#Ve ders dışında bir şey de yapmadım nasıl o kadar az ki
Explore tagged Tumblr posts
Text
koskocaman bir günde sadece 6 saat çalıştım
#Aynen didem 9 saat yapıcaktık#6 saat iyi bu arada sadece ödevim halen bomboş durduğu için hiçbir şey yapmamış gibi hissediyorum#Ve ders dışında bir şey de yapmadım nasıl o kadar az ki
4 notes
·
View notes
Text
St Patrick's Day ve Happy Birthday Kerimto
Mart ayı benim için başlı başına analık ayı. Kerim’den önce dünya kadınlar günü dışında bahar öncesi sakin gecen mülayim bir aydı. Çok güzel insanlar tanıyorum bu ayda doğan. Şimdi bütünüyle, doğum anılarını, annelik sorgulamalarını canlandıran baya duygusal bir ay-kadınlar günü, Kerim ve (Arapların ve İngilizlerin) anneler günü kombosuyla. Kerim, 17 Mart öğlen doğdu. O doğana kadar yanıma gelen doktorlar hemşireler hep ayni sakayı yaptılar, adını Patrick koy. Önce bunu baygın kafamla çok anlamadım. Sonra tekrar edince o günün St Patrick’s day (galiba Katoliklerin kutladığı bir azizin vefat günü) olduğunu öğrendim. Katar’da doğum yaptığım hastanede Amerikalı ve İngiliz çalışanlar ağırlıktaydı. Demek ki epey bir İrlandalı da varmış ki o gece ve gündüz bana hep onların vardiyası denk geldi, çok şakacı tatlı insanlardı. Baygın hallerimle onlara St Patrick kilisesine gittiğimi Dublin’i çok sevdiğimi falan bile anlatmışım. Kerim’in doğduğu gün için birkaç kere yazmaya calistim ama hep çok duygusal şeyler geldi aklıma. Kerim’in doğumu hayatimi öyle değiştirdi ki duygular, telaşeler, yasam tarzı, beklentiler, hayaller, hedefler… İlk zamanlar telaşa kapılmıştım. Okul devam ediyor, iznim az… Katarda sadece Katarlı kadınlar ücretsiz izin alabiliyorlar bize devlet 2 ay koşulsuz ücretli izin veriyor sonrasında da sut izni. Ama uzun sureli ücretsiz izin alamıyor yabancı çalışanlar. Ben zaten öğrenci de olduğum için vize, oturum durumları, bursum derken Kerim 30 günlükken ilk kez derse gittim. Söyle bir yöntem izledim. O dogmadan hiç devamsızlık yapmadım ve verebileceğim bütün ödev sunum hepsini verdim. Fakat hâlihazırda devam eden projeler, yayınlar ve bir de son ödevler vardı. Hepsini o inanılmaz hamile ve çalışmayan zihnimle yetiştiremedim. Zaten yetiştirmem de beklenmedi ve doğumdan 1 ay sonra, haftanın bazı günlerinde 3-4 saat evden çekip azar azar yazarak bitirdim ödevleri ki süreç te 1,5 ay surdu. Ben normalde erken kalkıp, çalışmaya erken başlamayı severim. Oyle gün ortasında gidip başlayamam ve kısa zaman aralıklarında hızlıca gerilerek yazmayı sevmem, son günlerinden çok önce biter elimdeki isler. Ama Kerimle gecen o 2 aylık semester surecinden beri inanılmaz hızlı çalışma ve adapte olma alışkanlığı geliştirdim, eminim pek çok anne baba bunu yapıyordur. Bol zaman insana aheste olma sansı veriyor zaman az olunca hızlı üretmeyi öğreniyor insan. Konumuza dönersek, 3 donem bitirme ödevim vardı. Doğum yaptım ve odaya geçtim. Kendime gelince mail atıp, doğum iznine geçmek istediğimi, Kerim’in doğduğunu bölüme bildirdim ki yığınla mail gelmişti, dersler online okumalar vesaire. Çok güzel cevaplar yazdılar hocalarım. Hepsi zaten çok çocuklu hem kültürümü hem çalışan anneliği tecrübe etmiş kalender insanlardı. Bu benim sansımdı; bu kadar yoğun çalışırken, yurt dışında anne olmak. Özellikle Amerikalı bir hocam, (çok unlu bir adam, kısa sure için bize ders vermeye geldi, inanılmaz keyifliydi dersleri) bana çok destekleyici bir mail gönderdi. Derslerin notlarını hocalar diyelim ki 1 haziranda girecekler sisteme, bana demişti ki- Sevgili Betül bu mükemmel donemin tadını çıkar. Elinde ne kadar ödev varsa bitirince bana 30 mayısta gönder, senin ödev teslimin diğerleri ile ayni gün değil.