#diyecek kelime yok
Explore tagged Tumblr posts
Text
Hayat yaşam enerjimizi sömürürse yine bize yaşam enerjisi verecek olan kendisidir. Gökyüzü sarar mesela insanın ruhunu. Çünkü kalbi gökyüzü kadar geniştir insanın. Bir ağaç gölgesi huzur verir insana, ışığın o akşam vakti kırılışı ile o yaprakların oluşturduğu sanat harikası görsel ziyafet bayram ettirir insanın gözüne. Bayram evet. Her gün bir bayram havasında batıyor yine güneş. Çünkü başka yerlere doğmak cehdinde. İşte bu sebeple hayat batarken doğuşları, ölürken de dirilişleri içinde barındırır.
Eylül bir taraftan solmayı sararmayı hatırlatır belki ama sararmanın, kurumanın arkasındaki canlılığı da ince ince hissettirir.
Yağmur ve serinlik de cabası tabi. Üşümeyi ve yağmuru özleyen insanevladı işte böyle bir akşamüstü yine enerjisini toplar eve döner kısacık bir yürüyüşten...
.
22 notes
·
View notes
Text
AĞUSTOS 4.1
Ağustos'un ilk haftası ne kadar hızlı geçmiş, inanamıyorum. Temmuz ne kadar yavaşsa bu ay o kadar hızlı akıyor. Temmuz'un son günleri kötü geçti benim için, özel hayatımda ilişki sorunları çok yoğundu. Ağustos'ta biraz toparlarız umarım çünkü kalbim kırık biraz.
Her gün için notlar almıştım, beklediğimden uzun oldu. Yine de hatıra, hatıradır.
1 Ağustos Perşembe - Merağın Yok mu Böyle Şeylere?
(Merak tweetini neden kimse bilmiyor ya :)
● Yeni başlangıçlar için yeni bir defter. Ve bazı kopuşlar, ve kalp kırıklıkları... Bu da geçecek inşallah.
●Markette "ay tuzlu kiraz yazmışlar, olleyy vişne buldum" diye sevinip zoete kelimesinin zoute olmadığını eve gelince daha doğrusu vişneyi(!) yiyince fark etmek. Kim kirazı "tatlı kiraz" diye betimleme ihtiyacı duyar ki? Hiç unutmayacağım yeni kelime: Zoete!
●Sadece kayboldu beyanıyla başka hiçbir şeye gerek kalmadan yeniden gönderilen 29 parçalık kargo...
● Bu Ağustos listesini hiç görmeden yaptığım geçici dövmeler. Önce bulutu görmüştüm, Hollanda'nın bulutu... sonra ise domatesi; o da Türkiye'nin... İkisi bir arada olmuyor gerçek hayatta.. Böyle serin yaza böyle tatsız domatesler... Henüz burada kimseyle "bana türkiyeden bir tane yaz domatesi getirir misin?" diyecek kadar samimi değilim ama şu yeşilli kırmızılı yaz domateslerini çok özledim.
● Ve sonunda televizyonumu değiştirmeye geldiler. Önüne masamı çekip cheesy şeyler izlerken tez yazma zamanı. Kime diyorum, hey!!!
2 Ağustos Cuma - Rotterdam
●Rotterdam Tumblr buluşmasıııı. Uzun zamandır bu kadar eğlendiğim bi gün olmamıştı. Karşımıza çıkan insanlar da dünyadaki rızkımıza dahil gerçekten 🥲 Rotterdam da "tekrar ziyaret edilecekler" listesine girdi.
● İkinci dünya savaşında yıkılmayan nadir binalardan birisi olduğu için belediye binasına gittik. Orada Hollandayla ilgili sorduğum bi soruyla bütün çalışanları kilitledim sanırımfkfffk, hepsi soruma cevap aramaya çalıştı ve bunun üstüne düşünmemiştik dediler. Çalışanlarsan birisi de hiç duymadığımız bir ülkeden Belucistan'danmış. Sonra baktım ki ülke değil orası..Neyse karışık işler.
● Binaya girdiğimizde üst kata çıkmak yasak diyen görevli sonra bizi üst kata çıkarıp bir sürü tarihi ve kültürel bir şeyler anlattı. Üstüne de belediye meclis toplantılarının yapıldığı salona götürdü. Ama sürekli hollandaca konuştu ve kendimi bu ülkede ilk kez bu konu hakkında bu kadar kötü hissettim.
● Vee köyümüze dönerken trende önce bağlaç olan de,da'lara yönelik test çözdük. Sonra da Dutch alfabesi ve telafuzu çalıştık. Harika bi yolculuktu :)
3 Ağustos Cumartesi - Aachen
● Bugün Almanya'nın Aachen şehrine gittik. Gecenin bir körü uyanıp Aachen katedrali hakkında 50 dklık belgesel izleyip not almıştım. Aachen katedral rehberliği yaptım arkadaşıma :)
● Ben olsam benim gibi bir gezi arkadaşım olsun isterdim amaa kendi gezi arkadaşım da çok iyi çıktıkgkkgl. Nerd ve hafif çatlak insanlara bayılırım. Ve de nazik...Köyümüze döndüğümüzde yürüyen merdivenlerde bana dönüp "çok güzel bir geziydi, teşekkür ederim" dedi. Asıl ben teşekkür ederim ya. Ben sadece Aachen'a gitmek istediğimden bahsetmiştim bir süre önce ve o ise günü ayarlayıp hafta boyunca Aachen'la ilgili linkler gönderdi bana.
● Lindt'in çikolata outletiyle güne başladık. Sonra Aachen şehrini gezdik. Sonra da üç ülkenin sınırlarının birleştiği tepeye tırmandık. Biz Almanya üzerinden bir ormanın içinden tırmanış yaptık ve bizden başka kimse yoktu, yollar çok kötüydü ve bir ara ormanın içinde yoldan çıkıp biraz tedirgin olduk. Dönüşte ise Hollanda üzerinden medeniyetle yapılmış yollardan indik. Canım Hollandamın canım yollarıjgkgllf
●Ve sınıra o kadar yakın olduğu halde (yani 11 numaralı ev hollandaysa 13 numaralı ev almanya, o kadar aynı mahalle) sorduğumuz her soruya Almanca cevap veren Almanlar... Ama bunu Almanca konuş baskısıyla yapmıyorlar onu da hissettim burada.
