#Utku Erişik
Explore tagged Tumblr posts
nesrin-c · 4 years ago
Text
Türkiye’nin önde gelen sanatçılarından ortak bildiri:
Korkmuyoruz, reddediyoruz!
Müjde Ar’dan Levent Üzümcü’ye, Adnan Özyalçıner’den Ataol Behramoğlu’na, Müjdat Gezen’den Rutkay Aziz’e kadar birçok sanatçı ortak açıklama yayımladı.
Sanatçılar Girişimi çok sayıda sanatçı ve yazarın imzasıyla, ülkede yaşanan sorunlara dair bildiri yayımladı.
“Sevgili halkımıza” seslenişiyle başlayan ve her biri kendi alanında seçkin yazar, ressam, heykeltıraş, müzisyen, tiyatro ve sinema sanatçısının imzalarının yer aldığı bildiride, siyasal iktidarın çağdaşlık değerlerine karşı eylem ve girişimleri eleştirilirken, muhalefetteki güçler de daha cesur ve kararlı olmaya çağırılıyor.
Bildiri [email protected] adresinden imzaya açılarak destek talebi yenilendi.
Sanatçıların düşünceleri nedeniyle yargılandıkları vurgulanan açıklamada şunlar belirtildi:
"Sevgili halkımıza,
Sizlere, emeğini, yeteneğini, halkının ve ülkesinin hizmetine sunmuş sanatçılar olarak sesleniyoruz.
Mutluluğunuz bizim mutluluğumuz, mutsuzluğunuz bizim mutsuzluğumuzdur.
Mutlu olmadığınızı biliyoruz, görüyoruz, seziyoruz, izliyoruz.
Yaşadığımız koşullarda nasıl mutlu olunabilir ki!
Dünyayı sarsan koronavirüs belası ülkemizde de can alıyor. Daha da alacağı anlaşılıyor.
Yeterince ağır bu belayla savaşırken çarşıda, pazarda, günlük yaşamda fiyatlar el yakıyor.
İşçimiz, köylümüz, esnafımız, memurumuz, emekçimiz, çoğu dar gelirli, kimisi büsbütün gelirsiz insanımız, geçim sıkıntısıyla, işsizlikle boğuşuyor.
Bu gününü kurtarmaya çabalarken yarınlarının ne olacağı bir karabasan gibi, kâbus gibi üzerine çöküyor.
Yarın kaygısı, gençlerimizi ümitsizlik içinde kıvrandırıyor.
Deprem kuşağındaki ülkemizde, bir depremin yaraları henüz sarılamadan, yakın gelecektekilerin habercisi öncü sarsıntılar, sanki doğa da bu kötülüklerle yarışıyorcasına, ülkemizin her yerinde birbirini izliyor.
İnsan eliyle yapılan doğa katliamları güzelim ülkemizi mahvediyor.
Gelmiş geçmiş en büyük deprem felaketinin beklenmekte olduğu İstanbul’umuzun üzerinde kanal İstanbul denilen ölümcül rant kılıcı sallanıyor.
Cumhuriyetimizin değerleri alt üst edilmiş.
Monarşi hayranlığı körükleniyor.
Osmanlı İmparatorluğunun birkaç yüz yılı kapsayan aydınlanma çabaları göz ardı edilerek en karanlık, en gerici, en baskıcı dönemleri ve kişileri baş tacı ediliyor.
Barolar ayaklar altında.
Hukuk güvenirliğini yitirmiş.
Büyük Millet Meclisi işlevinden uzaklaştırılarak etkisizleştirilmiş.
Emekçinin kıdem tazminatı yağmalanmakta…
Sıradan ve kimileri cinayet, yaralama gibi yaşama hakkına yönelik cürümlerin sanıkları serbest bırakılırken, düşüncelerinden ötürü yargılanan aydınlar, gazeteciler, siyasetçiler cezaevlerine kapatılmış.
Ölümle, sakatlanmayla sonuçlanan, bu nedenle de daha çok cinayete benzeyen iş kazalarında ve yanı sıra da annemiz, eşimiz, kızımız, kardeşimiz, sevgilimiz, canımız olan kadınlara karşı işlenen alçakça cinayetlerde, bütün dünya ülkeleri arasında korkarız ki en ön sıralardayız.
