#dağılmış olanlara
Explore tagged Tumblr posts
fiemanillah · 10 months ago
Text
toparlanacağız biiznillah
3 notes · View notes
hepinizigotten · 3 years ago
Text
hiçbir şey yolunda gitmiyor, hayatımın en kötü döneminden geçiyor olmam yetmezmiş gibi tutunduğum tek dalı da kaybettim. arkadaş ortamımdan uzaklaştım. yarın psikolojik tedavi almaya başlayacağım. çaresiz, kimsesiz ve boktan hissediyorum. sinir krizi ve panik atakları aynı anda geçiriyorum. delirmiş gibiyim ve ne kafamın içinde ne de dışarıda olanlara yetişemiyorum. şu an aklımda spora veya diğer aktivitelere devam etmek var ancak bu sıra onlara kendimi verebilecek miyim emin değilim. dersler veya çevreme de odaklanamıyorum. dağılmış durumdayım.
~18 kasım~
6 notes · View notes
tumitutscanlation · 5 years ago
Text
Heavenly Blessing - 84. Bölüm
Mega // MangaTr
Bölüm 84: Buyou Ormanının Toprağından, İnsan Yüzü Salgını Patlak Veriyor
Uzun ve iri yarı bir adamdı, delirmiş gibi koşuyor ve sokaktaki pek çok kişi o çarpıp geçerken yere düşüyordu. Yüksek sesle şikayet ettiler. “Ne oluyor!”
“Bu kadar sıcak bir günde ne diye heyecanla koşuyor…”
“Vay be, ilk defa yüzünü almadan sokağa çıkan birini görüyorum!” *ÇN: Hem yüzsüz anlamında, hem de yüzünü sakladığı için.
Pek çokları yorum yaparken gülmeye başladı, zaten sahiden sinirlenmemişlerdi. Ama o adam tüm yolu koşmuş ve büyük, lüks bir at arabasına çarpmıştı ve yerler kanla ıslandı!
Bir yığın halinde sırt üstü yere düşmüştü ve şakalaşmakta olan yoldan geçenlerin hepsi çığlık attı. At arabasının sahibi de şok olmuştu, sormak için kafasını uzattı. “O kimdi? Kim bana çarptı?”
Her şey çok ani gelişmişti, Xie Lian oğlan meselesini şimdilik bir kenara bıraktı ve oraya koştu. “Neler oluyor?”
Başını sert, katı arabaya çarpan adam bayılmış gibi görünüyordu, dağılmış saçları yüzünü örtmüştü ve etrafında dikkatli ve izleyen pek çok insan vardı. Daha Xie Lian yaklaşamadan, adam aniden ayaklandı ve haykırdı. “ARTIK DAYAANAAMIYORUUUM! LÜTFEN! LÜTFEN BENİ ÖLDÜRÜN! HEMEN, BİRİSİ BENİ ÖLDÜRSÜN!!! LÜTFEN!”
Yoldan geçmekte olan birkaç iri yarı adam daha dayanamadı ve yorum yaptılar. “Bu ruh hastası hangi evden salınmış? Birisi alsın artık…” Normalde adamı zorla götürmeyi planlamışlardı, ama onlar yaklaşırken delinin yüzünü yakından görebildiler, onlar da çığlık attılar ve aceleyle geri çekildiler. “BU YARATIK NE BÖYLE!!!”
Ruh hastası adam ise, peşlerinden koşmaya başladı, deli gibi ağlıyordu. “BENİ ÖLÜMÜNE DÖVÜN!!!”
Adamlar dehşete düşmüşlerdi ve tam Xie Lian yaklaştığında, Ekselansları Veliaht Prensi gördüler ve sanki o ilahi bir kurtuluşmuş gibi aceleyle arkasına saklandılar. Xie Lian gözünü bile kırpmadan bacağını kaldırdı ve tekmeledi, deli adamı yere yıkmıştı. Adam birkaç kez takla attı, çamura bulaşmış bir köpek gibiydi. Bazıları onu işaret etti. “Ekselansları! Bu adam… bu adam.. onun… ONUN!!!”
İşaret etmelerine gerek yoktu, Xie Lian da görmüştü – bu adamın iki tane yüzü vardı!
Teknik olarak, bir yüz ve ondan büyüyen ikinci bir taneydi. İkinci yüz deli adamın bir yanağına sıkışmış, bir avuç büyüklüğündeydi ve her ne kadar adam genç olsa da, küçük yüz buruşmuş yaşlı bir adamdı, iliklerine dek çirkindi!
Xie Lian da iliklerine dek sarsılmıştı, zihni sadece tek bir cümleyle doluydu: Bu yaratık neydi?!
Anında belindeki kılıcını kavradı ve kınından çekti. Kılıç ona Savaş Tanrısı Semavi İmparator tarafından hediye edilen büyülü bir kılıçtı – Kırmızı Ayna, Hong Jing. Beyaz giysili varlıkla karşılaştığından beri gerekli olursa diye bu kılıcı hep üzerinde taşımıştı ve belki yaratığın gerçek haline bir gün görebilir diye. Bu şartlar altında, kılıç sahiden faydalıydı ve kınından sıyrıldığında ışıltısı kardan daha beyazdı. Ancak baktığı zaman, kılıçtan yansıyan hiçbir şeyi değiştirmemişti. Sadece o adam vardı ve dehşete düşmüş iki yüz. Bunun anlamı deli adam bir tür canavar veya iblis olmadığıydı, sahiden bir insandı!
Ancak böyle bir şey büyüten bir insan bu dünyada olabilir miydi? Eğer bu şekilde doğduysa, o zaman nasıl yıllardır kraliyet kentinde duyulmamıştı? Xie Lian hem şaşırmış hem şüphelenmişti ve aniden, yanındaki birisi titreyen bir sesle konuştu. “Nasıl… nasıl bu hale gelmiş?”
Onu duyunca Xie Lian hemen Hong Jing’i kınına soktu ve başını çevirdi. “Onu tanıyor musun? Önceden böyle değil miydi?”
Birkaç kişi yanıtladı. “Onu tanıyoruz! Önceden onunla çalışırdım. Elbette böyle değildi. Önceden, yüzü… nasıl böyle bir şeyi olur!!!”
Kalabalığın neredeyse bütün ana caddeyi kapatacak kadar büyüdüğünü görünce, ciddi bir yüz ifadesiyle Xie Lian bir nefes aldı ve yüksek, net bir şekilde bağırdı. “KİMSE YAKLAŞMASIN! BİR ŞEY YOK, AYRILIN!” Sargılı çocuk kalabalığı uzaklaştırmasına yardım ediyordu ama Xie Lian fark etmedi. İletişim rününden Feng Xin ve Mu Qing’e seslenmekle meşguldü. “Çabuk kraliyet kentindeki İlahi Savaş Caddesine gelin!”
Elini indirdikten sonra, yanında kararsız görünen ve bocalayan birisini gördü, son derece tereddütlüydü, bu nedenle Xie Lian ona doğru bir adım attı. “Söylemek istediğin bir şey mi var?”
Veliaht Prensin sorgulamasıyla, adam cesaret bulmuş gibi göründü ve konuştu. “Ekselansları, söylesem mi emin olamadığım bir şey var…”
Xie Lian’ın onun lafı uzatmasını dinleyecek vakti yoktu, doğrudan sözünü kesti. “Sadede gel!”
“Birkaç gün önce, göğsümde birkaç yumru çıktı; üç büyük ve iki küçük, hiçbir şey hissetmedim, ne kaşındılar ne acıdılar ve hatta dürttüğümde oldukça iyi bile hissediyordum. Üzerinde çok fazla düşünmemiştim, ama buradaki adamı görünce, sanki… sanki bir şey için cezalandırılmışım gibi hissediyorum, bilirsiniz ya, haha.” Düz bir şekilde güldü ve cübbesini gevşeterek göğsünü gösterdi. “Benim bir sorunum yok… değil mi?”
Cübbesini açtığı anda herkes sessizleşti. Adamın göğsünün üzerinde sadece ‘birkaç yumru’ yoktu. Açıkça her beş duyusu da aktif bir kadının yüzü vardı!
Adam aşağıya bakınca o da şok oldu. “NASIL BÖYLE OLDU?! ORADA HİÇBİR ŞEY… ŞEY…” Yaşayan bir şey? Gerçekçi? Ne sıfat kullanılırsa kullanılsan hepsi korkunçtu!
Herkes dehşete düşmüştü ve adam her şeye rağmen Xie Lian’ın cübbesinin kenarına yapıştı ve ağladı. “EKSELANSLARI BENİ KURTARIN!”
Aynı anda Feng Xin ve Mu Qing çağrısını almış ve kulelerden koşuyorlardı. Önlerindeki sahneyi görünce her ikisinin de kaşları çatıldı ve Feng Xin bağırdı. “GERİ ÇEKİL! NE YAPIYORSUN SEN?”
Xie Lian’ın açıklayacak vakti yoktu. Adamın omzuna vurdu ve rahatlattı. “Merak etme. Sakin ol.” Ses tonu sıcak ve istikrarlıydı, ciddi ama nazik. Adam her şeyin Xie Lian’ın kontrolü altında olduğunu düşündü ve böylesine küçük bir meselenin Ekselansları Veliaht Prens için bir hiç olduğuna inandı, ve rahatladı. Ancak Xie Lian’ın zihni karmakarışıktı.
O ‘İnsan Yüzü’ sonradan büyüyen bir şeydi! Ve bu semptom – şimdilik ‘semptom’ diyecekti – sadece tek bir kişide yoktu. O zaman, başka insanlarda da olduğunu varsaymaya cüret edebilir miydi?
Anında Feng Xin ve Mu Qing’e kabaca anlattı ve emretti. “Bunu saraya bildirim, emrimi iletin: Tüm şehir aransın ve benzer hastalığa sahip olanlara bakılsın. Bir tanesini bile kaçırmayın!”
Mesele bu kadar şok edici olduğu için, kral haberleri aldığı anda öncelik koydu, büyük bir kuvveti aramak ve incelemek için gönderdi, çalışma oldukça etkin ve tesirli oldu. Geceye kadar doğrulanmıştı: Tüm kraliyet kentinde, bedeninde görülebilen yüzler büyüyen beş kişi vardı. Bu beşi ya görmüş ve umursamamış, ya da ‘yüzlerin’ büyüdükleri yerler kolay saptanan yerler değildi. Ayrıca ‘yüzler’ ne kaşınıyor ne acıtıyordu, bu yüzden fark etmemişlerdi. Dahası, ondan fazla kişinin bedeninde de olgunlaşmamış ‘yüzler’ olduğu su götürmez sığ yumrular vardı.
Bu yirmi kadar kişilik grubun içerisinde kadınlar ve gençler vardı, birbiri ardına Xie Lian’ın karşısına geçmeleri için öne sürülürlerken, tedirginlikle doluydular, bir yandan birbirlerini selamlıyor ve rahatlatıyorlardı. Başlangıçta Xie Lian bir mesele hakkında yanındaki birisiyle konuşuyordu, ama onları fark ettiğinde, bir şeylerin yanlış olduğunu hissetti. Sordu. “Birbirinizi tanıyor musunuz?”
Bütün gece çalışmış olan görevliler hızla raporlarına göz gezdirdi ve yanıtladılar. “Ekselansları, pek çoğu kraliyet kentinin varoşlarında yaşıyorlar, evleri oldukça yakın, bu yüzden belki komşu olarak tanışıyorlardır.”
Hepsi aynı yerde mi yaşıyorlardı? Mu Qing donakaldı. “Yakın yerde yaşayan insanlarda mı insan yüzleri çıktı? Bu şey bulaşıcı mı???”
Xie Lian ondan hızlı düşünmüştü, sadece bu kadar hızlı konuşamamıştı. Anında emretti. “İzole edin! Etkilenmemiş olanlar dağılsın, kimsenin buraya yaklaşmasına izin vermeyin. Buradaki herkesi karantinaya alacak bir yer bulun!”
“Bulaşıcı tuhaf bir hastalık.” Sözler dışarıya sızdığı anda, her ayrılın komutundan ve güçlü birlikten daha etkili olmuştu. Sadece izlemekte olan halk dağılmakla kalmamış, sokaktaki evlerin yarısından fazlası da boşaltılmıştı. Xie Lian görevlilere ve askerlere korunmak için giyinmelerini emretti ve kraliyet kentinin varoşlarında yaşamakta olan o yirmi kadar insanı, içlerinden bazılarının yaşadığı bir yere götürdü.
Varoşlardaki en yakın yerleşim bölgesi Buyou Ormanı denilen geniş bir ormandı. Devlet görevlileri oraya geçici olarak ‘hastaları’ izole etmek için bir bina kurmak niyetindeydiler. Ancak, ağaçlığa girdiklerinde, diğerleri kamp kurmakla meşgulken, Xie Lian yürüdükçe daha da tedirgin hissediyordu. Feng Xin ve Mu Qing de fark etmişlerdi. İlk konuşan Feng Xin’di. “Ekselansları, burası Lang Ying’in…”
Xie Lian’ın elleri yere düştü, kaşları derince çatıldı. “Evet. Öyle.”
Buyou Ormanı, Lang Ying’in çıplak elleriyle kazıp, oğlunun ölü bedenini gömdüğü yerdi!
Bunu fark edince üçü bakıştılar. Her ne kadar söyleyemeseler de, belli belirsiz bir düşünce zihinlerinde beliriyor, Lang Ying’in o gün cesedi gömdüğü yeri arayıp bulmaları için onlara ısrar ediyordu. Ancak, aylar geçmişti ve Buyou Ormanında çok fazla ağaç vardı, çocuğun hangi ağacın altına gömüldüğünü nasıl tam olarak hatırlayabilirlerdi?
Tam bu sırada, tarifsiz derecede pis bir koku havadan süzüldü.
İğrenç koku çürümüş bir cesetten geliyor gibiydi, ama daha bile boğucuydu. Tek bir nefes çekmek insanı bayıltabilirdi. Diğerleri de fark ettiler ve gerilemeye başladılar, burunlarını kapıyor ve elleriyle yelliyorlardı. “Orada ne var?”
“Neler oluyor! On senelik turşu kavanozundan beter!”
Xie Lian öne çıktı ve korkunç kokuyu takip etti, sahiden tanıdık görünen eğri bir ağaca rastlamıştı. Ağacın altındaki toprak hafifçe yükselmiş, yumuşak bir yığın oluşturmuştu. Askerler kılıçlarını kaldırdı ve Xie Lian’ı korumak için toplandılar, ama o elini kaldırarak onları durdurdu. Ciddi bir yüzle. “Dikkatli olun. Normal insanlar yaklaşmamalı.”
Normal bir insan olmayan Feng Xin düşünmeden bir kürek kaptı ve yaklaştı. Birkaç kez kazıktan sonra çamur tepe bir hendek olmuş, pis koku yoğunlaşmıştı ve Feng Xin daha dikkatli bir şekilde kazmaya devam etti. Birkaç kürek sonrasında, küçük siyah bir şey çıkmıştı ve kıvranıyor gibi görünüyordu.
Feng Xin’in hareketleri yavaşladı ve askerler korkunç bir düşmanla yüz yüze gelmiş gibi görünmeye başladılar. Aniden toprak yukarı doğru eğrildi ve sığ, şiş devasa bir beden topraktan çıkarak kendisini meşale taşıyan kalabalığa gösterdi.
Çürümüşlüğün pis kokusu anında kabardı ve pek çokları kustu. Xie Lian’ın gözbebekleri kasıldı.
O şey artık bir ‘insan’ olarak tanımlanamazdı. Her şey ondan daha insan kabul edilirdi. Kimse bu devasa cesedin önceden küçük, zayıf bir çocuk olduğunu kestiremezdi!
Kusma hissi boğazında düğümlendi ve Xie Lian başını çevirdi. Feng Xin ve Mu Qing de şaşkındı, düşünmeden konuştular. “BU NE?!” Bir lanet miydi yoksa sadece çürümüş bir ceset mi??
Bu şey ne olursa olsun Xie Lian ne yapmaları gerektiğini biliyordu. “Geri çekilin! Ne kadar geri giderseniz o kadar iyi! Ben bu şeyi yakacağım!”
Elini kaldırdı ve büyük bir alev bulutu püskürdü. Tam ateş tutuşur ve duman kalınlaşırken, kraliyet kentinin uzak ucundan keskin bir savaş borusu öttü, yüksek ve tiz ses herkesi çağırıyordu.
Üçü aynı anda başlarını kaldırdılar; bu düşman saldırısı demekti. Feng Xin küfretti. “Sikeyim, onca zaman varken şimdi saldırmak zorundaydılar!”
