#doğadaki canlılar
Explore tagged Tumblr posts
mine-lifestyle · 12 days ago
Text
Tumblr media Tumblr media
Bulutlar tarafından yenilmekten son anda kurtulan bir 🌖'ın kameraya yansıyamaması adlı çalışmam. ( Bu kameranın benim gördüklerimi yarsıtamamasından gına geldi ve her geçen gün fotoğrafçılık eğitimi alma ve bir fotoğraf makinesine sahip olma hevesimi arttırıyor gibi. Ne diyeyim inşaallah bir gün nasip olur)
Aaa bu arada az kalsın söylemeyi unutuyordum ben bu fotoğrafı çekerken bir tilkiyle karşılaştım aramızda ufak bir bakışma oldu ve tabii ben hiçç susar mıyım hemen sohbet etmeye başladım ama sanırsam sohbetim sarmadı ve gitti. Sabah da kedimi av peşindeyken yakaladım tabii ben onu av peşindeyken yakaladım ama o avı yakalayamayıp eve döndü ve verilen yemeği yemek zorunda kaldı.
Köy hayatını bu yüzden çok seviyorum sanki doğa belgeselinin içerisinde yaşıyormuşum gibi hissettiriyor ve sanki bazen insanlar tarafından bozulan ruh sağlığımı Allahın hediyesi olan doğa onarıyormuş gibi hissediyorum.
38 notes · View notes
doriangray1789 · 2 years ago
Text
İNSANLAR NEDEN DEĞİŞİME AÇIK DEĞİLDİR? SESLİ DÜŞÜNCE Bir psikiyatristin makalesinde yenilik ve değişime gösterilen şiddetli direncin kiside bir sorun olduğunu gösterdiğini yazıyordu. Hayat cesaretlilere parlar!! Değişim hayatın karşı konulamaz kuralıdır. Doğa – içinde barındırdığı milyonlarca tür canlıyla birlikte- her an, durmaksızın değişir. Doğadaki canlıların hepsi varlıklarını değişebilme yeteneklerine borçludur. Değişime direnen canlılar elenir; uyum gösterenler soylarını devam ettirir. Doğanın kanunu böyledir. Toplumsal değişim de doğa kanunlarına benzer. Biz istesek de istemesek de içinde bulunduğumuz çevre, koşullar, ilişkilerimiz, konumumuz… değişir. Hayat bizi sürekli değişime zorlar Değişime uyum gösteremeyenler yok olurlar ama insan aklı değişimi kabullenmekte zorlanır. Çoğu insan içinde bulunduğu ortamı hiç değişmeyecekmiş gibi görür, değişen koşullara uyum göstermek yerine mevcudu (statükoyu) korumaya çalışır. Değişime direnir. Gerek insanlar gerekse şirketler için değişimin önündeki en büyük engel alışkanlıklardır. Alışkanlıklar o kadar güçlüdür ki çoğu insan bunları aşmakta zorlanır. Değişimi yönetip başarılı olmak demek, insanın kendisini tutsak eden alışkanlıklarının üstesinden gelebilmesi demektir Bizi Alışkanlıklarımız Yönetir Alışkanlıklar son derece güçlüdür. Bizim her türlü davranışlarımızı -kimi araştırmacılara göre %95’ini- alışkanlıklarımız yönetir. Hayatımızın yönlendiren bütün kararları alışık olduğumuz şekilde alırız. Seçimlerimizin sadece %5’ini düşünerek yaparız. Hayatımızın büyük bölümünü düşünmeden yönetmek bize atalarımızdan kalmış milyonlarca yıllık bir mirastır. Evrimsel biyoloji, insan beyninin tehlikeyle baş etmek ve hayatta kalmak üzere tasarlandığını; hayati konularda insanın aklıyla değil sezgileriyle karar aldığını söyler. Bu nedenle insanın nasıl bir tehlikeden kendini kurtarması için düşünmesine gerek yoksa, günlük hayatını da sürdürmek için düşünmesine gerek yoktur. Hepimiz bir çok konuda hiç düşünmeden, zihnimizde oluşmuş kalıpları ve kısa yolları (heuristics) kullanarak karar alır ve harekete geçeriz. Zihnimizdeki bu kısa yolların hepsi, bizim alışkanlıklarımızın oluşturduğu kısa yollardır. Alışkanlıklarımız bizi yönetirlerken, “sorun-çözüm” veya “sıkıntı-rahatlama” gibi neden sonuç ilişkilerinde, hiç düşünmeden kısa yollar (heuristic) kullanarak karar alır.