Bütün bu haksızlıklar karşısında suskun kalamayan; duyarlı insan olma gereğini, sorumluluğunu yerine getiren, her zaman halkının yanında yer almış olan sanatçılar, yazarlar, gösteri ve dinletilerin yasaklanmış olması ve yayın dünyasının geçmekte olduğu dar boğaz nedeniyle, maddi olarak da her zamankinden daha çok sıkıntı içinde kalmış durumdadır.
Özel tiyatrolar perdelerini tamamen kapatma tehdidiyle karşı karşıyadır.
Pek çok müzisyen, ressam, heykeltıraş, çağdaş sanatçımız günlük yaşamlarını sürdürme konusunda çözümsüz sorunlar yaşamaktadırlar.
Ülkesine sevgiyle, onurla, özveriyle uzun yıllardır hizmet etmiş ve etmekte olan saygın sanatçı dostlarımız, büyük bir saygısızlıkla, değer bilmezlikle, güvenirliği kalmamış yargının önüne yem gibi, kurban gibi atılıyor.
Bir zamanların çağdaş, saygın Türkiye Cumhuriyeti’nin kendisi de, iç politikaya yönelik iktidar söylemleri bu gerçeği ne kadar örtmeye çalışsa da, uygar dünya önünde bütün saygınlığını ve güvenirliğini yitirme tehlikesi altındadır.
Paramızın değerinin dünya pazarlarında sıfırlanmış oluşu bütün bu söylediklerimizin bir özeti ve simgesi gibidir…
Orta gelirli, hatta ortanın altında geliri olan herhangi bir Batı ülkesi yurttaşı, sahip olduğu paranın bizim paramızın altı-yedi kat üstünde değeri olmasının güveniyle ülkemize bir sömürgeye gelir gibi seyahat edebilirken, bizim bir orta gelirli insanımızın ve çocuklarının bile ülke dışına seyahati artık hayal bile edilemez.
Bizler, yüreği halkıyla, ülkesiyle çarpan sanatçılar da halkımızla aynı sıkıntıları paylaşmanın hem üzüntüsünü hem onurunu taşıyoruz.
En başta söylediğimiz gibi, halkın sanatçısı halk mutluysa mutlu, mutsuzsa o da mutsuzdur.
İçimizde biriken bu acı sözleri içtenlikle ve korkusuzca dile getirmemiz, halkımızın, ülkemizin mutluluğu adınadır.
Korkmuyoruz, evet.
Korkusuzluğumuz sıradan ve temelsiz bir cesaret değil, halkımızın ve ülkemizin yüksek değerlerine inancımızın sonucu olan sevgi ve bilinç birikimiyle ilgilidir.
Korkmuyoruz. Bütün yurttaşlarımızı daha cesur daha özgüvenli, daha inançlı ve kararlı olmaya çağırıyoruz.
Türkiye büyük bir ülkedir.
Dünyanın göz bebeği ülkelerindendir.
Aydınlanma değerlerinin beşiği olan Batı ülkeleri de içinde olmak üzere, bütün dünyada aydınlanmanın yeniden doğuşuna öncülük edebilecek potansiyellere sahip bir ülkedir.
Seslenişimizde sıraladığımız sıkıntılar aşıldığında, bu gerçek bütün dünyada bir kez daha görülecektir…
Bu nedenlerle ve sonuç olarak, iktidar güçlerini başta düşünceyi açıklama özgürlüğü olmak üzere evrensel insan haklarına, ülkenin insan ve doğa kaynaklarına saygılı olmaya önemle davet ediyor, muhalefetteki güçleri de daha kararlı, daha cesur ve daha etkin olmaya çağırıyoruz.
Türkiye sahipsiz değildir.
Çünkü bu sevgili ülke, kendisinin yetiştirmiş olduğu ve her biri kendi alanında değerini bütün dünyaya kabul ettirmiş yazarlara, şairlere, müzisyenlere, ressamlara, tiyatro ve sinema sanatçılarına, sanatın her alanından seçkin, bilinçli, bütün varlıklarıyla yurduna ve halkına bağlı sanatçılara sahiptir.