Mu Qing’in yüzü karanlıktı, meşale ışığında bile kasvetli görünüyordu. “Belki, kastidir?”
Xie Lian seslendi. “Mu Qing, burada kal ve bu meseleyle ilgilen. Feng Xin, sen benimle geliyorsun. Önce geri püskürteceğiz. Unutmayın, zayıflık göstermek yok!”
O gece ikisi aceleyle şehir kalesine koştular ve hemen savaşa girdiler.
Her ne kadar savaş ani çıkmış olsa da, yine de kazanmışlardı. Ancak her ne kadar kazanmış olsalar da, hiçbir Xian Le askeri, Xie Lian dahil, galibiyetin sevincini hissetmemişti.
Aniden ortaya çıkan ‘tuhaf hastalık’ insanlar tarafından ‘İnsan Yüzü Salgını’ olarak anılmaya başlamıştı. Sözler kraliyet kentinde yıldırım hızıyla yayılmıştı, karmaşa ve müthiş bir tedirginlik çökmüştü.
Kral haberlerin önünü kesmeyi düşünmüştü, ama ilk kurban sokaklarda delirmişti; sayısız görgü tanığı vardı bu yüzden en başından beri gizlenemezdi. Ayrıca İnsan Yüzü Salgını hızla yayılıyordu, sadece altı gün içerisinde elliden fazla insan, vücudunda benzer şeylerin oluştuğunu fark etmişti.
Aynı zamanda Yong An’ın kuşatması güçleniyordu. Her iki taraftan saldırıya uğrayan Xie Lian, Yong An’a gidip yağmur yağdırmaya zar zor fırsat buluyordu. Tüm ruhani güçleri ve enerjisi varoşları karantina altında tutmaya ayrılmıştı.
Dondurucu Buyou Ormanında, çadırlar ve kulübeler önerilen geniş alanlara inşa edilmişti. Xie Lian hastalarla dolu büyük alandan geçti. Karantina yirmi kadar insanla başlamıştı, ama kısa bir süre sonra yüzlere çıkmıştı ve daha da büyüyordu. Her gün Xie Lian eğer fırsat bulursa gelip etkilenen kişilerin korkunç semptomlarını rahatlatmak için güçlerini kullanıyordu. Ancak hala esas nedeni iyileştirememişti ve insanlar onları tamamen iyileştirmesini umuyorlardı.
Xie Lian yürürken, yerde yatmakta olan genç bir adam aniden elini kaldırdı ve cübbesinin ucuna tutundu. “Ekselansları, ölmeyeceğim değil mi?”
Xie Lian tam cevap vermek üzereydi ki, adamın tanıdık göründüğünü fark etti. Daha yakından bakınca Xian Le su sıkıntısı çekerken yağmurlu günde ona şemsiye veren adam olduğunu fark etti.
O günü hatırlayınca, yağmuru, şemsiyeyi, Xie Lian’ın kalbini bir sıcaklık sardı ve diz çöktü, nazikçe genç adamın kolunu okşadı ve ciddi bir sesle konuştu. “Elimden geleni yapacağım.”
Adam hayatta kalma umudu bulmuş gibiydi; gözleri neşeyle kımıldadı, sürekli ‘güzel, güzel’ diyerek tekrar yere uzandı. O coşkulu gözlere bakınca Xie Lian sahiden yapabileceğine inandıklarını görebiliyordu. Bu nedenle ne zaman o gözlerle karşılaşsa, kendini suçlama hissi kalbinin derinliklerine kök salıyordu ve daha da çaresiz bir halde şifa bulmaya çalışıyordu.
Karantinada bir tur attıktan sonra Xie Lian oturabilecek bir yer buldu. Mu Qing kamp ateşi yakmaya başladı ve Xie Lian oturdu, düşüncelere dalmıştı. Biraz uzaklardan, birkaç ayakçı çocuk sedye taşıyarak geldiler, kendi kendilerine fısıldaşıyorlardı, ama sözlerinden bazıları Xie Lian’ın kulaklarına ulaştı:
“Şimdi kaçıncı oldu?”
“Dördüncü veya beşinci galiba.”
Sedyenin üzerinde Buyou Ormanında ölen bir hasta vardı. Aslında İnsan Yüzü hastalığından ölmek zordu. Ancak bu daha da korkutucuydu. Ölüm yoksa bunun anlamı mağdurların ömürlerinin sonuna dek, o şeyleri vücutlarında taşıyacaklarıydı. Sadece düşüncesi bile insanın yaşama iradesini kaybetmesine yeterdi. Özellikle de genç kadınlar için, yüzleri onlar için çok önemliydi, bu yüzden eğer böyle bir şey yüz kadar önemli bir yerde büyürse, hayatlarına son vermeyi seçiyorlardı.
Bir diğer iç çekti. “Oof! Bu ne zaman bitecek!”
Bir diğeri. “Yanımızda Ekselansları Veliaht Prens var, kaybetmeyeceğiz. Sakinleş.”
Şikayet eden tekrar konuştu. “Savaş kaybetmekten korkmuyorum. Ama böyle bir durumda, savaş kaybetmemenin ne anlamı var ki? Biz halk için böyle yaşaması hiç kolay değil, offf… boş ver, boş ver. Şikayetçi değilim. Hiçbir şey söylemedim say. Hiçbir şey demedim.”
Eğer Feng Xin orada olsaydı anında onlara küfretmek için koşardı. Mu Qing ise sadece Xie Lian’a bir bakış attı ve ateşi körüklemeye devam etti, hiçbir şey söylemedi. Sadece şikayet eden ikili uzaklaştığı zaman düz bir şekilde konuştu. “Cahil halk sadece başkalarını ve cenneti suçlamayı bilir. Bir savaş tanrısının her şeyi kontrol edebileceğini mi düşünüyorlar?”
Xie Lian başını iki yana salladı. O adamlar kendi mantık çerçevelerinde konuşmuşlardı. O bir savaş tanrısıydı; bir orduyla birleştiğinde kazanamayacağı savaş yoktu. Ancak böyle durumlarda, savaş kazanmanın ne anlamı vardı? Ordu oluşturulmasının nedeni sivilleri korumaktı, ancak siviller bir salgının pençesinde kıvranıyorlardı, o zaman bütün avantajları boşa gitmiyor muydu?
Bu sırada kamp ateşleri sallandı ve Xie Lian’ın yanına birisi daha oturdu. Feng Xin geri dönmüştü. Xie Lian hemen sordu. “Nasıldı?”
Feng Xin başını iki yana salladı. “Tam olarak senin araştırdığın zamanki gibi. BeiZi Tepesinde Lang Ying’den hiçbir iz yok ve beyaz giysiliden de. Nerede saklanıyorlar kim bilir, bunun arkasında onların olup olmadığını doğrulamanın hiçbir yolu yok. Ayrıca, şüphelendiğimiz gibi Yong An insanlarının hepsi sağlıklı, İnsan Yüzü Hastalığından tek bir iz bile yok.”
Mu Qing ateşi dürttü. “Kraliyet kenti ve BeiZi Tepesi çok yakın, kimsenin etkilenmemesine imkan yok. Bu işin arkasında onların olduğunu fark etmek çok kolay.”
Pek çokları gizlice buna inanıyor ve böylesinin mantıklı olduğunu düşünüyordu. Ancak Lang Ying’i gizliden veya açık açık suçlasalar bile, adam iyice gizlenmişti ve hiç kanıtları yoktu, bu yüzden hiçbir şey yapamazlardı.
İnsan Yüzü Hastalığının bir lanet olarak başladığından şüpheleniyorlardı ve lanetin kaynağı Lang Ying’in oğlunun cesediydi. Ancak eğer bir lanetse, o zaman iyi bir tanesiydi. İnceleyebilecekleri hiçbir iz bırakmamıştı, bu yüzden şüphelerini doğrulayacak hiçbir kanıtları yoktu. Ve kim bilir, belki de bu İnsan Yüzü Hastalığı yeni, doğal olarak oluşmuş bir salgındı? Xie Lian’ın şüpheliyi ele geçirmeden hastalığın gerçekte ne olduğu hakkında bir yargıya varmasına imkan yoktu.
Cennete varsayımları hakkında kabaca bir rapor da sunmuştu. Ancak Xie Lian ihlalle ölümlü diyara gelmişti, artık eskisi gibi rapor vermek istediği zaman İmparatorun Salonuna dalıp Jun Wu’nun kulaklarına bağıramazdı, şimdi kitabına uygun şekilde davranmalıydı. ‘Kitabına uygun’dan kasıtta: eğer şanslıysa, çok miktarda merit fırlatır ve sözleri cennet mensuplarından geçerdi; eğer şanssızsa, sonsuz gecikmelere hapsolarak karmakarışık bir bürokrasiden geçmek zorunda kalabilirdi. Sonrasında bazı cennet mensupları gönderilirdi. Xie Lian’ın kendisi bir cennet mensubuydu ve Jun Wu dışında, güç konusunda onunla kıyaslanabilecek kişilerin sayısı çok azdı, bu yüzden gönderilen cennet mensuplarının faydası olmayabilirdi. Jun Wu ağır bir yük taşıyordu, ölümlü kelimeleriyle bir ‘makine’ydi, bu yüzden Xie Lian’a yardım etmek için şahsen gelmesi mümkün değildi. Bu nedenle raporu sadece öylesine iletmişti ve Xie Lian kimsenin gelmesini beklemiyordu.
Dahası, Xie Lian’ın bunların hiçbirini düşünmüyordu, başka bir problemi vardı. Konuştu. “Eğer Yong An’ın kraliyet kentini yenmek uğruna bir lanet kullandığını varsayarsak, o zaman en etkili saldırı orduya yapılmalıydı. Ordu düşmesi, kapıları açmakla aynı şey değil midir?”
Orduda olup İnsan Yüzü Hastalığından etkilenenler yok değildi, ama nispeten sayıları azdı, sadece üç dört kişiydiler. Ve onlar karantinaya gönderildikten sonra durum anında kontrol altına alınmış ve hiçbir şey yayılmamıştı. Feng Xin’in aklına bir şey gelmiş gibiydi. “Belki de orduyu yenseler bile, yanlarında sen olduğun için yine de kaybedeceklerini düşünmüşlerdir, bu yüzden ordudan vazgeçip, doğrudan sivillere saldırmışlardır?”
Bunu duyunca Mu Qing kuru bir şekilde güldü. Feng Xin hemen tepki verdi. “Sen neden gülüyorsun?”
“Hiç. Her zaman güzel noktalara değinmeyi başarıyorsun. Benimse söyleyecek hiçbir şeyim yok.” Mu Qing cevapladı.
Feng Xin en çok başkalarına saldırmak niyeti taşıdıkları halde hala kibarmış rolü yapan insanlara gıcık olurdu, bu yüzden onu tamamen duymazdan geldi. “Eğer onlar yaptıysa, bu namertlik. Eğer cesaretleri varsa savaş meydanında dürüst bir şekilde dövüşürler, masum sivillere zarar vermek için karanlık numaralar kullanmazlar!”
Xie Lian tüm kalbiyle katılıyordu ve iç çekti. “Geçtiğimiz günler boyunca neyin bu enfeksiyona yol açtığını düşündüm. Hastalığı kontrol etmeden önce nedenini öğrenmemiz gerek.”
“Bariz değil mi?” Feng Xin. “Enfeksiyon yakınlaşmakla yayılıyor, dokunmayla, aynı suyu içmekle, beraber yemek yemekle, beraber uyumakla vesaire.”
Xie Lian alnını ovaladı. “Yüzeyde hiçbir problem yok. Ama orduyu ele alalım örneğin, ordudaki askerlerin hepsi beraber içiyor, yiyor ve aynı yerde yatıyor, ve kışlalar tüm meskenlerden daha sıkışık, neden daha etkilenen daha çok asker olmadı?”
Mu Qing kaşlarını çattı. “Yani demek istediğin, aynı şartlar altında olsalar bile, farklı beden tiplerinin bazıları etkileniyor ve bazıları etkilenmiyor. Kimlerin İnsan Yüzü Hastalığına karşı bağışıklığı olduğunu öğrenmek istiyorsun, değil mi?”
Xie Lian elini kaldırdı. “Mu Qing, beni anlıyorsun. Demek istediğim tam olarak bu. Eğer bulabilirsek, İnsan Yüzü Salgınının yayılmasını önleyecek bir yol da bulabiliriz.”
Mu Qing başını salladı. “Güzel. O zaman şöyle düşünelim: hangi insanlar daha çok etkilendi? Buyou Ormanında daha çok hangi insan tipi var?”
Xie Lian birkaç gün boyunda durmadan kampı dolaşmıştı ve uykuda bile cevabı verebilirdi. Hemen konuştu. “Kadınlar, çocuklar, gençler, yaşlılar ve ufak tefek genç adamlar.”
Feng Xin meraklandı. “O zaman zayıflar mı etkileniyor? Kral kraliyet kentindeki herkese çalışmasını ve vücutlarını güçlendirmesini mi emretmeli?”
“…”
“…”
Xie Lian ve Mu Qing ona bir bakış attılar, cevap vermek istemiyorlardı. Duraksadıktan sonra, Feng Xin’in kendisi ekledi. “Durun, bu doğru değil.”
 ·         MXTX, Yazar Notu:
Lang Ying’in oğlunun cesedi şişmiş bir kadavra gibi… ama iğrenç olduğu için detaylı bir şekilde betimlemiyorum… hayal edin.
 Çevirmen: Nynaeve
126 notes · View notes
sin-u-san · 5 years ago
Text
Tumblr media
Tanrı, Kumandanlar ve memeler
Ben bir tanrıya iman edeceksem, kiraz ağaçlarını ve kadın memelerini yarattığı için iman ederim.
Ben bir memleketi seveceksem, generalleriyle dalga geçilebildiği için severim.
Kendi yarattığı kadınları örtülere ve evlere hapseden tanrılarla, savaşları çok ciddiye alan memleketlerle pek ilgim yok benim.
"Bak çocuğum, şu benim yarattığım memelere, bacaklara, kalçalara bak, şu salıntılı yürüyüşlere bak evladım" diyen bir tanrıyla dostum.
Arada bir başımı okşamalı benim tanrım, "İşini elinden geldiğince iyi yap, sonra da hayatın alabildiğine tadını çıkar" demeli, dostça uyarmalı beni, "İyi yaşa, öbür tarafta neler olacağı hiç belli değil."
Böyle bir tanrı var.
Ben çalışırken başımı okşuyor.
Ben gezerken, önüme sahiller dolusu bronzlaşmış memeler, biçimli bacaklar, sıcak gülümsemeler çıkartıyor, "Bak" diyor, "bak neler yaratmaya kadirim."
Tapıyorum ben o tanrıya.
Sonra memleketler var.
Generalleriyle dalga geçen memleketler.
Bir karikatür çiziyorlar, üç karelik bir karikatür.
Kahkahalarla güldürüyorlar beni.
Birinci karede, siperde yatmış askerler görülüyor, başlarında generalleriyle bekliyorlar.
ikinci karede komutanları, elinde kılıcıyla siperden fırlayıp, "Hücum!" diye bağırıyor.
Üçüncü karede, ileri fırlamış komutanlarını siperdeki yerlerinden bir milim bile kıpırdamayan askerler, "Bravo!" diye bağırarak alkışlıyorlar. Dördüncü karede ben gülüyorum. Kiraz ağaçlarının ve kadın memelerinin arasında geziyor ve tanrıya tapıyorum.
Generalleriyle dalga geçen memleketlerde dolaşıyor ve o memleketleri seviyorum.
Bir kiraz ağacıyla bir kadın memesine, onların değerini bilmeyen her memleketi satmaya hazırım.
Sat diyor zaten benim tanrım, "Kadın memelerine bakmayan ve generallerini çok ciddiye alan memleketleri sat gitsin, ilgilenme onlarla, ben sana yalnızca bir memleket değil, koca bir dünya verdim, onu sev, ben sana senin zevklerini, kahkahanı paylaşan yeryüzünün her yanına dağılmış kardeşler verdim, onlarla eğlen." iyi bir tanrı benim tanrım. Çok geniş bir memleket benim memleketim. Kiraz ağaçlan ve kadın memeleri bizim iman ettiğimiz mucizeler.
Generaller bizim güldüğümüz karikatürler. Ve Praksiteles, tanrımızın bize verdiği en muhteşem heykeltraş.
Onun yaptığı heykeli, Romalı Plinius, "dünyanın en güzel heykeli" ilan etmişti. Praksiteles, Atinalı bir hey-keltraştı.
Birgün ressam bir arkadaşıyla Datça yakınlarındaki Knidos'ta bir akşam vakti, sahilin kuytu bir yerinde içkisini içip sanattan konuşuyordu.
