#batı liberalizmi
Explore tagged Tumblr posts
Text
Görgüsüzler Çağı Görgülülerin Tutsaklığı
✍🏻 Anıl Güven
https://www.gundemarsivi.com/gorgusuzler-cagi-gorgululerin-tutsakligi/
“… Liberalizmi doğuran yalnızca burjuva değil, toplum içindeki değişik sınıfların toplu çelişki ve dinamikleridir. Bu çelişki ve dinamikler ise temelde modernizasyonla birlikte ortaya çıkmıştır. (…) burjuva tek başına kendi çıkarları doğrultusunda farklı siyasi yapılarla uzlaşmaya gidebilir.“ (*)
Dünyanın Doğusunda, yaşam Tanrı ve Din algısı üzerinden tansıklarla iç içe geçmiş bir biçimde yaşanmaktayken; Batı ve Kuzeybatı Seküler çağın gereklerini olabildiğince uygulanmaya koymuştu.
Sömürgeci, işgalci güçlere karşı yeryüzü tarihinde ilk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı verip, devlet kurmuş olan atalarımız, süreç içerisinde çağdaşlaşma ve aydınlanma yolundaki, ivmesi olağanüstü olan gelişmelerle ulusumuzu dinin çöl karanlığından kurtarıp LAİKLİK ilkesi ile yapılandırılmıştı. Saygın uluslar topluluğu içinde bir HUKUK DEVLETİ olarak yerimizi almıştık.
Ulu Önderimiz Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk‘ün ölümünün ardından dünyada yeniden esen savaş rüzgarlarından dolayı bir biçimde etkilenen ülkemiz, Faşizme teslim olmamak için olağanüstü mücadele etti… II. Dünya Savaşı’nda halkın yaşadığı kısmi yoksulluk; siyasal yapı içerisindeki İslamcılar için büyük bir fırsatı da beraberinde getirdi.
İsmet İnönü’nün çok partili hayata geçme kararı uluslararası arenada alkışlarla karşılanırken, ağızları sulanan sömürgeci güçler LİBERALLER ile hemen yatağa girdi!…
“İnsan akıllı varlık değildir.” (**)
Siyasal erkin yeni iyesi SAYLAVLARI bir anda her türlü gücün varlığını kendilerinde görmeye başladılar. Ülke yararına olan, Yatırımları durdurdular. Yerli üretimi yoksayıp ABD’nin (tavşana bak, burada!) babacan önermelerine: ”Buyurun gelin. Ne isterseniz yaparız!“ söylemine dek uzanan süreçten sonra; sağ muhafazakâr kesimi acıya boğan, 1960 askeri darbesi İslamcı kesimin sömürgeci odaklarla geliştirdikleri ileriye dönük İslamcı Türkiye hayallerini kesintiye uğrattı!
Bir devleti, dolayısıyla toplumu bir arada tutan:
İktisadi sermaye
Kültürel sermaye
Sosyal sermaye
Simgesel sermaye (***) dir.
Türkiye Cumhuriyetini kuran yönetsel erk, bunların tamamının içini doldurabilecek nitelikteki insanlardan oluşuyordu. “Uzak Asya’dan gelip Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim.” (****) Demesini bilen, soy bilincine erişmiş, çağının ‘kutsal’ insanlarıydı!
Okuma yazma oranının % 10’larda olduğunu saptayan yöneticiler daha Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın başında EĞİTİM seferberliğine başlamıştı.
Toplumdaki bireylere ekinsel varlıklarını belletirken, sosyal gelişmelerinin önünü açarak kendi habituslarını kurmaları gerekliliğini öğreten bir eğitim sistemi kurulmuştu. (Köy Enstitüleri aracılığıyla yaşam kalitesi tabana yayılması istemlendi.)
Seküler yaşam biçiminden mutlu olmayan, inanç bağlamında yaşam alanlarını Tanrı-Din iç içeliğinde buluşturmak isteyen; özgür birey algısına iye olmamak üzere direnç gösteren İç Anadolu insanı tarikat ve cemaatler aracılığıyla hızlıca kul olma yoluna girdiler.
Günümüzdeki yönetsel siyasal erk 22 yıldır bu kitle tarafından ayakta tutulmakta. Halife ve hilafet özlemi son yerel seçimlerde belirgin bir biçimde inişe geçmiş olsa da bu topraklarda kişisel habitatını kuramamış % 20’lik bir kesim bütün bir ulusun kaderini iç savaşa doğru çekmekte olduğunun kısmen bilincinde!
