Tumgik
#ama yine de insan düşünmeden edemiyor
dengesizim · 2 years
Note
deme ölüm deme şşşş
varlığımı sonlandıracak yegane şey, ciddiye almamak aptallık olur en azından kendimce
3 notes · View notes
kitleimhahikayeleri · 3 years
Text
Hayatı uzun bir yol gibi düşünürsek bu yolu koşarak gitmek ile yavaş yavaş yürüyüp manzarayı seyrederek yürümek arasında hatta o yolu uçakla, trenle, arabayla gitmek arasında bir seçim yapmak zorunda olsaydım yürüyerek gitmeyi tercih ederdim. İnsan bu tarz bekleyip düşünerek konuşmak gereken durumlarda yani herhangi bi soru sorulduğunda oldukça mantıklı, akla yatkın, hatta en keyifli şekilde cevaplar verebiliyor. Konuşmak, iletişim kurmak kendi akışında olduğundan belki de çok düşünmeden cevap vermek gerektiğinden -bu akışın sağlanması için- bize bir alan bırakmıyor gibi görünse de bir yere yetişir gibi konuşmaktan aslında ne anlattığımızı anlıyoruz ne de anladığımız doğru. Zihnimizde uçuşup duran kelimeleri yakalayıp onları dilimizde döndürmek, anlamlı bir cümleye dönüştürmek ve bunu yaparken de yapıcı, kendiliğinden olmayan, derin bir hale getirmek oldukça ustalık gerektiriyor. Ustalık derken aslında "ben de insanım!" diyerek sıyrılmak zorunda hissetmeyeceğin, açıkçası bunu aslında yapmaman gereken durumlara düşmemek için, çünkü anlatmak için varolan hikayen, kendinin, düşünde püri pak iken dile döküldüğünde sağı solu kırmayı da ihmal etmiyor çoğu seferinde. Derinlikten uzak, alelacele, öylesine, bayatlamış kalıpların dışına çıkmak, asıl anlatılmak isteneni soyuttan somut bir şeye dönüştürmek çabası, burada işte diyerek parmağınla gösterebileceğin senden bir parçayı neden bu kadar özensiz çıkarıyorsun tek nefeste? diye sormak lazım. Sorunun uzunluğuna bağlı olarak bir dinlenme tesisi ihtiyacı hasıl olsa da olan şey bu. Yaşananı da başkalaştırıyor. Bak bu alfabe diye gösteriyorlar en başta. Sana gösterilen de Emel'in ılık süt içmesi, Işık'ın eve gelmesi, Ali'nin ata bakması... İlk öğrendiğin cümleler bile talepkar, özensiz, bir anlam ifade etmiyor. Belirli görevleri yerine getirmesi istenen öznenelerin adı ve boşluk hissi. Önce doğru söyleyebilmen sonra da doğrusunu yazabilmen isteniyor senden yani ezbere özensizlik. Biraz büyüyünce romanlarla tanışıyorsun. Şanslıysan iyi romanlara denk gelirsin erken yaşta. Ağaç yaşken eğildiği gibi ağaç yaşken çürüyebilir de. Çiçeğin büyümesi onu her gün suya boğman değil, yeterli miktarda suyu doğru zamanda verebilmenden gelir. Yine halkların ozanı gibi enteresan bir bilgi vermişim gibi anlatıyorum. İnsanın kendisini göldeki suda yıkaması ile arıtılmış suyla yıkaması bir mi? Değil elbette. Bu yüzden düşünürüm bizi bu hale getirenleri, seni, beni, bizi, ötekini. Bu bayat yığıntının arasında kendine bir yer bulmak ya da var etmek için içindekini bilirim, ne çok çaba harcadın. Kelimelerle çözülür sandın içindeki düğüm. Her kelimede bir başka düğüm attın içine. Çünkü anlatmayı da yanlış anlattılar, sen de doğrusunu hiç merak etmedin. Hiç merak etmedin sevginin gerçek yüzünü. Alışılmadık şeyler görmedin hiç. Hiç bakmadı gözün kendi pencerenden ötesine. Çünkü bu ihtiyacı kendinde de duymadın, başkası da aramadı sende. Bir kazı çalışmasına katılır gibi, hiç merak edilmedi için. Kurduğun bir cümlenin arkasını çevirip bakmadılar. Bildiklerini okudular, okuduklarını da yaşattılar. Yenilik yoktu bu coğrafyada. Biz zaten hep batıdan alakasızız. Bir kere onların İngiliz Edebiyatı var. Tamam bizde de var bir şeyler ama bizimkisi hava durumundan, tren raylarından öteye de gidememiş. Öğrenilmiş çaresizliğe benzer, öğrenilmiş anlatılanlar da. Yani demek istediğim ötekinin sevgisidir, kişinin benliğinde vuku bulan ama anlatılan aynı hikayenin akrabası. Çünkü sevgini ifade ederken bile, yeni bir dil yaratmak istercesine coşturmadın kendini, yeni bir kelime icat ederek sevmedin, tarih yazmadı sevgin. Yaşamın bir başkasının da değil, bir başka milyonların da hikayesi. İlginç değil mi? Kendine bile icat çıkararak hitap edemiyor insan. En fazla neyin var elinde anlatmak için? Bende de çok bir şey var diyemem ama yaratma çabam var en azından. Ee ortamlarda entelektüel kelimesini kullanmak için öğrendik, boşuna değil. Bilirsiniz, her şey sermaye içindir der şimdi adını hatırlamadığım şairin biri.
Bugün banyonun çeşmesi damlarken aklıma su faturası gelmiyor. Zaman geliyor, saatin tiktaklarından biraz yavaş diyorum. Sonra damlanın çeşmeden kopup lavaboya değecek olduğu o kısacık anı düşünüyorum. Çeşmeden koptuğunda uzun bi sessizlik gibi aslında oldukça kısa. Lavaboya çarptığında duyuruyor damla kendisini. Sonra lavabodaki görüntüsünü düşünüyorum. Az önce buraya değmeden önce daha farklı bir hacimdeydi, şimdi hacmi değişti. Hacminin değişmesi onun su olduğunu değiştirmedi. Hacmi zihin, su ise beden.
"hacimler açtım içimde sana" demişti yine adını hatırlamadığım şairin biri.
bir başkası "seni sınırlı gövdem ile.." diye devam ettiriyordu aşk dolu sözlerini.
Bedeniyle iyi bir şekilde ifade edemeyeceğini biliyor bak bir tanesi, diğeri sınırlı bedeninde hayat buldurmaya çalışıyor. Ne kadar benziyor insan isteyince her şey birbirine ya da benzetiyoruz canımız sıkıldıkça onu bunu, bunu şuna, şunu ötekine.
"Sen de yapıyorsun, başkasının sana yapmasını istemediği hareketleri."
Bir başkasını kendinde görmek istemediğin bir şekilde sevmezken, kendini bir başkasında görmek istemediğin bir şekilde hala sevilebilir kalmayı talep ediyor insan. Daha ilkokul 1'de açtılar bu belayı başımıza. Salmıyor da yıllar geçmiş olsa bile. Ya deli deli yapıcaz kendimizi, ya deli deli. Çünkü sevmek bu değil diye bağırmayacaksak meydanlarda, yazmayacaksak hiç duyulmayacak aşk sözlerini ne anlamı var kuru kuruya delirmenin? Çayı demlemedik ki ağzımız tatlansın. Ne bileyim yani, sen bir denize bakınca, deniz de sana bakıyor olmuyor mu? Düşüncesi ne iyi. Belki de baktığın her şey görmeyi beklediğin şeylerden başka bir şey değildir. Önce dalgaları, sonra vapurun çıkardığı köpükleri kafamızdan bile uydurmuş olsaydık, bu denli benzersiz olmasını sağlayabilir miydik? İşte bütün mesele bu. Hayır başka meseleler de var. Meşaleler de. Bak biri gitmiş olimpiyat meşalesi olmuş, senin sokakta yaktığın konteynıra uzattığın cılız dalın ateşiyle bir mi onun ateşi? Değil elbette. Aşkı nateşi yakarmış ateşi? demek isterdim boğazım düğümlü sözlerim kayıp ya Tarkan. Bırak abi, abla, genderfluid, nonbinary bırak. Sevmeyi baştan yaratır gibi seveceğiz, tüm savaşlarından sağ çıkacağız aşkın. Mutfaklarında dayanacağız tezgahlara beklerken ketılları, pencereyi düzgün silmek için, yani ovalarken bir lekeyi çıldırmayacağız. Kalkıp duvarları silmemiz gerekse, birden silmeyeceğiz, birden yazmadığımız gibi. Bu birdenlik peşimizi bırakmalı ya da biz bırakmalıyız. Çünkü ne zaman birden olsa bir şey, kendi eksikliğinde boğulur, çatallı çıkar sesi. Hızlı giden atı da bi sorgulamak lazım, bu yüzden beklemiyorum pencerelerin önünde birden önümden uçarak geçen kuşu. Sen onun istikameti buradan geçiyor diye heyecanlanıyorsun, kuşun derdi bile değilsin. Bu gerçek de böyle şak diye vurulmaz insanın yüzüne. Her şey biraz da hislenmeye bahane ya da anlatmaya. Neyse.