Tepedeki manastırdan rahibelerin indiğini gördüler.
Rahibeler sahile gelip elbiseleriyle denize girdiler, biraz serinlemek için.
Aralarından yalnızca biri çırılçıplak soyundu.
Genç kadının vücudunu gören Praksiteles hemen o anda o vücudun heykelini yapmadan yaşayamayacağını hissetti.
Ertesi gün manastıra gidip başrahibeden genç rahibenin heykelini yapmak için izin istedi. "Biz karışmayız" dedi başrahibe, "Kendisine bir sorun, kabul ederse heykelini yapabilirsiniz."
Heyecanlı heykeltraş, genç rahibeyi çıplak heykeli için poz vermeye ikna etti.
Heykeli yaparken kızın hikâyesini de öğrendi.
Genç kız, bir adamı öldürmüştü.
Mahkeme genç kızı ölüme mahkûm etmişti.
Yargıçlar idam kararını okudukları sırada, genç kızın artık yapılacak hiçbir şey kalmadığını gören avukatı birden ortaya fırlamış, genç kızın yanına gidip, üstündeki elbiseleri yırtıp, kızın çıplak bedenini yargıçlara göstermişti.
"Bu memeleri yok etmeye razı olacak mısınız?"
Genç kızın memelerini gören yargıçlar yeniden toplantıya çekilmişler ve o güzel memelere kıyamadıkları için idam kararını değiştirip kızı bir manastırda yaşamaya mahkûm etmişlerdi.
Praksiteles, "hayat kurtaran" o vücudun heykelini yaptı.
Adını, "Knidos Afroditi" koydu.
Heykeli daha sonra Bizanslılar istanbul'a getirip Beyazıt'ta kızlar sarayının önüne diktiler ama büyük bir yangında heykel parçalandı. Allahtan bu heykelin yüzlerce kopyası yapılmıştı ve tanrının yarattığı en güzel
memelerden birinin mermere düşen izi günümüze kadar geldi.
Eğer o heykeli görmediyseniz, tanrıyı ve onun neler yaratabileceğini çok ciddiye almıyorsunuz demektir ve benim tanrım kendisinin ve yarattıklarının ciddiye alınmamasından hoşlanmaz.
Bilir ki, kendisini ve yarattıklarını önemsemeyenler, generalleri çok ciddiye alırlar ve onun yarattığı memelere değil, generallerin sözlerine bakarlar. Ben onlardan değilim.
Ben, "Hücum!" diye bağıran generallerini yerlerinden kıpırdamadan alkışlayan askerlere güler, kiraz ağaçlarıyla kadın memelerini yaratan tanrıya tapar, Praksiteles'in heykelini uzun uzun seyrederim.
Eğlenirim ben, hayattan ve çalışmaktan zevk alırım. Sizin ciddiye aldıklarınıza güler, sizin sakladıklarınıza hiç doymayan bir açgözlülükle bakarım.
Bana ve benim gibi olanlara hoşgörülü davranan iyi bir tanrım, adına dünya dedikleri büyük bir memleketim, kahkahalarım ve eğlencelerim var.
Bizim memleketimizde Praksiteles'ler, Knidoslu Afro-dit'ler, güzel memeli kadınları affeden yargıçlar, "Hücum!" diye bağıran generalleri alkışlayan askerler yaşar. Kiraz ağaçlarını ve kadın memelerini yaratan tanrı, çalışırken bizim başımızı okşar.
Ve, biz ona iman edip, "Hücum!" diye bağıran kumandanlara güleriz.
Ahmet Altan 
"İçimizde Bir Yer"
19 notes · View notes
papatyalarisevdirenadam · 6 years ago
Text
Tumblr media
Papatyalar bile soldu bu gece. İçimde heryer enkaz şimdi. Çığlık çığlığa bağırdıklarımı içimden dışarı çıkartamadım bugün. Kırmak dökmek kolaydı. Ama hiç biri sarmıyor yarayı. Anlam veremiyorum olanlara. Döşemiyorum içimdekileri kimseye. Ne öfkemi ne de hissettiklerimi. Sadece biliyorum ki nefes bile alamadım. Göz kapaklarım bile bu işkenceye katlanamadı. Paramparça ve dağılmış hissediyorum. Çünkü biliyorum. Gözlerinden artık gider gibiyim.
8 notes · View notes
my-solara99 · 4 years ago
Text
Talimat 14
Rab diyor ki:
1. Işığı aramaya geldiniz ve ben onu size veriyorum, çünkü siz inancınız var ve benden bekliyorsunuz. Beni arayan herkes bulacak; benden ümit eden herkes alır.
2. Kralın yıldızının parlamayı bırakması, beni arayan çocuklarımdan bir tanesini reddetmeme göre daha kolay olurdu.
3. Hatalarınızı düzeltmek için yardımınıza geliyorum çünkü kafa karışıklığınızın devam etmesini istemiyorum.
4. Bu talimatın size devredilmesi için benim tarafımdan belirlenen zaman sona eriyor ve kendinizi hazırlamanız gerekiyor, çünkü 1950'den sonra elde edeceğiniz ruhtan ruha bağlantıda, talimatlarımda olacaksınız. daha büyük bir bilgelik bulun.
5. Başlatılmamışlar kendilerini "çocuk öğrencilerine", "çocukların öğrencilerini" müritlere ve müritleri ustalara, insanlık arasındaki iyi eserlerin yaşayan örneklerine dönüştüreceklerdir.
6. Size "çocukların öğrencileri" dediğimde kendinizi küçük hissetmeyin, çünkü Tanrı'nın bilgeliğinin önünde çocuk olmak zaten çoktur.
7. Sadece burada aranızda değil, insanlık arasında, mezheplerde ve dinlerde dağılmış birçok öğrencim ve "çocuk öğrencilerim" var, çünkü hepsi, gelişimlerine göre, sonsuz maneviyat merdivenini oluşturan çeşitli seviyeleri işgal ediyor.
8. Ama benim sadece bu dünyada öğrencilerim olmadığını da bilmelisiniz; Size "Baba'nın evinde sonsuz sayıda mesken vardır" dediğimi hatırlayın. Çocuklarım benden bir şeyler öğrenmek için yaşayan ölçülemez kalabalıklar arasında oradalar.
9. Öğretmemi daha iyi anlayan, dolayısıyla daha fazla ilerleme sağlayan o alemde olduğunu bilin.
10. Keder ve hayal kırıklığı içinde bu dünyadan ayrılanlar gelir; gerçeğe ve bilgiye susamışlar, aşka aç olanlar, aşağılanmışlar.
11. Orada Efendileri, onlara insanlığın inkâr ettiğinden daha büyük öğretiler vermelerini bekliyor.
12. O zaman yeryüzünde bilinmeyen ve fakir olanlar gerçek ışıkta parlayacaklar ve bu dünyada sahte ışıkla parlayanların ahirette manevi sefaletlerine nasıl ağladıklarını görünce şaşıracaklar.
13. Yaşayacağınız o barış dünyalarında, yeryüzünde ağlayan ve Beni kutsayanların, tutku kadehlerini boşalttıklarında beklemedikleri bir ödül olan, en güzel sürprizleri aldıkları yerdir.
14. Umutsuzluk ve şüphe dolu anlar yaşadıklarını boşverin; Onları bu zayıflık anlarını affediyorum çünkü aynı zamanda teslim oldukları ve beni kutsadıkları büyük acı günleri de vardı.
15. Bu çocuklarım da Golgota'larını deneyimlediler ve kefaret yolunda çok acı çektiler; ama yasamı yerine getirenler, iyi yolda sadece birkaç dakika yaşasalar bile, sonsuz yaşamda saadet ve manevi doyuma ulaşırlar.
16. Sonsuz aşkım, erkeklerin kısa süreli aşkına böyle cevap verir.
17. Ne mutlu düşüp kalkanlar, ağlayanlar ve beni kutsayanlar, kardeşlerinin kötülüğünden yaralananlar, Bana güvenenler ve Bana kalplerinin mabedini sunanlar.
18. Bu küçükler ve acı çekenler, alay edilenler ve yine de uysallar görünüşte zayıftır, ancak gerçekte güçlüdürler; ve bu dünyanın ötesinde olduklarında daha büyük ifşaatlar onlara mahsustur.
19. İkinci seferde benim öğrencim olabilmek için, sadece büyük ruhsal güce sahip olmak değil, aynı zamanda fiziksel güce de sahip olmak gerekliydi; çünkü insanoğlunun zulmüne, dünyada bildiklerinin dışında bir şey vaaz edenlerin işkence ve cehaletlerine maruz bıraktıkları işkencelere ve yargılamalara katlanmak zorundaydı.
20. Şimdi büyük fiziksel güce ihtiyacınız yok, ilahi plan farklıdır; ama öğretimi insanlığa yaymak için iş arkadaşlarım olmaya devam edeceksiniz.
21. Bu süre zarfında - her alanda gerçekleşmiş olmasına rağmen - daha az acımasız ve geçmiş enkarnasyonlarında edindiği deneyimlerle daha gelişmiş olan bir insanlığın cehaletiyle savaşacaksınız.
22. Bugünlerde çoğunluğun yaptığı gibi Tanrı'ya ibadetini anlamayan ve ifade etmeyen birini tanıyorsanız - bu sizi yabancılaştırsa ve gücenseniz bile - artık diri diri yakılması gerektiğini haykırmazsınız.
23. Eğer beklenmedik bir şekilde hasta ve ele geçirilmiş birine rastlarsanız, artık şeytanlarla dolu olduğu haykırışıyla ondan kaçmayacaksınız.
24. Halihazırda pek çok kişi, bu tür varlıkların var olmadığını ve yalnızca kendilerini nazik koyunlara dönüştürmek için bir anlık netlikten yoksun olan kafası karışmış ruhlar olduğunu anlıyor.
25. Şeytan ya da Şeytan dediğiniz varlığın bedeninizin zayıflığından, düşük tutkulara olan eğiliminden, zevklere ve bedenin arzularına bağımlılıktan, kibirden, kendini sevmekten başka bir şey olmadığını zaten anlamaya başlıyorsunuz. , kibir ve etin ruhu cezbeden her şeyi.
26. Hâlâ pek çok uygunsuz iş yapıyor ve düşünüyorsunuz; ama sevinin, çünkü bazılarınız tam tersini varsaysa bile, mükemmel olmayan yargılarınız tarafından yönlendirildiğiniz için, gelişiminizde gittikçe daha fazla ilerliyorsunuz.
27. Bu, sizi çevreleyen görünür ve görünmez yaratımı henüz anlayamadığınız ve bu nedenle yorumlarınızda yanlış olduğunuz için olur.
28. Fakat ruhsal gelişiminizin nasıl olduğuna bağlı olarak ve açıklamalarımı daha iyi anlama ihtiyacınızın bir sonucu olarak, size yol göstermeleri için elçilerimi gönderiyorum; ve zihninizi nasıl hazırladığıma bağlı olarak, sizi mükemmelliğe götürmek için bilgeliğimden söz ediyorum.
29. Doğruluğum, aynı zamanda, babanızın sevgisinin size bahşettiği özgür iradeye her zaman saygı duyduğu, olduğunuz şeyle mükemmel bir uyum içinde olmanızı da sınar.
30. Hepiniz Yüce Varlığın varlığının önsezisine veya sezgisel bilgisine sahipsiniz ve bu içsel bilgi, ruhunuzun uzun ruhsal gelişim yolunda kademeli olarak kazandığı ışıktır.
31. Şimdi sizi aydınlatmak için zihninize yeni bir güneş geliyor, size çok özlediğiniz ve beklediğiniz şeyi öğretecek yeni bir kitap.
32. Sevgili insanlar, insanlığın artık yalanlara, mitlere ve pek çok yanlış ışığa dayanamayacağını hissetmiyor musunuz? Kanunlarıma verilen hatalı yorumlarla ruhu beslemek artık uygun değil.
33. Daha fazla bilgi almaya hazırlanıyorsunuz ve yüzyıllar boyunca mezheplere, felsefelere ve dinlere bölünmüş olmanıza rağmen, çok yakında bilgelik akışı size sonunda bu olduğunuzu anlamanızı sağlayacak olan yeni vahyim etrafında toplanacaksınız. "Gerçek Yaşam Kitabı", Ruhun kitabı.
34. Sözüme acilen ihtiyacınız var; Benim mükemmel aşkımdan yayılan bu çiy eksikliğinden dolayı ruhsal susuzluktan kurtuluyorsunuz. Ruhunuzdaki ferahlıktan yoksunuz; bu nedenle size hayat ağacının meyvesini sunmak için yanınıza geliyorum.
35. Hatalarınıza sevgiyle dikkatinizi çekmeye geldim; Ve siz de, başkalarının hatalarını aynı sevgi ve merhametle göstermelisiniz, böylece biri ve diğeri kusurlarını fark edip onları düzeltebilsin; ama asla komşularınızın eylemlerini kınamanıza veya onların inançları ya da kült eylemleriyle alay etmenize neden olacak bir söz söylemeyeceğim.
36. Bana saygı göstermeye çalışırken hangi sapkınlıklara maruz kaldığını biliyor musun? Aklının geçmişini kim hatırlıyor?
37. Size vahşi hayvanlara veya yıldızlara taptığınızı ve hayal gücünüzle insan özellikleri taşıyan tanrılar yarattığınızı söylersem; Yırtıcılara, kuşlara ve sürüngenlere tapmak için secde etmeniz birçoğunuza tuhaf gelebilir. Ama ben sizin manevi gelişiminizi biliyorum ve bu yüzden size komşularınıza, sizden daha düşük bir gelişim seviyesinde olanlara karşı anlayışlı, saygılı ve merhametli olmanız gerektiğini söylüyorum; böylece gerçekten ruhsallığınızı kanıtlayacaksınız.
38. İnsanların hatalarını, bilgeliğimle düzelttiğim ve aşkımla affettiğim hataları tek başıma gösterme yetkisine sahibim.
39. İnsanlık, mezheplere ve absürt kültlere, ahlaksızlıklara ve utançlara köledir; bu nedenle birbirinizi düşman olarak görüyorsunuz; çünkü komşularınıza karşı hoşgörüsüzsünüz.
40. Ama size tekrar söylüyorum, hiçbir erkeğin kardeşlerinin ruhani inançlarını küçümseme veya onlarla alay etme hakkı yoktur.
41. Sen geçici olarak yoldan çıkan koyunlarımsın ve ben sana ölüm getirmek için değil, seni kurtarmak, sana öğretmek ve seni birleştirmek için geliyorum. Birbirinizi sevmenizi söylemek için daha önce yaptığım gibi geldim; bu varoluşun ötesinde başka, daha yüksek bir hayata sahip olduğunuzu; çünkü babanın evinde sonsuz sayıda mesken vardır.
42. Eğer insanlar kardeşlerine karşı gerçek sevgiyi hissederlerse, kendilerini içinde buldukları kaosa katlanmak zorunda kalmazlar; içlerindeki her şey uyum ve barış olurdu. Ancak bu ilahi sevgiyi anlamıyorlar ve insan düşünce süreçleriyle ispatlayabilecekleri sadece bilimsel gerçeği, çıkarılan gerçeği istiyorlar; kalbe ulaşan gerçeği değil beyne hitap eden gerçeği istiyorlar ve şimdi materyalizmlerinin sonucuna sahipler: bencil, sahte ve acı çeken bir insan ırkı.
43. Şu anda dinler ve mezhepler karışıyor; ama onların yüksek bir kökene sahip olduklarını ve yanlış yollarının üzerinde, aydınlanmışlarımın geride bıraktıkları saflık ve ışık izlerinin hala bulunduğunu size söylüyorum.
44. Eğer bilimlerinizden bazılarını Beni incelemek ve yargılamak için kullandıysanız - doğanızı kavrayana ve materyalizminizi yok edene kadar bunları kendinizi keşfetmek için kullanmak sizin için daha mantıklı değil mi? İyi bilimler yolunda babanın sana yardım edemeyeceğini düşünüyor musun? Gerçekten, size söylüyorum, eğer ilahi sevginin özünü hissedebiliyorsanız, derin olduğunu düşündüğünüz ve hangi bilgileri çalışarak beyninizi yormanıza ve kendinizi yormanıza gerek kalmadan bilgi anlayışınıza kolayca ulaşacaktır. gerçekte elinizin altında.