Değişim insanların güvenlik duygularını tehdit eder çünkü her değişiklik belirsizlik içerir. Nedenleri iyi anlatılmamış, içeriği hakkında yeterli bilgi verilmemiş değişiklikler insanlarda tedirginlik yaratır. Bilgisizlik, değişime karşı direnci artırır. Bu nedenle değişimi yönetmek için etkili bir iletişim yapmak gerekir. İnsanları değişimin her aşamasından haberdar etmek, olası tepkileri içtenlikle dinlemek, sorunları anlamaya çalışmak ve samimi bir iletişim ortamı yaratmak gerekir. Değişimin kabul edilmesi için etkili ve sürekli bir iletişim şarttır. Değişime olan direnci azaltmak için değişimden etkilenecek olan insanları mümkün olduğu ölçüde değişimin bütün süreçlerine dâhil etmek gerekir. Katılımı yükseltmek direnci düşüren en etkili yöntemdir. Özellikle değişimden en çok etkilenecek olanların değişimin planlama ve uygulama aşamalarına katılmaları muhtemel direnci azaltır. Değişimin parçası olan herkes daha az endişe duyar ve değişimi daha kolay kabullenir. Değişime direnç göstermenin bir sebebi de, her değişimin insani ilişkileri yeniden düzenlemesidir. Değişimin bir gereği olarak çalışanların mevcut iş arkadaşlarından ayrılması ve başka bir yöneticiye rapor edecek olması, yeni ortamda eski havanın oluşmayacağı varsayımı, değişime karşı tepkileri kaçınılmaz kılar. Ayrıca dünyayı algılama ve yorumlama şekline bağlı olarak insanların değişime tepkileri farklılık gösterir. Bazı insanlar daha tutucu bir kişiliğe sahiptirler ve doğaları gereği değişime herkesten daha temkinli yaklaşırlar, değişimi sevmezler. Bazılarının kişilikleri ve karakterleri ise değişime açıktır. Bu insanlar prensip olarak değişimi sever ve benimserler. Değişimi yönetenlerin insanlardaki bu duyguları da yönetmesi gerekir. Sadece bireysel farklılıklar değil, bir topluma hâkim olan kültür de insanların değişime karşı tutumlarını belirler. Bazı toplumlar değişimi kucaklarken bazıları değişime kapalı olurlar. Türkiye kültürü değişime direncin az olduğu esnek bir yapıya sahiptir. Bu nedenle Batı toplumlarının çoğunda değişimi yönetmek daha zorken Türkiye’de değişimi yönetmek daha kolaydır. Her değişim güç dengelerini de değiştirir. Kural olarak her değişim sonucunda bazıları ellerindeki gücü kaybederken bazıları daha güçlü olurlar. Değişimden kişisel olarak zarar görecek olanlar, doğal olarak değişime direnirler. İnsanın gücünü ve gelirini kaybetme korkusu, değişime olan direnci artırır. Bir kurumdaki değişim sırasında esas yönetilmesi gereken konu budur. Bu durumu yönetmek için kurumun liderinin ön plana çıkması ve değişim konusundaki kararlılığını herkese açıkça ifade etmesi gerekir. Lider geri planda kalırsa değişim başarılı olmaz. Değişimin insanları şu ya da bu nedenle tedirgin ettiğini anlamak, değişimi yönetmenin en önemli şartıdır. Değişime direnç gösteren insanlara içtenlikle destek olmak, onlara yardım etmek, iyi yönetilen değişim ile kötü yönetilen değişim arasındaki en önemli farktır.Direnç gösterenleri görmezlikten gelmek ya da cezalandırmak direnci ortadan kaldırmayacağı gibi paniği de artırabilir. Böyle bir yaklaşım dirençleri nispeten az olan insanları da değişime karşı tepkisel bir duruma sokar.Değişim hayatın değişmez kuralıdır. Değişim sürekli ve kaçınılmazdır. İnsanların da şirketlerin de hayatın değişim üzerine kurulu olduğu bilinciyle davranması gerekir.  Hepimiz için önemli olan, değişim zamanının geldiğini fark edip zaman kaybetmeden değişimi yönetmektir. Değişim, doğru zamanda yapılırsa işe yarar ve başarılı olur. Eğer zamanlama kaçırılırsa değişimin bir kıymeti kalmaz. İş işten geçtikten sonra yapılan değişimin hiç bir etkisi olmaz.Doğa bize esnek olmanın değişime uyum sağlamada en önemli güç olduğunu öğretiyor.Değişimin dirençle karşılaşması son derece doğaldır. Değişimi yöneten her liderin en önemli görevi insanlardaki bu direnci  yönetmek ve değişimin yolunu açmaktır.
Tumblr media
4 notes · View notes
gundemarsivi · 10 days ago
Text
Tumblr media
Yaşamın Isısı ve Ölümün Soğukluğu
✍🏻 SerZer
Vücut Isısının Felsefi ve Bilimsel Yansımaları
Vücut sıcaklığımız, içsel dengeyi ve çevremizle uyum sağlama becerimizi temsil eden bir unsurdur. İçimizde süregelen biyokimyasal süreçler, bizi hayata bağlayan ince bir iplik gibi işler. Bu iplik koptuğunda, sadece beden değil, varoluşumuzun özü de çözülmeye başlar. Hücrelerimizin derinliklerindeki bu hareket, fiziksel sıcaklığımızı yaratır ve bu sıcaklık kaybolduğunda, yaşamın anlamı da gözden kaybolur.
Yaşam sona erdiğinde, beden çevresinin ritmine katılır; sıcaklığını kaybeder, enerjisini dışa salar ve doğanın döngüsüne geri dönmeye başlar. Bu süreç, Aristoteles’in “Ruh, bedeni ısıtan ve ona yaşam veren bir forma sahiptir” ifadesiyle paralellik taşır. Aristoteles’e göre, bedenin sıcaklığı ruhun varlığı ile ilişkilidir ve bedenin ölümle soğuması, bu yaşam enerjisinin yavaş yavaş çekildiğinin bir göstergesidir. René Descartes ise ruhun bedeni harekete geçiren bir varlık olduğunu savunur ve bedenin ölüm sonrası soğumasını, “ruhun bedeni terk etmesiyle hayat ateşinin de yok olması” olarak görür. Descartes, bu soğuma sürecini ruh ve bedenin ayrılığının somut bir sembolü olarak ele alır.
Ünlü doğa filozofu Francis Bacon, doğadaki yaşam döngüsünü anlamlandırırken, “Doğa, hiçbir şey kaybetmez, sadece dönüştürür” diyerek bedenin doğaya geri dönmesini doğanın sonsuz dönüşüm döngüsünün bir parçası olarak görür. Bu bağlamda, bedenin soğuyarak çevresiyle aynı sıcaklığa ulaşması, doğanın kendi döngüsüne katılmasının bir ifadesi olarak ele alınabilir.
