#annenin işe dönüşü
Explore tagged Tumblr posts
Text
Uzun zamandır aklımdan geçenleri söylemenin artık tam zamanı.
Bakmıyordum, görmüyordum ancak bakınca gördüklerim ve duyduklarım karşısında ciddi anlamda şaşkınım. Öncelikle etrafımdakileri görmemi sağlayan herkese teşekkür ediyorum. Dostlarımla işbirliği yapmanız hiç adil değil. Ama inanın hiçte önemli değil, yanımda fazlasıyla gerçek dostum var.
İkinci meseleye geçelim, sürekli kaybetme korkusuyla yaşamanın ne kadar zor olduğunu yaşamayanlar idrak edemezler. Ayrılığı alışkanlık haline getirmiş bir insanla o ilişkiyi sürdürmek her şeyden zordur. Hele ki o ayrılık mesajının geldiği gün, ben Bursa manzarasına karşı ağlarken, dönüşte ablama uğradığımda çatıdan gelen onun kahkaha sesi kadar canımı yakan bir şey uzun zamandır olmamıştı.
Evet, bir çıkmazdaydık. Nişanıma yalnızca 3 hafta vardı. Yani bileceğiniz üzere en mutlu olmamız gereken zamanlardaydık. Ancak olamıyorduk. Yıpranıyordum, eriyordum. Yalvardım ona, yalvardım.. Sakin olması için yalvardım. Dolmuştum çünkü. O çırpınışlar son çırpınışlarımdı. Ben bunun farkındaydım, ama ona anlatsam da anlamıyordu. Ne yeri ne de zamanıydı çünkü. O halâ “en fazla yine ertelerim nişanı, sanki yapmadığım şey” derken benim başımdan aşağı kaynar sular dökülüyordu. Ama yine de sabrediyordum. Çünkü o aslında böyle bir insan değildi.
Belki de öyleydi, inanın emin bile değilim çünkü onu bir süre hiç tanıyamadım. Değişmişti. Nefret ettiğim insanlar profilinde ilerliyordu.
Ayrılığı basitleştiren bir insanla birlikte olmak zordu. Beklenen de oldu zaten, o ayrılık mesajı pek gecikmedi. Nişana 3 hafta varken gelen ayrılık mesajının anlamı nedir? Dönüşü var mıdır bunun? Şartlar o anda normal değildi ki, nasıl her şey yine eskisi gibi olsun? Aramızdaki sıradan bir tartışma değildi ki bu, nasıl yaşanmamış gibi davranalım? Mümkün mü? Bunu beklemek akıllı insanın yapacağı bir iş değil. Ayrılığın nasıl olması gerektiğini öğrettiğim için üzgünüm.
Olmuyordu, olmayacaktı. Birisinin artık cesurca davranması gerekiyordu. O beni ne kadar korkak olarak görse de, bu cesareti o sağlayamayacaktı. Çünkü halâ bekliyordu. 2-3 güne geçip gidecek sanıyordu. Onun bu rahatlığı canımı yakıyordu. Bunu kabullenmem gerektiğini gördüm. Doğrusunun bu olduğuna inandım. Gelecekten korktum, korkağım ya çünkü ben. Evet, çok korktum. Daha ilk adımımızı atmaya yeltendiğimizde, aileme “O yalancı” ve “Onunla konuşacak hiçbir şeyim yok” diye posta koymaya çalışan kadınla bir gelecek kurmaya korktum. Benim ailemi, benim aile yapımı bu güne kadar öğrenememiş olması beni çok şaşırttı. Artık benim ailemin bu kadarını da kabullenemeyeceğini fark edememiş olmasına söylenecek hiçbir söz yok. Onun bu cümleleri kurması büyük cesaretti. Ben hiç o kadar cesur olamamıştım. Tebrik ediyorum. Birisinin, sevdiği insanın ailesi hakkında böyle konuşup alttan alınmasını beklemek aptallıktan başka bir şey değil. Aile her şeydir çünkü. Ben, senin annenin “Benim bu işte rızam yok, babası ve kardeşleri de sıcak bakmıyor” laflarını duymama rağmen ses çıkarmadım. Yüzüme gülüp arkamdan konuşan aile bireylerine dahi sesimi çıkarmadım. Bunu sana bile yansıtmadım hatta. Dediğim gibi, aile her şeydi çünkü. İdare etmek gerekiyordu. Ama bakarsanız bunun ikiyüzlülük olduğunu da görebilirsiniz. Benim ailemin, onun şahsına en ufak bir sözü yokken senin “dolduruşa gelip” haddini aşmanın pekte açıklanabilir bir yanı yoktu. Dolduruşa gelip söylediğine inanıyorum, çünkü bu kadarını halâ sana konduramıyorum. Ama anlayabiliyorum, inkar etsen bile sende ailenin etkisi altında kalıyordun. Bunu görmemek için kör olmak gerek. Ancak şunu da söylemeliyim ki, senin acı çektiğini görmek onların pekte umrunda değil. Yaraya tuz basmak anlamsız, aile dediğin yaraya merhem olmalı. Evlilik teklifinde de fazlasıyla görmüştüm zaten elinde tuz ile yara yara dolaşanları. Bu çok zor.
Velhasıl kelam, bırakıp giden oydu. Ayrılan her zamanki gibi yine oydu. Kibir yapan oydu. Sonunun böyle olacağını biliyordum, o yüzden ben onu sakinleştirmeye çalıştıkça beni yok sayan da oydu. Yalnızca karakterini yansıtıp susan, ayrılığı bu sefer kabullenmek zorunda kalan ve sonrasında da yokluğuna alışmak için yokmuşsun gibi davranan bendim. Ayrılığı kabullenmek bir suç olamaz. Siz benim içimi bilemezsiniz. O benim kokumu içine çekerken dahi beni tanıyamadı. O bana sarılırken bile beni anlayamadı. Bu kadar anlamsızlığın içinde olmanın verdiği acı tarif edilemez. Ayrılık o kadar kolay değil. Bu kaçıncıydı? Sayamadım ben. “3-5 gün ayrı kalır, sonra barışırız ne de olsa” diye ayrılamazsın bir insandan. Karşındaki insanın duygularını hiçe saymak demektir bu. İnsan sevdiğine bunu yapamazdı. Seven insanda birazda olsa kaybetme korkusu olmaz mıydı?
Bunu atlatmak kolay olmadı. Hayata adapte olmak kolay olmadı. Ki halâ olmuş sayılmam. Sandığınız gibi etrafımda onlarca flörtüm yok. Buna ihtimal vermeniz bile beni hiç tanımadığınızı gösteriyor aslında.
Artık kalbimi dinlemiyorum, mantığımla hareket etmeye çalışıyorum. Her şeyi onun istediği gibi yapmaya çalışırken kendimi fazlasıyla feda ettim. Çok değiştim. Artık son zamanlarda kendimi tanıyamaz oldum. Bu doğru değildi. Bir insanı olduğu gibi sevmelisiniz, onu değiştirmeye çalışmanın bir manâsı yok.
Şimdi tekrar eski halime geri dönmeye çalışıyorum. Ben sadece onsuz bir hayat kurmaya çabalıyorum. Yeni bir işim var, yeni bir hayata adapte olmaya çalışıyorum. Çabalıyorum. Çünkü onunla olmayacağını biliyorum. Onsuz olması için çabalıyorum. Başaracağıma inanıyorum, bana engel olmayın lütfen. Tek istediğim bu. Ağladığım gecelerin hıncını kendimden çıkarmak istemiyorum. Kendimi cezalandırmak istemiyorum. Ben kendimi İstanbul’da fazlasıyla cezalandırdım, buna daha fazla dayanacak gücüm yok. Hayata yeniden adapte olmaya çalışırken kimsenin bana engel olmasına izin vermeyeceğim.
O çok iyi bir insan, umuyorum ki hayallerine bir gün kavuşacaktır. Sadece o olsa, tek olsa.. Bırakır mıydım onu? Hiç sanmıyorum. Ancak aile meseleleri ve bu ikiyüzlülükler artık midemi bulandırıyor. Buna daha fazla katlanamayacağımı biliyordum. Böyle olmasını istemezdim..
Bunu bugün yazıyorum, çünkü bu hikayenin başladığı gün bitmesini istiyorum. Bir ümitle bu satırları bitirmek isterdim, ancak onca yaşanan şeyden geri dönmek kolay değil. Yağmurun altındayım şu anda. Bu satırlarda onunla gözyaşlarımızın buluştuğunu biliyorum.
Bu, onunla konuşmak istediğim son gece. Onu her şeyden çok sevmiştim. Tırnağı kırılsa canım yanardı, ama ben ateşler içinde yanarken bencilce yalnızca kendini düşünen oydu. Yine de, her şeye rağmen bana aşkı da, sevdayı da doruklarına kadar yaşatan kadına hakkım sonuna kadar helaldir. Onun böyle bir insan olmadığını çok iyi biliyorum. Ama bunca zorluk içinde, bunca anlayışsız insanların içinde olmayacak bir hayaldi bizimkisi..