45. Ama bilimleriniz, gözlemleriniz ve araştırmalarınız sizi sevmeye götürdüyse, bu merakın sonu, en küçüğüne, en zayıfına ve en muhtaç olan komşunuza, her zamankinden daha büyük bir mükemmellikle hizmet ederek Babanıza haraç ödemek olsaydı. Ben sana hiçbir şey söylemiyorum Ama bilimleriniz aracılığıyla, O'na sınırlar koyarak, O'na hatalar atarak ve O'na sahip olmadığı formları vererek Tanrınızı küçümsediğinizi ve kötülediğinizi gördüğümde; Eşzamanlı olarak maddeden putlar yaptığınızı ve kusurlu insanları tanrılaştırdığınızı ve onları kutsal saydığınızı gördüğümde, size ne sahip olmanız gereken gerçeği fark etmemişsiniz ne de birisine kutsal veya ilahi bir rütbe atama yetkiniz yok . Bu sadece sizin Tanrınıza ve Rabbinize aittir.
46. ​​Sınırlı anlayışınızla onu kavrayamayacağınız için sonsuzu ne temsil ne de belirleyemezsiniz; ne de diliniz ilahi olanı ifade edemez veya açıklanamaz olanı insan terimleriyle açıklayamaz.
47. Tanrı'yı, size hakikat hakkında asla bir fikir vermeyecek kelimelere veya sembollere hapsetmeye çalışmayın.
48. Alçakgönüllülükle "Tanrı" deyin, ama bunu içten bir şekilde söyleyin ve Rab'bin size olan ölçülemez sevgisi hakkında bir fikir istiyorsanız, İsa'yı düşünün.
49. Alegorilerle, resimlerle, sembollerle veya Tanrı'nın kötü temsilleriyle, yalnızca kardeşlerinizin Beni inkar etmesini veya küçük ruhlar olmasını sağlayabilirsiniz.
50. Dilleriniz ilahi olanı açığa çıkarmak için çok sınırlı; bu nedenle sizinle her zaman benzetmelerde, uygun resimlerde konuşmak zorunda kaldım; ama şimdi görüyorsunuz - sizinle bu şekilde konuşsam bile - beni çok az anladınız çünkü ifşalarımı anlamak için gerekli iradeden yoksunuz.
51. Her zaman kelimelerinizin anlamı hakkında tartışırsınız ve ne kadar çok kelime icat ederseniz, zihninizi o kadar çok karıştırırsınız. Ey çok sözlü insanlar, çok sayıda dil ve birçok inanç, ama çok az aşk eseri!
52. Dünyanın her köşesinde aynı şekilde ve sadelikle şarkı söyleyen kuşlara bakın.
53. Size tüm canlıların birbirlerini insanlardan daha iyi bildiğini ve anladığını söyleyebilirim. Neden? - Hepsi onlar için planladığım yolda yaşadıkları için, sizin için tasarlanmamış alanlara girdiğinizde, doğru yollarınızdan, yani ruhun yollarından uzaklaşırsınız; ve kendinizi materyalizmde kaybettiğinizde, artık ruhsal, ilahi ve ebedi olanı anlamıyorsunuz.
54. Ama burada Ben var, insanlık; Dünyadaki hatalarınızı, size bu dünyada ve ötesinde yüksek ve asil tatmin sağlayacak bir yaşamın gerçek ilerleme çalışmasına dönüştürerek maddi durumunuzda bile manevi yaşamla nasıl uyum içinde olabileceğinizi öğretiyorum. insan hayatını terk edersen, aklında hiç bitmeyen muhteşem sürprizler bulacaksın.
55. Örnek olarak İsa'yı alın! - Hangi yolla? - Komşunu kendi çocuğunuz gibi, anneniz gibi, kardeşiniz gibi, kendiniz gibi severek.
56. Her zaman size sevginin gücünü öğreten rehberleriniz oldu. Onlar, Benim Kanunum hakkında daha fazla bilgi sahibi olan ve işlerinde daha fazla saf olan, daha gelişmiş kardeşlerinizdi. İyilik, fedakarlık ve aktif sadaka adanmış bir varoluş için sapkınlıklar ve günahlarla dolu hayatlarını değiştirirken size bir güç, sevgi ve alçakgönüllülük örneği verdiler.
57. Çocukluktan yaşlılığa, sevginin elde edebileceği her şeyin ve hayırseverlik eksikliğinden kaynaklanan acıların net modellerine sahipsiniz; ama siz - kayalardan daha uyuşmuş - günlük hayatın size verdiği derslerden ve örneklerden ders almada başarısız oldunuz.
58. Yırtıcı hayvanların bile bir sevgi çağrısına nasıl nazikçe tepki verdiğini hiç gözlemlediniz mi? Aynı şekilde, doğanın unsurları, güçleri, maddi ve manevi dünyada var olan her şeye tepki verebilir.
59. İşte bu yüzden size, evrenin Babası ve Yaratıcısı adına her şeyi sevgiyle kutsamanız gerektiğini söylüyorum.
60. Kutsamak doymak demektir. Kutsamak, iyi hissetmek, söylemek ve başkalarına aktarmaktır. Kutsamak, etrafınızı saran her şeyi sevgi düşünceleriyle aşılamaktır.
Bunu yapın ve amacınıza ulaştığınızda, ilahi özü, yaşamınızın kaynağını ve size donattığım armağanları kendinizde bulduktan sonra, sizi yücelteceğim. Mücadele, erdemler ve yasama uymanız, tanrısallığımla tek bir irade, tek bir ruh oluşturmanıza izin verecektir.
62. Işığım yükselişinizde size yardım etmek için sizinle buluşmaya geliyor, çünkü ben her zamanın efendisiyim. Ben sadece bir yaşta gelmedim; Size "Kitap" ı asırlardır gösterdim ve kendinizi ruhsal olarak tanımanızı rica ettim, böylece armağanlarınızın ne olduğunu bilirsiniz ve sağlığın, gücün ve güvenin parladığı örnek bir yaşam sürersiniz. Bu şekilde ruhunuzu yükseltebilecek ve kendinizi sonsuz yaşama hazırlayabileceksiniz.
63. Eğer insan manevi güce sahipse, bunun nedeni ruhunun erdemle kendisini nasıl güçlendireceğini bilmesidir.
64. Bazılarınız inancınız nedeniyle âlimlere danıştıktan veya yıldızlara danıştıktan sonra teselli veya bir sorunun çözümünü veya bir sorunun cevabını aramak için Bana geliyorsunuz. eksikti ve gerçekten inanan birinin gücüne veya güvencesine sahip değilsiniz; ama size doğrusunu söyleyeyim, ilahi iradem gelecekle ilgili tüm bilgilerden üstündür. Kim seven, kim inanan, benimle birleşir, çünkü ben aşk, akıl ve adaletim.
65. Unutma ki benim çocuklarımsın; ve benimle nasıl uyum içinde yaşayacağını biliyorsanız, kardeşlerinize sormanıza, kitaplara veya yıldızlara danışmanıza gerek kalmayacak, çünkü ruhunuzla vicdan yoluyla konuşuyorum ve bunu duyduğunuzda Kendinizi bilgelikle yönetin ve irademin yerine getirilmesinde nasıl yaşayacağınızı anlayın.
66. Bu sesle uyanın, yeteneklerinizi tanıyın ve onları iyiliğin hizmetine verin. Adımlarınıza rehberlik etmesi için size gönderdiğim bu mesajı alın; çünkü kendinize daha yüksek görevler vermek için, aralarında insanlığın koruyucusu olmak için yeryüzündeki işinizi bitirmenizi bekliyorum.
67. Ruh olduğunuzu hissedin ve kendinizi maddeye bağlamayın, hayatınızı zorlaştırmayın! Babanıza ve ayrıca komşunuza olan sevgi dışında hiçbir şeye saygı duymayın veya hayranlık duymayın. Gerçek yaşam, bedene değil ruha bağlıdır, çünkü beden sadece bir süre yaşar ve sonra beden sonsuza dek yaşarken kaybolur.
68. Ruhtan olanları nasıl elde edeceğinizi bilmiyorsanız, dünyevi hazinelerinizin ne faydası olacak? Ruhsal vadide ne olacaksınız, ama sonsuz yaşamda onlardan zevk almak için huzurlarını ve mutluluklarını kullanamayan zavallı ruhlar?
69. Yeryüzüne gönderildiğinde hepiniz babalık mirasına sahipsiniz; ama değerini bilmiyorsunuz, onu ruhunuzda keşfedemez ve dışınızda arayamazsınız. Size bu öğretileri düşünmenizi söylüyorum. Eğer bilgelik arıyorsanız - içinizde var. Güç için çabalarsanız - bu sizin içinizdedir: sağlıkta, ruhsal güçte, yetenekte. Güzelliğin peşinden koşarsanız - ben de size verdim, sadece kendinizi tanımanız gerekir ve aradığınızı bulursunuz. Diğer bölgeleri tanımak istiyorsanız - kendinizi oraya ruhsal olarak yerleştirin ve ruhun daha mükemmel bir şekilde yaşadığı diğer yaşam aşamalarını bulacaksınız.
70. Kaderiniz yükselmek ve Benim olana sahip olmaktır çünkü siz benim çok sevgili çocuklarımsınız.
71. Yeniden saf ruhlar olun! Benim talimatım sizi mükemmellik durumuna getirmek için sizi oraya götürüyor. Doğrusu size söylüyorum, ona döndüğünüzde artık size acı gelmeyecek, çünkü o zaman babanın evine girmiş olacaksınız.
72. Kurtuluşunuzda size yardım ederim. Işığım zorluklarda sana yardım edecek. Ama artık kimseye zarar verme ki kendine zarar vermesin.
73. Gücümü al, tüm doğal güçlerim hizmetinde, her şey senin elinin altında. Seni sevdiğim ve affettiğim gibi sevmek ve affetmek için yaşa.
74. Her şeyi sevin, her şeyi kutsayın; Öyleyse size nasıl yeryüzündeki öğrencilerim olabileceğinizi ve ahirette nasıl bir ışık ruhu olacağınızı, babanızın sizin için belirlediği yeri almak için gerçek huzurla varacağınızı öğretiyorum. Öyleyse eğer bunu yaparsanız, acı çektiğiniz bu dünyaya yeniden doğmayacaksınız; çünkü bu acının ruhunuz için ebedi olamayacağını anlayacaksınız. O zaman diğer dünyalara yükselecek ve sonsuzlukta size gelecek görevleri sevinçle yerine getireceksiniz.
Huzurum seninle olsun!
0 notes
islamievlilikfan · 4 years ago
Text
Selefi Denen Vahhabiler
New Post has been published on https://www.islamievlilik.net/selefi-denen-vahhabiler/
Selefi Denen Vahhabiler
Tumblr media
Es-Selamü Aleyküm, sevgili okurlar,
Cübbeli Ahmet Hoca diye bilinen Ahmet Mahmut Ünlü Hoca kendilerine selefi diyen ama Suud destekli Vahhabilere dikkat çekmişti. Bunların özellikleri,
Çok uzun sakal, kısa saçlar. Takke veya sarık giymezler
Devlet nizamı içindeki herkesi müşrik olarak görüyorlar. Oy vermek, mahkemeye gitmek, askerlik yapmak vs.
Evliyalara müşrik derler.
Tasavvuf ehline, ehli sünnet ve-l cemaat anlayışında olanlara müşrik derler
Peygamber Efendimiz Hz Muhammed’in (s.a.v.) hadisi gereği ölülerimiz için Yasin okuruz. Buna da şirk derler.
Yani kendileri ve vahhabiler hariç herkes müşriktir.
Kendilerine Selefi demelerinin sebebi ise , ehli sünnet olan mütedeyyin insanlar bilir. Vahhabi kelimesi tüylerimizi diken diken eder. Kendilerini asıl itikatları ile Vahhabi diye tanıtsalar foyaları meydana çıkar. O yüzden kendilerini asrı saadet dönemi itikadı gibi göstermek için “Selefiyiz.” diyorlar.
Cübbeli Ahmet Hoca’nın savcılığa verdiği ifadelerle bir çok hücre evi basıldı. Silahlanan örgüt yapısı şeklinde oldukları ortaya çıktı.
Ebu Hanzala, Ebu Haris lakaplı Youtube yayıncıları bu işin başını çekiyor. Uzunca bir süre doğrular ile sohbet veriyor. Bu şeklide akılları kendine tabi yapıyor. Daha sonra uydurma fetvalar ile zehirli fikirleri aşılıyor. İlmi yeterli olmayan Müslümanları kendine tabi kılıyor. Bu gençler ise anasına babasına ve etrafına “Siz müşriksiniz.” deyip duruyor.
Bu gruplar o kadar Müslüman kesen devletlere, hükümetlere tek laf etmezler. Hatta şu aralar ateist, deist gibi insanların imanına kastetmişlere hiç bakmıyorlar. Geleneksel İslam inancını bozan mealci, reformcu, tarihselci, modernist hadis inkarcısı adamlara hiç söz söylemezler. Dine karşı nefret dolu, ilk fırsatta Müslümanlara zulmetmek için bekleyen bazı laik kesim var. Bunlara karşı da hiç bir şey yapmazlar.
Ha bir de bu adamların, DAEŞ terör örgütüne adam ve para topladığı da bir gerçektir.
Ne yazık ki internet veya telefon gibi vasıtalarla mütedeyyin hanımları kandırıyorlar. Kocalarının kafir olduğuna inandırıyorlar. Müslüman bir kadın müşrik veya kafir ile evlenmesi haram olduğundan yanlarına çekiyorlar. Bu şekilde kaç aile dağılmış.
Bu ailelerini terk eden kadınlara her türlü güvence veriyorlar. Nereden geliyor bu değirmenin suyu!
Ancak bizim itikadımızca, kaçtığı kocasından boşanma gerçekleşmediyse evlilikleri sahihtir. Bu durumda, vahhabi kafalılardan biri ile yeniden evlense nikah geçersizdir. Bu evlilik de zinadır. Ebedi hayat ne hale geliyor. Hep cahillik.
Allah’a (c.c.) şükür devletimiz bu örgüt hücrelerine karşı tedbirleri artırdı. Ancak yetmez. Din eğitimi veren kurumlar, bizim gibi mecralarda İslam’a hizmet eden oluşumlar, Youtube kanallarında sohbet veren ehli sünnet hocalar, insanlar ile birebir iletişimde olan mahalle imamları, ilahiyat fakülteleri Diyanet İşleri Başkanlığı, Türk Diyanet Vakfı hatta normal vatandaşlar daha çok çalışmalıyız.
Hem iman çalıyorlar, hem aile yıkıyorlar,hem terör örgütü besliyorlar, hem de hücre evi kuruyorlar.
Daha fazla yazık olmadan safları sıkılaştıralım.
Hayır dualarınızı esirgemeyin
Mustafa Erol
islamievlilik.net
0 notes
mekkedonemi · 7 years ago
Text
                               İNŞİKAK-I KAMER MUCİZESİ
        Hicretten beş yıl kadar önce, nübüvvetin dokuzuncu yılı içinde İnşikak-ı Kamer = Ayın ikiye ayrılması mucizesi; içlerinde Abdullah b. Mes’ud, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Amr, Cübeyr b. Mut’im gibi ashapla bazı müşriklerin gözleri önünde gerçekleşti.
       Kureyş müşriklerinden Velid b. Mugire, Ebu Cehil b. Hişam, Âs b Vail, Âs b. Hişam, Esved b Muttalib b. Esed b. Abdüluzza, Zem’a b. Esved ve Nadr b Haris gibi peygamberimizin ve Müslümanların azılı düşmanlarından bir grup ile yandaşları peygamberimizin yanına gelerek:
       -Ey Muhammed! Sen Allah’ın resulü olduğunu ve göklerden haber aldığını iddia etmektesin.
       Eğer gerçekten peygamber isen bize, kamerin yarısı Ebu Kubeys dağı, diğer yarısı da Kuaykıan dağı üzerinde olmak üzere ikiye ayır da görelim dediler.
       Peygamberimiz:
     -Ben şüphesiz ki Allah’ın (c.c.) resulüyüm buyurduktan sonra:
    -Eğer ben şu dediğinizi yaparsam sizler iman eder misiniz? Diye sordu.
     Müşriklerde:
     -Ey Muhammed! Sen şu söylediklerimizi yap. Bizde senin Allah’ın resulü olduğunu tasdik edelim dediler.
       Peygamberimiz onlara:
     -Ben şu istediklerinizi Rabbime arz edeceğim buyurdu.
     Sonra ellerini açarak:
     -Ey yüce Allah’ım! Şu müşrik kavmim benden kamerin yarısını Ebu Kubeys dağında, diğer yarısını da Kuaykıan dağında göstermemi istemektedirler. Bu mucizeyi görürlerse iman etmeleri umulur.
