#böylesi daha önce görülmemiş
Explore tagged Tumblr posts
mezarlikprensesi · 2 months ago
Text
Bugün müdürüm bana ve özleme tarhana yaptı bu kadını yiyeceğim kadın bir de sekiz aylık hamile özlemle şu şekil bekledik
Tumblr media Tumblr media
7 notes · View notes
13z8c5 · 2 years ago
Text
Yerbilimci/ Prof. Dr Cenk Yaltırak:
Şimdi size kısaca herkesin anlayabileceği sadelikte dünkü 2 depremin aslında kaydedilen 7.7/7.6 değil, şiddet/enerji boşalımı parametresine göre 11 şiddetinde olduğunu anlatmaya çalışacağım. Depremde gerçek güç tanımlaması ve ölçümü yeryüzüne yakınlığı ve süresine bakılarak hesaplanır.
Bu ana kriter'e göre bakınca "9 saat gibi çok kısa bir zaman aralığında" 7'nin üzerinde aynı bölgede deprem olduğu bugüne kadar dünyada hiç görülmemiş ve yaşanmamış bir olay. Dünkü yaşanan iki deprem birbirine (30 km) yan yana sayılabilecek bir lokasyonda olmuştur. Bu da bugüne kadar görülmüş bir şey değil. Burada birçok cahil, bilgisiz ve kötü niyetli insan Japonya'daki yaşanan 9 şiddetinde ki depremle bunu ölçüyor. Japonya'daki deprem; kıyıdan 110 km. açıkta, okyanusun 28 km. altında yaşanmıştır.
Bizim depremimiz ise yeryüzüne sadece 7 km. gibi çok çok yakın mesafe de olmuştur. 2. önemli aradaki fark ise, iki depremin arasındaki süredir.
Japonya'daki deprem 36 saniye, dünkü yaşanan depremler ise toplamda 103 saniye gibi bugüne kadar yaşanmamış bir uzunlukta sürmüştür. Bu o kadar büyük ve şiddetli bir deprem ki Trabzon'dan Hatay'a (885 km) Eskişehir'den Kars'a kadar (1340 km) büyük bir coğrafyada çok ciddi şekilde hissedildi.
Peki bu depremin yıkım gücünü bilmeyenlere nasıl gösterebiliriz?
8 şiddetindeki bir deprem 60 megatonluk bir atom bombası kadar enerji üretir. Dünkü 2 deprem 7.7 ve 7.6 şiddetindeydi.
Şu an dünyadaki en güçlü nükleer savaş başlığı sadece 2 megaton!
işte bu kadar büyük coğrafyada, bu kadar etkili olmasının sebebi yere yakınlığı ve çok uzun sürmesindendir. Yani dünkü deprem; 120 megaton güç çıkışı ile tarihte görülmemiş bir enerji boşalmasına sebep olmuştur.
(60 en güçlü nükleer bomba gücünde)
"2 megaton ne demek, yıkıcı güç olarak ne yapar" sorarsanız; Japonya Nagazaki'ye atılan atom bombası 1.2 megaton gücündeydi. İşte biz dün arka arkaya "tarihte eşi benzeri yasanmamış devasa büyüklükte" iki deprem yaşadık.Bunları bilelim ve "lütfen paylaşalım" ki insanlar bilgi kirliliğinde dezerformasyona maruz kalmasınlar. Son 200 senede Türkiye'de 13 tane 7'nin üzerinde deprem yaşanmış. İlk defa 9 saat arayla bu kadar şiddetli 2 deprem bu coğrafya da meydana gelmiş..
Daha önce böylesi hiç olmamış, görülmemiş! Bu bir ilk. İtalya Ulusal Jeofizik ve Volkanoloji Enstitüsü Başkanı/Carlo Doglioni:
"Türkiye, 30-40 saniye içinde üç metre hareket etti! Bu daha önce yaşanmış, görülmüş bir durum değil. Bu o kadar güçlü ve şiddetli bir deprem ki yıkılan binaların hepsi depremin enerji dalga boyunun gittiği yöne doğru yıkılmış. Maraş'ın dağ silsilesinde yaklaşık 40 km'lik bir yarık oluştu. Bu olağanüstü bir durum.Türkiye 3 metre Arap Yarımadası'na doğru kaydı.Kahramanmaraş’taki depremler o kadar şiddetliydi ki Grönland ve Danimarka’da da hissedildi."
160 notes · View notes
hacialikara · 5 months ago
Text
Böylesi görülmedi: Windows’a sızmanın yepyeni bir yolu bulundu!
Tayvan’da bir üniversite daha önce belgelenmeyen bir Windows arka kapısına sahip karmaşık bir siber saldırıya maruz kaldı. Saldırıda kullanılan yöntem ve hackerların keşfettiği bu açık, tüm siber güvenlik uzmanlarını alarma geçirmiş durumda. İşte yapılan saldırıya dair detaylar… Windows işletim sistemlerinde görülmemiş açık! Siber uzmanlar tarafından ‘Msupedge’ olarak adlandırılan bu kötü niyetli…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
gundembuca · 7 months ago
Text
Buca Belediyesi’ne “ballı bağış” 5 haziran Meclis Gündeminde
Tumblr media
Buca Belediyesi’ne “ballı bağış” Bu bağışın kamu yararı nerede? “Buna bağış denmez yolunu aç, bakımını yap iade et denir” Buca Belediyesi’nin 5 Haziran'da meclis toplantısında gündeme gelecek olan bir önerge gündeme bomba gibi düştü. Meclis gündemine gelecek olan önergeye göre Kaynaklar mevkii, Zafer Mahallesi’nde bulunan şahsa ait iki arazinin Buca Belediye Başkanı Görkem Duman’ın görev süresi boyunca ücretsiz olarak kullanım hakkı verilmesi için meclis üyelerinin oyuna sunulacak. Gündem Buca Görkem Duman'ın görev süresince Buca Belediyesinin şartlı kullanımına verilmek istenen araziyi inceledik. https://youtu.be/sbbyBKyTxTI Bu bağışın özellikle Başkan Görkem Duman’ın görev süresi boyunca kullanılabilir olması, süre sonunda ise arazinin masraf ve harcamaların maliklerden talep edilmemesi koşuluyla bedelsiz olarak Buca Belediyesi kullanımına verilmesi tartışmalara yol açtı. Buca belediyesi borç içinde, Hiç bir gelir edemeyeceği bu araziyi neden almak istiyor ? Gündem Buca söz konusu arazinin konumunu adım adım görüntüledi. Nedenini bilmediğimiz bir nedenden dolayı yıllar önce yolu kapatılan normal bir aracın giremeyeceği bir yol ile ancak araziye ulaşılıyor. Bu yolların tekrar açılması, yapılması için Buca Belediyesi’nin kasasından milyonlarca lira harcama yapılması gerekiyor. İçerisinde metruk yapıların olduğu, çöplerin, taşların ve molozların bulunduğu arazinin temizlenip bakılıp, toprağın işlenip ürün verir hale gelmesi için aylarca belki yılları alacak bir zaman gerekiyor Kendi malı olmayacak olan bu araziye Buca Belediyesi belki de milyonlar harcayacak ve tarla olarak kullanılmak, yetiştirilecek ürünleri de ihtiyaç sahipleri lehine kullanılmak şartı üzerine ve bu sadece Görkem Duman 'ın Belediye başkanlığı görevi süresince olacak. Arazi bakıma muhtaç, neden kapalı olduğu belli olmayan yollarınında tadilatı yapılıp açılması gerekiyor. Böylesi bir kötü durumda olan bir arazinin sadece “Başkan Görkem Duman’ın görev süresi boyunca kullanılması şartı” konulması doğal olarak akıllara bazı sorular getiriyor. İşte Akıllara gelen sorular. Buca'da gündem ise cevaplanması beklenen sorular. Hayırsever arazinin sahiplerini kimler ? Belediye Başkanı Duman niçin Türkiye’de böylesine eşi benzeri görülmemiş bu şartlı bağışı meclis gündemine getirdi ? Belediye başkanı Görkem Duman 'nın bu araziden nasıl bir beklentisi var? Bu araziyi Buca belediyesi Kaç yıl kullanabilecek ? Belediyenin bütçesinden kaç para harcandıktan sonra burası kullanılabilir hale gelecek ? Ne ekilip ne biçilecek? Buca belediyesi arazinin yolunu açtı, araziyi kullanılabilir hale getirdi ve Görkem Duman’ın görev süresi sona erdi veya görevi bırakmak zorunda kaldı. Buraya yapılan harcama kimden ve kimlerden tahsil edilecek. yoksa Buca Belediyesi zarar mı ettirilecek buradan ? Henüz daha İşçilerinin parasını bileye ödeyemeyen Görkem Duman Buca Belediyesi’nin parası bu kadar rahat harcanabilir kadar çok mudur?” https://youtu.be/sbbyBKyTxTI Türkiye'de bir eşi benzeri daha varmıdır ? Buna Yap Devret denir. Ülkemizde Yap İşlet Devret modeli uygulanırken Buca Belediye Yap Devret ile yeni bir uygulama getiriyor. İşte meclis gündemine getirilen o önerge. “Buca İlçesi, Kaynaklar mevkii, Zafer Mahallesi’nde yerleşik ve tapunun 52002 ada, 4 ve 5 parsel sayısında kayıtlı tarla vasfındaki taşınmazların kullanım hakkını; Buca Belediye Başkanı Sayın Görkem DUMAN’ın görev yaptığı süre boyunca, tarla olarak kullanılmak ve yetiştirilecek ürünlerin ihtiyaç sahipleri lehine kullanılmak üzere, üzerine hiçbir tesis ve bina yapmamak, üçüncü şahıslara devredilmemek, kullandırılmamak ve kiralanmamak şartı ile kullanılmasına ve süre sonunda tarla vasfında ve temiz olarak tarafımıza teslim edilmek ve taşınmazlar için yapılacak masraf ve harcamaların maliklerden talep edilmemesi koşuluyla bedelsiz olarak Buca Belediyesine verilmesi istenmiş olup; 5393 sayılı Belediye Kanunu 18. Maddesinin g bendinde yer alan bahsi geçen şartlı bağışın kabul edilmesi istemine dair önerge.” Read the full article
0 notes
teneres · 4 years ago
Text
Modernite her zaman kendi şartlarıyla kendi başının çaresine bakabilir ve öğretici, eski bir bilgeye asla ihtiyacı yoktur. Kendi başının çaresine kendi koşullarıyla bakabilir, yine de bütün o etkileyici ve görülmemiş bilgi şeması ve teknik karmaşıklığına rağmen, doğal düzenin yıkımı dinmiyor ve kontrol edilemeden devam ediyor. "Bir her zaman daha iyisini biliriz," hatta bir süre önce bildiğimizden de daha iyisini. İlerleme fikri ölümsüz hakikatlere değil, hakikate nihai referansı kendisi olan teknik bilime dayanır. Biz her zaman daha iyisini biliriz, çünkü bilim ve teknikçilik hakikatin temellerini döşedi ve kurallarını dikte etti. Onlar ne demişse, zamanın herhangi bir noktasında hakikattir. Bir hastalığa bulunan bilimsel bir tedavi, sağlaması beklenen faydalar kadar zararı da dokunduğu anlaşılana ve bir başka çare -yine ilerlemenin bir sonucu- icat edilene dek, hakikattir. İlerleme doktrini asla neden hastalığın başlangıçta varolduğunu ya da böylesi hastalıkları üreten sistem ve onun yürütücü yapıları ve biçimleri hakkında derin varoluşsal ve ahlaki sorular sormaz. Sistem bir kez kendi bütünlüğü içinde sorgulandığında, tedavileri üreten mutlak bilim de, ister istemez, sorgulanmış ve en nihayet baltalanmış olacaktır. Doktrin, bu sebeple kendi hakikati bir sonraki hakikatin lanse edilmesi hevesi kadar geçici olan belirsiz bir zamanda yaşar. Geçmişten rehberlik bekleyemez çünkü geçmiş, "göreceli basitliğine" rağmen, ona başa çıkacak kadar donanımlı olmadığı daha büyük soruları sorma görevi verir. Ya da her zaman nihai olarak lağvetme gücüne sahip olan geleceğe karşı kendi hakikatini garanti altına alamaz.
