler örtülü değildir. Örtünen fahişeler tutuklanacaktır.” Asurlu kadınlar gibi Yahudi kadınların de başı açık olarak toplum içinde dolaşmaları yasaklandı. Eski Ahit’te kadınların başını örtmesi gerektiği, üç farklı pasajda belirtilmektedir. İşaya 3/20’de başa giyilen kıyafet demek olan “fara”, İşaya 3/23’te başörtüsü anlamındaki “tsnyafaah” ya da Tekvin 24/65-38/14.19’da yüzü kapatan örtü anlamında da “tsaayafa.” Ayrıca vücudun üst kısmını örten örtü anlamında “radod” sözcüğü kullanılmıştır. Fakat peçenin anlamı değişime uğramamıştı. Tevrat’ta Yaratılış Bölüm 38’de peçe, fahişelerin giydiği bir örtü olarak anlatılır: “Yahuda onu görünce fahişe sandı. Çünkü yüzü örtülüydü.”
BÖLÜM *2*
Türklerde Örtünme Kültürü Osmanlı ile Başlar Türklerde örtünme kültürü ise İslamiyet’in kabulünden oldukça uzun zaman sonra başlar. İslamiyet öncesinde Türk kadınları tıpkı erkekler gibi deriden yapılmış giysiler giyiyor onlar gibi yaşıyorlardı. Yalnızca giydikleri şalvarlar, ata erkekler kadar sık binmedikleri için daha uzun ve baldırlara kadar uzanıyordu. Bu nedenle uzun konçlu çizme yerine daha fazla, etük, başmak gibi ayakkabılar giymektelerdi. Başlarında tıpkı erkekler gibi kalpaklar bulunsa da bu bir dini inanıştan ya da zorlamadan gelmiyordu. Göçebe uygarlığının hâlâ süren etkilerinin bir sonucuydu. Bedenini yabancı gözlerden saklamak gibi bir dertleri olmayan bu kadınlar 10.yy başlarında Arap gezgin İbni Fadlan’ı şaşkınlığa uğratmıştı. İbni Fadlan’ın şaşkınlığı, Bulgar Türklerinde kadınlarının erkeklerde birlikte nehirde birlikte yıkandıklarını gördüğünde iyice artmıştı. Abbasi Halifesi II. Melik döneminde çarşaf, İslamiyet’in yayılması amacıyla bir öge olarak kullanılmıştı. Yine yanlış anlaşılmaması için konuyu açmakta fayda var. II. Melik döneminde Bizans’ın bazı toprakları Abbasilerin egemenliği altına girmişti ve Bizanslı gayrimüslim kadınların bal rengi çarşaf giymesi zorunlu tutulmuştu. Bu kadınlar yalnızca iki koşulu yerine getirdikleri takdirde bu yasaktan kurtulabiliyordu: Müslümanlığı kabul etmek ya da Müslüman bir erkekle evlenmek… İslamiyet’le birlikte örtünmenin önemi giderek artınca, Selçuklular döneminden başlayarak kentlerde tesettüre uymak için, kadınlar sokakta bedenini saran yeni bir üstlük giymeye başladı. Yine de bu örtünme biçimi yalnızca kentlerde uygulanıyordu. Kırsal bölgelerde kadın ve erkeğin birlikte yaşaması ve çalışması geleneği ekonomik gerekçelerle değiştirilemediği için, bu kesimlerde sokağa çıkan kadının başına bir örtü alması örtünme için yeterli sayılıyordu. Kısacası Müslümanlığı kabul eden Türklerin 9. ve 11. yüzyıllarda yaşam biçimleri geleneksel Müslüman yaşamına uymuyordu. İslamiyet’in kabulünden 14. yüzyıla kadar Türk kadınları yüzlerini kapamamış, çarşaf ve peçe gibi örtüler kullanmamış ve toplantılara erkeklerle birlikte “başları ve yüzleri açık” olarak katılmışlardır. Türklerin Orta Asya’dan bu yana sürdürdükleri bu özgürlükçü anlayış Osmanlı döneminde Bizans’a ait topraklar ele geçirilmeye başlanıncaya kadar sürdü. Türklerde peçe giyilmesine ilişkin ilk tarihi kayıt I. Murat döneminde (1360-1389) dönemine aittir. Tarihçi Şikari, Karaman Tarihi adlı kitabında Türk kadınlarının peçe takmaya başlamasını günümüz Türkçesiyle şöyle anlatır:Yüz örtmek sonradan adet haline geldi. Karamanoğlu Alaüddin Bey, Hamidoğlu İlyas diyarında katliam yaptığında üç kabile Osmanlı topraklarına firar etmişlerdi. O vakit bunları Murat Han görüp pek temiz ve efendi olduklarından kendi kentinde (Bursa’da) yerleştirmiş. İşte bu kabilenin kadınları oldukça güzel olduklarından herkes bunları seyretmeye dalınca, ulema bu kabilenin kadınlarına yüzlerini saklamasını emretti.
