Something that is making me insane rn about reading all these stories and hearing about innocents that have died after interacting with Solas is like. The point of view we are getting that information
I didn't know until I'd played through DA2 twice and was working on the world state that there was a way to save the Dailish after doing Merrill 's personal quest (I always thought honesty was the best policy with them and told them the truth about what happened). My Hawke was truly trying her best to help people and, to escape with her life and the life of her friends intact, were forced to fight the entire clan in order to escape.
I'm not trying to cleanse Solas's actions because he's not perfect but after listening to vows and vengeance and hearing the sorrow at what was happening to Elio I wondered how many people he couldn't save to achieve his goals, just like the Inquisitor, just like Hawke, just like the Warden.
Hell, it's a different game, but I didn't know there was a way to save Kagha in BG3 at ALL until I was over 500 hours in. There was one playthrough where I stole the statue for the tiefling kids and accidentally got the grove killed. Interactions in DAO where I'd be traveling and all the innocent farmers or mages who sided with us were getting murdered on the road because my attack wasn't coordinated enough. Does that mean that I shouldn't have intervened in the grove and just left the tieflings to fend for themselves? That I should have slit Kagha's throat at the first chance I got because she was a jerk? That Hawke shouldn't have tried to help their friend Merrill, or that the Warden shouldn't have tried to gather allies to defeat the blight?
We don't know all the details for how the veil works. We don't even fully have an understanding of spirits or the fade or magic in the DA world! But Solas, an imperfect but undying immortal mage who was there before the fade was separated from the waking world DOES have a better understanding whether we like it or not - are we really going to tell him he shouldn't try????
I'm crazy about the screenshots from reveals this far where Rook can say "comforting, coming from the god of trickery, betrayal, etc. etc. etc." and Solas - with softness in his eyes and a patience that wasn't there before the Inquisitor and the Inquisition proved to him that they were people too - says, "depending on the story". (Link)
Depending on the story!!! Depending on who is telling it!!!! I'm not going to stop trying to do what I think is right just because you are scared of me messing up in the process!!!!
Vav, kainatın da simgesi sayılır. - Arap alfabesinin 6. harfi olması dolayısıyla imanın 6 şartını simgeler. - Vav, yüce yaratıcının tekliği, yaratılanın çokluğu anlamlarını da taşır. İslam alimlerine göre Tasavvuf'ta 66 sayısı, Allah kelimesinin karşılığıdır
El nombre de Dios:"YHWH" tiene muchos significados y uno es "Yo Soy El Que Soy" Esas cuatro letras encierra un misterio tan grande y llegó a considerarse tan sagrado que los líderes religiosos prohibieron pronunciarlo, salvo en algunos rituales muy específicos realizados por los sacerdotes, hasta que con el paso del tiempo se olvidó exactamente cuál era su pronunciación. Distintos autores apuntan a una relación fascinante entre este nombre sagrado y el sonido de la respiración.
Esas letras se pronunciarían una a una de la siguiente manera: Yod – Heh – Vav – Heh. Ahora bien, la Heh es una letra que representa el ruah divino, que significa soplo, viento o espíritu. Esta consonante es la que se repite en el nombre dos veces, lo cual da la impresión de que la «respiración» es la idea principal del nombre divino. Por lo que muchos rabinos creen que el sonido del nombre de Dios es aquel que se produce en el interior del ser humano cuando respira profundamente.
Oímos que Dios que está con nosotros y eso es verdad pero la realidad es más asombrosa que esto. Dios, יהוה, está dentro de nosotros.
Mientras lees esto, estás respirando, pero además estás haciendo algo más importante, estás pronunciando el nombre de Dios. Aunque mantengas la boca cerrada, aunque seas ateo e incluso aunque te niegues a pronunciarlo, seguirás haciéndolo.
Inevitablemente. Porque comenzamos la vida pronunciando el nombre de Dios en nuestra primera inhalación y terminamos la vida pronunciando el nombre de Dios en nuestra última exhalación.
No podemos vivir sin respirar, como no podemos vivir sin Dios. Es una necesidad fundamental.
La respiración de todo lo que vive adora su nombre, porque la respiración de todo lo que vive es su nombre.
Bir büyüğümden dinlemiştim vaktiyle, üç noktanın mânâsı için şöyle demişti: “Ân gelir üç noktanın anlattığını, bütün bir edebiyat şerh etmekte acze düşer.” Öyledir, bazen kelimeler kifayetsiz kalır duygular karşısında… Yazımızın konusu aşk olunca boşuna değil, yazıyla ilgili birçok başlık yazıp sildim ve az önce naklettiğim söz aklıma geldi. Evet, aşkı anlatacaksak eğer, bu yazının başlığı, üç nokta olmalıydı.