Ve, her ayrılık kötü olmak zorunda değil. Beni iyi hatırla.
Her şey geçecek zamanla.
Hayat devam ediyor, her şeye rağmen..
La Vita è Bella
01.09.2022
9 notes
·
View notes
Text
Olmuyor Oğlum olmuyor.Ne bok yesem olmuyor işte.Dünyanın en güzel yerlerini gezdim, en ciks yerlerde konakladım, en pahalı içkileri içtim, güzel aşklar yaşadım, her şeyin hakkını verdik.biraz yaşadık galiba bu koduğmun hayatını.Güzel yerlere de geldim herşeyim tastamam çok şükür.
Ama olmuyor oğlum olmuyor işte lan söküp atamıyorum göğsümden seni.Kurşun gibi taşıyorum göğüs kafesimin içinde.Hiçbir ayrıntıyı unutamıyorum.Lisede okuldan kaçtığmız günleri, annenin bana hoşgeldin evimizin küçük oğlu deyişini, ilk aşklarımızı, sabahlara değin dertleşmelerimizi, Üniversteye giderken son gece içmelerimizi, üniversite dönüşü sevinçlerimizi, sigara içerken bana dönüp nolcaz olum biz deyip bıyıkaltı gülüşlerini, saçmaladığımda beni tam karşına alıp bak oğlum diye başlayan nasihatlerini,her kötü günümde yanımda olmanı, ben askerken bile işini bırakıp bin km yolu benim için gelip beni sakinleştirmeni, ebedi dostluğunu,adam gibi adamlığını..
Üniverste bitince o çok zor sınavı kazanıp mülki amir olmanı göğsümü kabartmanı...Offffffffffffff.. boğuluyorum ulan yazamıyorum.Sonra bi akşam beni arayıp bi iş çeviriyolar çok bunaldım üstüme geliolar herşeyden vazgeçebilirim diyişini...
Araçta mühendis abilerle şantiyeye giderken bi arkadaş hıçkırarak telefonda verdi haberini.. Hasktir lan demişim olmaz öle şey.Sonra internete adını soyadını yazdım.Ulusaldaydı intihar haberin.Bir ara aracı çekip yüzümü yıkadıklarını hatırlıyorum.Dokuz yıl geçti toparlanamadım o gün bu gün.
Nerden gece gece kaçtı uykum da yazdım bunları şimdi.Dün eşin aradı tayini çıkmış, daha yeni atanmıştın vardı tayinine dedim.Eş durumundan dedi.Bir sessizlik.Sevindim dedim vallahi billahi sevindim ama şey kem küm.. Anladı hemen, sıkıntı yok dedi,o kızımı, kızım da onu kabullendi, iyi anlaşıyorlar, öz kızı gibi seviyor inan.biraz daha sohbet ettik, telefonu kapatırken ben onun amcasıyım dimi dedim.Tabiiki amcasısın olur mu öyle şey dedi, istediğin zaman geleceksin göreceksin o elini öpmeye gelecek ilerde seni unutturmayacağım söz dedi.
Bunları yazarken ılık bir yaz rüzgarı esiyor balkonumda.Acını zerre hafifletmiyor.Bir yandan Sezen Aksu çalıyor arkada.Metin Altıok şiirinden bestelediği şarkı:
Bedenim üşür, yüreğim sızlar.
Ah kavaklar, kavaklar...
Beni hoyrat bir makasla
Eski bir fotoğraftan oydular.
Orda kaldı yanağımın yarısı,
Kendini boşlukla tamamlar.
Omzumda bir kesik el,
Ki durmadan kanar.
Ah kavaklar, kavaklar...
Acı düştü peşime ardımdan ıslık çalar
youtube
20 notes
·
View notes
Photo


Sezonun yükselen yıldızı ‘Dansöz’ü, Sezen Keser ve Şâmil Yılmaz ile konuştuk.
https://www.timeout.com/istanbul/tr/tiyatro/baktirmak-ya-da-baktirmamak-iste-butun-mesele-bu
https://www.timeout.com/istanbul/tr/tiyatro/dansoez
Gülin Dede Tekin|Yayın tarihi: 23 Aralık 2019
Suratımıza tokat gibi çarpan oyunların ekibi Ankaralı ‘Mek’an Sahne’, bu yıl Kadıköy Theatron’un yapım desteğiyle karşımıza çıktı. Ötekileştirileni, yok sayılanı, üzerine konuşulmak istenmeyeni sokağın ruhuyla anlatan; ‘Artık Hiçbi'şii Eskisi Gibi Olmayacak Sil Gözyaşlarını (Avzer)’, ‘Seher ile Ali’ ve ‘Kadınlar, Aşklar, Şarkılar’ gibi üzerimizdeki etkisini hâlâ koruyan metinleri kaleme almış bir yazar Şâmil Yılmaz. ‘Dansöz’ ise Yılmaz’ın hem yazıp hem yönettiği bir yapım. Oyunun dramaturjisi Ozan Utku Akgün’e ait. Sezen Keser’in performansıyla Ankara’nın göbeğinde bulunan bir pavyondaki dansözün sesi oluyor ekip. Ağırlaşmış, tutuk bedeni oryantalle tanışınca hafifleyen, annesinin bile kendisine sarılmadığı, yalnız büyüyen Meryem’in sesi… Meryem’in, Mısırlı oryantal Haifa ile tanışmasıyla hayatına gelen anlam ve sevgiye şahit oluyorsunuz. Aynı zamanda oryantalin felsefesine de kapı açıyor metin. Bu felsefeyle hikayeye dahil olan ‘bakma’ konusu da oyunun iskeletini oluşturuyor. Dans ederken seyirciye, “Sizle bi’ işim yok ki benim. N’apayım sizi görüp,” diyen ve yaptığı işe tutkuyla bağlı olan Meryem’i annesi, sevdiği Murat ve patronu İhsan, günden güne kimine göre bir başkaldırıya, kimine göre bir cinnete sürüklüyor. Meryem’in hikayesini anlatırken yine toplumsal yaşamdaki ilişkilerin acımasızlığını da metne yansıtmış; kadına, zayıf olana ve hayvanlara gösterilen şiddeti ve baskıyı, sarsıcı ama sakin bir dille kelimelere dökmüş Yılmaz. Keser’in seyirciyi arabesk bir yöne kaymadan bir saat boyunca koltuğuna mıhlayan performansı oyunun gücüne güç katan unsurlardan biri. Hikaye biraz hızlı aksa da, metnin derinliği ve çok katmanlılığı, kolaycılığa kaçmayan, dansı hikayenin bir parçası haline getiren rejisi ve Keser’in bakışlarıyla delip geçen performansı sayesinde ‘Dansöz’ bu yılın en çok konuşulan işlerinden biri olacak şüphesiz.
‘Dansöz’ü kaleme almanın, seyirci ile buluşturmanın yolu nasıl açıldı?
Şâmil Yılmaz Oryantalin sahnede teatral anlamda etkileyici olabileceğine dair fikir Sezen’den çıktı. Tabii sahnede oryantal fikri üzerinden bir evren kuramıyorsunuz. Onu benim meselem haline getirebilecek aralığı araştırmaya başladım. Murathan Mungan’a bahsettim projeden. O da bana oryantaldeki ekollerin kapısını açtı. Bir Mısır ekolü var. Seyirci ile herhangi bir erotik ilişki kurmadan, bakışı çağırmadan, bedenin cinsel imasını mümkün olduğunca minimumda tutan bir ekol. Bir de Çingene dansı dedikleri, daha çok düğünlerde, kutlamalarda, televizyonlarda gördüğümüz bir dans etme biçimi var. Murathan bunları anlatınca küçük bir aydınlanma yaşadım: Bakış meselesi tam olarak bu hikayeyi anlatmamı sağlayacak felsefi zemini kuruyordu. Bir tarafıyla tiyatroya içkin bir mesele. Tiyatronun da temel meselesi bakış. Oyuncunun ne yaptığı, malzemesinin ne kadarını gösterdiği, oyun alanının bakışa ne kadar açıldığı... Bütün bu katmanlar hep bizim meselemiz aslında. Çünkü iyi hikaye anlatmak demek bir tarafıyla bütün o düzeyleri iyi inşa etmek demek. Bizim meselemiz Meryem’in hikayesiydi. Meryem’in hangi sınıfa ait olduğu belli. Nasıl bir çevrede yaşadığı, yaşadığı dönemdeki Türkiye’nin geçirdiği değişim de belli. Çünkü bir taraftan da pavyon üzerinden bir modernizasyon sürecini anlatıyoruz. Aşağı yukarı Türkiye’deki bütün pavyonlar bir dönem tabelalarını indirdiler ve turistik ‘night club’ tabelaları asmaya başladılar. Bu, içerideki mekansal düzenlemeyi de, programları da değiştirdi.
Ankara, pavyonları ile de meşhur. Ankaralı olmanız yazım sürecinizi etkiledi mi?
