#dine saygı
Explore tagged Tumblr posts
Text
Biz müslümanlar olarak, her dine her kitaba saygımız var. Sizlerinde var mı?
#gurbet#anlamlı sözler#islam#bilmek#anlamak#saygı#dine saygı#filistin#filistinli çocular#çocuklar ölmasin#savaşa hayır#no war#kein krieg
56 notes
·
View notes
Text
Bir şeye açıklık getirmek istiyorum. Ben insanları dinine, diline, cinsel tercihine veya yaşam tarzına göre değerlendirmiyorum. Kimseye hüküm vermeye hakkım yok hüküm Allah'ındır. Bana göre sadece iki tür insan vardır, iyi insan ve kötü insan. Özellikle dindarlık arkasına saklanarak insanlara hakaret eden kendini ahlak bekçisi gibi sanan ( dine göre gıybet yapıyolar ve günah ama dinden bi haber oldukları için haberleri yok ) insanlardan hoşlanmıyorum. Ayrıca siyasi görüşü ne olursa olsun bu ülkeyi kuran, hayatını milleti için harcamış, krallığını ilan edebilecekken milletine seçme seçilme hakkı vermiş, Avrupa'dan bile önce kadınlara en büyük değeri vermiş, dünyada çocuklar için ilk kez bayram ilan etmiş, şuan ortadoğu gibi kan revan içinde bir ülke değilsek onun sayesinde olan yine de yediği kaba pisler gibi düşmanlık güttükleri ulu önder Mustafa Kemal Atatürk'e saygısızlık yapan, iftira atan insanları sevmiyorum. Düşüncelerine de saygı duymuyorum. Kulaktan dolma kendi gibi tiplerden duydukları şeyleri sanki kendi oradaymış gibi iftira atarak paylaşan üstüne bi de dindar olduğunu sanan tiplerden nefret ediyorum. Dine sizler kadar zarar veren başka bir insan topluluğu daha yok. Keşke deli gibi savunup millete iftira atacağınız yerde açıp kitabı okusanızda yaptığınızın dine göre günah olduğunu görseniz. Ama ben biliyorum bu gibi insanlar düzelmez malesef ki varsınız. Size dini bir cevap vererek bitiriyim. Allah sizi ıslah etsin..
@kitapkontu
#kitap tavsiyesi#kitaplik#kitaplar#kitaplık#kitap#kitaplardan kesitler#kitaplardan alıntılar#kitaplığımdan#kitaplayasamak#atatürk#kitap alıntıları#kitap alintilari#kitap alıntısı#alıntı#ataturk#mustafa kemal atatürk#mustafa kemalin askerleriyiz#mustafa kemal paşa#postlarım#my post
67 notes
·
View notes
Text
Öncelikle adım Miray. (İlk kez kendimi bu şekilde anlatıyorum...) Sanal alemde daha çok Maruska olarak biliniyorum çünkü Maruska isminin anlamını seviyorum. Genelde her yerde Ay Kraliçesi lakabını kullanıyorum çünkü küçüklüğümden beri bunun böyle olduğunu düşünüyorum.
Kendi çapımda yazdığım bi kaç kitap var hatta biri çıkmak üzere.
Buraya aslında genelde içimi döküyorum çünkü dökmediğim zamanlarda bazı ataklar geçiriyorum. (Sırf bunu söylediğim için ilgi çekmeye çalıştığımı düşünenler illaki olacaktır ama bunu daha rahat anlaşılmak için söylüyorum.)
Anlattığınız zaman dinlerim ve dinlediğiniz zaman anlatırım. Ne olursan ol, hangi cinsiyette hangi ırkta olursan ol, hangi dine tapıyosan tap, cinsel yönelimin ne olursa olsun seni dinlerim ve sana saygı duyarım.
Bazen sevgimi tam olarak gösteremiyorum çünkü sevgiyi her zaman tam anlamıyla görmedim. Ama elimden geldiği kadar çabalayabilirim.
Bunları yazdım çünkü okuduğunuz takip ettiğiniz bi insanı anlamadan geçmenizi istemedim. Umarım kim olduğumu anlamışsınızdır. Soru sormak isterseniz rahatlıkla sorabilirsiniz açıkca cevap vermeye çalışırım...
#benim dertler#geceye not#keşfet#uykusuz geceler#aşk#iyi geceler#sözler#ölüm#kitap#ay benim gece senin
14 notes
·
View notes
Text
- İslam hariç her dine saygı duyarlar.
- Arapça hariç her dile saygı duyarlar.
- Kur’an hariç her kitabı severler.
- Camiler hariç her mekanı severler.
- Başörtüsü hariç açık giysiye saygı duyarlar.
- Osmanlı tarihi hariç her tarihe inanırlar.
- Türkiye hariç her ülkeyi severler.
10 notes
·
View notes
Text
Toplum içinde zaman zaman çok sayıda insanın “Değerlerimizi kaybediyoruz” şeklinde şikâyetlerine tanıklık edersiniz. Nedir değer, nedir değerler? Ahlak mı ? Onur mu? Kültür mü? Dini değerler mi? Kentleşmek mi ? Modernite mi ? Aile mi ? Vicdan mı ? İnsanlık mı ?
Size göre hangisi, yada burada yazmayı atladım hangi değer ve değerler ?
Friedrich Nietzsche’nin “Değerleri yeniden değerlendirmek” sözü üzerinde bira durup düşünmemiz gerekir…
Mesela ahlak, Nietzsche’ye göre ahlak, iyinin ve kötünün ötesindedir. Ona göre erdem, erek, iyi, kötü gibi ahlaksal kavramlar ahlakın belirleyicisi değildir. Bu kavramlar yoktur, üzerine konuşulması gereksizdir. Yaşamı düzene sokmak, dingin ve mutlu bir hayat yaşamak yaşamın özünde olan düzensizliği bir düzene Döndüremezler
AHLAK KAVRAMI GÜNÜMÜZDE ÜSTÜNLERİN AHLAKINA DÖNÜŞMÜŞTÜR
KİŞİLİK, KARAKTER, ONUR = MEVKİ, PARA İLE ÖLÇÜLÜR HALDEDİR
Kültür, tarihten, çağdaştan ve coğrafyadan edinilse de korunması zor bir sürümdür zira toplumlar etkileşim halindedir (kapalı toplum mu?)
Yukarıda değer olarak saydığım kavramların hemen her biri üzerinde zamanında sayfalarca yazmış biri olarak şunu söylemeliyimki mesele; zamansaldır
Bundan 100 sene önce sayılan değer, ondan yüz sene öncenin değeriyle de pekala çelişebilir
Mesele “nerede o bayramlar” meselesinden farklıdır…
Kırsaldan kentli yaşama dönen insanın eski değerlerini kaybetme korkusu nedir? savaşlar pedofili tecavüzler o zamanın toplumunda yokmuydu ? Günümüzde yaygınlaştı dediğimiz bu sapkınlıkların iletişim çağından kaynaklı daha fazla duyulup bilinmesi olabilir mi? Kadın KUŞAĞI programlarına katılanlar ve anlattıkları yeni yaşanılan durumlar mı?
yoksa BATICILIK mı?
Batı karşıtlığı kalelerinin yurtlarında yaşananlar?
Çocuk gelin örfümüz müydü ? Hayvanla seks yapan köy delikanlıları ?
Ya yanlış şeylere değer veriliyordu ise; yine de iyiydi be abi mi diyecektik ya da tersten soralım doğru şeylere değer veriyordu ama atalarımızın geleneklerine veya dine aykırıydı bu nedenle de kötüdür mü diyeceğiz
değerlerini kaybetmek her zaman için kötü değildir. duruma göre değişkenlik gösterebilen bir durumdur. sırf kültürel mirastır diye saçma değerlere tutunmamak onları kaybetmek, yerine daha mantıklı değerler koymak gerekebilir
gerçeğe saygı, kişisel bütünlük, hakkaniyet, insan onuruna yaşamına düşüncesine saygı, hizmet ve sevgi evrenseldir.
Unesco'nun yaşayan değerler eğitimi programında yer verilen evrensel değerler olarak kabul edilen işbirliği, mutluluk, dürüstlük, alçakgönüllülük/tevazu, sevgi, barış, saygı, sorumluluk, sadelik, hoşgörü/tolerans, özgürlük ve birlik/dayanışmadır
Zaman ne kadar hızlı geçerse geçsin, içinde bulunduğumuz çağı “Bilgi Çağı”, “Bilgi Toplumu”, “Enformasyon Çağı”, “İletişim Çağı” ve daha birçok adla isimlendirirsek isimlendirelim, bazı kavramlar değerini hiç kaybetmez.