● Aachen ve Rotterdam için ayrı bir hatıra yazısı yazmak çok isterim ama vakit bulabilir miyim bilmiyorum. Bunları sıcağı sıcağına öğrendiklerim ve yaşadıklarım hala tazeyken yapmam gerek. Dönüş trenlerinde bir yandan müzik dinleyip bir yandan hatıra yazmak tatlı oluyor aslında. 4 Ağustos Pazar- Dutch köyünde Hindistan Gecesi ve Bütün Özlediklerim Benden Ayrı Yaşıyor
● Sakin bir pazar. Bisikletle yeni rotalar keşfetme günü. Sıra sıra ağaç dolu bu sokağa bayıldım. Miso çorbası yapayım diye miso paste ararken alışveriş tikka masala alarak sona erdi.
● Çok sevdiğim bir arkadaşımla çok uzun zaman sonra zoom görüşmesi yaptık. Amerikanın bir yakasından diğerine taşındı artık aramızda okyanus artı Amerika kıtası var
● Gece gece çıktı almaya kampüse gittim ve dayanamayıp ormanın içinde bisiklet sürdüm. O adrenalini, hafiften korkmayı çok seviyorum. Veee havanın buzz gibi olmasını da
"bir yaz günüüü bir yaz günüüü, hiç bu kadar üşüdün müü?" 5 -6- 7 Ağustos : Bir Gece Ansızın Gelebilirim ve Yeni Hafta
● Yeni hafta gece 01:00'e gelirken ve uyumaya çalışırken şu böceğin sesiyle başladı. Böyle sanki CD cdroom'a sıkışmış gibi bir ses geliyor, sonra duruyor bi 5 dakika sonra tekrar, AY BU NE, BU NE?? diye çıldıracaktım böceği bulana kadar... Köy kızım burası, ne bekliyorsun? Alışacaksın.
● Veee sürekli ertelediğim ve gözümde büyüttüğüm iki adımı attım. Ve hiç de gözümde büyüttüğüm kadar zor olmadı. Ama erteleye erteleye geç kaldım biraz. Bunu düzeltmemiz niye bu kadar zorlu bir süreç sevgili jurnal?
● 6 Ağustos Salı : Bir arkadaşım Türkiye'den döndü. Hava 30 dereceydi. Ve hep birlikte parka gittik. Bisiklet parkının önünde dururken bi anda dengemi kaybettim ve bisikletten düştüm. İşte hayatımın örneği, bisikletle şehirler aşarım ama durduğum yerde düşerim.
● 7 Ağustos Çarşamba : Günleri tutamıyoruuum. Bugün de arkadaşımla ikinci el dükkanına gitmek için sözleşmiştik. Birlikte gaza gelip Hollandaca kitaplar aldık, ben bir çay fincanı aldım. Gitme amacımız ise bana siyah bir çerçeve bulmaktı, burası nerenin hazine haritası acaba? Arkasına baktım ama hiçbir şey yazmıyordu. Ve evet hayattan hala böyle şeyler bekliyorum, gizli bir harita, ya da bir yerde daha önce kimsenin bulmadığı bir Van Gogh tablosu bulmakkkgljllg.
...............
Peki neden "bu haftayı daha iyi geçirebilirdim, tam olarak istediğim gibi olmadı, hakkını veremedim" hissinden kurtulamıyorum hiç? "Tam olarak ne istiyordun bu haftadan?" sorusu gelirdi sanki terapide.
Bilmiyorum, şöyle şeyler mesela? Yepyeni bi Van Gogh tablosu bulmak, Hollandaca 1000 kelime öğrenmek, 400 km koşmak, 5000 kelime tez yazmak ve muz yerken çilek tadı almak.
Ne? Zor mu sanki? Tamam muz yerken çilek tadı almasam da olur.
Ağustos 2024 - Tilburg
36 notes
·
View notes
Text
Gurbet akşamlarında aklımı aldı aşkın
Bugün son zamanlardaki en güzel günü geçirdim. Bekar kaldığımdan beri bekar kalisimla bu kadar okay bu kadar mutlu olduğum bir gün olmamıştı. Tabii ilişkim olmadan önce böyle hissediyordum ama insan başka türlüsüne alışınca tekrar böyle hissetmek zor oluyor. Gerçekten hem verimli hem huzurlu. Sabah sıcacık porridge ve kahve ile kahvaltımı ettim. Evi temizledim, yemekleri hazırladım. merkeze gittim, kahve ve brownie esliginde kitabıma 2000 kelime yazdım. Şu anda da keyfime diyecek yok.
Başlıktaki şarkıyı da yeni keşfettim. O kadar sevdim ki. Bir de aynanın. Şimdiye kadar duymamış olmama şaşkınım.
Gurbet akşamlarında aklımı aldi aşkın
Vazgeçtim insanlardan yıldızlarla uğraştım
Rende rende rende rende rende rende rende
Suç sende değil cahil sana gönül verende
9 notes
·
View notes
Text
Sana diyecek hiç bir şeyim yok artık. Ne kadar saçma değil mi? Oysa ben seni anlatacak kelime bulamazken şimdi ağzımı açıp hiç bir şey diyemiyorum. Sanki sana satırlar yazan, her bir satını gözyaşlarıyla silen ben değilmişim gibi. Eskiden seni görünce hissederdim bir kalbim olduğunu. Şimdi görsem kilim kıpırdamayacak haldeyim. Bir insanı kendinden nefret ettirmek nasıl bir duygu? Peki seni seven insanı kendinden nefret ettirecek kadar kötü olmak. Ya ben sana ölürüm derken şaka yapmıyordum. Ama şimdi karşımda can versen arkama bakmadan giderim. Öyle bitirmişim bendeki seni. Öyle soğumuş bir zamanlar bahar çiçekleri açan kalbim. Kendini berbat hissediyorsun değil mi? Yaktı mı canını sözlerim? Dokundu mu olmayan kalbine? Bir ürperti geldi mi içine? Dedin mi "Ben ne yaptım?" diye. Olmadı mı? Şaşırmadım senin kadar kalpsiz birinden başka ne beklenir ki? Gülüp arkanı döndün, gidiyorsun bir gün sana gelmek için adım saydığım yollardan. Ah kalpsiz kadın Bir kere ciğerin yansın. Bir kere kahrol sende benim gibi. Yüzüme bakacak yüzün olmasın. Sana beddua etmeyeceğim, sen onu bile hak etmiyorsun artık. Ne garip ya bir zamanlar her gece dua ederdim Rabbim seni kaderime yazsın diye. Demek ki vazgeçmek böyle bir şeymiş, insan dualarını bile tövbe ederek hatırlıyormuş. Sitemim sana da değil yanlış anlama. Sitemim taş kalbine ama en çok ta kendime. Ben fazla aşık olmuşum sana, Fazlaca katmışım kendime. Sen oluşuma lanet ediyorum bu gün. Taş kalbinin içinde bir yerlerde olmak için çabaladığım günlere lanet ediyorum. Şu son 7 seneye tanet ediyorum. işte şimdi git kalbim. Seni azad ediyorum..😢😢😢
61 notes
·
View notes
Text
Diyecek çok şey olmasına rağmen tek kelime edecek gücüm yok.