3 notes · View notes
Text
Tumblr media
⭐⭐⭐⭐⭐
Yaz mevsiminin tatlı telaşlarından biri de kış hazırlığıdır. Her ne kadar kışa çıkacağımızı bilmesek de yine de yaparız hazırlığımızı.
Bir nevi tedbirdir.
Alışmışızdır depoları doldurmaya.
Geçmişten gelen bir gelenek, yokluk ve kıtlık günlerinden kalma bir miras belki de.
Meyveleri reçel olarak saklarken,
sebzeleri turşu, konserve ve kurutma şeklinde muhafaza ederiz.
Hepsinin yeri de tadı da ayrıdır.
Derin dondurucuların çıkmasıyla birlikte dondurduktan sonra tüketmeye başlamış olsak da,
kış hazırlığı her yaz gündemimizde olur.
Mis gibi domates ve biberle hazırlanan menemenler,
tarhanalar ve yazın muhteşem sebzeleriyle dolaplarımızı dolduran heyecan cümbüşü. Yorgunluğunun yanında,
kış geldiğinde iyiki de yapmışım dedirten mutluluk.
Ev hanımlarının "bugün ne pişirsem" sorusuna yetişiveren en kolay cevaplardan biri.
Ve hoop açılan kavanozlar,
kaynayan suya giren Halep dolmalar...
Tazesini aratmayacak lezzetleri sindirirken hem bedenimizde hem kalbimizde,
dünya hazırlığı bu kadar rahatlatıyorsa,
ahiret hazırlığının sevinci kim bilir nasıl olur diye düşünmeden edemiyor insan.
Kıldığın namazın karşına gelmesi,
okuduğun Kuran'ın seni yüceltmesi,
orucun ateşe kalkan olduğuna şahit olman,
dünyada yaptığın her sadaka ile mizanın ağır basması,
her zikirle daha da nurlanman,
gece uykusuz kalmıştım ama çok şükür ki teheccüde kalkmışım diye
hamdlere boğulman,
dünyada yüzünü güldürdüğün her kişiye karşılık cennette selam ile karşılanman ve daha bilmediğimiz nice nimetler...
Kişiye iyiki yapmışım iyiki ahiretime hazırlanmışım dedirtmez de ne yapar siz söyleyin.
Yazın yapıp kışın yiyen bizler,
Dünyada salih amel işleyip ahirette daha güzel karşılığını göreceğimizin bilincini arttırırsak
belki gayretimiz de o yönde olur ne dersiniz.
Yeni güne yeni haftaya kavuşturan
Rabb'e hamd olsun...🌺
____________°🌺💞🌸°______________
🎀
16 notes · View notes
yazamazokur · 4 years
Text
Bir kadının yaşamından yirmi dört saat
STEFAN ZWEIG (1922)
Tumblr media
Tüm kalbimi açabildiğim güzel insan Hazal'ın tavsiyesi ile uzun zamandır rafda sırasını bekleyen kitabımızın okunma vakti gelmişti demek ki... daha önce okusam ne değişirdi diye düşündüm ve kendi kendime cevap verdim.. sanırım hiçbirşey!
Duyumlarını uyaracak ölçüde yakınlarında gerçekleşmeyen bir olaya ilgi göstermek pek içlerinden gelmez; ama aynı şey gözlerinin önünde, doğrudan duygularına dokunma mesafesinde gerçekleşirse, bu olay önemsiz bile olsa , hemen aşırı duyarlılık gösterirler. 1
Herkesçe malum olaya,bir kadın yaşamının bazı anlarında kendi iradesi ve deneyimi dışında gizemli güçlerin etkisinde kalır şeklinde olumsuz yaklaşmak, aslında yalnızca kendi içgüdümüze ve doğamızın şeytani yönlerine karşı duyulan korkuyu ifade ediyor '' Kolayca baştan çıkarılanlara göre'' kendini daha güçlü, daha akıllı ve daha temiz hissetmek bazı insanlara haz veriyor olmalı. Diğer yandan ben şahsen bir kadının özgürce ve tutkuyla içgüdülerinin peşine takılmasını, genellikle kocasının kollarında onu kapalı gözlerle aldatmasından daha dürüst bulurum. 8
Meslek seçmem gerekiyorsa, savunma cephesinde olmayı yeğlerim. Şahsen insanları mahkum etmektense,anlamak beni daha mutlu kılar. 10
Bu zavallı ve mutsuz kadını küçümseme hakkını kendinde gören herkese her zaman karşı çıkarım. 11
Zor olan söze sadece nereden başlayacağını bilmek. 15
Aklımı oynatmak pahasına kendime defalarca telkinde bulundum, insan bir kez olsun, bir an olsun aptalca davransa ne olur sanki diye. Ama fazlasıyla belirsiz bir sözcük olan vicdan denen şeyden kaçamıyorsunuz, sizin Henriette olayıyla ilgili olarak çok tarafsız konuşmanızı dinlediğimde ,birine olsun yaşamımın o gününü özgürce anlatmaya karar verirsem, belki bu anlamszı geçmişi düşünme ve sürekli kendimi suçlama durumunun sonu gelir diye düşündüm. 15
Bütün kumarbazlar kısa zamada yüz hareketlerine hakim olmayı öğrenirler-üst tarafa yani gömlek yakasının üzerine duygusuzluğun soğuk maskesini takarlar- dudaklarının etrafındaki çizgileri aşağı doğru çekmeye çalışırlar.19
Hep korkmuş olmama,ilk andan itibaren kazanç ve kayba dair yüce bir şeyin burada söz konusu olduğunu gizemli bir şekilde hissetmiş olmama rağmen,şimdi yaşamın onun gözlerinden süratle nasıl kaçtığını ve ölümün henüz hayattaki bu yüzün betini benzini nasıl soldurduğunu görünce, kötü şeyler olacağı içime doğdu. O insan yerinden kalkıp hızla uzaklaştığı sırada sendelerken, ben farkında olmadan- onun bedensel hareketlerini öyle içselleşirmişim ki- ellerimle bir yere tutunma ihtiyacı hissettim, zira az önce onun damarlarında ve sinirlerindeki gerginlik gibi şimdi de bu sendeleyiş onun jestlerinden çıkıp benim bedenime işlemişti. 28
Onun o tavrı öyle sarsıcıydı ki tanık olduğum için utanç duydum.Bir tiyatroda sahnenin kenarından yabancı birinin çaresizliğini seytermiş gibi rahatsızlık duyup başımı yana çevirdim,ama sonra yine aniden o korku beni düşüncelerimden uzaklaştırdı.Vestiyerden pardösümü alıp, hiçbirşey düşünmeden tamamen mekanik, tamamen içgüdüsel, bu yabancı insanın peşinden hızla karanlığa doğru koştum.. 28