Toplumsal olarak da sıcaklık, insanın yakınlığı, sevgisi ve güven duygusuyla ilişkilendirilir. Ölümle gelen soğuma, yalnızca bireysel değil, toplumsal bir boşluk yaratır. Sevdiklerimizin sıcaklığını kaybetmesi, onların varoluşunun yarattığı anlamın artık hayatımızda olmayışıyla büyük bir kayıp olarak hissedilir. Laozi, bu dönüşümü şöyle ifade eder: “Doğa, kendine ait olanı geri alır, ama hiçbir şey gerçekten kaybolmaz.” Laozi’ye göre, ölümle birlikte soğuyan beden, doğanın bir parçası olmaya devam eder.
Biyoloji, fizik ve kimyanın ortak etkisiyle ölümle hızla düşen vücut sıcaklığı, termodinamiğin entropi ilkesiyle açıklanır. Yaşarken, canlılar düzenli bir sıcaklık sağlar; ancak ölümle birlikte enerji kaynağı kesildiğinde beden çevresiyle aynı sıcaklığa erişir. Ünlü fizikçi Ludwig Boltzmann, bu süreci “doğanın her zaman dengeye ulaşmaya çalıştığı” şeklinde tanımlar. Ona göre, entropi artışı, bedenin çevresiyle eşitlenmesiyle son bulur ve doğanın döngüsüne katılır.
Bireyin yaşarken sahip olduğu sıcaklık, insanın kendini sahiplenme duygusunu ve insan ilişkilerinin sıcaklığını temsil eder. Bir kişinin beden sıcaklığı, sevdikleriyle paylaştığı güven ve yakınlığın önemli bir parçasıdır. İnsan ilişkilerinde sıcaklık, Albert Schweitzer’ın dediği gibi, “Sadece bedenlerin değil, ruhların da yakınlaşmasıdır.” Schweitzer, sevgi ve dostluğu sıcaklık metaforuyla ilişkilendirir ve insanın insana olan bağı bu sıcaklıkla tanımlar. Ölümle birlikte bu sıcaklığın kaybolması, sadece biyolojik bir sürecin değil, toplumsal ve duygusal bir eksilmenin göstergesidir. İnsan ilişkilerinde sahip olduğumuz sıcaklık, yaşamın geçiciliğini ve varoluşumuzun değerini bize hatırlatır.
SerZer
0 notes
pazaryerigundem · 1 month ago
Text
Öğrenciler tropikalde yaşayan canlıları yakından keşfediyor
https://pazaryerigundem.com/haber/189996/ogrenciler-tropikalde-yasayan-canlilari-yakindan-kesfediyor/
Öğrenciler tropikalde yaşayan canlıları yakından keşfediyor
Konya’nın önemli turizm destinasyonlarından olan Konya Tropikal Kelebek Bahçesi’nde öğrenciler sakallı ejder ve dal böceği gibi tropikal bölgelerde yaşayan canlılarla buluşuyor.
KONYA (İGFA) – Selçuklu Belediyesi tarafından Konya’ya kazandırılan ve Avrupa’nın en büyük kelebek uçuş alanına sahip Konya Tropikal Kelebek Bahçesi’nde öğrenciler 45 farklı türde on binlerce kelebek, 98 türe ait yaklaşık 20 bin adet bitkinin yanı sıra tropikal bölgelerde yaşayan egzotik hayvanları da yakından görme fırsatı buluyor.
Bahçe içerisinde gerçekleştirilen Doğa Eğitim Programı ile çocuklara “Böceklerin Renkli Dünyasını Keşfet, Sürüngenlerle Tanışalım, İlginç Canlılar Arasındayım” konuları uzman biyologlar tarafından anlatılıyor.
Anasınıfından üniversiteye kadar olan ve şehir dışından da gelen öğrencilerin de faydalanabildiği eğitimlerde Avustralya çöllerde yaşayan sakallı ejder özellikle çocukların ilgisini çekiyor. Zararsız olan ejder uzun, kalın kuyruğu ve boynundaki dikenli sakalıyla dikkat çekiyor. Sakallı ejderin yanı sıra dal böceği, kral yılan, dev salyangoz ve tarantula gibi hayvanlar da öğrencilerin tanıştığı egzotik canlılar arasında yer alıyor.
Doğa Eğitim Sınıfında çocuklara ve gençlere kelebekler ile canlıları 3 farklı derste anlattıklarını söyleyen Biyolog Nimet Yurtsever, “Burada çocuklar canlılarla temas ediyor. Sürüngenlerde yılan veya sakallı ejderle direkt temas halindeler. Böceklerde dal böceği ve kelebeklerle temas ediyorlar. İlginç canlılar arasında da eğlenceli ve farklı canlılarla birebir tecrübe kazanıyorlar. Böylelikle canlı ve doğa arasında bir iletişim kuruyorlar. Doğaya çıktıklarında da daha ayrıntılı inceleme şansını elde ediyorlar. Bu şekilde doğayı çocuklara temelden sevdirmeye çalışıyoruz. Hafta içinde 4 ve 17 yaş arası öğrencilerimize eğitimimiz var. Hafta sonu ise il dışından gelen öğrencilerimize hitap ediyoruz. Bazen de üniversite öğrencilerimiz de geliyor onlara da seminer tadında bir etkinlik sunuyoruz” dedi.