Şâmil Ömrümde hiç pavyona girmedim. Ama bir yıl Konur Sokak’ta bir tiyatro işlettik. Yan tarafımızda bir pavyon vardı. Çok içli dışlıydık onlarla. Samimiyet anlamında değil ama. Bizim alanımızı işgal etmeye dönük güçlü bir irade taşıyorlardı. O ara şunu fark ettik: Genelde pavyon belgesellerinde gördüğünüzde ışıltılı bir dünya açılıyor önünüze. Tamam, bir kültür var orada ama entelektüel bilinç için onu sulandırıp çekici hale de getiriyorlar. Öyle değil ama. Bir saate kadar orası normal bir gece kulübü gibi işliyor, sabaha karşı ise Teksas’a dönüşüyor. Müşteri ile çıkmak istemeyen kadınları döverek arabalara tıkıştırdıklarını görüp müdahale edemedik. Ortalık bir karışıyor, çuvallarla silahları yükleniyorlar. Çok kirli ve karanlık bir dünya aslında. İçeri girmeden dışarıdan tanıma fırsatımız oldu yani.
Meryem’in nasıl bir hikayesi var?
Sezen Keser Talihsizliğe doğmuş bir çocuk. Çocukluğunda hep yalnız kalmış. Annesi pek yanında yok. Yaşadığı mahalle annesini de onu da dışlıyor. İnsanlarla temas etmediği için ağır bir çocuk. Sonra duyduğu bir müzikle hayatı değişiyor, hafifliyor. Kendi içinde keşfettiği şey ona yol arkadaşı oluyor, yalnızlığına da çare oluyor. Ona oryantalin ritüel kökenleriyle bir bağ kurmayı öğretecek olan Haifa ile tanışmasıysa her şeyi değiştiriyor.
Şâmil Annesinin pavyonda çalışmasından dolayı mahallede dışlanmış. Kendi sınıfının bile dışına sürülmüş bir çocuk yani. Bedeninde bir ağırlıkla yaşamaya başlıyor. Kimseyle konuşmuyor. Bedenimizi başka bedenlerle tanıyoruz. Başka bedenlerle iletişim içine girmezsek bedenimize yabancılaşıyoruz. Meryem’inki biraz öyle bir ağırlık. ‘Yer tutmuş, toprak çekmiş’ gibi diyor. Birinin tutup yukarı çekmesi lazım haliyle bu çocuğu. O çekiliş anı da oryantal müziği duyduğu an. O andan sonra bir hafifleme süreci başlıyor Meryem için. Birçok kız çocuğunun geçtiği bir yol muhtemelen. Oryantal, kendi kendine dans etme, annenin kıyafetlerini giyme... Sezen çok anlattığı için biliyorum bunları da. O yoldan yürüseydi belki Meryem için her şey daha kolay olurdu. Bir yaşa kadar dans edecekti. Bir yaştan sonra annesi yeteneğini fark edecekti ve pavyona götürecekti. Haifa ile yolu kesiştiği anda dramatik anlamda bir baht dönüşü gerçekleşiyor bu çocuk için. Orada oryantalin felsefesi de içine yerleşmeye başlıyor. Oryantal ritüel köklerinde başka gözler için yapılan bir şey değil. Hep kendi bedenini tanımak için, oradaki başka kapıları açmak için girdiğin bir yol aslında. Oryantali böyle bir yerden tanıdığında, Meryem için karşı tarafla bakış ilişkisi kurmak zor hale gelmeye başlıyor. Hikaye de buradan açılıyor.
Oyundaki yer yer duygusal, yer yer de oldukça sert olan kırılma noktalarını, baht dönüşlerini belirlerken nelerden beslendiniz? Metni masaya yatırdığımızda ülkenin küçük bir özeti gibi de aslında.
Şâmil Hikayedeki sertliği ister istemez içinde geçtiği mekan belirliyor. Biraz önce anlattığım, pavyonla dip dibe bulunma halimiz aslında hikayeyi hangi dilden anlatacağımı önüme koymuştu. Biz o damara yerleştik. Ama onun dışında ülkenin bir özeti olma hali bütün oyunlarımızda var. O konuda yavaş yavaş ustalaşmaya başladık gibi. Çok temelde önümüze bir hikaye aldığımızda kendimize şunu hatırlatıyoruz, bizim yapmak istediğimiz ya da yapmamız gereken şey her zaman bir hikaye anlatmak olmalı. Bu hikayenin geçtiği bir toplumsal fon var. Bu fon arkada akacak biz de o fonun, öndeki karaktere ne yaptığını araştıracağız. Bir kere yolu buradan tarif ettiğinizde diğer taraf kendiliğinden işlemeye başlıyor. Toplumsal bir meseleyi anlatmak için bir karakteri bahane etmiyoruz. İyi kurulmuş bir karakterle yola çıkıyoruz. Arkadaki toplumsal mesele kendiliğinden gelmeye başlıyor zaten.
Sezen Gittikçe katmanlandı metin. Meryem’in hikayesini ilk tasarlamaya başladığında Şâmil’in aklında sevdiğimiz bir işin eziyete dönüşmesi gibi bir mesele vardı. Bu onun için de benim için de gündemde olan bir durumdu. Bence bu ülkede yaşayan birçok insan bu hissi biliyor zaten. Meryem için bu eziyetin yolu ‘bakma, bakış’ ile açılıyor, buradan başladık. Sonra gördük ki bu bakma hali de içinde bir sürü katman barındırıyor. Buradan başlayarak gittikçe katmanlaştı hikaye. Kadına geldi, bedene geldi, oyuncunun bedenine geldi. Şiddete, kadına şiddete geldi.
Meryem’e dönüşme hikayenizi anlatabilir misiniz?
Sezen Yıllardır dans eden, oryantal yapan bir kadın. Ait olduğu yer de sahne. Oranın kodlarını biliyor. Ben de her gün dans çalışıyordum. Üç kere dans dersine gittim sonra hoca “Bence artık gelme, sen dans edebiliyorsun, hareketleri biliyorsun, artık senin sürekli çalışarak Meryem’in nasıl dans ettiğini ortaya çıkarman gerekli,” dedi. Dans edebildiğime uzun süre ikna olmadım. Sonra Meryem’in yolundan gittim. Meryem nasıl kendi içinden çıkardıysa dansı, ben de yapabilirim dedim. Kendi kendime sürekli dans ettim. Sonrasında koreografileri oluştururken de şuna dikkat ettik; dans partisyonlarının hiçbiri şu anda sahnede bir oyuncu dans ediyor gibi tasarlanmamalı çünkü hâlâ hikaye akmaya devam ediyor. Siz dans başladığı andan itibaren oyunun devamını, bir parçasını izliyorsunuz.
Şâmil Çok riskli bir şey yaptığımızın farkındaydık. Oyunun adı dansöz ve yarı çıplak bir kadın var sahnede. Bakışla kuracağımız ilişki bizim için her zaman çok tedirgin ediciydi. Dansöz dediğimiz kimlik, üzerine çok negatif yatırım yapılmış bir şey. Haliyle oyuncuyu sahnede çıplak bir şekilde oryantali icra ederken bırakmak çok zorlayıcı. O bakış açlığı denilen şeyi çirkin bir yerden de besleyebilecek bir tuzak var orada. Şöyle bir yöntem bulduk, Meryem’in her dans ettiği an devam eden bir hikayenin parçası. Murat’a bakarak ilk dans ettiği anda bir hikayeyi izliyorsun. Bir kadının aşık olduğu adama yaklaşma hikayesi. Neyi nasıl yaptığından ziyade onun duygusu, temsil ettiği şey çok daha önemli hale gelmeye başlıyor. Dans etmiyoruz, tiyatronun içinde kalıp bir hikaye anlatmaya devam ediyoruz aslında.
İzlerken nasıl dans ettiğine odaklanmıyor insan.
Şâmil En çok onunla övünüyorum sanırım. Keza ilk kez seyirciyle göz göze gelerek dans edişinde, dans becerisi, hüner gibi şeylerin hepsi ufukta bir yerde kaybolmaya başlıyor. Seyirci bu aralıkta asılı kalsın istedik. “Sana bakamayacağın bir şey izleteceğiz.” Bütünüyle düşünsel olarak bakışa teslim edilmiş bir oyun var fakat oyunun gizli niyeti, izlendikçe flulaşması ve seyirciden uzaklaşması. Seyircinin bakamayacağı bir yere doğru hareket etsin Meryem, hep bir tarafıyla görülemez kalsın. Oyunda yaratmak istediğimiz etki buydu.
1 note
·
View note
Text
Deliriş
Yıllardır resim sanatıyla ilgileniyorum ve kafayı yemenin son raddelerini yaşamaktayım.Resim yapabilmek için gerçekten maddi bir imkanın olması gerekiyor ki belli bir noktaya yada amacınıza ulaşasınız.Son 4 yıldır malzame sorunundan ötürü sürekli resim üslubumu değiştirmek zorunda kaldım.Ve en sonunda bir üslub edindim, kendi fırça ve renk üslubumu yakaladım.İçinde eriyip yok olduğum üretim sancısından çıktım.Çıkmasına ama...Maddi bir imkanın olmaması adamı deli ediyor.Tuval bezim olmamasına rağmen evdeki yatağımın nevresiminden tut, her türlü bezi tahtaya gerip resim yaptım.Artık bez kalmadı.Zımba çakmam gereken bezi iki liralık raptiye alarak çaktım ve bu çok sağlam bir iş çıkarmıyor.