İlerleme doktrini bu sebeple kendisi dışında ne bir temele ne de referansa sahiptir. Kendi otoritesinin kaynağıdır ve bu minvalde tanrıdır. Rasyonel biçimde otonom hale gelmek, ki hepimizden beklenen budur. Bu tanrı, bilim ve akılla, geçmişin büyük sorularına konuşma hakkı verilemeyeceğini söyler; çünkü onlar çağın gerisinde kalmış ve modern medeniyetin, modern bilimin ve elbette evrensel olan aklın ilerlemesiyle ilgisizdir. Fakat işin esası, geçmişin kaygıları duyulmayacaktır, çünkü ilerleme doktrini içinde onu merkezi olduğu varsayılan alana hükmeden derin ahlaki soruları düşünüp taşınmaya hazırlayacak bir şeyi yoktur.
|| Wael B. Hallaq - İmkansız Devlet, syf.44-45
3 notes · View notes
kalpherzamansoldanatar · 5 years ago
Text
Tumblr media
Böyle Bir Ülke Var!..
Bu yüzyılın başında hayatını kaybeden demokrat Türk şairi Tevfik Fikret, oğlu Haluk’a adadığı şiirinde şöyle yazmıştı:
… dünya dönecek cennete insanla, inandım.
… ben o hayale de bin canla inandım…
Bu şiirleri daha bir okul çocuğuyken dinlemiştim. Edebiyat öğretmenimiz okurdu. Kısa boylu, zayıf, gözlüklü, ağarmış sivri sakallı, yaşlı bir adamdı. Öfkeli, hayatın yaraladığı bir insandı, gençliğinde muhtemelen o da hayal kurmuş, ama o hayallerinden biri bile gerçekleşmemişti.
Bize bu dizeleri okuduktan sonra şunları söylemişti:
- Böyle hayal etmiş şair. Ama işte o, hayal ettiği için bir şair. Ben ise Tevfik Fikret’in hayallerinin günün birinde gerçekleşeceğine inanmıyorum.
Yurduna ve insanlığa faydalı olmak için iyiliğe, insan sevgisine dair hayaller kuran ve henüz çok genç olan bizlerin, öğretmenimizden duydukları işte bunlardı. Avrupalı emperyalistlerin bir sömürgesi olan Sultan Türkiyesi’nin hazin gerçekliği, bir insanın hayallerini gerçekleştirmesine izin vermemişti.
Ancak bence en iyi düşünürlerin, şairlerin ve bilim insanlarının hayalleri her zaman gerçekleşir. Gerçeklik, Türk şairin en cesur hayallerinin bile sınırını aştı. – evet doğru, henüz tüm yerkürede değil. Ama sadece genel olarak bir halkın değil, ayrı ayrı her bir insanın en güzel hayallerinin gerçeğe döndüğü, o en parlak en mükemmel toplumun insanların elleriyle inşa edildiği bir ülke artık var. Bu ülke büyük Sovyetler Birliği’dir.
Sosyalizmin tüm insanları gibi Sovyet gençleri de çalışmalarında elde edecekleri her başarının, dünya barış, demokrasi ve sosyalizm cephesinin başarısı olacağını, bu başarılarla faşizm ve savaş kampına darbe vuracaklarını biliyor. Sovyetler Yurdu’nda milyonlarca genç erkek ve kadın eğitim görüyor, ustalaşıyor ve gelecek için çalışıyor. Her biri, tüm dünyadan iyi niyetli insanların umutla gözlerini diktiği çelikten barış kalesinin çelik bir parçasıdır.
Geçenlerde Bulgaristan’ı ziyaret etmiştim. Orada Bulgar halkının lideri yoldaş Vılko Çervenkov’un Sovyet heyetinin onuruna verdiği davete katıldım. Dost meclisindeydik. Bulgar arkadaşlar Sovyet arkadaşlardan izlenimlerini anlatmaları, zengin deneyimlerini paylaşmaları hususunda ricada bulundu. Sovyet bilim insanları, sanatçıları teker teker ayağa kalktı; anlattılar, övdüler, eleştirdiler ve her biri kendi alanında değerli pratik öneriler sundular.
Ancak sonra yirmi iki, yirmi üç yaşlarında orta boylu genç bir adam kalktı yerinden. Tüm ciddiyetiyle ve meseleye dair derin bilgisiyle, Sovyet emekçilerinin deneyimi, Bulgar işletmelerinin çalışmasında fark ettiği eksiklikler ve öncü Sovyet işçilerinin deneyiminin benimsenmesinin gereği gibi hususlarda konuşmaya başladı. En çetrefilli teknik ve toplumsal meseleleri tartışan bu genç adamın kim olduğunu sordum. Bana onun akademisyen ya da mühendis değil, sıradan bir Sovyet işçisi, tornacı Çikiryov olduğunu söylediler.
Birkaç saat sonra onunla Sofya’dan Moskova’ya giden uçakta karşılaştık. Bana çalışma yöntemini anlattı, eşi görülmemiş kesme hızlarını nasıl hayal ettiğinden ve bu hayalinin nasıl gerçekleştiğinden bahsetti. Sonra bizimle beraber yolculuk yapan küçük bir kızı dizlerine oturttu ve bukleleriyle oynayarak gelecekteki hayat planlarından, gelecek için, halkı için, dünya için neler yapacağından bahsetmeye başladı. 
Sosyalizm ülkesinin bu emekçisi yeni, dünyada henüz eşi görülmemiş Gerçeğe Dönen Hayaller Ülkesi’nde büyüyen genç neslin timsaliydi benim için. Bu gençlik, gökyüzünde en önde uçan genç doğan sürüsü gibi tüm yolların kendilerine açık olduğu gençliktir. Bu gençlik, daha okul sıralarındayken büyük Sovyet şairi Mayakovskiy’nin sözlerini işiten gençliktir:
… Yarat,
hayal et,
dene!
Bu gençlik, hayallerinin gerçekleşeceğinden emin olan gençlik. Tüm gücünü barış davasına veren özgür ve mutlu gençlik. Ve böylesi bir gençliğin var olduğu gerçeği, Sovyet devlet sisteminin en parlak ve dikkate değer başarılarından biridir. Bu gençlik dünyanın henüz tanımadığı, insanlığın en iyi zihinlerinin hayalini kurduğu komünizmi, benzeri görülmemiş bir toplumu inşa eden gençlik. Ve ben onları kıskanıyorum.
Altı aydan fazla zamandır Sovyetler Birliği’nde yaşıyorum. Benim bile hayallerim fevkalade hızla gerçekleşmeye başladı. Her zaman, istediğim gibi bir oyun yazmak ve onu istediğim gibi sahneye koymak istemişimdir. Şimdi, daha önce hayal etmeye bile cesaret edemediğim iki oyun yazma ve bunları tiyatrolarda sahneleme imkânım oldu.
Eğer Sovyetler Birliği’nde insanların arzuları bu kadar çabuk gerçeğe dönüşüyorsa, bunun nedeni, komünizmin Stalin ve Bolşevik Parti önderliğinde inşa edildiği ülkede, gerçekliğin en cesur hayallerin bile önüne geçmesidir.
Çevirisini Yasin Çalış'ın Rusça aslından yaptığı 'Böyle Bir Ülke Var', Smena Dergisi'nin 1952'de yayımlanan birinci sayısında yayımlanmıştır. İlgili sayı toplamda 120.000 adet basılmıştır.
SoL
16 notes · View notes
aksipisi · 5 years ago
Text
Giuseppe Corte bir günlük tren yolculuğunun ardından, bir mart sabahı, ünlü sağlık merkezinin bulunduğu şehre geldi. Biraz ateşi olmasına rağmen, istasyonla hastane arasındaki yolu elinde küçük valiziyle yürüyerek gitmek istedi.
Hastalığı henüz başlangıç aşamasında olmasına rağmen, sadece o hastalığın tedavi edildiği ünlü sağlık merkezine başvurması tavsiye edilmişti. Hastanede tek bir hastalığın tedavi ediliyor olması, doktorlara bu konuda olağanüstü bir yetkinlik veriyor ve kurumdaki işleyişin oldukça akılcı ve etkili bir şekilde gerçekleşmesini garanti ediyordu.
Giuseppe Corte hastaneyi uzaktan fark edince -bir broşürde fotoğrafını gördüğü için orası olduğunu hemen anlamıştı- çok iyi bir izlenime kapıldı. Yedi kattan oluşan beyaz bina, biraz otel izlenimi uyandıran, düzenli girinti ve çıkıntılarla bezenmişti. Etrafıysa yüksek ağaçlarla çevriliydi.
Giuseppe Corte, kısa bir muayenenin ardından daha ayrıntılı tetkikler için yedinci, yani en üst kattaki ferah bir odaya yerleştirildi. Mobilyalar, tıpkı halılar gibi açık renkli ve temizdi, koltuklar ahşaptı, yastıklar rengarenk kılıflarla kaplanmıştı. Odanın penceresi şehrin en güzel mahallelerinden birine bakıyordu. Her şey sakin, rahat ve iç ferahlatıcıydı.
Giuseppe Corte hemen yatağına girdi, başucundaki gece lambasını yaktı ve yanında getirdiği kitabı okumaya başladı. Kısa süre sonra bir hasta bakıcı gelip bir şey isteyip istemediğini sordu.
Giuseppe Corte’nin bir isteği yoktu, ama yine de sağlık merkeziyle ilgili şeyler sorarak genç kızla muhabbet etmek istedi. Böylece hastanenin tuhaf bir özelliğini öğrendi. Hastalar, durumlarının ağırlığına göre binadaki katlara yerleştiriliyorlardı. Yedinci, yani en üst kat, durumu en hafif olanlar içindi. Altıncı kat ağır olmayan, ancak yine de ihmal edilmemesi gereken hastalara ayrılmıştı. Beşinci katta durumları ciddi olan hastalar tedavi ediliyor ve böylece en alt kata kadar gidiliyordu. İkinci katta ağır hastalar vardı. Birinci katta ise artık ümidin kesildiği hastalar yatıyordu.
Eşi benzeri görülmemiş bu sistem, verilen hizmeti hayli kolaylaştırmasının ötesinde, durumu hafif olan hastanın, can çekişen birinin yakınlığından rahatsız olmasını engelliyor ve her kata eşit bir havanın hâkim olmasını sağlıyordu. Diğer taraftan, tedavi de kusursuz bir şekilde derecelendirilmiş oluyordu.
Yani hastalar, aşağı indikçe hastalık derecesinin gittikçe arttığı yedi bölüme ayrılmıştı. Her kat, kendi kuralları ve gelenekleriyle kendine has küçük bir dünya gibiydi. Her bölüm farklı bir doktora verildiğinden, genel müdür enstitüyü tek yöntemde birleştirmiş olsa da, tedavi yöntemleri birbirinden farklılaşabiliyordu.
Hasta bakıcı odadan çıkınca ateşinin düştüğünü sanan Giuseppe Corte, pencereye gidip dışarı baktı; ilk kez gördüğü kenti seyretmek için değil, alt katlardaki diğer hastaları görebilme umuduyla bakmak istemişti dışarı. Binanın girintili çıkıntılı yapısı böyle bir gözlem için elverişliydi. Giuseppe Corte bilhassa, çok uzakta izlenimi veren ve sadece yan taraftan görülebilen birinci katın pencerelerine gözlerini dikti. Ancak ilgisini çeken hiçbir şey göremedi. Bu pencerelerin çoğu gri panjurlarla sımsıkı kapatılmıştı.
Corte, yandaki pencereden birinin kendisine baktığını fark etti. İkisi de artan bir sempatiyle uzun uzadıya baktılar birbirlerine, sessizliği nasıl bozacaklarını bilmiyorlardı. En sonunda Giuseppe Corte cesaretini topladı ve "Siz de mi yeni geldiniz?” diye sordu.
“Ah, hayır,” diye yanıt verdi öteki, “iki aydır buradayım ben...” Bir süre sustu, sonra konuşmayı nasıl devam ettireceğini bilemeyerek ekledi: “Aşağıya, kardeşime bakıyordum.”
“Kardeşinize mi?”
“Evet,” diye cevap verdi yabancı. “Hastaneye birlikte yattık, ama tuhaf bir şekilde onun durumu hızla ağırlaştı, düşünsenize şimdiden dördüncüde.”
“Ne dördüncüsü?”
“Dördüncü kat,” diye açıkladı adam. Bu iki kelimeyi öyle bir acıma ve dehşet içinde söylemişti ki, Giuseppe Corte neredeyse korkuya kapılmıştı.
“Dördüncü kattakilerin durumu o kadar ağır mı?” diye sordu çekinerek.
Öteki, başını yavaşça sallayarak, “Ah Tanrım,” diye karşılık verdi, “henüz o kadar umutsuz değiller, ama sevinilecek bir durumları da yok?”
“Peki, o halde.” diye yine sordu Corte, kendileriyle ilgisi olmayan üzücü olaylardan bahseden kişilerin umursamazlığıyla, “dördüncü kattakilerin durumu bu kadar ciddiyse, o zaman birinci kata kimleri yerleştiriyorlar?”