3 notes
·
View notes
Text
Seven sevdiğinin, sevilen sevildiğinin kıymetini bilmeli. Bu günlerimiz bir daha gelmeyecek. Sevin sevilin.. bunlar garip kelimeler diyebilirsiniz belki. Sevmek sevilmek ne demek bilmiyoruz diyebilirsiniz. Sevmeyi hepimiz iyi biliriz ama ya sevilmek? Bunu karşımızdakine soralım. "Sevilmek nasıl hissettiriyor?" O da bilmiyorum diyecek. Siz onu delicesine severken o da "bilmiyorum" diyecek. Sizi de seven vardır tabii. Herkesi birileri sever. Sevilmeyen kimse yok bu dünyada. Bakış açıları var, güzellik algıları var. Bunlar kişiden kişiye değişen şeyler. Siz takmayın. Her sabah kalktığınızda, aynanın karşısına geçin ve deyin ki. "Günaydın. Bu günde çok güzelim/yakışıklıyım. Herkes beni seviyor" unutmayın ağzımızdan çıkan her kelime hayatımızı etkiler... Haydi ben kaçıyorum. Sevin sevilin, dediğim gibi....
6 notes
·
View notes
Text
DOĞRU MU? GERÇEK Mİ? SESLİ DÜŞÜNCE
Ön kabul düşüncelerle yaşıyoruz. Üzerinde uzlaşılan isimlerden veya kavramlardan başka neyimiz var? Benim beyaz olarak kabul ettiğimi, başkası kırmızı olarak öğrenmişse; kimin haklı olduğunu nasıl öğrenebiliriz?Bu durumda İkimiz de haklıyız. Oysa doğru tek olmak zorunda değil mi? hayır tabik i doğru tek değildir... Gerçek tektir... doğru, bilgiye ait bir nitelemedir. gerçek ise bir varlık kategorsidir. örnek verecek olursak, şu anda tuşlarına dokunduğum klavye gerçek iken, "şu anda klavyenin tuşlarına dokunuyorum" önermesi doğrudur. doğrunun karşıtı yanlıştır. gerçeğin karşıtı yoktur. gerçek bir tanedir. doğru gerçeğe bakanların gördüğü şeylerden ancak biridir. Bu tanımlamalara göre doğru göreceli ve değişken olabilir GERÇEK GENEL İFADE İLE ONTOLOJİ NİN ÜZERİNDE DURDUĞU BİR KONUDUR örnek: yazdığım klavye var o halde gerçektir... doğruluk ise bilginin değeridir. varlığın bilgisi çeşitli ihtiyaçlara göre doğru da olabilir yanlış da... yukarıdaki örnek gibi önerme-kalem kırmızıdır hayır kalem yeşildir... Bu tanımlamalardan, gerçeğin nesnel, doğrunun ise öznel olması şeklinde ifade edilebilir....gerçek, perspektife ve anlayışınıza göre değiştiremeyeceğiniz kadim bilgidir, ıspatlanmış hakiki bilimsel veride olabilir. örneğin yerçekimi bu bir gerçektir, doğru ise ise hakikatin ustaki tezahürüdür.. mantıkta mantıksal doğrunun gerçekten farkı olarak açıklanabilir. sözgelimi balıklar yüzer ahmet de yüzer o halde ahmet bir balıktır. çıkarımı mantıksal olarak doğru ama gerçek değildir. amanında şöyle bir yazı yazdıydım.konu bunla alakalı lakin arada başka konulara da değinmiştim bilmiyorum hiç düşündünüz mü gerçek nedir? bazılarınız hemen diyecek ki bunda düşünecek ne var.gerçek varolandır. olmuş olan şeylere gerçek denir. peki bir şeyin gerçek olup olmadığını nasıl anlarız? hiçbir şey tamamen somut değildir. varolan bir şey tamamen bir yönden incelenemez mutlaka başka bakış açılarıyla da ele alınabilinir. bu bakış açıları onu gerçek olmaktan çıkarır mı yoksa sadece kişilerin kendi yorumlarını mı katar? genellemelerden hoşlanmam.insanlar belli kalıplar(kalıp tam uygun kelime değil fakat sterotype kelimesine en uygunu sanırım) üzerinden hareket eder.bu kalıplarla hareket etmek kolay olandır çünkü.insanlara zaman kazandırır. hızlı karar verme yetisi sağlar.fakat bu hızlı verilen kararlar doğru mudur? peki doğru olan nedir? yanlış olmayan demek de bu kalıplardan biri değil midir? bir şeyin yanlış olmaması onu doğru yapar mı? önyargılarımız bu kalıplarımızın belki de en önemlisidir. fakat önemli olması onun iyi bir şey olması anlamına gelmez.bence tamamen kurtulmamız gereken şeylerdir önyargılarımız. benim önyargılarım yok mu ? şüphesiz ki vardır. çoğu insan önyargılarının neler olduğunun farkında bile değildir. belki klasik olacak ama einstein’nin şu sözü bize önyargılarımızdan kurtulmanın ne kadar zor olduğunu ifade ediyor. ‘’ önyargıları parçalamak atomları parçalamaktan daha zordur. ‘