Tuvalim olmadığından hocalardan veya kurumlardan talep edinerek elde etmeye çalıştım.Ama taleb sonucu kurumların dönüşü çok trajikomik yanıtlar oldu kendimden nefret ettim bu yüzden ve dilenmekten bile vazgeçtim.En yakınlarımdan ailemden bile maddi bir şekilde bir talepte bulunamıyorum utancımdan, onlar yıllardır benden birşeyler bekliyorlar bir yerlere gelmemi bekliyorlar.Ama şu sıkıntım var diyemiyorum.
Her gün sinirden bir çalışmamı bozup onun üstüne resim yapmaktan ve eski çalışmalarımı yırtmaktan yoruldum.Ve bu beni çok üzüyor.Emek verdiğim tüm tablolarım evlat gibiydi ve evladını yitirmiş bir annenin sessiz bir çığlığı gibiyim.Kendi kendine eriyip giden bir çığlık ve bende bu çığlıkla delirme raddesine geldim.Delirmek ve kafayı yemek üzereyim.Yakında tımarhane olacağımı biliyorum bu yüzden.
Bunu da buraya yazıp birgün dönüp bakmak istiyorum, varmışsam nasıl varmışım o amaca, yoksa varmışsam neden varmamışım diye.
Felsefasihe
02:46 4 aralık 2017
6 notes
·
View notes
Photo

Bakan Soylu: 'Reina saldırısından beri Türkiye'nin şehirlerinde bir terör eylemi gerçekleşmedi' Ankara'nın Kızılcahamam ilçesinde bir otelde düzenlenen "TEM Çalıştayı", 81 ilden Terör Şube Müdürleri ve personellerinin katılımı ile başladı. Çalıştaya İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, İçişleri Bakan Yardımcısı Muhterem İnce, Emniyet Genel Müdürü Mehmet Aktaş, Emniyet Genel Müdürlüğü Daire başkanları ve personeli katıldı. Bakan Soylu, çalıştayın açılışında yaptığı konuşmada PKK terör örgütüne katılımın en düşük seviyede olduğunu belirterek, “31 Aralık 2016'daki Reina saldırısından beri Türkiye'nin şehirlerinde bir terör eylemi gerçekleşmedi. PKK'ya katılım, 40 yıllık tarihinin en düşük seviyesinde. Kırsal kadroları mağaralardan ba��ını dışarı çıkaramıyor. Sol terör örgütlerinin eylem kabiliyeti neredeyse sıfıra yakın bir noktaya geldi. Çoğunun yönetici kadroları yakalandı. DEAŞ, önemli bir gerileme yaşıyor. FETÖ'nün de yine yönetici kadrosu, kilit yapılanmaları çökertildi. Hemen hemen hepsi maddi kaynak bulmada ciddi bir zorlukla karşı karşıya. Örgütlerin veya terörün sahada baskılanması ile bitmesi arasında hüküm verirken acele etmemek durumundayız. İş sadece Türkiye'nin içerisinde olmuş olsaydı şu anda terör örgütüne yönelik kesin bir galibiyet kazanmış olurduk. Ancak PKK'nın Suriye'de nefes aldığı, Batı'daki sözde birtakım müttefiklerimiz dahil olmak üzere ona nefes verdiklerini hepimiz biliyoruz. Doğu'da bizle dost geçinenlerin onlarla beraber hareket ettiğini ve Türkiye'yi zafiyete uğratmak, gerçek gücünü yakalamasını engellemek için onlara çanak tuttuklarını hep beraber biliyoruz” diye konuştu. “Avrupa'ya ehemmiyet verenlerden tiksiniyorum” Batı'nın acımasızlığını Edirne'den Yunanistan'a giden masum insanlara yapılanlar ile gördüklerini söyleyen Bakan Soylu, “Allah'tan korkmayan, insan bilmeyen davranışlarıyla beraber net bir şekilde görüyoruz. Kravatları cicili bicili ama gönüllerinin kapkara olduğu, vicdanlarının da insanlıktan uzak olduğunu görüyoruz. Avrupa'ya bakıyorum ve acıyorum. Avrupa'ya ehemmiyet veren Türkiye'dekilere ve Türkiye'dekilerden de tiksiniyorum. Bunu da açıkça söylüyorum” şeklinde konuştu. İHA ve SİHA'larla sadece Bahar Kalkanı Harekatı değil aynı zamanda dağlardaki mağaralara kadar tüm sahayı baskıladıklarını ifade eden Soylu, şunları kaydetti: “Güney sınırımızın altındaki karmaşadan istifade etmek istediler ama hem uluslararası diplomasiyle hem de gerçekleştirdiğimiz operasyonlarla buna izin vermedik. Şehitlerimiz oldu, yüreğimize ateşler düştü. Allah hepsine rahmet eylesin. Onların varlığı sayesinde bu mücadeleden bir adım geri düşmedik, PKK da oralarda hedeflediği pozisyona gelemedi. 15 Temmuz'dan sonra üstelik kamu bürokrasisinde olsun, güvenlik birimlerimizde olsun aldığımız yaralara rağmen kıymetli Cumhurbaşkanımızın liderliğinde bir strateji değişikliği yaptık, yeni bir güvenlik konsepti belirledik ve yeni bir anlayışla hep birlikte sahaya indik. Hem 15 Temmuz'un bunda büyük bir etkisi olduğunu hem de çukur ve barikat olaylarının etkisi olduğunu ifade etmek istiyorum. Bunu hep birlikte yaptık. Bunu sizler yaptınız. Bu salonda olan, olmayan arkadaşlarınız, gazilerimiz, şehitlerimiz, bu ülkenin güvenliği için görev yapan tüm vatan evlatları, bunu hep birlikte yaptık. Bunu başarmak kolay bir iş değildir." “İnanılmaz bir göç baskısı” Bakan Soylu, bir yandan küresel göçün yönetildiğini ve bir yandan da inanılmaz bir düzenli veya düzensiz göç baskısıyla karşı karşıya kalındığını belirterek, “Bir yandan o bölgelerde terör örgütleri olacak, yani sapla samanı ayırmak zorunda olacaksınız, bir yandan içeride PKK, tüm bölgedeki terörü konsolide etmeye çalışacak, oradan kendisine can suyu devşirmeye çalışacak, bir yandan DEAŞ tetikte bekleyecek, bir yandan da FETÖ içeride ve dışarıda ihanetlerine devam edecek. Bunu yönetmek, buradan bir başarı hikayesi çıkarmak kolay bir iş değildir. Ülkemizde terör, Türkiye'nin temel meseleleri arasında beşinci, altıncı seviyeye inmişse bunda elbette ki Sayın Cumhurbaşkanımızın güçlü iradesi ve onun çalışma arkadaşı olan sizlerin ortaya koymuş olduğu kabiliyet, beceri ve en önemlisi adanmışlık anlayışı önemlidir. Bunun bitirilebileceğini, etrafımızda ateş çemberi olsa da bunun Türkiye'ye sirayet etmeyebileceğini bütün dünyaya gösterdiniz” şeklinde konuştu. “Kış üslenmesinden çıkıyorlar, patır patır hepsini götüreceğiz” Bugün gelinen noktada yıllık katılımı 5 binli rakamlarda olan PKK terör örgütünün ülke içinde toplam eleman sayısının 500 olduğunu ifade eden Bakan Soylu, “Bakın bu kış hiç dağları bırakmadık, kafalarını çıkaramadılar. Şimdi kış üslenmesinden çıkıyorlar, patır patır hepsini götüreceğiz. Bu yıl bambaşka bir yıl olacak. Sahada bizatihi kendimizin bulunduğu, bunları buradan tamamen silmek, terör örgütünü Türkiye sınırları içinde tamamen bitirmek için varımızı yoğumuzu ve bütün riskimizi ortaya koyduğumuz bir yıl olacak. 2020-2021 yılına PKK denilen terör örgütünü Türkiye sınırları içine aktartmayacağız. 