“Ah, birinci katta sadece can çekişenler var. Doktorların artık orada yapabileceği bir şey yok. O katta çalışan tek kişi papaz. Doğal olarak...”
Giuseppe Corte, sanki bir an önce söylediklerinin onaylanmasını ister gibi, “Birinci katta az hasta var, değil mi?” diyerek araya girdi. “Pencerelerin hemen hemen hepsi kapalı.”
“Şu an az hasta var, ama sabah kalabalıktı,” diye cevap verdi yabancı adam, hafif bir tebessümle. “Panjurların kapalı olduğu yerde, az önce biri ölmüştür. Geri kalan her katta panjurların açık olduğunu görmüyor musun?” Ardından, “Özür dilerim,” diye ekledi, yavaşça geri çekilerek, “sanırım hava biraz soğumaya başladı. Ben gidip yatayım. Görüşmek üzere, görüşmek üzere...”
Adam pencerenin önünden kayboldu, pencere sertçe kapandı, sonra içeride bir ışığın yandığı görüldü. Giuseppe Corte hâlâ pencerenin önünde durmuş, dikkatle birinci kattaki kapalı panjurlara bakıyordu. Pür dikkat panjurlara bakıyor, insanların ölümle pençeleştiği bu korkunç birinci katın kasvetli sırlarını hayal etmeye çalışıyordu; o kattan böylesine uzak olduğunu bilmek içini rahatlatıyordu. Bu sırada, akşamın gölgeleri iniyordu kentin üzerine. Sağlık merkezinin binlerce penceresi teker teker aydınlanıyordu, uzaktan bakıldığında kutlama yapılan bir saray sanmak mümkündü burayı. Sadece birinci kattaki, boşluğun dibindeki onlarca pencere kör karanlıktı.
Yapılan genel sağlık taramasının sonuçları Giuseppe Corte’nin içini rahatlatmıştı. Genellikle kötümserliğe yatkın olduğundan ciddi bir karara içten içe kendini hazırlamıştı, doktor onu birinci kata göndereceğini söylese buna şaşırmayacaktı. Ancak genel sağlık durumu iyi olmasına rağmen ateşi düşmüyordu. Oysa doktor samimi, cesaretlendirici şeyler söylemişti. Söylediğine göre, bir hastalık başlangıcı vardı ama çok hafifti; iki ya da üç haftaya kadar tamamen geçmiş olacaktı.
Bunun üzerine Giuseppe Corte, “Yani yedinci katta kalmaya devam edecek miyim?” diye sormuştu, endişeli şekilde.
“Elbette!” diye karşılık vermişti doktor, eliyle dostça sırtına vurarak. “Nereye gideceğinizi düşünüyordunuz? Yoksa dördüncü kata mı?” diye gülmüştü, sanki en saçma ihtimali ima edercesine.
“Böylesi daha iyi, böylesi daha iyi,” dedi Corte. “Biliyor musunuz, insan hastalanınca aklına hep kötü şeyler geliyor...”
Giuseppe Corte gerçekten de kendisine ilk başta verilen odada kaldı. Yerinden kalkmasına izin verilen nadir öğle sonralarında hastane arkadaşlarının bazılarıyla tanışma fırsatı yakaladı. Tedavinin gereklerini titizlikle yerine getirdi, bir an önce iyileşmek için elinden geleni yaptı, ama yine de durumu hep aynı gibiydi.
Yaklaşık on gün geçmişti ki yedinci katın başhemşiresi Giuseppe Corte’nin yanına geldi. Gayet arkadaşça bir ricada bulundu: Ertesi gün hastaneye iki çocuklu bir kadın gelecekti. Corte’nin yanındaki iki oda boştu, ancak üçüncü bir oda yoktu. Acaba Bay Corte, aynı ferahlıkta başka bir odaya geçmeye razı olur muydu?
Elbette Giuseppe Corte hiç zorluk çıkarmadı; bu oda ya da başka bir oda, hepsi aynıydı onun için; hem belki bu sefer daha hoş bir hasta bakıcıya düşebilirdi.
Başhemşire hafifçe eğilerek, “Size gönülden teşekkür ederim,” dedi, “itiraf ediyorum, sizin gibi birinin soylulara özgü nazik davranışı beni hiç şaşırtmadı. Bir itirazınız olmazsa bir saate kadar odanızı değiştireceğiz. Şimdi alt kata inmem gerekli,” diye ekledi alçak bir tonla, sanki çok önemsiz bir ayrıntıdan bahseder gibi. “Maalesef bu katta hiç boş oda yok. Ama kesinlikle geçici bir süre için,” diye alelacele açıkladı, Corte’nin birden yerinden doğrulup itiraz etmek için ağzını açtığını görünce, “kesinlikle geçici bir çözüm. Burada bir oda boşalır boşalmaz, sanırım iki ya da üç güne kadar, tekrar üst kata dönebilirsiniz.”
Giuseppe Corte küçük bir çocuk olmadığını göstermek için gülümseyerek, “Aslına bakılırsa,” dedi, “bu değişiklik pek hoşuma gitmedi.”
“Ama bu değişikliğin herhangi bir tıbbi gerekçesi yok; neyi kastettiğinizi çok iyi anlıyorum, iki çocuğundan ayrı kalmak istemeyen bir kadının ricası söz konusu sadece... Lütfen,” diye ekledi gülümseyerek, “aklınıza başka hiçbir sebep gelmesin.”
“Pekâlâ,” dedi Giuseppe Corte, “ama bu durum yine de iyiye alamet değil gibi geliyor bana.”
Böylece Corte altıncı kata geçti, bu taşınmanın sağlık durumuyla herhangi bir ilgisinin olmadığını bilmesine rağmen, kendisiyle sağlıklı insanların normal dünyası arasına artık net bir engelin girdiği düşüncesiyle huzursuz hissediyordu. İlk sığındığı yer olan yedinci katta, insanlarla bir şekilde iletişimde kalınabiliyordu; hatta o kat, alışkın olduğu dünyanın bir uzantısı sayılabilirdi. Buna karşılık, altıncı katta hastanenin kendine özgü yapısına dahil olacaktı: Burada doktorların, hemşire ve hastaların bile düşünce yapıları hafiften değişiyordu. Buraya, durumları ciddi olmasa da gerçek hastaların alındığı kabul ediliyordu. Giuseppe Corte, yan odalardaki komşularıyla, hastane personeliyle ve bakıcılarla yaptığı ilk konuşmalardan, yedinci katın hasta olmayanların, başka bir ifadeyle hastalık hastalarının eğlenmesi için ayrılmış bir yer olarak görüldüğünü öğrenmişti; fakat altıncı kata geldiğinizde, deyim yerindeyse, gerçekten başlıyordunuz.
Kısacası Giuseppe Corte, üst kata, hastalığının durumuna bakıldığında olması gereken yere dönebilmek için hiç şüphesiz bazı zorluklarla karşılaşacağını anladı; yedinci kata dönebilmek için, çok çaba sarf etmeyecek olsa da, karmaşık bir düzeneği devreye sokması gerekiyordu; sesini çıkarmazsa, kuşkusuz kimse onu yeniden üst kata, “neredeyse sağlıklı olanlar” katına çıkarmayacaktı.
Giuseppe Corte bu yüzden sahip olduğu hakları göz ardı etmemeye, alışkanlığın cazibesine kapılmamaya karar verdi. Aynı kattaki arkadaşlarına, onlarla sadece birkaç günlüğüne bir arada olacağını, bir kadın hastanın ricası üzerine kendi rızasıyla bir kat aşağı indiğini ve bir oda boşalır boşalmaz tekrar üst kata çıkacağını vurgulamaya özen gösteriyordu. Diğer hastalar onu ilgisizce dinliyorlar, sıkılıyorlar ve söylediklerine pek inanmıyorlardı.
Giuseppe Corte’nin inancı, yeni doktorunda onayıyla iyice pekişmiş oldu. Bu doktor da Giuseppe Corte’nin pekala yedinci katta kalabileceğini kabul ediyordu; hastalığının seyri ke-sin-lik-le ha-fif-ti (durumun önemini belirtmek için bu sözcükleri heceliyordu) ancak yine de onun altıncı katta daha iyi tedavi edilebileceğini düşünüyordu.
Ne var ki hasta. “Yine aynı hikayeleri anlatmayın bana” diye araya giriyordu kararlıca. “Benim yerimin yedinci kat olduğunu söylediniz, ben de yedinci kata dönmek istiyorum.”
“Kimse aksini söylemiyor zaten,” diye yanıt veriyordu doktor, “benimki sadece bir öneri, o kadar, hem de dok-tor olarak değil, ger-çek bir ar-ka-daş olarak! Durumunuz, tekrar ediyorum, çok hafif, hatta öyle ki hasta olmadığınızı söylemek abartı olmaz, fakat bana göre sizinkini benzer durumlardan ayıran nokta hastalığın yayılması. Şöyle açıklayayım: Hastalığınız kötü huylu değil, ancak çok geniş bir alana yayılmış; hücrelerin bozulma süreci,” Giuseppe Corte hastaneye yattığından beri bu uğursuz ifadeyi ilk kez duyuyordu, “hücrelerin bozulma süreci, eş zamanlı olarak organizmanın geniş bir bölümünü etkileyebilmesi için, kesinlikle henüz başlangıç aşamasında, hatta daha başlamamış bile olabilir, yine de bir eğilim söz konusu elbette, ama yalnızca bir eğilim. İşte sadece bu nedenden dolayı bana göre burada tedavi yöntemlerinin daha özgün ve yoğun olduğu altıncı katta daha etkili bir tedavi görebilirsiniz.”
Günlerden bir gün, sağlık merkezinin genel müdürünün meslektaşlarıyla süren uzun çalışmaların ardından hastaların sınıflandırılmasında bir değişiklik yapılmasına karar verdiği haberi iletildi Corte’ye. Hastaların her birinin derecesi, deyim yerindeyse yarım derece kadar düşürülmüştü. Her katta hastaların durumlarının ağırlığına göre iki kategoriye ayrıldığı kabul edilerek (bu sınıflama sadece ilgili katın doktorları tarafından yapılıyordu) bu iki grubun alt bölümü bir kat aşağı aktarılacaktı. Örneğin, altıncı kattaki hastaların yarısı, yani durumları biraz daha ağır olanlar beşinci kata inmek zorunda kalacaklardı; yedinci katta bulunan durumu daha az hafif olanlarsa altıncı kata geçecekti. Bu haber Giuseppe Corte’nin hoşuna gitmişti, çünkü böyle bir genel taşınma esnasında, yedinci kata dönmesi epey kolay olacaktı.
Ne var ki, bu beklentisini hemşireye açtığında acı bir sürprizle karşılaştı. Yeri değişecekti, ancak yedinci kata çıkmayacak bir alt kata inecekti. Hemşirenin nasıl açıklayacağını bilmediği nedenlerden dolayı Corte, altıncı katın “ağır” hastaları arasında sayılmıştı, bu yüzden beşinci kata inmek zorundaydı.
İlk şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra Giuseppe Corte öfkeden deliye döndü; kendisini kandırdıklarını, alt katlara taşınmaktan bahsedilmesine bile tahammül edemediğini, evine döneceğini, hakları olduğunu ve hastane yönetiminin doktorların koyduğu teşhisleri böyle görmezden gelemeyeceğini haykırdı.
Giuseppe Corte bağırmaya devam ederken onu sakinleştirmek için bir doktor geldi. Ateşinin yükselmesini istemiyorsa sakinleşmesi gerektiğini söyledi, sonra en azından kısmen de olsa bir yanlış anlaşılma olduğunu açıkladı. Giuseppe Corte yedinci kata yerleştirilirse yerini bulmuş olacaktı, bunu bir kez daha teyit etti ancak bu konuda, çok şahsi de olsa, biraz farklı bir görüşü olduğunu da ekledi. Aslına bakılırsa hastalığının yayılmacı seyri dikkate alındığında, Corte, bir bakıma altıncı derece de sayılabilirdi. Bununla birlikte, Corte’nin nasıl altıncı katın ağır hastaları arasına yerleştirildiğine doktor da bir açıklama getiremiyordu. Büyük ihtimalle, o sabah kendisine telefon edip Corte’nin durumunu soran hastane sekreteri söylediklerini yanlış yazmıştı. Belki de hastane yönetimi, onu alanında uzman ancak fazla hoşgörülü bir doktor olarak gördüğünden, bu husustaki kararını azıcık “kötüleştirmişti.” Sonuç olarak doktor, Corte’ye sakin olmasını, daha fazla karşı çıkmadan yer değiştirmeyi kabul etmesini önerdi; önemli olan hastalıktı, hastanın nerede yattığı değildi.