“Aşk gibi bir muallim yoktur!..” (Hazret-i Mevlânâ)
Aşk, sadece karşı cinse duyulan sevginin sonucunda oluşan bir duygu değildir. Bir yönüyle ilâhî olan aşkta; almak değil, vermektir maksat... Sevgini vermektir evvelâ, kalbini vermektir, ömrünü, kısaca seni sen yapan her şeyini vermektir aşk... Sonrasında kendinden geçerek sevgilide “hiç” olmaktır. Hiçlik kibirden yoksundur; hiçliğin riyâdan yana sıkıntısı yoktur. Gururun esâmesi okunmaz hiçliğin yanında...
“ÜÇ NOKTA” İLE NE ANLATILIR
Hakiki aşk dediğimiz duygu, her an O’nunla olabilme duygusudur. Her an görmesek de O’nun bizi gördüğünün farkında olma duygusudur, yani “ihsan” duygusunun şuurunda olmaktır. Ve ona göre hareket etmektir. Büyükler ne güzel demiş, “El kârda, gönül Yâr’da” diye…
Cenâb-ı Mevlâ’nın rızâsı için gönlümüzde büyüttüğümüz ve âşık olunası yegâne varlık Hâlık-ı Zü’l-celâl Hazretlerine duyulan nihayetsiz sevginin adıdır, aşk… Aşk, O’na ilticâ etmek, O’nunla buluşmak, O’nunla olmak değil de nedir?!
Nitekim aşk, “kuru kuruya seviyorum!” demek değildir. “Nedir o hâlde?” diye sorulsa, O’na giden yolların hepsidir, belki de en güzel cevap şöyle olmalıdır:
Kelime-i şehâdettir aşk, ki şâhitlik etmektir Rabbin birliğine ve ilâhlığına; sonra Rasûl-i Kibriyâ Efendimizin O’nun kulu ve elçisi olduğuna…
Ahde vefâdır aşk; hiçlikten çekip çıkaran, sana ruh ve nefes bahşedene hayran olmaktır… Elest bezminde verdiğin söze sâdık kalmaktır.
Ezandır aşk; dinleyeni mest eyleyen, huzurda durmaya, huzurla dolmaya çağıran… Yâr ile beraber olmaya dâvet eden…
SEVGİLİYLE BULUŞMA HEYECANI
Namazdır aşk; Efendimizin gözünün nûru olan, “…Secde et ve yaklaş!” (el-Alak, 19) buyuran Sevgili’ye ulaşmanın yoludur. Kıyâmda yüce kudret karşısında elif gibi dururken boynu bükük, secdede vav gibi durur insan, acziyeti itiraf sadedinde… Tahiyyatta diz çöker, mecâli kalmaz Sevgili’nin aşkından, selâmlaşır, duâlaşır, konuşur.
Oruçtur aşk; susuzluktan dudaklar çatlatırken gönle damla damla sevgi pınarı yerleştiren… Ramazandır aşk, yılda bir, ömürde kim bilir… Sahurdur, iftardır aşk… Hayatın her alanına aksi vurur güzelliğinin…
Zekâttır aşk; cümle ihtiyaçlardansa Rabbin rızâsı için başka ihtiyaç sahiplerini gözeten…
Hacdır aşk; gidilmesi en güzel yer olan… Kâbe’dir aşk, bakmaya doyulamayan… Arafat’tır aşk… İhramdır. Sevgili’yle buluşma heyecanını, sevincini doya doya yaşamaktır.
Kurbandır aşk; kurbiyyet kazandıran, nefsi temizleyen… Kan değildir amaç, et değildir; Sevgili’nin rızası, aşkı, muhabbetidir.
Hâsılı, Allah aşkı varsa kişinin içinde, hayatta ne varsa, aşktır onun için… Dağa, taşa, yağmura, kara, hayvanâta ve nebâtâta baktıkça aşktır her ne var ise onun için… Uyumak da aşktır, uyanmak da… Nefes almak da aşk iledir, nefes vermek de… Nefes aldıkça Allah der âşık… Nefes verdikçe Allah…
KİME AŞIK DENİR?
Öyle girift bir duygudur ki bu aşk, her yol sevgiliye çıkar… Mürşidini seversin O’na çıkar… Peygamber Efendimizi seversin O’na çıkar… Mürşidini severken -hâşâ- “Allah sevilmez!” veya “Allâh’ı seven, Peygamberi sevemez!” mantığı çıkmasın yazdıklarımızdan… Şöyle ki Ebû Saîd Harrâz -kuddise sirruh- bir kere rüyâsında gördüğü Peygamber Efendimiz’e:
“-Yâ Rasûlallah! Beni mâzur gör. Zira Allâh’ın muhabbeti, Sen’in muhabbetinle meşgul olmama imkân vermiyor!” demişti. Bunun üzerine Rasûlullah buyurdu ki:
“-Ey mübârek! Bilmez misin ki, Allah Teâlâ’yı seven, beni sevmiş olur. (Sevgilisini seven, sevgilisinin sevgilisini de sever).” (Kuşeyrî, s:445; Ayrıca bkz: Attar, s:493)
İlâhî aşkı en iyi şekilde terennüm eden, içten içe yanan Hazret-i Mevlânâ, ömrü boyunca hep bu şekilde yanan gerçek âşıkları aramıştır. Buyurur ki:
“Bana öyle bir âşık gerek ki, içindeki alevden kıyâmetler kopmalı, gönlünün harâretiyle ateşleri bile kül etmeli! Gökler, onun güneşleri solduran nûruna bakıp da «Mâşâallâh, Mâşâallâh!» demeli!..”
