#canım bal
Explore tagged Tumblr posts
Text
"O çok ağladı, yanakları hiç ıslanmadı... '
#vaveyla#kardelen#binnurşafaknigiz#lavinia#canım bal#abim adam#kartal alaşan#kitap alintilari#kitapsözleri#kitaplar
5 notes
·
View notes
Text
Ne yaşarsam yaşayım her an hayat kurtaran o bi'tanecik arkadaşım❤️🔥
Getireyim mi? (Ankara'ya...)
14 notes
·
View notes
Text
Türkü/lerimiz 🎶
Turkish folk music 🎶🎵
Hüseyin Turan🎤🎶🎵
Bir Karacaoğlan şiiri....
Bir çift bülbül geldi kondu çimene,
Başı yeşil, ayakları kırmızı.
Bal akıyor lisanından, lebinden,
Al yanaklar elma gibi kırmızı.
Benim yârim hem sultandır, hem handır,
Tatlı canım o güzele kurbandır.
İnci değil, sedef değil, mercandır,
Ak kolunda kol bağısı kırmızı.
Bahçemize üç gül diktim, biterse,
Şakıyıp dalında bülbül öterse,
Benim vadem senden evvel yeterse,
Mezarıma çift taş dikin kırmızı.
Üç yıl oldu şu dağları aşalı,
Beş yıl oldu kız sevdana düşeli.
Kalk gidelim, bizim oda döşeli,
Döşemesi baştan başa kırmızı.
Karac'oğlan der ki: Otur yanıma,
Sana gelen kaza tatlı canıma.
Beni öldür, bas ellerin kanıma,
Desinler ki, on parmağı kırmızı.
💙💔🥀
Ah benim türkü gözlüm oldu mu böyle?
84 notes
·
View notes
Text
Uzun zamandır başım dönüyordu, genelde hep sigara içtikten sonra olurdu o nedenle sigara çok nadir içiyorum artık ve uzun süredir gerçekleşmiyordu bu durum. Öyle bir baş dönmesiydi ki ayakta duramayıp dizlerim üzerine çökmek zorunda kalıyordum ve bazen ellerim zangır zangır titriyordu hatta umut bir kere şahit oldu, koşup tutmasa kafamı bir yerlere vurup, kenan ışık gibi olabilirdim sanırım. Ama bu seferki çok değişik oldu, yere çökmeye bile zamanım olmadı, bu sefer tutacak kimse de yoktu. Bütğn vucudumun kontrolünü yitirdim ne kadar sürdü bilmiyorum ama gözümü açıp kobra tarafından zehirlenmiş bal posuğu gibi yoluma devam ettim. Doktora gitmem lazım biliyorum ama çok tırsıyorum açıkçası. Amannn ne olacak ki en fazla ölürüm diyorum ama öldüğüme öldüğüm için üzülmeyecek birileri vardır diye yaşamam gerekiyor biraz daha sanırım.
Şarkının sonu ise günlerdir başımı döndüren ikinci şey.
‘Beklediğim gibiyim
Madem sahile vuracaktım, oltalardan niye kaçtım?’
Ve artık canım gerçekten acımıyor.
18 notes
·
View notes
Text
Henüz İstanbul'un güzel zamanlarıydı.
Nüfus daha üç milyon bile olmamıştı.
İstanbul dediğiniz; sur içinden ibaretti.
Eyüp'te Rami'de, Zeytinburnu'nda oturan insanlar sokakta karşılaştıklarında, "Nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun?" sorusuna "İstanbul'dan geliyorum, İstanbul'a gidiyorum cevabını verirdi."
Yani: Rami'de, Eyüp'te oturan İstanbulluyum demezdi, diyemezdi..
Zira İstanbullu olmak; Türkçesi, görgüsü, nezaketi ile ayrıcalıklı olmaktı ve başka bir şeydi.O zaman Eminönü gündüz milyon nüfuslu, gece mültecilerin, Arapların fink attığı bir semt değildi.
Azak yokuşunda tiyatro vardı.
Kocamustafapaşa'da merhum Nejat Uygur'un çevre tiyatrosu, tiyatro bitişiğinde zamanın assolisti Alâaddin Şensoy'un kafeteryası vardı ve daha da önemlisi o tiyatroyu her akşam dolduracak, o tiyatroyu ayakta tutacak kadar da seyirci vardı.
O yıllarda sanatçı dediklerimiz magazin haberleri ve burnundan kıl aldırmaz kibirli halleri ile değil, sanatları ve mütevazi kişilikleriyle anılırdı.