- Katar’da bu tecrübeyi yasamak benim için bir kaç açıdan hem anneliği normalleştirdi hem de çalışan-okuyan anne üzüntülerine gark olmamı engelledi ve okulda özgüven kaybımı azalttı. İlk neden, Katar’da kadınların hem çok çocuklu hem de is ve okul hayatında çok aktif olması. Elbette maddi imkânları, hizmetçileri vesaire bunda etken ama bunu yapıyor olmaları yine de bir tercih ve sistemin onlara esneklik sağlaması. Mesela, sut izni ile çalışan bir anne sabah 7 öğlen 12 arası mesai yapıyor evine mis gibi dinç gidiyor ve maaşını da alıyor. O esnada bebek ya bakıcı ile ya kreşte nadiren büyükler bakıyor. Çünkü Katarlı ailelerde büyükler zaten çok yaşlı, yabancıların büyükleri yanlarında değil. Evde bakıcı da olsa kamera oluyor, kreşlerde de öyle. Bu inanılmaz yaygın bir sistem o yüzden kimse size çocuk kreşte deyince- Türk arkadaşların çoğunlukla yaptığı gibi- annenin bütün enerjisini alan suçlayıcı bir bakışla “yaaaaa kıyamam ben ona” demiyor. İkinci etken beraber calistigimiz, okuduğumuz erkek meslektaşlar ve hocalar. İster Katarlı olsunlar ister Avrupalı o toplumda kadınların aktif ve inanılmaz çocuklu hallerine alışıklar. Sınıfımdaki Ürdünlü, Suriyeli, Filistinli erkek arkadaşlar 3-4-5 çocuk sahibi ve eslerinden durumlara çok aşinalar. Bebekle olmanın zorlukları ile ilgili şaka yapıyorlar ama bunun normalleştiğini görebiliyorum. Bu konuda daha çok yazacak şey var ama asil söylemek istediğim bir şey daha var. Kerim’in doğduğu günden, yaz tatiline kadar gecen 2,5 aylık surede annem, kayınvalidem ve Erhan güçlerini birleştirip bana o ödevleri yazdırdılar. Önce annem bize yardıma geldi ve doğumdan 6 hafta sonrasına kadar kaldı sonra da kayınvalidem. Sürekli sut bırakır 3 saat çalışmaya çıkar gitmem gereken görüşme ders varsa halleder gelirdim. Bazı aksamlar arkadaşlarımla bile görüştüm. Bana nefes aldırdılar, destek oldular. Bir yabancı arkadaşım seni özgürleştirmişler dedi, Marx’in -emancipation- ifadesini kullanarak. Çok hâkliydi. O yıl bölüm donem sonu yemeğinde belli öğrencilere verdiği takdir belgelerinden bana da verdi. Şu an tam adını hatırlamıyorum ama olağandışı basari belgesi gibi bir şey olabilir, ben de eve gelip onu kayınvalideme verdim, ne yazdığını anlamadı karşılıklı güldük. Bunlar güzel hatırladıklarım, bunalımlar, üzüntüler, bebekle nasıl bas edeceğimi bilmediğim Allah’im ben niye tip okumadım dediğim anlar, daha birçok zorluk ve eski hayata duyulan o garip hisler. Burnuma sabah sabah Starbucks kokuları geliyordu. Araba sürmeyi özledim. (Lohusalık duygularımı mı yazsam bir ara?) Mart ayı bana sunu hatırlatıyor, doğum günün olur başka bir gün olur sen bir şey anlatırsın geçmişten güzel bir ani annen yüzüne uzun uzun bakar hem güler hem de “yaaa annecim nasıl geldik bu günlere” bakisi atar çünkü aslında isin kamera arkasını bilir. Ben de kamera arkasını azıcık anlatmak istedim sizlere.
0 notes
Text
Kuşlar Yasına Gider – Hasan Ali Toptaş - Alıntılar
Son zamanlarda okuduğum en güzel, en sade ve en gerçekçi Türk romanı. Aldığı Edebiyat ödüllerini bence sonuna kadar haketmiş. Kitabın konusu, entrikasız, kavgasız, büyük cümlelerden çok uzak. Hal böyleyken, Hasan Ali Toptaş’ın kullandığı Türkçe, betimlemeleri, anlattığı manzaralar ve insanlar o kadar içten, o kadar bizden ki. Ayrıca Hikmet Hükümenoğlu’nun da belirttiği gibi, klasik Oidipus sendromundan çok başka bir bakış açısıyla baba-oğul ilişkisini anlatması, kültürümüz açısından bence ayrıca kıymetli.
Hayata, insanlığa, dilimize ve edebiyatımıza inancımı, ümidimi tazeledi. Yumuşacık, sade ve bir o kadar etkileyici bir roman. Herkese tavsiye ederim.