Konya Tropikal Kelebek Bahçesi’nin önemli ölçüde ilgi gördüğünü ifade eden Selçuklu Belediye Başkanı Ahmet Pekyatırmacı, onlara farklı böcek türlerini tanıtarak zararsız bir şekilde temas kurmaları sağladıklarını belirterek, “Böylece çocuklarımızdaki çekinme ve korku duygusunu, o canlıyı öğrenerek, bilerek ve doğadaki işlevi anlatılarak ortadan kaldırmayı hedefliyoruz. Bu bağlamda çocuk ve gençlerimize uygulamalı olarak doğayı tanıtıyor ve kelebeklerin değişen yaşam formlarını, sürüngenlerin hayatlarını ve ilginç canlıların eğlenceli dünyasını keşfetmelerini sağlıyoruz. Böylelikle öğrencilerimizin doğa, canlı ve böceklerle ilgili bilgi birikimlerinin, doğayı gözlemleme yetilerinin artmasını amaçlıyoruz. Bu anlamda şehir içinden ve şehir dışından tüm öğrencilerimiz ile vatandaşlarımızı hem öğrenmeye hem de kelebeklerin olağanüstü yaşam serüvenini keşfetmesi için bahçemize davet ediyorum” diye konuştu.  
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
yokolan1evren · 8 months ago
Note
Dünya bir sanat olabilir evet o sanatın da en güzel başyapıtları şüphesiz doğadaki canlılar, bitkiler kısacası doğanın kendisi👻
Kesinlikle
0 notes
tibbivearomatikbitkiler · 8 months ago
Text
Bitkiler kendi besinini üretebilir mi?
Bitkiler kendi besinini üretebilir mi?
Tumblr media
#BitkiAdaptasyonu, #BitkiAnatomisi, #BitkiBesinMaddeleri, #BitkiBeslenmesi, #BitkiBiyokimyası, #BitkiBiyolojisi, #BitkiÇeşitliliği, #BitkiÇevresi, #BitkiCoğrafyası, #BitkiDokuları, #BitkiEkolojisi, #BitkiEnerjiÜretimi, #BitkiEvrimi, #BitkiFizyolojisi, #BitkiGelişimi, #BitkiHücreleri, #BitkiKoruma, #BitkiMetabolizması, #BitkiMühendisliği, #BitkiSağlığı, #BitkiTürleri, #BitkiVerimliliği, #BitkiYaşamı, #BitkiYetiştiriciliği, #Bitkiler, #BiyolojikSüreçler, #ÇevreselFaktörler, #DoğalYaşam, #Ekosistem, #Fotosentez, #GüneşEnerjisi, #IklimDeğişikliği, #KarbonDöngüsü, #Klorofil, #Tabiat, #Tarım, #TarımsalTeknoloji https://is.gd/oR2j0b https://www.tibbivearomatikbitkiler.com/blog/bitkiler-kendi-besinini-uretebilir-mi/
Bitkiler kendi besinini üretebilir mi? Bitkiler, fotosentez adı verilen biyokimyasal bir süreç sayesinde kendi besinlerini üretebilirler. Fotosentez, bitkilerin güneş ışığını, karbondioksiti ve suyu kullanarak organik bileşikler üretmesini sağlayan temel bir metabolik olaydır. Bu süreç, bitkilerin hayatta kalması ve büyümesi için temel bir gerekliliktir.
Fotosentez, bitkilerin yapraklarında bulunan kloroplast adı verilen hücresel organellerde gerçekleşir. Kloroplastlar, bitkilere yeşil rengini veren klorofil pigmentini içerir. Güneş ışığı klorofil tarafından emilir ve bu enerjiyi kimyasal enerjiye dönüştürmek için kullanılır. Karbondioksit atmosferden veya suyun parçalanmasıyla elde edilen karbonhidratlar bitki tarafından fotosentez reaksiyonunda kullanılır.
Fotosentez, bitkiler için yaşamsal bir süreçtir çünkü bu süreç sayesinde bitkiler, oksijen üretir ve organik bileşikler sentezlerler. Oksijen, bitkilerin yaşamı için gerekli olan solunum sürecinin bir parçasıdır. Ayrıca, bitkiler fotosentez yoluyla glikoz gibi karbonhidratlar üretirler, bu da bitkilerin enerji kaynağıdır ve hücresel işlevlerin gerçekleştirilmesi için kullanılır.
Bitkiler, fotosentez yoluyla kendi besinlerini üretirken, aynı zamanda topraktan su ve mineralleri kökleri aracılığıyla alırlar. Bu su ve mineraller, bitkilerin büyümesi ve metabolik işlevlerinin sürdürülmesi için gerekli olan besin maddelerini sağlar.
Ancak, bazı durumlarda bitkilerin fotosentez yoluyla ürettikleri besin miktarı, ihtiyaç duydukları miktarı karşılamayabilir. Özellikle zorlu çevresel koşullar altında veya yetersiz ışık, su veya besin maddeleri gibi faktörlerin etkisi altında, bitkilerin büyüme ve gelişmeleri olumsuz yönde etkilenebilir.
Fotosentez süreci, bitkilerin yaşamlarını sürdürebilmeleri için kritik bir öneme sahiptir. Bu süreç, bitkilerin kendilerini beslemelerini sağlamanın yanı sıra, ekosistemlerdeki diğer organizmaların beslenme zincirine de katkıda bulunur. Bitkilerin ürettiği organik bileşikler, diğer canlılar tarafından besin olarak kullanılır ve ekosistemdeki enerji döngüsünün devamlılığını sağlar.
Fotosentez, bitkilerin evrimsel olarak gelişmiş bir özelliğidir ve bitkilerin çeşitli ortamlarda yaşama yeteneklerini sağlayan önemli bir adaptasyon mekanizmasıdır. Bitkiler, fotosentez sayesinde güneş enerjisini kullanarak kendi besinlerini üretebilirler, bu da onların bağımsız yaşamalarını sağlar.