***
SANATÇILAR GİRİŞİMİ
EDİP AKBAYRAM, SADUN AKSÜT, GÜLCAN ALTAN, MÜJDE AR, KORAY ARİŞ, EKREM ATAER, ENGİN AYÇA, ORHAN AYDIN, ENVER AYSEVER, RUTKAY AZİZ, TANER BARLAS, BEDRİ BAYKAM, NİHAT BEHRAM, ATAOL BEHRAMOĞLU, EGEMEN BERKÖZ, GANİ CANSEVER-HEVAL, METİN COŞKUN, MELTEM CUMBUL, NEVZAT ÇELİK, HALUK ÇETİN, MELİKE DEMİRAĞ, FÜSUN DEMİREL, ERHAN DOĞAN, UTKU ERIŞIK, YÜCEL ERTEN, TURGAY FİŞEKÇİ, MÜJDAT GEZEN, FEHİM GÜLER, TARIK GÜNERSEL, SADIK GÜRBÜZ, EMİN İGUS, GÜLSELİ İNAL, EKREM KAHRAMAN, TUĞRUL KESKİN, ARİF KESKİNER, CAN KOLUKISA, MACİT KOPER, ZÜLFÜ LİVANELİ, ZEYNEP ORAL, COŞKUN ÖZDEMİR, DENİZHAN ÖZER, ADNAN ÖZYALÇINER, ABDULLAH NEFES, VEDAT SAKMAN, ADİL SALİH, FERHAN ŞENSOY, YUSUF TAKTAK, CİHAT TAMER, AHMET TELLİ, SALİ TURAN, GÜLSEN TUNCER, DİLEK TÜRKER, LEVENT ÜZÜMCÜ, NEJAT YAVAŞOĞULLARI, ÜMİT ZİLELİ
https://www.birgun.net/haber/sanatcilardan-ortak-bildiri-korkmuyoruz-reddediyoruz-308629
Tumblr media
69 notes · View notes
aynurant · 4 years ago
Text
Tumblr media
YOKSA ANNEANNEM HAKLI MI?
Banyo, anneannemin evinde özel hazırlık isteyen ayrı bir törendi. Odun yakılan büyük kazanlı sobasında suyu fokur fokur kaynatırdı. O kazandan sıcak suyu, musluktan da soğuk suyu karıştırırdık; sonra o kovadan anneannemin deyişiyle "döküne döküne" yıkanırdık. Keselerdi bizi, bazen hamam sıcağının da etkisiyle kıpkırmızı çıkardık banyodan. O temizlik ve rahatlama hissini bir daha hiçbir banyoda bulamadım.
Bulduğunda, banyoda kaynayan suya yavşan atardı. "Pelin", Slav dili kökenlidir; "yavşan" öz Türkçedir. Biz de zaten öyle bildik, öyle söyledik. 2000 rakımlı Toros yaylasının, bugünkü Çamlıyayla'nın Yörük kızıydı. Ona Orta Asya'dan Anadolu'ya gelene kadar, "yapçan" demişler, "yovşan" demişler, o bize "yavşan" diye getirdi, verdi. O kaynar suda o yavşan bir güzel kokardı; ki suyu "dökündükçe dökünesin" gelirdi. Tıp çok sonradan dedi ki, "Yavşan yağı, deride mantar oluşumu gibi bakteri kökenli hastalıklar için engelleyici ve tedavi edicidir."... Anneannem bunu bilmeden yaptı ve haklı çıktı. Bugün küvete atılan koku toplarının deri kanserine neden olduğu söyleniyor; ama yavşan için tam tersi geçerli. "Organic" yazılarak pazarlanan koku topu markette; yavşan, dağlardadır.
Banyosunda ben hiç şöyle rengârenk ve düzgün biçimli bir sabun görmedim; üzerinde dalga dalga saçlı manken fotoğraflarının olduğu bir şampuana da rastlamadım. Sabunu şekilsizdi, hiçbir şeye benzemezdi; ama zeytinin özüymüş, bu bir mucizeymiş, sonradan anladım. O sabunu köpürte köpürte bizi yıkardı, sonra kendi yıkanırdı. Öyle bir köpürtürdü ki, köpüğün delikten akıp gitmeye çalışmasını izlemek ayrı bir oyundu benim için. Anneannemle köpük arasında bir savaş sahnesi gibiydi sanki!... Bu savaş, köpük anneannemden daha güçlü olduğu için değil, anneannem köpüğü affettiği için biterdi. Sonra yok efendim avokado özlü, yok efendim mango kabuğu parçacıklı duş jelleri çıktı. Hiçbirinde o temizliği yakalayamadığım için, ben de zeytinyağı sabununa geri döndüm yıllar önce. Şimdilerde, güzel şişelenmiş bu duş jellerinin kanserojen maddeler içerdiği söyleniyor. Anneannemin şekilsiz zeytinyağı sabununun ise sicili tertemiz... "Hand Made" denilerek saflara satılan sabun markette, el yapımı saf sabun ise köylerde...
