#Temmuz 1914
Explore tagged Tumblr posts
dipnotski · 1 year ago
Text
Sean McMeekin – Temmuz 1914 (2023)
Birinci Dünya Savaşı’nın patlak verişi “hiç aşılmayan bir dramdı”. Yüzyılı aşkın bir süredir, karakterlerin hiçbiri akıllardan silinmedi: Habsburg Hanedanı’nın kaygı içindeki varisi Arşidük Franz Ferdinand; ona suikastı planlayan fanatik Bosnalı Sırp komplocular; suikast sonrası yaşanan karmaşayı fırsat bilen Avusturyalı devlet adamları Conrad ve Berchtold; onlara arka çıkan Kayzer Wilhelm ve…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
nefretim-kazand · 1 year ago
Text
Tumblr media
SARIKAMIŞ Şehitlerimizi ve tüm şehitlerimizi rahmet,minnet ve saygıyla anıyoruz.Mekânları Cennettir inşaAllah. Ruhları şâd olsun.(SARIKAMIŞ Harekâtı
22 Aralık 1914 -6 Ocak 1915)
ŞEHİTLERİN SESİ
Resûl'ün övgüsüyle Türk'ün şanlı elini
Alparslan'ın eliyle selamladım bayrağım
Ulubatlı Hasan'ın kükreyen er dilini
Hilâl'in sancağına kelâmladım bayrağım
"Kızıl Elma'ya " diye diye vatan olmaya !
Tekbirler getirirken ezanlara dolmaya !
Tarihimi, anıtlar,belgeler koya koya ,
Zaman dilimlerine dilimledim bayrağım
Malazgirt heybetiyle bir perçin daha vurdum
Nal parıltılarıyla zafer dedim kudurdum
Mehterin marşını bu toprak için çaldırdım
Vatanı Anadolu'm tanımladım bayrağım
Âniden ölüm geldi karlar dondurdu beni
Allahûekber'deki buzlar döndürdü beni
Zamansız bir mahşere aldı, kondurdu beni
Mukaddestir şüphesiz, Hâkk damladım bayrağım
Peygamber kucağında bükülmezken bilekler
Bir alev topu gibi Allah idi dilekler
Çanakkale 'de mermi ucundayken melekler
Şehâdet şerbetini yudumladım bayrağım
Samsun'dan selam verdi takası, gemisiyle
O bacasından tüten duman duman sisiyle
Şeref,şan sesindeki ısıtan nefesiyle
Türk'e yol veren adı, adımladım bayrağım
Kocatepe'den sesler şafağı tanlatınca
Başıma boz kalpağı,boz kemeri katınca
Taaruzun terine şu alnımla yatınca
Menzile gülleleri hücumladım bayrağım
Mukaddes tarafından baktım haklı davaya
Girsinler ! Başbelâsı fırtınalar hizaya !
"Gök Girsin Kızıl Çıksın" yeminiyle,fezâya
Kızıl rengini alıp ,hacimledim bayrağım
Kim ki Türk'e düşmansa kesilir ayak sesi
Duyulmasın böceğin yılanların nefesi
Dengededir her zaman Türk'ün şanlı kefesi
Bu günler yorgunluğu tadımladım bayrağım
Vatan Millet Sakarya mevcut ereğimdeyken
Hudut boylarında her kahpe ürüyor derken
Yok mu silâh yığanın küstah ağzını diken
Sınırın kopuğunu düğümledim bayrağım
Her düğüm bir Bozkurt'un kılınç sallamasıdır
Taymalar atarak dağ taş bombalamasıdır
Ya zafer ya uçmağı dile dolamasıdır
Bir köpürge sesiyle bak,gümledim bayrağım
Sonsuza dek çalacak,elbet İstiklâl Marşı
Bayrağımıza kim köstek,kim ise karşı
Töre,yasa gereği ,toz toprak edip arşı
Sana gök ile yeri tam, tamladım bayrağım
O gece haine 'dur' diyen yiğitler varken
Aziz kahramanlara er meydanları darken
"Onbeş Temmuz"da yeri göğü melek sararken
Başlarına serviler biçimledim bayrağım
Ki,ezelden ebede, bütünleşen akışın
Millî egemenliğe ercesine bakışın
Kuru ifâde değil, tarih çıkan yokuşun
Seni,sonsuz zamana kadîmledim bayrağım
Ben şehitler sesiyim ; ağlatmayın bayrağı
Varım yoğum herşeyim, üşütmesin kırağı
Yüreğin gönderinde sıkı tutun sancağı
Bizle takip et Türk'ü, adım adım...Bayrağım !