       Ey yüce Rabbim! Ayın bedir olduğu, en iyi göründüğü gecelerden bir gecede müşrik kavmimin istediklerini bize ihsan buyur diye dua etti.
       Ayın bedir olacağı, en iyi görüneceği gecenin gündüzünde Cebrail (a.s.) peygamberimizin yanına gelerek:
       -Ey Muhammed! Rabbim Mekkeli müşrikler yararlanabileceklerse mucizemizi bu gece seyretsinler buyurdu dedi.
      Peygamberimizde müşriklere:
    -Bu gece Rabbimin mucizesini görmeye hazır olunuz buyurdu.
       Müşrikler ve Müslümanlardan bir grup ayın on dördüncü gecesinde ayın ikiye ayrıldığını gördüler.
       Yüce Allah (c.c.) ayın bir yarısını Ebu Kubeys, dağını diğer yarısını da Kuaykıan dağı üzerinde doğdurdu.
       Peygamberimiz bu mucizeyi şahit olanların arasında ilk sıralarda gördüğü iki ashabına:
     -Ey Ebu Seleme b. Abdülesed! Ey Erkam b. Ebil Erkam! Şahit olunuz buyurdu.
      Peygamberimiz mucizeyi şahit olanların içinde Müslüman olsun, olmasın tanıdık bir kişiye rastladıkça:
      -Ey filan! Ey filan! Diye isimlerini sesleniyor ve onları bu mucizeyi şahit tutuyordu.
       Müşrikler şaşkınlıkla birbirleriyle bakıştıktan sonra birisi:
       -Bu muhakkak Ebu Kebşe’nin Oğlu’nun (Muhammed’in) bir sihridir dedi.
       Bir başkası da:
     -Muhammed sizi sihriyle büyülemiştir dedi.
       Kimileri de:
     -İbn. Ebi Kebşe (Peygamberimiz) bizimle birlikte kameri de büyüledi de kamer ortasından yarıldı diye bağrıştılar.
       Akıl ve mantıklarını doğru kullanabilen bazıları da:
     -Muhammed bizi büyüledi ise bütün insanları da büyüleyemez ya dediler.
       Müşriklerden kimileri de böyle söyleyenleri destekledi.
     -Muhammed şüphesiz ki çok büyük bir büyücüdür. Ne kadar güçlü büyücü olsa da bütün yeryüzünü büyülemeye güç yetiştiremez. Başka beldeler halkından yanınıza gelecek olanlara şu durumu sorunuz. Şu anda uzakta olup da yanınıza gelecek yolcularınızı da gözleyiniz. Geldiklerinde şu durumu onları da sorunuz. Onlarda kamerin tam orta yerinden ikiye ayrıldığını görmüşler mi?
     Eğer onlar şu gördüğünüzün tıpkısını gördüklerini haber verirlerse gördüğünüz doğru demektir. Şu gördüğünüzü görmemişlerse Muhammed sizi sihriyle büyülemiş, görmediğinizi gördürmüş demektir dediler.    
       Müşriklerin arasında bulunan Ebu Cehil:
    -Vallahi! Şu gördüğünüz bir sihirdir, bir göz aldanmasıdır. Çevre ülkeler halkına adamlar salınız. Bakalım onlarda kamerin ikiye yarılıp, ayrıldığını görmüşler mi? Vallahi onlar görmediklerini söyleyeceklerdir diye bağırdı.
       Müşrikler dört bir yana adamlar saldı. Uzak yoldan, başka beldelerden gelecek yolcular gözlendi.
      Her yönden gelenler:
    -Vallahi! Biz şaşılacak bir şey görmüş bulunmaktayız. Kamer tam ortasından ikiye ayrıldı da bir parçası bir yönde diğer parçası başka yöndeydi dediler, peygamberimizi doğruladılar.
       Her taraftan, uzak beldelerden gelenlerden kamerin ikiye ayrıldığını görüp de haber vermeyen bir kimse kalmadı. Fakat gördükleri mucize başkaları tarafından da onaylanıp durduğu halde müşrikler yine inanmadılar. Vallahi bu bir sihirdir. Muhammed hem bizi, hem de şu adamları büyülemiştir dediler.
       Yüce Allah (c.c.) bu konuda şöyle buyurdu.
       “-Kıyamet sâatı yaklaştı. Ay yarıldı. Onlar bir delil görünce hâlâ yüz çevirirler de; şu gördüğümüz süregelen bir sihirden başka bir şey değildir derler.
       Onlar gördükleri mucizeye rağmen peygamberlerini yalanlarlar, hevâ ve heveslerine uyarlar.
      Ama hayır ve şerden her işin karar kılacağı bir sonucu vardır. Ant olsun ki onları bu hallerinden vazgeçirecek nice haberler gelmiştir.
      Bu haberlerin her birinde üstün hikmetler vardır ama onlar ibret almadıklarından bir fayda vermiyor.
       Ey Muhammed! Öyleyse Sende onlardan yüz çevir. Çağıran görülmemiş ve tanınmamış bir Şeye çağırdığı gün onlar, hor ve hakir görülmüş olarak gözleri korku ve dehşetten pörtlemiş bir halde dağılmış çekirgeler gibi kabirlerinden çıkarlar da; bu zorlu, çok çetin bir gündür derler.”                                                        (Kamer 1-8)
                                                    * * * *
      BENİ HAŞİM KUŞATMASININ KALDIRILMASI
        Müşriklerin, Haşim ve Muttalib oğullarına Beni Haşim mahallesindeki kuşatmaları tam üç sene sürdü. Bu arada müşriklerin anlaşarak yazıya döktükleri sonra da Kâbe’nin iç duvarına astıkları şer sahifesine şanı yüce Allah (c.c.) güvelerinden bir güveyi musallat etti.
        Güve en başta yazılan Bismikallahümme = Allah’ım! Senin isminle başlarım yazısındaki Allah (c.c.) kelimesi dışındakileri yedi bitirdi, bir şey bırakmadı.
       Yüce Allah (c.c.) bu durumu vahiyle peygamberimize bildirdi. Bunun üzerine peygamberimiz amcası Ebu Talib’in yanına giderek:
     -Ey amca! Rabbim olan yüce Allah (c.c.) Kureyşilerin bizim için yazıp Kâbe duvarına astıkları şer sahifesine ağaç kurtlarından bir kurdu musallat etmiş Allah lafzı dışındakileri yok ettirmiştir dedi.
       Ebu Talib:
     -Ey Kardeşimin Oğlu! Bunu sana Rabbin mi haber verdi? Diye sordu.
     Peygamberimiz de:
     -Evet! Bunu bana Rabbim haber vermiştir buyurdu.
     Ebu Talib’in gayptan gelen bu haberin doğruluğuna aklı almıyordu. İkircik içindeydi.
      Bu nedenle tekrar:
     -Ey Kardeşimin Oğlu! Bana verdiğin haber gerçek midir? Diye sordu.
     Bunun üzerine peygamberimiz:
     -Evet ey amca! Vallahi verdiğim haber doğrudur buyurdu.
     Ebu Talib biraz düşündükten sonra:
     -Vallahi bizim yanımıza da Senin yanına da bu haberi getirecek kimse gelmemiştir.
     Ey Kardeşimin Oğlu! Söyle bana. Sen bu haberi Kimden aldın? Diye tekrar sordu.
     Peygamberimiz tekrar:
     -Ey amca! Bana bu haberi Rabbim bildirmiştir. Söylediklerim doğrudur buyurdu.
     Ebu Talib sonunda ikna olarak:
     -Ey Kardeşimin Oğlu! Ben şahadet ederim ki sen ancak doğruyu söylersin dedikten sonra bu haberi Haşim ve Muttalib oğullarına bildirdi.    
     Sözlerinin sonunda da:
     -Vallahi kardeşimin oğlu hiç bir zaman yalan söylemez dedi.
     Haşim ve Muttalib oğulları:
     -Ey Ebu Talib! Sen bu konuda ne düşünmektesin? Görüşün nedir? Diye sordular.
     Ebu Talib:
    -Ben Kardeşimin Oğlunun doğru söylediğini tekrar şahadet ederim. Çünkü o hiç bir zaman yalan söylememiştir.
    Sizler şimdi bulabildiğiniz elbiselerden en güzellerini giyininiz ve duyduğunuz şu haberi kimseye söylemeyiniz dedi.
     Haşim ve Muttalib oğulları bulabildikleri en güzel elbiselerini giydikten sonra başlarında Ebu Talib olduğu halde Mescid-i Haram’a geldiler. Hıcr mevkiine vardılar. Orada Kureyş müşriklerinin sözü geçen uluları, emir ve nehiy sahibi kişileri oturmaktaydı.
     Ebu Talib ve yanındakileri görünce pes ettiklerini, peygamberimizi öldürülmek üzere kendilerine teslim edeceklerini sandılar, hemen meclislerine buyur ettiler.
     Ebu Talib onlara:
     -Ey Kureyşin ileri gelenleri, emir ve nehiy sahibi kişileri! Biz buraya sizce bilinen ve kabul edeceğinizi umduğum bir iş için gelmiş bulunmaktayız dedi.
     Müşriklerde sevinerek:
     -Ey amcalarımızın oğulları! Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz dediler.
     Ebu Talib ortaya doğru çıkarak:
     -Ey Kureyş cemaati! Şimdi beni çok iyi dinleyiniz. Hiç bir zaman yalan söylememiş olan ve içinizde El Emin olarak bilinen Kardeşimin Oğlu bana haber vermiştir ki; sizin hakkımızda yazmış olduğunuz şer sahifenize yüce Allah bir ağaç kurdunu musallat ile Allah lafzı dışındakileri yok etmiş, yalnız Allah lafzını bırakmış, bu lafzı dokunmamıştır.
       Şimdi sizler yazıp da Kâbe duvarına astığınız bu şer sahifenizi getiriniz. Eğer kardeşimin oğlu doğru söylemiş ise, sahifeniz onun söylediği gibi çıkarsa vallahi biz en sonuncumuz yerlere serilip ölmedikçe Onu ne size, nede bir başkasına teslim etmeyiz. Artık sizde hakkımızdaki kötü görüşünüzden bizimle ilginizi kesmekten vazgeçiniz.
       Eğer dediğim doğru çıkmaz, Kardeşimin Oğlunun söyledikleri yalanlanırsa Onu size teslim ederim. Onun hakkındaki karar size ait olur. Onu ister öldürür, ister sağ bırakırsınız dedi.
       Müşrikler fazla düşünmeye gerek görmeden:
     -Ey Ebu Talib! Doğru görüş ve doğru söz senin görüşün ve sözündür. Sen bize karşı çok insaflı davranmış bulunmaktasın. Biz senin şu söylediklerini kabul ettik.
      Kâbe’nin iç duvarına astığımız sahifemiz dediğin gibi çıkarsa size nice yıldır uyguladığımız görüş ve davranışlarımızdan vazgeçer, sizleri tekrar aramıza alırız.
      Eğer dediğin gibi çıkmazsa Kardeşinin Oğlunu öldürülmek ya da sağ bırakılmak üzere bize teslim edersin dediler.
    Bu konuda aralarında sözlü akit yapıldı. Bu akit yeminlerle pekiştirildi. Sonrada sahifeyi bulunduğu yerden getirmek üzere bir adam gönderildi.
      Müşrikler bu işin arzularına uygun bir biçimde sona ereceğini zannediyorlar, bunun içinde seviniyorlardı.
       Onlara göre Muhammed’in (a.s) Kâbe’nin iç duvarına asılı sahifenin durumunu bu şekilde açık açık bilmesi, bildirmesi mümkün değildi.
       Sahife getirilip ortaya konulunca Ebu Talib müşriklere:
     -Sizlerden biriniz onu açıp, okusun dedi.
       Müşriklerden birisi okumak üzere sahifeyi açınca onu peygamberimizin dediği gibi buldu. Allah lafzı dışındaki her şey bir güve tarafından yenilmiş, yok edilmişti. Sahifeyi böyle gören müşriklerin elleri yanlarına düştü.
       Ebu Talib müşriklere:
     -Nice uzun yıllar zulmettiğiniz, akraba ile ilişiği kestiğiniz ve kötülük yoluna saptığınız sizce artık belli oldu mu? Şu kötü tutumunuzu artık son verecek misiniz? Diye sordu.
       Müşrikler onun bu sorusuna bir yanıt veremediler. Duydukları büyük hayal kırıklığından bir an kurtulan bir kaçı:
     -Ey Ebu Talib! Sen bize sadece sihir ve bühtan getirmişsin. Bu Muhammed’in sıkça yapmış olduğu sihirlerin birinden başka bir şey değildir dediler.
      Onların bu sözlerine diğer müşriklerde katıldılar. Birbirlerine:
    -Muhakkak ki şu Muhammed’in sihirlerinden bir sihirdir dediler. Gözlerinin önünde gerçekleşen apaçık bir mucizeyi ret ve inkâr ettiler.
      Peygamberimize ve ashabına karşı yapa geldikleri kötülükleri, katılıkları daha da şiddetlendirerek devam ettiler.
           Fakat içlerinde azda olsa akıl ve vicdan sahibi olanlarda vardı. Onlarda Haşim ve Muttalib oğullarına karşı yaptıkları kötü işlerden dolayı birbirlerini kınadılar. Yaptıklarına pişman oldular.
       -Bu amca oğullarımıza karşı yapmış olduğumuz bir zulümden başka bir şey değildir. Sizler şu kötü tutum ve davranışlarınızdan vazgeçiniz dediler. Haşim ve Muttalib oğullarına karşı olan tutum ve davranışlarını yumuşattılar.
       Ebu Talib ve yanındakiler duaların en çok kabul gördüğünü inandıkları yere, Kâbe ile örtüsü arasına girerek:
     -Ey Allah’ım! Bize zulüm edenlere akraba ile ilişiği kesenlere bize yapılması haram olan şeyleri helalleştirenlere karşı bize yardım et. Yardımlarını esirgeme diye dua ettikten sonra mahallelerine, ailelerinin yanlarına döndüler.
       Nübüvvetin onuncu yılına gelindiğinde artık hayli insafsız bir hale getirilmiş olan Haşim ve Muttalib oğulları aleyhine olan bu tecrit hareketini bozup, yürürlükten kaldırmak için Kureyşilerden insaf sahibi bir kaç kişi harekete geçti.
       Onların içinde Hişam b. Amr b. Rebia elinden gelen her şeyi yapıyordu. Bu konuda onun çabasından daha güzel çabalı bir başka kimse yoktu.
       Hişam b. Amr b. Rebia, Nadla b. Hişam b. Abd. Menaf’ın anne bir, baba ayrı kardeşi olduğundan bir bakıma Haşim oğullarından sayılırdı. Kendisi kavmi içinde şerefli ve itibarlı bir kişi idi.
       Hişam b. Amr bu haksız zulmü engel olmak için önce kendisi gibi düşündüğünü umduğu peygamberimizin halası Atike bint-i Abdülmuttalib’in oğlu Züheyr b. Ebi Ümeyye b. Mugire’nin yanına gitti.
        Ona:
    -Ey Züheyr! Sen dayıların olan Haşim ve Muttalib oğullarının bir şey alıp satmaktan, evlenip evlendirmekten ve buna benzer pek çok şeylerden mahrum edildiklerini, darlık ve yokluk içinde kıvrandıklarını bilip durduğun halde istediğini yiyip içmeye, giyinip kuşanmaya, istediğin kadınla evlenmeye gönlün nasıl razı oluyor? Bütün bunları nasıl için sindiriyor?
     Allah’a yemin ederim ki bu işin elebaşısı olan Ebu Cehil b. Hişam’ın seni dayılarına karşı böyle bir harekete davet ettiği gibi sende onu kendi dayılarına karşı böyle bir harekete davet etmiş olsaydın o senin bu davetini hiç bir zaman kabul edip, bu işe yanaşmazdı dedi.
       Züheyr b. Ebi Ümeyye onu sonuna kadar güzelce dinledikten sonra:  
     -Allah senin iyiliğine versin ey Hişam! Bende senin düşündüğünü düşünmekteyim ama tek başıma ne yapabilirim?
      Vallahi yanımda başka bir kişi daha olsaydı bu zulüm anlaşmasını bozup, sahifesini de yırtıp atmak için elimden gelen her şeyi yapar, sonuna kadar uğraşırdım dedi.
       Bunun üzerine Hişam b.Amr:
     -Ey Züheyr! Sen şu dediklerinde ciddi isen bu konuda sana yardım edecek bir kişi daha bulmuş bulunuyorsun dedi.
       Züheyr b.Ebi Ümeyye:
     -O dediğin kişi kimdir? Diye sordu.
       Hişam b. Amr:
     -Benim dedi.