filmlerde görmüşsünüzüdür , kimbilir belki gerçek hayatta da rastgelmiş olabilirsiniz.bir amerikan mahkemesinde mahkum getirilir ve hakim ondan olayları anlatmasını ister fakat bundan önce mahkum bir cümle söyler. “gerçeği, sadece bütün gerçeği söyleyeceğime yemin ederim’’ ve mahkum elini incil’e basarak yaşadığı olayı anlatmaya başlar. işte burda temel mesele doğruların aslında kişisel meseleler olmasıdır. bana göre doğru olan başkasına göre yanlıştır. veya ben doğruyu kendime göre yorumladığım üzere anlatabilirim. sosyoloji ve hukuk bilimleri bu konu üzerinde çok durur. ve gerçeklerin doğrulardan daha net olduğundan bahsederler. gerçek olana ulaşmak için doğruları bir kenara bırakmak gerektiğinden. aslında kalıplarını aşmak demekte bu doğruları , önyargılarımızı bir kenara bırakmak demektir. ancak bu şekilde çok yönlü düşünebiliriz. ve çok yönlü düşüncenin olduğu bir ortamda ilerleme kaydedebilinir. başkaların fikirlerine değer vermek de bu yüzden önemlidir.başkaları bizim düşünmediğimiz belki de hiç aklımıza gelmeyecek bir şeyler düşünebilir. ve belki o fikir gerçekten çok önemli bir şey olabilir .insanların en azından bizim insanımızın bu yönde büyük eksikliği var... belki de geri kalmamızın sebebi de budur. bu başka bir fikre olan tahamülsüzlük aslında çok önceden farkedilmiştir. ‘’herkesin aklı pazara çıkarılsa herkes yine kendi aklını alır’’ bu atasözü bence bu olayı çok güzel özetler nitelikte . buldu��umuz bulgular doğru olan her şeyin gerçek olmadığını kanıtlar nitelikte. fakat belki de asıl üzerinde durulması gereken konu gerçekler doğru mudur? bir şeyin gerçek olması onu doğru yapar mı ? varolmuş bütün gerçekler doğru mudur? kesinlikle hayır. afrika’ da insanlar 1 doların altındaki gelirleriye aç veya susuz yaşaması doğru olan bir şey midir? doğru olmasa bile gerçektir. gerçek doğru değildir. bu konu hakkında birçok farklı örnek verilebilir. ancak gerçekleri güçlü insanlar oluşturur. siyasi veya maddi. savaşlar en gerçek olan olaylardır. günümüz filozoflarından bertrand russell dediği gibi ‘’savaş kimin haklı olduğuna değil, kimin güçsüz olduğuna karar verir’’.savaşlar doğru değildir sadece gerçektir daha bu konu üzerine sayfalar kitaplar yazılabilir.fakat ben daha fazla uzatmak istemiyorum.şunu söyleyebilirim ki gerçekler ve doğrular ancak sadece gerçeklerin peşinde olanların dünyayı yönetmesiyle bir olacaktır. insanoğlu, bilgeliği sevenler siyasi gücü ellerine alana kadar veya siyasi gücü ellerinde tutanlar bilgeliği sevene kadar problemlerin bittiğini görmeyecek. platon
11 notes
·
View notes
Text
Bakın, köylerde kimse yalnız ölmez!
Mega kentlerde ise…
Öldüğünden gün geliyor, kimsenin haberi bile olmuyor…
Apartman yaşamı komşuluğu tarihe gömdü…
Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanlarındaki gibi…
Pencereden pencereye…
“Huuu Aysel, n’apıyorsun?” diyen yok artık…
Oğlunun eline bi’fincan tutuşturup…
“Git, Emine Teyze’nde şeker varsa biraz versin!” diyen…
Apartman sakini de kalmadı…
Aslında o bi’fincan şeker bahane…
Komşu iyi mi, tuvalete giderken düşmüş filan olmasın…
Dümenidir o…
Yalnızlık acı kaderdir…
Ama…
Yalnız ölmek, ölümden de acıdır…
Sonbahar ya…
Yeşilçam Çınarı’ndan yapraklar dökülüyor habire…
Türk Sineması’nda…
Esas oğlanın sadık dostu rollerinde…
Sevecen tiplemesiyle…
Milyonların sevgilisi olan Süleyman Turan…
83 yaşında…
Yapayalnız öldü…
İşin en acı yanı…
Ünlü aktörün kalp krizinden hayatını kaybettiği…
İki gündür…
Kapıdaki gazeteleri almadığı için…
Şüphelenen komşularının polisi aramasıyla ortaya çıktı…
Çilingir geldi, kapı açıldı…
Polisler ve komşuları “Süleyman Abi”nin cesediyle karşılaştı…
Cenaze evden çıkarılırken…
Komşularından biri şöyle dedi:
“En son bir hafta 10 gün kadar önce görüşmüştük…”
Neden “komşuluk sizlere ömür” dedim, işte bundan!
Kader, bazen ağlarını çok garip örüyor…
Yakınlarının dışında pek kimseler bilmez…
Yıl; 1970…
Neredeyse 50 yıl önce…
Seyahat etmeyi çok seven Süleyman Turan…
Hawaii'ye giden uçağı 15 dakika geciktiği için kaçırıyor…
O uçak iki saat sonra Büyük Okyanus'a çakılıyor…
Kurtulan olmuyor…
Ne garip di’mi?
Yarım asır önce Azrail’e çalım atan ünlü aktör…
Dünyaya gözlerini açtığı İstanbul Kadıköy’deki evinde…
Yapayalnız ruhunu teslim etti…
Aslında, şunu da bilenlerin sayısı azdır…
Süleyman Turan…
Bir Kore Gazisi’dir…
Yedek subay olarak askerlik yaparken Kore Savaşı başlamıştı…
Gönüllü olarak Türk birliğine katıldı, Japonya’ya gitti…
Kader bu ya…
Aklından artistlik geçmeyen bir genç düşünün…
Japonya’da bir gece kulübüne gidiyor ve…
Sular, seller gibi İngilizce konuştuğunu gören yönetmen…
“Şu bar sahnesini seninle çekmek istiyorum” diyor…
İşte bak!