Anneannemin babası olan dedem, 110 yaşında öldü. Akşamları yalnızca salata yerdi; başka da hiçbir şey yiyip içmezdi. Tıp, yıllar sonra dedi ki, "Akşam yemeği, en hafif yemeniz gereken öğündür."... Torosların tepesinden çuvallar dolusu kar taşıyan, ciğerinde dağ rüzgârı esen bu adam, bunu bilmeden doğruyu yapıyordu. Peki, öğle yemeğinde ne yerdi? Ne yerse yesin, asla karıştırmazdı. Yani "Hem kebap hem salata yiyeyim; hem de şunun, bunun tadına bakıp, sonra bir de üstüne tatlı yiyeyim." demezdi. Tıp çok çok sonradan dedi ki, "Protein, karbonhidrat ve yağı aynı anda karıştırıp tüketmeyin."... Anneannem böyle bir adamın kızıydı. Şimdi 90'larının tadını çıkarıyor. Anneannemin sofrasında ben hiç beş çeşit yemek görmedim. Yemekten sonra tatlı yemek gibi bir alışkanlığı yoktur ya da yemeğe gelen konuklarına yemek üstü tatlı da ikram ettiğini hiç görmedim.
Evinden hiç kolonya eksik olmazdı. Tuvalete mi girdin? Elini güzelce yıkayacaksın, sonra kolonya dökeceksin. Yemek mi yedin? Elini güzelce yıkayacaksın, sonra kolonya dökeceksin. Tarsus'taki kolonyacıların ya da kolonya tüpleri bulunduran eczanelerin en hatırı sayılır müşterilerindendi. Şimdi kolonya sırasına biz giriyoruz, o ise bize gülüyor.
Ayaklarını, ellerini ve yüzünü (elbette köpürte köpürte) yıkamadan yatağa giremezdin. Fabrikadan gece geç saatte dönen dayımın oflaya puflaya el, yüz ve ayak yıkadığını bilirim. O zamanlar gerçekten dayanılır şey değildi!... Şimdi tıp diyor ki, "Elinizi 22 saniye ovarak yıkayın."... Anneannemi koy Türkiye'nin başına, bakalım yıkıyorlar mı, yıkamıyorlar mı? Hatta aileye bir gün bir Alman gelin geldi. Gerti'ye demişler ki, "Hayrünisa Teyze'nin evine ayaklarını yıkamadan giremezsin."... Yeni gelin Gerti'yi, el öpmeye anneannemin evine getirdiler. Bahçe kapısından girer girmez ayakkabılarını ve çoraplarını çıkardı, başladı ayaklarını yıkamaya. Anneannem bile şaşkındı; çünkü o kadar da değildi!... Gerti'ye Almanya'da kurallara uyması öğretilmişti; eee, burası da kuralları olan Hayrünisa Teyze Cumhuriyeti'ydi...
TRT tek kanaldı, tüm mahallenin yardımına koşan "Perihan Abla" dizisi vardı. Perran Kutman'ın ustalığını konuşturduğu bir diziydi; anımsayanlar olacaktır. Ben ona "Mahallenin Perihan Abla'sı" derdim. Komşuda çivi mi yok, "Hayrünisa Teyzeee!"... Tuz mu yok, "Hayrünisa Teyzeee!"... Bir ev, yalnızca dedemin işçi emeklisi maaşıyla geçinir de, evinde her şey mi olur? Yok, bazen olmazdı. İşte o zaman dayımı gönderir, aldırırdı. Parası azdı, hep de az oldu; ama ben yaşamım boyunca onun kadar zenginini görmedim. Paraları azdı, doğru; ama ben dedemin manavdan aldığı bir meyve - sebze sandığını parçalayıp, bir gün boyunca uğraşıp tır yapmasını nasıl unuturum? Uzaktan kumandalı değildi, "yakından sevgi"liydi; pilli değildi, "Utku, şimdi sen şurasından tut, ben de şuraya bir çivi çakayım!" diyen güzel sesi vardı. Şimdi birçok çocuk, uzaktan kumandalı ve pilli tırın sesini anımsar, ben o güzel adamın sesini anımsarım. Bugünlerde tıp diyor ki, "Çocuklara satılan oyuncakların %80'i kanserojen madde içeriyor."... Dedemin yaptığı tır, tahtadandı. Tahtası manavdan geldiği için domates kokuyordu, o kadar.