       Züheyr b.Ebi Ümeyye:
     -O halde sen üçüncü bir kişi daha bul dedi.
       Hişam b. Amr kalkıp Mut’im b. Adiyy b. Nevfel’in yanına gitti. Mut’im’in dedesi Nevfel Haşim’in kardeşiydi.
       Ona:
     -Ey Mut’im! Kureyşîlere uyarak Abd. Menaf oğullarından iki soyun gözünün önünde yok edilmesine gönlün nasıl razı oluyor? Buna nasıl içine sindiriyorsun? Diye sordu.
       Mut’im’in söylediklerine ilgiyle dinlediğini fark edince devam etti.
     -Vallahi onların böyle göz önünde yok edilmelerine benim gönlüm razı olmuyor.
      Vallahi onları bundan kurtarmaya bir imkân, yol bulabilseydim onlara doğru koşup gidecek ilk insan ben olurdum dedi.
    Mut’im bAdiyy:
     -Allah senin iyiliğini versin ey Hişam! Ben bir tek adamım. Tek başına ne yapabilirim? Diye sordu.
     Hişam b. Amr:
     -Ey Mut’im! Ben sana ikinci bir adam daha buldum dedi.
       Mut’im b.Adiyy:
     -O söylediğin kimdir? Diye sordu.
       Hişam b.Amr:
     -O kişi benim dedi.
       Bunun üzerine Mut’im b.Adiyy:
     -O halde sen bize üçüncü kişi daha bul dedi
.
     Hişam b.Amr:
     -Ben üçüncü kişiyi de buldum, yanına öyle geldim dedi.
       Mut’im b.Adiyy:
     -Ey Hişam! Söyle bana üçüncü kişi kimdir? Diye sordu.
       Hişam b.Amr:
     -Üçüncümüz Züheyr b. Ebi Ümeyye’dir dedi.
       Mutim b.Adiyy:
     -O halde sen bize bir dördüncü kişi bul dedi.
       Hişam b. Amr oradan kalkıp Ebu Cehil’in kardeşi Ebulbahteri b. Hişam’ın yanına vardı, onunla konuştu. Ona da Mutim’e söylediklerine benzer sözler söyledi.
       Ebulbahteri:
     -Ey Hişam! Şu söylediklerinde bize yardımcı olacak başka kişiler var mıdır? Diye sordu.
       Hişam b.Amr diğer kişileri haber verince:
     -Ey Hişam! Sen bize beşinci bir kişi daha bul dedi.
       Hişam b. Amr, Zem’a b. Esved’in yanına gidip onunla konuştu. Zem’a b.Esved’de Haşim oğullarının yakın akrabalarından sayılırdı.
       Hişam b.Amr ona Haşim ve Muttalib oğullarıyla olan akrabalığını hatırlattı, akrabalık haklarını saydı.
       Zem’a b. Esved onu güzelce dinledikten sonra:
     -Ey Hişam! Davet ettiğin şu iş üzerinde başka kişiler var mıdır? Diye sordu.
       Hişam’da diğerlerini haber verdi, isimlerini tek tek saydı.
       Zem’a b. Esved:
     -O halde sen bizleri bir araya getir dedi.
       Mekke’nin Hacun mevkiinde toplanmaya karar verdiler ve toplandılar. Yapacakları işi konuştular. Bu uğursuz anlaşmayı bozup anlaşmanın yazılı bulunduğu sahifeyi yırtıp atmak üzere ellerinden gelen her şeyi yapmak için anlaştılar.
        Ertesi gün sabah olunca Kureyş müşriklerinin toplandıkları yere gittiler. Giderken Züheyr b.Ebi Ümeyye:
     -Sizden şu işe ilk başlayan ve bu konuda ilk konuşan ben olayım. Bu işi başlatmak bana düşer dedi.
       Züheyr b. Ebi Ümeyye’nin üzerinde ağır ve kıymetli bir elbise vardı. Bunu özel olarak bu iş için giyinmişti.
       Kâbe’yi yedi kere tavaf ettikten sonra Kureyşilerin oturdukları yere geldiler.
       Züheyr b.Ebi Ümeyye öne çıkarak:
     -Ey Mekkeliler! Ey Kureyşiler! Biz istediğimiz gibi yiyelim içelim, giyinelim kuşanalım da Haşim ve Muttalib oğulları alış verişten mahrum edilerek helâk olsunlar öyle mi? Bu bize yakışır mı?
      Vallahi akrabalık bağlarını kesip atan şu zalim sahife yırtılıncaya kadar yanınızda oturmayacağım diye bağırdı.
       O sırada Mescid-i Haram’ın bir köşesinde oturan Ebu Cehil:
    -Ey Züheyr! Sen yalan söylüyorsun. Vallahi o sahife yırtılamaz Muhammed bize teslim edilmedikçe diye bağırdı.
       Zem’a b. Esved ortaya çıkarak:
     -Ey Ebul Hakem! Vallahi asıl sen yalan söylemektesin. Zaten biz o yazının yazıldığı sırada razı değildik dedi.
       Ebu Cehil’in kardeşi Ebulbahteri araya girerek:
     -Zem’a b. Esved doğru söylüyor. Biz orada yazılanları ne kabul nede tasdik ettik. Bu nedenle orada yazılanlar bizi bağlamaz dedi.
       Mut’im b.Adiyyy ona arka çıkarak:
     -Ey Ebulbahteri! Ey Züheyr! Her ikinizde doğru söylüyorsunuz. Bunun aksini söyleyen yalan söylerdir. Biz o sahifeden ve içinde yazılı olanlardan uzak durur, onlardan Allah’a sığınırız diye bağırdı.
       Hişam b.Amr’da Mutim b.Adiyy’i onaylayan sözler söyledi.
       Ebu Cehil hışımla ayağa kalkarak:
     -Her halde şu söyledikleriniz buradan başka yerde, geceleyin herkes uyurken konuşulmuş, üzerinde karara varılmış bir iş olsa gerek dedi.
       Müşrikler kendi aralarında bu şekilde tartışırlarken Mescid-i Haram’ın bir köşesinde oturan Ebu Talib söylenenleri dinliyordu.
       Mutim b.Adiyy Kâbe’nin içinde asılı duran şer sahifesini yırtmak için yanına vardığında onu Bismikallahümme sözü dışındaki bütün yazıların ağaç kurdu, güvesi tarafından yenmiş bir durumda buldu.
      Ebu Cehil ile diğer müşrikler sahifenin ağaç kurdu tarafından Bismikallahümme dışındaki yerlerinin yenildiğini ondan gizlemişler, sanki bir şey olmamış gibi Kâbe’nin iç duvarına tekrar asmışlardı.
       Mutim b.Adiyy ve arkadaşları gerçeği öğrenince çok kızdılar. Onlara Adiyy b. Kays’ta katıldı. Silahlanarak Beni Haşim mahallesine gittiler.
       -Ey Haşim oğulları! Ey Muttalib oğulları! Artık Mekke’deki evlerinize dönünüz. İstediğiniz gibi alışveriş yapınız. İstediğiniz gibi evleniniz, kızlarınızı evlendiriniz. Bundan sonra sizler bizim himayemiz ve korumamanız altındasınız dediler.
      Onları evlerine döndürünceye kadar oradan ayrılmadılar.
       Bu durum karşısında müşrikler bir şey yapamadılar; iki elleri çaresizlikle yanlarına düştü. Her ne olursa olsun, her ne yaparlarsa yapsınlar Haşim ve Muttalib oğullarının peygamberimizi teslim etmeyeceklerini kanaat getirdiler.
       Peygamberimizde yanında ashabı olduğu halde yine halk arasına karıştı. Ebu Talib’te onları Beni Haşim mahallesindeki muhasaradan kurtaranları öven güzel bir şiir söyledi.
       HZ HATİCE VE EBU TALİB’İN VEFATLARI
        Hz. Hatice (r.anha) nübüvvetin onuncu yılında Benî Haşim mahallesindeki muhasaradan kurtulduktan az bir süre sonra altmış beş yaşındayken Ramazan ayı içinde vefat etti. Mekke’nin Hacun kabristanına defnedildi. Peygamberimiz onu defnetmek için kabrine girdi. O zaman vefat eden Müslümanlar için cenaze namazı farz kılınmamıştı.
       Hz. Hatice’nin (r.anha) kaybı peygamberimize çok ağır geldi. Bir bakıma evinin direği yıkıldı. Hz. Hatice (r.anha) peygamberimiz için İslam davasında sadık bir müşavir, dert yanılan bir sükûnet kaynağı idi.
       Hz. Hatice’nin (r.anha) vefatından sonra Ebu Talib hastalanıp ölüm döşeğine yattı ve günden güne ağırlaştı. Bunu duyan müşriklerin ileri gelenlerinden bir cemaat birbirlerine:
     -Hamza ve Ömer Müslüman olmuşlardır. Muhammed’in işi bütün Kureyş kabileleri arasında yayılmaktadır. Onun işimizi zorla elimizden almayacağından emin değiliz. Ebu Talib ise ölüm döşeğindedir. Onunla bir daha konuşma imkânımız olmayabilir. Haydi! Ebu Talib’in yanına gidelim. Muhammed hakkında kendisiyle konuşalım. Onun bize karşı insaflı davranmasını ilahlarımıza dil uzatmaktan vazgeçmesini ölmeden önce ona emretsin. Bizde onunla ve onun taptığı ilahla uğraşmaktan vazgeçelim. Bunu yapmak içinde acele edelim. Biz Ebu Talib’in ansızın ölüp gitmesinden korkuyoruz. Vallahi o ölüp gittikten sonra Muhammed’e bir şey yapacak olursak bütün Araplar bizi ayıplar da ona amcası sağ iken dokunamadılar, bundan korktular da amcası ölünce ancak el uzatabildiler derler dediler. İçlerinden birini göndererek kendisiyle görüşmek üzere izin istediler.
      Müşriklerin elçisi Ebu Talib’in yanına gelerek:
    -Ey Ebu Talib! Kavminin eşrafı ve uluları seninle konuşmak için izin istiyor dedi.
       Ebu Talib izin verince içeri girdiler.
       İçlerinde Utbe b.Rebia kardeşi Şeybe b.Rebia, Ebu Cehil Amr b. Hişam, Ümeyye b.Halef, Ebu Süfyan b. Harb, Âs b.Vail, Esved b.Muttalib, Esved b.Abd. Yagus gibi müşriklerin ileri gelenleri ve azgınlarının da bulunduğu bir grup müşrik ileri geleni Ebu Talib’in yanına geldiler.
      Ona:
    -Ey Ebu Talib! Sen bizim seyidimiz, sözü dinlenen kişimiz büyüğümüzsün.
       Görüyorsun ki ölüm döşeğine düşmüş bulunuyorsun. Biz senin aniden ölüp, gidivermenden korkmaktayız.
       Kardeşinin Oğlu ile aramızda olanı da bilmektesin.
        Kendisini yanına çağır. Bizim için ondan alacağın sözü al. Kardeşinin Oğlu bize karşı insaflı davransın.
       Kendisine emret de ilahlarımıza dil uzatmaktan vazgeçsin. O bizimle uğraşmaktan vazgeçsin bizde onunla uğraşmaktan vazgeçelim.
       O bizimle ve dinimizle uğraşmayı bıraksın, bizde kendisi ile ve dini ile uğraşmayı bırakalım dediler.
       Ebu Talib:
     -Ben şu söylediklerinizi kardeşimin oğluna söyleyeyim deyip, peygamberimize haber saldı.
       Peygamberimiz gelince Ebu Talib:
     -Ey Kardeşimin Oğlu! Şu kişiler kavminin ileri gelen, sözleri dinlenen kişileri, eşrafıdır. Senin içinde bulunduğun iş için toplanıp gelmişler de sana söz verip, senden söz alacaklardır. Senden kendilerine karşı insaflı davranmanı, ilahlarına dil uzatmaktan vazgeçmeni istiyorlar. Böyle yaparsan onlar Senin ile de, İlahın ile de uğraşmayı bırakacaklar dedi.
       Peygamberimiz:
     -Ey amca! Söylediğin gibi onlar benim kavmimin önde gelenleri, sözü dinlenen eşrafı olan kişilerdir. Onlar bizim amcaoğullarımızdır.
       Ey amca! Ben onları bende olan ve kendileri için teklif ettikleri şeyden daha hayırlı olan bir şeye davet etmeyeyim mi? Diye sordu.
       Ebu Talib:
     -Ey Kardeşimin Oğlu! Sende olan hayırlı bir şeye davet edilmeye onlar başkalarından daha çok layıktırlar. Onlar kavmimiz, amcaoğullarımızdır. Sen kavmine neyi davet ediyor, onlardan ne istiyorsun? Diye sordu.
       Peygamberimiz:
     -Ey amca! Ben onları öyle bir Kelimeye davet ediyorum ki onlar o kelime ile bütün Araplara üstün olsunlar da Araplar onlara boyun eğsinler, Arap olmayanlarda cizye ödesinler dedikten sonra yüzünü kavminin eşrafına dönerek:
     -Ey kavmim! Sizler bana bir kelime söyleyiverirseniz onunla bütün Araplara hâkim olursunuz. Arap olmayanlarda size boyun eğerler buyurdu.
       Müşrikler:
     -Ey Muhammed! Baban sana feda olsun. Biz o kelimeyi bir kez değil, on kez söyleyelim. Sen o kelimeyi bize bildir. O kelime nedir? Diye sordular.
       Ebu Cehil bir adım öne çıkarak:
     -Ey Muhammed! Ey Amcamın Oğlu! Anan baban sana feda olsun. Sen o kelimeyi bildir de onu on kelime olarak on kere söyleyelim dedi.
       Peygamberimiz:
     -Ey kavmim! Sizler La İlahe İllallah = Allah’tan başka ilah yoktur dersiniz ve Allah’tan başka tapmakta olduğunuz putları da kaldırıp atarsınız buyurdu.
       Bu sözler üzerine müşrikler peygamberimizden bir adım uzaklaşarak:
     -Ey Muhammed! Biz şu söylediğini söyleyemeyiz. Onu söylemeye dilimiz dönmez. Sen bizden bundan başkasını iste dediler.
       Peygamberimiz:
     -Ey kavmim! Sizler güneşi bir elime, ayı diğer elime getirip koysanız ben bundan başkasını ister değilim dedi.
       Müşrikler peygamberimize çok kızdılar. Hışımla ayağa kalktılar. Peygamberimize:
     -Vallahi ey Muhammed! Sana da, sana bunu emreden İlahına da sövmekten geri durmayacağız. Sen bunca ilahları bir tek ilah mı yapmak istiyorsun? Senin işin şaşılacak bir iş doğrusu diye bağırdılar.
       Sonrada birbirlerine:
     -Vallahi şu adam size istediğiniz şeylerden verici, istediğinizi yapıcı bir kişi değildir. İlahlarınızın adına yürüyünüz. Allah sizinle Onun arasında hükmünü verinceye kadar atalarınızın dini üzerinde sebat ediniz. O dinden ayrılmayınız deyip çıkıp gittiler.
       Müşrikler yanından çıkıp gittikleri zaman Ebu Talib peygamberimize:
     -Ey Kardeşimin Oğlu! Vallahi Senin onlardan istediğin, teklif ettiğin şeyi ben hiçte haktan uzak görmedim dedi.
       Ebu Talib’in bu yumuşak sözleri peygamberimizin onun Müslüman olması yönündeki umutlarını artırdı. Amcasının Müslüman olmasını çok arzu ediyordu.
       Onun Müslüman olacağını umarak:
     -Ey amca! Şu kavmimin eşrafına teklif ettiğim sözü sen söyle. Yarın kıyamet günü gelip çattığında senin için şefaat etmek ancak o sözle helâl olur.
      Ey amca! Söyle de Ben senin La İlahe İllallah = Allah’tan başka ilah yoktur dediğine kıyamet günü şahadet edeyim buyurdu.
       Ebu Talib kardeşinin oğlunun kendisini Müslüman yapmak için isteklendiğini, bunun için üzerine düştüğünü görünce çekinceli durarak:
    -Ey Kardeşimin Oğlu! Vallahi benden sonra Sana ve Senin babalarının oğluna, ev halkına sövüleceği ve Kureyşîlerin bunu benim ölümden korkarak söylediğimi sanmaları korkusu olmasaydı gözünü aydın eder, istediklerini söylerdim dedi.
       Bu olaydan sonra Ebu Talib’in hastalığı günden güne ağırlaştı. Peygamberimiz sık sık yanına uğruyor nasıl olduğunu soruyordu. Müşriklerin ileri gelenleri de Ebu Talib’i yoklayıp durmaktaydılar.  