2020 yılının sonbaharından sonra da bir daha kış üslenmesi gibi bir dertleri de kalmayacak. Boşuna mağara falan aramasınlar. Geçen yıl terör örgütüne 130 katılım olmuştu, buna karşılık 273 kişiyi aileleriyle görüşüp ikna yoluyla dağdan indirmiştik. Bu yıl ise en güncel rakamla yılbaşından bugüne kadar PKK'ya sadece 7 kişi katıldı. Bunun karşısında 58 kişi ikna yoluyla teslim oldu” bilgilerine yer verdi. Almanya'da çocuğu PKK tarafından kaçırılan annenin mücadelesi Diyarbakır'da çocuğu terör örgütü tarafından kaçırılan ailelerin 191 gündür eylem yaptığını ve bu tür eylemlerin Almanya'da da başladığını belirten Soylu, “Almanya'da çocuğu PKK tarafından kaçırılan ve mücadelesini güçlü bir şekilde ortaya koymaya çalışan anne, bir PKK derneğinin önünde bu eylemi gerçekleştiriyor. Yakında onların sayısı da artacak. Diyarbakır'daki eylemlere şu ana kadar 126 aile katılım gösterdi ve güvenlik güçlerinin başarısıyla 13 kişinin dönüşü sağlandı. Terör örgütlerinin sadece elemanları üzerine değil, buna bağlı olarak eylem kapasitesinde de ciddi çalışmalarımız var. Yine yılbaşından bugüne kadar 1 tanesi DEAŞ, 1 tanesi sol terör örgütü, 23 tanesi de PKK olmak üzere toplam 25 terör eylemi engellendi ve toplam 246 terörist etkisiz hale getirildi. Milletimizi bütün tehlikelerden muhafaza edebilmek için 24 saat çalışıyoruz. Çünkü karşımızda Türkiye'yi istikrarsızlaştırmaya çalışan, Suriye'deki istikrarsızlığı ve Irak'taki istikrarsızlığı Türkiye'ye taşımak isteyen ve Batı tarafından desteklenen acımasız bir terör örgütü silsilesi var” ifadelerini kullandı. “PKK'nın siyasi şemsiyesi KCK, HDP ise Kandil'in getir götür memuru” Yılbaşından bugüne kadar PKK/KCK'nın şehir yapılanmalarına yönelik olarak 841 operasyon gerçekleştirildiğini söyleyen Bakan Soylu, “Bu noktada yeri gelmişken KCK'ya da bir paragraf açmak isterim. Bu yapıyı çok doğru tanımlamak durumundayız. Esasında PKK'nın siyasi şemsiyesi KCK'dır. HDP ise Kandil'in getir götür memurudur, ulağıdır. İkballerini Kandil'in talimatlarına kayıtsız şartsız itaate bağlamış, bunun nimetleriyle elitleşmiş bir yapıdır. Ancak asıl siyasi uzantı ve örgütün başta ifade ettiğim değişimini, alan değişimini, PKK'ya kendi ideolojisini yükleyen, pratikte bunu uygulayan KCK'dır. Dolayısıyla bu yapıyla mücadele bizim için çok önemlidir. Sürekli takip ediyoruz ve bunu bitirmeye kararlıyız” dedi. “Yalan ve fitne FETÖ'nün amentüsü” FETÖ ile mücadelede de yılbaşından bugüne kadar 2 bin 67 operasyon, 4 bin 214 gözaltı ve 654 tutuklama gerçekleştirildiği bilgisini aktaran Bakan Soylu, “Bu mücadelede de hiçbir şekilde gevşeklik göstermemiz mümkün değildir. Bu örgütün sosyal medyada olsun, genel toplum iletişiminde olsun özellikli bir takım dedikodular oluşturma kabiliyetine çok dikkat etmek zorundayız. İstisnasız tüm süreçleri tüm konuları ve gündemi provoke etmektedirler. Dinimizde yalan ve fitne haramdır. Bunlar hangi inancın içerisinde bilmiyorum, yalan ve fitne FETÖ'nün amentüsü olmuştur. Bunların her türlü faaliyetine karşı sürekli tam donanımlı sürekli teyakkuzda ve sürekli gayretli olmak durumundayız. Bir takım tiplerin söylediklerine itibar etmeyin. Bir takım tipler, Türkiye'den aman birilerini mağdur mu ettik diyor. Esas mağdur bu millet olmuştur. 15 Temmuz'da bu milletin evlatlarını acımadan öldürdüler ve acımadan katletmişlerdir. Türkiye'yi peşkeş çekeceklerdi. FETÖ ve türevlerine acıyan, bunlara mağduriyet çizgisi oluşturmaya çalışanlar, bilesiniz ki terör örgütlerine ve terör örgütlerinin yapılanma biçimlerine ve bunların değirmenlerine su taşımaktadırlar. Cumhurbaşkanımızın bir sözü var, ‘Acırsak acınacak duruma düşeriz.' Bu devlet ve topraklar bize bedava verilmiş topraklar değildir. Evlatlarımız, Suriye'nin içerisinde şehit oldu ülkemizi ve bayrağımızı muhafaza etmek için. Terör örgütlerinin orada koridor oluşturup, yarın benim ülkeme musallat olmasını engellemek için bunu da söyleyeyim. Kimse bu milletin ferasetiyle dalga geçmesin. İyi yav orada terör devletini kursunlar sonra gelsinler, Hatay'dan, Güneydoğu'dan istedikleri parçaları alabilmek için ellerinden gelen bütün gayreti ortaya koysunlar” diye konuştu. “FETÖ bitmiştir dedikten sonra 10 yıl daha teyakkuzda ve sahada olmak lazım” Bakan Soylu, “Vicdanınızda, aklınızda FETÖ bitmiştir dedikten sonra bakın 10 yıl daha teyakkuzda ve sahada olmamız lazım. İşte bu örgüt böyle bir terör örgütüdür. İstihbarı bir yapılanması olduğunu hepimiz biliyoruz. Bir istihbarat yapılanması içinde olduğunu biliyoruz. Bir yanıyla çok talihsiz bir ekipsiniz, çünkü dünyada bu mesleğin yükü en ağır olan ülkesinde buluyorsunuz. Öte yandan çok şanlısınız dünyanın en kadirşinas ve en ferasetli, en cesur milletine hizmet ediyorsunuz. Mücadele ettiğimiz örgütler belli, amacımız bellidir. Sorumluluğumuzun ağırlığı bize bir şey söylemektedir. Sürekli kendimizi güncellememiz gerekmektedir. Teknolojik açıdan bambaşka bir noktaya gidiyoruz. Sadece sahada mücadele etmiyoruz. Bu işin kitabını da yazıyoruz. Arkadaşlarımızın ortaya koyduğu kitaplar ve yöntemler ve biçimler, sadece bu döneme ait değil bizden sonraki dönem için de okumalarda gayret gösterebilecek, yol açabilecek ve tarihin en zor döneminin nasıl geçtiğini belgeleriyle ortaya koyabilecektir” ifadelerini kullandı. "Devlet gücünün tarihi zirvesinde" Devletin gücünün tarihin zirvesinde olduğunu kaydeden Bakan Soylu, “Anlaşılıyor ki göç ve terör 21. yüzyılın talihidir ve bununla mücadele edeceğiz. Anlaşılıyor ki büyük dünya devletleri meseleyi kendileri yöneteceklerine maşalar ve vekalet savaşlarıyla bu işi yapma gayreti içine girmişlerdir. Çok tecrübeli bir dönemi çok yoğunluk içinde geçiriyorsunuz. En iyi cerrah, en çok operasyon yapan cerrahtır. Sizlerde pek çok operasyon içinde bulunuyorsunuz. Siz de öngörüyor, tedbir alıyor ve opera ediyorsunuz. Sizdeki tecrübe sizden sonra gelenlerde olmayabilir. Sizden ricam yanınızdaki arkadaşlarınızı yetiştirin. Siz ustasınız, elinizi arkadaşlarınıza verin ve mesleği en ince ayrıntılarını öğretin, sabır ve itina gösterin. Yaptığı yanlışları eğer ihanet değilse siz düzeltin ve başını okşayın. Siz çok farklı bir grupsunuz. FETÖ, PKK, DEAŞ, aşırı sol gibi pek çok örgüt gördünüz, görmediğiniz örgüt de kalmadı, her türlü ihaneti yaşadınız” dedi. İrfan Çalışkan #urfahaber #urfayazar #urfa #sanliurfa #urfagündemi #urfasondakika #haber #sondakikahaber #haberler
0 notes
Text
Ahmet Kaya Kimdir..? Yakından Tanıyalım...

Ahmet Kaya Kimdir..? Yakından Tanıyalım...