Dönüyor Türkiye’ye…
Üçüncü sınıfta ara verdiği…
İstanbul Üniversitesi İngiliz Filolojisi bölümüne devam etmiyor…
Çünkü, aklı-fikri tiyatroda…
Bir oyunda küçük bi’rol buluyor…
Ancak hayatını da kazanması gerekiyor…
At yarışlarında bilet satmaya başlıyor…
O tarihlerde (1963) Ses Dergisi “Sinema Yıldızı” yarışması açıyor…
Balıklama dalıyor…
Ajda Pekkan ve Ediz Hun birinci seçiliyor…
Yarışmanın hatırına…
“Sayın Bayan” filminde minik bir rol veriyorlar…
Matrak bi’şi daha var…
Afişe sığmaz diye…
Gerçek soyadı “Başturan”ı kısaltıp “Turan” yapıyorlar…
Biz O’nu bugüne kadar hep…
Bu yüzden “Süleyman Turan” olarak tanıyıp, sevdik…
52 yıl boyunca durmadan film çekti…
Sanat hayatı boyunca bi’kez olsun…
Esas Oğlan, yani “jön” rolü yakalayamadı ama…
Biri Adana Altın Koza’da…
Diğeri Antalya Altın Portakal’da…
“En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” ödüllerini topladı…
“Dikkat Kan Aranıyor” filmindeki…
Akıl hastanesinden kaçan deli rolündeki performansı…
Türk Sineması’nda…
Hala “Oscar”lık rol olarak konuşuluyor…
70′li yılların ortasında…
Yeşilçam’da seks furyası başlayınca…
Tasını tarağını topladı, köşesine çekildi…
Dergi ressamı olarak ekmeğini taştan çıkardı…
Yıllarca çizgi romanları gazetelerde yayınlandı…
Mizah dergisi Akbaba’da karikatürleri baş tacı oldu…
Film afişleri çizdi, kitapları resimledi…
Durmadan senaryo yazıyordu…
Yeşilçam’ın unutulmaz filmlerinden…
“Dönme Dolap”, “Baş Belası” ve “Sevgili Dayım”ın senaryolarında…
Süleyman Turan imzası ışıldar…
Bitiriyoruz…
Görün bakın, bugün cenazede herkes…
“O’nu çok arayacağız” diyecek…
Ben de diyorum ki…
“Eee, arasaydınız o zaman… Arasaydınız da böyle sessiz ve kimsesiz veda etmeseydi sevenlerine…”
Şimdi…
Yüzlerce Türk filminde…
Esas kızların hiç aşık olmadığı iyi adama veda zamanı!
Işıklar içinde uyusun…
Alman edebiyatçı goethe der'ki “Yalnızlık tek kelime, söylenişi ne kadar kolay… Halbuki yaşanması o kadar zordur ki"…
17 notes
·
View notes
Text
nasıl şansım döndü?
evet bilmiyorum aslında şansım nasıl döndü tam umudumu kaybetmişken bilmiyorum
ben akif türkiyede istanbulda yaşamış büyümüş bir insanım ve şu an amerikadayım kısaca ben 8-9 yaşından beri elektirikle elektronikle uğraşan bir insandım bunun yanında ilk okula başladığımdan itibaren bilgisayar olması evimizde benim için çok büyük bir şanstır yazı yazmayı bilmezken klavye kullanıyordum kısaca 4 seneye yakın bilgisayar oyunlarını çok fazla bir şekilde oynadım orta okulda kendimi tamamen web tasarım kodlama backround üzerinde geliştirmeye başladım 5 sınıfın başında klasik "hello wrold" yazarak başlarken artık sonlarına doğru gayat o zamana göre güzel siteler çıkarıcak yetkinliğe eriştim ama beni onlar kesmedi ve proje geliştirmenin bana daha uygun olduğunu gördüm o yüzden basit söktüğüm elektronik parçalardan kendime atölye kurarken buldum elimde baya bir board vardı onların üzerindeki dirençlerden çiplere kadar çoğu şeyi sökerek ses devreleri güç devleri kurmaya başladım internetten araştıraraken 8 sınıfta ufak bir ergenlik döneminde dursamda liseye geçtiğimde yaşıcaklarımdan habersizdim.
ben 8 yıl boyunca aynı arkadaşlarımla aynı sınıfta okudum ve o kadar şeyi yaparken yapma sebebim tamamen a-sosyel bir insan olmamdı arkadaş edinemem konuşmayı bilmem sıkıntıydı bunlar benim için o zamanlar lisenin ilk haftası ağlamışımdır dedim sanayiye gideyim daha iyi farkı yok en azından para kazanırım filan bu kafadaydım ailemede ne kadar ağlarken pek anlaşılmasamda söyledim bunları iyikide anlamamışlar benim gitmek istediğim lisede değildi yine meslek lisesi istiyordum ama yazılım olan bölgemizin iyi bir okuluydu hedefim mallesef ne kadar a sosyel olsamda dersleride hiç sevmezdim hala sevmiyorum benim tamamen odağım proje geliştirmek babam ne kadar o zaman tartışsakta benim için araştırmıştı ve gittiğim atalar meslek lisesinde FRC yarışmasına katılan bir takım vardı ilk ayın sonunda keşfettim ve o takıma girmek için herşeyi yaptım benim için bu takım nimetti her sene farklı bir robot yapıyorlar ve bunun tüm herşeyini 10 kişilik bir ekip yapıyor elektirik mekanik yazılım evet ilk seferinde pek beceremedim takıma girmeyi ilk ayım dolmuş okulda ağzımda bir kelime laf çıkmamış ne derse katılıyorum ne birisiyle konuşuyorum ilk ayın sonunda bulunca bu takımı ilk kez birileriyle o zaman konuşmaya başladım nedir bu takım neler yapar filan diye eve gidincede ufak tefek bilgilerle araştırmaya başladım herşeyi çözmüştüm hemen her derse giren hocaya artık nasıl katılabilirim kimle görüşmem gerekiyor sürekli bunları soruncada bir dahaki gün takıma üye birisi sınıfları gezmeye başladı sınıfa serüven böyle başladı bi şekilde ismimi yazdırdım çok kovdular kapıdan giremedim pencereden girdim ama yaptım sosyalleştim 2 sene normal üye olarak devam ettiğim takımda 2 senede kaptanlık yapacak kadar yükseldim hiç bir zaman vize için