       Bir gün peygamberimiz amcasının yanına geldiğinde onun yanında Ebu Cehil ile Abdullah b. Ebi Ümeyye’yi buldu. Amcasını daha da ağırlaşmış görünce hemen yanına koştu.
       Ona:
     -Ey amca! Muhakkak ki üzerimde en büyük hakkı olan ve en muhtaç olduğum anlarda bana yardım elini en güzel bir şekilde uzatan insan sensin.
       Ey amca! Sen bir kelime söyle ki kıyamet gününde sana onunla şefaatim gerçekleşsin. Seni yaslanacağın alevsiz ateşten kurtulman için şefaatte bulunayım.
       Ey amca! La İlahe İllallah = Allah’tan başka ilah yoktur de, de Allah katında senin lehine bununla şahadet edeyim buyurdu.
       Orada bulunan Ebu Cehil ile Abdullah b. Ebi  Ümeyye atılarak:
     -Ey Ebu Talib! Sen baban Abdülmuttalib’in dininden dönmeyi arzu eder misin? Diye sordular.
       Fakat Ebu Talib hem peygamberimize, hem de müşriklere karşı sessiz kaldı. Bir şey söylemedi.
       Peygamberimiz ise onun iman etmesi için çırpınıp duruyor, adeta iman etmesi için amcasına yalvarıyordu. Müşriklerde onları dikkatle takip etmekteydiler.
      Sonunda Ebu Talib:
    -Ey Kardeşimin Oğlu! Ben babam Abdülmuttalib’in dini üzerindeyim dedi.
      Onun bu sözleri peygamberimizi ne kadar üzdüyse müşrikleri o kadar sevindirdi.
       Peygamberimiz yine de:
     -Ey amca! Şunu iyi bil ki vallahi hakkında niyaz etmekten nehiy olunmadığım müddetçe senin için mutlaka istiğfar edecek yarlığanmanı Rabbimden dileyeceğim buyurdu.
      Peygamberimizin amcasına olan o büyük sevgi ve saygısı onu böyle davranmaya itiyordu.
      Ama sonuçta iman etmek Allah’ın (c.c.) takdiri, bir nasip meselesiydi. Bunu üzerine yüce Allah (c.c.) Kasas suresi 56ncı ayet-i Kerimesiyle:
 إِنَّكَ لَا تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ يَهْدِي مَن يَشَاء وَهُوَ  أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ
       “-Ey Muhammed! Hakikat sen her sevdiğini hidayete erdiremezsin. Fakat O Allah’tır ki kimi dilerse ona hidayet verir ve O hidayete erecekleri daha iyi bilendir” buyurarak peygamberimizi ikaz etti.
       Ebu Talib iyice ağırlaşınca peygamberimizi yanına çağırarak:
           -Ey Kardeşimin Oğlu! Kaçılamayacak olan bana da gelmek üzeredir.
         Ben öldüğüm zaman sen buralarda durma. Yesrib’teki Neccar oğullarından olan dayılarının yanına git. Çünkü onlar evlerinde, yurtlarında bulunanı koruma gücüne en çok sahip olanlarıdırlar. Onlar Kız Kardeşlerinin Oğlunu çok iyi korurlar dedi.
       Bu vefakâr insan ölüm anında bile çok sevdiği Kardeşinin Oğlunu düşünüyordu.
       Ebu Talib nübüvvetin onuncu yılında Benî Haşim mahallesi muhasarasından kurtulduktan bir müddet sonra Şevval ayının ortalarında vefat etti.
       Vefat ettiği zaman yaşı doksan civarlarındaydı.
       Vefat ettiği zaman oğlu Hz. Ali (k.v.) yanındaydı.
       Vefat edince Hz. Ali (k.v.) hemen Resulallah’ın yanına koşarak gözyaşları içinde:
     -Ya Resulallah! Dalâlet içindeki ihtiyar amcan müşrik olarak ölmüş bulunuyor dedi.
        Resulallah amcasının ölüm haberini alınca oturup ağladı.
       Sonrada:
     -Ey Ali! Git onu yıka ve göm buyurdu.
       Hz. Ali (k.v.) Resulallah’ın buyurduğunu tam anlayamadığından:
     -Ya Resulallah! Onu kim gömecek? Diye sordu.
       Resulallah tekrar:
     -Ey Ali! Sen git, babanı göm.  Dönüp yanıma gelinceye kadar da hiçbir şey yapma buyurdu.
       Hz. Ali (k.v.) gidip babasını defnetti, sonrada Resulallah’ın yanına geldi.
        Resulallah onun yıkanmasını emretti. Hz. Ali’de (k.v.) yıkandı. Resulallah yaptıklarından dolayı Hz. Ali’ye (k.v.) dua etti.  
   Hz. Hatice’den (r.anha) sonra amcası Ebu Talib’in vefatı peygamberimizi çok acı, çok ağır geldi.
      Hz. Hatice İslam davasında bunaldığı zamanlarda içine sığındığı, bir müddet durulup dinlendiği bir sükûnet kaynağıydı.
      Amcası Ebu Talib ise peygamberimizin kolu kanadı, içinde emniyet ve huzur bulduğu sığınağı, müşriklere karşı savunucusu ve yardımcısıydı.
        Bir bakıma peygamberimizin içine sığındığı kale hem dışarıdan hem içerden yıkılmış oldu. Böylece peygamberimiz kanına susamış müşriklerin arasında korunmasız bir durumda kalakaldı.
       İki musibetin birbiri ardınca gelip üzerinde toplanması üzerine peygamberimiz:
     -Şu ümmet üzerinde şu günlerde toplanan iki musibetten ben hangisine daha çok yanacağımı bilemiyorum dedirtecek kadar ağır geldi.
       Bu nedenle Peygamberimiz nübüvvetin onuncu yılını hüzün yılı adını verdi.
���.
2 notes · View notes
kalpherzamansoldanatar · 8 years ago
Photo
Tumblr media
2016’ya asılı kalmak ve laiklerin sahipsizliği  28 Aralık akşamı, İstanbul’da yüzü aşkın gazeteci, cezaevlerindeki meslektaşlarımıza yılbaşı selamı vermek üzere toplandık. Çektirdiğimiz toplu fotoğrafın 31 Aralık günü bazı gazetelere basılmasıyla selamımız hapishanelere iletildi. Toplu fotoğraftaki gazeteciler arasında ideolojik ihtilafları olanlar, geçmişte bu yüzden birbirine kırılmış ve hatta kırgınlığı sürdürenler de bulunuyordu. O fotoğrafta gazeteci arkadaşımız Ahmet Şık da vardı ve o da hapishanelerdeki gazetecilere selamını toplu fotoğrafta yer alarak verdi. Ahmet’in önceki tutuklanışına çalıştıkları veya yönettikleri gazetelerde tepki göstermeyen veya iktidar lehine tutum alan bazı gazeteciler de oradaydı. Ama tüm bunlara rağmen gazetecilerin tutuklanmasına itiraz, bizi aynı karede topladı. Ahmet, 28 Aralık’ta çektirdiği fotoğrafı 31 Aralık’ta cezaevinde gördü. Ve hapiste olsa bile o dayanışma karesinin onun direncini artıracağına kuşku yok. Bunca baskı altında tutulan, meslekleri fiilen yasaklanan, hapis ve ölüm tehditleriyle baş başa bırakılan gazetecilerin o fotoğraf karesinin, baskı altında çil yavrusu gibi dağılmış olan herkese bir mesajı vardı. Reina katliamından önce Ahmet Şık’ın tutuklanışını devletin biz gazetecilere yönelik yeni yıl mesajı olarak algıladık. Ancak benzer bir biçimde yeni yıla girmeye hazırlanan milyonlarca insan cihatçı güçlerin baskı, tehdit ve şantajlarına maruz kalmaya devam ediyordu. 2017’ye saatler kala İstanbul cadde ve sokaklarında gözle görülür bir tenhalık vardı. Reina saldırısı öncesindeki sistematik baskı büyük ölçüde hedefine ulaşmış ve insanlar evlerine çekilmişti. Hatırladığım kadarıyla şimdiye kadar hiçbir yeni yıla böylesi sistematik bir psikolojik baskı altında girilmemiş, laik kesimlere bu kadar topyekün gözdağı verilememişti. Yeni yılı dışarıda, bilhassa içkili mekânlarda kutlayacak olanlara günler öncesinden ölüm tehditleri yapıldı. İslâmcı gazete ve internet siteleri, sosyal medya hesapları psikolojik baskıyı o kadar artırdılar ki, Noel Baba kılığına sokulanların başına silah dayandı, sünnet-bıçaklama gösterileri yapıldı, fetvalar verildi. Bu tehditler sembolik değil, doğrudan seküler toplumsal kesimlere yönelik gözdağıydı. 2016’nın son günlerinde, Noel üzerinden yürütülen kara propaganda aslında 2017’de yaşanacak olan yeni çatışma zemininin ilk aşamasıydı. Reina saldırısı örgütsüz, tepkisiz Türkiyeli laiklere yönelik ilk savaş ilanı olarak tarihe not edilebilir. Zira bu katliamla sadece cihatçı zihniyete tepki gösteren veya demokrasi-özgürlük talep eden kesimlere değil, sessiz laiklere de yaşam hakkı tanımayacağı ilan edildi. Zaten bu laik kesimin yapıp-ettikleri değil (ki cihadist basınca karşı önleyici bir itiraz yok) bizatihi varlıkları cihadistlerin nazarında düşmanlık olarak algılanıyor. Reina katliamının anlattığı Geçen hafta “Türkiye zor günlerden geçmiyor, zor günlere giriyor. Şu ana kadar gördüklerimiz gelecekteki büyük felaketin idmanından ibaret” demiştik. Önümüzdeki zor günlerin yaratıcıları 2017’ye mührünü basmak isteyen cihatçı anlayışın yücelticileri olacak. Reina katliamı 2016’daki karanlığı daimileştirmenin son girişimi olarak da değerlendirilebilir. Nitekim, bu katliamla birlikte Türkiye’nin 2017’ye geçişi takvim yaprağından ibaret kaldı. Hal ve gidiş itibariyle 2016’da asılı kaldı. Cihadistlerin hedefinde  zannedildiği gibi sadece muhalif Kürtler, Aleviler, solcular ve diğer muhalif kesimler değil, laiklik anlayışının bizatihi kendisi de var. Zira söz konusu mekâna yönelik saldırının hedefinde siyasi değil sosyal bir grup vardı. O grup da, saldırganların nazarında “içimizdeki Batı”yı temsil ediyor. 2017’de “içimizdeki cihadist anlayış”, “içimizdeki Batı”yı söküp atmaya odaklanacağa benziyor. Reina katliamı cihatçıların şimdiye kadar Türkiye’de gerçekleştirdiği saldırılara değil, esas olarak Avrupa’da, örneğin Paris’teki Bataclan konser salonundaki saldırıya benzetilebilir. Yani cihatçılar Türkiyeli “Batılıları” hedefine koymuş durumda. O “Batılılar” da kabaca Avrupai yaşam tarzını benimsemiş laik-orta sınıf Türkler olarak tarif edilebilir. Laiklerin sahipsizliği Türkiye’deki cihadistlerin yaşadığı özgüven patlaması, 2016’nın hesabını soran, yeni bir gelecek projeksiyonu kuran ve bunun için mücadele eden demokrat siyasetçileri, gazetecileri hapse tıkayan zihniyetten de besleniyor. Ama sadece bu değil: Şu anda Türkiye’de demokrat laikler kadar sahipsiz, örgütsüz, savunmasız başka hiçbir kesim yok. Bu kesime yönelik saldırıların önüne barikat kuracak siyasi bir iradenin esamesi okunmuyor. Militarist, Kemalist, milliyetçi veya ulusalcı laikler ise şimdilik sisteme eklemlenerek varlıklarını sürdürebileceklerini zannetseler de, bir sonraki halkada onlar da var. Şu sıralar Türkçü-İslamcı hegemonya CHP’yi kendi tabanının talep ve beklentilerini bile sahiplenmeyecek kadar teslim almış durumda. Günlerdir yılbaşını kutlayacak olanlara yönelik tehditlere karşı CHP’nin parti olarak gerçekleştirdiği hiçbir etkinlik olmadı. Bu açıdan CHP’nin laik-demokrat tabanının epeydir partisiz, örgütsüz ve dolayısıyla sahipsiz olduğu söylenebilir. 20 Kasım’da İstanbul-Kartal’da Haziran hareketi tarafından tertiplenen “Teslim Olmayacağız” mitingini yarı yolda terk eden CHP, teslimiyetinin ilanını tekrar yapmıştı aslında. En azından o tarihten itibaren CHP’nin itiraz eden tabanının kendisine sahip çıkacak bir partisi yok. Fakat CHP’nin cihatçı söylem etrafında örülen agresif siyasete karşı doğru dürüst hiçbir argüman geliştirmemesi Kılıçdaroğlu’nun “kabiliyetsizliğinden” değil, partinin sözümona “tercihinden” kaynaklanıyor. Peki bu teslimiyet hangi tercihin eseri? CHP’nin laikliği terki CHP, İslamcı söylemin baskı ve taktikleri altında hareket kabiliyetini yitirirken Türkçü söylemin ise “cazibesine” kapıldı ve bu uğurda bırakın demokratlığı, kendisini var eden laiklik savunusunu bile bir kenara bıraktı. Kılıçdaroğlu, 10 Ekim katliamının yıldönümünde, kendi partisinin üyelerinin de öldürüldüğü Ankara Garı’na gitmek yerine “Günümüz İslam Dünyasında Meseleler ve Çözüm Yolları” sempozyumuna katılmayı seçti. TSK’nın Suriye topraklarına girişinde, tezkereyi destekleyen CHP’nin tartışılmaz bir payı olduğunu hatırlanmasa bile, Kılıçdaroğlu’nun 10 gün önce (23 Aralık) Fırat Kalkanı Harekatı’na ilişkin şu sözleri kendi tabanına verdiği bir mesajdı: “Keşke hiç şehidimiz olmasa, ama eğer Türkiye kendi geleceğini güvence altına almak açısından böyle bir operasyon başlatmışsa, belli acılara katlanmak gerekiyor.” 2016’da gerçekleşen katliamlar, darbe girişimi ve kitlesel tutuklamalarla sarsılmış, örgütlenme özgürlüğü tamamen ortadan kaldırılmış, ifade, gösteri ve yürüyüş hakkı yasaklanmış olan demokrat-laik kesimler, 2017’nin sihirli bir tılsımla 2016’yı unutturmasını ummamalı. 2016’yı “unutturacak” olan 2017’deki demokrasi ve özgürlük mücadelesidir. 28 Aralık akşamı gazetecilerin gösterdiği dayanışmanın baskı altındaki tüm kesimlerde uyanması 2017’ye şeklini verecek. Aksi halde 2017, 2016’nın devamından ibaret kalacak ve elbette çok daha derinleşmiş bir baskı, yalnızlık ve yılgınlık yılı olacak. İrfan Aktan (GazeteDuvar)
15 notes · View notes
ekisilansitesi-blog · 7 years ago
Text
Evde S askı Paketleme İşi Veren Firmalar 2018
Bir çok ev hanımının yaptığı evde paketleme işi imkanlarından yararlanmak istiyor musunuz? Evde iş imkanı için ne yapacağınızı bilmiyor musunuz? Ek iş ilanları 2018 yılında hangileridir? Ayrıca eve ek iş veren firmalar ile nasıl iletişim kurabileceğinizi bilmiyor musunuz? sorularının cevabı ve evde ek iş başvurusu için yapmanız gereken tek şey sitemizi takip etmektir. Sürekli güncellenen ek iş fikirleri, her şehirden başvuru imkanı ve güçlü alt yapısı ile sitemiz her zaman yanınızdadır.
Meyve veren ağaç taşlanır misali özellikle sosyal medya üzerinden sitemizi karalamaya çalışan ve kendi uyduruk katalog işlerini yapmanızı isteyen kişilere lütfen itibar etmeyiniz. Onların tek derdi sizlere ürün veya katalog satarak kendi zararlarını çıkarmaya çalışmaktadır. Zarar diyorum çünkü onlarda o katalog işinden gelir elde edemiyorlar.