Beni o bahtsız insanın peşinden zorunluymuşum gibi düşüren duygularımı açıkça anlatmak benim için elbette kolay değil: Bunun içinde merak vardı, ama özellikle insanı dehşet içinde bırakan bir korku vardı; daha doğrusu ilk andan başlayarak gözle görülmeyen, belli belirsiz hissetmiş olduğum korkunç bir şeye karşı duyulan bir korkuydu bu.Ama böyle hisleri insan analiz edemiyor, bölümlere ayıramıyor, özellikle çok zorlayıcı, çok hızlı, çok anlık bir şekilde arka arkaya geliştikleri için, belki de yolda koşarken bir otomobilin altında kalması muhtemel bir çocuğu tutup geriye çekmek gibi yardım amacıyla tamamen içgüdüsel bir davranıştı benimki.Ya da kendileri yüzme bilmedikleri halde, boğulan birinin arkasından köprüden atlayan insanların durumuna benzetilebilir mi yaptıklarım? Giriştikleri eylemin aptalca bir cesaret olduğuna dair mantık yürütmeye vakit bulamadan, büyülenmiş gibi bir şey onları arkalarından iter, bir arzudur onları aşağıya çeken.. 29
Yıkılmış o insanın hareketsiz halde oturduğu bankın yirmi ya da otuz adım gerisinde ne yapacağımı bilmeden bilinçsizce duruyordum, ya yardım niyetiyle ileriye doğru yürüyecektim ya da bize öğretildiği ve kuşaktan kuşağa aktarıldığı kadarıyla sokakta yabancı bir erkekle konuşmak ayıp olduğu için geriye çekilecektim. 30
Ne onunla konuşabiliyor, ne çekip gidebiliyor ne bir şey yapabiliyor ne de onu bırakabiliyordum. Belki bir saat boyunca,bitmek bilmez bir saat boyunca karanlık denizin binlerce küçük dalgası zamanı bölerken, bu taraçada kararsızlık iinde gidip geldim dersem, bana inanacağınızı umuyorum, bir insanın tümden mahvoluşunun bu görüntüsü beni o kadar sarsmış, o kadar elimi ayağımı bağlamıştı ki. 31
Bütün yağmur oluklarından su gürleyerek akıyor, kentten o tarafa doğru gelen arabaların uğultusu duyuluyordu, kafalarına geçirdikleri pardösüleriyle insanlar sağa sola kaçışıyordu, canlı olan herşey ürkekçe boynunu eğmiş, kaçıyor, koşuyor, sığınacak yer arıyordu. yalnızca oradaki bankta karamsar düşüncelerle yumak haline gelmiş o insan ilgisizliğini koruyor, hareket etmiyordu, yeryüzünde hiçbirşey çaresizliği, kendinden ümidi kesmişliği, daha hayattayken ölmüş olmayı bu hareketsizlik, şakır şakır yağan yağmurun altında bu durgun ve duygusuz duruş, ayağa kalkamayacak kadar, korunacak bir dam altı bulmak için birkaç adım atamayacak kadar yorgun olmak, kendi varlığına karşı bu olağandışı ilgisizlik kadar sarsıcı bir şekilde ifade edemezdi. 32
Her zaman kibirle ruh, mantık, duygu dediğimiz,acı dediğimiz şeylerin aslında ne kadar zayıf, zavallı,sıkıntı veren şeyler olduğunu yine korku içinde duyumsuyorum, çünkü bütün bunların hepsi aşırı olsa bile acı çeken,eziyet çeken bedeni bütünüyle yok edemiyor: böyle zamanlarda ölmemek veya yıldırım düşen bir ağaç gibi yere yığılmamak için,insan güm güm çarpan kalbiyle o anlara tahammül gösteriyor. Yalnızca kısa bir süre , bu acı dizlerimin bağını öyle bir çözdü ki nefessiz,cansız ve sanki ölecekmiş gibi bir duyguyla o banka yığılıp kaldım. Ama dediğim gibi bütün acılar korkaktır, yaşama karşı duyulan aşırı arzu karşısında acı geriler; çünkü yaşama arzusu düşüncelerimizde var olan ölüm arzusundan çok daha güçlü bir şekilde bedenimizin her zerresinde mevcuttur. 67
4 notes · View notes
ikikelambirmeram · 5 years
Text
renkler, sesler; voila!
bazı şeyler düşünmekle çözülemiyor; hatta pek çok şey, eğer ki dipsiz bir kuyuda debelenmeye başlıyorsa insan. işte o zamanlarda zihnimi bulandıran ne varsa ona bir damla mürekkep karıştırmak benim çıkış yolum oluyor. okumak her şeyden biraz, bir şeyden çokça ya da yazmak küçük büyük defterlere, ekrandaki imleçler(l)e ayrı ayrı ve ince ince… onlar da tutmuyorsa bir ay'lı gökyüzü alırım artık yıldızı bol, seyrederim dolu dolu , düşünmekten çok hissederim. yine de karamsar ve karanlık tarafıyla gelir,her nasılsa öyle kabul ederim.
kitaplar diyorum azizim… ne çok şey vaat ediyorlar ve nasıl da sıcacık sarıyorlar zihnimizi. bazen kaçtığımız dünyadan bambaşka evrenler sunuyorlar, altına saklandığımız bir battaniye gibi sarıp sarmalıyorlar bizi. bazen isyan edip de dile getiremediğimiz ne varsa, onun gerçeğini, nedenini ve hatta çözümünü harita gibi önümüze koyuyorlar. en sevdiğim, hislerimizle başa çıkamayınca bambaşka yerlerden en ifade edilemezi müthiş bir ortaklıkla seslendiriyorlar. ve her zaman her şeyin üstünde tuttuğum o entelektüel hazzı yaşatıyorlar, yeni sorularla, sınırsızlıklarla ,büyük emeklerle ve derin anlamlarla bir tür zihin genleşmesi yaşatıyorlar. önce hiçbir şey görünmüyor sisten, sonra ipuçları geliyor sağdan soldan eğer sabredersen ve nihayetinde her şey netleşiyor bir anda ama sonu hiç gelmiyor. hepsinin ayrı bir zamanı ve yeri var, müzikler ve içkilerde olduğu gibi..
yazmak… bazen hiç düşünmeden, sırf kendini bulabilmek; derinlerde bir yerlerde olduğunu bildiğine geri dönebilmek için. bazen sorduklarınla bulduklarının bağlantılarını ortaya koyabilmek için. bazen içinde birikmiş acı, öfke, kırgınlık ne varsa zehrini atabilmek için. bazen unutmaktan korktuğun ayrıntıları bir resim gibi saklayabilmek için. bazense sadece özlediğin için…
yaşamak/yazmak çok ciddi bir iş bana göre. ve her ikisi de hata yapmadan ol-muyor. ne yazık ki hala(!) pek çoklarına göre anlamsız bütün bunlar. ben ise çoğunluğun aksine anıları değil an'ları biriktirmeye devam ediyorum yine. hayatında bir şiir okuyup da tam manasıyla yüreğindeki yırtılmaya şahit olmadıysa veya kaynağını bile bulamadığı hislerinin bir başkası tarafından kendi evinin  yolunu tarif ediyormuşçasına kolaylıkla ifade edilmesine tanık olup da ortaklık ve hayranlık duymadıysa bir insan niye yaşar ki?!
neden buradayız biz? bence fark etmek, anlamak ve sevmek için. çünkü fark ettikçe dönüşüyor insan, dönüştükçe daha çok anlıyor, anladıkça nefret edemiyor hiçbir şeyden ağız dolusu dahası sevebiliyor ifade edemeyeceği kadar; hem küçücük şeyleri hem de kendinden ayrı olanı! daha anlamlısını ben henüz bulamadım.
0 notes
barkoturktv · 5 years
Text
CHP’den flaş iddia… YSK gerekçesinden AKP kitapçığı çıktı!