Dinsel söylemlerini her geçen gün yoğunlaştıran bu yapı, liberallerle Ulus devletin varlığından hoşnut olmayanlarla, Türkçe resmi dilin dışında dillerle teslimiyeti isteyen USA-İngiltere-AB beslemesi ayrılıkçı odaklar el ele Türk varlığına ve onu bir arada tutan değerlere acımasızca saldırgan tutum ve eylemlerde bulunuyor…
Bağnazlaştıkça bağnazlaşan bu kesime karşı direnmenin hak olduğunu unutmadan direniş geliştirmeliyiz.
Anıl Güven
Atina
Kaynakça:
(*) Goeff Eley
(**) Pierre Bourdieu
(***) Pierre Bourdieu
(****) Nazım Hikmet
#Emperyalist #İslamPolitikaları #laiklik #Liberal #Muhafazakarlar #Sekülerlik #siyasalislam #Siyaset #toplum #TürkiyeSiyasetTarihi #TürkiyeninSiyasalSosyolojisi
0 notes
Text
TÜRKİYE’NİN BAŞINDAKİ ASIRLIK BELA: BATI LİBERALİZMİ
XIX. yüzyılın ilk yılları… İngiltere’de görülmemiş bir devrim, Sanayi Devrimi bomba gibi patlıyor. Yeni bir çağ başlıyor: Emperyalizm çağı… İngiltere’ye artık yeni pazarlar, yeni kaynaklar lazım. Diğer ülkelerin kapılarını zorluyor… Hangi ülke zayıfsa, orada korumacılığı kaldırtarak, ürünlerini ve sermayesini o ülkeye boşaltıyor. Bu ülkeler, başlıca Çin, Hindistan ve Osmanlı İmparatorluğu...
● İngiltere 1820-1840 arasında pek çok ülke ile serbest ticaret anlaşması imzalar. Osmanlı Devleti ile yaptığı 1838 Ticaret Antlaşması da bunlardan biridir. Ülkeye önce Avrupa ticaret sermayesi girdi, ardından da Avrupa finans sermayesi… Antlaşma’nın başlattığı liberalizm Osmanlı ekonomisinde çok zararlı sonuçlar doğurdu: Ekonomik bağımsızlık bitti. Bağımsız dış ticaret politikası seçeneği ortadan kalktı. Sanayileşmeye geçiş engellendi. Mevcut sanayiler yok olmaya yüz tuttu. Ticaret yabancı egemenliğine geçti. Ucuz Avrupa malları; bendi yıkılmış seller gibi Osmanlı pazarlarını bastı, ülke Avrupa’nın açık pazarına dönüştü. 1838 Anlaşması ve bunu izleyen diğer anlaşmalar, dış borçlanmanın yolunu açtı. Ülkenin başına Düyun-u Umumiye belası musallat edildi. Devletin çöküşü hızlandı. Ülke sonunda Emperyalizm’in silahlı işgaline uğradı.
● Liberalizm “piyasa mekanizmasına inanan, bu nedenle devletin ekonomiye müdahalesine karşı çıkarak, en düşük düzeye indirilmesini savunan görüş”tür. İlk olarak, Sanayi Devrimi İngiliz iktisatçıları tarafından formüle edildi. Buna göre kutsal olan, yalnızca bireydir. Toplumda eşitsizlik esastır. Serbest piyasa dâima insanların lehine işler. Devlet denetimi ve kamu sektörü, bu mekanizmanın önünde bir engeldir. Devlet özelleştirme yoluyla küçültülmeli, etkisizleştirilmelidir. Oysa gerçek farklıydı: Liberalizm, bugünkü adıyla “Neoliberalizm”, tam da Batı’nın para babalarının, küresel şirketlerin dünya görüşüdür. Batı oligarşisi; kazanımlarını kaybetmemek, geleceğini güvence altına almak, daha da zenginleşmek için bu görüşü bütün dünyaya yayarak, zorla uygulatmaya çalışmaktadır. Bunda da büyük başarı sağlamıştır.