Ey Rabbimiz, Senin muhabbetin ile yanan, hayatı aşk olanlardan eyle bizi… Her işini, her ibadetini aşkla yapanlardan eyle… Aşkımızı da rızâna vesîle eyle… Bizi bize bırakma, bizi Sen’den ayırma, bizi muhabbetinden ayırma yâ İlâhî… Âmîn…
Kaynak: Merve Güleç, Şebnem Dergisi, 129. Sayı, Kasım 2015
Anne karnındaki bir insan sureti ya da secdeye varmış, acizlik makamında bir kul silüeti: Vav... Çileyle yoğrulmuş bir kulun edeple eğilişi, alnını seccadeye sabitleyişi, sıfır olup sonsuzluğa uzanışı... Hepsi "vav" ismiyle müsemma! Vav, adı söylenmeye bile çekinilen bir gizli sır, bir ağır emanet gibi kalpte saklanmış. Kalbe hayat veren müstesna sevgilinin sembolüne dönüşmüş, kâinatın ta ilk gününde. Allah'ın (cc) Vahid ismini, birliğini ve benzersizliğini, temsil etme görevini üstlenmiş. Ve Rabb'in kudretiyle yarattığı kâinatın yerini tutmak bir tek vav harfine nasip olmuş.
Vav, hayatın özeti bir nevi, yaşantısı Allah'a (cc) yakın olan bir kulun büyük sevdası, bir hattatın baş tacı her daim... Hat sanatının ilk öğrenilen harfi o. O yazılınca, diğerleri peşinden bir bir dökülüveriyor. Diğer bütün harfleri, kelimeleri bir araya getiren, eksik parçaları tamamlayan harf "vav". Tıpkı ayrı duran hatları sımsıkı birleştiren bir çengel gibi... Bir de rahlenin önünde kendini vav çekmeye hazırlayan öğrencinin imtihanı. Çekilmesi en zor harf olduğundan bu. Koca bir kalp dolusu aşk, çok maharet, çok sabır istiyor...
MEUS TRABALHOS E OS DE TODOS OS POVOS DA TERRA DEEM DEI-ME PROSPERIDADE E QUE NADA ME FALTE FAZENDO-ME ESCOLHER ANTES DE TUDO A MELHOR PARTE A QUAL NUNCA ME SERÁ TIRADA EU FALAR DIZER SEMPRE EM NO SUAM [NOME] DE 'יהושועה𐤉𐤄𐤅𐤔𐤏-הול-מִיהוּשִחים אולהיים' EU DIZER ASSIM SIM E ASSIM SEJA EU FALAR DIZER SEMPRE EM SHÚAM [NOME] DE יהושועה𐤉𐤄𐤅𐤔𐤏 אולהיים EU DIZER (ASSIM SIM E ASSIM SEJA) QUE SEJA FEITA A SUA VONTADE E NÃO NOSSA VONTADE EU DIZER, FALAR ISTO EM [NOME] את שועם שואן, DE "יָהוּשׁועה𐤉𐤄𐤅𐤔𐤏-הול-מִיהוּשִחים-אֻולְהים".=YÁOHUHSHUAH-Hôl-MEHUSHKHAYIM.
Obs. Os massoréticos não acrescenta nada no nome pelo contrário eles substituem as letras para mostrar o som da palavra, essa é a função dos massoréticos.
יהוה 𐤉𐤄𐤅𐤄= Esse é o Nome do Criaor em caracteres hebraico. Esse é o tetragrama sagrado, lê-se da direita para a esquerda: Iôd, Rê, Vav, Rê. Transliterando para o português temos: Iôd = I, O Rê pode ser transliterado por um duplo “RR” ou por um “A” dependendo da posição dele na palavra. No Nome do Criador esse Rê = A, O Vav pode ser transliterado por um “V” um “W” um “O” ou um “U” dependendo da posição dele na palavra. No Nome do Criador esse Vav = O e o Rê final, por ser mudo ele trás o seu som original que é: RRU. Então temos o Nome do Criador que é: (IÁORRU).