Tumblr media
Fait Öztrak, düzenlediği basın toplantısında özetle şöyle konuştu: KORSAN İFADELERLE KARŞILAŞTIK: YSK'nın 6 Mayıs'ta açıklanan kısa kararında, seçimin iptal gerekçesi sandık kurullarında memur üyelerin eksikliği idi. Biz de gerekçeli kararda bu memur üyelerin ve memur başkanların eksikliğinin seçim sonuçlarını nasıl etkilediği konusunda delillerin, maddi kanıtların yer almasını bekliyorduk. Ama bunun yerine kısa kararda sözü bile geçmeyen bir takım korsan ifadelerle gerekçeli kararda karşılaştık. AKP “YSK seçimleri neden iptal etti?” diye bir broşür hazırlamıştı… 1 GÜN SONRA BROŞÜRDE: Kısa kararın yayınlandığı 6 Mayıs’tan tam 1 gün sonra AKP'nin ‘seçim neden iptal edildi' başlıklı broşürü var. 7 Mayıs’ta İstanbul’da tedavüle sokuldu. Bu broşürün başında ‘YSK, itiraz konusu edilen, hem sandık kurulu hem sandık başkanları memur üye konusundaki, buraya kadar tamam, hem de oy sayım ve döküm cetvellerindeki usulsüzlükleri tespit etmiş'. Böyle bir şey yok. Kısa kararda bu ifadeler yok. Sadece sandık kurulu ve başkanları ile ilgili memur üyelerin durumu var. Ama bir de baktık gerekçeli karara daha 7 Mayıs’ta yazılan bu ifade aynen girmiş. Bu kararın nerede yazıldığı belli. 12 SAYFAYI 7 ÜYE YAZAMADI: 250 küsür sayfa karar yazılmış. Bunun önemli bir kısmı muhalefet şerhi. 200 sayfası bir sürü tespit. Topu topu 12 sayfa var. Bu 12 sayfayı da 7 üye yazamamış. Çünkü bu minareye bir türlü kılıf bulamamışlar. Onu da Saray yazmış bunların eline vermiş, bunlar da imzalamışlar. Sonuçta imzasız mühür oy sayım döküm cetvelleri karara girince, tam bir hukuksuzluk ortaya çıkmış. BUNUN ADI SANDIK DARBESİDİR: Kararda memur olmayan sandık kurulu başkanlarının seçimin neticesine nasıl tesir ettiklerine dair tek bir somut bulgu yok. Cumhuriyet tarihinde ilk defa bir seçim, sandık kurullarının oluşumunda hata var denilerek iptal edilmiş oldu. Bunun adı sandık darbesidir. AKP YİNE Mİ İTİRAZ EDECEK? Sandıklarda görevli olan ve memur olmayan üyelerle ilgili AKP'nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı Binali Yıldırım'ın ‘itiraz etsinler değiştirsinler' yönündeki açıklamasıyla ilgili Öztrak, “Açıkçası, memur olmayan üyeler nedeniyle itiraz edip seçimi iptal ettiren AKP'nin adayının söylediği bu laflar ilginç. Biz tabi ki itiraz edeceğiz. Bundan sonra yeni bir YSK darbesi ile milli iradenin çalınmasının önlenmesi için elimizden gelen her şeyi yapacağız. Bu itirazları da yapacağız. Ama Binali Bey'in söylemiş olduğu bu laf gerçekten ilginç. Yani demek ki onlar itiraz etmeyecekler, eğer seçimi kaybederlerse bir daha masada aynı iddiaları dile getirerek seçimi kapabilmek için bunu kullanacaklar. Bu bir başka şeyi daha çağrıştırıyor. Sandık başında memur olmayan başkanları nereden tespit ettiler. Bir anda bunlar nasıl ortaya çıktı. Acaba bunlar bir önceki seçimi kapabilmek için konulmuş olan mayınlar mıydı? Seçimi kaybedince de bu mayınlar ortaya mı çıkarıldı diye insan düşünmeden edemiyor” değerlendirmesini yaptı. Sözcü Read the full article
0 notes
binevigunce · 7 years
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Karadağ’ın başat geçim kaynağı huzur
Düşler ülkesine şiirsel yolculuk
Dağları çevreleyen yolları aşıp varacağınız masalsı bir ülke. Eski tüfek bir otobüsün en arkadaki koltuğunda uykusuzluktan bayılmak üzereyken dağların bulutlardan şapka taktıklarını görüp uykuya yenik düşmemek için kendinizle amansız bir mücadeleye girmenize değecek şiirsel bir yolculuktan söz ediyorum.
Montenegro. Başka bir deyişle Karadağ. Henüz bakir. Bakir; çünkü yatırımcılar iri ve bir o kadar da kanlı gözlerini Karadağ’a dikmemişler daha. Ormanlar tahrip edilip başı göğü kesen oteller inşa edilmemiş. Turizmi canlandırmak pahasına tarihi eserlerin bulunduğu alanlar lağvedilip tatil köyleri kurulmamış. Karadağ’ın insan eliyle oluşturulan  yapay turizm cennetlerinden ayrıksı olmasının sebebi doğal güzelliklerin korunmasından ileri geliyor. Deniz kenarlarına kurulan özel işletmelerin insanlara sunduğu “mükemmel tatil” vaatlerine pek sık rastlanmıyor Balkanlar’ın düş ülkesi Karadağ’da. Nüfusu 600-700.000 civarında. Bu rakam dengeli bir nüfus politikasından mı kaynaklanıyor, bilemiyorum. Ancak Karadağ nüfusunun yoğun olmaması, nüfus yoğunluğundan kaynaklanan birçok sorunun yaşanmasına mani oluyor. Sokaklarda birbirini ezmek pahasına acelesi olduğu için koşuşturan kalabalıklara rastlanmıyor. İlginçtir ki araç sürücüleri, yayalara yol veriyor. İlginç; çünkü alıştığımız bir davranış biçimi değil bu. Sokakta annesiyle birlikte yürürken bir yandan da çikolatasını yiyen çocuk, çikolatasının paketini yere değil; birkaç adım ötedeki çöp kutusuna atıyor. Sokakta mayo ve bikinileriyle yürüyen insanların yüzleri tebessümler saçıyor. Huzur, Karadağ’ın başat geçim kaynağı, diye düşünmeden edemiyor insan. Hal böyleyken siz de huzur kervanının bir yolcusu olup çıkıyorsunuz. Gezinizin sonunda ülkenize dönmek zorunda olduğunuz düşüncesi Adriyatik Denizi’ne dalıp bir balık gibi bata çıka sizden uzaklara doğru yol alırken bir de bakıyorsunuz ki ağzınız kulaklarınıza varmış biçimde sokakları arşınlıyorsunuz, tıpkı bir Karadağlı gibi. Haberlere bakmıyorsunuz uzunca bir süre. Ülkede ne olup bittiği zihninizi taciz etmiyor. Adeta meditasyon yaptıktan sonra dinginliğe ermiş bir bilgenin zihniyle deneyimliyorsunuz gördüklerinizi.
Kaval sesinin peşindeki fareler
Düşlere gebe bir anne
Karadağ düşsel gerçekliğe gebe bir anneyi andırıyor. Doğurgan, şefkatli ve yüce… Kentleri ise çocukları. İyi yetiştirilmiş, mütevazi; ancak alımlı çocuklar…
 Başkent Podgorica. Bir Ankara havası sezilmiyor değil Podgorica’da. Karadağ’ın Ankara’sı, desem yanlış olmaz. Parklar, bahçeler bir hayli fazla. Kentin ortasından birbiriyle cilveleşen iki nehir geçiyor. Moraca ve Ribnica. Başkent’e hava yolunu kullanarak gitmek mümkün. Türkiye’den direkt uçuşlar mevcut. Balkanlar’da olduğunu beş duyu organının beşiyle  birden duyumsamak isteyenler ise otobüs yolculuğunu yeğlemeli bence. Seneler öncesinden kalma eski tüfek otobüsler… Yer yer yırtılmış koltuk kumaşları, otobüsün içini sarmış eski kitap sayfaları kokusuna benzer bir koku ve yol boyunca çalan yerel ezgilere kısık ve mahcup bir sesle eşlik eden Balkan yerlileri… Ne Podgorica’daki otobüs terminali ne de Karadağ’ın şehirlerine ulaşmanızı sağlayacak ulaşım araçları tahayyül ettiğiniz kadar büyük değil. Sözgelimi Podgorica’dan Kotor’a gitmeyi düşünüyorsunuz. Gişede sigarasını tüttüren görevliden üstünde koltuk numarası bulunmayan bir bilet satın alıp az sonra hareket edecek bir minibüste kendiniz için boş bir yer tutmaya koyuluyorsunuz. Yolun ne kadar süreceği muamma. Kulaktan dolma birkaç bilgiyle tahmini varış saatini kestirmeye çalışabilirsiniz. Ancak sizi saran ruh hali niceliksel verilerle uğraşmanıza müsaade etmeyecektir. Yine de bir öngörünüzün olması adına söyleyeyim: Karadağ şehirleri birbirlerine yaklaşık 2 saat uzaklıkta. Yollar oldukça dar ve kıvrımlı. Şoförler daha önce bir ralliye katılıp yarışı kazanamamış yarış arabası pilotlarından hallice. Sürate hazırlıklı olun! Yol boyunca bir yanınızda heybetli dağlar, öte yanınızdaysa güneş ışıklarıyla sevişen Adriyatik Denizi’nin ılık suları size eşlik ediyor olacak. Başınızın manzaranın ilahiliğinden mi yoksa virajlı yolların sahiciliğinden mi döndüğünü bir süre boyunca anlamayacaksınız. İyi ve kötü, birbirine akan sıcak ve soğuk su kaynakları gibi harmanlanmış olacak olmasına ama yine de yolun sona ermesini hiç mi hiç istemeyeceksiniz.