Anneannemin bahçesinde biz hiç ailecek bir yemek yiyemedik. Ne zaman masaya otursak, o anda sokaktan geçen İsa Amca yemeğe çağrılır, Gülşen Teyze yemeğini yemişse çaya beklediğimiz söylenir, Sabriye Teyze'ye seslenilir, Gülten Abla ayrı haberdar edilir, Nurten Abla ayrı; yetmezmiş gibi, bir anda bize döner, "Meziyet, nerede kaldı acaba?" diye sorardı... Bizse, kendimizi yeni gelen konuklar için mutfaktan bahçeye tabak taşırken bulurduk. Yemeği yaparken, "Belki bir konuk gelir." diye koca tencerede yapan, çayı demlerken, "Anneanne, dört kişiyiz. Neden bu kadar çay demliyorsun?" diye sorduğumuzda, "Olsun çocuğum, belki biri gelir." diye bol bol demleyen anneannem haklı çıktı. "Biz bize yeteriz" demek, birilerinin aklına şimdi geldi; o da, cumhuriyetin biz bize yetelim diye kurduklarını yıkarken değil, para toplamak için akıllarına geldi. Keşke Türkiye'yi anneannem yönetseydi. Okuma yazması yoktur; ama okumuşun dediğine saygı duyar, okumuşu asla azarlamaz, okumuşa asla "ulan" demez, küçümseyerek "monşer" diye hor görmez. Tüm mahalleye yeten anneannemdi; birilerinin yine kulakları çınlasın, bunu da çok olanı kendine ayırarak değil, az olanı bol bol paylaşarak yaptı.
Yalnızca komşularla değil, Pamela, Sue Elen, J.R. (namı diğer Ceyar) ve Lucy ile de paylaştı yemeğini. Yine anımsayanlar olacaktır, dönemin o ünlü Dallas dizisini ve karakterlerini... Bunlar, anneannemin sokak kedileriydi; bu adları vermişti kedilerine. Bir kez olsun "Pamelaaa!" diye çağırdığında, "Sue Elen"ın geldiğini görmedim. Siz sanır mısınız ki, dizi yalnızca Teksas'ta çevriliyordu? Anneannemin o küçücük evi, Ewing Ailesi'nin malikânesinden daha büyüktü. Ewing'lerde para vardı, anneannemde yürek... Ewing'ler, Teksas'ın en lüks restoranlarında önce yemeği, sonra da birbirlerini yerdi; anneannem ise, evi "Bol Kepçe Lokantası"na çevirmişti, yalnızca yemek yenirdi. Ceyar, adama günahını bile vermezdi; anneannem komşuya verdiği kürek geri gelmezse, istemeye utandığından, gider, yenisini alırdı.
Kışın en soğuğunda bile tek parça kalın kazak giymeyip, iki parça üst üste ince kazak ve hırkasını giyen anneannem haklı çıktı. Fizik, "tek kalın parçadansa, iki ince parçanın arasındaki ısı yalıtımından" söz ederken, anneannem annesinden patlıcan dolması yapmayı öğreniyordu.
Hayvan sevgisinin ve beslemenin insan ruhuna iyi geldiğini psikologlar söylemeye başladıklarında, anneannem tüm mahalleye ve Dallas'tan fırlayıp gelmiş kedilerine patlıcan tava pişiriyordu.
Bahçede çiçekleri vardı; özenle sular, bir de üstüne onlarla konuşurdu. Çiçeklerin de sevgi sözcüklerinden olumlu etkilendiklerini uzmanlar söylemeye başladığında, anneannem anneme patlıcan kızartması pişirmeyi öğretiyordu.
Müziğin insan ruhunu nasıl beslediğini, dinginleştirip huzur verdiğini açıklıyor psikologlar. Anneannem, mutfakta iş yaparken Türk Sanat Müziği şarkılarını dilinden düşürmezdi. Yoksa anneannem orada da mı haklıydı?