Özellikle tarım alanında, fotosentez sürecinin anlaşılması ve optimize edilmesi, bitki verimliliğini artırmak için önemlidir. Tarım endüstrisinde, bitkilerin fotosentez kapasitesini artırmak için gübreleme, sulama, ışıklandırma ve genetik mühendislik gibi yöntemler kullanılarak bitkisel verimliliği artırmak amaçlanmaktadır.
Bununla birlikte, çevresel faktörlerin fotosentez üzerindeki etkisi göz önünde bulundurulmalıdır. İklim değişikliği, hava kirliliği, habitat kaybı ve toprak erozyonu gibi faktörler, bitkilerin fotosentez kapasitesini olumsuz yönde etkileyebilir ve bitki türlerinin dağılımını ve popülasyonlarını değiştirebilir. Bitkilerin fotosentez yoluyla kendi besinlerini üretebilme yetenekleri, doğadaki yaşamın sürdürülebilirliği için temel bir öneme sahiptir. Bu süreç, bitkilerin büyümesi ve gelişmesi için gerekli olan enerjiyi sağlar ve ekosistemlerdeki diğer organizmaların yaşamını destekler.
Ancak, çevresel değişikliklerin etkisiyle, fotosentez süreci üzerindeki baskılar artabilir ve bu da doğal dengenin bozulmasına neden olabilir. Bu nedenle, bitkilerin fotosentez sürecini korumak ve desteklemek, doğal çevrenin ve insanlığın geleceği için önemlidir. Bitkiler fotosentez süreciyle kendi besinlerini üretebilirler. Bu süreç, bitkilerin hayatta kalması ve ekosistemlerdeki diğer organizmalar için önemli bir kaynak olan oksijenin üretilmesini sağlar. Ancak, fotosentezin etkinliği çeşitli faktörlere bağlıdır ve bitkilerin sağlıklı büyüme ve gelişme için uygun çevresel koşullara ihtiyaçları vardır.
0 notes
dipnotski · 2 years ago
Text
Peter Wohlleben – Doğanın Gizli Ağı (2023)
Doğa akla hayale gelmeyecek sürprizle dolu ve bizim bildiğimizden çok daha karmaşık. Yılların ormancısı ve çok okunan kitapların yazarı Peter Wohlleben, en son bilimsel bulguları ve onlarca yıllık gözlemlerini kullanarak bize bir kez daha doğaya hayret etmeyi öğretiyor. Ve etrafımızdaki dünyayı yepyeni gözlerle görmemizi sağlıyor. Doğadaki canlılar birbirlerini nasıl etkiliyor? Farklı türler…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
sadiatici · 4 years ago
Text
Tumblr media
Kirpiden mesaj var:
"Bahçenizde görürseniz bana süt vermeyin! Mama ve su verin.
Böcek ilacı veya tuzak kullanmayın! Zararsızım ve bahçenize yardım ediyorum çünkü sebzelerinize saldıran böceklerle besleniyorum!
Türüm yok oluyor...
Hayatta kalmama yardım edin!
Bakın,bende bir anneyim. Yavrularım var.
Lütfen yaşamamıza izin verin. Yoksa türüm yok olmak üzere.
Torunlariniza bizi gösteremez siniz.
Lütfen kirpiyi dinleyelim.
Çünkü, Doğadaki bütün canlılar gibi onunda yaşamaya hakkı var.
Saygı ve Selamlarımla 🙏🙋
48 notes · View notes
kisabirroman · 5 years ago
Text
Niye corona virüsünden bu kadar korkuyorsunuz? Bence bu virüs daha da çok yayılmalı. Doğa bize bir mesaj veriyor. İnsanlar kötü canlılar. Hem doğadaki dier hayvanlara hemde kendimize zarar veriyoruz. Her gün hayvanlar katlediliyor. küçük çocuklar, kadınlar tecavüze uğruyor. İnsanlar birbirini para için öldürüyor. Para için savaşlar yapılıyor. Bizim yüzümüzden hayvanların doğal yaşam alanları yok oluyor. Bizim yüzümzden nesilleri tükeniyor. Hayvanlara tecavüz ve zulm ediliyor. Bu kadar kötü bir insanlık bence yok olmayı hak ediyor.
#corona #virus #coronavirus #virüs #insanlık #hayvanhakları #savaş #barış
5 notes · View notes
korayaker · 5 years ago
Note
madde sonsuzdur sürekli var oluş ve yok oluş içinde derken yaşam son bulduktan sonra madde yok olamayacağı için yaşamanın da devam edeceğini düşündüğünüzü mü söylediniz? ve paralel evren teorisi simülasyon teorisi koloni olayı bunları açıklar mısınız biraz merakımı uyandırdı
Doğada iki türden felsefe vardır metafizik ve diyalektik felsefe, metafizik felsefe yaşamın ontolojisine ilişkin soruyu teolojik bir özne ile açıklar  bu metafizik özne Tanrıdır. Metafizik özne olarak Tanrı yaşamın ontolojisine içkin tüm soruları basitçe cevaplar hepimiz yoktan var edildik. Teoloji canlı yaşamı basit bir senaryoya indirger ve hepimizi tanrının mimarı olduğu bir kurgunun kahramanlarına dönüştürür, Tanrı bizleri yoktan var etti ve hepimiz aslında her şeye gücü yeten metafizik özne olan tanrının yansımalarıyız. 