Ahmet Kaya, 28 Ekim 1957'de Malatya'da, Adıyaman'dan Malatya'ya iş için göç etmiş Kürt kökenli bir baba ile Erzurumlu bir Türk annenin beşinci çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Sümerbank fabrikasında mensucat işçisidir. Altı yaşında iken babası ona bir bağlama getirir. İlkokulu Malatya'da okudu. Okuldan arta kalan zamanlarda ve yaz tatillerinde, ya plakçıda ya da tanıdıkların minibüsünde çalışırdı. Dokuz yaşına geldiğinde babasının çalıştığı fabrikanın işçilerinin düzenlediği işçi bayramı gecesinde kendini sahnede buldu. Mensucat fabrikasından emekli olan babası, daha iyi bir yaşam için İstanbul'a göç eder. 1972 yılında İstanbul'da Kocamustafapaşa'ya yerleşirler. Ahmet Kaya, ailesinin geçim sıkıntısı çekmesi nedeniyle okulu bıraktı ve işportacılık, çıraklık gibi çeşitli vasıfsız işlerde çalıştı. Liseyi dışarıdan bitirmeye karar verir ve bitirir sonra da Eğitim Enstitüsü'nün Keman bölümüne girer. 16 yaşında yasak afiş basmaktan hapse atıldı. Daha sonra birkaç arkadaşıyla birlikte Halk Birimleri Derneği'nin çalışmalarına katıldı. Bu çalışmaları sırasında çeşitli etkinliklerde bağlama çalmaya devam etti. Kendi başına öğrendiği için herhangi bir metoda ya da öğretiye uymamaktadır Ahmet'in çalış biçimi. 1978 yılında Gelibolu'da askerlik yaptı, bu arada orkestrada müzik çalışmalarına devam etti. Askerlik dönüşü Emine Kaya ile evlendi ve 1982 yılında kızları Çiğdem doğdu. O dönem, hayranı olduğu Ruhi Su'nun Boğaziçi Üniversitesi'ndeki bir dinletisine gider ve dinletiden sonra bir yolunu bulup "Usta"nın yanına ulaşmayı başarır. "Ruhi Su besteleri"ni kendisinin nasıl yorumladığını göstermek istemektedir Ruhi Usta'ya. Ruhi Usta'nın en bilinen eserlerinden "Mahsus mahal" isimli şarkıyı çalar. Usta, şarkıyı yarıda kesip bağlamayı Ahmet'in elinden alır ve kızarak "Öyle at teper gibi bağlama çalınmaz, kavga edilmez bağlamayla, bağlama ile meşk edilir." der. Ahmet, şaşkınlıkla oradan uzaklaşır; ama tabii ki bildiğini yapmaya devam edecektir. Çok sonraları birkaç arkadaşının yardımıyla Hodri Meydan Kültür Merkezi ve Bilsak'ta dinleti düzenler ve afişlerinde de Ruhi Usta'nın kendine söylediği cümleye gönderme yapar: "Bağlama Böyle de Çalınır!" 28 yaşında 1985 yılına geldiğinde 'Zamanıdır' deyip şarkılarını alıp Unkapanı'nın yolunu tutar. Hiçbir kategoriye girmeyen bu müziğe kimse yüz vermez. Sonraki günlerde arkadaş yardımları ve kendi olanakları ile ilk albümünü yapar. Hatta yayımlandığı yıl albüm toplatılır, fakat daha sonra sansürü kaldırılır. İlk albümü "Ağlama bebeğim"dir. İkinci albümü "Acılara Tutunmak"tır. İkinci albümü yayınlandıktan sonra 1985 yılında Gülten Hayaloğlu ile evlenir. Gülten Hayaloğlu hapishanede idam cezasına mahkum olan Nevzat Çelik'in "Şafak Türküsü" şiirini Ahmet Kaya'ya iletir. Ahmet Kaya, 1986'da piyasaya çıkan "Şafak Türküsü" albümü ile geniş kitlelerce tanınmasını sağlayan atılımını yapar. 1986 yıl sonuna doğru da "An Gelir" albümünü yayımlar. Albümde hemen tüm besteler kendisine aittir. Gülten Hayaloğlu ile evlendikten sonra kardeşi Yusuf Hayaloğlu ve şiirleriyle tanışır. Sözlerinin çoğunluğunun Yusuf Hayaloğlu'na ait olduğu "Yorgun Demokrat" isimli albümü 1987 yılında yayımlanır. 1988 yılında sadece iki şarkının söz yazarlığını Hayaloğlu'nun yaptığı ve diğer sözlerin tanınmış şairlerin şiirlerinden oluşan "Başkaldırıyorum" albümü yapılır. 1989 yılında "İyimser Bir Gül" albümünü yapar. 1990 Ekim ayında çeşitli şairlerin şiirlerinden oluşan "Sevgi Duvarı" isimli albümünü çıkartır. Gülten ve Ahmet çifti, stüdyo ve bir yapım firması açmaya karar verirler. GAK (Gülten Ahmet Kaya) ismini verdikleri bir müzik yapım firması ve aynı isimle bir de stüdyo kurarlar. Albüm çalışmalarına paralel olarak halk konserleri de yapar Ahmet Kaya. Gösterilen ilgi, katılım ve çoşkuya rağmen, ülkenin birçok yerinde 'sakıncalı' bir şarkıcıdır artık O. Dinleyicisiyle buluşamamak onu üzmektedir. Başı, zaman zaman derde girer, birçok yerde konser verememenin yanı sıra albümleri 'sakıncalı' bulunup kısmen de olsa toplatılır. Bu sürecin şarkılarına yansıması kaçınılmazdır. Yeni albümün adı 'Başım Belada'dır o yüzden. 1990 yılında Tatar Ramazan ve 1992 yılında Tatar Ramazan Sürgünde filmlerinin müziğini yaptı. 1994 yılında prodüksiyonu'nu Gülten Kaya ve Yusuf Hayaloğlu'nun yaptığı, Kanal D'de yayımlanan ve 13 hafta süren "Ahmet Abi'nin Vapuru" programını yapar. Ahmet Kaya'nın dünya üzerinde en çok merak ettiği ülkelerden biri Küba'dır. 1993 yılında eşi Gülten, kızları Melis ve bir grup arkadaşıyla Küba'ya, 1 Mayıs kutlamalarına giderler. Küba'da birçok sanatçıyla ve hükümet görevlisiyle tanışır Ahmet. Dönüşte Küba'nın ünlü Tropicana grubunun bir kısmını Türkiye'ye davet eder. Davet üzerine Türkiye'ye gelen Tropicana'dan dokuz kişilik bir ekibi kendi evinde de misafir eder Ahmet ve gelirinin tamamı Kübalı çocuklara kalmak üzere on altı konserlik bir turne yaparlar. Bu dönemde Ahmet Kaya, Bosnalı çocuklar için, Danimarkalı işçiler için yapılan konserlere katılır. Avrupa'nın hemen her ülkesinde çeşitli yardım konserleri verir. 1994 yılında Raks Müzik tarafından "Şarkılarım Dağlara" albümü basılan 2.800.000 bandrolle rekor kırmıştır. 14. müzik albümü olan bu albümde yer alan "Özgür Çağrı" isimli şarkıda geçen "Abin bir gün dağdan döner, sarılırsın yavrucağım" gibi sözler nedeniyle albümü toplatılır, konser vermesi yasaklanır. İlk dönem albümlerinde genel olarak bağlamaya ağrılık verdi. Pop, Türk Halk Müziği ve Arabesk kategorisine dahil edilemediği için müzikal türüne Devrimci Arabesk de denilmektedir. Fakat kendisi müzik tarzının Devrimci Arabesk veya protest olarak tanımlanmasına karşı çıkar. Sözlerini kendisinin yazdığı bestelerle beraber, Attila İlhan, Can Yücel, Nevzat Çelik, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Enver Gökçe, Ahmed Arif gibi tanınmış şairlerin şiirlerini de bestelemiştir. Genellikle şarkılarında toplumsal meseleler işlenir. Yirmi iki albümünden sadece Kervan diye bir kürtçe şarkısı vardır ve bir tane de kürtçe açılış vardır. Türkiye'de her söylediği söz ve şarkısı olay olan Ahmet Kaya hakkında birçok dava açıldı ve kendi deyimiyle emniyetler onun ikinci adresi oldu. Bu baskılara rağmen Kaya, kimliğini hiçbir zaman inkar etmedi ve mücadele etti. Birçok albümünün toplatılmasının ve konserlerinin iptal edilmesinin yanı sıra, 10 Şubat 1999'da Magazin Gazetecileri Derneği'nin Princess Otel kongre salonunda düzenlenen ödül töreninde yılın en iyi sanatçısı ödülünü aldı ve ödül konuşmasında: Ben bu ödül için İnsan Hakları Derneği'ne, Cumartesi Anneleri'ne, tüm basın emekçileri ve tüm Türkiye halkına teşekkür ediyorum. Bir de bir açıklamam var: Şu anda hazırladığım ve önümüzdeki günlerde yayımlayacağım albümde bir Kürtçe şarkı söyleyeceğim ve bu şarkıya bir klip çekeceğim. Aramızda bu klibi yayımlayacak yürekli televizyoncular olduğunu biliyorum, yayımlamazlarsa Türkiye halkıyla nasıl hesaplaşacaklarını bilmiyorum. dedi. Bunun sözleri üzerine davetliler tepki gösterip, küfür etmeye, çeşitli eşyalar fırlatmaya başladı. MGD görevlileri tarafından kongre salonundan, olağan üstü koşullarda dışarıya çıkartıldı. Bu olayın hemen sonrasında Ahmet Kaya'nın 1993 yılında Berlin'de Kürt İşadamları Derneği'nin düzenlediği bir gecede verdiği konsere ilişkin fotoğrafların Hürriyet gazetesinde yayınlanması üzerine "bölücü PKK örgütüne yardım ve yataklık yaptığı ve halkı ırk farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik ettiği" iddiasıyla hakkında İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde toplam 10.5 yıl ağır hapis istemiyle iki ayrı dava açıldı. Haziran 1999'da Türkiye'den ayrıldı. Yargılamaların sonucunda toplam 3 yıl 9 ay ağır hapis cezasına çarptırıldı. ancak yurt dışında olduğu için hapse girmedi. Daha sonra bu görüntülerin düzmece olduğu belirlendi. Bu arada Ordu Valiliği Kaya'nın kasetlerinin kentte satılmasını ve bulundurulmasını yasakladı. 1999 yılında Münih'de PKK yanlıları tarafından düzenlendiği konserde ''Arabamı o şerefsizlerin memleketinde bıraktım'' dediğini iddia eden Hürriyet gazetesi haberi için hakkında DGM tarafından bir kez daha soruşturma başlatıldı. 9 Şubat 2000 yılında Zaman gazetesine yaptığı röportajda Ben "3 tane şerefsizin yüzünden ülkemde arabama bile binemedim." dedim diyerek yalanladı. Ahmet Kaya, 2000 yılında Hoşçakalın Gözüm isimli albümünün kayıtlarını yaparken, Paris'in Porte de Versailles semtindeki evinde bir gece kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. Bu albümde Karwan isimli şarkıyı seslendirdi. Paris'de kaldığı evde, 16 Kasım 2000 de sabah saat altıda ilaçlarını alırken kalp krizi geçirerek ölmüştür. Ahmet Kaya'nın kabri halen Paris'in Père Lachaise Mezarlığı'nda yer almaktadır. Ölümünden sonra, 2002 yılında Ahmet Kaya'nın şarkılarını 20 ünlü sanatçının söylediği "Dinle Sevgili Ülkem" isimli bir albümü yayımlandı. 4 Eylül 2007'de, Türkiye'de kendi ismine açılan tek yer olan, Ahmet Kaya Halk Evi Batman'da açıldı.