Her bir parçasına Çukurovalı çiftçilerin ellerinin değdiği, buram buram emek kokan saf pamuktan doldurulmuş yorgandan başkasında yatmaz. Bizse üzerinde pamuk resmi olan elyaf yorgana, Eyfel Kule'li sentetik çarşafa gece sarılıp, sabah kemoterapiye koşuyoruz. Anneannem bırak koşmayı, yürüteçten destek almazsa yürüyemiyor bugünlerde. O, bu nedenle sokağa çıkamıyor. Bizse Dallas'a çevirdiğimiz dünya yüzünden... Bazen seviniyorum, sokağa çıkamıyor diye. Bir çıksa, o kadar çok Ceyar görecek ki...
UTKU ERİŞİK
Tiyatro Sanatçısı / Yazar
Çözüm(leme) Dergisi Genel Yayın Yönetmeni
13 notes · View notes
kyreniacommentator · 5 years ago
Text
Underlining that the Great Victory should be crowned with success in fields such as economy, culture, arts and education, the play entitled “Letter K is Enough” was staged at Girne Municipality Chamber Theatre.
Utku Erişik, who brought the play to the stage from the research of the historian Sinan Meydan, gave a magnificent performance for three hours. The play, prepared with the letter K in the signature of the founder of the Turkish Republic, Mustafa Kemal Atatürk, attracted great attention.  Erişik received great applause from the audience.
“Letter K is Enough” staged in Girne   Underlining that the Great Victory should be crowned with success in fields such as economy, culture, arts and education, the play entitled “
0 notes
secmelerim · 3 years ago
Text
"MEĞER 41 OLABİLİRMİŞİM, 1 ANNE OLAMAZMIŞIM...🎂👏✍🌹💙❤
1998 yılıydı; İstanbul (Çapa) Tıp Fakültesi'nde öğrenci olduğum yıllardı. Doğum servisinde bir gece iki saat kalıp, bu iki saat içinde on iki doğum izlemiştim.
Bir kadının doğum öncesini, doğum anını ve doğum sonrasını gözlemledim. Yaşamımda büyük bir kapıdan on iki pencereli bir odaya girmenin nasıl bir duygu olduğunu anladığım gecedir. O on iki pencere sırayla açıldıkça içeri dolan güneşleri yüreğimde saklamayı hep bildim.
Hep söylerim; kadın cinayetinden ceza almış bir erkek bozuntusuna verilecek en ağır ceza, müebbet ya da idam değildir. Ona gece - gündüz doğum izlettireceksin! O çığlıkları duymaktan rahatsız olacak, o çığlıklar bitip de bir çocuğun mucizevî gelişini gördükçe rahatsız olacak, o doğum sırasında acılar içinde kıvranan kadının "anne" olduğu andaki gülümsemesinden rahatsız olacak, bebeğini eline aldığında ona sarılmasından rahatsız olacak. Her doğum, ona "kadın"ı anlatacak; kendisini de (varsa çocuğunu da), öldürdüğü kadın gibi bir kadının dünyaya getirdiğini anlayacak. Hem de bir değil, bin defa izleteceksin. Sizi temin ederim; "Beni idam edin!" diye yalvaracak... Ama idam etmeyeceksin, anne karnında bir noktanın nasıl bir vücuda döndüğünün belgesel filmini izleteceksin... Hem de bir değil, bin defa izleteceksin. Görecek, o bir saniyede öldürdüğü bedenin, nasıl aylarca saniye saniye şekle girdiğini...
O gece Çapa'da kadınların yüzlerindeki tedirginliği gördüm. Kime dair? Doğacak olan çocuğuna dair... Çocuğunun sağlıklı doğup doğmayacağına dair... O yüzdeki "tedirginliğin" aslında o kadının yüzünden bir ömür boyunca neden gitmediğini, ben o gece anladım. Bosna'da kendisine tecavüz eden erkekten olan çocuğa bile "çocuk" olduğu, "çocuğu" olduğu için sarılabilmesinin nedenini...
O gece Çapa'da kadınların çığlıklarını duydum.
Mevsim ne olursa olsun, bir çığlığın nasıl bir baharın müjdecisi olabildiğini ben o gece anladım. O acının, erkeklere uygulandığında erkeklerin %70'ini felç eden şiddette bir acı olduğu bilimsel bir gerçek... İşte o kadın cinayetinden hüküm giymiş olan ve kendisini "güçlü" sanan erkeğe bunu göstereceksin. Yani öldürdüğü kadının öyle bir acıya, tıpkı kendisi gibi bir çocuğu doğurabilmek için 9 kat daha fazla dayanabildiğini anlayacak. Yani asıl "güçlü"nün kim olduğunu kafasına böyle kazıyacaksın. İpte sallandırırsan, anlamadan gider, yazık olur; sen onun ayaklarına bu gerçeğin ipini dolayacaksın.