Yerler ve gökler şahitler,Hâkk'a yürüdü şehitler...Bizler, Türk milleti olarak ecdadımızla, şehitlerimizle, gazilerimizle ne kadar övünsek azdır.Vatanın bütünlüğü, milletimizin birlik ve beraberliği için canları pahasına mücadele ederek toprağın bağrına düşen geçmişten bugüne kadar, tüm kahraman şehitlerimizi rahmet ve minnetle anıyoruz.Vatan size minnettardır.Ruhlarınız şâd olsun.Nûrlar içinde uyuyunuz.
11 notes · View notes
thekerimkucuk · 6 months ago
Text
Altay Yeni Yazılı Açıklama Yaptı
Değerli Altay camiası;İki aydan bu yana yatırımcılarla görüşen komisyonumuz, yönetim kurulu başkanı, iç ve dış yatırımcılardan oluşan bir konsorsiyum ile bir araya gelmiştir. Buna göre, 22 Temmuz 2024 Pazartesi günü nihai anlaşma için son kez bir araya gelinecektir. “Büyük Altay 1914 Futbol Yatırımları A.Ş”, önce bu konsorsiyuma devredilecek, daha sonra da Altay Spor Kulübü Futbol Şubesinin…
0 notes
haytaogluyunus · 9 months ago
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
ANMA:
BUGÜN 14 NİSAN (1915)
TEŞKİLAT-I MAHSUSANIN İLK BAŞKANI
SÜLEYMAN ASKERÎ’NİN
VEFATININ YIL DÖNÜMÜ. RAHMETLE ANIYORUM.
Süleyman Askerî (1884, Prizren - 14 Nisan 1915, Basra), Osmanlı askeri.
1902 yılında Mekteb-i Harbiye'den, 5 Kasım 1905 tarihinde de Mekteb-i Erkân-ı Harbiye'den Mümtaz Yüzbaşı rütbesiyle mezun oldu. Selanik'teki Üçüncü Ordu'ya bağlı olarak Manastır'a atandı. Manastır'da kaldığı günlerde İttihad ve Terakki Cemiyeti'ne girdi. Filibe'deki önemli ailelerden birine mensup olan Fadime Hanım ile evlendi. Fatma ve Dilek isimli iki kız çocuğu oldu. 7 Temmuz 1908 tarihinde Şemsi Paşa'ya suikast düzenleyen Mülazım Atıf Efendi'yi korudu. Kuşçubaşızade Eşref'in en yakın arkadaşıydı. Kız kardeşi, Mustafa Kemal Atatürk'ün en eski arkadaşı olan Mehmet Nuri Conker ile evliydi
1909 yılında Kolağası rütbesine terfi etti ve Bağdat Jandarma Alayı'na atandı. 1911 yılında İtalya'nın Trablusgarp'a saldırması üzerine oraya gitti ve Bingazi'deki savaşlara katıldı. 1912 yılında Balkan Savaşları sırasında Trabzon Redif Tümeni Kurmay Başkanlığı görevine atandı. Savaş sonrasında 31 Ağustos-25 Ekim 1913 tarihleri arasında Batı Trakya Bağımsız Hükûmeti Erkân-ı Harbiye Reisi olarak görev yaptı. Resmen 13 Kasım 1913 tarihinde kurulan Teşkilât-ı Mahsusa'nın Başkanı olarak görevlendirildi. Süleyman Askerî Teşkilat-ı Mahsusa Merkez-i Umûmi‘nin başkanlığında ilk yazısını 4 Eylül 1914,[ son yazısını ise 21 Kasım 1914 tarihinde yazmıştır.
Osmanlı Devleti'nin I. Dünya Savaşı'na Almanya'nın safında katılması üzerine Teşkilât-ı Mahsusa Başkanlığı görevinin yanında 20 Aralık 1914 tarihinde Irak ve Havalisi Genel Komutanı olarak atandı. Irak Cephesi'nde Osmancık Taburu ile Rota Muharebesi'nde İngilizleri durdurdu ama ayağından yaralandı ve Bağdat'a hastaneye kaldırıldı burada yaralı halde Basra'yı geri almak için planlar yaptı ve harekete geçti. Şuaybiye Muharebesi'nde komutası altındaki birliklerin 14 Nisan 1915 tarihinde İngiliz Ordusu'na mağlup olması üzerine tabancasıyla intihar etti.
0 notes
tkh1283 · 1 year ago
Text
Tumblr media
Rus Mezalimi neydi?