Tedaviye gelince -diye ekledi doktor- Giuseppe Corte’nin yakınmasına hiç gerek yoktu. Alt kattaki doktor şüphesiz daha deneyimliydi; aşağı doğru inildikçe doktorların hünerlerinin arttığı, en azından hastane yönetimine göre, su götürmez bir gerçekti. Dahası oda yine böyle rahat ve şıktı. Geniş bir manzaraya bakıyordu, fakat üçüncü kattan aşağısı, çevredeki ağaçlar nedeniyle görünmüyordu.
Akşam olunca ateşi yükselen Giuseppe Corte, doktorun özenli gerekçelerini gitgide artan bir yorgunlukla dinliyordu. En sonunda, bu çirkin taşınma kararına karşı gelme gücünün ve özellikle de isteğinin tükendiğini fark etti. Ve karşı çıkmadan, kendisini bir alt kata taşımalarına izin verdi.
Beşinci kata geldiğinde, Giuseppe Corte’nin zavallıca olsa da tek tesellisi doktorların, hemşirelerin ve hastaların ortak görüşüyle durumunun buradaki herkesten daha hafif olduğunu öğrenmekti. Bu katta yatarken kendini açık ara en şanslı kişi sayabilirdi. Ancak diğer taraftan, kendisiyle normal insanların dünyası arasına tam olarak iki engelin girmiş olduğu düşüncesi onu için için huzursuz ediyordu.
Bahar devam ederken hava da gitgide ısınmıştı, fakat Giuseppe Corte ilk günlerdeki gibi pencereden dışarı bakmaktan hoşlanmıyordu artık; böylesi bir korku tamamen saçmalık olsa da, artık iyice yaklaştığı, pencereleri sımsıkı kapalı birinci katı görünce tuhaf bir ürpertinin birden tüm bedenini sardığını hissediyordu.
Hastalığında herhangi bir değişiklik yok gibiydi. Ancak beşinci katta üç gün kaldıktan sonra, sağ bacağında egzama çıktı. ilerleyen günlerde de iyileşmedi. Önceki hastalığından -dedi doktor- tamamen farklı bir illetti bu; dünyadaki en sağlıklı insanda bile görülebilirdi. Hastalığı birkaç gün içinde alt edebilmesi için yoğun bir gama ışını tedavisi görmesi gerekiyordu.
“Gama ışını tedavisi burada yapılamaz mı?” diye sordu Giuseppe Corte.
“Elbette” diye karşılık verdi doktor, gayet memnun halde, “hastanemizde her şey mevcut. Fakat tek bir sıkıntı olabilir...”
“Nedir?” diye sordu Corte, belirsiz bir önseziyle.
“Sıkıntıyı lafın gelişi söyledim,” diye düzeltti doktor, “söylemeye çalıştığım, ışın tedavisi cihazları sadece dördüncü katta var, günde üç kez oraya inip çıkmanızı hiç tavsiye etmem.”
“O zaman tedavi göremeyecek miyim?”
“Bu durumda yapılacak en iyi şey, egzamanız geçinceye kadar dördünce kata inmeyi kabul etmeniz.”
“Yeter!” diye öfkeyle haykırdı Giuseppe Corte. “Yeterince indim zaten aşağıya! Gebersem de dördünce kata gitmeyeceğim!”
Doktor, onu daha fazla sinirlendirmemek için sakin bir sesle, “Nasıl isterseniz,” dedi, "ama tedavinizi üstlenen doktor olarak, günde üç kez aşağı inip çıkmanızı korkarım yasaklamak zorundayım.”
İşin kötü tarafı, iyileşmek şöyle dursun egzama gittikçe yayılıyordu. Giuseppe Corte rahat edemiyor, yatağında sürekli dönüp duruyordu. Bu şekilde öfkeyle üç gün geçirdikten sonra, sonunda söylenenlere razı oldu. Kendiliğinden gidip doktordan ışın tedavisinin uygulamasını ve alt kata götürülmesini talep etti.
Aşağı katta Corte, dışarı yansıtamadığı bir zevkle, herkesten farklı olduğunu gördü. Bölümdeki diğer hastaların durumu kesinlikle çok daha ciddiydi, yataklarından bir dakikalığına bile çıkamıyorlardı. Oysa Corte, hemşirelerin iltifatları ve şaşkınlıkları arasında, kendi odasından çıkıp ışın odasına kadar yürüyerek gitme lüksüne sahipti.
Durumunun son derece özel olduğunu yeni doktora ısrarla vurguladı. Sonuçta yedinci katı hak eden ama dördüncü katta yatan bir hastaydı. Yara geçer geçmez de tekrar üst kata çıkmak istiyordu. Başka hiçbir yeni bahaneyi kabul etmeyecekti asla. Kurallar gereği yedinci katta bulunması gerekiyordu.
O sırada muayenesini bitiren doktor, “Demek yedinci kat,” dedi gülümseyerek. “Siz hastalar hep abartırsınız zaten! Halinize şükretmenizi ilk ben söyleyeyim o zaman; klinik çizelgeden anlaşıldığına göre hastalığınızın seyrinde büyük bir kötüleme olmamış. Ancak bu durumunuzla, yedinci kattan söz etmek arasında -samimiyetimden dolayı beni bağışlayın- oldukça büyük bir fark var! Sağlığı en az kaygı verici olanlardan birisiniz, bunu kabul ediyorum, ama yine de hastasınız!"
“Tamam, peki,” dedi Giuseppe Corte, “o zaman siz beni hangi kata koyardınız?”
“Bunu söylemek o kadar kolay değil, çok kısa muayene ettim, karar verebilmek için en az bir hafta sizi izlemem gerekli.”
“Yine de,” diye ısrar etti Corte, “az çok bir fikriniz vardır”
Doktor onu rahatlatmak için dikkatle düşünüyormuş gibi yaptı bir an, sonra başını sallayarak yavaşça şöyle dedi: “Doğrusu, sizi memnun etmek için bir şey söylüyorum, pekâlâ, sizi altıncı kata koyabiliriz! Evet, aynen öyle!” diye ekledi, kendini de ikna etmek istercesine. “Altıncı kat gayet uygun olabilir.”
Böylece doktor, hastayı rahatlattığını sandı. Oysa Giuseppe Corte’nin yüzünde bir şaşkınlık ifadesi belirmişti; son katlardaki doktorların kendisini kandırdıklarını anlamıştı; daha yetenekli ve daha dürüst olduğu anlaşılan bu yeni doktor içinden -belli ki- onu yedinci kata değil, beşinci kata ve hatta belki bu katın da alt bölümlerine yerleştiriyordu! Bu beklenmedik hayal kırıklığı Corte’yi afallatmış, o gece ateşi hayli yükselmişti.
Giuseppe Corte, hastaneye yattığından beri en rahat dönemini dördüncü katta geçirdi. Doktoru son derece içten, titiz ve kibardı; saatlerce sadece havadan sudan konuşmak için bile sık sık yanına uğruyordu. Giuseppe Corte de onunla seve seve gevezelik ediyor, avukatlık yaptığı yıllardan ve hayatından bahsediyordu. Hâlâ sağlıklı insanlardan biri olduğuna, iş dünyasıyla bağını koruduğuna ve gerçekten toplumsal olaylarla ilgilendiğine ikna etmeye çalışıyordu kendini. Ne var ki, başaramıyordu. Konuşulan konu dönüp dolaşıp yine hastalığına geliyordu.
Küçük de olsa iyileşme arzusu Giuseppe Corte’de neredeyse saplantıya dönüşmüştü. Gama ışınları her ne kadar egzamanın yayılmasını engellemiş olsa da, hastalığı tamamen ortadan kaldırmaya yeterli olmamıştı. Giuseppe Corte bunu doktorla her sabah uzun uzadıya konuşuyordu. Bu sohbetler sırasında güçlü durmaya, hatta alaycı bir tavır takınmaya çalışıyor, fakat başaramıyordu.
“Söyleyin bana, doktor,” dedi bir gün, “hücrelerimin bozulma süreci ne durumda?”
Doktor, “Ah, ne biçim sözler bunlar!” diyerek şakacı bir tavırla azarladı onu. “Nereden öğrendiniz bunları? Hiç yakışmıyor, hiç yakışmıyor, hele bir hastaya hiç! Bir daha sizden böyle sözler duymak istemiyorum.”
Corte, “Tamam, ama,” diye direndi, “soruma cevap vermediniz.”
“Peki, hemen vereyim,” dedi doktor kibarca. “Sizin ürkütücü ifadenizle yanıt vermek gerekirse, hücrelerinizin bozulma süreci en az düzeyde. Ancak belirtmeliyim ki inatçı.’
“İnatçı mı? Yani kronik mi demek istiyorsunuz?"
“Söylemediğim şeyleri söyletmeye çalışmayın bana. Sadece inatçı demek istiyorum. Zaten hastaların çoğu bu durumda. Oldukça hafif vakalar bile genellikle etkin ve uzun bir tedavi süreci gerektirir.”
“Peki, ne zaman kendimi daha iyi hissedeceğim, doktor?”
“Ne zaman mı? Bu tür vakalarda bir öngörüde bulunmak epey güç... Ama dinleyin,” diye ekledi, biraz düşündükten sonra “görüyorum ki iyileşme konusunu tam bir saplantı haline getirmişsiniz... Sizi kızdırmayacağımı bilsem ne öneririm biliyor musunuz?”
“Söyleyin lütfen doktor...”
“Durumu gayet açık ifade edeceğim, o halde. Ben bu hastalığın en hafif haline bile yakalanmış olsaydım ve bu alandaki belki de en iyi yere, bu sağlık merkezine gelseydim, daha ilk günden itibaren, anlıyor musunuz, ilk günden itibaren en alt katlardan birine yatmaya çalışırdım. Hatta direkt olarak...”
“Birinci kata mı yatardınız?” dedi Corte, zoraki bir tebessümle.
"Ah, hayır,” diye alaycı bir yanıt verdi doktor, "birinci kata yatmazdım! Ama üçüncü hatta ikinci kata yatardım. İnanın bana, alt katlarda tedavi çok daha iyi, oradaki sağlık teçhizatı neredeyse eksiksiz ve modern, personel daha uzman. Bu hastane kimin, biliyor musunuz?”
"Profesör Dati’nin değil mi?”
"Aynen öyle, Profesör Dati’nin. Burada uygulanan tedavinin mucidi odur, bütün tesisi o tasarladı. Buna rağmen, kendisi, yani hepimizin üstadı Dati, birinci katla ikinci kat arasında ikamet eder. Yönetici gücünü oradan gösterir. Ancak size garanti ederim, etkisi üçüncü katın ötesine ulaşmaz, oradan ötesinde emirleri sanki un ufak olur, etkisini yitirir, yön değiştirir; hastanenin kalbi alttadır ve en iyi tedavi için de alt katta olmak gerekir.
“O halde,” dedi Corte, titreyen bir sesle, "bana tavsiye ettiğiniz şey...”
“Eklemek istediğim bir şey daha var,” diye devam etti doktor, aldırmadan, “sizin özel bir durumunuz olduğunu ve hatta taburcu bile edilebileceğinizi eklemek istiyorum. Gayet önemsiz bir şey, ama elbette can sıkıcı, hatta zamanla ‘moralinizi'de bozabilir; biliyorsunuz ki iyileşmek için ruh sağlığı oldukça önemli. Size uyguladığım ışın tedavisi yarı yarıya başarılı oldu. Neden? Belki tamamen tesadüf eseri böyle olmuştur, belki de ışınlar yeterince yoğun olmadığı için. Buna karşın, üçüncü katın ışın teçhizatı çok daha güçlü. Egzamanızın o teçhizatla iyileşme ihtimali çok daha yüksek. İyileşmeye başladığınız anda, en zor süreci atlattınız demektir. Yukarıya doğru çıkmaya başlayınca artık geri dönmek zorlaşır. Kendinizi gerçekten iyi hissettiğinizde, buradan yukarıya çıkmanıza kimse engel olamayacak, ‘hak ettiğiniz’ şekilde beşinci, hatta altıncı ve yedinci kata bile çıkabileceksiniz...”
“Sizce bu iyileşmemi hızlandırır mı?”
“Hiç şüphe yok. Sizin yerinizde olsam ne yapacağımı söyledim sadece.”
Doktor her gün gelip Giuseppe Corte’ye bu tür konuşmalar yapıyordu. En sonunda egzamanın verdiği sıkıntılardan yorgun düşen hasta, içgüdüsel olarak isteksiz de olsa doktorun tavsiyesine uymaya karar verdi ve bir alt kata taşındı.