Alâaddin Şensoy; kafeteryası önünde bir çocuğa 25 kuruşluk dondurma doldururken, Nejat Uygur çocuklarla şakalaşırdı.
Günün 24 saati açık olan Koska kahvesi, Çakıl ve Gar gazinosu sanatçılarının program çıkışında gelmesiyle dolar, sanat sokağa taşardı.
Masmavi gözlü, bembeyaz saçlı, her gün düzenli tıraş olan Muratlılı muhacir Arif baba; nargile, ateş, çay servisini aksatmadan sürdürür, bir defa gelmiş ve iki saat oturmuş müşteriyi aylar sonra gördüğünde çayı kaç şekerli, kahveyi nasıl içtiğini hatırlardı.
Udi Hırant'ı da, Arif Sami Toker'i de orada tanımış ve dinlemiştim.
Marmara ve Küllük kahvehaneleri devrin aydınlarının ufuk açan sohbetlerine sahne olurdu.
Şehzadebaşı'nda, Çemberlitaş'ta sinema vardı.
Gedikpaşa'da cadde üzerinde bir bakkalın önünde bütün dekoru bir sandık üzerinde mavi muşamba ve camekan olan kimsenin ismini bilmediği "pala" namıyla maruf biri, torik lakerda satar, kunduracı kalfası öğle yemeğinde torik lâkerda-mor soğan yerdi.
O zamanlar Marmara'da torik olurdu, lâkerda da bir ayakkabıcı kalfasının yiyebileceği fiyattı.
Çarşıkapı'da Kubbealtı sebilinde börekçi İzmirli Cemal'de kuşüzümü ve fıstıklı kıymalı börek, Bulgar sütçü Nedelko'da
bal-kaymakla kahvaltı edilirdi.
Henüz İstanbul'un güzel zamanlarıydı..
Su deyince aklımıza, "Hamidiye ya da Taşdelen" suyu gelirdi, su da henüz pet şişeye girmemişti, "Cam sağlığı can sağlığıydı."
Naylon poşet, pet şişe, ve gürültü kirliliği yoktu.
Devir: Kese kâğıdı, file zembil sepet devriydi..
Cami avlularında güvercin, her yerde ağaç, ağaçta serçe, denizde yelkovan kuşları ile martı sesleri olurdu.
Nişanca Kumkapı sokaklarında eşek üzerinde tel dolapta güveç kaplarda yoğurt satan Bulgar sütçü Boris'in zilinin sesi, Nişanca-Soğanağa arasında günün en sessiz zamanı kaldırımda duyulan tak-tak sesleri ardından Davudî bir sesin, değme şarkıcıya taş çıkartacak biçimde icra ettiği bildiğim hiç bir şarkıya benzemeyen şarkı mı, gazel mi, mani mi? anlayamadığım bir musiki icrası..
İsfahan da bir kuyu var
İçinde nane suyu var
Her güzelin bir huyu var
Ne yaman Acem güzeli
Nane suyu nane şeker
Benim canım her gün çeker
Mahmut Paşa meydanımız
Var tütüncü dükkanımız
Her güzele söz çakarız
Ne yaman acem güzeli
Nane suyu nane şeker
Benim canım her gün çeker
***
Diz altında iptidai bir tahta bacağıyla gezen nane şekeri satıcısının muhteşem sesidir bu ve o tak-tak sesleri de tahta bacağın kaldırımla buluşması ile musiki öncesi girizgâhı..
Boynunda çapraz biçimde asılı, deri kayışlardan oluşan bir kafes içinde billur kavanozda nane şekeri mi satmaktadır, ya da sanat icra edip şeker mi ikram etmektedir?.
Güneş yanığı bronz bir tenle inanılmaz tezat bembeyaz saç ve sakal, bir martının açık kanadını andıran gür, gümrah ve yine bembeyaz kaşlar..
Tepeden tırnağa sakız beyazı, kar beyazı bir gömlekle pantolon ve inadına dimdik, eyvallahı olmayan bir baş..
O sessizliğin hüküm sürdüğü tenhalıkta, açılan pencereler, hafif bir meltemde dalgalanan perdelerin ardında hayal-meyal genç, olgun, yaşlı kadın yüzleri ve caddenin iki yakasındaki açık pencerelerden kaldırıma düşen madeni paraların, yağmur taneleri gibi sessizliği delen sesleri...