● Liberalizm XX. yüzyılın ilk yarısında gözden düştü. 1970’lerin ortalarına kadar, dışlanmış bir akım olarak kaldı. Ekonomide hâkim görüş devletçilikti. Sosyal devlet anlayışı ön plandaydı. Artık, ekonomik istikrar ve gelişmenin ancak devletin öncülüğünde sağlanacağına inanılıyordu. Derken, durum değişti: Liberalizm ve bireycilik yeniden canlandı: Amerika’da Chicago Üniversitesi’nde başlayarak, bütün ABD’yi etkisi altına aldı. Hayek ile M. Friedman gibi iktisatçılarla bunların öğrencilerinin çekirdeğini oluşturdukları küçük bir gruptan yola çıkan neoliberaller ve onları parasal olarak destekleyenler; muazzam bir “vakıflar, enstitüler, araştırma merkezleri, yayınlar, öğretim üyeleri ve yazarlar, halkla ilişkiler ağı kurarak doktrinlerini geliştirip, allayıp pullayıp dünya ülkelerine satmaya giriştiler. Milyarlarca dolar harcadılar ve sonunda hedeflerine ulaştılar: Neoliberalizm’in, insanlığın biricik doğal varoluş biçimi olarak görünmesini sağladılar. Türkiye’de üniversitelerde, iş dünyasında, medyada sürekli liberalizm borazanlığı yapanlar da bu geniş propaganda ve desteğin ürünleriydi.
● Neoliberalizm’in, dünyayı ele geçirmeye başladığı tarih Margaret Thatcher’in iktidara gelip, İngiltere’de “neoliberaldevrim”i başlattığı 1979 yılıdır. Slogan şuydu: Başka Seçenek Yok. “Toplum yoktur, yalnızca bireyler vardır”. Merkezdeki değer rekabettir; uluslar, bölgeler, işletmeler ve elbette kişiler arasındaki rekabet… “Eşitsizliklerle övünmek” gerekirdi. Thatcherizm ideolojinin tohumlarını 1980’lerde Doğu ve Orta Avrupa’ya, bu arada Türkiye’ye serpmiştir. Tohumları -General Kenan Evren’in koruması altında- Türkiye’de yeşerten, Turgut Özal ve partisi ANAP olmuştur. Turgut Özal Başkan Bush’tan, M. Thatcher’dan sürekli akıl alıyordu. Özal’ın “Ben zenginleri severim” sözünü hatırlayalım. Demek istiyordu ki, fakirlerin canı cehenneme! Dediğini de yaptı, bugün de yapılıyor.
● Neoliberalizm’in temel politikası şudur: Yüksek refah düzeyine ulaşmak isteniyorsa, bireysel girişimcilik serbest olmalıdır. Mülkiyet hakları güvence altına alınmalı, ticaret serbestleştirilmelidir. İktisadi kararların alınmasında serbest piyasa söz sahibi olmalıdır. Neoliberal iktisat politikası en kesin ifadesini “Washington Uzlaşması”nda bulmuştur. Washington Uzlaşması, üç önemli kurumun (Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu, ABD Hazine Bakanlığı’nın) diğer ülkelere dayattıkları ortak iktisat politikalarını ifade eder. Neticede hemen bütün ülkeler bu “uzlaşma” etrafında uygulama birliğine zorlandı. Oysa Washington Uzlaşması’nın gerçek amacı diğer ülkelerde serpilmekte olan sanayileşme hareketlerini önlemektir. Şundan ki, gelişmekte olan ülkelerdeki sanayileşme Batılı sanayileşmiş ülkelerin, pazarlarını ve hammadde kaynaklarını kaybetmelerine yol açıyordu. Çareyi bu ülkelerin sanayileşmesini yavaşlatmakta, hatta durdurmakta gördüler. Bunun için de 10 maddelik bir program geliştirerek, adını “Washington Uzlaşması” (Washington Consensus) koydular.
Türkiye, Latin Amerika ülkeleri gibi sanayileşmeleri engellenmiş ülkeler; mali yardım için başvurdukları Dünya Bankası ve IMF gibi uluslararası kuruluşların zorlamasıyla, Washington Uzlaşması’nın önlemlerini “yapısal uyum programları” adı altında uygulamışlardır. “Yapısal uyum programları” demek; ekonomiyi serbest piyasaya terk etmek, küresel şirketlerin çıkarları ile uyumlu hale getirmek demektir.
Türkiye Washington Uzlaşması yoluyla Neoliberal politikaların, en katı şekliyle uygulandığı ülkelerden biri olmuştur. 2001 krizinin ardından ekonominin yönetimi IMF memuru Kemal Derviş’e bırakıldı. İstikrar Programı, Güçlü Ekonomiye Geçiş gibi yaftalar altında liberal önlemler; en katı şekilde uygulamaya konuldu, o gün bugündür de uygulanıyor.