Corte üçüncü kata inince, burada durumu daha endişe verici hastaların tedavi ediliyor olmasına karşın, hem bölümdeki doktorların hem de hemşirelerin çok daha neşeli olduklarını fark etti hemen. Hatta bu neşenin her geçen gün daha da arttığını gördü; meraklandı ve hemşireyle biraz arkadaşlık kurunca herkesin nasıl bu kadar neşeli olabildiğini sordu.
“Ah, siz bilmiyor musunuz?” diye cevap verdi hemşire, “üç gün sonra izne çıkıyoruz.”
“İzne mi çıkıyorsunuz?”
“Evet. Üçüncü kat on beş günlüğüne kapatılacak, personel de gidecek. Her kat sırayla izne gider.”
“Peki ya hastalar? Onları ne yapıyorsunuz?”
“Hasta sayısı az olduğu için iki katı birleştiriyoruz.”
“Nasıl yani? Üçüncü katla dördüncü katın hastalarını mı birleştiriyorsunuz?
“Hayır, hayır,” diye düzeltti hemşire, “üçüncü katla ikinci katı birleştiriyoruz. Buradakiler bir alt kata inecekler.”
“İkinci kata inilecek yani?” dedi Giuseppe Corte, yüzü ölü gibi bembeyaz kesilmişti. “Ben de mi ikinci kata inmek zorun dayım?”
“Elbette. Bunda tuhaf olan ne var ki? On beş gün sonra döndüğümüzde, tekrar bu odaya geleceksiniz. Bence bunda korkacak hiçbir şey yok.”
Oysa Giuseppe Corte’yi -gizemli bir önsezi onu uyarıyordu- acımasız bir korku almıştı. Madem personelin izne çıkmasını engelleyemezdi, bu durumda daha yoğun ışın tedavisinin iyi geleceğine inanarak -egzaması neredeyse tamamen geçmişti- taşınma işine karşı çıkmaya cesaret edemedi. Gelgelelim, hemşirelerin dalga geçmesine aldırış etmeyerek yeni odasının kapısına, “Giuseppe Corte, üçüncü kat hastası, geçici oda,” yazılı bir levha asılmasını istedi. Sağlık merkezinde daha önce böyle bir şey yapılmamıştı, fakat doktorlar, Corte gibi sinirli biri için küçücük bir engellemenin bile büyük sarsıntılara yol açabileceğini düşünerek bu duruma itiraz etmediler.
Aslında sadece on beş gün beklemek söz konusuydu, ne bir gün fazla ne bir gün eksik. Giuseppe Corte, saatlerce hareketsiz yatarak, gözlerini eşyalara dikip inatçı bir açgözlülükle sayıyordu günleri; ikinci katın eşyaları üst kattaki gibi modern ve sevimli değildi, buradaki her şeyin boyutu daha büyük, çizgileri daha ciddi ve keskindi. Ara sıra kulak kesiliyordu, çünkü bir alt kattan, can çekişenlerin katından, ölüme “mahkûmlar”ın bölümünden, belli belirsiz can çekişme hırıltıları duyar gibi oluyordu.
Elbette tüm bunlar cesaretini kırıyordu. İç huzurunun azalması adeta hastalığını artırıyor, ateşi yükseliyor, günden güne bitkin hissediyordu. Pencereden -yazın ortasına gelindiğinden artık pencereler hep açık tutuluyordu- şehrin ne çatıları ne de evleri görülebiliyordu, sadece hastaneyi çevreleyen ağaçlardan oluşan yeşil duvar vardı.
Yedi gün sonra, bir öğleden sonra saat ikiye doğru, ansızın başhemşire ve üç hasta bakıcı girdi içeri. Yanlarında getirdikleri sedyeyi iterek, "‘Gitmeye hazır mıyız bakalım?” diye sordu başhemşire, neşeli bir tavırla.
"Gitmeye mi?” dedi Giuseppe Corte, boğuk bir sesle, “şaka mı yine bu? Üçüncü kattakiler haftaya dönmüyor mu?”
“Ne üçüncü katı?” dedi başhemşire, anlamamış gibi. “Sizi birinci kata götürmem söylendi bana, bakın işte.” Alt kata götürülmesiyle ilgili, bizzat Profesör Dati tarafından imzalanmış bir belge gösterdi.
Bunun üzerine Giuseppe Corte’nin cehennemi andıran korkusu, öfkesi açığa çıktı; hiddetli haykırışları bütün bölümü çınlattı. Hemşireler, “Sakin olun, lütfen sakin olun!” diye yalvardılar, “burada durumu iyi olmayan hastalar var!” Ancak Corte’nin öfkesi bir türlü yatışmıyordu.
En sonunda o bölümü yöneten doktor koşup geldi, son derece kibar ve saygılı biriydi. Durumu öğrendi, belgeye baktı ve Corte’yi dinledi. Sonra kızarak başhemşireye döndü, bir yanlışlık yaptıklarını, kendisinin böyle bir emir vermediğini söyledi, bir süreden beri hastanede inanılmaz bir karışıklık vardı zaten, hiçbir konu hakkında bilgi verilmiyordu kendisine... Personele gerekli şeyleri söyledikten sonra, nazikçe hastaya dönüp yürekten özür diledi.
“Ancak maalesef,” diye ekledi doktor, “maalesef Profesör Dati bir saat önce kısa süreliğine buradan ayrıldı, iki gün sonra dönecek. Son derece üzgünüm, ama onun emirlerini göz ardı edemeyiz. Eminim, bu işe en çok o üzülecek... Olacak hata değil! Nasıl olmuş, anlamıyorum!”
Giuseppe Corte acınacak bir şekilde titremeye başlamıştı. Kendine hâkim olma yeteneğini büsbütün yitirmişti. Bir çocuk gibi korkuya yenik düşmüştü. Ağır, umutsuz hıçkırıkları odada çınlıyordu.
Corte böylece, o uğursuz yanlışlık sonucu son durağa gelmiş oldu. Hastalığının seyrine göre, en sert doktorların bile yedinci olmasa da rahatlıkla altıncı kata verilebileceği kanısında olmalarına rağmen, şimdi can çekişenlerin katındaydı! Durum o kadar gülünçtü ki bazen Giuseppe Corte’nin içinden kahkahalara boğulmak geliyordu.
Sıcak öğleden sonra yavaş yavaş şehri terk ederken, Corte yatağına uzanmış, sterilize edilmiş absürd levhalardan, cehennemi andıran buz gibi koridorlardan ve ruhsuz bembeyaz insan suretlerinden oluşan gerçek dışı bir dünyaya geldiğini düşünerek, pencereden ağaçların yeşilliğini izliyordu. Pencereden gördüğünü sandığı ağaçların bile gerçek olmayabileceği geldi aklına; hatta yaprakların hiç kıpırdamadığını görünce buna iyice ikna oldu.
Bu düşünce onu öyle rahatsız etmişti ki, zili çalıp hemşireyi çağırdı, yatarken kullanmadığı miyop gözlüklerini istedi ve ancak o zaman biraz sakinleşebildi: Merceklerin yardımıyla, dışarıdakilerin gerçek ağaçlar olduğunu ve yapraklarının hafif de olsa ara sıra rüzgârdan kıpırdadığını gördü.
Hemşire odadan çıkınca on beş dakika boyunca sessizlik oldu. Altı kat, altı korkunç duvar, resmi bir yanlışlık sonucu da olsa, acımasız ağırlığıyla Giuseppe Corte’ye hükmediyordu şimdi. Kim bilir kaç yılda, evet artık yılları hesaba katmak gerekiyordu şimdi, kaç yılda bu dik ve sarp kayalığın tepesine tırmanmayı başarabilecekti?
Ama oda neden böyle birdenbire kararmıştı? Daha öğle sonrasıydı. Tuhaf bir halsizliğin tüm bedenini sardığını hisseden Giuseppe Corte, büyük bir gayretle yatağın başucunda duran komodinin üzerindeki saate baktı. Üç buçuğu gösteriyordu. Başını diğer yana çevirdi ve panjurların, gizemli bir emre itaat ederek yavaş yavaş indiğini, ışığın yolunu kapattığını gördü...
1 note · View note
malatyapenceregazetesi · 2 years ago
Text
Çocuklarınızı Zehirlemeyin...
Tumblr media
Çocuklarınızı Zehirlemeyin..
Tumblr media
Yeşilyurt Belediyesi çocuk kitapları festivali düzenliyor. Bu programı, Cumhuriyetimizim kuruluşunun 99. Yılı olan 29 Ekim 2022 gününe denk getirmesi bizi ziyadesiyle memnun etmişti. Taki afişleri görene kadar..
Afiş de, alenen Atatürk düşmanı Mustafa Armağan’ın festival çerçevesinde 4 Kasım’da Malatya’ya geleceği ve bir söyleşi yapacağı ilan ediliyordu. Önce inanamadım, “ Bunu da yapmazlar herhalde “ dedim. Ama yanılmışım, yapmışlar. Şahsım adına kızgınım, öfkeliyim. Şimdi sormak lazım; başka bir adam bulamadınız da bu herifimi buldunuz. Cumhuriyetimizin kurucusu Büyük Atatürk’e, manevi kızına ahlaksızca imalarda bulunan, Cumhuriyet değerlerini aşağlayan bu şahsa böyle bir değer verilmesi, Yeşilyurt Belediyesi’ne hiç mi hiç yakışmadı. 4 Kasım’da bu şahıs gelip söyleşi yapacakmış. Benden size tavsiye; sakın çocuklarınızı bu söyleşiye götürüp de zehirlemeyin. Bu ülkenin kurtarıcısı ve kurucusu Atatürk’e onca laf sayan kişiyle ne benim, ne çocuğumun ne de ailemin işi olur. Biz, ülkesini, vatanını, bayrağını,ezanını, Kuran-ını, Ata’sını, cumhuriyeti’ini, cumhuriyetin kazanımlarını, seven bir aileyiz. Böylesi adamlarla işimiz olmaz. Sayın Çınar, size bu adamı kim tavsiye etti bilmiyorum ama, benim Penceremden ilk olumsuz notunuz bu oldu. Şimdi sizi de bu adamla bir tutacaklar. Atatürk düşmanı, cumhuriyet düşmanı olarak yaftalayacaklar. Zaten siyasi partiler tepki göstermeye başladılar bile..Daha ilerisi söyleyeyim, Malatya Büyükşehir Belediyesi’nde çalışan bir kişi, açıktan sizi eleştirdi. Aynı partiye mensup, Büyükşehir Belediyesi’nde çalışan bir kişinin sizi eleştirmesi ne anlama geliyor farkındamısınız ? Eğer imkan varsa bu şahsın söyleşisini iptal edin. “ Malatya, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü çok seviyor. Cumhuriyete çok bağlı bir il onun için gelin bu söyleşiyi iptal edelim “ deyin. O şahıs da bunu anlayışla karşılar her halde.. Size, “ Başkanım Mustafa Armağan’ı getirelim bir söyleşi yapalım “ diyen kimse Sayın Çınar , kulağından tutup belediyenin kapısının önüne koyun. Bu kişi ya sizin düşmanınız, ya da sizi tuzağa düşürmeye çalışan birisi. Son olarak Mustafa Armağan’a ithafen şu yazıyı paylaşmak istiyorum:     ATATÜRK’ÜN GENÇLİĞE HİTABESİ Ey Türk gençliği! Birinci vazifen; Türk istiklalini, Türk cumhuriyetini, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.    Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dâhilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklal ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin. Bu imkân ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklal ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde iktidara sahip olanlar, gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakruzaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.    Ey Türk istikbalinin evladı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.                                   Mustafa Kemal Atatürk     Anladınmı? Mustafa Armağan EFENDİ... Read the full article
0 notes
benimpencerelerim · 3 years ago
Text
YERLI MILLI LIYAKAT
Bir Liyâkatsizin Portresi
A.Erkan -Koca, Serbestiyet
Yazının başlığını önce “Bir Zübük Portresi” koymayı, böylelikle giderek her tarafımıza yayılan içimizdeki zübüklüğü sorgulamayı istedim ama sonra farkettim ki bu bende bir odak kaybına ve vermek istediğim yüzün gölgede kalmasına neden olacak. Vazgeçerek yeniden alevlenen ve mevcut yönetim kültürümüz değişmedikçe uzun yıllar da dinmeyecek gibi gözüken liyâkat tartışmaları için canlı bir örnek sunmayı seçtim. Bir de her ne kadar zübüklükle liyâkatsizliğin epeyce içiçe geçen yanları olsa da ayrı tutmamızı gerektiren yönlerini de hesaba katmak gerektiğini düşündüm.