Ancak Halifeliğin Yavuz Sultan Selim zamanında Osmanlıya geçmesi ve Mısır’dan Arap Yarımadası’na kadar bölgenin Osmanlı sınırlarına katılması bir milat oldu. Yavuz'un halifeliğini kabul etmeyen arap aşiretlerini ikna edebilmek için Araplar içinde bile oldukça dar görüşlü kabul edilen ancak toplumda sözü geçen EŞARİ tarikatı mensupları anadoluya getirildi saray ve çevrsinde anadolunun çeşitli vilayetlerinde bunlara görevler verildi ve örgütlenmelerine ses çıkarılmadı..Yine de Meşrutiyet dönemine gelinceye kadar çarşaf, yaygın bir giyim biçimi halini alamadı. Çarşaf ilk başlarda baştan yere kadar uzanan, kolsuz, tek parçalı bir giysiydi. Meşrutiyet’in ardından çarşafta değişimler yaşandı. Başı ve omuzları örterek bele kadar uzanan bir pelerin ve belden aşık kemiklerine kadar inen bir etek olmak üzere çarşaf, iki parçalı bir dış giyim haline geldi. Fakat çarşaf giyen kadınların sayısı oldukça azdı. Çünkü çoğunluk tarafından çarşafa, Hristiyan kadınların giydiği bir elbise gözüyle bakılıyor ve Hristiyan adeti olduğu gerekçesiyle uzak duruluyordu. Hacdan dönenlerin İranlı kadınlardan görerek benimsemesiyle 19. yüzyılda Osmanlı’da çarşaf giyenlerin sayısı gün ge��tikçe artmaya başladı. Bu dönüşüm öylesine hızlı olmuştu ki, yazar Leyla Saz, 1878’de İstanbul’da kadınların ferace giydiğini, eşinin valiliğe tayini üzerine gittiği Trabzon’dan İstanbul’a dönüşünde kadınların çoğunun çarşaf giymeye başladığını görüp şaşırdığını anlatır. Gerçekten de çarşaf bu dönemde bir anda yaygınlaşmıştır; ta ki II. Abdülhamit tarafından yasaklanıncaya kadar. 15 Ağustos 1881 ve 27 Temmuz 1882 tarihli Levant Herald gazetesinde yayınlanan iki ayrı haber bu yasağa değinir:Şeyhülislamın başvurusu ve padişahın buyrukları üzerine Emniyet Müdürlüğü, Devlet Şurası’yla fikir birliği halinde Müslüman kadınların topluma açık yerlerde nasıl davranmaları gerektiği konusunda bir yasa çıkarmıştır. Bu kanuna göre, kadınların açık ve kalabalık yerlerde “çarşaf” giymeleri yasaktır. Ama bu örtüyü tenha sokaklarda ve misafirliklerde kullanabilirler. (15 Ağustos 1881) Yeni İzmit valisi çevre köylerden pazarda satmak için pazara mal getiren ferace giymemiş ve ayağında pabuç olmayan Türk kadınlarının 5 gün hapis ve bir mecidiye para cezasına çarptırılacağı konusunda bir yasak çıkardı. Bu yasağa karşılık köylü kadınlar, atalarından kalmış gelenek ve göreneklerini hiçe sayıp baskı altına alan bu yeni yasaya uymaktansa, köylerinde kalmayı tercih ettiler. (27 Temmuz 1882) II. Abdülhamit’in yalnızca belirli bir alanda çarşafı yasaklayan bu kararı, 2 Nisan 1892 tarihinde Saray Başkâtibi Süreyya Bey’e bir ferman yazdırıp çarşaf giyilmesini tümüyle yasaklayana kadar sürer.