● Peki sonuç ne oldu? İşte olanlar:
– Türkiye Batı’nın isteği doğrultusunda sanayileşmekten vazgeçti. Özelleştirme uygulamaları yoluyla kamunun elindeki tesisler özel sektöre ve yabancılara satıldı, kimileri kapatıldı.
-Gümrükler kaldırıldığı için ithalat arttı. Cari açık büyüdü. Açığın artması dış borçlanmayı getirdi
-Yatırımlar önemli ölçüde durdu. Tasarruflar düştü. İç ve dış kaynaklar inşaat ağırlıklı yatırımlara yöneltildi. Türk ekonomisi hizmet ve tüketim ağırlıklı bir ekonomi haline geldi.
Kısacası, ülke yeniden bir yarı-sömürge olma niteliklerini kazanmaya başladı.
Bugün ekonominin içinde bulunduğu krizde -Batı’nın bize 200 yıldır dayattığı- liberalizm uygulamalarının ve bunların ısrarla sürdürülmesinin birinci derecede rolü olduğu kolayca görülebilir.
Prof Dr. Cihan Dura
2 notes
·
View notes
Text
Demokrasi ve Kapitalizm?
Demokrasilerde toplum yasa yaratıcı bir işlev üstlenmekte, bunların uygulanmasını ise devlete bırakmaktadır (Akal,1999, s. 36).
Tarih bize toplumların iki demokrasi eğilimini göstermiştir. Bunlardan biri geçen yazıda ele aldığımız şekilde kentin meydanlarında gerçekleştirilen doğrudan demokrasi ve buna fiziki imkanların el vermemeye başlamasıyla zorunlu bir sonuç olarak karşımıza çıkan temsili demokrasilerdir. Aşağıdaki görselde ülkelerin uyguladıkları yöntemleri görebilirsiniz (Wiki).
Demokrasi kavramının ortaya çıkışı hakkında pek çok tartışma bulunmaktadır fakat özellikle Batı ülkelerinde bugünkü anlamını kazanmasında kapitalizmin yükselişine bağlı olarak güçlenen burjuvazinin önemi genel bir kabul görmektedir. Bu anlamda demokrasinin tarihsel sürecindeki iki önemli etmen, burjuvazinin ortaya çıkışı ve aydınlanma düşüncesidir. Böylece temsili demokrasi yaygın bir ideal haline gelmiş ve birbirinden farklı demokrasi anlayışları gelişmiştir ancak Batı’da demokrasinin temeli olarak görülen liberal ekonomik sisteme dayalı demokrasiler varlığını hep sürdürmüştür ( Bulut, 2003, s.70).
Demokrasiyi yalnızca liberal demokrasi olarak ele alanlar kapitalist sistemle derin bir ilişkisi olduğunu savunmaktadır. Bu iki kavramın birbirini var edip, geliştirdiklerini düşünürler. Bu konudaki diğer bir yaygın yaklaşım ise kapitalist sistemi demokrasinin ana ögesi olarak görmeyi reddeden görüştür. Mantıklı temel bir bağ görmeyi reddetmenin ötesinde kapitalizmin demokrasinin önündeki en önemli engel olduğunu , -en iyi halde ise kapitalizmi ılımlılaştırdığını- gerçek demokrasiye ise ancak kapitalizmin hatta alternatifi marksizmin de yıkılmasıyla ulaşılabileceği görüşlerine kadar uzanırlar. Herbert Gintis ve Samuel Bowles’ın kaleme almış olduğu Demokrasi ve Kapitalizm isimli çalışma buna güzel bir örnektir. Batı’nın iki temel toplumsal düşünce ve siyaset geleneği olan Liberalizmi ve Marksizmi kıyasıya eleştirerek, bu geleneklerin kazanımlarını da özümleyen alternatif bir radikal demokrasi teorisi inşa etmeye çalışmakla anılırlar.
Ne var ki 1989 yılı sonrası doğu bloğunun çökmesi ve sosyalist halkların kapitalizmin “büyülü” dünyasına kapılmasının ardından liberal demokrasinin, serbest piyasa ekonomisi ile ciddi bir zafer kazandığı Fukuyama gibi isimler tarafından ifade edilir olmuştur (Fukuyama, 1999, s. 14). Gerçekten de tarih sayfasına bakınca liberal demokrasiler bu gelişmeden itibaren Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde küreselleşmenin de güçlü etkisiyle daha görünür hale gelmiştir.