Herkes evine ek gelir sağlamak istemektedir ve bu sektörde de aşırı derecede arz ve talep vardır, önemli olan doğru yerden başlayabilmektir. Eğer sizlerde evde çalışarak para kazanmak istiyor ve aile bütçenize katkıda bulunma düşüncesindeyseniz, sitemizde bulunan ek iş ilanlarından sizler için uygun olanlara başvuru yapmanız yeterli olacaktır. Başvuru sıralaması her şehir için ayrı ayrı tutulmaktadır. Yani Ankara’da yaşıyorsanız evde ek iş Ankara 2018 veya 2017 sıralamasında mutlaka başvurunuz yer alacaktır. Birçok kişi başvuruları sosyal medya üzerinden almamızı istiyor, bu kesinlikle yanlış bir düşüncedir, başvuruların site üzerinden olması öncelikle sizler için daha iyi bir fırsattır. Ayrıca işi daha çabuk almanızı sağlar, sosyal medyada tam bir düzen sağlanmadığı için başvuruları site üzerinden almaya devam edeceğiz.
Evde S askı Paketleme İşi Nedir? Nasıl Yapılır?
Evde ek iş imkanına ait resme baktığınızda işin ne olduğunu daha iyi anlayacaksınız. Ancak kısaca bahsetmek gerekirse; bir çok alanda kullanılan ve şekli S harfine benzeyen askı aparatlarını paketleme işidir diyebiliriz. Özellikle son zamanlarda modern mutfaklarda kullanılan bu askı çeşitlerine oldukça rağbet vardır. Mutfak malzemeleri duvara asmak için kullanılan bu askıları artık bir çok mutfakta görmek mümkündür. Belki şuan sizin mutfaklarda bile olan bu askılar hayatın bir çok alanına dağılmış durumdadır. Mutfakta bulunan kupa bardak, kepçe, karıştırıcı, büyük kaşık vb. bir çok mutfak malzemesini duvara veya demir bir çubuğa asmaya yarayan bu S askıların paketlemesi yapılacaktır.
Bu işi yapmak oldukça kolaydır, güzel bir başvuru sorası sizinle iletişime geçen eve ek iş veren firma, bu iş için gerekli olan tüm malzemeleri kapınıza kadar getirecek ve işi sizlere anlatacaktır. Yani sizlere S askıları ve bu askıları koymanız için gerekli olan ve kendinden yapışkanlı küçük poşetleri verecek, sizlerde firmanın isteği doğrultusunda örneğin her poşete 10 askı koyacak ve poşeti yapıştıracaksınız. Evde eşinizle, çocuklarınızla veya komşularınızla rahatlıkla yapabileceğiniz bu ek iş sonrası haftalık 450 TL gibi bir ücret alabilirsiniz. Tabi işinizi zamanında teslim etmeniz ve hasarsız iş yaptığınızda bu ücreti alabilirsiniz.
Evde S askı Paketleme İşi Veren Firmalara Başvuru
Evde askı paketleme işi detaylarını ve alacağınız ücreti okuduysanız ve bu işi yapabileceğinize inanıyorsanız, sitemizde bulunan iş başvuru formunu doldurarak başvuruda bulunabilirsiniz. Bu iş için tüm şehirlerden başvuru yapılabilmektedir.
Evde S askı Paketleme İşi Veren Firmalar 2018
0 notes
osmanlidergahi-blog · 7 years ago
Photo
Tumblr media
Sizi İnsan Yapacak Olan İçinizdeki Aşktır 
 BismillahirRahmanirRahim
Elhamdüllillah, Elhamdüllillah, Elhamdüllillah, Bütün hamdler, Alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Ya Hafız! Ya Veliyy! Bağışla bizi Ya Rabbi! Dönüşümüz ancak Sanadır. Kadir-i Mutlak olan, Aliyy olan, Kebir olan Sen’sin. Senin şanın ne yücedir! Senin Kendini hamd ettiğin gibi biz seni hamd edemeyiz. Suretin heybetli, Şerefin yücedir. (Delail Hayrat)   Ya Allah! Elçilerin Efendisi’ne, Takva Sahiplerinin İmamı’na, Nübüvvet Mührü’ne, Efendimiz Hz. Muhammed’e, Senin kulun ve elçine, Hayrın İmamı, Hayrın Efendisi, Rahmet Elçisi’ne Rahmet ve Bereketini bağışla. (Delail Hayrat) ve tüm salatü selamlar onun asil ehl-i beyti ile mübarek sahabeleri üzerine olsun. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
Ümmetimin ümmetime karşı en merhametlisi Ebû Bekir, Allah’ın emri konusunda en şiddetli olanı Ömer. Haya bakımından en doğrusu Osman’dır. Cennet gençlerinin Efendisi Hasan Hüseyin, Cennet ehli kadınların en üstünü Fatıma’dır. Allah’ın Aslanı, Peygamber’in Aslanı Hamza’dır. Ya Rabbi! Abbas’a ve evlatlarına zahiren ve batınen mağfiret eyle, bağışlanmayan hiçbir günahları kalmasın. Allah Allah! Sahabelerimle ilgili Allah’tan korkun. Benden sonra onları hedef haline getirmeyin. Her kim onları severse, onlar vasıtasıyla beni de sevmiş gibi olur. Her kim onlara buğz ederse, bana da buğz etmiş sayılır. Ümmetimin en iyileri benim neslim, beni izleyenler ve beni izleyenleri izleyenlerdir. Sultan, Allah’ın Yeryüzündeki Gölgesidir. Kim Sultan’ı şereflendirirse, Allah da onu şereflendirir. Ve her kim Sultan’a buğz eder, Allah da ona buğz eder.”
Ey Müminler! Mübarek Cuma gününe, Cemaziyel Ahir ayının son Cuması’na hoşgeldiniz. Ey Müminler! Muharrem ayı geçti, Safer ayı geçti, Rebiül Evvel geçti, Cemaziyel Evvel ve şimdi de Cemaziyel Ahir ayı geçiyor. Nihayet Mübarek Recep, Şaban ve Ramazan aylarına ulaşmak üzereyeiz. Bu üç aylar müminler için birer hazinedir. Peygamber Efendimiz(sav), Hadis-i şerifinde Gavsül Azam(ks)’tan aktarılan Hadis-i Şerif’inde buyurduğu gibi, 
“Recep, Allah’ın ayıdır, Şaban benim ayımdır ve Ramazan da ümmetimin ayıdır.”
Ve Şeyhimiz, Evliyaullah’ın sözlerini aktarıyor: 
“Recep ayı tohumları ekme ayıdır, Şaban ayı ise tohumların büyüyüp meyve vermeye başladığı aydır, Ramazan ayı da meyveleri toplama ayıdır.”
Recep ayına girmek üzereyiz. İnşAllahu Rahman Perşembe gecesi de tıpkı Peygamber Efendimiz(sav)’in aşıklarının 1400 yıl boyunca yaptığı gibi, Nur-u Muhammed’i saygı ile andıkları gibi Laylat-ul Regaip gecesini kutlamak için toplanacağız. 
Büyük Şeyhimiz Sultan-ul Evliya Mevlana Şeyh Nazım Adil El Hakkani(ks) bu gecenin önemini şöyle anlatıyor;
“Bu gece çok kutsal bir gece. Bu aya, Receb Ayı’na çok hürmet etmemiz gerek. Bu ayı baş tacı edin. Receb Ayı’nın ilk gecesine gelmek üzereyiz. Ve ilk Cuma gecesi de, Melekut Alemi’ndeki Mübarek Nur’un babasından annesi Hz. Amine’ye ulaştığı gecedir. Onlar, ‘Neler oluyor?’ diye sordular. Yaradılış Mührü’nün (sav) Mübarek Ruhu’nun gecesidir bu gece, Nübüvvet Mührü’nün Annesi’nin kutsal emaneti aldığı gecedir. Semavatın en büyük lütfu! Annesine ulaştı ve tüm Semavat şeref libasına büründü. Her yıl tekrarlar, her yıl ilahi insanlar için yeni bir giysi gelir. Yeryüzünde o geceye yetişmiş olan Adem Oğulları’nın ruhlarına da giydirilir. Bizler Peygamber Efendimiz (sav)’in ve onun Varislerinin yolunu izliyoruz. inşaAllahu Rahman, Göklerde şereflenmiş olan bu Geceyi, sünnet üzere biz de şereflendireceğiz.”
Ey Müminler! Bu ay için içimizde heyecan var mı? Bu ay ve gelecek olan geceyi tutkuyla mı bekliyoruz? Yoksa herhangi bir gün gibi mi muamele ediyoruz? Allah’(svt)ın günleri ve geceleri bizim içindir. Kendi nabzımızı yoklamamız için. Kalbimiz ne için çarpıyor? Onu görmek için. Kalp neye ihtiyaç duyar? Müminin kalbi Allah(svt) için çarpmalıdır. Çünkü öylesine bir kalp İlahi huzurda ancak kabul buyurur. Başka çeşit bir kalp kabul edilmez. Allah(svt) yüce Kur-an’ı Kerim’de Şuara suresinde, Kıyamet gününden hakkında şöyle buyuruyor;
BismillahirRahmanirRahim 
“O gün, ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allah'a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler hariç.” 26/Şuara:88-89)
Eğer bizim kalplerimiz malımız mülkümüz için çarpıyorsa, dünyamız için çarpıyorsa, kuvvet için çarpıyorsa, öylesine bir kalp Rabb’imizin huzurunda Kıyamet Gününde bize bir fayda vermeyecektir. Eğer kalbimiz yalnızca çocuklarımız için, ailemi için çarpıyorsa o kalp bize bir fayda getirmez. Yalnızca saf bir kalp Allah(svt)ın huzurunda bize fayda verir. Saf kalp Aşk ile dolu olan kalptir. Saf kalp tutkuyla dolu olan kalptir.
Bugün herkes aşk sahibi olduğunu iddia ediyor. Herkes, aşk yolunu takip ettiğini iddia ediyor. Müslümanı da, gayri-Müslim’i de bizim dinimiz sevgi dinidir diyor. Peki ama nasıl bir sevgi? 21. yüzyıl sevgisi, bencil bir sevgidir. Hiçbir şerefi yoktur. 21. yüzyıl aşkı, 21. yüzyıl sevgisi, yalnızca karşımdakinden ne elde edebilirim, diye düşünmektir. Nasıl bir tatmin sağlarım? Ve konu Allah Sevgisi’ne geldiğinde, bu sefer de sadece Allah’tan ne alabilirim, diye bakıyorlar.
Fakat Peygamberi Sevgi, Peygamber Efendimiz (sav)’in dünyaya öğretmiş olduğu aşk, en saf olandır. Bencil bir sevgi değildir. Kendini düşünmeyen, özverili, fedakar bir sevgidir. Ve bu sevgi, Sahabe-i Kiram vasıtasıyla dünyada kendini göstermiştir. Onlar zalimlerden oluşan bir topluluktan çıkıp gelmişlerdi. O dönemin Arapları, cahil Arapları, durmadan birbirleriyle kavga ediyorlardı. Ne acize ne de fakire karşı merhametleri yoktu. Sırf kız oldukları için kendi çocuklarını öldürüyorlardı. Bugün dünyada olanlara oldukça benziyor. Ancak İslam’ın ışığı onlara ulaştığı vakit, tamamen dönüştüler. Ve Allah (svt), Kur’an-ı Kerim’de onlardan şöyle bahsediyor,
BismillahirRahmanirRahim
“Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile, onları kendilerine tercih ederler.”  (59/Haşr:9)
Sahabe-i Kiram’ın sevgisi diğerlerine hizmet etmekte kök bulmuştur. Ve bu hizmet de yanlızca duyulan tutkuyla olur. Şeyh’imiz bu tutkuyu Aşk olarak tarif ediyor. Aşk, kişiyi değiştirir. Aşk, insanı hayvandan ayıran şeydir. Çünkü bir hayvan yalnızca iç güdüsüyle hareket eder, iç güdüsüyle yemek yer, içgüdüsüyle çoğalır, içgüdüleriyle kendini yaşatır. Aşk ise kişiyi bir amaç için yaşatır. Şeyh Mevlana’nın dediği gibi, ”Aşk ve tutkusu olmayan insan, insan değildir. Çöptür.” 
Tutku, kişiye amellerini düşündürür ve onları bir amaçla yapar. Ve bu amaç, en saf amaçtır. En saf amaç, sevdiğini hoşnut etmektir ve Müslümanlar 1400 yıl boyunca onların sevdiği yüce Peygamberimiz(sav) ve onun varisleriydi. Onlar kendileri için hareket etmediler. Bencil değillerdi. Her hareketlerinde, “Benim yaptığım hizmet Sevgili’yi hoşnut ediyor mu? İslam’a hizmet ediyor mu?” ona sorguladılar.
Ey Müminler! Sade olun. Felsefe ve alimlik okyanuslarına dalmaya çalışmayın. Allah(svt), sizin Kıyamet gününde eğitiminize bakmayacak. Kaç kitap okuduğunuza da bakmayacak. Hangi tartışmaları kazandığınıza da bakmayacak. O sizin kalbinize bakacak. Orada Aşk var mı yok mu? Şeyhimiz, bu aşkı hayatımıza nasıl koyacağımızı şöyle anlatıyor, 
“Elhamdülillah. Evet, sahip olduğumuz tek şey iman ettiğimiz ihlas. İhlas üzere yaşamaya çalışıyoruz. Çok fazla şey bildiğimizi iddia etmiyoruz. Ama ufak da olsa, inandığımıza uygun şekilde yaşamaya çalışıyoruz. Peygamber Efendimiz’in buyurduğu gibi, “Bildiğiniz az bile olsa, onu hayatınıza uygulayın. Tutkuyla geçirin hayatınıza. Allah aşkıyla yapın.”
Eğer buradaysanız, büyük bir ihtimalle seneye de burada olursunuz. Eğer aynı aşk ile burada değilseniz büyük bir ihtimal seneye burada olmayacaksınız. Başka birisi sizin yerinizi dolduracak. 
Yaptıklarınızı O’nun rızası için yapın. O’nun için, “BismilllahirRahmanirRahim” deyin, göreceksiniz ki, dağılmış haldeki işiniz, hayatınız bir düzene girecek. Hepsini bir araya getirecek. Sizin için toparlayacak. Samimi bir şekilde yapın. Eğer samimiyet yoksa, dilden çıkar ama kalbe giremez. Çalışmaz. İşlemez. Sadece kendinizi zorluyor olursunuz. Ve her geçen gün, daha da fazla yük altına girip, daha fazla daralırsınız. Ancak bunu samimi bir şekilde, aşkla yaparsanız her geçen gün daha fazla enerji bulduğunuzu, Allah rızası için daha iyi çalıştığınızı göreceksiniz. Çünkü, “ Rabbim beni izliyor. O izlerken, başka kimin için yapabilirim ki? Onun için yapıyorum bunu. Başka kimse için değil.” Evet, o zaman her şeye o sevgiyle bakarsın. O zaman o aşk ile her şeyi anlarsın. Kalbine koyarsın o aşkı. O zaman hayatının da tadı olur.Önemi yok. Dünya Cehenneme de dönse o zaman senin hayatın Cennet olur. 
Başkaları için endişelenirsin ve onlar için şefkat duyarsın ve dersin ki, “Ya Rabbi onlar Senin kulların, ya Rabbi Sensin onlara ulaşabilecek olan. Ben hiçbir şey yapamam. Ben bir kulum.” 
Yapacağınız şey bu. Söyleyeceğimiz şey bu. Ve bizler Şehadetimizde samimiyiz, “Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammedne abdühu ve resuluhu.” Atalarımıza; Allah’ın ve Peygamberi’nin emirlerini sıkı sıkı tutan Osmanlı İmparatorluğu’na olan sevgimizde samimiyiz. Her ne oluyorsa, her zaman daha iyi hale getirmeye çalışmışlardır.
Ey müminler! Allah’(svt)ın günleri kapımızdadır.Bunlar kalbimizde ne varsa onu kanıtlamanın günüdür. Kalbimizin, aşk ve tutku dolu olduğunu gösterelim. Allah(svt) yolunda koşturalım. Peygamberimiz(sav) için koşturalım. Şeyh’imizin Aşkı uğruna yaşayalım. Ancak böyle bir kıymetimiz olur. Eğer yapmazsak Şeyh Mevlana’nın dediği gibi bizler boşuz. Çöpüz. Çöp olmayalım. Kalbimizde, tutku, aşk olsun. Kullar olarak bu yolda tutkumuz olsun. Bu yolda  canlı olalım, yoksa buraya her geldiğinde daha yorgun hissedersin, ağır hissedersin. O zaman şeytan da bizimle oyun oynar. Bilmeden Sırat-ı Müstakim’i terk etmiş oluruz. Çöp olmayalım, adam olalım, kullar olarak yaşayalım. Amin.
SAHİBUL SAYF ŞEYH ABDULKERİM EL KIBRİSİ EL RABBANİ(KS)’NİN HALİFESİ
ŞEYH LOKMAN EFENDİ HZ.
24 Mart 2017
0 notes