👉 İNSANİ DEĞERLER
varoluşun toplumun temelidir
BENDENSE DEĞERLİDİR BENDENSEN DEĞERLİSİNDİR bir değerler bütünü müdür?
Peki bundan kurtulmamın yolu nedir ? Muhafazakarlık mı ?
değişime direnen her ideoloji sonunda yok olmaya mahkûmdur… Peki muhafazakarlık nedir ?
İnsanlar bazen kendilerinin veya başkasının dünya görüşünü belirtmek,bazen bir tutumu övmek veya yermek, bazen iktidarı bazen de muhalefeti tanımlamak için bu kavrama sürekli başvururlar.
Muhafazakar, Muhafazakarlığı bir tutum anlamında kullananların kastettiği şeydir.
Bu anlamda muhafazakarlık, değişime duyulan bir tepkiyi ifade etmek için de kullanılabilir. Ancak burada değişim karşıtlığını ifade etmek için bu kavramın kullanılması doğru değildir. Çünkü bunun sözlüklerdeki karşılığı “tutuculuk��tur - ki bu tutum, liberalinden ,muhafazakarından sosyal demokratına kadar pek çok insanda varolabilir
DEĞİŞİME KAPALILIK
muhafazakarlığın en çok ifade edildiği durumdur..
bir fikirin veya bir ideolojinin, içinde sahip olduğu değişmezlik değiştirilemezlik kapalılık anlamdır. DOGMARİZMİN BESLENDİĞİ VERİMLİ TOPRAKLARDIR
Bu anlamda muhafazakarlık, insanın akıl, bilgi ve birikim bakımından sınırlılığına inanan, bir toplumun tarihsel olarak sahip olduğu aile, gelenek ve din gibi değer ve kurumlarını temel alan, radikal değişimleri ifade eden sağ ve sol siyasi projeleri reddederek ılımlı ve tedrici değişimi savunan ve siyaseti, bu değer ve kurumları sarsmayacak bir çerçeve içinde sınırlı bir etkinlik alanı olarak gören bir düşünce stili, bir fikir geleneği ve bir siyasi ideolojidir.
Neden kaybediyoruz onları?
şimdi konunun bak telini oluşturan -tam ortasından - başlayalım: muhafazakarlık
tuhaftır muhafaza etmek üzeredir ama en hızlı değişimci odur. Değerlerimizi kaybediyoruz? İlk insandan beri en büyük sorundur. Sıraladıklarını değer olarak alırsak onlar sürekli değişmek zorundadır. İnsanın kendinden başka olußturabildiği değer olmamasına rağmen, "değercidir". Bu değer konusu aslında bugün siyasal islamcıların dilinden düşmeyen "dava" ile aynı içeriğe sahiptir. Bu eski değerlerimizi kaybettik diye söyleyenlere o değerlerden üç tane say bakalım deyin susar.
Bizde değer oluşturabilecek "sınıf" da yoktur. Yani aristokrasimiz, burjuvamız yoktur. Yönetende marabadır, yönetilende marabadır. Marabanın değeri, ağanın sözüdür. Hele ki demografisi aşure bir coğrafyada değer hiçbir anlam içermez. Boştur içi. O yüzden niceliksel toplumda "değer" anlamsızdır. Bunu İngiliz Aristokrasisi veya Japon eliti için söyleyemeyiz. Hatta İran entelektüel veya Ayetullah sınıfı için söyleyemeyiz. Burada değer "Etik ve Estetik"tir. Yunanlıların Sokratesle beraber konu ettiği Erdem bunların konusudur, Adalet bunların konusudur. Yoksa klasik Ahlak, kültür vs. genel geçer dönemseldir. Değer evrenselleri kapsayabilir. Genel geçerlerde ayar kullanılır (altındaki gibi veya gümüsteki gibi.)
15 notes
·
View notes
Text
Din
1. Yedi İnancı
İnananlar: Evrenin çoğu, özellikle güneydeki büyük lordlar ve halk.
Tanrılar: Yedi olarak bilinen tek bir tanrının yedi farklı yüzü vardır: Baba (adalet), Anne (merhamet), Bakire (masumiyet), Dövüşçü (cesaret), Demirci (çalışma ve güç), Yaşlı Kadın (bilgelik) ve Yabancı (ölüm ve bilinmeyen).
Tapınak: Sept olarak bilinen büyük tapınaklar ve küçük septler.
Ruhban Sınıfı: Yüksek Septon, septonlar (erkek rahipler) ve septalar (kadın rahibeler).
Etki Alanı: Evrenin büyük bölümünde yaygın ve güçlü bir etkiye sahiptir.
2. Eski Tanrılar
İnananlar: Kuzeyli lordlar ve halk, Yabanıllar (Özgür Halk).
Tanrılar: İsimsiz ve şekilsiz doğal ruhlar olarak kabul edilir. Genellikle Weirwood (Gölge Meşesi) ağaçlarına tapılır.
Tapınak: Godswood adı verilen kutsal ormanlar. Bu ormanlarda genellikle oyulmuş yüzleri olan Weirwood ağaçları bulunur.
Ruhban Sınıfı: Ruhban sınıfı yoktur, inananlar bireysel olarak ibadet eder.
3. R'hllor (Işığın Efendisi)
İnananlar: ?
Tanrı: R'hllor, Ateş Tanrısı olarak bilinir. Işığın Efendisi ve Gölgenin Efendisi ile savaşan, gecenin ve dehşetin düşmanı olarak kabul edilir.
Tapınak: Kırmızı tapınaklar.
Ruhban Sınıfı: Kırmızı Rahipler ve Rahibeler. Bu dinin ruhban sınıfı, genellikle güçlü sihirli yeteneklere sahiptir.
4. Büyük Ruhlar
İnananlar: Adalara yayılmış Peri halkı, doğayla iç içe yaşayan topluluklar.
Tanrılar: İsimsiz ve şekilsiz ruhlar olarak kabul edilir. Bu ruhlar, doğanın ve elementlerin özüdür. Her bir ada, kendi kutsal ruhunu barındırır ve bu ruhlar, zamanla adanın ve halkına göre şekillenir.
Tapınak: Tapınaklar, adaların en yüksek noktalarında bulunan kutsal ormanlarda yer alır. Adaların denizle olan bağlantısı nedeniyle, bu kutsal alanlar genellikle deniz manzaralıdır.
Ruhban Sınıfı: Ruhban sınıfı yoktur, ancak adalarda yaşayan yaşlılar ve bilgeler, ruhlarla iletişime geçen ve topluluğu yönlendiren kişiler olarak saygı görürler. İbadet bireysel veya toplu olarak gerçekleşebilir. Meditasyon, sessizlik ve doğayla uyum içinde yaşama üzerine odaklanır.
5. Sonsuz Gece'nin Yolu
İnananlar: Vampir klanları, özellikle asırlık soylu vampir aileleri ve onların soyundan gelenler.
Tanrılar: Tek bir yüce varlık olan Gece Efendisi'ne tapılır. Gece Efendisi, vampirlerin ilk atası ve sonsuz karanlığın kaynağı olarak kabul edilir. Onun kanı, tüm vampirlerin yaşam enerjisini besleyen kutsal bir öz olarak görülür.
Tapınak: Gece Tapınakları, vampirlerin en eski yerleşim yerlerinde, yer altı mağaralarında veya gizli saraylarda bulunur. Bu tapınaklar karanlık, gotik mimarisiyle bilinir ve merkezinde Kaynak adı verilen kutsal bir kan havuzu bulunur.
Ruhban Sınıfı: Gece Rahipleri ve Rahibeleri, bu dine hizmet eden ruhban sınıfıdır. Bu rahipler, Gece Efendisi'ne adanmış ve onun öğretilerini yaymakla görevlidir. Kan ritüellerini yönetir, vampirlerin yaşam döngüsünü kontrol ederler. Ayrıca, Gece Efendisi'nden vahiy aldıklarına inanılır.
6. Eski Valyria İnancı
İnananlar: Fireborne Hanesi, Valyria soyluları.
Tanrılar: Valyria’nın çok tanrılı inanç sistemi çerçevesinde, Ejderhaların Efendisi olarak bilinen Ateş Tanrısı ve diğer tanrılar. Bu tanrılar, ejderhaların ve ateşin güçlerini temsil eder. Her ejderha, bir tanrının dünyadaki yansıması olarak kabul edilir.
Tapınak: Eski Valyria'daki tapınaklar kaybolmuştur ama soylular topraklarında Valyria tarzı anıtlar ve sembollerle inançlarını yaşatır. Aile içi tapınma, gizli ayinlerle devam eder.