Ve dünya aslında geçiçi bir durak ve bizlerde bu durakta sınana basit ölümlü figüranlarıyız. Diğer yandan diyalektik felsefe tüm bu metafizik soyutlamaların yadsınmasıdır diyalektik felsefe tanrı yoktur madde vardır ve diyalektik felsefe yaşamın ontolojisine içkin soruları dinsel soyutlamalar ile değil ampirik bilgi ve diyalektik bilim ile açıklar. Eğer bir tanrıya değilde diyalektik felsefeye yani bilimsel akla inanıyorsan yaşamın nasıl başladığı nasıl geliştiği kozmik evrenin nasıl oluştuğuna içkin soruları insanlığın bugün ulaştığı bilimsel akla ve ampirik bulgulara ( biyoloji evrim evrimsel biyoloji fizik astro fizik antropoloji sosyoloji vb. ) bilimsel kategorilere başvurmak zorunda kalırsın.  
Doğadaki gözlemlerimiz bize doğanın ve toplumların durağan değişmez  bir nicelik değil sonsuz bir  devinim hareket ve değişim silsileleri içinde aynı zamanda bir tasarım değil büyük bir kaos ve çatışma içinde geliştiğini gösteriyor doğa toplum sürekli biçimde değişiyor dönüşüyor ve bu devinim bizi avcı toplayıcıyı insandan bugünkü yapay zekaya düzeyine gelişmiş süper insana ulaştırmıştır. 
Soruna gelirsek  bilim dünya üzerindeki pek çok sorunun cevabını bulmuştur örneğin toplumların sosyal evrimlerini biliyoruz ( uygarlık öncesi basit pastoral yabanıl toplumlar avcı toplayıcılar tarım toplumu ve nihayetinde uygarlık sonrası ortaya çıkan sınıflı toplumlar- köleci feodal kapitalist olmak üzere diğer yandan tüm canlı yaşamın biyolojik evriminde biliyoruz tüm canlı yaşam ortak bir atadan türemiştir 
Ama kozmik evreni açıklayan bir bilim henüz yoktur kozmik evrenin sadece sınırlı bir alanını gözlemliyoruz ve güneş sistemimiz gibi milyyarlarca gezegen ve galaksinin bulunduğu evrenin nasıl geliştiğini ve evrenin ötesinde ne bulunduğunu ampirik açıdan açıklayan bir bilime henüz sahip depil ancak bir takım teorilerimiz var.
1- Simülasyon teorisi
Bu teoriye göre  biz canlılar tıpkı bilgisayarda bulunan bir program ile oluşturulan karakterler gibi bir similasyonun içinde olabiliriz.
2-  Panspermia teorisi- koloni teorisi)
Bilim canlı yaşamın kökenine ilişkin yaptığı araştırmalarda bugünkü kompleks gelişmiş canlı yaşamın milyarlarca yıl önce ilkel çorbalarda gelişen bir takım partiküllerden meydana geldiğini ispatlamıştır bu partüküller dünyamıza uzaydan gelmiştir dünyamız henüz  gelişme evresindeyken yaklaşık 20 milyon yıl güneş sistemimizde bulunan gök taşları ile kozmik füze saldırılarına uğramıştır bu kozmik füzeler astroitler göktaşları  vb. içinde  bugün ki canlı yaşamın oluşmasına yarayan partüküleri bulundurmaktadır. Pansperia teorisi son derece akla yatkın bir teoridir ve gerçekte dünya üzerindeki canlı yaşam bizden daha üstün bir tür tarafından dünyayı kolonileştirmek için oluşturulmuş olabilir
3- Paralel evrenler -çoklu evren teorisi
bu teoride yine kozmik evrenimizin sonsuz kopyaları olduğunu öne süren, oldukça ilgi çekici bir teoridir
Sonuç olarak bu üç teoride sınırlı bir bilgi ekonomisi ve somut ampirik bilimden yoksun ama oldukça ilgi çekici teorilerdir.
Ben diyalektik felsefeye inanıyorum ve bana göre madde sonsuz bir devinim ve hareket içindedir ve canlı yaşam süreğendir ancak farklı bilinç düzeyinde  bu canlı yaşamın evrimsel olarak ne kadar geliştiği sorusu ise bilimin konusudur.
6 notes · View notes
mine-lifestyle · 22 days ago
Text
Tumblr media
Bu defa güneşi hissetmeye çalışan bir can değil de daha çok hayatta kalmaya çalışan bir can var fotoğrafta, biz insanların yaşamasını dahi çok gördüğü bir can.
Bu can dün bizim bahçenin aşağılarında dolaşıyordu biz annesi var ve onun yanına gider diye düşündük ama bu sabah bahçede bir köşeye kıvrılmış bir şekilde görünce işin gerçeğini anladık. Yine birileri köpekleri köye bırakıp gitmişler, evet yanlış duymadınız bu bizim köyde çok sık yaşanan bir olay, kimler getirip bırakıyorlar bilmiyorum ama sürekli yeni köpekler ortaya çıkıyor tamam o yaptıklarını tam anlayamasam da anlamak için çabalıyorum ama şu bebeği nasıl annesinden ayırmışlar bunu anlayamıyorum bir türlü. Bir de gözlerinde korkudan başka bir şey yok nasıl korkutmuşlarsa artık çünkü yemesi için bir şeyler vermeye çalışırken ilk ekmek parçasını attım yesin diye ama taş sandı sanırsam ve korkup bağırdı sonra ekmeği önünü doğru itelemek için elime çubuk aldım ama bu defa yine bağırmaya başladı ve kaçıp gitti ama çok şükür ki sonra geri gelip yemeğini yedi. Bazen şey diye düşünüyorum acaba bizim buralarda köpeklerden kaçmalarının veya kaba davranmalarının sebebi şafi mezhebinden olmamız mı çünkü şafi mezhebinde köpek necis sayılıyor ve onun için öyle davranıyorlar ama sonra kendime diyorum ki bunun mezhepler veya farklı bir şey ile alakası yok insan olabilmek ya da kul bilinciyle hareket edebilmek ile alakalı...