Sokağa dökülen paraları toplayıp kanadı açık martı kaşlı, davudî sesli beyazlar içinde heykel duruşlu adama veren, onun verdiği şekerleri saygıyla alan çocuklar.
Sonra da aralık pencere, dalgalanan perdeler ardındaki meçhul ve müphem hanımefendilere bıçak sırtı gibi belli belirsiz bir tebessümle verilen baş selâmı.
Henüz İstanbul'un güzel zamanlarıydı.
Tepebaşı'nda çamlar vardı çamlar arasında da çay bahçesi, Şişhane'de Haliç manzaralı Kanun-i esasî kıraathanesi, Eyüp'te göç edemeyip insan merhametine sığınan leylekler...
Sirkeci'de Ali Muhittin Hacı Bekir'de demirhindi şerbeti, Kapalıçarşı'da çukur muhallebicide sakızlı muhallebi, Çemberlitaş'ta köfteci Saim babada başka hiç bir yerde bulamayacağınız Hıdrellez salatası ve şıra vardı.
İstanbul pet şişe, naylon poşet, çiğ köfte, arabesk ve mülteci istilası altında değildi.
Kebapçı deyince akla yumurtalı piyaz, Arnavut ciğeri, köfte ve külbastı yenilip, şıra içilen menüsü fakir ama lezzeti gani mütevazi Arnavut köfteciler gelirdi.
Çiçek pasajında madam Anahit sağdı ve akordeonuyla her masa müşterisine hitap edecek kadar zengin bir repertuarı vardı.
Sütçüler Bulgar, boza, dondurma, revani tulumba tatlısı satanlar Balkanlı, kasaplar Eğinli, en iyi aşçılar Bolulu, meyhanecilerin ünlüsü Rum olurdu.
Üsküdar'da Kanaat, Beyoğlu'nda Hacı Salih, Hacı Abdullah, Hacı baba, Mısır çarşısında Pandeli, Kapalıçarşı'da Havuzlu, Sirkeci'de Konyalı lokantaları İstanbullunun damağını şenlendirirdi.
Çatladıkapı'dan Yedikule'ye kadar olan sahilde "Lodosçu" denilen rızkını denizde, ve denizin karaya attıklarında arayan bir zanaat erbabı vardı.
Henüz İstanbul'un güzel zamanlarıydı.
Nüfus daha üç milyon bile olmamıştı.
Sokaklarında ayı oynatanlar, çubuğa dolanan rengârenk macun ve lahmacun satanlar vardı ve Gülhane parkı ayni zamanda hayvanat bahçesiydi.
Lâhmacun dedim de, lâhmacun: İstanbul'un yeni yeni tanıştığı üzeri beyaz muşamba kaplı oval tahta sandıklarda seyyar esnafça satılan sokak lezzeti, fukara taamıydı.
Beyoğlu İstiklal caddesinde, lâvanta ve kokina satan Roman kızları ile Beyoğlu çikolatası satan küçücük dükkânlar vardı.
Caddelerde troleybüsler, troleybüs içinde önden arkaya yürüyüp, mesafeye göre bilet kesen biletçiler..
Mecidiyeköy'ün dut bahçelerini hatırlamam ama zaman, Yedikule'de marul, Çengelköy'de salatalık, Arnavutköy'de çilek, Langa'da bostan, Kanlıca'da yoğurt, Beykoz'da paça, Emirgân'da çay, Sarıyer'de de börek, Vefa'da boza zamanlarıydı.
Kapalıçarşı'da ayakları dizden kesik Hamparsum, Eminönü'nde Nimet abla, kendisini tanımasak da; Galata köprüsü altında merhum uzun Ömer'in altı çok pençeli devasa pabuçlarının sergilendiği piyango satıcıları henüz talih ve umut satıyordu.
Galata köprüsü dedim de aklıma geldi; bir tane dolandırıcımız vardı Kız kulesi, Galata köprüsü ve Haydarpaşa garını satardı Sülün Osman'ı herkes tanırdı. Bunca yıl sonra bile tebessümle hatırlanır. Nice dolandırıcılar geldi geçti, ne adları kaldı ne sanları..
O yıllarda "Gangster" denirdi, bir tane banka soyguncusu vardı Necdet Elmas! adeta "Arkası yarın" izler gibi bir sonraki hamlesi "Arsen Lüpen" macerası gibi beklenirdi.