Ruhban Sınıfı: Aile içindeki en yaşlı veya en bilge birey, ritüelleri ve ayinleri yönetir. İbadet, ejderhalarla özel ritüeller, ateş ve Valyria çeliği ile gerçekleştirilen kutsal ayinler ile yapılır. Atalarının ruhlarına dualar eder ve onların gücünü onurlandırır. Ayrıca, kan bağı ve ejderha ateşi kutsal kabul edilir.
5 notes
·
View notes
Text
Ebubekir Sifil Hoca her konuda Bediüzzaman'la hemfikir olmak zorunda mı?
Bunu da bir yazıyla zaptetsem iyi olacak. Geçenlerde, bir ağabeyimin dikkatimi çekmesiyle, Samet Yahya Bal kardeşin youtube videolarından birisini izledim. Tam başlığı şöyle: "Ebubekir Sifil Said Nursî'nin Büyük Hatasını İfşa Etti!" Gerçi, videoyu izlediğinizde, başlıkta söylenilen şeyin içerikle tam uyuşmadığını seziyorsunuz. (Yahut da en azından sondaki ünlem işareti bir 'parantez içi ünlem' olmalıydı.) Çünkü, Samet Yahya Bal kardeş, Bediüzzaman Hazretlerinin büyük bir hatasının ifşa edildiğini düşünmüyor. Hatta ortada hata olduğunu da düşünmüyor. Evet. İsabet ediyor. Ben de Bediüzzaman'ın bu konuda hatalı olduğunu düşünmüyorum. Ancak başlıkta, herhalde ilgiyi videoya çekmek için, böylesi bir yol izlenmiş. Eh, her yiğidin bir yoğurt yeyişi var. (Kendim de başlıklarım dolayısıyla çok azar işittiğimden fazla kelam etmeye cür'et edemiyorum.)
Fakat videoyu izledikten sonra benim de damağımda bazı acı tatlar kaldı. Bazı 'keşke'ler içimde söylendi. Şimdi ben de tenkidlerimi maddeler halinde beyan etmeye çalışayım. İnşaallah faydası olur. Evet. Bismillah her hayrın başıdır. Ve Bismillah:
1) Videonun içeriğiyle ilgili de bazı sıkıntılar var. Mesela: Ebubekir Sifil Hoca'nın konu hakkındaki beyanı çok kısa bir aralıkla izletiliyor. Öncesinde-sonrasında ne denmiştir? Buralara baktırılmıyor. Ebubekir Hoca'nın üslûbuna aşinalığımdan zannederim, o video en az beş-altı dakikalık falandır, o da en az. Çünkü Ebubekir Hoca, birşey hakkında konuşacağı zaman, altını iyice döşemeden, etrafını iyice çevirmeden, arkasını bir güzel toparlamadan mevzuu kapatmaz. Bu metod onda taş gibi yerleşmiştir. Maşaallah. Neredeyse on yıldır derslerinin sıkı bir takipçisiyim. Okumadığım kitabı olmadığını zannediyorum. Hatta bazılarını birkaç kez okumuşumdur. O nedenle Samet Yahya Bal'ın böyle kısa kesitler üzerinden tenkidini beğenmedim. Nihayetinde karşımızdaki çok kıymetli bir ehl-i sünnet âlimidir. Dine hizmeti denizler kadardır. Bizden, mademki biz de iman davasının neferleriyiz, herkesten daha fazla saygı görmeyi hakeder. Bu nedenle kesitin tamamının koyulmasını veya en azından tamamının linkle paylaşılmasını beklerdim. (Geç değildir. Birincisi elden gelmiyorsa da ikincisi için yol gayet açıktır.)
2) Ebubekir Sifil Hoca'nın her konuda Bediüzzaman'la aynı fikirde olmadığını biliyorum. Hoca zaten bunları beyan etmekten de çekinmez. (Mesela: Ebced-cifir meselesi.) Ancak şunu da biliyorum: İslam ulemasının ihtilafı yeni birşey değildir. Mezkûr konular hakkında ilk kez ihtilaf edenler Ebubekir Hoca ile Bediüzzaman da değildir. İkisinin de dayandığını asıllar olmakla birlikte birisi bir delilden tutmuştur, öteki başka bir delilden tutmuştur, bu tutuşmalar da normaldir. Hep olmuştur. Şunu İslam tarihinden kaldırabilmeye cür'et edebilecek var mıdır? Bunca cahilliğim içinde böyle bir iddiaya girişecek olanın aklına şaşarım. Bence ulemamız içindeki ihtilaflar kıyamete kadar devam edecektir. Hem bizim için bereketli yanları da olacaktır. "Ümmetimin ihtilafı rahmettir!" çok kıymetli bir düstûrdur. Yeter ki taraflar Ehl-i Sünnet dairesinin içinde kalsınlar. Birbirlerinin hürmetini kırmasınlar. İfrat etmesinler. Hakarette bulunmasınlar. Gerisi olmuştur, oluyordur, hep olacaktır da...
3) İbn-i Arabî Hazretlerinin durumu ihtilafların olduğu meselelerden birisidir. Samet Yahya Bal videosunda bütün Ehl-i Sünnet ulemasının İbn-i Arabî Hazretlerinin istikametine şahitlik ettiğini beyan ediyor. Doğrusu buna taaccüb ettim. Çünkü öyle olmadığını çok eserlerde okumuştum. Sözgelimi: Ömer Rıza Doğrul'un İslamiyetin Geliştirdiği Tasavvuf'unda İbn-i Arabî Hazretleri kendisine başlık açılmış bir meseledir. Orada, Doğrul, ulemanın İbn-i Arabî Hazretleri hakkındaki ihtilafını anlattıktan sonra 'savunanlar' ve 'yerenler' hakkında küçük birer liste de verir. Benim okumalarımdan anladığım: Tasavvuf tarafı olanlar genelde İbn-i Arabî Hazretlerini tevillerle anlamaya çalışmışlardır. Ehl-i Zâhir uleması diye tarif ettiklerimizse daha bir sert davranmışlardır. Bunların tutumları da kendi içinde farklı farklıdır. Hep bir derece olduklarını söylenemez. (Mesela: İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin Mektubat'ta İbn-i Arabî Hazretlerine tavrı Bediüzzaman'ın tavrından biraz daha sert gelmişti bana. "Fütuhat-ı Medeniye (sünnet-i seniyye) varken Fütuhat-ı Mekkiye'ye (İbn-i Arabî Hazretlerinin eseri) bakılmaz!" gibi ifadeleri vardı.) Dolayısıyla ümmetin ihtilaf edegeldiği bir meselede Ebubekir Sifil Hoca gibi (veya evvelinde Mustafa Sabri Efendi merhum gibi) tasavvufa intisabını bilmediğim bir hocanın bakışı, elbette Nakşibendî-Halidî medreselerinde yetişmiş bir Bediüzzaman'la aynı olmayabilir. Burayı kaşımanın da çok bir anlamı yoktur. Zira ne kadar kaşırsanız kaşıyın bu iyi yaka birbirine kavuşmaz. Kavuşması da gerekmez. O orada, bu burada güzeldir, yerindedir. Allah hepsini bir hikmetle yaratmıştır.
4) Samet Yahya Bal, videonun ortalarına yakın, 'kavaid-i ehl-i sünnet' meselesini 'niye öyle yaptığını anlayamadığım' bir yere bağladı. Ehl-i Sünnet ulemanın içtihad farklılıklarını anarak İslam'ın bu kavaid içine hapsedilemeyeceği gibi birşeyler söyledi. Doğrusu çok taaccüb ettim. O ihtilafların Ehl-i Sünnet usûlü dışında mı yapıldığını düşünüyordu? Herhalde öyle düşünüyordu ki böyle bir delil getirdi. Bu delillendiriş çok yanlıştır. Müçtehidlerin usûlleri elbette birbirlerinden farklı olabilir. Malikî usûlü, Hanefî usûlü, Şafiî usûlü birbirinden farklı detaylar içeriyor olabilirler. Fakat, dikkat buyurunuz, bunların tamamı yine Ehl-i Sünnet içinde usûllerdir. Birbirlerini Ehl-i Sünnet kabul ederler. Sözgelimi: İmam Şafiî rahimehullah, Malikî usûlünü bizzat İmam Malik rahimehullahın kendisinden, Hanefî usûlünü İmam-ı Âzâm rahimehullahın en büyük üç talebesinin üçüncüsü olan İmam Muhammed rahimehullahtan ders almıştır. Her üçü hakkında da sitayişkâr sözleri vardır. Kendi usûlünün farklı olması onları Ehl-i Sünnet bulmadığından değildir. Ehl-i Sünnet en geniş dairedir. Bunlar o geniş dairenin içindeki yollardır. O yüzden biz birbirimizin arkasında namaz kılarız. Ama tutup bir Caferî'nin arkasında namaz kılmayız. Dolayısıyla Kur'an, hadis, icma, kıyas dörtlüsüne gerektiği gibi değer veren o geniş dairedeki ihtilaf yine 'kavaid-i ehl-i sünnet içinde' bir ihtilaftır. Dışı değildir. Samet Yahya Bal kardeşin bu yolla yaptığı istidlal doğru değildir. Hatalı bir argümandır.