Çarlık Rusyasına isyan eden
#卍120binKırgızTürküKırgızistan’ın K. doğusundan Çin’e geçmeye çalışırken önlerine Tien Şan dağlarında Çar güçleri tarafından pusuya düşürüldüler. Ve 1916’da, Kırgızistan’da, tarihe adı “#卍Ürkün” olarak geçen o katliam yaşandı. Artık her yıl '#卍Ürkün Kurbanları' anısına Kırgızistan’ın K. doğusunda yer alan Barskun Köyü’nde ve Başkent Bişkek’te törenler düzeniyor.Kırgız #卍Türkleri atalarına vefa borcu olarak “Ürkün 90” adı verilen bir proje ile #卍KırgızTürk halkının hakları için ölen bu insanların dağılmış kemiklerini toplayıp anıt mezar olacak bir alana yeniden gömdüler.Kırgız halkının isyan etmesinin sebebi rejimin hak ve hürriyetlerdeki kısıtlamalarının hat safhaya ulaşmasının yanı sıra, Kırgız halkının I. Dünya Savaşı’na “Çar’ın askerleri” olarak #Türkiye'ye karşı katılmasının istenmesiydi.Yıllardır varı-yoğu sömürülen halkın bir de canı sömürülmek isteniyordu, hemde #Türklere karşı.
Savaşı Rusya kazansa bile sömürülen #Türkistan (Orta Asya) ülkelerinin hiç bir kazancı olmayacak, ölen askerlerinin adı da Türklere karşı savaşla anılacağı için nefretle anılacaktı.Sonuçta halk isyan etti ve bu isyan tarihte eşi benzeri görülmemiş bir şekilde bastırıldı.
Sayılarının 120 bini bulan Kırgız Türk'ü bugünkü Kırgızistan’ın K. doğusundan Çin’e geçmeye çalışırken Tien Şan dağlarında pusuya düşürülüp katledilmişti.'Ürkün' katliamından sağ kalanlar da, bu dağlarda 3000 metre yüksekliklere kadar çıkıp kaçmaya çalışırken can verdi. Şu an bu dağların etekleri, hala kemikleri dağılmış vaziyette yatan Kırgız Türklerinin mezarlığıdır.Hayret ve dehşet uyandıracak manzaralardan biri de 4000 metre yükseklikte bulunan Bedel Geçidi ile Çin sınırı arasında akan bir nehrin yatağının insan kemikleri ile dolu olması. Sovyetler dönemi boyunca, yaşanan vahşete tanıklık etmelerini önlemek için bu bölgeye Kırgızların girmesi engellenmiştir. Ürkün, Sovyetler dönemi kitaplarında da kayıtlı değildir. Hatta Kırgız aydınlarının olayı anlatmak için yazdığı kitapların basılması dahi.Kırgızistan’ın yeniden bağımsızlık tarihi olan 1991 yılına kadar engellenmiştir.
Ürkün Katliamı ancak 75. yıldönümü olan 1991’de, Ürkün ile birçok insanını kaybeden Asilbaş Köyü’nde bir tören ile anılabilmiştir.Ancak önemli bir gerçek şu ki; bu tarihten sonra çökmüş olan Sovyet Rusya, halkların bağımsızlık taleplerine çok fazla karşı koyamamıştır.11-Rusya, tarih boyunca Türkistan, Ukrayna ve Kafkas halklarına karşı yaptığı zalimlikler adına bugüne kadar üzgün olduklarını ifade eden bir ‘özür’ dahi dilememiştir.
Kırgız Türkleri, 1876 yılında Hokand Hanlığının yıkılmasıyla Rusların hâkimiyeti altına girdiler. Ruslar, bu yeni hâkimiyet alanlarında kontrol sağlamak için sömürgeci politikaları doğrultusunda bölgeye zamanla Rusya´dan getirdikleri Rus aileleri yerleştirmeye başlamışlardı.Bölgeye Rus aileler yerleştirilirken burada yaşayan halkın topraklarına el konuldu. Çok sayıda Rus köyü oluşturuldu ve bölgenin isimleri Rus isimleriyle değiştirildi.