                                                                   ***
Bir taşra şehrinin ilçelerinden birinin belediye başkanlığını uzun yıllar elinde tutan bir ailede dünyaya gelmiş bir portre düşünün. Geleneksel kültürün en katı şekliyle yaşandığı böylesi bir yerde tek erkek çocuksunuz. Babanız merkez sağ gibi “her dönemin adamı” olmaya hayli uygun bir partiden belediye başkanı. Sürekli bir pohpohlamayla şehrin “en iyi” eğitim veren okullarına gönderilmişsiniz ve bu okulların FETÖ’nün en –ve ilk- köklü kurumlarından biri oluşuna dair en ufak bir sorgulama yapmaksızın tam 7 koca yıl okumuşsunuz. Sonrasında “saygın” mezunlardan biri olarak sürekli çağrılmış ve 17/25 Aralık’tan sonra dahi mezunlar toplantılarında boy göstermekte bir beis görmemişsiniz.
Onca desteğe ve çabaya rağmen ancak hasbelkader bir üniversitenin hasbelkader bir bölümünden hasbelkader mezun olabilmişsiniz. Ama ne gam! Hemen merkez sağın kalesi şehrinizin, FETÖ’nün en güçlü olduğu yerlerden biri olan üniversitesine dönüp kendinize akademik bir pozisyon elde etmekte hiç ama hiç zorluk çekmemişsiniz.
Bir yandan vasat yazılarla ve sahip olduğunuz güçlü çevreyle birer birer akademik basamakları çıkarken diğer yandan nasıl olur da zengin olurum diye denemediğiniz yol kalmamış. Akademik olarak sahip olduğunuz hasbelkader bilgiyi bütünüyle paraya tahvil etmenin binbir türlü yollarını aramış ve –aileden getirdiğiniz genler sayesinde- kolaylıkla da bulmuşsunuz. Sonra daha büyük bir hırsla daha çok şey isteyince FETÖ’cülerin egemenlik alanına girdiğiniz için bozuşmuş ve ülkedeki yeni iktidar rüzgarının da etkisiyle ailece kulvar değiştirerek aslında milliyetçi ve muhafazakâr bir kökene sahip olduğunuzu hatırlayıvermişsiniz.
Sonrasında vatanın ve milletin en büyük savunucusu, devletin en asli sahiplenicisi ve kollayıcısı kesilmişsiniz. Her şeyin zahmetsizce önünüze sunulmasının olması gereken olduğuna inanmaya başlamışsınız. Genlerinizdeki oynaklığın hiç olmadığı kadar işinize yaradığının farkına varmışsınız. “Madem öyle” diyerek, bir an önce Ankara’nın yolunu tutup zübüklükteki ilerleyişinizin önünü açmak için şehrinizden yeni bakan atanmış biriyle sayısız ortak tanıdığınız olduğunu keşfedivermişsiniz.
Henüz yerini sağlamlaştıramamış bu tecrübesiz bakan da böylesi bir ailenin kendisine gösterdiği bu ilgiden fazlasıyla memnun bir şekilde kontrol ettiği bir kuruma sizi kolaylıkla önerivermiş. Akademik çalışmalarınızın ve yayın kalitenizin ne olduğu akla bile gelmemiş. Hatta, atandığınız kurumun varlık nedeniyle sizin yaptığınız işlerin en ufak bir kesişme dahi göstermemesi bile bir soru işareti gibi görülmemiş. Herhangi bir illiyet bağı aranmamış. Bu durumu tam bir zübüklükle kullanıp, sizi bakanın önerdiğinden çok neredeyse bakanı o pozisyona sizin (sizin derken ailenizin elbette!) önerdiğiniz gibi bir izlenim oluşturarak daha çalmadan bütün kapıların ardına kadar açılmasını sağlamışsınız.
Vaktiyle görülmemiş bir hızda elde ettiğiniz profesörlük payesine şimdi bir de devlet ikbalini kolayca ekleyivermişsiniz. Geçmişinizle -ve geleceğinizle- hiç ilgisi olmayan, son derece stratejik bir kurumun tepe yöneticilerinden biri haline gelmişsiniz. Bu zavallı halkın vergilerinden korumalar, şoförler ve sekreterler (hepsi çoğul) tayin ettirmişsiniz. Ankara’ya gelirken –tam bir zübük olarak- aklınızda bu kurumu bir basamak olarak kullanıp başka yerlere geçmek varken beklemediğiniz bu bolluk ve imkân karşısında şaşkınlığınızı içinizde bastırıp kendinizi oraya uydurmaya çalışmışsınız. Bu kez onlarca yıl yaptığınız çalışmaların aslında bu kurum için olduğu gibi bir aydınlanma yaşamışsınız.  
Öyle olunca, hukuk profesörü olmadığınız halde kendinizi hukuk profesörü, Başkan yardımcısı olmadığınız halde Başkan yardımcısı ve Cumhurbaşkanı danışmanı olmadığınız halde Cumhurbaşkanı danışmanı olarak tanıtma cüreti gösterebilmişsiniz (psikolojide de bir karşılığı vardı sanki bu durumun!). Bir toplantıda denk geldiğiniz kurumdan –gerçek!- bir hukukçu yöneticinin merak edip hangi hukuk fakültesinden mezun olduğunuzu sorması üzerine “aslında hukuk fakültesi mezunu olmadığınızı ama bazı hukuk derslerine girdiğinizi” söylemeniz üzerine (sadece hukuk derslerine de değil istediğiniz her derse girebildiğiniz için her şeyin profesörü olabileceğinizi söyleyebilecekken tevazu gösterip tabii!) emekliliği gelmiş bu adamcağız tam bir şaşkınlıkta ancak “ben de hep jinekolog olmak istemişimdir acaba bu yolla ben de olabilir miyim” diyebilmiş (bu gerçi emekliliği gelmiş bir bürokrattan beklenmeyecek bir cevap!).  
Ama siz yine de arlanmayarak, internetten indirdiğiniz kanunların toplandığı, onbilerce dağıtılan bir mevzuat kitabının üzerine adınızı yazdırıp onbinlerce liralık telif almakta yine bir terslik görmemişsiniz (hariçten biri olduğunuzdan, vaktiyle bu yolla büyük paralar kazanan FETÖ’cüler için Türkiye’nin en çok kazanan yazarları arasında Orhan Pamuk ve Elif Şafak’tan sonra bu insanların geldiği esprisini duymamış olacaksınız ki bu size komik gelmediği gibi olması gereken gibi görünmüş!).  
İşte böyle böyle sayısız yalanla yaşamayı bir varoluş biçimine dönüştürmüşsünüz. Bürokrasideki AK Parti-MHP kardeşliğinin tecessüs etmiş, ete kemiğe bürünmüş hali olarak kendinizi göstermişsiniz. Bu sayede tıpatıp kendi karakterinizden yeni kadrolar getirip önemli birimlerin başına verdirmişsiniz. Eş-dost kim varsa kuruma aldırmanın yollarını aramış ve olmadık çözümler bulmuşsunuz. Bu arada, etrafta tanıdık-tanımadık ne kadar yüksek bürokrat ya da siyasetçi varsa her gün birine giderek ne büyük işler yaptığınızı anlatmışsınız. Cumhurbaşkanlığı’ndaki etkili isimleri sürekli kuruma davet edip ağırlamış, gururlarını okşamış ve çeşitli payelerle onurlandırmışsınız. Bu sayede bürokratik ne kadar denetim mekanizması varsa bypas edebilmişsiniz.
Bu da yetmemiş. Kurumda işinin ehli kim varsa kendinize engel görüp atmadık iftira bırakmayıp tasfiyeleri için tam bir tetikçilik yapmaya ve bu sayede bir taraftan önünüzü açarken bir taraftan da karanlık geçmişinizi aklamaya çalışmışsınız. KHK’ları kullanarak kurum içinde büyük bir korku yayıp herkesi susturmuş, tam bir baskı düzeni kurarak içi boş anlamsız işlerine büyük bir ciddiyetle sarılmalarını sağlamışsınız. Bir hukuk profesörü (!) olarak yaptığınız onca hukuksuzluğa karşı çıkanlar hakkında söylenmedik yalan bırakmamışsınız. Aynı kişi hakkında onlarca düzmece soruşturma açmışsınız da -FETÖ’nün okullarından yetişen birinin her ne suretle olursa olsun kendisini ifadeye çağıramayacağını ileri sürerek- bir kez bile ifade vermeyen insanlar hakkında en ufak bir işlem yapamamışsınız. Pardon, bu kişi halen kurumda sizin üstünüzde bir pozisyonda olmasına rağmen resmi toplantılara katılmasını çeşitli dalaverelerle engellemek gibi şeyler yapmışsınız evet atlamamalı.
Mülakat komisyonlarında sayısız tiyatro çevirerek hakedenleri dahi kendi lütfunuza mazhar kılmışsınız. Haketmediğiniz halde o kadar çok şeye sahip olmuşsunuz ki haketmemek en büyük liyâkat nedeni olmuş sizin için. Kuruma hakkıyla girmeyenler kadar sonuna kadar hakedenler bile bunu size borçlu olduklarına kalpten inanır hale gelmişler (Böylelikle FETÖ’yle büyük bir mücadele vermişsiniz). Bu arada, ‘sizin gibi’ karakterlere fazlasıyla ihtiyaç duyan medya organlarına çıkarak yalan yanlış, uyduruk açıklamalarla ‘büyük adamcılık’ oynamışsınız. Pespayelikten kayramanlık çıkarmayı başarmışsınız (başarıysa işte başarı!).  
Hayatı yalan insanlar karşısında boyun eğip susmayı seçen vasat karakterlere söylediğiniz diğer yalanlar tam olarak yalan gibi de gelmemeye başlamış. Bu zavallı insanlar aksi halde vicdanen kaldıramayacakları bir durumun içine düşeceklerinden size inanmayı büyük bir kurtarıcı yol gibi görür olmuş. Kendi küçük çiftliğinizde bu defa da ‘post-truthçuluk’ oynamışsınız. Bütün bunlarda epeyce sonuç almışsınız ama bir gün beklenmedik bir şekilde zulmettiğiniz birileri sizi oraya getiren bakanın halefi yeni bakana İnstagram’dan (evet ne acı ki ancak bu yolla!) ulaşmayı başararak kurumda neler olup bittiğini bütün çıplaklığıyla anlatmaya başlamış (Bu arada İnstagram’ın anlı şanlı Cimer’den çok daha etkili bir yol olduğu gerçeği ortaya çıkmış!) Bu kanal açılınca sayısız başka kişi sayısız yeni iddia ortaya atmış (İ-Cimer diye yeni bir iletişim mekanizması kurulmuş).
Bütün bunlar karşısında hayrete düşen yeni bakan hemen bir inceleme başlatmış. Fakat bu da sizde en ufak bir ürküntüye ve tavır değişikliğine neden olmamış. (Bunda henüz bir İnstagram hesabınızın olmayışı da etkili olmuş). Hatta, bu esnadaki tedirginliğinize bağlı olarak koruma sayınızı arttırmışsınız. O kadar ki ‘çok gizli’ bir amaçla Anadolu’daki görece küçük bir üniversite ziyaretinizde ev sahibi rektör ilk başta bakan geliyor sanmış da bir an boş bulunup aşırı bir protokol uygulamak zorunda kalmış (Çalıştığınız kurumda sadece bir bakan olduğu için kendinizi Bakan olarak tanıtamamışsınız bu defa ne yazık ki! Nasılsa bir gün o da olacağı için şimdilik yutkunup içinize atmışsınız.)
Pervasızlığınız ayniyle sürmeye devam etmiş çünkü bütün bu kirli işleri asla yalnız yapmamışsınız ve birlikte kurduğunuz kumpaslardaki diğer arkadaşlarınızla çoktan kendinizi “Külliye’nin adamları” listesine yazdırmayı başarmışsınız (İşte bir büyük başarı daha!). Dönemin en büyük danışmanlarının sizin gibi konuyla alakasız yardımcılarını vaktiyle uyduruk gerekçelerle kurumunuza almış olmanızın ne kadar doğru bir adım olduğunu iliklerinize kadar duymaya başlamışsınız. Daha önce de çeşitli şekillerde soruşturma denemeleri olmuş ve siz bütün bunları FETÖcülerin yıpratma oyunları olarak gösterip hepsine müdahale edip sonuçsuz bıraktırabilmişsiniz.  
Fakat bu defa işlerin daha ciddi olduğunu ve bakanın hiç olmadığı kadar kararlı olduğunu, FETÖ ile olan açık ve örtük geçmişinizin de işinizi epeyce zorlaştıracağını hissederek saldırıya geçmişsiniz. İktidar partisinden yeniden seçilme ihtimali kalmayan ‘devlet düşkünü’ milletvekillerini kullanarak incelemeye mühahale etmeye çalışmış ve hatta işi bakanın altını oymaya kadar vardırıp, “bu bakan bizi tasfiye ederek burada kirli bir yapılanmaya gidecek” algısı oluşması için uğraşmışsınız (yeterince kirlendiğinizde sizin dışınızdaki her şeyin kirli gözükmesi kadar temiz bir gerçeklik olamaz diye düşünmüş olmalısınız!).