Radyoda radyo tiyatrosu, Orhan Boran'la Yuki, Müzeyyen Senar'ın ardında Yorgo-Aleko Bacanos'ların ismi anons edilirdi.
Merhum Selahattin Pınar'ın tamburu elindeyken kalbinin durduğu Kalamış'ta Todori, Beyoğlu Balık pazarında "Krepen'deki İmroz" Kumkapı'da kör Agop, Tarlabaşı'nda bir çok Yeşilçam filmine sahne olmuş İmrozlu Nikoli'nin işlettiği Hasır, Yedikule'deki Sefa, Kurtuluş'ta adına şiirler yazılan İlk kadın meyhaneci, madam Despina'nın meyhaneleri birer dünya markasıydı.
Samatya'da İstanbul'un belki de son koltuk meyhanesi Küçük Paris; şarabın bardakla satıldığı, birkaç leblebi iki dilim elmayla ayaküstü içen müdavimlerinin hizmetindeydi.
Henüz ezan da merkezi sistemle okunmuyordu.
O meyhanelerden çıkıp çorbacıya, çorbacıdan çıkıp sabahçı kahvesinde kahve içmeye gidenler; hangi cami müezzininin sabah ezanının daha iyi kıraat ettiğini bilir ve sabahın o sessizliğinde gözlerinde yaş, dudaklarında pişmanlık ve tatlı bir ürpermeyle huşû içinde ezan dinlerdi.
Henüz İstanbul'un güzel zamanlarıydı.
Nüfus daha üç milyon bile olmamıştı.
Ve henüz İstanbul'un siluetinde gök kubbeyi delen gökdelenler de gürültü kirliliği de, tabelalardaki dil ve görüntü kirliliği de yoktu.
Cami avlularında güvercin, caddede ağaç, ağaçta serçe, denizde yelkovan kuşları ile martı sesleri olurdu.
Ve o zamanlar gerçekten güzel zamanlardı..
Selâm ve muhabbetle..
TC Yahya Kaptan
4 notes
·
View notes
Text
22 yıllık hayatımın en güzel ve özel detayı, canım bal parem.. nice mutlu yıllarımızın olması dileği ile seni çokça :')
20 notes
·
View notes
Text
@dilaltihapishanesii Varlığın yüzümü gülümsetiyor canım bal. Bu satırlar sana🩵
3 notes
·
View notes
Text
Dönemin son staj günüydü 🥲 canım yavrularım hepsi birbirinden tatlı bal gibiler, sarıldılar hocam gitmeyin arada gelin diyorlar, hatıra fotoğrafı çekildik, her biri yüreğimde yer edindi bir dönemde nasıl bu kadar bağ kurduk bilmiyorum ama saf ve karşılıksız sevgiyi ve gözlerindeki o ışıltıyı görmek o kadar güzel ki 🥹💌
4 notes
·
View notes
Text
bir mani olmaz ise yıllaaar yıllar sonra saat dokuz olmadan uyuyacağım gibi duruyor. başta ailem olmak üzere bugünleri görmemde emeği geçen herkese teşekkür ederim. benim için çok yorucu ama bir o kadar da keyifli bir hayattı. saat dokuz olmadan uyuyacak olmamı henüz adı sanı kendi ortada olmayan bal olsaymışsın ne de güzel huzurlu yuvamız var ve mevla teala nazarlardan korusun duasını peşin peşin ettiğim canım eşime ve mevla teala rızası üzere hayırla afiyetle analı babalı büyütsün çok büyük hayırlara vesile olun oy sizi yerim dualarıma şimdiden girmiş olan dünyalar tatlısı çocuklarıma ithaf ediyorum
21 notes
·
View notes
Text
Sevgilim, brensim, kumral civcivim, tatli tavsanim, her şeyim, tanıştığımız andan beri seni bırakamayacağımı biliyordum bu yüzden gitmene izin vermemiştim, iyi ki de öyle yapmışım. Dokuz aydır bana cenneti yaşatıyorsun şans meleğim. Hayatımda kimse beni senin kadar mutlu etmedi ve edemez. Ben kimseyi senin kadar istemedim sevmedim özlemedim. Sana çok aşığım bal gözlüm. Ölene kadar seni mutlu etmek için elimden geleni yapacağım çünkü bunu en çok sen hak ediyorsun. Bazen beni biraz üzdüğün oluyor ama zamanla beni anlayıp buna göre davranacağını ve benim de aynı şekilde seni hiçbir zaman üzmeyeceğimi umuyorum. İliskimiz icin senden tek istegim her zaman hassas düsünmen. Senin gibi güzel şiirler yazamadıgım icin üzgünüm aşkım elimden bu geliyor. İnsallah seninle her ayımızı her anımızı dolu dolu güzelliklerle geçiririz ve çok mutlu bir hayat süreriz. İyi ki varsın canım kocam seni çok seviyorum Fıratım💚
2 notes
·
View notes
Text
yeni kayıt olan ailelerimiz vardı bugün iftarda. ilk kez programlarımıza dahil olan bizimle vakit geçiren. yetim çocuklar böyle aktivitelerde biraz çekingen oluyorlar, hatta gelmek istemiyorlar. akşam kalabalık dağılırken her annemiz aynı şeyi söyledi "çok güzel bir ortamdı çok eğlendik mutlu olduk, çocuklarımız gelmek istemiyordu şimdi gitmek istemiyorlar" dediler. bizim için de öyle biz de ��ok eğlendik dedim hepsine. yağ satarım bal satarımdan tutun da ip atlama, halat yarışı bile yaptık. canavar gibiler bizi yendiler :) canım çocuklar 💚🤍
6 notes
·
View notes
Text
canım ne istersee...