Kotor, Podgorica’ya nazaran daha küçük bir şehir. Kotor’un alameti farikası şarapları. Gezmek için araç gerekmiyor. Şehri yürüyerek boydan boya gezebilirsiniz. Adriyatik Denizi, şefkatli bir el gibi Kotor’un bedenini okşuyor. Bir dağın doruğunda konuşlanmış Kotor Kalesi, kenti gezen insanlara huzurlu olmalarını salık vermek istercesine sesleniyor. Kaval sesinin peşine düşen fareler gibi Kale’nin sesini işittikçe büyüleniyor ve kentin eski yapıları barındıran kısmına girmek üzere tarihi surların önüne geliyorsunuz. Surların ardında ne olduğundan bihaber yürüyor ve Eski Şehir’e varıyorsunuz. Sovyet mimarisinin örnek yapıları karşılıyor sizi. Bölgeye kiremit kırmızısı ve birbirinden güzel pastel renkler hakim. Çam yeşili, gök mavisi, kemik beyazı… Sokak müzisyenleri köşe başlarını mesken tutmuş. Derken  kendinizi ara sokakların şehvetine kapılmaktan alıkoyamıyor, daracık merdivenlerden Kale’ye doğru tırmanışa geçiyorsunuz. Her katta benliğinizi bulmaya biraz daha yaklaştığınız için seviniyorsunuz. Dağ kekiklerinin kokusuyla kendinizden geçiyorsunuz. Kente hakim bir tepeye kurulmuş olan Kale’ye vardığınızda mütemadiyen rüyalarınızda kovaladığınız o sureti belirsiz kimseyi bulmuşçasına tatmin olmamanız işten bile değil. Bir de henüz göğe doğru tırmanışa geçmeden evvel bir şişe şarap alıp da geldiyseniz tadından yenmez. Şarabınızı yudumlarken Adriyatik Denizi’nin berrak yeşil sularına dalıp gidebilir, başınızın biraz üstündeki bulutları yakalamaya çalışabilirsiniz.
2 notes · View notes
wanderingmiri · 5 years
Text
Günler Kitap Özeti-Yorumu
Tumblr media
Cemal Süreya'nın şiirlerine hayrandım bu kitabıyla bir kez daha hayran kaldım gerekiyor. Ece Ayhan, İlhan Berk, Özdemir Asaf, Orhan Pamuk, Orhan Veli ...
Cumhuriyet Dönemi eserleri o kadar güzel ve ince yazılmış ki kitabın içinde kaybolmamak elde olmuyor doğrusu. Cemal Süreya'nın 993 gününün kendi kaleminden olduğu bu kitapta bir bakıma insanlığın, edebiyatın, Türkiye'nin kısacası etrafta olduğu bizimde. Ne kadar çok kaybetmişiz insanlığımızı. Cemal Süreya, kitap az satılan yazarların ezildiğini gördüğü için, kötü hissettiği için sevmez ve istemezmiş imza günlerini. Bu düşüncede olan, bu naiflikte olan yazarlarımızın şiirlerini okuyup da bu kadar bencil bir nesil olacaktır nasıl başardık diye düşünmeden edemiyor insan esasında.
Cemal Süreya sigarasını yakacakken incelemek kişi çakmağını uzatır ve der ki; "İşte bana muhtaç oldunuz." Ve Cemal Süreya yerinden kalkarak sigarasını yakmaya mutfağa gider. Dik durmayı da sizden gerekiyor.
Bir kitap hem çok şey öğretip hem çok şey anlatabilir kitabın yazarı bir şairse tabii. Kendisi Aziz Nesin'e kırgındır. Çünkü Aziz Nesin şiiri gereksiz olarak nitelendirilmiştir. Kendisi hayatı haline getirdiği bir şeye başka bir yazar arkadaşı gereksiz olarak nitelendirdiğinde ona karşı duyduğu derin kırgınlığı hissettim. Başka bir yerinde Seyrani'nin bir sözünden bahsetmiş; "Toprak habil'i kabul ettiyse, yüzünün yumuşaklığındandır." Bu söz de çok etkiledi beni doğrusu. Düşündürdü biraz. Acaba dedim acaba bazı insanlarda toprak gibi mi sürekli kırılan ama kimseyi kıramayan o naif insanlardan kaldıysa şayet içindir toprak içindir dedim. Çünkü bir insanın mahvetti. Ve insanların mahvettiği bu dünyadan yine insanlar şikayet etti.
Cemal Süreya. Çocukça adlı bir dergide çocuklar için yazılmış yayımlar sonradan kovulur. Kovulmasına rağmen çok ciddi o yazdığı yazıları, o köşeyi, o makaleleri okuyan lakin kendisinin tanımadığı o bilgilerin sever şair. René Char'ın "Güneşi gördüm, alçaktan uçuyordu." Dizesi çok etkili Cemal Süreya'yı gerçek gerçek şiirin temeline indirdiğini söyler. Tüm şair arkadaşlarıyla paylaşır bunu, benimser o dizeyi. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın eleştirilerini de çok sever, onun romanlarını okumamış olduğunu için bir eksiklik sayar. Yazılı, şairi tanır kendileri. Kitaplarını, şiirlerini okumuştur. Onun sayesinde neler şairi, yazarı bana da tanıttı ....
İstanbul'da Hatay adlı yerde şairlerin çoğu arkadaşlarıyla buluşur, eserlerini, dergilerini, yazılarını ve yazarlarını tartışırdı. O günleri, bu tartışmaları seviyordu. Bir süre Darphane'de müdürdü ve arkadaşı Vecihi Tümuroğlu Nef'in bu işi yaptığını söylediğinde çok mutluydu ve aynı işi büyük bir şairle yaptığını övdü ve daha sonra Vecihi Tümuroğl'un da Nef'ın bu işi yaptığını söyledi. Nabi değilim. Bu kitabı okuduğumda, onu öğrendiğinde hissediyorum. Utanmış hissediyorum. Tam olarak hissettiğini vermese de, makalesinin sonuna geldiğinde bize hissettiği hissi verebilir. Cemal Duraya Metin Eloğlu ile anlaşamadı. Düşüncelerinin tersine çevrilmesine rağmen Metin Eloğlu'nun onun hakkında tam bir şair olduğunu ve şiirden oluştuğunu yazdı. Buradan anlıyoruz Cemal Sürya'da bencillik yok, ona doğru olanı söylüyor. Önceki sayfalarda Adalet Ağaoğlu, Cemal Sürya'yı takma adları karıştırdıktan sonra kendini eleştirmekle suçladı. Ancak Cemal Süreya bu makaleyi bile bilmiyordu, ancak günlüğüne yazmadığını, ancak "sağlık olsun" dedi. Sonra içerdeki kızgınlığı hissetti.
399. Röportajını Gün Enver Ercan ile paylaşmaktan hoşlanıyordum. Sanki aklımıza onun hakkında bazı sorular sormuş gibi. Bu röportaj ile bir kez daha Cemal Sürya'yı sevdim.
Kitapta, Cemal Sürya'nın bizi geçmişe getirdiği bu etkinin, hayatından bulduğumuz bölümlerin yanı sıra kolayca geçeceğini düşünmüyorum.
0 notes
ergumuaz · 5 years
Text
Deniz Baş yazdı…
Bozcaada, Türkiye‘de köyü olmayan tek ilçe özelliği ile Çanakkale‘ye bağlı, şirin mi şirin bir ilçemiz. Feribotla ulaşımın sağlandığı adaya yaklaşırken, ilk göze çarpan Bozcaada Kalesi, heybetiyle hoş geldiniz diyor adeta. Bu  kadar büyük bir kale bu küçük adaya niye yapılmış diye düşünmeden edemiyor insan. Kalenin kimler tarafından ne zaman yapıldığı kesin olarak bilinmemekle birlikte, çok önemli medeniyetlere hizmet ettiği  ortada; Cenevizlilere, Venediklilere, Bizanslılara, Osmanlılara… 
Farklı medeniyetlerde kim bilir nelere şahitlik etti bu görkemli kale. İçerisinde sarnıç, cephanelik ve karargâh bölümleri var. Zamanında asma köprü ile girişi sağlansa da şu anda sabit bir köprüden kaleye giriş yapılıyor. 1455’de Fatih Sultan Mehmet zamanında onarım gören kale 1815’de II. Mahmut döneminde de onarılmış. Kalenin haşmeti ile birlikte, denizin yemyeşil duru, berrak görüntüsü aklınızdaki her şeyin silinmesine sebep oluyor, hafifliyorsunuz, üzerinizdeki negatiflik ve sıkıntıları deniz sanki kendi içine çekiyor. Kuş gibi hafifliyorsunuz… Ulu çınar ağaçlarına, üzüm bağlarına, zeytin ağaçlarına bolca rastlanılan adada 17 adet rüzgâr türbini de ülkenin elektrik üretimine büyük ölçüde katkıda bulunuyor. Bir rüzgar türbini, adanın bütün elektrik giderini karşılıyor.