Peki 'taassub' ile kastedilen nedir? Herhalde Bediüzzaman'ın buradaki kastı, 'körükörüne' değil, Mustafa Sabri Efendi merhumun İbn-i Arabî Hazretlerinin şahsını teviller ile kurtarmaya pek yanaşmamasıdır. Zira zâhir uleması murabıt gibidirler. Tasavvuf ehli akıncı gibidirler. Murabıtlar sınırları korudukları için çok hassaslardır. Akıncılar fetih için çabaladıklarından ileri-geri çok at oynatırlar. İslam'ın yayılışı genelde mutasavvıflar eliyle olmuştur. Esaslarının korunması ise murabıtların himmetiyledir. (Allah hepsinden razı olsun.) Ve zâhir uleması ile bâtın ulemasının hassasiyetleri de kimi hususlarda başkalaşmıştır. Tasavvuf tarihini inceleyenler bu türden tartışmalara hep rastlarlar. Hatta mutasavvıflar içinde de birbirlerine murabıtlık yapanlar olmuştur. (Nakşibendiler bu açıdan tasavvuf ehli içinde murabıt gibidirler. Tarikat içinde şeriatın muhafazasına ayrıca dikkat ederler. İmam Kuşeyrî, İmam Gazalî gibi hazretler de yine bu sadedde sayılabilir isimlerdir.)
5) Peki, Samet Yahya Bal'ın hiç mi isabeti yok? Elbette var. Bediüzzaman'ın Mustafa Sabri Efendi merhuma hürmetini anarken doğru yapıyor. (Gerçi bu hürmeti Ebubekir Sifil Hoca da bilir zaten.) Ve mezkûr mektubun sadedinin Mustafa Sabri Efendi'nin Musa Bekuf'a (Musa Carullah'a) yaptığı bütün eleştirileri 'ifrat bulmak' temelinde olmadığını belirtmekle doğru yapıyor. Evet. Hakikaten o mektubun sadedi bu değildir. O mektubun sadedi, meşhur reddiyeleşmeler sırasında, İbn-i Arabî Hazretlerinin şahsiyeti hakkında söylenenlerdir. Bediüzzaman, haklı bir şekilde Mustafa Sabri Efendi merhum Musa Carullah'a atış yaparken, arada İbn-i Arabî Hazretlerinin daha fazla kollanması gerektiğini düşünüyor. Ve Mustafa Sabri Efendi merhumu da, değil reddiyeleştiği için, İbn-i Arabî Hazretlerini hakkıyla kollamadığı için 'ifrat' içinde buluyor. Lakin mektubun devamında Mustafa Sabri Efendi'nin Musa Carullah'a tenkidlerinde doğru bir yerde durduğunun da altını çizmektedir:
"Birisi ifrat etmiş, diğeri tefrit ediyor. Mustafa Sabri gerçi müdafaatında Mûsâ Bekûf'a nisbeten haklıdır; fakat Muhyiddin gibi ulûm-u İslâmiyenin bir mucizesi bulunan bir zâtı tezyifte haksızdır..."
Ebubekir Sifil Hoca, eğer, Bediüzzaman'ın, Mustafa Sabri Efendi merhumun Ehl-i Sünnet çizgisini savunmasını 'ifrat' olarak gördüğünü anlamışsa, elbetteki mektubu yanlış anlamıştır. Zira Risale-i Nur'da Ehl-i Sünnet kelimesini şöyle bir aratsanız mürşidimin durduğu yerin ne kadar sabit olduğunu görürsünüz. Kendisini kesinlikle Ehl-i Sünnet içinde tanımlamaktadır. Kurtulmayı da ancak Ehl-i Sünnet dairesi içinde olmakta, ona sığınmakta-tutunmakta gördüğünü belirtmektedir, bu konuda mürşidimin bir 'acaba'sı yoktur. Ancak Ehl-i Sünnet ulema içinde İbn-i Arabî Hazretlerinin makamının yüce olduğunu düşünen yalnız Bediüzzaman değildir. İmam Suyutî rahimehullah gibi çokları onu müdafaa etmişlerdir. Kaldı ki: Bediüzzaman'ın mutasavvıf bir yanı vardır. Kendisi tarikat şeyhi olmasa da terbiyesinden geçmiştir. Birçok hatırada, hatta mektuplarında bile, beyan ettiği gibi birkaç tarikattan irşadda bulunabilme salahiyetine sahiptir. (Ancak kimseye tarikat dersi vermemiştir.) Üstelik Mustafa Sabri Efendi merhum gibi Hanefî-Maturidî değil Şafiî-Eş'arîdir. Eh, elbette, her konuda hemfikir olmaları beklenemez.
6) Ebubekir Sifil Hoca'nın Risale-i Nur'u okumadığını söylemek büyük hatadır. Arkadaşlar, okumadığım kitabı yok, izlemediğim de çok az dersi var. (Yeni çekilenleri de yavaş yavaş izliyorum.) Ebubekir Hoca'nın gerek kitaplaşmış gerek kitaplaşmamış birçok makalesinde Bediüzzaman'ı savunduğunu ben biliyorum. Üstelik eserlerinden alıntılar yaparak ona yapılan bazı suçlamaların yanlışlığına dikkat çekip cerh ediyor. Bir dönem FETÖ'ye de İçtihad Risalesi gibi eserlerden alıntılar yaparak reddiye de bulunduğunu yine kitaplarını okumuş olanlar bilirler. Ebubekir Sifil Hoca Risale-i Nur'u biliyor. Ancak elbette onu bir nurcu gibi görmüyor. Bu hususta da biz nurcuların biraz kendi fanusumuzdan çıkmamız lazım. Herkesin tastamam Bediüzzaman'ın her fikrine katılması gerektiğini düşünüyoruz. Bunu içimizde düşünmenin bir arızası yok ama ümmete dayatıyor bir hale gelmek de doğru değil. Bu ümmetin içinde nice âlimler çıkmış. Allah hepsine rahmet etsin. Kimse tek bir ekolde birleştirmeyi başaramamış. Demek bu ihtilaflar hep sürecek. 'Hep sürecek' gibi yaşamayı unutmayalım.
Kendimizi ifade edelim. Tamam. Lakin her farklı düşünenin de hakaret ettiğini sanrılamayalım. Evet. Ebubekir Hoca'nın (veya daha başka bir Ehl-i Sünnet âliminin) Bediüzzaman'ın hata ettiğini düşündüğü yerler olabilir. Bunda dayandığı asıllar da olabilir. Bizim delillerimizi delilden saymıyor da olabilir. Dört mezhep içinde böyle ihtilaflar yok mu? Oniki tarikat içinde böyle tartışmalar olmamış mı? Heyhat! Yoktur diyenin ilimden nasibi yoktur. Bunlar hep olmuştur. Öyleyse? Öyleyse alışmak lazım.
Bediüzzaman Hazretleri, Seyyid Abdülhakim Arvasî Hazretleriyle ebced-cifir meselesinde düştükleri ihtilafla ilgili olarak, bir mektubunda şöyle demiyor mu:
"Gayet ciddî bir ihtarla bir hakikati beyan etmeye lüzum var. Şöyle ki: 'Gaybı Allah'tan başkası bilemez!' sırrıyla ehl-i velâyet, gaybî olan şeyleri, bildirilmezse bilmezler. En büyük bir velî dahi, hasmının hakikî halini bilmedikleri için, haksız olarak mübareze etmesini Aşere-i Mübeşşerenin mabeynindeki muharebe gösteriyor. Demek, iki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer, bütün bütün zâhir-i şeriate muhalif ve hatâsı zahir bir içtihadla hareket edilmiş ola. Bu sırra binaen 'Öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenler...'deki ulüvv-ü cenab düsturuna ittibaen ve avâm-ı mü'minînin şeyhlerine karşı hüsn-ü zanlarını kırmamakla, imanlarını sarsılmadan muhafaza etmek ve Risale-i Nur'un erkânlarının haksız itirazlara karşı haklı, fakat zararlı hiddetlerinden kurtarmak lüzumuna binaen; ve ehl-i ilhadın iki taife-i ehl-i hakkın mabeynindeki husumetten istifade ederek, birinin silâhıyla, itirazıyla ötekini cerh edip ve ötekinin delilleriyle berikini çürütüp ikisini de yere vurmak ve çürütmekten içtinaben, Risale-i Nur şakirtleri, bu mezkûr dört esasa binaen, muarızlara hiddet ve tehevvürle ve mukabele-i bilmisille karşılamamalı. Yalnız kendilerini müdafaa için musalahakârâne, medâr-ı itiraz noktaları izah etmek ve cevap vermek gerektir. Çünkü bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti miktarında bir buz parçası olan enaniyetini eritmeyip bozmuyor, kendini mazur biliyor; ondan nizâ çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder; ehl-i dalâlet istifade ediyor."