Bakanın bundan da haberi olmuş (İ-Cimer etkisini sürdürüyormuş zira) ancak yine de sizi görevden almayı göze alamamış. Bir toplantıda “Külliye’nin arkanızda olduğunu ve bu yüzden alamadığını söyleyecek kadar çaresiz hissettiğini” ifade etmek durumunda kalmış ve biraz da bu yüzden incelemenin sürmesini sizi kontrolde tutmak için bir araç gibi de görmüş.
İnceleme neticesinde ise müfettişlerin ciddi bulguları ve kanaatleri üzerine ilgili Bakan soruşturma talimatı vererek olayı daha ciddi bir boyuta taşımış. Buna rağmen sizi görevden alamamış. Sadece sizi değil birlikte iş tuttuğunuz, haklarında savcılıklarda FETÖ dosyaları bekletilen ekipteki diğerlerini de alamamış. Fakat ekip bu sonuçtan pek de hayır çıkmayacağını anlayarak –memlekete hizmet etmenin başka yeri mi yok diyerek!- soruşturma bitmeden bir yer bulup sessizce kurumdan gitmenin yollarını aramaya başlamış. Size düşen –yine tam bir zübük pişkinliğiyle- yeni kurulan üniversitelerden birine aday olmak olmuş. Ekipteki diğerleri de en az sizin kadar iddialı yeni beklentilerle hizmet yarışının alemdarı olma konusunda arayışlara girişmiş. Kurumdan her gün bir kişi, nöbetleşe bir şekilde ya YÖK’te ya da Külliye’de görülür olmuş.  
                                                              ***
Şimdi yeniden hararetlenen liyâkat tartışmaları arasında bu hikâyenin ana ve yan kahramanlarının yeni dönemde ne işler çevireceklerini ilgiyle izliyorum. Kamuoyu önünde büyük laflarla daha liyâkatli ve ehliyetli bir döneme girildiğini söyleyenlere de -ne yalan söylemeli- gülmeden edemiyorum. Madem öyle, bakalım ve görelim diyorum. Önümdeki bu örnekte bir değişiklik yaşanmadığı sürece sisteme olan bütün inancımızı askıya almayı öneriyorum.  
Liyakatsizliğin en uç hali olarak zübüklük her yere, en acıklısı da devletin içlerine doğru yayılırken liyâkat tartışmayı çaresiz bir hastanın çareyi içindeki virüsü herkese yaymakta görmesi gibi algılıyorum. Aile bakanlığına çağrıda bulunarak ‘aile’ kurumunu yeniden düşünmeye davet ediyorum. Yeni eğitim bakanının ‘zübüklük’ konusunu müfredata eklemesini bekliyorum.
Bu arada da bir zamanlar sayıları mevcut gazeteci sayısını aşan ‘araştırmacı gazeteciler’ için de hayli ilginç bir dosya konusu sunmuş olduğumu sanıyorum. Sahi neredeler?  
NOT: Etyen Mahçupyan bir süre önce gazete yazılarına ara verdiğini duyurdu. Bu kişisel olarak benim için son derece üzücü bir haber olsa da daha üzücü olan ülkenin giderek çoraklaşan entelektüel birikimi açısından -geçici de olsa- büyük bir kayıp oluşu. Çok geçmeden yeniden yazması dileğiyle.  
0 notes
jeanmonnetbursu · 4 years ago
Text
JM danışmanlık
Hatırlayacağınız üzere size daha önce avukatlık stajı yapan birinin (yasak olmasına rağmen) nasıl olup da JMSP bursiyeri haline geldiğini somut bir örnek üzerinden açıklamıştım. Ben istisnai bir olay zannıyla bu konunun çok üzerine gitmek istememiştim ancak durum pek böyle değilmiş anlaşılan.
Aktardığım örnekteki kişiyle aynı dönemde aynı okuldan mezun olan başka bir arkadaşımızın paylaştıkları oldukça dikkat çekici.
Şimdi bu arkadaşımız diyor ki; yasal stajyer olmasına rağmen JMSP’ye başvurusu kabul edilebilen bu şanslı azınlık bazı hocaların koruması altında sayılabilir ve zaten yüksek lisansa kayıt üzerinden programa başvuru yolunu gösteren de bu hocalar olabilir.
Konuyla ilgili olarak işaret ettiği isimler de gerçekten çok ilginç:
Mesela öyle bir hukuk bürosu var ki; burada çalışanlar arasında hem daha önce JMSP bursiyeri olmuş hem de bu yıl olacak olan kişiler bir arada yer alıyor ve hepsinin de aynı “açık” üzerinden programdan faydalanmış olabileceği tahmin ediliyor.
Üstelik bu büro, avukatlık camiasında pek karşılaşılmayan bir yapıda olması nedeniyle de dikkat çekiyor.
Şimdi bu büronun başında iki akademisyen yer alıyor. Büronun kurucusu olan hocanın aynı zamanda bir üniversitenin hukuk fakültesi dekanlığında yeri var ve her iki akademisyenin üniversitedeki uğraşlarının dışında da birçok kamu kurumunda bilirkişi/danışman olarak görev aldığı gözüküyor.
Hocaların bağlı olduğu yerlere baktığınızda büroda “avukatlık” yapamayacaklarını tahmin edebilirsiniz. 
Burada bulanan 6 avukattan 3’ü ruhsatlarını bu yıl almış ve en kıdemli avukat da meslekte 3. yılında. 
Böylesi genç bir kadroda, ofis işlemlerinin yönetiminde kıdemli bir avukat bulundurulmasına ihtiyaç görülmemiş nedense. 
Ve 5 kişi de stajyer olarak görev alıyor.
11 kişilik kadroda 3 kişi haricindeki diğer herkes hocaların görev aldığı üniversitelerden mezun olmuş.
Ve bu kişilerden 3’ü JMSP bursiyeri durumunda.
Büroda çalışan stajyerlerden 2′si bu yıl kesin olarak gidiyor. 
Liste açıklanmadığı için diğer kişiler hakkında kesin bir şey söylemek mümkün olmasa da, bazılarının bu yıl gideceğine dair güçlü işaretler bulunuyor. 
Örneğin, bu kişiler arasında yasal stajına devam etmekle birlikte aynı zamanda yüksek lisans öğrencisi olduğu anlaşılanlar var ve bazıları şu anda çalıştıkları il dışındaki üniversitelere kayıtlı. Yüksek lisans için ilk yılda alınması gereken zorunlu dersler olduğunda bu kişilerin stajını mı tamamladıkları yoksa derslerine mi devam ettikleri anlaşılamıyor. 
Böyle bir durumda göstermelik bir kayıt aracılığıyla avukatlık stajının sınırlamaları kaldırılarak üniversite kontenjanı üzerinden JMSP’ye başvuru imkanı doğabiliyor. 
Bu kişiler JMSP’de gelinen aşama bağlamında kayıtlı oldukları yüksek lisans programının ilk yıl zorunlu dersleri tamamladıkları için tez aşamasına gelmiş oldular. 
Ne var ki, daha önce bu bürodan JMSP bursiyeri olarak gidenlere baktığımızda bu kişiler “tez çalışması” yerine, yeni bir yüksek lisans programına başlamak için gönderilmişler.
Zaten amaç tez çalışması olduğunda bu kişilerin başvurabilecekleri birçok değişim programı, ikili anlaşma, araştırma fonu vs. bulunuyor. 
Lisansüstü öğrencisinin akademik araştırma için mi, yoksa yeni bir programa başvuru için mi bursiyer olabileceğine dair resmi metinlerde kesin bir uyarı bulunmaması da programdaki başka bir “açık” zaten. 
JMSP’de sınırlı olan üniversite kontenjanı öğrencilerle birlikte akademik ve idari personel için de ayrıştırılmaktadır ve stajyer avukatlar tarafından kullanılan yöntemle öğrencilere ayrılan yer sayısı daha da daraltılmaktadır. 
-
2.3.3. Başvuru Esnasında Dikkat Edilmesi Gereken Hususlar
1. Aşağıdaki konular hakkında ön görüş/onay verilemez: - başvuru belgelerinin kabul edilebilirliği/uygunluğu, - başvuru sahibinin başvuru yapması gereken sektör, - öğrenim görülmesi planlanan akademik programların uygunluğu, - çalışma alanının (AB Müktesebat başlığı) öğrenim görülmesi planlanan akademik program ile ilgililiği,
Bu çerçevede başvuru sahiplerinin başvuru ve değerlendirme süreçlerinde ön görüş ve/veya onay almak için yukarıda bahsedilen konularla ilgili e-posta göndermemeleri önemle rica olunur.
-
Adayların/bursiyerlerin sektörlerini değiştirmelerine izin verilmeyecektir. Bursa “kamu veya özel sektör” çalışanı veya “üniversite sektörü”nden akademik ya da idari personel olarak başvuranların bursu almaya hak kazandıklarında halen o sektörde çalışıyor olmaları gerekmektedir. Bu bağlamda, kurum değişiklikleri yalnızca adayın aynı sektörde kalması koşuluyla kabul edilecektir. “Üniversite sektörü”nden lisans son sınıf öğrencisi olarak başvuranların lisansüstü/araştırma programına başlayacakları tarihe kadar lisans programlarından mezun olmaları gerekmektedir. “Üniversite sektörü”nden lisansüstü (yüksek lisans/doktora) öğrencisi olarak başvuranların lisansüstü/araştırma programına başlayacakları tarihe kadar ya mevcut programlarından mezun olmaları ya da öğrenci statülerini devam ettirmeleri gerekmektedir.
-
Üniversite sektöründen başvuran ve birden fazla statüye sahip başvuru sahiplerinin (örneğin; aynı anda hem araştırma görevlisi hem de lisansüstü öğrencisi olanlar) bursa başvuru yapacakları kategoriyi (lisans son sınıf öğrencisi, akademik/idari personel veya lisansüstü öğrencisi) kendilerinin belirlemeleri ve bu kategoriye uygun başvuru belgelerini sunmaları gerekmektedir.
-
STAJYER AVUKATLAR
S: Hukuk Fakültesi Lisans programından mezun olup, yasal staj sürecinde bir avukatlık bürosunda sigortalı olarak çalışanlar bursa başvurabilir mi? A: Duyuru metni bölüm 2.2'de belirtildiği üzere burs başvuru döneminde stajyer avukat olanlar burs başvurusu yapamazlar.
S: Stajyer avukatların başvuramama kuralı hangi süreci kapsamaktadır; başvuru sırasında mı yoksa 2020-2021 akademik takvimi sırasında mı? A: Duyuru metni bölüm 2.2'de belirtildiği üzere burs başvuru döneminde stajyer avukat olanlar burs başvurusu yapamazlar.
S: Hukuk Fakültesi Lisans programından mezun olup, yasal staj programı bitiminde ruhsat bekleme sürecinde olanlar başvurabilir mi? A: Avukatlık stajını tamamlamış ve ruhsat bekleme sürecinde olanlar, seçtikleri sektöre ilişkin kendilerinden talep edilen tüm belgeleri sunabildikleri takdirde Jean Monnet Burs Programına başvurabilirler.
S: Şubat ayında Hukuk Fakültesi lisans programından mezun olacağım. Yasal staj programını başlatmam mümkün müdür? Bu mümkün değilse herhangi bir avukatlık bürosunda sigorta girişi bulunmaksızın işe başlamam, bursu kazanma durumuma etkide bulunur mu? A: Duyuru metni bölüm 2.6’da belirtildiği üzere, bu Duyuru dönemine lisans son sınıf öğrencisi olarak başvurmuş bursiyerlerin yerleştirme döneminde lisans programlarına ait Mezuniyet Belgesini/Diplomasını sunmaları gerekecektir. Yerleştirme döneminde yeni bir iş veya yasal avukatlık stajına başlamış olmaya ilişkin bir koşul bulunmamaktadır.
S: Stajyer avukatım ve aynı zamanda başka bir lisans programında son sınıf öğrenciyim, üniversite statüsünden başvurabilir miyim? A: Adayların başvuru yapmaları gereken sektör hakkında ön görüş/onay verilememektedir. Adaylar hangi sektörden başvuracaklarını kendileri belirlemeli ve başvuruda istenen belgeleri buna göre sunmalıdır. Lütfen her bir sektöre özgü başvuru belgelerine ilişkin ayrıntılı bilgi için Duyuru metni bölüm 2.3.1’e de bakınız.