Zeytinin, peynirin,  üzümün, çeşitli otların, sebzelerin, meyvelerin çoğu kendi topraklarında üretilen adanın, kahvaltıları meşhur. Kahvaltıda en çok dikkatimi çeken, reçellerin, kurabiyelerin çeşitliliği ve adaya özgü oluşu. Reçel çeşitlerinden, adaya özgü domates reçeli başta olmak üzere incir, gelincik, kırmızı biber, mandalina reçellerinin de tadına mutlaka bakılmalı. Özgün tatlara sahip adanın, başta sakızlı kurabiyesi olmak üzere kurabiyeleri de tadılmadan geçilmemeli. Pansiyon, otel hizmetleri gerçekten çok pahalı olsa da, kahvaltı fiyatları genellikle, kaliteli mekânlardaki Türkiye ortalamasının üzerinde değil. Yaşadığım şehir Adapazarı ile karşılaştırdığım vakit, kahvaltıdaki çeşitliliği de göz önüne alırsak, bana normal geldi.
Adanın içinde Rum ve Türk mahalleleri diye iki ayrı bölge var. Rum mahallesi  daha bakımlı, çiçekler içinde taş evleri, dar sokakları  ile dikkati çekiyor. Restoran, kafe, yeme  içme, eğlence mekânları gibi turistik yerler daha çok Rum Mahallesinde… Türk Mahallesi’nde ahşap ve cumbalı evler dikkate değiyor. Mimari farklılık iki  mahalle arasında bariz bir şekilde belli. Rum mahallesi daha albenili. 
Genel olarak adanın her yeri tertemiz. Adada uzun süredir naylon poşet kullanılmıyormuş, yerine bez torba, kağıt torba uygulaması yerleşmiş. 
Üzüm Bağları’nı görmek için de ayrıca Ada içinde turlar düzenleniyor. Adanın sokakları gezmekle  bitirilecek, doyulacak  gibi değil. Her biri ayrı bir güzelliğe sahip, çiçeklerle rengarenk süslenmiş, daracık sokaklarında dolaşıp yorulunca, bir kahve içmek için önümüze gelen herhangi bir restorana oturduk. Hem bir soluklanalım hem de bir kahve keyfi yapalım istedik. Artık kısmetimize iyi kötü ne olursa dedik, koltuklara attık kendimizi. Çok hoş bir sunumla gelen kahve bizi şaşırttı ve memnun etti. Naneli limonata, çikolata çeşitleri ile köpüklü  kahvelerimiz, kişiye özel dantelli tepsilerde  geldi. Mekân da çiçekler içinde zarif bir yer.. Masamıza ayrıca sigara içen var mı diye soruldu, bir arkadaşımız evet deyince siyah bir sigara da ikram edildi, içen arkadaşımız sigaranın içimin  beğendi.  İlk defa sigaralı bir kahve servisi gördüm. Kahve fiyatı da böyle bir yer için mâkuldü. Ayrılırken  yorgunluğumuzu orada bıraktığımız fark ettik. 
Türkiye’de çok tutulan, gözde yerlerden  Alaçatı, Şirince gibi yerlerle karşılaştırıldığında, Bozcaada özgünlüğünü, sadeliğini daha iyi korumuş durumda. Yüksek ve aykırı  binaların olmaması adanın ruhunun korunduğunu gösteriyor. Umarım ada bugünkü halini koruyarak gelecek nesillere aktarılır. 
Eski adı Tenedos olan Bozcaada aynı zamanda mavi beyaz gözlü, küçük kargaları ile meşhur bir ada. Bir şey yediğinizi görmesinler hemen yanınızda bitiyorlar. Bu arada Tenodos Kargası ile ilgili güzel de bir fıkra var. Biraz tebessüm edelim: 
Bir zamanlar Tenedoslu bir Rum başka bir şehirde zangoç olarak çalışıyormuş. Bir karga da  sürekli kilisenin haçına (istavruz) pislermiş. Haçı temizlemekten bıkan zangoç, bir kaba şarap ve ekmek koyarak haçın altına koymuş. Ama karga şarabı ve ekmeği yedikten sonra, haça yine pislemeyi ihmal etmemiş. Zangoç, haçı temizlerken bir yandan da söyleniyormuş. “Sen Hıristiyan olsan haça pislemezdin, müslüman olsan şarap içmezdin, sen olsa olsa ‘Tenedos Kargası’ olmalısın!”
This slideshow requires JavaScript.
Deniz BAŞ
Bozcaada Notları Deniz Baş yazdı... Bozcaada, Türkiye'de köyü olmayan tek ilçe özelliği ile Çanakkale'ye bağlı, şirin mi şirin bir ilçemiz.
0 notes
haberoldu-blog · 6 years
Text
10. İstanbul Edebiyat Festivali devam ediyor
https://haberoldu.com/10-istanbul-edebiyat-festivali-devam-ediyor
10. İstanbul Edebiyat Festivali devam ediyor
Türkiye Yazarlar Birliği (TYB) İstanbul Şubesi ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Daire Başkanlığı’nın iş birliğiyle düzenlenen “10. İstanbul Edebiyat Festivali”nin beşinci günü “Hikâye Yazmak” oturumuyla başladı.
HİKÂYE ”YAZMAK”
Edebiyat Festivali’nin beşinci günü “Hikâye Yazmak” oturumu ile başladı. Naime Erkovan, Recep Seyhan ve Necip Tosun’un konuşmacı olarak katıldığı oturumda geçmişten günümüze hikâyenin serüveni konuşuldu.
Hayatı Kurgulamak
Naime Erkovan, ”Hayatı Kurgulamak başlıklı konuşmasına, hayatın ve kurgunun nasıl anlaşılması gerektiğini açıklayarak başladı. Yalın gerçeğin veya hakikatin, tek başına insanın dikkatini çekmediğini, o gerçeğin hayalle ve kurguyla yeniden şekillenerek hikâyeleştirilmesi ile hafızamızda yer ettiğini söyledi: “Yalın hakikat görülmeye değer mi? Gördüğümüz her şeyin anlatılması doğru mudur? O zaman bir raportörden farkımız kalır mı? Her yalın gerçeğin içinden bir hikaye çıkarmak mümkünse de, biz bize dokunan gerçeğin hikayesini yazmayı tercih ederiz. Çünkü aklımızda aforizmalar değil, hikâyeler kalır. Kur’ân mealini hepimiz okumuştur. Orada aklımızda kalanlar genellikle Peygamber kıssalarıdır. Biz hayatı kurguluyoruz çünkü hayatı anlamaya çalışıyoruz. Hızla akan hayatın içinde edebiyat bizim hafızamız gibidir.” 
”Geleneksel hikâye insanın yaratılışıyla ilişkilidir”
Recep Seyhan, “Geleneksel Türk Hikâyesinden Modern Hikâyeye” başlıklı konuşmasında, geleneksel hikâyenin köklerini anlattı: “Geleneksel hikâye insanın yaratılış hikâyesiyle doğrudan ilişkilidir. Yaradılışımızın temelinde Âdem ve Havva’nın hikâyesi var ve o hikâyede muazzam bir kurgusal zemin var. Yani bizim geleneksel hikâye dediğimiz türde bulunması beklenen her unsur var. Yine Habil ve Kabil kıssası, Nuh Tufanı, Peygamberlerin mücadelesini anlatan kıssalar, geleneksel hikâyenin unsurlarını doğrudan aldığı hikâyelerdir. Geleneksel hikâyenin de köken olarak bu mukaddes hikâyelerden beslendiğini düşünüyorum.” Konuşmasını ilk geleneksel hikâye örneklerinden bahsederek sürdüren Seyhan, İbni Nefis’in “Gadıl Bin Natık” hikayesi üzerinde Türkiye’de sadece bir çalışma yapıldığını söyleyerek, bu konuda daha fazla çalışma ve araştırmaya ihtiyaç olduğunu söyledi. 