Zamanla bölgedeki nüfusun %6'sını oluşturan Rusların eline, verimli toprakların %58'i verilmişti.Nüfusun %94 'lük dilimini oluşturan Kırgız Türkleri ellerinden bu toprakların alınması ve sulama kanallarına el konulması ile zor duruma düşürüldü.1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı'nda Rus Çarlığı'nın da yer alması Kırgız Türkleri için büsbütün felaketti. O güne dek toprakları ellerinden alınan Türkler, çoktan geçim sıkıntısına düşmüştü bile.Bir de bunun üzerine Rus yöneticiler tarafından savaş bahanesiyle vergiler ağırlaştırıldı, halkın hayvanlarının bir kısmına da el konuldu.İkinci sınıf vatandaş olarak görülen ve o güne kadar askere alınmayan 19-43 yaş aralığındaki bütün Orta Asya erkeklerinin, 1916 yılında Çar II. Nicolas tarafından askere alınması emredildi.Bu emir, Haziran ayında çıkarılmıştı ve zaten geçim sıkıntısı çeken insanlar hasat zamanında erkek gücünden yoksun kaldığı için iyice müşkül duruma düştü.
Bunun üzerine Türkler, Temmuz 1916'da amelelik emrine karşı gelmeye ve ayaklanmaya başladı.Polisle yaşanan çatışma bütün Türkistan'da duyuldu ve ayaklanmalar bütün coğrafyaya yayıldı. Rus ordusunun önemli bir kısmı isyanı bastırmak için görevlendirildi, bu da isyancıları silahlanmaya itti. Yerli halka karşı Rus köylülere de silahlar dağıtıldı ve iç savaş başladı.Rus generallere verilen emir doğrultusunda Türk köyleri yakılıp yıkıldı. Silahsız durumdaki çocuk, kadın ve yaşlılar da isyancılar gibi acımasızca öldürüldü. Kaçmaya çalışan insanların önü kesildi, direnip direnmemelerine bakılmaksızın hepsi vahşice öldürüldü.Bazı bölgelerde isyana katılmayan Uygur ve Kazak Türkleri de kurşuna dizildi.
Böylece bölgede etnik temizlik yapıldı. İsyanın başarısız olmasındaki en büyük etken, çok iyi silahlanmış Ruslara karşı ayaklanmaların bölgesel oluşu ve tek merkezden düzenli yönetilmemesiydi.Rus devlet yetkilisi
A. F. Kerenskiy, isyanın bastırılışını bir toplantıda şöyle dile getirir;
Cezalandırıcılar bölüklerden, piyadelerden, süvari ve topçulardan meydana gelmekteydi.Bölük komutanları köylerde karşılarına çıkan bütün insanların yaş ve cinsiyetine bakılmaksızın, kundaktaki bebekler, yaşlı dede ve nineler dâhil zalimce yok etmişlerdi.
Öldürülen Türklerin sayısı kesin olmamakla birlikte, en az 100-120 bin kişi olduğu tahmin edilmektedir.Bir asır önce yapılan bu soykırım, Kırgız Türkleri'nin sömürgeci Ruslara karşı verdikleri milli mücadelenin sonucuydu.24-Ürkün kelimesi Kırgız Türkçesinde “Bir şeyden korkarak toplu halde kaçma” anlamına gelir. 25-Doç. Dr. Füsun Kaya'nın bu akademik referanslı makalesinde ölenlerin rakamı 274 bin olarak verilmiştir.
(Ukraynada'da 1.3 milyon insanı açlığa terkeden Çarlık Rusyası hiç iyi anılmaz.)
#卍ÜrkünKatliamı
#Kırgızistan
Halil Said Adem
0 notes
nefisekoylu · 1 year ago
Text
ZALİMİN ZULMÜ VARSA,
FİLİSTİN’İN ALLAH’I VAR!
FİLİSTİN’DE OSMANLIYI SATMASAYDI DİYEN CAHİLLER DİKKATLİCE OKUYUN; Arap Ayaklanması, Arap İsyanı veya Arap İhaneti, I. Dünya Savaşı sırasında Haziran 1916 tarihinde Yemen'de Aden, Suriye'de Halep'i kapsayan bağımsız ve birleşik Arap devleti yaratma amacıyla Şerif Hüseyin bin Ali tarafından başlatılmıştır.
İsyanın laik Arap milliyetçilik açısından köklü bir başkaldırı olarak kabul edilme eğilimi olsa da Şerif, Haziran 1916 tarihinde Osmanlı Hükümeti'nin Müslümanlığın kutsal değerlerini çiğnediği ve "Arapların haklarının çiğnendiği" iddialarını sebep göstererek isyan etti.
Aksine Türkler, Müslüman topraklarını hâkimiyeti altına almaya çalışan güçlere karşı savaşı sırasında, Müslüman hilafeti için savaştığını iddia eden kabilelerin isyan ederek İslam'a ihanet ettiğini savundu.