başvuramadım belli skebeplerden dolayı 4 senin sonunda bi şekilde durumlarımı baya düzelttim annem sağolsun başvurdum takımla beraber ve sonunda 4 senedir çalıştığım emek verdiğim takımda tamamen benim yönetiğim bir sezonda amerikadada ben yöneticektim ki tüm takım vizesini alırken benden ekstra belge istediler son güne kadar ümitliydim gelicek ve ben son dakika o uçağa bineceğim diye ama olmadı bi süre daha umudumu yitirmedim yaklaşık 10 ay ama artık mezundum yapıcak bir şey yoktu gidemiyordum yurt dışına bu yüzden dershaneye iyice asılmaya başladım 12 sene ders çalışmamanın verdiği yükelndim ama olucak gibi değildi tam yok bitti ben bırakıcam herşeyi işe giriceğim çalışıcağım diyecek konumda aralığın 13 vizeden haber geldi pasaportumu istiyorlardı hemen pasaportumu yolladım 15 aralıktada a101 işe başladım artık amerika yolu açıktı benim için ailemle baya bir tartışma sonrası artık bir birey oldıuğumu hem ben hem ailem kabul ettirdim çalışmaya başaldım her gün iki vardıyaydık ama en az 10 saat çalışıyordum tek öğün yemek bazen bazen onunda yemiyordum kendimi tamamen amerikaya odakladım nisanda genç mentörlük yaptığım takım amerikaya gidicekti dilim yok tek gitsem kontrolden geçemem onlarla beraber gitmek için aynı uçaktan bilet aldım ve 1000 dolar bilete para verdim ve hiç param kalmadı 4 aydır çalışıyorum ama hiç birikim yapamadım nerdeyse yaptığımda uçak biletine gitti son 2 hafta artık kredi çekerek 500 dolar koydum cebime gitmeden bir kaç gün önce dedem vefat etti hep aksilik tüm ailem gitmemi söylüyordu ama kafam çok karışıktı bir şekilde geldim ve 4 senedir hayalini sürdüğüm amerikadaydım sonunda amerikadaki yarışmada yarıştım ve bundan sonra burda kalıcaktım ve şu an ikinci ayımdayım herkese yaradan hayalleri peşinden koşmak için güç kuvvet ve irade versin ne kadar çabalarsanız o kadar başarmaya yakınlaşırsınız ama unutmayın ne kadar başarmaya yaklaşırsanız o kadar piskolojik baskı altına alırsınız kendinizi modunuzu hep yüksek tutun :) bu da benim hikayem
2 notes
·
View notes
Text
Şu rüyalar..
Şu rüyalar.... diyecek kelime yok cidden
O kadar etkileniyorum ki artık
Geçen şu bay beceriklide şekillerin ben üçgenim ben kareyim şarkısini söylüyordum
Turuncu bir ücgendim her hareket ettiğimde de içimden yani aslinda üçgenden pinpon topları düşüyordu
Sonra gülerek uyandım ne saçma salak şeyler
Bu bilinçaltı hayırdır?
Bi tane psikolog mu ne işte hoca diyodu yazın rüyalarınızı bilmem bir süre sonra ne oluyor
Al buraya yazıyorum
0 notes
Text
ben olsam bakmam bana;bu cümlenin altında yatan bır sürü sessız cıglık, bırsuru kelime, cümle var belki insanlara derdımı anlatmam, anlatamam belki beni dinlemezler, bilmiyorum. Kendımı sevemıyorum çoğu zaman, tiksiniyorum kendimden, hayatı kendıme zından ediyorum kendıme zindan ederken baskalarınıda bu hapisaneye cekıyorum iyi degılım, baskalarının da mutluluğunu bozuyorum yada bana öyle geliyor bilmiyorum gercektrn bazen cok zorlaniyorum belki suan bunu anlık bi üzüntü belki sinirle yazıyorum ama genel böyle dusunuyorum öyle baska bişeyim yok diyecek
0 notes
Text
Napolyon
Hiç de soğuk olmayan bir Ocak öğle saatinde güneşli gökyüzü ve ağaçlardan düşmemekte ısrarcı davranan kurumuş yaprakları mavi bir fonla seyrederek yaptığım kısacık yürüyüşün ardından iki arada bir derede uğradım saçlarımı kestirmek için kuaförüme. Daha önce birkaç kez daha gittiğim bir yerdi burası. Kuaför son derece tuhaf bir adamdı. Nerdeyse her cümlesinde “para” kelimesi geçiyordu ya da paranın muadili bir kelime ve de son derece huysuzdu. Oraya gittiğimde beni bunaltan o para muhabbetinden kaçınmak için her defasında adam konuşurken onu komik bir Napolyon şapkasıyla hayal eder saçlarımı da Napolyon kesiyormuş gibi kendi kendime gülerdim.
İlk zamanlar gittiğimde yanında bir yardımcı kuaför ile çalışıyordu. Bu ikili o kadar komikti ki bizim Napolyon her para koparmaya yönelik saçlarıma mucize gibi gelecek öneride bulunduğunda zıt ekürisi onu baltalıyor, çaktırmadan kulağıma yaklaşıp tam tersi tüyolar veriyordu. İçimde yaşadığım komik senaryoda ona da Mustafa Satıcı’nın kaleminden çıkan Baltalı İlah karakterini layık görmüştüm. Bu ikili sürekli birbirileriyle atışan ama sürekli de birlikte çalışan komik bir ekipti ve adeta bir yin ve yang gibiydiler. Gidip geldikçe ortamın bu komik hali benim için bir gözlem sahasına dönüştüğü için ve çok konuşan Napolyon çok da güzel saç kesimi yaptığı için tüm o gereksiz muhabbete katlanıyor ve o anların tadını çıkarıyordum.
Gel zaman git zaman o güzel güneşli kış öğlesinde oraya vardığımda tüm eğlencemin bozulduğunu öğrendim. Benim Baltalı İlah işten ayrılmıştı. Açıkçası ilk öğrendiğimde üzüldüm; çünkü tek başına Napolyon çekilir dert değildi. Sürekli olarak “para, para, para” diyecek ve beni gerecek, tüm eğlencem tatsız ve sevimsiz bir siyaset meydanına dönüşecekti.