7 notes
·
View notes
Video
youtube
Emeviler dönemini anlatan tarih kaynakları, Emevileri yıkan Abbasiler dö...
0 notes
Text
Hz. Ali ve Annem
Din’lere değil “Dinler tarihine” inanırım ama inançlara da hep saygılıyımdır. Din ısıtır, bilim aydınlatır. İnanç bir kabuldur, dogmadır. Dogmalar (doğruluğu deneyden geçirilmeden, sınanmadan kabul edilen savlar) sorgulanamaz. Dinin kendini kimseye kanıtlama ihtiyacı yoktur. Din ve inanç dünyasına sorgulayarak şüphe ile yaklaşmak kimsenin haddine değildir çünkü burası tek ve bir olan yaratıcının (Allah) alanıdır. Diğer bir değişle, Din anlatır, Bilim açıklar. Felsefe ise sorgulayarak hakikatı aramaktır. Felsefe (Sokrat) sorgulanmamış hayat, hayat değildir der. Bu anlamda Din ile Bilim/Felsefe’yi aynı potada eritmeye çalışan, aslında bunların çelişmediği anlatmaya çalışan insanlara sürekli şaşmışımdır. Heleki “İslam felsefesi” lafını sanki Din’in felsefesi varmış gibi kullananlara hayret ediyorum. Doğrusu “Arap felsefe” sidir ve bunun da İslam’la Din’le bir alakası yoktur.
Konumuza dönersek, Hz. Ali ve Hz. Muhammed’e ciddi saygım vardır. Bu yaşadığını bildiğimiz (Hz. İsa’nın tarihteki varlığı muammadır) yüce kişilikler tarihteki başarıları ile büyük liderler, komutanlar ve -inancı olanlar içinde kutsal zatlar olarak- kendilerini kanıtlamışlardır. Hele ki Hz. Muhammed’in Araplara -ve o zamanki koşullar içinde ulaşabildiği her toplum ve topluluğa- gösterdiği liderlik benzersizdir. Kendisi tartışması su götürmez şekilde Dünya tarihinin gördüğü en büyük devrimcidir.
Bunlar bilinmesine ragmen Hz. Muhammed ve Hz. Ali üzerinden bir iktidar şavaşı yapılmaktadır. Amcası Ebu Talib’in oğlu olan Hz. Ali’yi kendi kızı ile evlendiren Hz. Muhammed için Hz. Ali en sevdiği Ehl-i beytlerin başında gelir. Hz. Ali kendisinin ömrü boyunca sağ kolu olarak en büyük destekçisidir. Buna rağmen, Peygamberin ölümü sonrası Hilafete layık gördüğü, hatemini (mührünü) taşıttığı “Allah’ın aslanı” ve “Ali el Murtaza” sıfatları ile çağırılan Hz. Ali ve ailesi sürekli haksızlığa uğramış ve işin sonunda da ne kendisi ne de oğulları (Hz. Hüseyin ve Hz. Hasan) eceli ile ölmemiştir (suikastlar ve Kerbela olayı).
Müslümanlığın Arap yorumu olan sünniliğe (Emeviler tarafında ciddi dejenere edilmiştır) Anadolu yorumu olan Alevilik ve Bektaşiliği tercih ettiğimden Alevilere ait şu dörtlüğü çok severim.
Ali bizim şahımız Kabe kıblegahımız Miraçtaki Muhammed O bizim padişahımız
Ali’yi Muhammed’in arkasında ama ona en yakın gören Alevilik yüzlerce senedir Hz.Ali sevgisi Peygamberin önünde diye sapkın bulunarak iftiraya uğramıştır. Oysaki ünlü 4 lükte gibi konu nettir. Biri Padişah diğeri Şahtır. Hz. Ali Hz. Muhammed’den sonraki en büyük kıymettir. Kendisi yakışıklı, yiğit, cesur, akıllı ve mükemmel bir savaşcıdır. Miteloji’deki Aşil’in terbiyeli ve Müslüman halidir. Onun gibi Tanrısına ve peygamberine meydan okumaz, biat eder. Sürekli iktidar mücadelelerinde (hilafet) müslüman kanı akmasın diye kendi ve oğulları hak ettikleri koltuklardan uzak durmuşlar ve –kanı Hz. Muhammede en yakın olmasına ragmen yine müslümanlar tarafından katledilen bu aile- sağduyunun temsili olmuşlardır.