Yaa hiç mi düşünmüyoruz beni, bizi yaratan Allah onu da yarattı ve nasıl ki benim yaşamaya hakkım varsa diğer canlıların da yaşamaya hakkı var ve biz insanların onların yaşamları üzerinde oyun oynamaya hakkı yok...
# bana göre #
34 notes · View notes
doriangray1789 · 2 years ago
Text
Genel olarak hayatın ortaya çıkışı ve özel olarak da canlılığın çeşitlenip gelişerek insanlığın ortaya çıkışı hep bir merak konusu olarak varlığını sürdürmüştür. Ama bu merakı gidermeye dönük ileri sürülen görüşlerin çoğu, içinde bulunulan dönemin egemen sınıflarının çıkarlarına uygun nitelikte olmuştur. Her olağan döneme hâkim olan düşünceler o dönemin egemen sınıflarının düşünceleridir. Hâkim düşüncelere ters düşecek fikirler ya baskı altında tutulur ya da sessizlik fesadı ile geçiştirilir. Canlılığın gelişim sürecini materyalist bir tarzda ortaya koyan ve yaratılış efsanesini çöp tenekesine gönderen evrim teorisi ise her ikisinden de nasibini almıştır.
Evrim düşüncesi on dokuzuncu yüzyılın başlarında yoğun olarak tartışılıyor; çoğunluk tarafından kabul edilmese de büyük doğa bilimcileri tarafından benimseniyordu. Ancak tam anlamıyla maddeci bir tarzda ele alınmıyordu. Hatta yaratılış düşüncesinin savunucuları bile canlıların sürekli gelişimini Tanrının bir kusursuzluğu olarak ele alıp evrim düşüncesini kabul edebiliyorlardı. Çünkü bu ilk dönem evrimci fikirlerin ortaya konuluş biçimi idealizme açık kapı bırakıyordu. Evrim düşüncesi, ancak Darwin’in çalışmaları sonucunda diyalektik materyalist anlayışın doğruluğunu kanıtlayan veriler sunar bir hale geldi. Darwin’in türlerin sabitliğine olan inancı Beagle gemisindeki beş yıllık gözlemlerinin ardından yıkıldı ve 1838’de canlı türlerinin değişimine dair evrimci fikirlerini oluşturmaya başladı. Ne var ki Darwin bu gözlemlerinin ve çalışmalarının sonucunu ancak 1859’da, yani aradan tam 21 yıl geçtikten sonra, benzer sonuçlara ulaşan A.R. Wallace kendisinden önce davranmasın diye, Türlerin Kökeni adlı eserinde yayınlayabildi. Darwin’in kuramını bu kadar geç yayınlamasının nedeni, sonuca ulaşabilmesi için bu kadar zamana ihtiyaç duyması değil, idealist düşüncelerin hâkim olduğu bilim dünyasından gelecek tepkilerden çekinmesiydi. Bu dönemde aklın, yani düşüncelerin beynin ürününden başka bir şey olmadığını söyleyen maddeci felsefeyi savunmak büyük cesaret gerektiriyordu.
Darwin’in teorisini geliştirmesinde esinlendiği kaynaklardan biri de, Malthus’un nüfus teorisidir. Malthus’a göre insan nüfusu geometrik olarak (katlanarak) artıyorken geçim araçları aritmetik oranda (toplanarak) artar: “Nüfus artışı, besin artışından daha fazla ve ekilebilir toprak alanları sınırlı olduğuna göre, nüfus artışı besin artışını ge��ecektir. Ancak; tabii engeller (açlık, afetler...) ile doğum kontrolü ve evlenme yaşının geciktirilmesi gibi durumlar gerçekleşirse, nüfus artışı besin artışının gerisinde kalır.” Darwin buradan hareketle, “canlılar hayatta kalabilecek yavru sayısından daha fazla sayıda yavru yapıyorsa bunlardan ancak bulundukları ortama daha iyi uyum sağlayanlar hayatta kalabilir” fikrinden, doğal seçilim fikrini türetti. Ancak onun Malthus’un sakatlıklar içeren düşüncesinden esinlenmiş olması, doğadaki yaşam savaşımının özünü değiştirmez. Nitekim Engels evrim teorisinin diyalektik yanını görmek istemeyen kesimleri eleştirir:
Gerçekte, yaşama savaşımı fikrinin kökenini Malthus’ta aramak gerektiğini söylemek, Darwin’in aklına bile gelmez. O yalnızca kendi yaşama savaşımı teorisinin, hayvan ve bitki dünyasının tümüne uygulanmış Malthus teorisi olduğunu söyler.
2 notes · View notes
youngbonkdragoncalzone · 5 years ago
Text
Doğa da her şey yerli yerinde . Muhteşem bir yaşam döngüsü içinde canlılar doğal dengeyi ayakta tutuyorken , insanlar aç gozlulukleriyle bu muhteşem dengeyi altüst edebiliyor . Ama insanoğlunun unuttuğu bir şey var , doğadaki dengenin bozulması demek bütüne yayılan bir düzensizliğinde işareti demek . sinemaya uyarlanan bu şahane eserde bazen sinirden dişlerinizi sıkacak ,bazen de gözyaşlarıniza hakim olamayacaginiz sahnelere şahit olacaksınız . Günü iyi geçirmek isteyenlere güzel bir film .. Kurdun Uyanışı - Kurt Totemi 📽🎬
Tumblr media Tumblr media
2 notes · View notes
pazaryerigundem · 4 months ago
Text
Minik dostlarımıza bir kap su yeterli!
https://pazaryerigundem.com/haber/184209/minik-dostlarimiza-bir-kap-su-yeterli/
Minik dostlarımıza bir kap su yeterli!