Alıntılarda bu defa bir farklılık var, kitabı çok sevdiğim bir arkadaşımdan aldım. O da altını çizerek okumayı sevenlerden. Bu defa, o güzel insanın penceresinden, altı çizilenleri bulacaksınız. (Tek tük benim çizdiklerim de karışmış olabilir tabi ki.)

İçimdeki ses uzaklara çekilmişti.
Sonra, sesim uzaklardan bana bakıyormuş da hareketlerimden oluşan basit bit dille onu geri çağırıyormuşum gibi, lacivert gövdeli kalemi çıkardım kutusundan... (s.7)
Yeryüzünün bu saatinde iyi olmak mümkün mü, bok gibiyim anne, hatta boktanbile beterim diyemedim tabii ona; güçlü görünmeye çalıştıkça zayıflayan kuru bir sesle, iyiyim anne, iyiyim, siz nasılsınız, dedim. (s8)
... yanımdan yöremden bir sürü insan geldi geçti ama hiçbiri, hiçbiri başını çevirip bakmadı oğlum. Anlıyor musun, hiçbiri... Sesime kulak veren de olmadı. (s22)
Ona, kendini anlatmak için hayat bazen beklediğimizden hızlı davranıyor diyecektim ama vazgeçtim, o zırada bu cümle, fazlasıyla anlam yüklediğimiz boş sözlerden briymi gibi geldi bana. (s25)
Konuşmak iyi gelmişti aslında, dağılmamış olsa bile ruhumdaki bulutların rengi biraz değişmişti. (s28)
Zaten o yıllarda burnumuzun ucunda gezinen bir mazot kokusuydu babam, kulağımızda çınlayan uzak bir motor sesiydi. (s32)
(...) yahu her seferinde şeytanla mı sohbet edeceğim ben, içmeyeceksen içme, dinimizde zorlama yoktur, tamam, hiç değilse gel sofrada otur, derdi. (s39)
Ruhu yaptığı iş içinde birazcık yol alsın da zihni rahatlasın diye ben bekledim o sırada (s52)
Bir vakit, ikimiz de sustuk. Neden sustuğumuzu bilmiyorum ama o an telefondaki sessizlik ikimizden doğmuyormuş gibi geldi bana. Sessizlik kılığına bürünmüş başka bir şey vardı sanki, aramızda, öyleyce duruyordu. (s71)
Başımı çevirip baktım ona, yüzünün gerisinden ağaçlar, telgraf direkleri, tepeler, bulutlar geçiyordu. Bana, babam tabiatın içinde yüzüyormuş gibi geldi bir an için. Üstelik hiç kımıldamadan yüzüyor, dedim kendi kendimeç Direksiyon hakimiyetimi kaybederim diye hemen önüme döndüm sonra, dikkatimi yola verdim. (s75)
Gömü’nün ahalisi hep birlikte ellerinde battaniyelerle, çeşitli yiyeceklerle arabalara doğru koştu karların içinden. Kamyonculara, otobüs yolcularına yiyecek verdiler, çay dağıttılar o soğukta. (s81)
(...) o insanların yüzleri var ya yüzleri, dağıttıkları çaydan daha sıcaktı. (s82)
(...)Üstelik bunu öyle tatlı ve ahenkli bir şekilde yaptı ki, oda daha önce boşmuş da eşyalar o anda bu kızcağız tarafından getirilip teker teket yerlerine yerleştirilmiş gibi oldu. Duruşları ve görünüşleri de değişti sanki, kızın kişiliğine bürünüp saygılı ve şefkatli bir hal aldılar. (s84)
Olur mu hiç oğlum, dedi sonra; kapılarına varıp çare diye avuç açmışız, öyle şey söylenir mi, ya bize düşman oluverirlerse? (s88)
O türkünün “İnsan dediğin bir tek yapraktır” dizesiyle başlayan ikinci kıtasına gelmişti ki, yolun solundaki kavaklar hışırdadı birden. Arabanın rüzgarı onları yalayıp geçiyormuş gibi, yol boyunca yürüdü hatta bu hışırtı ve yürürken yerdeki otların çıkardığı ince ıslıkları da içine katarak hızla derinleşti. (s91)
Aziz, dedi şefkatli bir sesle; söyle o doktoruma, beni nasıl iyileştirdiyse, hiç esirgemesin, hünerini gösterip seni de iyileştirsin, tamam mı? (...) Ön koltukta oturan babam bu kez pürdikkat yola değil de, dışarıya ait görüntüleri alıp alıp içinde biriktiriyormuş gibi sağa sola baktı. (s93)
Bunu dedikten sonra da, tekerlekli sandalyenin üstünde aniden ağlamaya başladı. Sandalyeyi tuttuğum için o sırada ben onun arkasında dikiliyor ve bu nedenle yüzünü göremiyordum ama yeşil yeşil dökülen gözyaşlarını görüyordum. Her damla benim içime düşüyordu çünkü. Üstelik her damlada, hi. Kımıldamadığım halde, tepeme balyozindirilmiş gibi darmadağın oluyordum. (s95)
Baba, ben sırtımda götüreyim seni, dedim o sırada.