İçeri girdim, “Evet!” dedim “Başlıyoruz.” Her zamanki büyüksünen ve bedeniyle bile para diye bağıran tavrıyla saçlarımı yıkadı ve beni kuaför koltuğuna yönlendirdi. İşte o sırada bir şey oldu ve bence kendisinden başka birini görmeyen, fark edemeyen o adam koltuğa kadar giderkenki anlık aksamamı fark ediverdi. Meraklı bir tavırla sorular sormaya başladı. Ben kendisinden malum pek hoşlanmadığım için başta geçiştirmeye çalıştım; ama çok kısa sürede çoğu insanın ortak özelliği olan nezaketen ve yüzeysel bir tavırla değil de gerçekten empati duyduğu için sorduğunu fark ettim. Kalçamdaki problemim nedeniyle uzun yıllardır protez ameliyatı için beklediğimi ve her şeyin yolunda olduğunu söylemek zorunda kaldığım o anda anladım bunu. İşte o an komik önyargılarımın beni yine ne kadar yanılttığıyla yüzleşmeye başladım. Rahatsızlığımı öğrenen Napolyon başladı kendi hikayesini anlatmaya.
Adam uzun uzun yıllardır ankilozan spondilit hastasıydı ve o uzun yılların uzun yılları boyunca teşhis koyulmamıştı. Senelerce gece ortasında uyanır ve ağrıları yüzünden asla geri uyuyamazmış. O an ağrılarımın çok olduğu anlarda bana gelen o huysuzluğu hatırladım ve kendi kendime güldüm. Bilmiyorum bunun bir insanın hayatı için ne kadar önemli olduğuna dair bir fikriniz var mı; ama benim bunu işittiğimde içim parçalandı. Kendim de kalçam sayesinde çok uzun yıllardır o kadar kalitesiz uyuyordum ki bundan bahsettiğinde kayıtsız kalamadım.
Tıpkı o da benim gibi kendisiyle ve hastalığıyla kendince bir alay etme yöntemi bulmuştu. İnançlı biriymiş, vakit namazlarını kılarmış. Senelerce bakmış uyuyamıyor sabah namazlarını da alışkanlık haline getirmiş. Bazı sabahlar o kadar üşenirmiş ki, kafasını yastıkla kapatır uyanık olduğu ve saati bildiği halde ezanı duymamış gibi yaparmış namazdan kaytarmak için.
Bu kadar ağrısı olan bu adamcağız senelerce kuaförlük yapmış her yerinde ağrılarla. Senelerce doktorlara direnmiş “Yok, ben ankilozan spondilit değilim.” diye, kabul etmeyince hasta olmayacağına inanarak. “Eskiden…” dedi kollarıyla işaret ederek kocaman kuaför dükkanının içini “…burada 21 kişi çalıştırıyordum. Bu dükkan 2 katıydı.” dedi. 450 metre karelik dubleks evde yaşarmış ailesiyle; ama merdivenler onu zorladıkça perişan olmuş ve zemin kat 100 metrekare bir eve geçmek zorunda kalmışlar. “Tabii” dedi “ekonomik olarak da çok zorlandığım bir dönemdi sadece merdivenleri bahane edemem.” Ama çok içerlemişti bu duruma belli. Senelerce alıştığı konforu kademe kademe yitirmiş ve bunu hala tam olarak kabullenememişti. Onu yine çok iyi anladım. Hastalığım nedeniyle sporu bırakmak zorunda kaldığımda, artık eskisi gibi hoplayıp zıplayamadığımda, rahatça uyuyamadığımda tüm bunları kabullenmek benim de senelerimi almıştı. Hala da birçok şeyi kabullenmiş değilim. İnsan hastalandığında o hastalıkla savaşmak istiyor. Alt edilmek, pes etmek istemiyor nedense. Halbuki her şey hayatın bir parçası, her şey hayattan, her şey normal, yaşadığımız her türlü şeyi birileri yaşadı ve yaşıyor. Ama biz yaşarken o çarkın içinde kendimizi kaybediyoruz zaman zaman.
Uzun yıllar böyle yaşadıktan sonra bir yıl önce nihayet hasta olduğunu kabul etmiş Napolyon. Çok direnmesine ve dır dır etmesine rağmen bir doktorun sözünü dinlemiş ve bir tedavi almış. Nihayet o tedaviden sonra geceleri uyuyabilmeye başlamış. “Uyumayı unutmuşum.” dedi “Özlemişim.” Sonra düşündüm, ben de bazen çok güçlü olacağım, savaşacağım diye kendim için zorlaştırıyor muyum acaba birçok şeyi? Bazen bir şeyleri kolayca kabullenmek aslında onunla asıl savaşma yöntemi olabilir mi?
Kimdi bu sohbet ettiğim adam? Aylarca rahatsız olduğum sinir bozucu adamla aynı kişi miydi karşımdaki gerçekten? Uzun uzun bir saç kesimiydi ve bu sefer hiç de komik değildi Napolyon. Hatta bence artık Napolyon da değildi. Yıllarca konforunu yitirmiş, tüm bunlar olurken çaresiz ve ümitsiz hissetmiş ve bunu para gibi başka bahanelere bağlamış zavallı bir adamcağızdı benim gözümde artık. Parası olursa her şeyi çözebileceğine inanıyordu kendince. Ben de güçlü kalırsam her şeyi çözebileceğime çok inanmıştım ve tıpkı onun gibi bunun her zaman doğru olamayacağını görebilmem çokça tecrübe ve zaman aldı benim için. İnsan içinde her şeyi barındırıyor ve bir şey çok fazlaysa sorun demekmiş, bu güç bile olsa. Yıllardan gün çaldıkça bazen güçsüz olduğunu kabul etmenin açabileceği kapıları gördüm, güçsüzlükten korkmanın anlamsızlığını yaşadım. Hatta bazen güçsüz olabilmenin nasıl güce dönüşebildiğine bile şahit oldum.
Temelde hayatın nehrinde mecburen akıp giderken bulduğumuz her çalıya tutunmaya çalışarak akışı zorlaştırdığımız ve hırpalandığımız çok oluyor sanırım. Halbuki bıraksak kollarımızı, aksak gitsek buz gibi soğuk suyla varlığımızı bütün hücrelerimizde hissederek. Akarken çevreyi izlesek, keyif alsak yeşilden maviden. Nehirle bir bütün olsak, kendi doğamızla kaynaşsak. Varlığımızı ve süremizin kısıtlılığını fark etsek. Biraz bıraksak gayret etmeyi, çırpınmayı, çabalamayı ve sadece derin bir nefes alarak biraz yaşasak. Komik bir şapka taksak ve avazımızın çıktığı kadar bağırsak “Yaşa, yaşa, yaşa!” diye.