Tumblr media
Hava sıcaklıklarının 40’lı dereceleri aştığı bugünlerde doğanın minik üyeleri de zorlu koşullara karşı yaşam mücadelesi veriyor.
Gürhan ADANA / BURSA (İGFA) – Hava sıcaklıklarındaki ani yükselişle birlikte canlıların suya gereksinimleri de artmaya başladı.
Doğadaki canlılar bir yudum suya ulaşabilmek için mücadele veriyor. Herkesin çevresindeki canlılara bu mücadelelerinde destek vermesi gerekiyor.
Güvenilir ortamlarda suya ulaşmak hiç de kolay değil. Tıpkı Yenişehir Alaylı Köyü’nde olduğu gibi. Köy yakınlarındaki meyve bahçesini uğrak yeri yapan kuşlar, buradaki betondan sulama havuzunun kıyısına konup yudum yudum su içmeye çalışıyor.
Önce su havuzunun bitişiğindeki kiraz ağacına konuyor, dal ve yaprakların arasından çevreyi kolaçan ediyor, güvenlikten emin olduklarında aşağı süzülerek havuzun kıyısına konup susuzluklarını gideriyorlar. Sulama havuzunun bulunduğu bölge kuş cıvıltılarıyla doluyor.
Yenişehir’de bu gibi güç dönemlerde doğada yaşayan canlılara destek olunması gerektiğini belirtiliyor. Gerek doğada gerekse de bahçede ya da sokağın bir köşesine bir kap su bırakmanın onlar için yaşamsal önemi bulunuyor.
Tumblr media Tumblr media
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
asimekrem · 6 years ago
Text
Kendi doğa oyununuzu icat edin. Bir annenin önerisi: "Uzun yürüyüşlerde çocuklarımızın dikkatlerini çevreye verebilmelerine yardım etmek için 'on hayvan bulma' oyununu oynuyoruz: memeliler, kuşlar, böcekler, sürüngenler, salyangozlar ve diğer canlılar. Ayak izleri ya da bir köstebek deliği gibi, bir hayvanın oradan geçtiğine ya da orada yaşadığına dair herhangi bir iz bulmak da bir ha an bulmak sayılıyor.’’
Richard Louv /Doğadaki Son Çocuk
3 notes · View notes
otadam · 6 years ago
Text
Günaydın
İnsanın gelişmiş bir organ diye sahiplendiği beyin, onu yönetmesini bilmediklerinden sadece bir lanet oluyor.
Ama belki de sorun insanda değil. Beyin yeni yeni evrilen bir organsa, henüz kendi formunun bebek halindeyse, insanlığı suçlamanın anlamı yok. Ama her şekilde insan doğanın, doğadaki o mükemmel canlıların çok gerisinde, büyük bir aciziyet içinde yaşamına devam ettiği gerçeği ortada.
Hayatta kalabilme yetisi birçok hayvandan düşük.
Güç desen belli bir güç seviyesi ulaşabilmesi için bile doğumdan itibaren en az 15 sene gerekiyor. Hız konusuna hiç girmeyelim.
Özel bir yetenek olarak beyni var. Takdire şayan bir durum, sonuçta doğada hiç ameliyat eden bir kedi göremezsiniz, ya da organ naklini bulan bir ayı. Ama onların da kendilerini iyileştirmek için doğayı, bitkileri kullandıkları çözülmüş durumda.
Yani sizin anlayacağınız beynimiz kendimizi de doğayı da bizden daha üstün özelliklere sahip o canlıları da yok etmekten başka pek bir işe yaramıyor.
İki ayağının üstünde yürüyebiliyor, birkaç kelimeyi aklında tutabiliyor diye kendine hemen din yazıp dünyanın lideri ilan etmenin anlamı yok. Evrene dair hiçbir bilgisi yokken evrenin efendisiyim demenin de.
Düşünebiliyor diye önce kibir sahibi oldu insan. Tüm canlılığı kendine hizmetkar gördü. Sırf düşünebiliyor diye kötülüğe dair ne var ne yok düşündü. Bir anlam atfedebiliyor diye saçma sapan anlamlar ortaya sürdü. Ama aslında o kadar acizdi ki yaşamak için daima kendinden başka bir gücün, bir yaratıcının arayışında oldu. Önce aradı, sonra karşı çıkmaya çalıştı.
Sizce bunun neresi üstünlüktü?
Milyarlarca yıldır var olan dünya son 2000 yılda kirlendiği hızda hiç kirlenmedi mesela.
Ve dünya üzerinde hiçbir türden canlı kendi içinde insan kadar savaşmadı.
Bitmek tükenmeyen sapkınlıklar insan içindeydi. Ne istediğini bir türlü tam olarak bilemedi. Hem yalnız olmak istedi hem kalabalık olmak. Hem üstün olmak istedi hem kaldıramadı üstünlüğü, tüm yükü yıkabilmek için bir tanrı aradı kendine. Hem sevilmek istedi hem eziyet etti sevene.
Doymadı, hep daha fazlasını istedi. Kara yetmedi denize geçti. Deniz yetmedi havaya. Şimdi dünya yetmiyor farklı gezegen arayışında.
Kendi için tüketti doğayı, canlıları.
Kendine şehirler kurdu, kendine evcil köle yapabildikleri dışında her şeyi ya sürdü ya öldürdü. Oysa diğer tüm canlılar birlik içinde yaşayabiliyorlardı.
Kendinden binlerce kat küçük bakteriler, onlarca kat büyük balinalar, filler doyarken, şu ebata bakın ne kadarlık yiyebilir ki dediğimiz insanlık bir türlü doymadı.
Düşünüyoruz değil mi?
Gerçekten mükemmel bir özellik!
19 notes · View notes