Bunu der demez de, itiraz edecek vakit bulamasın diye, iyice yaklaşıp arkamı döndüm ve yere çömeldim. Tereddüt etmiş ya da gören var mı diye mahcup bir ifadeyle sağına soluna bakmış olmalı ki, len Müslüman niye düşünüyorsun öyle, o senin evladın, dedi annem ona muhallebi gibi yumuşacık bir sesle. (...) (s96)
(...) apartmanların arasındaki boşluklardan yorgun bir ruhla hep uzaklara baktım.
Aynı şekilde ertesi gün de tüttü hatta ve ben gitgide hoşlandım bundan. Onu hissettiğimde küçük bir çocuğa dönüşüyordum çünkü. Dönüşünce de, gözle görülmeyen şefkatli bir el uzanıp saçlarımı usul usul okşuyormuş gibi oluyordu. (...) hey Allahım, bu koku öyle güzel tütüyor ki, adım atmaya mecalim olmasa bile herhalde onun peşinden emekleyerek giderdim diye geçiriyorum. (s115)
Onu hayata bağlayacak köprüyü inşa ediyorduk aslında; (...) Hiç kuşkusuz bu yol güneşe ulaştıracaktı onu, ağaçların gölgesine, otların ve çiçeklerin kokusuna, oradan oraya seken kuş cıvıltılarına, kasabanın farklı köşelerine, egzoz dumanlarına (...) (s.122)
Bunu fark edince, Eyüp Amca yel yepelek onun yanına koştu hemen; elindeki taşları yere bırakıp içlerinden birini seçti ve tozunu toprağını üfleyerek, armağan verir gibi nazikçe uzattı karısına. Ben az öteden, onlara bakıyordum o sırada; kısa görünen uzun bir cümleye, etkisi aylar sonra hissedilecek olan hüzünlü bir sahneye ya da derinliği yüzeyine gizlenmiş, kenarları günlük hayatın megalesiyle çevrili muhteşem bir resme bakar gibi bakıyordum. (s123)
Kesilir mi hi, onların kimseye zararı yok. (s124)
Kayalıkların yerine gençliğini mi koydu da içlendi, yoksa çocuğunun gözleri önünde emeklemek mi ağırına gitti bilemiyrum ama birkaç defa hıcçkırdı böyle. (s126)
Uuzun uzun sokağı gören pencereye baktı. Bazen birisini bekliyormuş, bazen yürüyemediği için kahrediyormuş, bazen de sanki zamanın dışında kalan uzak bir yere bakıyormuş gibi baktı. (s136)
Bazı canlıları yara öldürmüyor, muhattapsız kalmak öldürüyor. (s167)
“Babalar, alınlarımıza yazılmış yalnızlıklardır,” dedi (...) (s194)
Büyük ihtiyaçların küçüldüğü, küçük ihtiyaçların büyüdüğü döneme yaşlılık diyorlar. (...) Yaşlılık, kısa mesafelerin haddizatında ne kadar uzun olduğunu görme vakti. (s204)
Ağbi, dedi sonra; kendini kendinmiş gibi düşünme, şu anda biz annemin kollarıyız, duguğu o kovacak biz değil. Yoksa içi rahat etmeyecek, biliyorsun. (s207)
Kahveden birkaç yudum alınca, yarı uykulu bir sesle, ona gördüğüm rüyayı anlattım orada. Anlattıktan sonra, rüyadaki bazı sahneler hakkında yorum yapacak gibi de oldum ama tuttum kendimi, yapmadım. Yorum yapmaya kalkarsam Seher’in zekasını hafife almış ve ona saygısızlık etmiş olurum diye düşündüm daha doğrusu. (s217)
Her şey kendi görüntüsünün içinde görüntüsünü bir milim bile eksiltmeden gizlice yanmış ya da her şey kendi sınırlarının dışına çıkarıldıktan sonra kocaman bir kalınlık oluşturan ince titreşimler eşliğinde yeniden eski yerine konmuş gibiydi o sırada. Ya da genişliği ve derinliği dünyanın dışına taşan ulu bir rüzgar gelip oracıkta donmuş gibiydi. (s245)
#kuşlar yasına gider#hasan ali toptaş#roman#edebiyat#alticizilen#alıntılar#türkçe#aziz#len müslüman#mazot#denizli#everest#yayınları
12 notes
·
View notes