יָהוּ 𐤉𐤄𐤅𐤄= Esse é o Nome do Criador com os sinais massoréticos. Qual a importância dos sinais massoréticos? É preservar o som das palavras. Esse é o tetragrama sagrado, porém usando os sinais massoréticos, lê-se da direita para a esquerda: Iôd = I, depois temos o Qamatz Gadol que tem a forma de um têzinho embaixo do Iôd, ele tem o som de “AO”, portanto ele substituiu o primeiro Rê = A e o Vav = O e juntando com o Iôd = I forma a sílaba (IAO). Depois temos o Rê final, o Rê pode ser transliterado por um duplo RR e tem o som original de RRU. No Nome do Criador, portanto, esse Rê final por ser mudo, ele trás o seu som original que é: RRU. Para obter esse som pelos massoréticos é usado o Rê mais o massoréticos “Vav Shuruq” que é um Vav com um pontinho médio a sua esquerda, isso indica que esse וּ = Vav é um “U”, portanto Juntando com Rê = RR temos RRU, que juntando com a primeira sílaba temos (IÁORRU) que é o Nome do Pai. Obs. Os massoréticos não acrescenta nada no nome pelo contrário eles substituem as letras para mostrar o som da palavra, essa é a função dos massoréticos.
יהוהושוע 𐤉𐤄𐤅𐤔𐤏= Esse é o Nome do Salvador em caracteres hebraico. Lê-se da direita para a esquerda: Iôd, Rê, Vav, Rê, Vav, Shin, Vav, Ayin. Transliterando para o português temos: Iôd = I, o Rê pode ser transliterado por um duplo “RR” ou por um “A” dependendo da posição dele na palavra. No Nome do Salvador esse Rê = A, o Vav pode ser transliterado por um “V” um “W” um “O” ou um “U” dependendo da posição dele na palavra. No Nome do Salvador esse Vav = O, o Rê = RR, o Vav = U, Shin = SH, o Vav = U, e o Ayin = A. Então temos o Nome do Salvador sem os sinais massoréticos, que é: (IAORRÚSHUA).
יָהוּשֻׁעַ 𐤉𐤄𐤅𐤔𐤏= Esse é o Nome do Salvador com os sinais massoréticos. Qual a importância dos sinais massoréticos? É preservar o som das palavras. Esse é o Nome do Salvador, porém usando os sinais massoréticos, lê-se da direita para a esquerda: O Iôd = I, depois temos o Qamatz Gadol que tem a forma de um têzinho embaixo do Iôd, ele tem o som de “AO”, portanto ele substituiu o primeiro Rê = A e o Vav = O e juntando com o Iôd = I forma a sílaba (IAO). Depois temos o Rê, o Rê pode ser transliterado por um duplo RR de acordo com a posição dele na palavra. O “Vav Shuruq” que é um Vav com um pontinho médio a sua esquerda, isso indica que esseוּ = Vav é um “U”. Depois temos o Shin = SH. Temos o massorético “Qibuts” que está substituindo o Vav e que é um “U”, são os três pontinhos embaixo do Shin e por fim temos o “Patar” que é um tracinho na horizontal embaixo do Ayin, indicando que ele é um “A”. Assim temos o Nome do Salvador que é: (IAORRÚSHUA).
Obs. Os massoréticos não acrescenta nada no nome pelo contrário eles substituem as letras para mostrar o som da palavra, essa é a função dos massoréticos.
Safvetüt Tefasir: Zeccâc şöyle der: Bu, haberi mahzüf bir mübtedadır. Yani, tevbe eden âbidler, cihat etmeseler bile Cennetliktir. Nitekim âyet-i kerimede, "Allah hepsine de en güzel olanı vaadetmiştir" buyurulmuştur. Yani, masiyetlerden tevbe edenler, ihlasla ibadet edenler, bolluk ve darlık hallerinde Allah'a hamd edenler, yeryüzünde cihat veya ilim öğrenmek için dolaşanlar -bu kelime ibret ve öğüt almak için şehir ve ıssız yerlerde gezmek manasına gelen seyahat kökündendir. ,Allah'a çağıranlar namaz kılanlar yani insanları hidâyete ve doğru yola çağıran, onları fesattan ve kötülükten nehyedenler, Allah'ın emirlerini yapmaya devam edenler, O'nun helal ve haram kıldığı şeyleri yerine getirenler, Taberî şöyle der: Yani Allah'ın farz kıldığı şeyleri eda edenler, onun emrini ve nehyini yerine getirenler. İşte bütün bunlar Cennetliktir. Mü'minlere naîm Cennetlerini müjdele, burada müjdelenen nimetin hazfedilmiş olması, onun sınırlandırılamayacağına, bilakis mü'minler için gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiçbir beşerin aklına gelmeyen nimetleri olduğuna bir işarettir.
Celaleyn T : şirkten ve nifaktan tevbe edenler, ibadet edenler yani ibadetlerini yalnızca Allah için ve samimi bir şekilde eda edenler, bütün hallerde O'na hamdedenler, oruç tutanlar, O, rukua varanlar, secdeye kapananlar yani namaz kılanlar, iyiliği emir, kötülüğü yasak edenler Ve Allah'ın hududunu ahkâmını onlarla amel etmek suretiyle muhafaza eyleyenler (yok mu?) sen (boyle olan) müminlere cenneti müjdele.