Albümleri :
1984: Ya Rıza Şimdi 1985: Ağlama Bebeğim 1985: Acılara Tutunmak 1986: An Gelir 1986: Şafak Türküsü 1987: Yorgun Demokrat 1988: Başkaldırıyorum 1989: Resitaller-1 1989: İyimser Bir Gül 1990: Resitaller-2 1990: Sevgi Duvarı 1991: Başım Belada 1992: Dokunma Yanarsın 1993: Tedirgin 1994: Koçero (Selda Bağcan ile) 1994: Şarkılarım Dağlara 1995: Beni Bul 1996: Yıldızlar ve Yakamoz 1998: Dosta Düşmana Karşı 2001: Hoşçakalın Gözüm

Read the full article
0 notes
Text
Rüyada annenin hamile olduğunu duymak
Rüyada annenin hamile olduğunu duymak bir sebeple atılan adımlar konusunda ve verilen sözler konusunda çok dikkat edilmesi gerektiğine, aksi halde pişman olunacak ve belki geri dönüşü olmayacak olaylar yaşanacağına, hiçbir şeyin eksikliğini hissetmeyeceği gibi her şeyin en çoğuna ve en kalitelisine sahip olacağına, evlilik yolunda ilerleyen bir ilişkinin çıkacak dedikodular yüzünden biteceğine, rahat erileceğine, yaşlılığında dahi unutkanlık, hastalık ve ağrı gibi sorunlarının olmayacağına, yaşlılığında da rahat edeceğine, isabetli kararlar vererek menfaat elde edeceğine, evlilik kararı almak için beklemelerinin doğru olacağına yorulur.
Rüyada annenin hamile olduğunu duymak gördüyseniz: Ev hayatınızı güzelleştirmek için yeteneklerinizi kullanmanız sizi evden yönetilebilecek yeni maceralara yönlendirebilir. Rüyada annenin hamile olduğunu duymak platonik olarak başlayan bir ilişkinin ilgi duyulan kişiye açılma sayesinde iki kişilik bir hal alacağına, hoş olmayan sözler işiteceğine bu nedenle de hem gergin hem de üzgün olacağına, asla harama el uzatmayacağı gibi, çevresindeki kimseleri de yanlış hareketlerinden ötürü uyararak onlara da iyiliklerde bulunacağına inanılır.
Rüyada anneyi hamile duymak her türlü kazadan ve beladan uzak olacağına, rüya sahibinin etrafına hayır göreceği kimselerin dolacağına, aile hayatı içinde mutlu olunacağına, sevilen kişilerle kurulacak bir ortaklık sayesinde çok ses getiren işlere girileceğine delalet eder.
Rüyada annemin hamile olduğunu duymak zor bir işin altından sabrı sayesinde çıkacağına, mal veya para konularında akrabalarla ters düşüleceğine, hem yıpranacağına delalettir.
Rüyada annesinin hamile olduğunu duymak parasal olarak sorunlu olacak bir iş yapılacağına, acılarını dindireceğine, aile bireylerinin arasının açılacağına rivayet eder.
Rüyada arkadaşının hamile olduğunu duymak önünü açacağına, karşısına pek çok aksilik ve engel çıkacağına, kafasını toparlayamayacağına, hayatının kontrolünü eline alamayacağına, bunalımlı ve buhranlı günler geçireceğine alamet etmektedir.
Rüyada arkadaşını hamile duymak yapılan işlerin büyük zararlara uğranacağına, sıkıntı dolu günler yaşanacağına, mal ve mülkte azalma yaşanacağına ve iş hayatında çok kötü bir noktaya gelineceğine, çizgisini bozmadan yaşayan kişinin sahip olduğu rahat hayatı her daim sürdüreceğine, yapılan işte büyük kazanç elde edileceğine alamet eder.
Rüyada bir arkadaşının hamile olduğunu duymak bilgilerle donanacağına, iş konusunda zarar görülecek bir döneme girileceğine, işlerin kötü bir duruma geleceğine, rakiplerin başarı kazanacağına, sorunlarını ve zorluklarını aşmayı bileceğine yorulmaktadır.
Rüyada bir yakınının hamile olduğunu duymak hayal kırıklıklarını ve gönül yaralarının yavaş yavaş unutacağına, gereken sabrı göstereceğine, böylece uzun zamandan beri birlikte olduğu kişiyi çok sevindireceğine, kısa bir zaman içinde daha büyük mutluluklar yaşayacağına tabir olunur.