Yazının ilerleyen kısımlarında burjuvazinin ortaya çıkıp güçlenmesinin neleri değiştirdiğini ve demokrasiye ne gibi alanlar açtığını aktarmaya çalışacağım.
Önceki yazı Agora ve Demokrasisi için tıklayabilirsiniz.
AKAL, C. B. (1999). Devlet, Yasa, Hakimiyet. Cumhuriyet’in 75. yıl armağanı, 21-55. İstanbul: İstanbul Üniversitesi
BULUT, N. (2003, Haziran). Kapitalizm-demokrasi ilişkisi,(demokrasinin ekonomik temelleri üzerine bir inceleme), AÜEHFD, C.VII, S.70
FUKUYAMA, F. (1999). Tarihin sonu ve son insan. (Z. Dicleli,Çev.) İstanbul: Gün Yayınları.
#demokrasi#fukuyama#temsili demokrasi#doğrudan demokrasi#demokrasi ve kapitalizm ilişkisi#siyaset bilimi#sosyoloji
7 notes
·
View notes
Text
Slavoj Zizek: Dinci köktenciliği yaratan liberalizmi eleştirmeyenler, dinci köktencilik konusunda susmalı
Faşizmin yükselişi Sol’un başarısızlığıdır, ama aynı zamanda solun harekete geçirmeyi başaramadığı bir potansiyelin, bir hoşnutsuzluğun olduğunun kanıtıdır. Aynısı bugünün “İslamofaşizmi” için de geçerli değil mi? Radikal İslamcılığın yükselişi, Müslüman ülkelerde laik solun geriye çekilişiyle kol kola gitmedi mi? 2009 baharında Taliban Pakistan’ın Svat Vadisi’ni kontrolü altına aldığında The New York Times, Taliban’ın “küçük bir grup zengin toprak ağasıyla topraksız köylüler arasındaki derin sınıfsal çelişkilerden yararlandığını” yazdı. Peki, öyleyse, madem köylülerin sıkıntılı durumundan “faydalanan” Taliban “büyük oranda feodal olmayı sürdüren Pakistan’ın karşı karşıya olduğu risklere dikkat çekti”, Pakistan’daki ve ABD’deki liberal demokratları benzer şekilde bu sıkıntılı durumdan “faydalanmaktan” ve topraksız köylülere yardım etmekten alıkoyan ne? Üzücü gerçek şu: Pakistan’daki feodal güçler, zaten liberal demokrasinin “doğal müttefikleri”… Şimdi, hepimiz Charlie Hebdo ofislerindeki katliamın ardından şok durumundayken, düşünme cüretini göstermenin tam zamanı. Elbette, cinayetleri, özgürlüklerimizin özüne karşı girişilmiş bir saldırı olarak kayıtsız şartsız kınamalı, “Ama Charlie Hebdo da Müslümanları gereğinden fazla kışkırtıyor ve aşağılıyordu” tarzı zımni ikazlara hiç prim vermemeliyiz. Ama bu evrensel dayanışma pathosu yetmez – ötesini de düşünmeliyiz. Bu düşünmenin, (“Üçüncü Dünyada berbat katliamlara imza atmış biz Batı’dakiler kimiz ki böyle eylemleri kınayacağız” kabilinden) suçun ucuz yoldan görelileştirilmesiyle hiç ilgisi yok. Çok sayıda Batılı liberal solcunun İslamofobi’den muzdarip olduklarına dair patolojik korkularıyla da hiç mi hiç ilgisi yok. Bu sahte solculara göre İslam’ın her türlü eleştirisi Batı İslamofobisi’nin bir çehresi olarak kınanmalı; Salman Rüşdi’nin Müslümanları gereksiz yere kışkırtmak ve dolayısıyla (en azından kısmen) onu ölüme mahkum eden fetvadan sorumlu olmaktan dolayı kınanması gibi… Bu tavrın sonucu, herkesin bu gibi durumlarda bekleyebileceği şey: Batılı liberal solcular kendilerindeki suçu daha fazla deştikleri sürece, Müslüman aşırılıkçılar da onları giderek daha fazla “İslam’a karşı nefretlerini gizlemeye çalışan ikiyüzlüler olmak”la suçluyor. Bu buluşma, superego paradoksunu mükemmel şekilde yeniden üretiyor: Diğer’in senden istediğine ne kadar boyun eğersen, o kadar suçlusundur. Adeta İslam’a ne kadar hoşgörü gösterirsen, onun senin üzerindeki baskısı o kadar büyüyecekmiş gibi… Simon Jenkins’in 7 Ocak’ta The Guardian’da çıkan makalesinde yer alan, “Görevimiz fazla