O gece Çapa'da kadınların doğumun bittiği anda birdenbire değişen yüz ifadesini gördüm. O yüzlere yayılan güzelliği gördüm. "Demek herkesin annesi bu yüzden dünyanın en güzel annesiymiş!" dedim. Ben annemin güzelliğini o gece anladım.
O gece Çapa'da kadınların bebeğine ilk bakışını gördüm. Erdal Eren'in o "son bakış"ını işte o anda anladım; annesinin o son bakışı hiç görmemiş olması için neler vermezdim! Meğer "çiçeğin can suyu" gibi oluyormuş, annenin sana o ilk bakışı. Hiçbir dilde karşılığı olmayan "can", demek bende o anda yüreğime girmiş. Sonra konuşmayı öğretecek olan annemle Türkçeme öyle girmiş. Ben bunu o gece Çapa'da anladım.
O gece Çapa'da kadınların yeni doğan çocuklarını ilk kez ellerine aldıkları anları gördüm. O anlarda o tarifsiz mutluluk ile binlerce anne eli sardı beni. Huzur dolu, güven dolu, sıcacık... Ben, anne eli değmiş olan tüm güzellikleri bir gecede böyle yaşadım.
Bugün benim doğum günüm... 41 oldum. Ben bugün düşününce canım annemin 41 yıl önceki bugününü bana nasıl yarın yaptığını işte o gece Çapa'da anladım. Asla unutamam o on iki pencereyi... İçime dolan o on iki güneş, meğer benmişim, yıllar önce bugün. Annem, bir çapa misali, benim toprağımı işledikçe büyümüşüm, üretmişim. Meğer 41 olabilirmişim; ama 1 anne olamazmışım."
UTKU ERİŞİK.✍👏🌹💙
Tiyatro Sanatçısı \ Yazar
Çözüm (leme) Dergisi Genel Yayın Yönetmeni.
1 note · View note
osmancakmak52 · 6 years ago
Photo
Tumblr media
Bu tiyatro kaçmaz, mutlaka izleyin. Utku erişik Mustafa Kemal’in lafta değil ruhu, yazdığı, sahnede kendinden geçerek yaşayarak büyük performansı ile devleştiği bu oyunu Aydınım diyenlerin kaçırmaması gerek. @ekremimamoglu @kilicdaroglu @chpankara @tsoordu @sozcucomtr @tv52ordu @tarimyazari @ybayer59 @ahmethilmihacaloglu @cihangiryavuz @ordudahaber @aydindemir3436 @tele1 @utkuerisik @ordudevlettiyatrosu @ordutakip @chpordugenclik @ordudahaber @ordusmmmodasi @ordu_barosu @ordusporkulubu @oduniversitesi @itiraf.giresununiversitesi @giresungonulkahvesi @giresundogakoleji (Ordu) https://www.instagram.com/p/BwaY1QYhKLPccyZXG-N_LySglPOTrNlKbTm3V00/?utm_source=ig_tumblr_share&igshid=1xv18nny84l4y
0 notes
kyreniacommentator · 5 years ago
Text
The theatre play “Pleasant Arrivals”, was shown within the scope of Theatre Days organised by Girne Municipality.
The two-act play entitled “War of Independence” was staged by the founder and actor of Theatre Someone, Utku Erişik, with the theme of information which sheds light on a historical process which has not been brought up to date, using some 250 photographs and presented in theatrical language.
Girne Mayor Nidai Güngördü spoke at the event and thanked everyone who had contributed to this production.
The play, which was applauded for several minutes, was watched with great appreciation and interest by theatre lovers.
Theater Days will continue on 13th February with the play ‘Letter K is Enough’.
Tickets for events are 20TL and can be obtained from Girne Municipality ((0392) 650 01 00) and Girne Municipality Chamber Theater box office (0533 821 21 44).
‘Pleasant Arrivals’  received standing applause in Girne The theatre play “Pleasant Arrivals”, was shown within the scope of Theatre Days organised by Girne Municipality.
0 notes