0 notes
Photo










Jakarta'da 4. Gün... Saat şu an Türkiye'de 20.40, JAKARTA'DA İSE 00.40 Günlerden Pazar ve bir Pazar günü Jakarta'da yapılabilecek en güzel gezi benim de bu gün öğrendiğim ve gelen turistlerin mutlaka ziyaret ettiği Monas veya diğer ismiyle ulusal anıt. Bağımsızlıkları adına savaşmak için Endonezyalıların ruhunu temsil ediyormuş burada ki anıt. Bana soracak olursanız hiç bir özelliği yok hatta sıcakta çok da çekici gelmeyen bir mermer yapısı mevcut. Ancak aklım da kalan bir bilgi kulenin üstü 35 kg altın ile kaplanmış. Jakarta'ya yolu düşen Monas'a muhakkak gidermiş dediler biz de bu gün gittik. Bir kapıdan içeri girdiğimiz de Türkiye de bile artık olmayan metruk bir pazar yeri gibi bir yerden geçtik. Bu mevki de kocaman tenteler altın da sokak yemekçileri (street food) ki bu gün çok yakından gördüm, -fotoğraf karelerine de aldım- Kıyafet satan tezgahlar ve en çok dikkatimi çeken hindistan cevizi satan seyyar diyeceğim seyyar değil, yerleşik diyeceğim yerleşik değil nasıl anlatacağımı bilemediğim satıcılar. İlk defa hindistan cevizini böyle gördüm. Küçük bir bidonu andıran dış gövdesinin üzerinde bir delik açıyorlar, bir pipet ve bir kaşık ile sunuyorlar. Pipetle suyunu içiyorsunuz ki oldukça faydalı bir su, kaşıkla da içinde çeperinden etini yiyorsunuz ki, yağını ve pastalara koyduğumuz hindistan cevizini burasından çıkarıyorlarmış. Eti oldukça kaygan ve aslında çok da lezzetli olmamakla birlikte sağlığa olan etkisini bilince insan şunu düşünüyor; evet burada yaşayan insanlar bu anlamda şanslı. Eğer yolunuz düşer ise bilin ki bir hindistan cevizi iki kişiye yeter yada bardakla buzlu ve etini karışık alabilirsiniz. Sokak yemekçilerine takılıyor her defasında kafam. Size nasıl yazsam da gerçeğini anlatabilsem. Sokak yemekçilerinde yemekler çok ucuz ama öyle yemekler var ki insanın olan iştahı kaçabilir bu bir, ikincisi hijyeni geçtim anlatılmaz ve traji komik bir pislik var. Yani aleni aşikar bir pislik gizli saklı, değil, yani girersiniz bir mekana her yer tertemizdir ama mutfağı berbattır öyle değil. Buna rağmen Endonezyalılar iş dönüşü evlerin de yemek pişirmektense buralarda yiyorlar ve bulaşık makinesi diye bir cihaz bu şehirde neredeyse yok. :))) Bu sokak yemekçilerin de nasi goreng, mia goreng, soslu tavuk, kızarmış yumurta var. Tabii açılımı nedir bunların, değil ki yumurta bile burada farklı. Bu gün tadlarına baktım - tabii ben hijyen ve oldukça güzel bir mekanda yedim- Yazının ilerleyen bölümün de fikrimi söyleyeceğim. Bu yemekler ile alakalı detaylı bilgi vereceğim, şimdi biz yolculuğumuza Monas'ın yeşil alanlarından devam edelim. Türkiye'nin 30 sene önce ki halini hissettim her defasında. Çimlere oturtmayan zihniyet burada mevcut. Bir polis arabası devamlı geziyor ve çimlere oturanları ayağa kaldırıyor, üstelik koca yeşil alan neredeyse orman diyeceğim alan da bir tane bank yok. Üzüntüm insanın doğayı nasıl harap ettiğine örnekleri dünyanın öbür ucunda da yaşamam... İnanılmaz bir duyarsızlık var, bütün çöpler güzelim ağaçların dibinde.. Tropikal bir şehirde elbette yeşil alanda gördüğünüz ağaçlar da inanılmaz farklı. Kökleri toprağın dışında hatta bir ağacın gövdesinde sarmaşık gibi büyüyen ağaçlar var. Ve Jakarta'ya gelen muhakkak uğrarmış. Nereye mi? Şaşıracaksınız ama bu bir AVM... Bu arada bir dip not ülke çok sıcak olduğu için avm lere inanılmaz yatırım yapılmış. Şimdi yine araştırırken karşıma çıkan bir blogtan alıntı paylaşacağım. "Cakarta'nın en pahalı iki alışveriş merkezi yanyana birisi Plaza Indonesia diğeri ise Grand Indonesia. Bu AVM'lerin Endonezya içinde olduklarını gösteren fazla bir şey yok. Ne bir Endonezya markası var ne de alışveriş merkezinin planı Endonezya dilinde. AVM'lerin tuvaletler bile Endonezya usulü değil de batılı şekilde yapılmış. AVMlere sanki sadece yabancılar ya da kültürüne yabancılaşmış Endonezyalılar gelecek gibi planlanmışlar sanki. İstedikleri müşteri tipini de çekmişe benziyorlar. Yolculukta okumak için kitap almaya girdiğim büyük mağazada Endonezyalı bir anne taş çatlasa üç yaşında olan çocuğuyla ısrarla İngilizce konuşuyor, amaç çocuk İngilizce öğrensin. Annesiyle üç beş kelime İngilizce konuşan çocuk sıkılıp babasına koşuyor. Baba Endonezyaca konuşunca rahatlıyor. Anne baba aralarında biraz Endonezyaca konuşuyorlar, anne çocuğu babanın kucağından alıp yine İngilizce konuşmaya başlıyor. Bu sahnenin neredeyse birebir aynısını İstanbul İstinye Park'ta bir kitapçıda yaşamıştım. Türk anne çocuğula İnglizce konuşmaya çalışıyordu. Çocuğunun yaptıkları vasıtasıyla prestij elde etmeye çalışan bir annenin çocuğu olmak hiçbir yerde kolay değil. Fakir Endonezyalılar prestij için 2-3 dolara uyduruk tel alıp dişine takıyor, zengin Endonezyalılar ise üç yaşındaki çocuklarını zorluyor da zorluyor. Toplum içinde bir yer edinme çabası insanlara neler yaptırabiliyor değil mi?" Evet yukarda ki alıntı birebir doğru. Bu şehirde hissettiğim şey uç noktalarda çelişki hem de en yamanından. Lüks plazalar ve ayağında ayakkabısı olmayan fakir endonezyalı. Gerçekten inanılmaz bir çelişki var zengin ve fakir arasında ki uçurum son durağımız olan Plaza Indonesia'da o kadar bas bas bağırıyor ki... Fotoğraflar da kırmızı bir ayakkabının vitrinden fotoğrafını çektim ve merak ettim girdim sordum evet sıkı durun fiyatını söylüyorum, tam 5.000 lira türk parasıyla. Plaza Indonesia inanılmaz lüks, yani nasıl yazacağımı bilemediğim, tanımlayamadığım bir lüks, bir ihtişam... ve hep ciks markaların vitrinlendiği mağazalar. Gezenlerin portföyü de farklı ve uçurum dediğim şeyi gerçekten Plaza Indonesia'da hissediyorsunuz. Sokak yemekçilerinde ki insan, ve Plaza Indonesia'da yemeğini yiyen kesim. Kılık kıyafet her şey farklı. Hatta plazanın son katında çocuklara ayrılan oyun alanı var ama Türkiye'de eşini hiç görmediğim bir çocuk oyun alanı... Bu alanda düşünün çocuklara özel kuaför bile var ki çocuklar oyuncak ama çalışan arabalar da traş oluyor, traş olurken önlerinde kocaman ekran çizgi filmler izliyorlar, saç yıkama yerlerini gerçekten tanımlayamıyorum duşları bile var o kadarını yazayım. Ve bu oyun alanın da Endonezyalı bir ailenin 5 yaşında ki kızlarına yaptıkları doğum günü partisinin ortasın da kaldım ki hey allahım dedim dünyanın neresine gidersen git zenginlik başka bir dünya. Ve bence çok da mutluluğun olduğu bir dünya değil. Çünkü gerçek mutluluk gösterişi, şatafatı sevmez. Sade ve detaysızdır. Fırından yeni çıkan ekmek kokusunda gizlidir, ya da sıcacık sarmalayan kolda, yaslandığın omuzda... Evet bunca koşturu sonrası elbette karınlar acıktı. Ve işte ülkeye geldiğim günden beri merak ettiğim yöresel tatların tadına bakma zamanı. En meşhur yemeği "nasi goreng, mia goreng ve nooodle".. İsimlerinden ne hayal edersiniz bilmiyorum ama ben çok şey hayal ettim :) Üstelik ben ki her şeyi yiyebilirim diyen, ben ki yöresel tatları severim diyen aman Allah'ım demek ki ülkeler değişince iştahlar da kapanabiliyormuş. Değişik bir sos kullanıyorlar özellikle yer fıstığından elde ettikleri sos-bildiğiniz yer fıstığından oldukça farklı- buraya özel her yemeklerinde var ve bu sos benim damağıma uymadı. Çok değişik bir yağ ve bizim hiç bilmediğimiz baharatlar... Şeker, pirinç, yumurta, yağın garip değişik versiyonları her yemek de mevcut. Tavuklar da kullanılan sos ki ben tavuk yemeğine bayılırım beni tavuktan etti.. :))) Pekala Nosi Goreng ve Mia Goreng nedir? Nasi Goreng. Kelime anlamı ise haşlanmış kızartılmış pirinç anlamına geliyor. Nasi Goreng'in de olmazsa olmazı var: Baharatı ve tatlı soya sosu. kimyon, tatlı kırmızı biber, kişniş, zerdeçal, kurutulmuş zencefil tohumu ve laos. İçinde beyaz lahana, pırasa, tavuk parçaları, kızamış yumurta parçaları var. Nasi Goreng tam bir hayal kırıklığı olarak kafama kazındı. Ve üstelik Jakarta'nın en nezih mekanında yemek ayrı bir detay demek ki ben bu yemeği sevmeyeceğim anlamına geliyor. Mia Goreng de pirinç yeri noodle kullanılmış. Noodle nedir? evet onun da tadına baktım. Makarnanın çok incesi bizim tel şehriyenin uzun uzun olanı desem anlaşılır sanıyorum. Kore Eriştesi olarak da literatüre geçmiş. Ancak ilginç bir yapılışı var. "Cakarta'daki Kore erişte, ilave salatalık, armut, kimchi, haşlanmış yumurta ve et kesimiyle soğuk et suyu ile servis edilir. Jakarta'ndaki hava sıcaktan sıcak olduğunda mükemmel bir uyum sağlar. Sansasyon taze ve lezzetli. Naengyang, genellikle patates nişastası ve karabuğday unundan yapılır."ALINTI Fotoğrafta da göreceksiniz üzerinde haşlanmış yumurta vardı ve altta noodle, et ve bazı anlayamadığım şeyler :))) Ben burada ki lezzetleri anlatamayacağım çünkü tadına baktığım meyveler hariç hiç bir şeyi beğenmedim diyebilirim. Bu iyi bir şey mi bilemedim, evet evet iyi bir şey, Türkiye'ye incecik dönme ihtimalim yüksek... :))) Bir başka Jakarta günlüğünde buluşmak üzere.. Özlem Ayral 27.08.2017
0 notes
Video
youtube
(https://www.youtube.com/watch?v=mV_ZScGWehI gönderdi)
0 notes