ARKA PLAN,
Osmanlı Devleti'nin bir vilayeti olan Hicaz, valiler tarafından yönetilmekteydi. Validen başka Peygamber soyundan ve sınırlı yetkilere sahip bir de emir bulunmaktaydı. Bu emirlerden sonuncusu olan Şerif Hüseyin vezir rütbesiyle Şurayı Devlet azasından bulunurken Şerif Abdi Lillah Paşa’nın 1908 yılında aniden vefatı üzerine Mekke emirliğine tayin edilip gönderildi. Şerif Hüseyin, II. Abdülhamid'in iktidarı sırasında sakıncalı görülerek İstanbul'da tutulmuş ve Şura-yı Devlet üyesi olmuştu. İttihat ve Terakki ise yönetime geldikten sonra bu durum üzerine onu Mekke Emiri yapmıştı. Mekke Emiri Şerif Hüseyin ve bölgenin Osmanlı Valisi Vehip Paşa arasındaki anlaşmazlık isyanın temellerinden biridir.
Arap Yarımadası'nda daha 1865 yılında milliyetçi Arap örgütleri kurulmaya başladı. I. Dünya Savaşı sırasında, Şerif Hüseyin'in oğlu Emir Faysal'ın başkanlığında ve İmam Yahya ve İbn Suud'un da üye olduğu, Şerif Hüseyin'in Osmanlı Devleti'ne karşı savaşa girmesini ve İtilaf Devletleri'nin yardımıyla bir Arap Hükûmeti tesisini amaçlayan bir cemiyet kurulmuştu.
İNGİLİZLERLE ANLAŞMA,
Şerif Hüseyin'in isyan fikri, oğlu Emir Abdullah'ın Kahire'deki Britanya yetkilileriyle Şubat 1914 ilk haftasında Mısır'da gerçekleşen ve sürekli ilerleme kaydeden görüşmelerden sonra netleşti. Şerif Hüseyin, İngilizlere ilk teklifini 2 Temmuz 1915'te yaparak, Mersin ve Adana'dan Musul'a çekilecek hattın güneyindeki Arapların bağımsız bir hükûmet olarak oluşumuna izin verildiği takdirde, tabi olduğu İslam Halifesine karşı isyan edeceğini özel mektupla bildirmişti. Şerif Hüseyin-İngiliz görüşmeleri nihayet 10 Mart 1916'da karşılıklı anlaşma ile neticelendi. 6 Kasım 1916 tarihine kadar geçen sürede Şerif Hüseyin'e 773 bin Sterlin tutarında mali destek sağlandı. (VİKİPEDİ’DEN ALINTIDIR)
KİMDİR BU ŞERİF HÜSEYİN!
Peygamber Efendimizin Büyük Dedesi Haşim’i soyundan geldiğine inanılan bir emirdir. Abdülhamit döneminde uç fikirleri ve kuyu kazmaya yönelik sinsi davranışları nedeniyle İstanbul’da ikamet etmesi sağlanmıştır. Padişah, yakınlarında olmasını uzaklarda olup arkasından iş çevirmesine tercih etmiştir.
Oğlu Emir Faysal’ da tamı tamına babası ile aynı görüşlere sahip bir adamdı. Bu muhteşem ikiliyi yoldan çıkarmaya, sadece iki İngiliz ajanı Thomas Edward Lawrence ve Gertrude Bell’in basit oyunları ve planları yetide arttı.
Bazılarınız belki duymuştur. Bu Lawrence denen İngiliz, aslında Siyonist ajanı subay, tüm dünyada ARAP LAWRENCE diye tanınır. Aynı zamanda sıradan bir arkeolog olarak yaşamını devam ettiren Gertrude Bell ‘de, İngiliz ve Siyonist ajanı olarak görevini harfiyen yerine getirmiş, ÇÖL KRALİÇESİ olarak tanınır.
BUNLARI NEDEN ANLATTIM?
Filistinli kardeşlerimizin gördüğü zulüm ortada… Üstelik bu yeni bir şey değil! Bu tam olarak İngilizlerin para babası Siyonistlere kendilerini satacak kadar borçlanıp, sonrada tüm borçlu dünya ülkeleri gibi Siyonistlerin kölesi olup, onların nihai amacına hizmet etmeye başladığından beri böyle.
Siyonistlerin amacı; Müslümanlıktan önce İsrailoğulları’nın yaşadığı, kutsal saydıkları Kudüs ve civarında bir İsrail devleti kurmak.