tepki göstermemektir, olayın sonrasını fazla reklam etmemektir. Her bir olayı, geride kalmış korkunç bir kaza olarak ele almaktır” satırlarındaki ılımlılık çağrısını da bu nedenle yetersiz buluyorum – Charlie Hebdo’ya karşı düzenlenen saldırı basitçe “geride kalmış korkunç bir kaza” değildi. Açık bir dinsel ve politik gündemi vardı ve bu bakımdan büyük bir çizginin parçasıydı. Elbette, kastedilen kör bir İslam düşmanlığına düşmekse, gereğinden fazla tepki göstermeyelim – ama bu söz konusu çizgiyi masaya yatırmalıyız. Teröristlerin kahraman intiharcı fanatikler olarak şeytanlaştırılmasından daha fazla ihtiyaç duyulan, bu şeytanlaştırma mitinin kirli çamaşırlarını ortaya sermektir. Epey zaman önce Friedrich Nietzsche, Batı uygarlığının nasıl Son Adam’a doğru yol aldığını kavramıştı – hiçbir büyük tutkusu veya bağlılığı olmayan, hissiz bir yaratık. Hayal kurmaktan aciz, yaşamdan bıkkın bu adam hiçbir risk almaz, sadece konfor ve güvenlik arar, bu da bir diğerine karşı hoşgörüdür: “Arada bir biraz zehir: Hoş rüyaların yerine geçer bu. Sonunda da daha fazla zehir, hoş bir ölüm için. Onların gündüzler için de geceler için de küçük zevkleri var, ama sağlığa da saygılılar. ‘Mutluluğu keşfettik’ der Son Adam, onlar da göz kırparlar.” Hoşgörülü Birinci Dünya ve ona karşı köktenci tepki arasındaki ayrım, artık açık açık her türlü maddi ve kültürel zenginlik içinde uzun ve tatmin edici bir yaşam sürmekle, hayatını aşkın bir Dava’ya adamak şeklinde görülebilir. Bu tam da Nietzsche’nin “pasif” ve “aktif” nihilizm arasında kurduğu karşıtlık değil mi? Biz Batı’dakiler Nietzsche’nin Son Adam’ıyız, aptalca gündelik zevklere gömülmüş durumdayız, Müslüman radikallerse her şeyi gözden çıkarmaya hazırlar, kendilerini feda edebilecekleri bir kavgaya girişmiş durumdalar. William Butler Yeats’in “İkinci Geliş”i, bu içinde bulunduğumuz hali çok iyi yansıtıyor: “En iyiler her türlü inançtan mahrum, en kötüler tutkulu bir şiddet içinde”. Bu, kanı çekilmiş liberallerle tutkulu köktenciler arasındaki güncel ayrımın mükemmel bir tanımı. “En iyiler” artık kendilerini herhangi bir şeye adamaktan aciz, “en kötüler”se ırkçı, dinci, cinsiyetçi bir fanatizme adanmış durumda. Ancak, terörist köktenciler bu tanıma gerçekten uyuyor mu? Onlarda açıkça eksik olan şey, Tibet Budistleri’nden Amerikan [tutucu Katolik mezhebi] Amişleri’ne kadar tüm saf köktencilerde ayırdına varılabilecek olan şey: pişmanlık ve kıskançlığın yokluğu, inanmayanların yaşamına yönelik derin kayıtsızlık. Bugünün sözde köktencileri sahiden Gerçek’e giden yolu bulduklarına inanıyorlarsa, niye inanmayanlar tarafından tehdit ediliyor hissetsinler, niye onları kıskansınlar ki? Bir Budist Batılı bir hedonistle karşılaştığında onu hiç kınamaz. Basitçe, hedonistin mutluluk arayışının başarısızlığa mahkum olduğunu düşünür. Gerçek köktencilerin aksine, terörist sözde köktenciler, inanmayanların günah dolu yaşamından derinden etkileniyor, ona hayran kalıyor, gıpta ediyor. İnsan, günahkar diğeriyle savaşırken, kendi şeytana uyma eğilimleriyle savaştıkları hissine kapılıyor. Yeats’in teşhisinin bugünkü durumu açıklamakta zorlandığı nokta da bu: teröristlerin tutkulu şiddeti, gerçek bir inancın eksikliğinden muzdarip. Bir Müslüman haftalık bir mizah dergisindeki bir karikatür karşısında tehdit edildiğini hissediyorsa inancı ne kadar kırılgandır? Köktenci İslami terör, teröristlerin