Taberi T : Tevbe eden, ibadet eden, hamd eden; günahlardan ötürü bağışlanma dileyen, Rablerine ibadet eden, tasada ve kıvançta Rablerine hamd eden; seyahat eden, rükû eden, secde eden; Oruç tutan, namazlarında rükûa vararak namaz kılan ve yine onda secdeye kapanan iyiliği emredip kötülükten meneden ve Allah'ın hududunu koruyan: İnsanlara doğru yola ve hidayete uymalarını emreden, onları Allah'ın yasakladığı her türlü çirkin söz ve fiilden meneden, şeriate sarılarak Allah'ın farzlarını koruyan insanlardır. O müminleri müjdele: Allah'ın vaadini tasdik eden müminlere nimet cennetlerini müjdele.
Beydavi T : "Ettaibun" medih üzere merfudur yani hümüt taibun demektir. Bunlardan murat edilenler de zikri geçenlerdir. Müpteda olup haberinin de mahzuf olması da caizdir, takdiri şöyledir: Ettaibune min ehlil cenneti ve inlem yücahidu. Çünkü: "Allah her birine güzellik va'detmiştir" (Nisa: 95) demiştir ya da haberi arkadan gelendir yani ettaibuna anil küfri alel hakikati hümül camiune lihazihil hisali demektir. Ye ile mansup olarak medih üzere (ettaibîne) ya da müminlerin sıfatı olarak mecrur da okunmuştur. "İbadet edenler" dinde Allah'a ihlasla ibadet edenler "hamd edenler" nimetlerine ya da bollukta ve darlıkta nail oldukları şeylere. "Seyahat edenler" oruç tutanlar demektir, çünkü aleyhissalat vesselam Efendimiz: Ümmetimin seyahati oruçtur, demiştir. Orucun seyahata benzetilmesi şehvetleri engellemesindendir ya da mülk ve melekutun gizemlerinden haberdar olmak için nefis mücadelesi olmasındandır. Ya da cihat veya ilim öğrenmek için seyahat edenlerdir. "Ruku edenler, secde edenler" namazda "iyiliği emredenler" iman ve taatla "ve kötülükten men edenler" şirkten ve isyanlardan. Buradaki atıf ikisinin aynı haslet olduğunu göstermek içindir. Sanki: iki sıfatı birleştirenler, demiştir. "Allah'ın sınırlarını koruyanlar" yani açıkladığı ve gösterdiği gerçekleri ve şeriatları koruyanlar demektir. Bunda şuna dikkat çekilmiştir ki bundan öncekiler faziletlerin açıklamasıdır, bu ise onların özetidir. Şöyle de denilmiştir: Bu şunu bildirmektedir ki sayı yedinci ile tamam olmuştur. Şöyle ki yedi tam sayıdır, sekiz ise yeni bir sayının başlangıcıdır, ona atfedilmiştir. Bunun içindir ki buna vav-ı semaniye denir. "Müminleri müjdele" yani bu faziletleri taşıyanları demektir. Müminleri zamir değil de zahir olarak kullanması onları buna götürenin imanları olduğuna ve kamil müminin de böyle olması gerektiğine dikkat çekmek içindir. Müjdesi verilen şeyin hazfedilmesi de onu büyütmek içindir. Sanki: Onları fehimlerin anlamayacağı ve sözlerin ifade edemeyeceği şeylerle müjdele demiştir.
Ömer Nasuhi Bilmen T : Bu âyeti celile cennet ile müjdelenmiş mü'minlerin pek yüksek olan dokuz vasfını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (-Onlar-) Nefisleri ve maları karşılığında cenneti satın almış olan samimi mü'minler (tövbe edenlerdir) küfr ve isyandan kaçınıp tevbe ve istiğfar edenlerdir. (İbadette bulunanlardır) Cenâb-ı Hak'ka tam bir samimiyetle ibadete devam eyleyenlerdir. (hamd edenlerdir) Hak Teala'nın verdiği dünyevi uhrevi nimetlerden dolayı kalp ve lisan yönünden şükre çalışanlardır. tesbih ve tehmitte bulunanlardır. (Oruç tutanlardır) Farz ve nafile oruçlara devam edenlerdir. (rukû'a, secdeye varanlardır) namaz kılanlardır, Cenâb-ı Hak'ka son derece hürmet için, kulluk için rukû'a ve secdeye kapananlardır.(iyilik ile emir ve kötülükten alıkoyanlardır) Din bakımından güzel, istenen şeyleri halka tavsiye eden din yönünden çirkin, ve yasak olan şeylerden halkı men etmeğe çalışanlardır. (Ve Allah Teâlâ'nın sınırlarını) inancına göre, ibadetlere, muamelelere dair olan Islami hükümleri (koruyanlardır) bu pek önemli dokuz özelliği taşıyanlar hakikaten cennete layık zatlardır. (İşte) Resûlüm!. Sen bu yüksek özellikleri taşıyan o (mü'minleri müjdele) artık onlar için ne büyük nimetler, mükafatlar vardır, onlara müjdele.