Karanlığın ortasında dizlerimi kendime çekmiş kafamı da dizlerime gömmüş öylece oturuyordum , artık korkmuyordum karanlıktan çünkü aslında korkulacak hiçbirşey yoktu. Her insanın hayal dünyasında rengarenk ışıklar vardır ama maalesef benim hayal dünyam hayatım gibiydi, kapkaranlık ve ben bir süre sonra bu karanlığa alıştım. Karanlığın içinde küçükken düşündüğümüz gibi canavarlar yoktu hayat aynıydı sadece ışıklar sönmüştü . Uzun süre geçti , ben tam bu karanlığa hüzne alışmışken biri geldi ve tüm ışıkları teker teker yakmaya başladı , ışıklar gözümü alıyor onu göremiyordum sonra bir baktım bana elini uzatıyor ve bana " Gel, alıyım seni bu karanlıktan, beraber çıkalım gökyüzüne ,ışıklarımız hep yansın. Biliyorum iyi değilsin , bende değilim . Var mısın toplamaya birbirimizi ? " diyor. Korkuyorum evet ,tekrar kırılmaktan çok korkuyorum. Sonra bi süre öyle kalıyoruz ,tutuyorum elini ayağa kalkıyorum .Biz konuşmaya devam ettikçe benim ışıklarım yanmaya devam ediyor , biz konuşmaya devam ettikçe yaralarım iyileşiyor , o konuşmaya devam ettikçe benim uykum geliyor ve o uyku çok huzurlu geliyor... Evet, yalan değil uzun zaman sonra huzurlu bir şekilde uykum geliyor , uzun zaman sonra gülüyorum , biri benim elimi tutuyor ve ben o an imkansız diye birşey olmadığını anlıyorum. Çünkü ; En başta birinin beni sevmesi, benimle konuşması ,ben konuştukça gülmesi imkansız geliyordu . Ama oldu o beni sevdi ,benimle konuştu ,benim elimi tuttu , benimle güldü ... İşte ben hayatın ne demek olduğunu o an anladım ,gülerken gözleri parlayınca , bana parlayan gözlerle umut dolu baktığında anladım . Onunla tanışmadan önce hayat ; Hep herkesin nefret ettiği fakat bazılarının aşık olduğu ve iyi ki dediğiydi. Onunla tanıştktan sonra dedim ki " Meğer hayat dedikleri gözlerinden ibaretmiş..." Gözleri çok şey anlatıyordu , çok şey yaşamıştı , gözlerinde ; acı, hüzün, dert, sevgi, huzur , korku ve "AŞK" vardı . Evet , bu aşkı görebiliyordum ve tabii o da korkuyordu ve o gece ona uyku yavaş yavaş gözlerimi kapatırken uyumadan önce ki son gücümle "Yemyeşil gözlerin var , ama gökyüzü gibi bakıyorsun Bal . Gözlerin de ki umut kapkaranlık dünyama ışık gibi geldi, senin gözlerin çok şey anlatıyor bana , senin gözlerin SENİ anlatıyor bana..."
2 notes
·
View notes
Text
Ölmekten korkmam ben ama soğuğu sevmiyorum, canım bal. Ölüler buz gibi olurmuş. Bir gün ölürsem çok üşür müyüm?