Bu amaçları uğruna önce parayı çaldılar ve elde ettiler, sonra parayı yönettiler, sonra iç savaşlarla yorulan Avrupa ülkelerini bir bir kendilerine borçlandırarak köle ettiler, sonra 1.Dünya savaşını çıkardılar, sonra 2. Dünya savaşını çıkarttılar, şimdi 3. Dünya savaşını çıkarmak için girişimlerini devam ettiriyorlar.
Konu, her zaman İsrail devletini kurmaktı, konu hep Kudüs’tü, konu hep dışlanmış, sürülmüş ve hatta lanetlenmiş Siyonistlerin korkunç hırslarıydı…
Mağdur olan hep Filistinli Müslüman kardeşlerimizdi.
Dünyanın karayan yarası Orta Doğuya (Arap Yarımadasına) baktığımızda, Osmanlı’ya ve Müslüman kardeşlerine sırt çevirenlerin Sudi Emirler ve Krallar olduklarını görebilirsiniz. Tarihlerinde hıyanet var, arkadan bıçaklamak var, ihanet var ama her zaman güçten yana sinsilikten yana pozisyon aldıkları için bir elleri balda- bir elleri yağda yaşayıp gidiyorlar.
Diğer tarafta ise onların ihanetleri sebebiyle yıllardır işgal altında olan, soykırıma uğrayan, türlü türlü eziyetlere maruz kalan bir FİLİST��N VAR.
Birçok insan gibi bende Filistin de zulme maruz kalan kardeşlerimiz için son derece üzgün ve hassasım. Bu sebeple konuyu sürekli yazılarıma taşıyorum. Benim elimden gelende bu.
Bazı cahiller, utanmadan arlanmadan yazılarımın altına yorum yazma gafletinde bulundular. Zaten vicdansız oldukları kesin ama aynı zamanda sonsuz bir cahilliğin içinde de kaybolmuşlar.
‘‘ şimdi niye ağlıyorlar zamanında Osmanlıyı satmasalardı…’’
‘‘ zamanında Türklere sırt dönerken iyiydi şimdi çeksinler cezalarını…’’
Vb gibi akla, mantığa sığmaz yorumları ile gündemi kirleten kara cahillerin bu yazımı çok daha dikkatli okumalarını önemle tavsiye ediyorum.
FİLİSTİN DE YILLARDIR MÜSLÜMAN KARDEŞLERİMİZE KARŞI İŞLENEN VE ŞU GÜNLERDE DAYANILMAZ HALE GELEN TÜM SUÇLAR İNSANLIK SUÇUDUR, DOĞRUDAN SOYKIRIMDIR VE TAMAMI SİYONİSTLER İLE İŞBİRLİKÇİLERİNİN İŞİDİR.
SESSİZ KALMA TÜRKİYE!
https://nefisekoylu.com/f/zali%CC%87mi%CC%87n-zulm%C3%BC-varsa-fi%CC%87li%CC%87sti%CC%87n%E2%80%99i%CC%87n-allah%E2%80%99i-var
0 notes
bilgilihocamcom · 1 year ago
Link
0 notes
bilgireis · 2 years ago
Text
1. Dünya Savaşı Tarihi
Tumblr media
1. Dünya Savaşı, 28 Temmuz 1914'te başlayan ve 11 Kasım 1918'de sona eren Avrupa merkezli küresel savaş. II. Dünya Savaşı'na dek Dünya Savaşı veya Büyük Savaş olarak adlandırılmıştır. Savaşın taraflarından Osmanlı İmparatorluğunca "Genel Savaş" anlamında Harb-i Umumi, halk arasında ise Seferberlik olarak adlandırılmıştır. Amerika Birleşik Devletleri savaşa girinceye kadar savaş ABD'de Avrupa Savaşı olarak anılmıştır. Zamanın büyük güçleri iki tarafa ayrılarak savaşta yer almışlardır: İtilaf Devletleri (Birleşik Krallık, Fransa Cumhuriyeti ve Rus İmparatorluğu’nun Üçlü İtilaf’ı merkezlidir) ve İttifak Devletleri (asıl olarak Alman İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve İtalya Krallığı’nın Üçlü İttifak’ı merkezlidir; fakat Avusturya-Macaristan anlaşmaya karşı saldırıya geçtiği için İtalya savaşa girmemiştir). Bu ittifaklar yeniden yapılanmış (İtalya, İtilaf Devletleri’nin tarafına geçmiştir) ve yeni devletlerin savaşa girmesiyle genişlemiştir. İtalya Krallığı'nın İtilaf Devletleri'ne geçmesinin asıl nedeni Fransa Cumhuriyeti ve Birleşik Krallık'ın İtalya Krallığı'nın kendi saflarında savaşa girmesi halinde savaşa henüz girmeyen Osmanlı İmparatorluğu'ndan toprak vereceğini söz vermesidir. Nihayetinde 60 milyon Avrupalı dâhil olmak üzere 70 milyon askeri personel, tarihin en büyük savaşlarından biri için seferber