§ Bilindiği üzere "seyahat" yolculuk, yer yüzünde bir müddet gezip yürümek demektir. Seyahatte bulunan kimseye "saih" denir. Çoğulu: "Saihûn" dur. Bu ayeti kerimedeki "saihûn" dan maksat, çoğu müfessire göre oruç tutanlardır. Çünki oruç tutan bir zat, muvakkat bir zaman için yemekten, içmekten, ailesiyle yakınlaşmaktan ayrılmış, ibadete devam etmiş olacağı cihetle bu haline "seyahat" kendisine "saih" denilmiştir. Bir de güzelce oruç tutan bir zat, bu sebeple birçok bereketlere, tecellilere kavuşmuş olabilir, mânevî bir makamdan diğer bir makama intikal etmiş bulunabilir. İşte bu cihetle de oruca seyahat denilmiştir. Bununla beraber bazı müfessirlere göre bu ayeti kerimedeki "sâihûn" dan maksat, cihad için veya dini ilimleri öğrenmek için yurtlarından ayrılmış, seyahate çıkmış olan zatlardır. Gerçek bilgi Allah katındadır.
İbn Kesîr T :Bunlar, mü'minlerin özellikleridir. Onlar ki, yüce Allah (Celle Celalühü) onların mallarını ve canlarını bu güzel ve değerli sıfatlarla satın almıştır. Onlar ki, bütün günahlardan "tevbe edenler," tüm çirkinlikleri terk edenler, Rablerine olan ibadetlerini yerine getirip onlara devam edenlerdir. Amellerin en özeli Allah'a hamd etmektir. Bunun için yüce Allah (Celle Celalühü) "hamdedenler" diye buyurmuştur. Amellerin en faziletlisi oruçtur. O, lezzetli yemekleri, içmeyi ve cinsel ilişkiyi terk etmektir. Buradaki seyahat edenlerden kasit da budur. Bunun için burada "oruç tutanlar" diye buyrulmuştur. Nitekim yüce Allah'ın sâihât yani, oruç tutanlar sözünde Resûlullah'ın hanımları da bununla nitelenmişlerdir. Aynı şekilde rükû ve secde de namazdan ibarettir. Bunun için yüce Allah (Celle Celalühü) "rükû edenler, secde edenler," diye buyurmuştur. Buna rağmen onlar, yüce Allah'ın yarattıklarına yardım eder, onlanı, iyiliği emredip kötülükten sakındırarak Allah'a itaat et meye yönlendiriyorlar. Aynı zamanda neyin yapılması gerektiğini nelerden sakınılacağını bilmektedirler. Bunlar, Allah'ın helâl ve haram hususundaki sınınnı ilmen ve amelen korumaktadırlar. Hem Allah'a ibadet ediyor hem de insanlara nasihat etmektedirler. Bunun için yüce Allah (Celle Celalühü) "O mü'minleri müjdele!" diye buyurmaktadır. Çünkü iman bütün bunlar kapsamaktadır. Bu sıfatlarla nitelenenler tüm mutluluğu hak etmektedirler. Ayette geçen seyahatten maksad oruçtur. Resûlullah (Sallallahu Aleyhi ve sellem) sâihin'lerin kimler olduğu soruldu da şöyle buyurdu: "Onlar, oruç tutanlardır. Bu görüşlerin en sahihi ve en meşhûrudur. Seyahatin cihad olduğuna işaret eden bir hadis vârid olmuştur. O Ebu Dâvud'un Sünen inde Ebu Umâme'nin hadisinde rivayet ettiği hadistir. Bu hadiste Ebu Umame şöyle der: Bir adam gelip Resûlullah'tan kendisine seyahat için izin vermesini istedi. Resûlullah (Sallallahu Aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ümmetimin seyahati Allah yolunda cihattır. " İkrime'den yapılan rivayete göre o şöyle der: Onlar ilim talebeleridir. İbn Eslem, onların muhacirler olduğun söyler. Seyahatten maksat, bazılarının anladığı gibi sırf yeryüzünde seyahat etmek, dağların tepelerinde, mağara ve çöllerde yalnız başına kalıp ibadet etmek değildir. Çünkü bu, fitne ve dinde yaşanan sarsıntılar zamanı dışında meşru değildir. Nitekim Buhârî'nin Sahih'inde Ebu Sa'id el-Hudri'den rivâyetin göre Resûlullah (s.v.) şöyle der: "Öyle bir an gelecek ki, kişinin en hayırlı malı, peşinden giderek dağların tepesine ve yağmurların yağdığı yerlere çıkarak onu dini konusunda fitneden kurtaran koyun olacaktır." İbn Abbas yüce Alah'ın "Allah'ın sınırlarını koruyanlardır." sözü hakkında şöyle der: Allah'a olan itaatin yerine getirenlerdir. Hasan el-Basri de böyle söylemiştir. Hasan el-Basri'den yapılan başka bir rivayette o şöyle der: Allah'ın farzlarını koruyan ve Allahın emirlerini yerine getirenlerdir.