Bu girişten sonra beni hayatımda en çok etkileyen ve rüyama giren yeni dinlediğim bir Dini kıssa’yı yazmak isterim. Bu kıssayı bana anlatan kişi ciddi inançlı bir müslüman olduğu için ve bu kıssa’yı bana inanarak ve samimiyetle anlattığı için ayrıca etkilendiğimi önden belirteyim.
Onun anlatımıyla yazıyorum.
Sahabe, Hz.Ali, Hz. Hamza, Hz. Osman, Hz.Ömer, Hz. Ebubekir ve Resulallah bir şavaştan dönerken önlerine yaşlı ve üzüntüden çökmüş yaşlı ve çok üzgün bir Anne (Ana) çıkmış. Sorusu da hüznü kadar netmiş. Ey Hazretler ve Resulallah oğlum nerede? Sahabeler biliyorlar ki Anne’nin tek oğlu savaşta şehit oldu, bir türlü bir cevap veremiyorlar. Hepsi sessiz ve üzgün boyunlarını bükmüşler. Yaşlı kadın o kadar üzgün ki kimse kötü haberi veremiyor. Tüm gözler bir anda efendimiz Resul-i Rabb'il Alemin Sallallahu Aleyhi ve Sellem’i aramış.
O an Hz. Muhammedin aklına savaştan az önce Hz. Ali’nin kısa ziyareti gelmiş. Hz. Muhammed elde olmayan nedenlerden Hz. Ali’yi bekleterek yanına indiğinde Hz. Ali ona “Ya Muhammed! Allahın en sevgili kulu! Resulumuz! Müsaadeni isterim, anneme bir saate yanına geri gelirim dedim.” diyerek huzurdan ayrılmış. Peygamberlerin efendisi bu davranışın diğer müslümanlar arasında örnek olması için en sevdiği cübbesini Hz. Ali’nin arkasından kendisine hediye olarak yollamış.
Hz. Muhammed Allah tarafından müjdelenen “Cennet anaların ayağı altındadır” hadisini çok sever, dünya ve ahiret hayatında kendisini Allah’tan sonra en çok seven kişinin kendi annesi Hz. Amine olduğunu çok iyi bilirmiş. Anne/çoçuk bağı kullar arası en kalın ve güçlü bağmış.
Bütün bu düşüncelerinin arasında mucizelerini imtina ile kullanan Hz. Muhammed üzgün Ana’ya uzun uzun bakarak sonra bir anda Hz.Ali’ye dönmüş. Hz. Ali peygamberin bir bakışı ile kendisinden aracı olması istenen mucizenin gerçekleşmesi için -Şah-ı Merdan, Ali-el Mürteza ve “Allah’ın Aslanı” olan Hz. Ali- bir anda arkasını dönerek “Ya Allah!” diye bağırmış.
Ve işte tam o anda uzaklarda 4 nala hızla koşarken arkasında toz bulutu çıkaran bir atlı belirmiş. Hızla atını Hz. Muhammed ve Sahabe’ye doğru sürdüğünden yavaş yavaş sülieti ve sıfatı görünür olmuş. Yaklaşınca görüntüsü ve atı ile herkesi huşu içinde bırakan atlı yaşlı kadının şavaşta kafası kopan, yüzlerce ok, onlarca mızrak yiyerek şavaşta vucudu parça parça olmuş oğluymuş. Atı üstünde yaralı harap vucudu tekrar birleştiğinden, kopuk uzuvları tekrar yerlerine yapışmış halde korkutucu görünmekteymiş. Güçlü ve iri atının nalları yere sürttükçe alevler çıkmakta, hızından yelesi kabarmış at ise bütün ihtişamı ile burnundan buharlar çıkartmaktaymış. Sahabe , Hz. Hamza, Hz. Osman, Hz.Ömer ve Hz. Ebubekir biraz şakınlık birazda tedirginlikle saatler önce savaşta şehit olan din kardeşlerine baka kalmışlar..