Ben, şahsen, Ebubekir Sifil Hoca'yı sırtımda taşımayı dileyecek kadar çok seviyorum. Namazlarımdan sonra ona, İhsan Şenocak Hoca'ya ve birkaç isme daha afiyet-istikamet duası ediyorum. Onları bu imtihanlı asırda semadaki yıldızlar gibi biliyorum. Yarın kıyamet kopsa, mizan kurulsa, cennetlik-cehennemlik ayrılsa; inşaallah; Ebubekir Sifil Hoca'nın, Mustafa Sabri Efendi merhumun, Zahid el-Kevserî Hazretlerinin, Bediüzzaman'ın kolkola cennete gireceklerini umut ediyorum. Böyle gördüğüm zaman içimde hiçbir ayrılık-gayrılık kalmıyor. Kardeşlerime de böyle bir bakış tavsiye ederim işte. Birisi Ehl-i Sünnet dairesinde hizmet ediyorsa başımızın tâcıdır. İhtilafımız daire içinde bir ihtilaftır. Yalnızca burası için geçerli bir ihtilaftır. Öteki tarafta hükmü yoktur. Hele ki Ebubekir Sifil Hoca gibi hizmet ediyor olsun. Onun dersleriyle imanının kurtulmasına vesile oldukları hiç az değildir. Allah afiyetle nice imanlar kurtarmak nasip eylesin. Âmin. Âmin. Âmin. Ya Allah, ya Hakîm, ya Rahîm.
#ebubekir sifil#bediüzzaman#said nursi#samet yahya bal#ihtilaf#ibn-i Arabî#tasavvuf#tarikat#itidal#merhamet#vahdet-i vücud#reddiye#mustafa sabri efendi#musa carullah
2 notes
·
View notes
Text
atatürkçülerin_genel özellikleri
-İslam hariç her dine saygı duyarlar.
- Arapça hariç her dile saygı duyarlar.
- Kur'an hariç her kitabı severler.
Camiler hariç her mekanı severler.Başörtüsü hariç açık giysiye saygı
duyarlar.
- Osmanlı tarihi hariç her tarihe
inanırlar.
- Türkiye hariç her ülkeyi severler.
2 notes
·
View notes
Text
yaşlıların yaşlı gibi oldugu. dünyadan hevesini almış, toplumda saygı gören, kendini dine diyanete vermiş, gençlere dünya hırsının kötülüğünü anlatan akıl kişilere dönüştüğü bir hikaye düşlüyorum.genç kızlarım en masum duygularla sevmeyi bekledikleri, kadınlıkları ile değil masumiyetleri ile yaşadıkları, saflığı ve temizliği temsil ettikleri, paranın ve en iyi olmanın yarışında olmadıklaro zamanları özlüyorum.
şimdi ne yaşlı hibü ,ne genç genç gibi , ne çocuk çocuk gibi
çocuklar küçük kadınlar gibi. gençler orta yaşlı kadınlar gibi, yaşlılar çocuk gibi.
masum olmak ayıp ve aşağı görülen bir haslet. herkes çok erkek ve çok kadın. hep iyiler, en iyiler.
en iyi onlar. bakın iyi olmak yetmez en iyi olmalılar.
nimetlere sahip olmak yetmez , o nimete en önce ve yagane sahip olan kişi olmalı. hasetlik çapında yaşıyoruz. gözler şaşı. gözler daima başka hayatları takipde. allahdan şilayetciyiz neden ona verdin de bana vermedin.
nedenler çağındayız.
6 notes
·
View notes
Text
29.05.2023
Merhaba biriciğim. Buraya gelene kadar çok yorulmuşsundur biliyorum ama accık daha dayan, artık günler değil saatler kaldı çünkü.
Bugün için şarkımız ise “Caddelerde Rüzgar, sadece müzik”
Az önce seni özlediğimi fark ettim. Biliyorum bunu sana daha önce defalarca söylemişliğim var, ama bu defa çok daha başka özlemekteyim. Fotoğrafını izledim biraz, orada gülümsüyorsun, gözlerin ışıl ışıl. Sanki canlanıp sarılacakmışsın gibi boynuma. Ah keşke keşke yanında olabilseydim şu an. Kaç gün kaç ay geçti sensiz, seninle. O kadar çok özlüyorum ki bazen hiç durma direk çıkıp git diyorum kendi kendime ama şartlar el vermiyor her seferinde. Seni bilen çok az insan var etrafımda, onlarda her seferinde zamana bırak her şeyi diyor ama ben tutamıyorum kendimi. Seni tanısalardı, kalbimdeki seni bilselerdi hak verirlerdi bu halime. Neredeyse çıkacağım sokağa “Hilali çok özledim” diye bağıracağım. Güzel gözlüm ne yaptın sen bana böyle? Yaşamak ayrı bir güzel oldu seni tanıdıktan sonra. Varlığını bilmek, sayende hep huzurlu hissetmek çok güzel. Bitmesini hiç istemediğim bir rüyada gibiyim. Ne olur uyandırmasın hiç kimse. Bu bir rüyaysa bile, sen hayalden ibaretsen bile, gözlerimi hiç açmasam. Artık gerçekleri bir kenara koyup senin cennetinde yaşasam. Bir meleğin kanatları altında gibi hiçbir şeyden korkmasam. Bu dünyanın tüm masumiyetini, tüm güzelliklerini kalbine sığdırdığın gibi beni de kalbine sığdırdığın için teşekkür ederim. Sen benim başıma gelen en güzel şeysin . Beni hayatın karanlığından ve solgunluğundan kurtaran, gönlümün neşe ile rengarenk olmasını sağlayansın. Yüreğin o kadar büyük ve temiz ki, seninle sanki bütün kara bulutlar uzaklaştı ve her yerde çok sevdiğim gökkuşağım var, her yerde gülümseyen bir fotoğrafın, güzel bakışların var sanki. Seni her gördüğümde kalbimin yerini şiddetle anımsıyorum ve sanki ilk kez görüyormuş hissine kapılıyorum. Heyecanımı hiç kaybetmeden, seni her geçen gün daha da seviyorum. Dozunda ve de olurunda. Aşırıya kaçmadan güzel sevmek, saygı ile birlikte güzel şekillendiriyor. Baktığım her yerde seni görmek , gözümü kapattığımda ise seni hissetmek fazlasıyla güzel bir şey. Bir adım dahi uzak değilsin benden, sanki bedenimdeki bir parçasın. Ve şunu bilki sevgime asla çoğu insanın yaptığı gibi yeteneksizliklerimi, kusurlarımı, yalnızlık korkumu, başarısızlıklarımı yüklemiyorum. Eğer öyle olsaydı, yitirmekten ölesiye korkar, seni kör bir tutkuyla sahiplenirdim. Oysa ben seni bir dine bağlanır gibi değil, kendi özgürlüğümü sever gibi seviyorum. Devamı sığmadığı için hikayemize üst sayfa da devam edicem.
4 notes
·
View notes
Note
Ülkede her şeye olduğu gibi alevilere de bir nefret var, sen ne düşünüyorsun?
-👤
Benim ailem alevi. Şimdi din, kişisel bir mevzu olduğundan kimsenin dini nasıl yaşadığı, o dine mensup diğer insanları ya da başkalarını ilgilendirmez. Üzerlerindeki nefreti hak etmeyen bir kesim yine birçok kesim gibi aleviler. Nefreti bırak, zamanında inançlarından ötürü zulüm görmüşler. Saldırıya uğramalarına rağmen saldırgan bir tutum benimsemediklerini ve kendi halinde yaşadıklarını düşünüyorum. Ha alevilik mantıklı mı? Ne kadar mantıklı gibi soruların da muhatabı ben değilim, zira dinsizim. Ama insanın inanç duymasına gösterdiğim saygı ayrı.