”Türk edebiyatında bir dönem Müslüman edebiyatçılar yok sayıldı”
“Günümüz Öyküsü” başlıklı bir konuşma gerçekleştiren Necip Tosun, hikâye yazmaya başlama sürecini, beslendiği edebiyatçıları ve çalışma disiplinini anlattı: “18 yaşlarında Üniversite için Ankara’ya geldim. Kaydolduktan hemen sonra Mavera dergisine gittim. “Merhaba ben Necip Tosun. Öğrenciyim” dedim. Karşımdaki abi de “ben Cahit Zarifoğlu’yum ben de şairim” dedi. “Her gün dergiye uğra” dedi. “Tamam” dedim. Benim ilk tanıdığım edebiyatçı Cahit Zarifoğlu idi. Bizi nasıl okumamız, neler okumamız gerektiği konusunda yönlendirdi. Ben de günlüğüme Cahit abinin anlattığı her şeyi yazıyordum. Daha sonra Rasim Özdenören, Erdem Beyazıt, Nuri Pakdil gibi edebiyatçılarla tanıştım ve günlüğüme bu yazarlarla ilgili düşüncelerimi kaydetmeye devam ettim. Çok sıkı bir okuma evresine girmiştim. Günlüklerimi yazarken fark ettim ki beş tane öykü yazmışım. Onları daktiloya çektim ve Rasim hocaya götürdüm. Üç öykümü arka arkaya okudu ve “yaşın kaç” dedi. “18” dedim. “Bu yaşlarda bunalım öyküleri yazılmaz git âşık ol öyle hikâye yaz” dedi.” Hikaye yazma sürecini anlattığı konuşmasını şöyle sürdürdü Tosun: “Ben bu insanlarla tanıştıktan sonra kendime bir yol çizdim. Hikâye yazmaya başladım. Çalışma disiplinimi hiç aksatmadım. Yazacağım bir kitap için beş yıl içinde 100 kitap okudum. “Modern Öykü Kuramı” böyle yazıldı mesela. Zevkli bir okuma serüvenim olmadı açıkçası.” 80’li yıllarda Müslüman edebiyatçıların edebiyat dünyası tarafından yok sayıldığını anlatan Tosun şöyle konuştu: “Türk edebiyatında bir dönem Müslüman edebiyatçılar yok sayıldı. Sol kanon tarafından. Bugün aynı hataya biz düşmemeliyiz, her kesimi kucaklayıcı olmalıyız. Aslında biz 80’den sonra tek gözlü bakışa itiraz ederek yaptığımız bütün çalışmalarda, Sezai Karakoç’ların, Necip Fazılların, Erdem Beyazıtların varlığını ve edebiyatlarının değerini öne çıkardık.”
Program dinleyicilerin sorularının cevaplanmasının ardından sona erdi. Program sonunda çekiliş yapılarak dinleyicilere çeşitli kitaplar hediye edildi. 
MEDYA VE EDEBİYAT
Edebiyat Festivali’nin Beşinci gününün ikinci oturumunun başlığı Medya ve Edebiyat oldu. Bünyamin Yılmaz’ın yöneticiliğinde gerçekleşen programa, Zeynep Türkoğlu, Bedir Acar, Bilali Yıldırım konuşmacı olarak katıldılar.
”Gazeteler Sosyal Medya karşısında kan kaybediyor”
Bedir Acar gazeteci edebiyatçılardan bahsederek başladığı konuşmasında, gazetelerin kültür-sanat sayfalarının işlevini ve kültür sanat haberciliği yapmanın gazete dışındaki imkânlarından bahsetti:  “Bizim medyamızda edebiyatçı yönü ağır basan pek çok gazeteci var. Buna rağmen, öyle bir noktaya geldik ki gazeteler artık kan kaybediyor. Kültür sanat mecrasını yönlendiren editör sayıları azalıyor. Branşlaşmak zorlaşıyor. Bundan sonrası ne olacak? Bundan sonrası bana göre zor. Sayfa azaltma yoluna gidiyor gazeteler. Günlük gazete okuma alışkanlığı artık yok oluyor. Sosyal medya ve cep telefonları karşısında gazete cazibesini yitiriyor. Gelecek kuşaklar için gazete önemli olmaya devam edecek mi bilmiyorum.”
”Edebiyatımızla, yaşayışımızla ne düne ne de bugüne ait olmayan arada bir yol arıyoruz”
Kültür-Sanat yayıncılığı üzerine bir konuşma yapan Zeynep Türkoğlu kendi gazetecilik tecrübesinden yola çıkarak, kültür sanat yayıncılığının önünde duran engellere dair düşüncelerini aktardı. “Doğrudan kültür sanat haberciliği yapmak, tad almadan yapılacak bir iş değil. Kültür-Sanat haberciliği gündemin üst sıralarında kendine yer bulabilirse birkaç saniye de olsa genel izleyici kitlesine ulaşabiliyor.  Ama gündeme, güncele dair bir muhteva içermezse, sınırlı bir kitleye ulaşabiliyor. Kültürün, edebiyatın vaat ettiği şeylerle, güncel dilin vaat ettiği tavır pek buluşmuyor. Bizim 800 yıl 1000 yıl önceki medeniyetimizin dünyası başka bir dünyaydı. O kadar büyük bir mirasın altında mı kaldık, taşıyamadık mı diye düşünmeden edemiyor insan. Yeni bir dünya kuruldu ve biz sahip olduğumuz kültürün güncel yansımalarını ne kadar aktarabiliyoruz? Edebiyatımızla kültürümüzle yaşayışımızla ne düne ne de bugüne ait olmayan, arada bir yol arıyoruz. Geçmişimizin kültürel öğelerini nostalji gibi aktarmak yerine bugüne dair güncelleştirmek, yapabileceğimiz en önemli şeydir bana göre.” 
”Yaşadığımız çağı edebiyatın diliyle anlayabileceğimizi düşünüyorum”
Haber dili ve edebiyat dili üzerine bir konuşma yapan Bilali Yıldırım, edebiyat dilinin haber diline nüfuz etmesinin, haberi içimizde duymamız için önemli olduğunun altını çizdi: “Haberin dili mi sanatın dili mi uzun sürelidir? Sanatın dilinin uzun süreli olduğunu düşünüyorum. Yaşadığımız çağı edebiyatın diliyle anlayabileceğimizi düşünüyorum. Edebiyatçıların gazeteci olması, iyi bir şeydir. Haberin dili çok soğuk ve serttir. Edebiyat ise daha çok kalbe seslenir. “Afganistan’da ABD saldırısı sonucu 100 çocuk öldü” diye haber yapıldığında o haberdeki çocuklara dair bir bilgi oluşmaz bizde. Ama o çocuğun bir tanesinin bu sabah icazetini almak üzere okula gitmek üzere hazırlandığını, sabah ailesiyle kahvaltı yaptığını, heyecanla okuluna gittiğini ve daha böyle 99 hikâye daha olduğunu anlatırsak, işte bu bizde kalıcı bir iz bırakacaktır. Yani zamanı edebiyatla bir yerde sabitlememiz mümkün. Edebiyatın dilinin haber dilini değiştirmesi gerektiğini düşünüyorum.” Sözlerine orijinal ve iyi işler çıkardığımızda dünyaya seslenebileceğimize işaret eden Yıldırım, Aziz Sancar’la ilgili, film sahnesine benzettiği bir örnek verdi: “Nobel aldıktan sonra hayatınızda bir şey değişti mi diye sordu gazeteciler Aziz Sancar’a, şöyle dedi: “Çok değişmedi, akşam eve gittim hanım dedi ki çöpü dışarı çıkar.”
MEDENİYET AKLI
Savaş Ş. Barkçin: ”Asli kavramlarımız olmadan asli düşüncemiz olamaz”
Edebiyat Festivali’nin beşinci gününde, “Kitabına Göre Konuşalım” programı gerçekleştirildi. Birol Cürgül’ün yönetiminde, Savaş Ş. Barkçin’le “Medeniyet Aklı” kitabı üzerine konuşulan programda, dinleyiciler de sorularıyla programa katılma imkânı buldu.
Medeniyet ve akıl kavramlarını güncel örneklerle izah eden Savaş Ş. Barkçin, iman ve tevhid kavramlarının bizim medeniyetimizin manası olduğunun altını çizdi. Bu anlamda Osmanlıca öğrenmenin ilk şart olduğunu söyledi: Osmanlıcayı kendi kendime öğrendim. Çünkü asli kavramlarımız olmadan asli düşüncemiz olamaz. Asli düşüncemiz olmadan da hayatımız olmaz. Biz genellikle medeniyet, milli manevi değerler kavramlarını dış yüzden anlıyoruz. Oysa asıl anlaşılması gereken manadır.”
Osmanlı tarihini sevmenin bize faydası olmadığını, onun üzerinde inşa edildiği tevhid ve imanı anlamanın ve o aşk ve vecdi örnek almanın gerektiğini söyleyen Barkçin, sözlerine şöyle devam etti: “Süleymaniye camiinin çok güzel ve görkemli olduğunu söylemek bize bir şey katmaz. Süleymaniye’deki kulluğu görüyor musun? Süleymaniye’nin kopyasını yapmak mesele değil, ondaki mânâyı kavrayıp yeni şeyler üretmektir mesele. Mimar Sinan bile hiçbir eserinde kendini tekrar etmemiş, her eserinde yenilemiştir. Bizim Süleymaniye’yi taklid eden camiler yapmamız, yeni bir şey üretemediğimiz anlamına gelir. Kalıbı bilelim ama anlama talip olalım.”