Ruhul Beyan T : «Bunlar;» şirkten, münafıklıktan, büyük ve küçük bütün günahlardan «tevbe edenler» dir. Tevbe, bir şeyden dönmek, vazgeçmek demektir. Bir günah işledikten sonra hemen tevbe yapılması vaciptir. Bundan önce ise, dönülen yani tevbe edilen günahın, günah olduğunu bilmek gerekir. Tevbenin kabulü için dört şey gerekir :
1) Fâsıklardan ayrılmak,
2) Sâlihlere katılmak,
3) Allah'a ibadet ve itaata başlamak. Eğer tevbe, samimi bir şekilde yapılmışsa, görürsünüz ki bedenin organları, niçin yaratılmışlarsa, onu yaparlar, yaratana boyun eğerler. Ağacın kökü sağlam olunca, dallarının meyve vermesi gibi.
4) Dünya sevgisinden uzaklaşmak.
«İbadet edenler,» samimi ve ihlâslı bir durumda Allah'a ibadet edenler. İbadet; Allah'ın yüceliğini hissettirmek üzere yapılan davranışlardır.
«Hamd edenler,» ikram etmiş olduğu nimetlerden dolayı Allah'a hamd edenler, O'nun nimetlerine şükredenler, Allah'ı, şanına lâyık isim ve sıfatlarla övenler. Bilinmelidir ki, insanın tevhid esasını kabul etmeye muvaffak kılınması, yüce Allah'ın en büyük nimetidir. Onun için her mü'min şu ifadeleri dilinden düşürmemelidir: "Elhamdü lillâhi alâ dini'l-İslâm ve tevfikil iman." (İslâm'a ve imana ulaşma şerefinden dolayı, Allah'a hamd ederim.)
<<Seyahat edenler...» İbn Abbas (r.a.), Kur'ân'da geçen bütün 'seyahat ifadesinin, oruç anlamına geldiğini söyler. Hadiste de: "Ümmetimin seyahat, oruçtur" buyurulur. Şair'in şu şiirindeki "saihan" kelimesinin de oruç anla- minda olduğu gibi:
Onu gece gündüz namaz kıldığımı,
Oruç tutarak Allah'ı fazlaca andığını görürsün.
Orucun seyahata benzetilmesinin sebebi, insanları şehvetlerinden alıkoymasıdır. Seyahata çıkan insan, birtakım isteklerine ulaşamaz. Oruçlu da öyledir. Onun için bu benzetme yapılmıştır. Oruç, nefsâni bir riyazettir. Mülk ve melekütün gizliliklerine, oruç vasıtasıyla ulaşılır. Tıpkı seyahat edenin, bilmediği ve görmediği yerleri görüp bilmesi gibi.
Atâ şöyle der: "Âyetteki seyahat edenlerden kasit, 'Allah yolunda savaşan gâziler'dir. Bunlar, birçok yollar ve yerler katederler. Neticede küfür diyarlarına ulaşırlar ve onlarla cihad ederler."
İkrime: "Bunlar, ilim elde etmek için ülkeden ülkeye koşan ilim meraklısı öğrencilerdir" demiştir. Câbir, bir tek hadis öğrenmek için, Medine'den Mısır'a gitmiştir. Bir kimse yolculuk etmedikçe kâmil yani olgunluğa erişmiş sayılmazdı. İnsan bir yerlere göç etmeden dileğine ulaşamaz.
<«<Rükû edenler, secde edenler...» Rükû ve secde edenlerden maksat namaz kılanlardır. Çünkü namaz da bu iki fiilin ibadet ciheti diğerlerine nisbetle daha açıktır. Bir insanın ayakta durması ve oturması (kıyam-kuud) olağan durumlardandır. Rükû ve secde olayı ise, normal âdetin dışında yapılan hareketlerdir. Bu iki fiil (rükû ve secde) sadece ibadet kastıyla yapılır. Bu da namazdır.
<<<İyiliği emredip kötülüğe engel olanlar...» İman ve ibadet gibi iyilikleri emredip, şirk ve günah gibi şeylere mani olanlar.
Haddâdî şöyle der: "Ma'ruf (iyilik) Hz. Peygamber'in sünneti, münker (kötülük) ise bid'attır." İbn Mâlik, Hz. Peygamber'in 'her bidat sapıklıktır" sözü hakkında şöyle der: "Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yapmadığı ortaya atılan her yeni şey sapıklıktır. Çünkü sapıklık, doğru yolu bırakıp, başka yollara gitmektir. Doğru yol ise şeriattır."
Bu hükümden, güzel bidat (bidat-ı hasene) ayrı tutulmuştur. Nitekim Hz. Ömer teravih namazı hakkında: "Ne güzel bidattır" demiştir.
İlim adamları, beş çeşit bid'at olduğunu söylerler:
1) Vâcip olan bid'at: Dinsizlerin ve diğerlerinin şüphelerini gidermek için ilmî ve mantıki deliller getirmek.