1 note
·
View note
Text
HAYSIYETIN SOSYOLOJISI
Haysiyetin Sosyolojisi
BESİM F. DELLALOĞLU
21 Nisan 2022
Otoriter rejimler haysiyet celladıdır. İnsanda haysiyet de, şahsiyet de bırakmaz. Çünkü herkes otoriteye benzemek zorundadır. Her şeyin, herkesin yekpare bir otorite etrafında, neredeyse onun klonları olarak vücuda geldiği ortama artık toplum demek bile mümkün değildir. İşte en vahimi de budur: Herkesin birbirinin neredeyse aynı olduğu yerde aslında kimse kalmamıştır. Elbette haysiyet de.
Haysiyetin insanlar arasında en eşit paylaşılmış şey olmadığı kesindir. Bu yazının ilk cümlesi de Descartes’a nazire olsun. Özellikle de onun Yöntem Üzerine Konuşma’sının ilk cümlesine. Bazı insanlar haysiyetlidir. Bazı insanlar haysiyetsizdir. Aradaki fark emektir, ilkedir, sürekli üstüne koymadır. Haysiyet bazen istikrardır, tutarlılıktır. Bazen ise vazgeçebilmektir, kapıyı çekip çıkmayı bilmektir. Ancak bütün bunların böyle olması haysiyetin doğal, organik bir şey olduğu anlamına gelmez. Haysiyet doğuştan elde edilmez. Ya da doğuştan kaybedilmez. Haysiyet, tarihseldir, kültüreldir, sosyolojiktir, hatta sınıfsaldır, ilişkiseldir. Vakumda haysiyet olmaz. Tercihin olmadığı yerde haysiyet olmaz. Haysiyet ya da haysiyetsizlik kişinin kendisiyle ve tüm dünyayla olan ilişkisinden dolayımlanır.
Haysiyet performatiftir. Kendinizi ve diğerlerini nasıl değerlendirdiğinizle ilgilidir. Haysiyetli insanlar kendilerine de, tüm ötekilere de saygı duyarlar. Daha önemlisi haysiyetli insanlar diğerlerinden saygı görürler. Dolayısıyla haysiyet, kişinin kendine biçtiği değer değildir sadece. Ötekilerin ona biçtiği bir değerdir de. Örneğin “Ben çok haysiyetli biriyim” demenin pek bir anlamı yoktur. Falanca kişi “Çok haysiyetsiz” demenin de pek bir değeri yoktur. Ama biri diğeri hakkında “O gerçekten çok haysiyetli biri” diyorsa bunun sahiden bir anlamı vardır. Üstelik bu konuda aynı fikirde olanlar da çoğalınca o kişinin haysiyeti daha da garanti olur.
Şöyle düşünün: Sürekli “Ben çok müdanasız biriyim” diyen birini ciddiye alır mısınız? Gerçekten müdanası olmayan biri asla “Benim müdanam yoktur” demez. Aklına bile gelmez. Sürekli bunu tekrar eden biri aslında çok fazla hesap kitap içindedir. Kafasında pek fazla tilki dolaşır bu tiplerin. Kendilerine pek düşkünlerdir. Ama aslında pek değerli de değillerdir. Oscar Wilde’ın dediği gibi, her şeyin fiyatını bilirler ama hiçbir şeyin değerini bilmezler. Haysiyet de buna benzer. Haysiyet, onu zat-ı şahanelerinin bir sıfatı olarak sürekli dile getirenlerde birikmez genellikle. Çevrelerinde sürekli haysiyet açığı arayan detektör zihinliler de haysiyet açısından çok zengin insanlar olmazlar çoğunlukla.
Haysiyetliler ve Haysiyetçiler
Geçen hafta Perspektif’te yazdığım “Ahlakın Sosyolojisi” yazısında ahlaktan en çok söz edenlerin en ahlaklı olanlar değil genellikle en ahlakçı olanlar olduğunu ileri sürmüştüm. Haysiyet konusunda da durum aslında çok farklı değildir. Sürekli haysiyetten dem vuranlar genellikle en haysiyetli olanlar değildir, haysiyetçi olanlardır. Bir bakıma haysiyet tüccarları. Onlar haysiyeti nakde çevirmeyi çok iyi bilirler. Kimilerinin en büyük sermayesi budur.
Bir dine, mezhebe ait olmanız sizi otomatikman haysiyetli yapmaz. Kendinize göre çok doğru bir ideolojiye inanıyor olmanız da. Sizi haysiyetli kılan eğitiminiz, diplomalarınız değildir. Cüzdan da bir insana genellikle haysiyet katmaz. Çok ünlü bir film yıldızı ya da futbolcu olmanız sizi otomatikman haysiyetli kılmaz. Milyonlarca oy alan bir siyasetçi olmanız da. Haysiyet bütün bunlarla ne yaptığınız, yaptıklarınızı nasıl yaptığınızla ilgilidir. Yaptıklarınız kadar yapmadıklarınız da elbette.
Müslüman olmanız sizi Hıristiyan veya Yahudiye göre daha haysiyetli kılmaz. Sünni olmanız da sizi bu açıdan bir Aleviye göre daha iyi bir duruma koymaz. Türk olmanız sizin bir Almana göre daha haysiyetli olmanız anlamına gelmez. Doğulular Batılılara göre daha haysiyetli değildir. Ne demekse? Erkekler kadınlardan daha haysiyetli değildir. Hatta bunun tersinin geçerli olma ihtimali çok daha yüksektir. Bunu böyle söylememin nedeni ise bu konuda bir araştırma yapmış olmam değil. İnsanlık tarihi erkek egemenliğinin tarihidir de. Bunun hâlâ böyle sürüyor olması aynı zamanda erkekler için bir haysiyet sorunudur. Yoksa haysiyetsizlik mi demeliydim?
Demokrasi tüm siyasi rejimler içinde en haysiyetli olanıdır çünkü haysiyetli olmayı teşvik eder. Cumhuriyet ve demokrasinin ünitesi yurttaştır. Hukuki ve siyasi eşitlik, fırsat eşitliği aynı zamanda yurttaşa potansiyel haysiyet yüklemesidir. Asgari demokrasi, asgari haklarla donanmış yurttaşların rejimidir. Ama örneğin asgari bir ekonomik eşitliğin daha önce saydıklarıma katılmadığı bir toplumda haysiyet vasatını yükseltebilmek de zordur. Geçen haftaki yazımda ayrıntılı bazı rakamlarla belirtmiştim. Burada sadece değineyim. Nüfusun yaklaşık yarısının açlık sınırının altında yaşadığı bir toplumdan yüksek haysiyet beklemek de pek insaflı olmaz. Aynı şey hukuk için de geçerlidir. Hukukun gücünün etkin olduğu toplumlar daha haysiyetli toplumlardır. Gücün hukukunun egemen olduğunu toplumlar ise göreli olarak daha haysiyetsizdirler.
Hakkın Ne Kadarsa Haysiyetin O Kadardır
Otoriter, totaliter rejimler ise toplumda haysiyet bırakmaz. Lider, tüm haysiyetleri ezer, geçer. Çevresindekilerin haysiyetlerini emer ve onları haysiyetsizleştirir. Güç temerküzüne çok yakın olmak haysiyetini korumanın en iyi yöntemi değildir. Mesafe iyidir. Hatta mesafe haysiyettir. Güçten ve nimetlerinden mesafelenmekten söz ediyorum. Daha geniş çerçevede ise, tüm toplumsal öznelerin asgari gelir garantisinin olmadığı toplumlarda haysiyetin kurumlaşması mümkün değildir. İnsanların sürekli yardıma ihtiyaç duymaları onları daha haysiyetli yapmaz. Bu nedenle demokrasi daha haysiyetli insanların rejimidir. Bunun içinse güç temerküzlerinin etrafında biriken servetin topluma temel, doğal haklar çerçevesinde dağıtılması gerekir. Sosyal yardım olarak değil ama hak olarak. Hakkın ne kadarsa haysiyetin de o kadardır.
Otoriter rejimler haysiyet celladıdır. İnsanda haysiyet de, şahsiyet de bırakmaz. Çünkü herkes otoriteye benzemek zorundadır. Herkes otoriteden farklı olmadığını kanıtlamak zorundadır. Üstelik bu kanıtlama çabası hiç bitmez. Güneşin doğuşuyla daha önceki kanıtlama çabalarınız kadükleşir. Tekrar ve tekrar bağlılığınızı kanıtlamanız gerekir. Bana eğer insanda en haysiyet bırakmayan davranış nedir diye sorsaydınız size şöyle cevap verirdim: Masum olduğunuzu her gün yeniden kanıtlamak zorunda olmak. Hukuki olan elbette suçluluğun kanıtlanmasıdır. Yani hukukun en temel ilkesi olan masumiyet karinesi. Suçsuzluğunu kanıtlamak zorunda olmanın kendisi zaten mahkûmiyettir, ezeli ve ebedi bir hükümlülüktür. Otoriter toplumlarda aslında herkes hükümlüdür. Hayat bir hapishane değilse bile bir nezarethanedir.