Batı felsefesinin bütün akımlarıyla kısmi doğrular muhteva etmesinin, onun tamamının doğru olarak kabul edileceği anlamına gelmediğini söyleyen Barkçin, “Hikmet müminin yitik malıdır, nerede bulursa alır” hadisini hatırlatarak, “iyi ve doğru varsa zaten bizimdir, Müslümanlarındır. Müslüman özgüvenli olmalıdır. Marks’ta parlak bir fikir gördüğümüzde onu alır değerlendiririz ama Marks’ın büsbütün parlak olduğunu söyleyemeyiz. Öyle olsaydı kendine faydası olurdu” dedi.
“Osmanlılar Batı’ya ilk mağlup olduklarında hissettikleri yıkımdan dolayı Batı’ya tamamen kapanmayı tercih etselerdi bugün daha şahsiyetli bir toplum olurduk. Bizim temel vasfımız tevhid-iman ise Batı’nınki küfürdür. Batı “ben” sistemi içindeyken biz imana bağlı bir tevhid anlayışındayız. Batı yıkıcıdır. Her alanda.” diyerek sözlerini sürdüren Savaş Ş. Barkçin, dinleyicilerin sorularını da cevaplandırdı.
Bu yıl “Yazmak ve Yaşamak” teması üzerinden hazırlanan festivalde, 40’ı aşkın oturumda 100’e yakın konuşmacı yer alacak. Şiir ve müzik dinletilerinin de katılımcılarla buluşacağı festival, 15 Aralık’ta sona erecek.
YAZI TÜRLERİ ÜZERİNDEN…
Edebiyat Festivali’nin 5. gününde “Sinema, Tiyatro ve Eğitim yazarlığı” programı gerçekleştirildi. İhsan Kabil, Hale Cürgül Canat, Mehmet Sabri Genç ve Ahmet Maraşlı’nın katıldığı programı Fatma Gülşen Koçak yönetti.
”Hakikate ulaşmak için gözlerin görmesine ihtiyaç yok”
Mehmet Sabri Genç “Mekân Yazarlığı” başlıklı konuşmasında, mekânın Doğuda ve Batıda nasıl algılandığı üzerinde durdu. Mekân yazarlığını birkaç örnekle somutlaştıran Genç, mekânın suretindekinin değil, perde arkasındaki hakikatin o mekâna ruh verdiğini anlattı. Mithat Enç’in gözleri görmediği halde usta bir mekân yazarı olduğunun altını çizdi: “1909 doğumlu Mithat Enç “Uzun Çarşı” eserinde bir mekânı tasvir eder. Aslında mekânın tasvirinden ziyade oraya ruhunu vermiş şeylerin hikâyelerini anlatılır. O kitap Türk edebiyatının şaheserlerindendir. Mithat Genç görme engellidir. Buna rağmen mekânın arkasındaki gizlenmiş hakikati ortaya çıkarma çabası görünür. “Bitmeyen Gece” isimli otobiyografisinde Viyana’ya tedavi için gider. Fakat bir netice alamaz. Orada bir Viyana tasviri var. Bir doğu evladı olarak, Viyanalı filozofların göremeyeceği hakikatleri görmüştür. Newyorka taşınır ve kapitalizmin mekân anlayışı hakkında müthiş gözlemlere rastlarız. Gözleri görmüyor Enç’in ama demek ki görmek için, hakikate ulaşmak için gözlere ihtiyaç yok.” Mekân algısını asansör örneğiyle dile getiren Sabri Genç sözlerini şöyle sürdürdü: “Modern zamanın en büyük icadlarından biri asansördür. Daha yükseğe çıkmak için asansör üzerine çalışıyor Amerikalılar. Daha yüksek binalar yapmanın yolu açılıyor. Newyork bir mekânın “yere” dönüşmesiyle karşılaşıyor. 2. Mahmut döneminde bunun yansıması yeni modern binalar yapılması, yeni camiler yapılması olmuştur. Sultan Abdülmecid döneminde yapılan camilere Barok mimarisinin unsurları girmeye başlar. İşgal de fetih de mekânın dönüşmesiyle başlar. Bu gerçeklik dünyasındaki mekân ile hakikat temelli mekân anlayışı arasında bir uçurum vardır.”
”Dünyanın rekabet edemeyeceği bir nesil yetiştirmemiz gerekiyor”
Eğitimci yazar Ahmet Maraşlı “Eğitimci Yazarlık” başlıklı konuşmasında eğitimin yerli ve milli olması gerektiğinin altını çizdi: “Eğitimci deyince akla öğretmenler gelir. Aslında farkında olsa da olmasa da her ae baba eğitimcidir. Bizim bir derdimiz var, bu der nedir? Bizim derdimiz dünyadan kötülüklerin hükmünü kaldıracak, dünyayı iyilerle dolduracak pırlantalar pırlantası öncü nesillerin yetişmesidir. Dünyanın rekabet edemeyeceği bir nesil yetiştirmemiz gerekiyor. Bunlar hamasi laflar gibi görünüyor ama ben bunların arkasını doldurabileceğimize inanıyorum. Sadece ithal değil, medeniyetimizin ruhuna uygun özgün çalışmaların oluşturduğu bir eğitim sistemi. Sadece ithal edilen sistemle eğitilen öğrenciler, medeniyetimize uygun fertler olsa bile, neden kendi ruhuna uygun bir sistemle yetiştirilmediğinin ağırlığını yükünü taşımaz mı? Eğitim modellerimizi oluşturmazsak, sadece ithal sistemler bizim istediğimiz nesli yetiştirir mi? Kendimiz kendi modellerimizle geliştiremediğimiz sürece, üretmediğimiz sürece, teknoloji bağımlılığı gibi eğitim sisteminde de bağımlılığımız devam eder.”
”Sağlam bir izleyici olmanın yolu, temel ilim ve bilimlere aşinalıktan geçiyor”
Sinema eleştirmeni İhsan Kabil, sinemaya yaklaşım tarzını ve sinema yazarlarının beslenmesi gereken kaynakları anlattığı konuşmasında şunları söyledi: “Sinemaya yaklaşımda farklı bir yerde durmaya çalıştım. Sinemayı anlamak, tanımak ve yön vermek anlamında spiritüel olgularla yaklaştım. Sinema yazarlığımda da, bütün dünya sinemasını, Ortadoğu’dan, uzak doğuya kadar, nasıl yorumlamak gerektiğine dair arayışlarım oldu. Sinema yazarı iyi bir sinema izleyicisi olmanın yanında, sosyoloji, tarih, felsefe, mimari, psikoloji ve tasavvuf gibi ilimlere ve diğer sanat dallarına aşina olmalıdır. Böyle bir formasyona sahip olmadan sinemaya yaklaşmanın eksik olacağını düşünüyorum. Eleştiri yazılarında da kuramsal yaklaşımdan ziyade duygu ve sezgiye ağırlık vermeyi, vicdanın devrede olduğu bir anlayışla değerlendirmeyi önemli görürüm.”
”Tiyatro yazarlığı başlı başına bir yolculuk; edebiyatın en hareketli yüzü”
Tiyatro yazarı Hale Cürgül Canat, kendi tecrübesini de anlattığı tiyatro yazarlığı konusunda şunları söyledi: “Tiyatro yazarlığı başlı başlı başına bir yolculuk. Tiyatro yazarlığı içinizdeki insanı karşınıza alıp onu seyretmenizdir bir bakıma… Tiyatro oyunu yazarlığı söz ağırlıklı görünse de, inanılmaz bir matematiğe sahiptir. Söylediğiniz her kelimenin hatta her harfin nasıl algılanacağını hesap etmeniz gerekir. Tiyatronun tüm unsurlarını çok iyi bilmeni gerekir. Dekorundan kostümüne, yönetmenliğinden oyunculuğuna, ışığından ses sitemine kadar… Çünkü tiyatro seyirciyle göz göze gelmeden iletişim kurar.” 
Bu yıl “Yazmak ve Yaşamak” teması üzerinden hazırlanan festivalde, 40’ı aşkın oturumda 100’e yakın konuşmacı yer alacak. Şiir ve müzik dinletilerinin de katılımcılarla buluşacağı festival, 15 Aralık’ta sona erecek.
Kaynak: HABER7.COM
0 notes