2) Mendup olan bid'at: Kitap yazmak ve medreseler yapmak.. gibi.
3) Mübah olan bid'at: Yemek ve buna benzer şeylerin çeşidini artırmak gibi.
4,5) Mekruh ve haram olan bidatlar: Bunlar da bellidirler.
«Ve Allah'ın koyduğu sınırlara riayet edenlerdir. Bunlar da, Allahü teâlâ'nın belirlemiş ve bildirmiş olduğu hakikatleri yaşayanlar ve insanların da yaşamasını sağlamaya çalışanlardır. Bu şer'i mükellefiyetler bu âyette sayılanlardan ibaret değil, çok fazladır. Birçok kısımdır. Bütün bu hakikatları sayıp dökmek için, ciltler dolusu kitaplar yazmak gerekir. Yüce Allah, mükellefiyetlerle ilgili diğer hususları kısaca "Allah'ın koyduğu sınırlara riayet edenler" şeklinde ifade etmiştir.
Mükellefin fiilleri iki kısımdır: 1)Vücut organlarının fiilleri, 2) Kalbin fiilleri. Fıkıh kitaplarında organların amelleriyle ilgili mükellefiyetler uzun uzadıya açıklanmıştır. Kalbin amelleri konusunda ise, fıkıh kitaplarında pek az şey vardır. Ancak, kelâm kitaplarında bu konuyla ilgili bazı bilgiler bulmak mümkündür. Bu konudaki bazı bilgileri ise, İmam Gazâlî ve benzerleri, ahlâk ilmi başlığı altında incelemişlerdir. Bütün bunlar, Allahü Teâlâ'nın "Allah'ın koyduğu sınırlara riayet edenler" ifadesi içerisinde mevcuttur.
Haddâdî şöyle der : " Âyette belirtilen bu sıfat, kulların Allah'a itaatlarını, O'nun emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçmayı en mükemmel şekilde ifade etmektedir. Çünkü Allah, emir, nehiy ve mendup olan konuların hududunu açıklamıştır. Bazı şeyleri yapmaya kulu teşvik etmiş, ya da serbest bırakmıştır. Kul, bunlardan dilediğini seçebilir. Allah'ın emir ve yasaklarına uyup, onları yerine getirir, Allah'ın dilediğine uyarsa, işte o zaman, Allah'ın sınırlarına riayet etmiş olur."
Rivayet edildiğine göre, Halef b. Eyyüb hanımına, gecenin bir bölümünde, çocuğunu emzirmemesini emretmiş ve "iki yıl doldu" demişti. Ona, "Niçin bıraktırdın? Bu gece de emzirseydi ya ?" dediklerinde, onlara: "Allah'ın koyduğu sınırlara riayet ederler" âyeti nerede kaldı?" diye cevap vermişti.
«Mü'minleri müjdele!» Bahsedilen bu faziletlere sahip olanları müjdele. Ayette, "mü'minler" kelimesi yerine "Onları müjdele" denilebilirdi. Fakat Allahü Teâlâ, mü'minlerin imanlarına dikkat çekmek için, zamir kullanmamıştır. Neyin müjdeleneceği de, tazimden ötürü hazfedilmiştir. Sanki denmiştir ki: Sözle anlatılamıyacak ve bilinemeyecek derecede yüce bir şeyle müjdelendiniz.
Vav. Vav harfinin gerek şekli gerek sembolik anlamı bakımından Türk hat sanatında da önemli bir yeri vardır. Anne rahmindeki çocuğa ve secde halindeki insana benzemesiyle sadakat ve tevazuu, ilk harfi olduğu Cenâb-ı Hakk’ın vahdâniyet sıfatı ve vâhid ismini simgelemesi, ayrıca ebced hesabına göre 6 sayısına karşılık olması bakımından imanın altı esasına işaret etmesi sebebiyle hattatlar hem “âmentü” yazılı levhalarda bu harfi öne çıkarmışlar hem de sadece bu harften oluşan levhalar düzenlemişlerdir. Ayrıca karşılıklı iki vav harfinin ebced hesabıyla Allah lafzının karşılığı olan 66’ya tekabül etmesi sebebiyle de “müsennâ” denilen yazı çeşidinde çifte vav çokça kullanılmış, bazı tarihî camilerin duvarları tek veya çifte “vav”lı levhalarla tezyin edilmiştir https://islamansiklopedisi.org.tr/vav #vav #hat #sülüs #tuluth #calligraphy #arabiccalligraphy #islamiccalligraphy #islamicart #ottomanart #tezhip #müzehhip #kamışkalem #art #artwork #sanat #sanatçı #sanatetkinligi #islam #hattatismailtuluce #emaneteserler #türkiye #istanbul #allah #muhammed #الله #محمد #mürekkep #hatsanatıaşkı #hatlevha #ketebe (Kütahya) https://www.instagram.com/p/Cpk0jSbMQcz/?igshid=NGJjMDIxMWI=