3 notes
·
View notes
Text
Bazen öyle anlar olur ki anlatamam. Canım yandığında canı yanan, saçımın teline zarar gelse sebebi olan kişiyi öldürecek kadar kendinden geçen, sinirliyken bile bana baktığında sesi incelen, iyi günümde kötü günümde 1 saniye bile yanımdan ayrılmayan, bakışlarımız konuşmamıza yeten, her hangi bir şeye de gülse ilk baktığı kişi olmak, anlatamam içimde ki duyguları, onunla her an o kadar iyi geliyor ki bana, onsuz napacağımı dahi bilemiyorum, yakında doğum günü var, ona en büyük hediyesi benim evet, ama ben hariç ona çok güzel bir hediye vericem. İyi hayatımdasın bero'm 21 yıllık ebedi dostum bal gözlün seni çok seviyo unutma bunu. Hayat sırdaşım, iyikilerim. Şimdiden doğum günün kutlu olsun, şimdiden 22 yaşın kutlu olsun, nice yeni yaşlara güzel dostum.
2 notes
·
View notes
Text
Yavrum sen benim balımsın.
Tadına alışmış canım.
9 notes
·
View notes
Text
Henüz İstanbul'un güzel zamanlarıydı.
Nüfus daha üç milyon bile olmamıştı.
İstanbul dediğiniz; sur içinden ibaretti.
Eyüp'te Rami'de, Zeytinburnu'nda oturan insanlar sokakta karşılaştıklarında, "Nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun?" sorusuna "İstanbul'dan geliyorum, İstanbul'a gidiyorum cevabını verirdi."
Yani: Rami'de, Eyüp'te oturan İstanbulluyum demezdi, diyemezdi..
Zira İstanbullu olmak; Türkçesi, görgüsü, nezaketi ile ayrıcalıklı olmaktı ve başka bir şeydi.O zaman Eminönü gündüz milyon nüfuslu, gece mültecilerin, Arapların fink attığı bir semt değildi.
Azak yokuşunda tiyatro vardı.
Kocamustafapaşa'da merhum Nejat Uygur'un çevre tiyatrosu, tiyatro bitişiğinde zamanın assolisti Alâaddin Şensoy'un kafeteryası vardı ve daha da önemlisi o tiyatroyu her akşam dolduracak, o tiyatroyu ayakta tutacak kadar da seyirci vardı.
O yıllarda sanatçı dediklerimiz magazin haberleri ve burnundan kıl aldırmaz kibirli halleri ile değil, sanatları ve mütevazi kişilikleriyle anılırdı.
Alâaddin Şensoy; kafeteryası önünde bir çocuğa 25 kuruşluk dondurma doldururken, Nejat Uygur çocuklarla şakalaşırdı.
Günün 24 saati açık olan Koska kahvesi, Çakıl ve Gar gazinosu sanatçılarının program çıkışında gelmesiyle dolar, sanat sokağa taşardı.
Masmavi gözlü, bembeyaz saçlı, her gün düzenli tıraş olan Muratlılı muhacir Arif baba; nargile, ateş, çay servisini aksatmadan sürdürür, bir defa gelmiş ve iki saat oturmuş müşteriyi aylar sonra gördüğünde çayı kaç şekerli, kahveyi nasıl içtiğini hatırlardı.
Udi Hırant'ı da, Arif Sami Toker'i de orada tanımış ve dinlemiştim.
Marmara ve Küllük kahvehaneleri devrin aydınlarının ufuk açan sohbetlerine sahne olurdu.
Şehzadebaşı'nda, Çemberlitaş'ta sinema vardı.
Gedikpaşa'da cadde üzerinde bir bakkalın önünde bütün dekoru bir sandık üzerinde mavi muşamba ve camekan olan kimsenin ismini bilmediği "pala" namıyla maruf biri, torik lakerda satar, kunduracı kalfası öğle yemeğinde torik lâkerda-mor soğan yerdi.
O zamanlar Marmara'da torik olurdu, lâkerda da bir ayakkabıcı kalfasının yiyebileceği fiyattı.
Çarşıkapı'da Kubbealtı sebilinde börekçi İzmirli Cemal'de kuşüzümü ve fıstıklı kıymalı börek, Bulgar sütçü Nedelko'da
bal-kaymakla kahvaltı edilirdi.
Henüz İstanbul'un güzel zamanlarıydı..