İşin en trajik yanı ise otoriter toplumların ürettiği haysiyetsizliğin bir anlamda iyiliğin ve kötülüğün bile ötesine geçebilmesidir. Yani bu noktada iyilik, kötülük, doğruluk, yanlışlık, güzellik, çirkinlik anlamsızdır artık. Her şeyin, herkesin yekpare bir otorite etrafında, neredeyse onun klonları olarak vücuda geldiği ortama artık toplum demek bile mümkün değildir. İşte en vahimi de budur: Herkesin birbirinin neredeyse aynı olduğu yerde aslında kimse kalmamıştır. Elbette haysiyet de.
Haysiyet en zor elde edilen ve en kolay harcanabilendir.
0 notes
Text
BİRLEŞİK KAPLAR YASASI VE İNSAN
Bir kaç kabın birbirine bağlı olması koşulu ile şekilleri nasıl olursa olsun içindeki sıvı miktarı aynı seviyede kalır. Bu kurala fizikte "Birleşik Kaplar Yasası" adı verilir. Bu kuralı aileye, mahalleye, köye kasabaya, şehre, ülkeye, dine, sanata, örfe, adete, siyasete... kısaca bu yasayı metaforik olarak iletişimin ve ilişki ağının olduğu tüm topluluklara uygulamak mümkün gibi gözüküyor. Nasıl mı? Gelin bu soruyu biraz irdeleyen. Bir arada yaşayan insanların en yakınındakinden en uzakta olana kadar birbirine bağlı olduğunu, bir şekilde ilişki ağının içinde iletişim kurmak zorunda olduğu gerçeğini yadsıyamayız. Bu ilişki çemberinin giderek büyüdüğünü de sanırım kimse reddetmez. Dolayısıyla tıpkı Birleşik Kaplar Yasasında birbirine bağlı şişeler gibi, her birimiz de hemen hemen aynı şekilde bağlıyız. Özelikle yukarıdan aşağıya dizayn edilen ülkelerde yani hiyerarşik statülerin olduğu ve tüm mevkilerin belli bir statükoya bağlı bulunduğu yönetimlerde, insana dair tüm konularda eşit bir bakış açısı görülebilir. Örneğin sanata ve sanatçıya bakış açısı, dine ve o dinin ritüellerine olan saygı, adalete ve işleyişine dair tutumlar, eğitime ve bilgiye verilen önem gibi daha pek çok konuda aynı ifadeleri ve görüşleri pek çok ağızdan duyabiliriz. Mesela şahsına münhasır bir yaklaşımın baskın olması yine bu görüşe bağlı kişilerce yaygınlaştırılabilir. Adaletsizlik gibi adil ve eşit olmama gibi kavramların dezenformatik düzeyde yayılması, toplumsal olarak yine aynı seviyede adalet anlayışının kabul görmesine sebep olabilir. Birleşik Kaplar Yasası olumsuz olanın kitlelerce kabul edilip normalleştirilmesi olabileceği gibi tersi, olumlu olanı da genelleyebilir. Her ne kadar ifade etmeye çalıştığım durum bir nevi tektipleştirme gibi gözükse de, toplumu oluşturan dinamikler farklılık gösterebilir. Bu yüzden farklı olanı yadırgamak yerine, çeşitliliğin desteklenmesi bahsi geçen yasanın çıktığı yer olan Fizik bilimiyle sınırlı kalmasını sağlar. Birleşik Kaplar Yasasını ilk öğrendiğimde bana oldukça ilginç gelmişti. Zaman içerisinde sosyolojik ve psikolojik bağlantısını fark ederek biraz daha araştırdığımda daha da ilginç gelmesiyle sizinlede de paylaşmak istedim. Sağlıcakla kalın/ içaforiz
0 notes
Text
SORU : KİM BUNLAR ?
-İslam hariç her dine saygı duyarlar
- Kuran hariç her kitabı severler
- Camiler hariç her mekanı severler ve girerler
- Başörtüye düşman olup çıplaklığı severler
-Arapça hariç her dile saygı duyarlar
-Osmanlı tarihi hariç her tarihi severler
-Türkiye hariç her ülkeye hayranlık duyarlar...
KİMDİR BUNLAR!
11 notes
·
View notes
Text
KARA ÇARŞAFIN KÖKENİ
Gericilerin bir kesimi çarşafın Ahzap suresi 59. ayetinde geçen cilbab olduğunu öne sürerler. Yalandır. Ahzap 59. Ey peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına hep söyle de cilbablarından (dış elbiselerinden) üzerlerini sımsıkı örtsünler. Bu onların tanınmalarına, tanınıp da eziyet edilmemelerine en elverişli olandır. Bununla beraber Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. Cilbab, dış elbisedir ama çarşafla ilgisi yoktur. 2 parça değil, tek parça gömlektir ve kadınlar kullanabildiği gibi erkekler de kullanır. Erkeklerin kullandığına dair hadisler de vardır. İşte biri: (Cilbabı [gömleği] haram olan erkeğin namazı kabul olmaz.) [Bezzar] Araplarda ne İslam öncesinde ne de İslam’ın ilk dönemlerinde çarşaf giyildiğine dair hiçbir bilgi-kayıt yoktur. Eski din kitaplarında da nafaka olarak verilen giysi listelerinde çarşaf geçmez. Dolayısıyla çarşafın İslam’a çok sonra girdiğinde bir şüphe yoktur. Çarşafa Osmanlı’da 19. Yüzyılın sonlarında rastlanmaya başlanır. Yani Anadolu Müslümanlarında çarşafın tarihi 150 yılı bulmaz. İlk olarak Tanzimat döneminde hacca gidenlerin İranlı hacılardan görerek getirmeleriyle ülkeye girmiştir. Ancak başlangıçta tutulmamış ve din çevrelerince bidat olarak nitelenmiştir. Zaman içinde çarşaf kullananların sayısında artış yaşanmış, 1870’lerde yaygınlaşmıştır. Sultan 2. Abdülhamit tarafından İslam’da yeri olmadığı ve çarşaf giyenin erkek mi kadın mı olduğunun anlaşılmadığı gerekçesiyle yasaklanmıştır. Ancak 1913’de Rumeli’deki Ortodoks ve Yahudilerin giyimlerinden alışkanlık kazanan muhacirlerin göçüyle yeniden yayılmaya başlamıştır. (Diyanet Vakfı İslam ansiklopedisi) Bununla birlikte ''çarşafın'' kökenleri Sümerler'e uzanır, Muazzez İlmiye Çığ, konuyu derinlemesine yazmış,.. Tarihte farklı algılanırmış şimdi bunları bilmeyen ''dine saldırı'' sanıyor, Dini Tanrıyı şekil ritüellerine sıkıştırmışlar devam ediyorlar, TEVRATI OKUDUYSAN BİLİRSİN... ÖRNEK: Çarşafın kökeni paganlara dayanır: Müslümanlara Yahudi ve Hristiyanlardan geçen çarşafın bu 3 dinle de ilgisi yoktur. Hristiyanlığa ve Museviliğe de paganlardan geçmiştir. Tevrat’ta peçe fahişe giysisi olarak anlatılır. Tekvin/38/14. Tamar üzerindeki dul giysilerini çıkardı. Peçesini örttü, sarınıp Timna yolu üzerindeki Enayim Kapısı`nda oturdu. Çünkü Şela büyüdüğü halde onunla evlenmesine izin verilmediğini görmüştü. 15. Yahuda onu görünce fahişe sandı. Çünkü yüzü örtülüydü. Tabletlerden ortaya çıkarıldığına göre Sümer-Akad döneminde tapınak fahişelerinin yani kutsal rahibelerin örtüleri çarşaf şeklindeydi ve yüzü, başı örterdi. O dönemde halk açık giyerken, fahişeler kapanırdı, aynı Tevrat’ta bahsedildiği gibi. Ta ki Asurlulara kadar. Asur yasalarından anlaşıldığı üzere, Asurlular tam tersini uygulamaya geçtiler. Fahişelerin açık olmasını, fahişe olmayan kadınların ise kapanmasını şart koşar.