S: Ben stajyer avukat olarak kamu sektöründen başvuracağım. Türkiye Barolar Birliği ve İstanbul Barosu, duyuru metnindeki 2.1. sayılı başlığın 7 numaralı dipnotunda örnek verildiği üzere kamu tüzel kişiliğini haiz meslek kuruluşudur. Bununla alakalı kamu sektöründen başvurular için gereken ek belge olan “kurum izin yazısı”nı bağlı olduğum İstanbul Barosu’ndan aldım. Kamu sektörü için SGK hizmet dökümü gerekli belgelerde yer almıyor. Belgeleri sağlamama rağmen önceki senelerde yer almamış, özel sektördeki arkadaşlarımızdan kaynaklanan bir detay veya yanlış anlaşılma yüzünden başvuru sürecinde şartlardan dolayı elenmek istemem. Bu konuda bütün belgeleri temin ettiğim takdirde yazılı sınava katılabilir miyim? A: Jean Monnet Burs Programına kamu sektöründen başvurmak için bir kurumda ücret karşılığında ve sosyal güvenlik ağı kapsamında çalışıyor olmak gerekmektedir. “Baroya kayıtlı stajyer avukatlar” baro çalışanı olarak kabul edilmediğinden kamu sektöründen başvuru yapamazlar.
0 notes
kuponuna · 6 years ago
Photo
Tumblr media
Böylesi görülmedi! Tribündeki anne antrenöre terlik fırlattı… İzmir’de düzenlenen Gençler Ligi voleybol karşılaşmasında daha önce sahalarda görülmemiş bir olay yaşandı. Karşıyaka ile Rota Koleji kulüpleri arasında oynanan maçta, bir hakem kararına salonda bulunan Karşıyakalı sporcu ailelerden birkaçı tepki vermeye başladı.
0 notes
canlitribun · 6 years ago
Photo
Tumblr media
Böylesi görülmedi! Tribündeki anne antrenöre terlik fırlattı… İzmir’de düzenlenen Gençler Ligi voleybol karşılaşmasında daha önce sahalarda görülmemiş bir olay yaşandı. Karşıyaka ile Rota Koleji kulüpleri arasında oynanan maçta, bir hakem kararına salonda bulunan Karşıyakalı sporcu ailelerden birkaçı tepki vermeye başladı.
0 notes
belkidebirharfimben · 4 years ago
Text
114 hep büyüktür 5816'dan!
"Allahın izniyle büyük bir topluluğa galip gelen nice küçük topluluklar vardır. Allah sabredenlerle beraberdir." Bakara sûresi 249. ayetten.
İskilipli Âtıf Hoca merhumun şehadet hikâyesini her müslüman az-çok bilir. Hoca, hukuk tarihinde görülmemiş bir şekilde, yasalar geriye doğru işletilerek idam edilmiştir. Evet. Yanlış duymadınız. Birbuçuk yıl kadar önce yazdığı Frenk Mukallitliği ve ��apka isimli eseri, Şapka Kanunu'nun çıkmasından sonra yargılama sebebi olmuş, 1926'da da İstiklal Mahkemesi tarafından canına kıyılmıştır. Allah mücahidinin makamını âli eylesin. Âmin. Merak edenler için: Kitap bugün serbesttir. Basılmaktadır. Okumayı arzulayanlar internet üzerinden bile olsun edinip inceleyebilir. Hem de kendileri tartar karar verirler: İçinde öyle kıymetli bir hocayı böylesine hunharca katletmeye sebep olacak bir maraz var mıdır? Yoksa İskilipli Âtıf Hoca merhum sadece İslam'ın gereğini mi anlatmıştır? Kendi gözleriyle görürler.
Efendim, saymakla bitmez, yakın tarihimizde böylesi facialar çoktur. Benzeri bir tanesi de Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin başına gelmiştir. Nurcular zaten bilirler ya. Bilmeyenler için özet geçelim: 1943'te bir arama sırasında 5. Şua isimli eseri ele geçirilir Üstadın. Metin ahirzamanla ilgili hadisler hakkındadır. Fakat her nedense devrin yönetimi epeyce rahatsız olur bu eserden. İçeriğinin Mustafa Kemal'i suçlayıcı bir mahiyet taşıdığı kanaatine varırlar. Ve Denizli Mahkemesi başlar. Halbuki mürşidimin savunmalarında mükerrer beyan ettiği üzere: Bu eser adlî makamlarca keşfedilmesinden(!) neredeyse otuz yıl kadar önce yazılmıştır. Dönemin Japon kumandanının İslam hakkındaki suallerine cevap sadedinde kaleme alınmıştır. Siyasi değildir. İlmî bir eserdir. Lakin kim işitir? O zorlu şartlarda bir yıla yakın tutuldukları işkenceli hapis yanlarına kâr kalarak en nihayet beraat ederler.
Hani bunları anlatıyoruz-okuyoruz senelerdir ama bir noktadan sonra masal gibi gelmeye başlıyor arkadaşlar. Neden? Çünkü şartlarından giderek uzaklaşıyoruz. Bir yangını manzara gibi izliyoruz. Sadece güzellikleri seçiyoruz. Çirkinliklere bile hüsnüzan ediyoruz. Göğsümüzde kalması gereken mübarek endişe de yitiveriyor böylece. Teyakkuzumuz geriliyor. Dikkatimiz kayboluyor. Ferasetimiz dağılıyor. Âdil kader de bu uykulu halimizi beğenmiyor elbette. Belki bize şefkat ediyor. Yanaklarımıza birer tokat aşkediyor. Böylece gözlerimiz açılıyor. Uykusu ağır olmayanların mahmurluğu dağılıyor. Tekrar ayılıyorlar. İradelerine sarılıyorlar. Malum: Su uyuyor, dikkat uyuyor, tedbir uyuyor da düşman asla uyumuyor. Hasımlarının değiştiğini sananlar mağlubiyetlerinin ertesinde şoklanıyorlar.
İşte Mustafa Demirkan Hoca'ya yaşatılanlar da böylesi bir tokat değil mi? Kısa bir mealiyle "Allahın mescidlerinde Onun adının anılmasına engel olan ve harap olmaları için çalışandan daha zalim kim olabilir?" buyrulan Bakara sûresinin 114. ayetini okuduğu için 5816'nın bıçağına doğru itiliyor hoca. Gözümüzün önünde oluyor herşey. Apaçık. Masal değil. "(...)mış olmuş!" değil. Bir hoca Allah'ın ayetini okuduğu için mahkemeye veriliyor. Kimler tarafından? Yine aynı zümre tarafından elbette. İskilipli Âtıf Hoca'yı şehid eden; Bediüzzaman Said Nursî'yi hapis hapis, sürgün sürgün gezdiren; daha nicelerine neler neler yaşatan aynı zümre. "Bak biz buradayız hâlâ!" diye haykırıyorlar yüzümüze böylelikle. "Uyumayın. Bir an olsun dalmayın. Unutmayın. Uyursanız, bak, biz hazırız. Bekliyoruz."
Üstelik bu defa çıta iyice yükseltilmiş durumda. Evvelkiler birbuçuk yıl, otuz yıl vs. gibi rakamlara uzanıyorlardı maziyi yargılamak için. Şimdi iş ilerledi. Bindörtyüzyıl önce nâzil olmuş ayet hedef tahtasına kondu. 5816 ile en nihayet Kur'an'a da bıçak çekildi yani. Ne olacak? Herhalde Kemalizmle çatışmayacak-çelişmeyecek bir İslam inşa edilecek. Yapılabilir mi? Bu kadar yaraya rağmen sulh olur mu? Ben birşey demem. Ama Kur'an buyuyor ki: "Allah nurunu tamamlayacaktır!" Ben ancak ona iman ederim. Ve böylesi her mevzuda mürşidimin şu sözünü hatırlarım: "Dünyada en büyük ahmak odur ki böyle dinsiz serserilerden terakki ve saadet-i hayatiyeyi beklesin." Evet. Bu zümrenin dilinde gezen 'adalet' veya 'hukuk' veyahut 'eşitlik' sözlerine kanmamak gerekir kardeşlerim. Çünkü, Orwell'ın da Hayvan Çiftliği'nde dediği gibi, bunların gözünde "Bazıları daha eşittir." Ve, muştuyla hatırlayalım, müslümanın matematiğinde 114 hep büyüktür 5816'dan!
0 notes
malatyapenceregazetesi · 2 years ago
Text
Çocuklarınızı Zehirlemeyin...
Tumblr media
Çocuklarınızı Zehirlemeyin..
Tumblr media
Yeşilyurt Belediyesi çocuk kitapları festivali düzenliyor. Bu programı, Cumhuriyetimizim kuruluşunun 99. Yılı olan 29 Ekim 2022 gününe denk getirmesi bizi ziyadesiyle memnun etmişti. Taki afişleri görene kadar..
Afiş de, alenen Atatürk düşmanı Mustafa Armağan’ın festival çerçevesinde 4 Kasım’da Malatya’ya geleceği ve bir söyleşi yapacağı ilan ediliyordu. Önce inanamadım, “ Bunu da yapmazlar herhalde “ dedim. Ama yanılmışım, yapmışlar. Şahsım adına kızgınım, öfkeliyim. Şimdi sormak lazım; başka bir adam bulamadınız da bu herifimi buldunuz. Cumhuriyetimizin kurucusu Büyük Atatürk’e, manevi kızına ahlaksızca imalarda bulunan, Cumhuriyet değerlerini aşağlayan bu şahsa böyle bir değer verilmesi, Yeşilyurt Belediyesi’ne hiç mi hiç yakışmadı. 4 Kasım’da bu şahıs gelip söyleşi yapacakmış. Benden size tavsiye; sakın çocuklarınızı bu söyleşiye götürüp de zehirlemeyin. Bu ülkenin kurtarıcısı ve kurucusu Atatürk’e onca laf sayan kişiyle ne benim, ne çocuğumun ne de ailemin işi olur. Biz, ülkesini, vatanını, bayrağını,ezanını, Kuran-ını, Ata’sını, cumhuriyeti’ini, cumhuriyetin kazanımlarını, seven bir aileyiz. Böylesi adamlarla işimiz olmaz. Sayın Çınar, size bu adamı kim tavsiye etti bilmiyorum ama, benim Penceremden ilk olumsuz notunuz bu oldu. Şimdi sizi de bu adamla bir tutacaklar. Atatürk düşmanı, cumhuriyet düşmanı olarak yaftalayacaklar. Zaten siyasi partiler tepki göstermeye başladılar bile..Daha ilerisi söyleyeyim, Malatya Büyükşehir Belediyesi’nde çalışan bir kişi, açıktan sizi eleştirdi. Aynı partiye mensup, Büyükşehir Belediyesi’nde çalışan bir kişinin sizi eleştirmesi ne anlama geliyor farkındamısınız ? Eğer imkan varsa bu şahsın söyleşisini iptal edin. “ Malatya, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü çok seviyor. Cumhuriyete çok bağlı bir il onun için gelin bu söyleşiyi iptal edelim “ deyin. O şahıs da bunu anlayışla karşılar her halde.. Size, “ Başkanım Mustafa Armağan’ı getirelim bir söyleşi yapalım “ diyen kimse Sayın Çınar , kulağından tutup belediyenin kapısının önüne koyun. Bu kişi ya sizin düşmanınız, ya da sizi tuzağa düşürmeye çalışan birisi. Son olarak Mustafa Armağan’a ithafen şu yazıyı paylaşmak istiyorum:     ATATÜRK’ÜN GENÇLİĞE HİTABESİ Ey Türk gençliği! Birinci vazifen; Türk istiklalini, Türk cumhuriyetini, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.    Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dâhilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklal ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin. Bu imkân ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklal ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde iktidara sahip olanlar, gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakruzaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.    Ey Türk istikbalinin evladı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.                                   Mustafa Kemal Atatürk     Andınmı Mustafa Armağan EFENDİ... Read the full article
0 notes
yeskitle · 4 years ago
Text
Böylesi Görülmedi: Fiyat/Performans Telefonu Oukitel C21 Tüm Özellikleri
Böylesi Görülmedi: Fiyat/Performans Telefonu Oukitel C21 Tüm Özellikleri
Çin merkezli teknoloji şirketlerinden olan Oukitel, oldukça şaşırtıcı bir ürünü piyasaya sürüyor. Ürettiği uygun fiyatlı telefonlarla bilinen, henüz pek tanınmayan bir marka olan Oukitel, orta segment akıllı telefonu Oukitel C21‘i tanıttı. 4 arka kameraya sahip olan, şık bir tasarımı bulunan ve oldukça iyi özelliklere sahip olan cihaz, daha önce hiç görülmemiş bir fiyat etiketiyle satışa çıkıyor.
View On WordPress
0 notes