Su deyince aklımıza, "Hamidiye ya da Taşdelen" suyu gelirdi, su da henüz pet şişeye girmemişti, "Cam sağlığı can sağlığıydı."
Naylon poşet, pet şişe, ve gürültü kirliliği yoktu.
Devir: Kese kâğıdı, file zembil sepet devriydi..
Cami avlularında güvercin, her yerde ağaç, ağaçta serçe, denizde yelkovan kuşları ile martı sesleri olurdu.
Nişanca Kumkapı sokaklarında eşek üzerinde tel dolapta güveç kaplarda yoğurt satan Bulgar sütçü Boris'in zilinin sesi, Nişanca-Soğanağa arasında günün en sessiz zamanı kaldırımda duyulan tak-tak sesleri ardından Davudî bir sesin, değme şarkıcıya taş çıkartacak biçimde icra ettiği bildiğim hiç bir şarkıya benzemeyen şarkı mı, gazel mi, mani mi? anlayamadığım bir musiki icrası..
İsfahan da bir kuyu var
İçinde nane suyu var
Her güzelin bir huyu var
Ne yaman Acem güzeli
Nane suyu nane şeker
Benim canım her gün çeker
Mahmut Paşa meydanımız
Var tütüncü dükkanımız
Her güzele söz çakarız
Ne yaman acem güzeli
Nane suyu nane şeker
Benim canım her gün çeker
***
Diz altında iptidai bir tahta bacağıyla gezen nane şekeri satıcısının muhteşem sesidir bu ve o tak-tak sesleri de tahta bacağın kaldırımla buluşması ile musiki öncesi girizgâhı..
Boynunda çapraz biçimde asılı, deri kayışlardan oluşan bir kafes içinde billur kavanozda nane şekeri mi satmaktadır, ya da sanat icra edip şeker mi ikram etmektedir?.
Güneş yanığı bronz bir tenle inanılmaz tezat bembeyaz saç ve sakal, bir martının açık kanadını andıran gür, gümrah ve yine bembeyaz kaşlar..
Tepeden tırnağa sakız beyazı, kar beyazı bir gömlekle pantolon ve inadına dimdik, eyvallahı olmayan bir baş..
O sessizliğin hüküm sürdüğü tenhalıkta, açılan pencereler, hafif bir meltemde dalgalanan perdelerin ardında hayal-meyal genç, olgun, yaşlı kadın yüzleri ve caddenin iki yakasındaki açık pencerelerden kaldırıma düşen madeni paraların, yağmur taneleri gibi sessizliği delen sesleri...
Sokağa dökülen paraları toplayıp kanadı açık martı kaşlı, davudî sesli beyazlar içinde heykel duruşlu adama veren, onun verdiği şekerleri saygıyla alan çocuklar.
Sonra da aralık pencere, dalgalanan perdeler ardındaki meçhul ve müphem hanımefendilere bıçak sırtı gibi belli belirsiz bir tebessümle verilen baş selâmı.
Henüz İstanbul'un güzel zamanlarıydı.
Tepebaşı'nda çamlar vardı çamlar arasında da çay bahçesi, Şişhane'de Haliç manzaralı Kanun-i esasî kıraathanesi, Eyüp'te göç edemeyip insan merhametine sığınan leylekler...
Sirkeci'de Ali Muhittin Hacı Bekir'de demirhindi şerbeti, Kapalıçarşı'da çukur muhallebicide sakızlı muhallebi, Çemberlitaş'ta köfteci Saim babada başka hiç bir yerde bulamayacağınız Hıdrellez salatası ve şıra vardı.
İstanbul pet şişe, naylon poşet, çiğ köfte, arabesk ve mülteci istilası altında değildi.
Kebapçı deyince akla yumurtalı piyaz, Arnavut ciğeri, köfte ve külbastı yenilip, şıra içilen menüsü fakir ama lezzeti gani mütevazi Arnavut köfteciler gelirdi.
Çiçek pasajında madam Anahit sağdı ve akordeonuyla her masa müşterisine hitap edecek kadar zengin bir repertuarı vardı.
Sütçüler Bulgar, boza, dondurma, revani tulumba tatlısı satanlar Balkanlı, kasaplar Eğinli, en iyi aşçılar Bolulu, meyhanecilerin ünlüsü Rum olurdu.
Üsküdar'da Kanaat, Beyoğlu'nda Hacı Salih, Hacı Abdullah, Hacı baba, Mısır çarşısında Pandeli, Kapalıçarşı'da Havuzlu, Sirkeci'de Konyalı lokantaları İstanbullunun damağını şenlendirirdi.