Aynı Asurluların yaptığı değişiklik gibi zaman içinde Yahudiler ve ardından Hristiyanlar da giyim şeklini değiştirdiler ve örtündüler. İslam’da o yolu izledi. Suriye ve civarındaki gayrimüslim giysileri Müslümanlara da intikal etti ve günümüzde sanki hakiki Müslüman kadın giysisi çarşafmış gibi halka pompalandı. Öyle ki başörtülü, türbanlı hatta pardesülü kadının giyimini bile yetersiz görerek eleştirecek ve çarşafı dayatacak derecede yaygınlaştı.İLKEL çağlarda sihir ve büyü düşüncesi hákimdi. İnsanoğlu kadının çocuk doğurmasına akıl erdiremiyordu. Bunu gizli bir güç olarak yorumluyordu. Bu nedenle kadından hem korkuluyor, hem de ona saygı duyuluyordu.Öte yandan ilk çağda birçok alanda üretimi kadınlar başlatmıştı: İp, sepet dokuma, ağla balık avlama, toprak kap, ateş yakıp yemeği pişirme, tarak, kaşık, madeni eşyalar, boncuk, ilk hekimlik ve şifalı otlar gibi buluşlar kadının eseriydi. Kadının el üstünde tutulduğu "anaerkil" dönem binlerce yıl sürdü. Ne zaman insanoğlu doğal olayları kavramaya başladı, "büyü" bozuldu. Artık kadının nasıl çocuk sahibi olduğu anlaşılmıştı! Yetmezmiş gibi erkekler, üretim biçimini ve savaş aletlerini geliştirdi; din devleti, tapınak-saray-ordu biçimindeki erkek egemen örgütlenmesine yöneldi; kadının "saltanatına" son verdi!Yaklaşık 4 bin yıl önce Babil İmparatoru Hammurabi’nin kanunlarında kadının sosyal statüsü ilk kez yazılı yasa haline getirildi: "Kadınlar sokağa çıkarlarken başlarını açmamış olacaklardır." Bu kanun yeniydi, ama uygulama eskiydi. Sümer, Asur, Hitit, Urartu, Akad gibi site devletlerinde de benzer uygulamalar vardı. Kadını örtüye sokmanın temel nedeni, hür kadın ile köle kadınların birbirinden ayrılmasını sağlamaktı. Yani amaç, hangi kadının bir erkeğin koruması altında, hangisinin ise "kolay av" olduğunu göstermekti! Eski Anadolu kültüründe olan bu örtünme anlayışı, dünyanın çeşitli topluluklarında da vardı. Onlar genellikle meseleyi mitolojik öykülere dayandırıyorlardı. Örneğin, Japon mitolojisinin kutsal kahraman Okikurumi, Aynular’a kültür ve uygarlığı öğretmek üzere tanrıların cennetinden yeryüzüne inmişti. Cennete dönmeden önce Aynular’dan bir kadınla evlendi. Karısına, yiyecekleri kabile halkına dağıtma görevi verdi. Ancak bunun için de bir koşulu vardı; hiç kimse karısının yüzüne bakmayacaktı. Yani örtünecekti!Çarşaf, önce Hititler’de ortaya çıktı. Bu konuda, Ankara/Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde pişmiş toprak bir kabın üzerindeki resim bize önemli bilgi veriyor. Kutsal evlilik töreninde, tanrıçayla, tanrı adına kralın evlenmesi için yapılan ayini anlatan resimde tören sırasında gelin tanrıça, günümüzdeki çarşafın birebir aynısını giyiyordu. Ve ne yazık ki, kendine güvenli, rahat, buyurgan tavırlı kralın karşısında, edilgen, teslimiyetçi duran bu kara çarşaflı tanrıça gelin, Sümer’deki kendine güvenli tanrıça karakterinden hayli uzaktı. Kadınlar artık örtüye sokulmuştu. Önceleri görünen saçlar zamanla görünmez olmuştu
10 notes
·
View notes
Text
Uzun zaman oldu...
Kötü olaylar yaşadım. Her zaman unutup devam ettim. Ama her seferinde sadece kendimi bastırdım. Acı çekiyorum. Bağırarak ağlamak istiyorum.
Ağlıyorum... Sessiz, tek, acı içinde ve en zoru kimse anlamıyor...
Tek başımayım. Doğduğum günden beri yanlızım. Her seferinde geri plandaydım. Faruk Emre Dal!
Erkek..
Neden ben...
Bir şey mi yaptım? Yaptıysam üzgünüm. Ama buyum.. Değişmek istiyorum gerçekten. Duygusuz olmak istiyorum. Hani bana gurursuz diyorsunuz ya...
Gururumu siz yok ettiniz. Onca hakaretten sonra böyleyim. Neden susmak zordayım. Neden?
Susmak istemiyorum. Ama başka çarem yok. Konuştukça hakaretler aşağılayıcı kelimeler. Gurur kırıcı davranışlar. Neden biraz olsun önem vermediniz.
Neden biraz olsun sevmediniz? Tek istediğim sevilmekti oysaki. Ama siz bana sevgiden başka her şeyi verdiniz.
En çokta nefret...
Oysaki tek istediğim iki kelime...
Seni seviyoruz...
Bu kadar mı zor. Size göre aptalca olan bu kelimeler benim için her şeye bedeldi. Tek istediğim yalan da olsa sevildiğimi duymaktı.
Zeynep'e söz verdim...
Galiba yine her zaman ki gibi sözlerimi tutamayacam.
İntihar edicem.
En kısa zamanda.
Hazırlanıcam...
Lütfen bunu ben ölmeden önce görün.
Kızmayın lütfen...
Lütfen artık kızmayın bana...
Yalvarıyorum...
Sizden nefret ediyorum...
Sevmek bu kadar zor olmamalı...
Sevilmek istedim. Yemin ederim tek istediğim buydu.
İlgi değil.
Para değil.
Özgürlük değil.
Sevgi...
Bana vermediniz.
İnat olsun diye nefret kustunuz. İğrendiniz... Ne yaptım ki?
Yaşamaktan başka ne yaptım. Doğru....
Çocukça hevesle sigara içtim.
Kendimi zehirlemek o kadar iyi hissettirmişti ki...
Ama başka şekilde zarar vericem kendime...
Faça atarak...
Zaten eskiden kalan izler var...
Görmedin anne...
Kızını hiç merak etmedin.
Senden nefret ediyorum baba.
Bı baba kızına bunları yapmaz. Sana asla şükür etmicem. Beni bu hale getiren sensin. Sen ve o iğrenç bakışların, lafların ve imaların.
Bir kez olsun bizi biz olduğumuz için kavul et.
Artık sevgi istemiyorum.
Huzur istiyorum.
Öbür taraf var mı bilmem.
İnanıyorum yaratıcı var ama...
Acı çekmemizi görmek istiyor galiba.
Onun emirlerine uymuyorum.
O başörtü harici hiç bir şey yapmıyorum. O da sizin zorunuzla.
Tek vasiyetim var.
Mezarıma kimse gelmesin. Kimseyi istemiyorum. Yanlız huzur içinde yatmak istiyorum. Beni İstanbul'da gömün.
Denize yakın bir yerde.
Hırçın dalgaları duymak istiyorum. Her zaman deniz kenarında huzur bulmak isterdim.
Bari ölüme saygı duyun ve vasiyetimi yerine getirin.
Kimsenin beni ziyaret etmesini istemiyorum.
Yanlız olmak istiyorum.
Her zaman olduğu gibi.
Bana dua etmenizi de istemiyorum. İnanmadığım bir dinin kelamının işe yarayacağını sanmıyorum.
Dine göre cehennem varsa...
Orda görüşürüz ailem.
Çünkü siz oraya layıksınız.
Bu kadar eziyeti kimse hak etmez.
Neyse...
Ölmek istemiyorum...
Ama zorundayım.
Hayatta kalmak demek acı demek...
Okuyup Japonya'da yaşamak istemiştim her zaman. Ben ve kızım belki oğlum.
Baba yok.
Biz o ve ben...
Bir annenin gerçekten ne yapması gerektiğini ona göstericektim.
Bir anne çocuğuyla çocuk olmalı, bir abla olmalı gerektiğinde, bazen ise korumacı bir anne, bazen baba olmalı korumalı kollamalı ama sen olamadın anne.
Bir anne böyle olmalı.
Özür dilerim bebeğim...
Daha varolmadan öldürdüm seni...
Bu dünya çok acımasız...
İçindeki bu canlılar ondan da acımasız...
Burası acıdan ibaret...
Üzgünüm...
( 08:45 / 22 Nisan 2021 )
0 notes