0 notes
Text
Kurduğun bu lanet krallığı da sikeyim. Satırlara sığdıramıyorum yan yana gelsek tek kelime edemem. O kadar diyecek bir şeyim yok ki sana. Neyi anlayacaksın dinleyeceksin kimne koydun mu konuşacak sana bunları anlatsam ne değişir. Beni niye getirdin bu hale. Şimdi dinlesen ne değişir, zaten dinlemezsin kalbini sikeyim.
Kendimi en çok ben harcadım, çocuk akıllı olmak çok zor, ufacık sevgiye dağ devirdim, o uğurda yollar aştım, elim ayağımın gücü kesildi, ben yine durmadım çabaladım. Yapmamam gerektiğini bile bile yaptım, belki diyerek hep umarak hep bekleyerek geçirdim. Kızmayın aklın neredeydi demeyin. Mecbur kaldım kendimi sevemediğim, sevmeyi öğrenemedim için her gördüğümü o sandığım için, suçlama beni. Böyle olsun inan istemezdim.
5 notes
·
View notes
Text
Oturmuş karşılıklı çay içiyorduk
Sohbetin o mest eden
Sıcaklığı çayın sıcaklığına karışmıştı çoktan.
Bi o soruyordu, ben cevaplıyordum
Bi ben soruyordum, o cevap veriyordu
Arada kısa süreli duygusallaşmalar
Anlık suskunluklar oluyordu ama
Bir birimizin kaçamak bakışlarımı yakalamak
İkimize de keyif veriyordu yine de..
Vakit o kadar çabuk ilerliyordu ki
İkimizde farkında değildik bunun
Ordan burdan konuşurken birden
Durgunlaştığını hissettim
Utanır çekinir gibi bir hali vardı
Bir şey mi söylemek istiyorsun dedim..
Önce Yok diyecek oldu, başını eğdi
Sonra o güzel gözleriyle gülümseyerek
Bana da şiir yazar mısın dedi..
O an içimde fırtınalar koptu sanki
Titrek heyecanlı bir sesle
Tabi dedim, tabi yazarım
Ancak ;
Şiir gibi bir kadına, şiir yazmayı
Kelime ısrafı saymazsan
Tabi zevkle yazarım..
Tamam dedi öyleyse
Bekleyeceğim şiirini..
Heyecandan sadece olur diyebildim
Bir birimizden müsade isteyip kalktık..
Veda ederken avuçlarımın içine bıraktığı
O sıcaklığı unutmak mümkün değildi..
Birde giderken arkasına dönüp
Şiirimi bir daha ki sefere istiyorum demesi
O kısık gözleriyle gülümsemesi
Yazdığım bütün şiirlere bedeldi ...
#CengizYavuz✍🏻
7 notes
·
View notes
Note
Hiç bir din 13 yaşında bir çoçugun tecavüz edilip öldürümesini kaderini açıklayamaz . Hiç bir Tanrı masum bir çoçugun onlarca adamın tecavüzüne ugramasına seyirci kalamaz , Her kötülük şeytanın varlıgını kanıtlayamaz bizleri gözetleyen tanrının meşruyetini yok eder sadece , ve hangi Tanrı ? Bir çoçugun tecavüz edilip öldürebilmesini izledikten sonra . Ona tecavüz eden sapıgın ruhunu sınadıgını söylebilir ?
Diyecek bir kelime bulamadım .
16 notes
·
View notes
Text
Kendimi çok güçsüz hissettiğim bir dönemden geçiyorum. Elimde olmadan vücudum benimle savaşıyor ve ben kaybediyorum. Bazı sabahlar uyandığımda gözlerim yaş içinde buluyorum kendimi. Kaburgalarımın arasında, göğsümün tam ortasında.. bedenime yayılan bu keskin ağrı kimin suçu benim mi? Bu ağrılarla bu acılarla daha ne kadar yaşanır bilmiyorum.. Ben artık biri bana bir şey yaptığında ilk önce kendimi suçluyorum. Öyle oldu çünkü ben izin verdim. Bazı şeyler bundan daha fazlası değil. Halim kalmamış sanki. Böyle bir bedenin son anları gibi yaşamın zarif yanına içim giderken ölüm daha cazip geliyor. Hem her şeye müthiş bir istek duyuyorum hemde 90 lık yaşlı bir adam gibi sadece oturmak istiyorum. Hevesim kalmadı hevesim. İçimi bir çocuğun coşkusuyla dolduran her şey anlamsız geliyor artık. Sanki kocaman bir havuz var ben yüzmeyi biliyorum ama boğulmak daha kolay geliyor. Sanki bir yağmurun altında kalmışım elimde şemsiyem var ama hasta olmak daha güzel geliyor. Sanki güzel bir gül bahçesi büyütmüşüm ama sulamaktan vazgeçip solmalarını izliyorum. Kolay bir vazgeçiş olmuyor belki. Ama içimden geldiği gibi davranınca daha güzel olduğunu hissediyorum. Sayfalarca yazı yazmak istiyorum ama oturup bir kelime bile yazamıyorum. Kayboluyor o istek. Geceler boyu tek kelime gelmiyor aklıma. Bağıra bağıra şarkı söylemek istiyorum sesim o kadar çıkmıyor ki kendi sesime yabancı oluyorum. İstiyorum, istiyorum, istiyorum.. sürekli istiyorum ama hep bir vazgeçişim oluyor. Her vazgeçiş bir yıkım getiriyor sonra. Kabul diyorum. Devam ediyorum, çabalayıp yarım bırakıyorum, çabalamadan bırakıyorum. Çözemiyorum bir türlü içimdeki bu ölü ruhun isteksizliğini. Bir şey istemeye korkar hale geliyorum. Düşünüyorum nedenini. Buluyorum sonra, kimse beni sevmemiş, kimse yüzüme bakıp sıcak bir kelime kullanmamış. Kimse içtenlikle sarılmamış, bana bakarken gözleri parlamamış. Susuyorum sonra diyecek bir şey yok çünkü. Çabalamıyorum bende. Çabalamak istemiyorum artık. Bir şeyde istemiyorum. Öylece durayım kimse karışmasın istiyorum. Sorgulanmayım istiyorum.
5 notes
·
View notes