Çatladıkapı'dan Yedikule'ye kadar olan sahilde "Lodosçu" denilen rızkını denizde, ve denizin karaya attıklarında arayan bir zanaat erbabı vardı.
Henüz İstanbul'un güzel zamanlarıydı.
Nüfus daha üç milyon bile olmamıştı.
Sokaklarında ayı oynatanlar, çubuğa dolanan rengârenk macun ve lahmacun satanlar vardı ve Gülhane parkı ayni zamanda hayvanat bahçesiydi.
Lâhmacun dedim de, lâhmacun: İstanbul'un yeni yeni tanıştığı üzeri beyaz muşamba kaplı oval tahta sandıklarda seyyar esnafça satılan sokak lezzeti, fukara taamıydı.
Beyoğlu İstiklal caddesinde, lâvanta ve kokina satan Roman kızları ile Beyoğlu çikolatası satan küçücük dükkânlar vardı.
Caddelerde troleybüsler, troleybüs içinde önden arkaya yürüyüp, mesafeye göre bilet kesen biletçiler..
Mecidiyeköy'ün dut bahçelerini hatırlamam ama zaman, Yedikule'de marul, Çengelköy'de salatalık, Arnavutköy'de çilek, Langa'da bostan, Kanlıca'da yoğurt, Beykoz'da paça, Emirgân'da çay, Sarıyer'de de börek, Vefa'da boza zamanlarıydı.
Kapalıçarşı'da ayakları dizden kesik Hamparsum, Eminönü'nde Nimet abla, kendisini tanımasak da; Galata köprüsü altında merhum uzun Ömer'in altı çok pençeli devasa pabuçlarının sergilendiği piyango satıcıları henüz talih ve umut satıyordu.
Galata köprüsü dedim de aklıma geldi; bir tane dolandırıcımız vardı Kız kulesi, Galata köprüsü ve Haydarpaşa garını satardı Sülün Osman'ı herkes tanırdı. Bunca yıl sonra bile tebessümle hatırlanır. Nice dolandırıcılar geldi geçti, ne adları kaldı ne sanları..
O yıllarda "Gangster" denirdi, bir tane banka soyguncusu vardı Necdet Elmas! adeta "Arkası yarın" izler gibi bir sonraki hamlesi "Arsen Lüpen" macerası gibi beklenirdi.
Radyoda radyo tiyatrosu, Orhan Boran'la Yuki, Müzeyyen Senar'ın ardında Yorgo-Aleko Bacanos'ların ismi anons edilirdi.
Merhum Selahattin Pınar'ın tamburu elindeyken kalbinin durduğu Kalamış'ta Todori, Beyoğlu Balık pazarında "Krepen'deki İmroz" Kumkapı'da kör Agop, Tarlabaşı'nda bir çok Yeşilçam filmine sahne olmuş İmrozlu Nikoli'nin işlettiği Hasır, Yedikule'deki Sefa, Kurtuluş'ta adına şiirler yazılan İlk kadın meyhaneci, madam Despina'nın meyhaneleri birer dünya markasıydı.
Samatya'da İstanbul'un belki de son koltuk meyhanesi Küçük Paris; şarabın bardakla satıldığı, birkaç leblebi iki dilim elmayla ayaküstü içen müdavimlerinin hizmetindeydi.
Henüz ezan da merkezi sistemle okunmuyordu.
O meyhanelerden çıkıp çorbacıya, çorbacıdan çıkıp sabahçı kahvesinde kahve içmeye gidenler; hangi cami müezzininin sabah ezanının daha iyi kıraat ettiğini bilir ve sabahın o sessizliğinde gözlerinde yaş, dudaklarında pişmanlık ve tatlı bir ürpermeyle huşû içinde ezan dinlerdi.
Henüz İstanbul'un güzel zamanlarıydı.
Nüfus daha üç milyon bile olmamıştı.
Ve henüz İstanbul'un siluetinde gök kubbeyi delen gökdelenler de gürültü kirliliği de, tabelalardaki dil ve görüntü kirliliği de yoktu.
Cami avlularında güvercin, caddede ağaç, ağaçta serçe, denizde yelkovan kuşları ile martı sesleri olurdu.
Ve o zamanlar gerçekten güzel zamanlardı..
Selâm ve muhabbetle..
TC Yahya Kaptan
3 notes
·
View notes