kendilerinin üstün olduğuna dair inancından veyahut da kültürel-dini kimliklerini küresel tüketim uygarlığının saldırısından koruma arayışından kaynaklanmıyor. Köktencilerle ilgili sorun bizim onları kendimizden aşağı görüyor olmamız değil, onların kendilerini alttan alta aşağı görüyor olmaları. İşte bu yüzden bizim kendimizi üstün görmediğimize dair küçümseyici politik-doğrucu teminatlarımız onların daha da öfkelenmesiyle sonuçlanıyor. Sorun kültürel farklılık (yani onların kendi kültürlerini koruma çabası) değil, aksine sorun, köktencilerin zaten bizim gibi olmaları, fark etmeksizin zaten bizim standartlarımızı kendi kendilerine içselleştirmiş olmaları. Paradoksal biçimde, köktencilerde eksik olan şey, bir doz “ırkçılık” özü: kendilerinin üstün olduğuna dair inanç. Müslüman köktenciliğinin bugünkü iniş çıkışları, Walter Benjamin’in “Faşizmin her yükselişi, yenilgiye uğramış bir devrimin ardından gelir” tespitini doğruluyor: Faşizmin yükselişi Sol’un başarısızlığıdır, ama aynı zamanda solun harekete geçirmeyi başaramadığı bir potansiyelin, bir hoşnutsuzluğun olduğunun kanıtıdır. Aynısı bugünün “İslamofaşizmi” için de geçerli değil mi? Radikal İslamcılığın yükselişi, Müslüman ülkelerde laik solun geriye çekilişiyle kol kola gitmedi mi? 2009 baharında Taliban Pakistan’ın Svat Vadisi’ni kontrolü altına aldığında The New York Times, Taliban’ın “küçük bir grup zengin toprak ağasıyla topraksız köylüler arasındaki derin sınıfsal çelişkilerden yararlandığını” yazdı. Peki, öyleyse, madem köylülerin sıkıntılı durumundan “faydalanan” Taliban “büyük oranda feodal olmayı sürdüren Pakistan’ın karşı karşıya olduğu risklere dikkat çekti”, Pakistan’daki ve ABD’deki liberal demokratları benzer şekilde bu sıkıntılı durumdan “faydalanmaktan” ve topraksız köylülere yardım etmekten alıkoyan ne? Üzücü gerçek şu: Pakistan’daki feodal güçler, zaten liberal demokrasinin “doğal müttefikleri”… Peki liberalizmin temel değerlerine ne oldu: özgürlük, eşitlik vs? Paradoks şu ki, liberalizmin kendisi, onları köktenci saldırıdan koruyacak kadar güçlü değil. Köktencilik, liberalizmin kusurlarına karşı bir tepkidir – elbette sahte, yanıltıcı bir tepkidir – ve bu yüzden liberalizm tarafından her defasında yeniden üretilir. Kendi kendine bırakıldığında liberalizm yavaş yavaş kendi mezarını kazar – onun temel değerlerini kurtarabilecek olan tek şey yeni bir Sol’dur. Bu temel mirasın ayakta kalabilmesi için liberalizm, radikal solun kardeşçe desteğine muhtaç. Köktenciliği yenmenin, ayaklarını bastığı zemini ortadan kaldırmanın tek yolu bu. Paris cinayetlerini düşünmek, hoşgörülü bir liberalin kendini beğenmiş kişisel tatminini bir yana bırakıp liberal hoşgörücülükle köktencilik arasındaki çatışma sahte bir çatışma olduğunu kabul etmeyi gerektirir – birbirini üreten ve var olmak için birbirine muhtaç olan iki ucun yarattığı bir kısırdöngü. Max Horkheimer’ın daha 1930’larda faşizm için söylediği şey – kapitalizmi eleştirmekten kaçınanlar faşizm konusunda susmalılar – bugünün köktenciliğine de uygulanmalı: liberal demokrasiyi eleştirmekten kaçınanlar, dinci köktencilik konusunda susmalı. Slavoj Zizek News Statesman | 10 Ocak 2015 | Çeviri: Ege Galip https://www.cafrande.org/koktenciligi-liberalizmi-elestirmekten/
0 notes
Text
🌔 Batı Sömürgesinin Terminolojisi
Sömürgeci ekonomik düzende sermaye büyüklüğü kazancın (sömürünün) büyüklüğünü belirler.