Savaşta şehit olan Oğul iki dizginini birden çektiği atını durdurarak biraz eğilmiş ve Hz. Ali’ye sitemle sormuş. “Ya Ali! Beni neden çağırdın!”.
Hz. Ali biraz bekleyip gözgöze baktığı Oğul’a “Peygambere sor. Annen seni sorunca bana bakan ve seni çağırtan odur demiş.
Sahabe’de tüm gözler Resulallah’a döndüğü noktada Hz. Muhammed -Sallallahu Aleyhi ve Sellem- biraz durduktan sonra az biraz iç çekerek “Anne’ne kıyamadım Ey Oğul” demiş.
Cennetin nimetlerinden istifa ederken cennet bahçesindeki rahatını bozarak gelmek zorunda kalan Oğul Allahın Hz. Ali’ye sevgisini bildiginden ona der ki: Sakın birdaha arkanı dönerek “Allah!” diye bağırma yoksa Allah isteğini kabul eder, tüm şehitler geri döner ve o zaman “Şehitlik” mertebesi ortadan kalkar demiş.
Sonra Annesini ağlarken gören Oğul atından inmiş. Annesine doğru yürümüş, ona sarılmış, Anne onu son defa kokladığını bilerek hasretle Oğul’u kollarından ayırmamış, ellerini sırtından çözmemiş. Sırtını sevgiyle sıvazlarken şehit oğlunu doya doya koklamış öpmüş. Oğul en son cennetin ileride ayağına serileceği Annesine tüm sevgisiyle bakarken onun mübarek ellerini elinde kavuturmuş ve onlarca kere öpmüş. Vedanın zorluğundan olsa gerek, o kadar hızlı arkasını dönüp atına atlamış ve 4 nala kalkmış ki ne zaman geri gittiği zamanda anlaşılamamış!
Bu Kıssayı bana anlatan kişi o kadar inanan biri ki ve öyle inanarak ve huşu içinde anlattı ki tüylerim diken diken oldu. Annemi düşündüm, gözlerimden yaşlar ip oldu aktı.
Sürekli atının üstünde zombi kılığındaki Oğul imge olarak aklıma geldi durdu gün içinde.
Gecede rüyasını gördüm. Oğul direk atını bana doğru sürüyordu ve fonda Metallica’nın “4 horsemen” ‘i çalıyordu. Oğul, atının üzerinden eğilip Hz. Ali’nin kulağına benim de duyabileceğim şekilde “Beni niye çağırdın ya Ali?” diye sorarken atının üstünde birden doğruldu ve bakışlarını hızla bana çevirdi. İşte o an korkudan uyandım. Ama uyandıktan sonra da huzur içinde uyudum. Sadece materyalizm ile de açıklayamadığım dünyamda Din/inanç beni de –hem de battaniyem yorganımdan daha çok- ısıtmıştı.
#hz ali#hz muhammed#peygamber#sahabe#ehli beyt#materyalizm#alevilik#sünnilik#emeviler#hz ömer#hz osman#hz ebubekir#hz hamza#anne#oğul#kendini bilmek#felsefe#bilim
3 notes
·
View notes
Text
İnsanın öle dostları olmalı ki whatsapp durumlarına bakınca bile sana birşeyler kazandırmalı , öğretmeli .
14 notes
·
View notes
Text
Emevi halifesi Abdülmelik b. Mervan, öldürdüğü bir muhalif
için, “Onu Allah’ın takdiriyle öldürdüğünü” söylemişti. bkz. İbn
Kuteybe, II, 35; Mesudi, II, 374.
Emevilerle birlikte “Zillullahi fi’l-Arz ” ve “Sultânullahi fi Arzihî ” gibi sıfatlarla sultanlara kutsallık kazandırılıyor, sultanların her icraatı, Allah adına sayılıyor dolayısıyla eleştirilemiyordu.
Çünkü bu yapan, Allah adına(!) iş yapan birisiydi.
Azimli, Halifelik, 17
1 note
·
View note