Sürekli kaybedenler bu sömürgenin şirketlerinde çalışan ve bu şirketlere müşteri olan herkestir.
Böyle bir düzene izin veren her devlet bu sömürgenin ortağı ve yasal destek veren organizatörüdür.
Devleti sömürgenin organizatörü yapan ise yetki faşizmi ile temsil görevini kötüye kullanmak sebeptir.
İçten destek ve işbirlikçi olmadan hiçbir devlet sömürgenin işgaline uğrayamaz.
Üretim ve hizmet araçlarının devlet yerine kâr amaçlı şirketlere devredildiği her ülkede o toplum bu yolla soyulur.
Kamu kurumları devlete yük ve verimliliği düşüktür şeklinde yalanlar ile satılık kalemler kullanılarak toplum medya aracılığıyla kandırılırak bu kurumların satılmasının önü açılır.
Özelleştirme gibi sömürge etmeyi gizleyen sihirli proje isimleri bulunur.
Batı sömürgesine ait bir terminolojinin ürünüdür.
Doğal kaynakları olan her ülkeye demokrasi, eşitlik, adalet götürme projeleri de aynı tür terminoljinin benzeri yöntemlerdir.
Doğal kaynakları olmayan bizim gibi jeopolitik yönden dünyanın en önemli coğrafyasında olmakta böyle bir hedefin avı olabilir.
Her toplumun yapısı farklı olduğu için o toplumun birlik ve beraberlikten doğan gücünü kırmak için ırkçı, mezhepçi, ideolojik ayrımcılık yetki faşizmi aracılığıyla yapılarak toplumun gücü bölünür. Hatta birbiri ile kavga ettirilerek zayıflatılır.
Sermaye tüm maddi güçleri ile istilacı sömürgenin yanında her zaman yer alır.
Çünkü o oligarklar daha önce beslenerek satın alınmıştır. Sürekli ve yeni her projede, krizde, darbede kullanılırlar.
Bu oligarkları kullanır iken de bunları deşifre etmemek adına araya kullanılacak başka taşeronlar yine parayla satın alınarak kullanılır.
Siyasi parti temsilcileri eğer liberalizmi ve özelleştirmeyi savunuyor ise birer taserondur.
Liberalizmi ve özelleştirmeyi savunan gazeteciler birer taserondur.
Satılan kurumları satın alanlar birer taserondur.
Hiyerarşi sömürgenin olmazsa olmaz sinsile yöntemidir.
Kuklalar bilinir. Herkes kuklalar ile uğraşır. O kuklaları oynatanlar ile uğraşmak ya kimsenin aklına gelmez ya da buna çeşitli sebeplerle kimse cesaret edemez. Satılmayan ve teslim olmayanlar hariç.
Mustafa Kemal Atatürk gibi davranan onun yolundan giden onun yöntemlerini kullanan hiç kimse bu vahşiliğe teslim olmaz ve yenilmez.
Bugün sürdürülebilir sömürge düzenini devam ettirmek adına sahaya sürülen işbirlikçilerin niyetlerini deşifre ettikçe şaşkına dönüyor ve ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Karşılarında ki gücün hala farkında değiller. Onlar emperyalizmin çıkarına çırpındıkça biz kazanmaya bir adım daha yaklaşıyoruz.
Ülkemizin yetmiş yılda batı sömürgesi tarafından nasıl yeniden sömürge edildiğinin terminolojisi bu şekilde işledi.
✓ Kime karşı nasıl yenildiğini bilmeyenler, kime karşı neden savaşacağını ve o savaşı nasıl kazanılacağını bilemez.
][ Önder KARAÇAY ][
#önderkaraçay#mobbingbank#önder karaçay#mobbing bank#batı sömürgesinin terminolojisi#kime#karşı#nasıl#kaybettiğinizi#bilmezseniz#savaşacağınızı#o savaşı#kazanacağınızı#bilemezsiniz
1 note
·
View note