edilmiştir. Yeni teknolojiler sayesinde silahların öldürücülüğünde görülen muazzam ilerlemeye karşılık savunma ve hareketlilikte aynı miktarda gelişme olmaması sonucu yaklaşık 9 milyon muharip hayatını kaybetmiştir. Böylece bu savaş dünya tarihindeki en çok zayiat verilen beşinci savaş olmuş ve savaşa katılan devletlerde birçok politik değişikliğe ve devrimlere yol açmıştır. Savaşın bir nedeni de Avrupalı Büyük Güçler Alman İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu, Rus İmparatorluğu, Birleşik Krallık, İtalya Krallığı ve Fransa Cumhuriyeti’nin uzun zamandır süregelen emperyalist dış politikalarıdır. Avusturya tahtının veliahdı Arşidük Franz Ferdinand’ın 28 Haziran 1914’te Gavrilo Princip adında bir Sırp milliyetçisi tarafından Saraybosna’da öldürülmesi, savaşı tetikleyen olay olmuştur. Olaydan sonra Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Sırbistan Krallığı'na bir ültimatom göndermiştir. Nihayetinde on yıllardır yapılanmakta olan ittifaklar sisteminin işlemesiyle birkaç hafta içerisinde Avrupa’nın ana güçleri kendilerini savaşta bulmuşlar ve koloniler yoluyla savaş bütün dünyaya yayılmıştır. 28 Temmuz'da çatışmalar Avusturya-Macaristan’ın Sırbistan’ı işgal etmesi ile başlamış ve bunu Almanya’nın Belçika, Lüksemburg ve Fransa’yı işgali ile, Rusya’nın Almanya’ya saldırması takip etmiştir. Almanların Paris’e yürüyüşü durma noktasına gelince batı cephesindeki çatışmalar durağan bir siper savaşına dönüşmüştür ve bu durum 1917’ye kadar pek değişmemiştir. Doğu cephesinde ise Rusya ordusu Avusturya-Macaristan İmparatorluğu kuvvetleriyle başarılı bir şekilde savaşmış fakat Doğu Prusya ve Polonya’dan Alman ordusu tarafından geri püskürtülmüştür. Osmanlı’nın 1914’te, İtalya ve Bulgaristan’ın 1915’te ve Romanya’nın 1916’da savaşa girmesiyle ilave cepheler açılmıştır. Çarlık Rusyası 1917’de Ekim Devrimi’yle yıkılınca savaştan da çekilmiştir. 1918’de Batı Cephesi boyunca bir Alman taarruzundan sonra Müttefikler ardı ardına yaptıkları saldırılarla Almanları geri püskürtmüş ve ABD kuvvetleri siperlere girmeye başlamıştır. Bu noktada zaten başı kendi içindeki devrimcilerle dertte olan Almanya, daha sonra Ateşkes Günü olarak tarihe geçecek olan 11 Kasım 1918’de mütarekeyi kabul etmiştir. Savaş böylece Müttefikler’in zaferiyle sona ermiş olur. Savaşın tarafları, tüm insan gücü ve ekonomik kaynaklarını bir topyekün savaş için seferber etmeye çalıştıklarından sivillerin durumu da cepheler kadar çalkantılı olmuştur. Savaşın sona ermesiyle büyük emperyalist güçlerden dördü; Almanya, Rusya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı imparatorlukları tarihe karışmıştır. Bunlardan Alman ve Rus İmparatorluklarının halefleri çok büyük toprak kaybı yaşamış; Avusturya-Macaristan ile Osmanlı İmparatorlukları ise tamamen parçalanmışlardır. Avrupa Haritası daha küçük parçalardan oluşacak şekilde yeniden çizilmiştir. Daha sonra bu tarz çatışmaların yaşanmasını önlemesi ümidiyle Milletler Cemiyeti kurulmuştur. Avrupa’da milliyetçiliğin bu savaşla ve imparatorlukların yıkılmasıyla yeniden canlanması, Almanya’nın yenilgisinin yan etkileri ve Versay Antlaşması’nın yarattığı problemler İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasına katkıda bulunan etkenler olarak kabul edilir. Savaşın nedenleri Siyasi nedenler Avrupa'da 16. yüzyılda yaşanan Katolik-Protestan ayrışmasıyla, Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'na bağlı prenslikler, farklı taraflarda savaşmışlar, tarihte Otuz Yıl Savaşları (1618-1648) olarak bilinen bu savaş da Vestfalya Antlaşması'yla sona ermiştir. Savaş sonucunda, bugün bile Avrupa Birliği'nin kökenini oluşturan Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu dağılmıştır. Savaşın sonunda Fransa'nın güçlenmesi, tam aksine Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'nun ve Habsburg Hanedanı'nın zayıflaması söz konusudur. Bu sonuç Almanya için 19. yüzyıla kadar sürecek bir zayıflık dönemine ve yine bu tarihlere kadar birliğini kuramamasına neden olmuştur. Sanayi Devrimi ve Sömürgecilik hareketlerinde de bu olay etkisini göstermiş ve İngiltere ile Fransa sömürgecilik alanında hızla güçlenirken Almanya'nın bu alanda geri kalmasına neden olmuştur. 1815'te yapılan Viyana Kongresi ile Avrupa'ya ve geniş anlamda dünyaya yeni bir statü getirilmiş ve buna göre güçler dengesi kurulmuştur. Kırım Savaşı'nda (1853-1856) bu dengelerin Rusya lehine değişmesine engel olmak için, Haçlı Seferleri'nden sonraki en önemli ittifakla, Avrupa Devletleri, Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte Ruslara karşı savaşmıştır. Yenilgiye uğrayan Ruslar, etkisi 1917 Ekim Devrimi'ne kadar sürecek siyasi ve ekonomik dalgalanmalar yaşamıştır. Yine bu savaşın sonunda, İtalya Birliği'ne gidecek yollar da açılmıştır. 1870 Sedan Muharebesi ile Almanya ve İtalya'nın birliklerini kurmaları ve büyük devletler olarak devletler arası ilişkilerde yer almak için girişimlerde bulunmaları, Viyana Kongresi statükosunu ve güçler dengesini büyük ölçüde değiştirmişti. Bundan sonrası ise yeniden bir dengenin kurulması girişimlerine, Avrupa'da yeni blokların ortaya çıkmasına ve bunların birbirleriyle çatışmasına yol açmıştır. Bloklar arasındaki gerginlik de karşılıklı silahlanmaya neden olmuştur. Bu da silahlı barış dönemini ortaya çıkarmıştır. Bu dönemde bloklar ve devletler arası ilişkilerde çok yönlü gelişen çatışmalar, gerginliği daha da artırmış ve devletleri bir savaşın eşiğine getirmiştir. Bu genel çerçeve içinde I. Dünya Savaşı'nın nedenleri çeşitli ekonomik, siyasi, askeri gelişmelere dayanmaktadır. Bunlara büyük devletlerin çıkar hesaplarını da eklemek gerekir. Özelikle Prusya'nın Avusturya'yı yenip Alman birliğini sağladıktan sonra yeni ortaya çıkan Alman İmparatorluğu'nun elinde önemli sömürgeleri olmamasına rağmen dönemin süper gücü Britanya İmparatorluğu'na karşı koyabilecek hatta onu geçebilecek bir sanayi, insan gücü ve teknoloji haline gelmesi ve bunun başta İngiltere ve Fransa tarafından engellenmek istemesi başlıca çekişme kaynağıdır. Ekonomik nedenler Sanayi Devrimi ve Sömürgecilik sonucunda ekonomik pozisyonlarını güçlendiren İngiltere ve Fransa, karşı taraftaki Almanya ve İtalya gibi ülkelerden ekonomik olarak çok ilerideydi. Almanya ve İtalya, siyasi birliklerini oluşturduktan sonra 1914'e kadar olan süreçte aradaki farkı kapatmaya çalışmışlardır. İngiltere ve Fransa'nın ekonomik hakimiyet alanlarını koruma, Almanya'nın ise bu alanları ele geçirme niyeti savaşın başlıca ekonomik nedenlerindendir. Bu nedenler; sömürgeler, deniz yollarının hâkimiyeti, uluslararası ticaret imtiyazları gibi ana başlıklarda değerlendirilebilir. Öte yandan 19. yüzyıl sonlarından itibaren kullanılmaya başlayan ve neredeyse 20. yüzyıla damgasını vuran petrol yataklarının mülkiyeti de savaşın temel ekonomik nedenlerindendir. Osmanlı İmparatorluğu'nun hakimiyeti altındaki Orta Doğu petrol varlığı, 19. yüzyıl sonlarında özellikle İngilizler tarafından, çeşitli gizli/açık yöntemlerle tespit edilmiştir. İngiltere, petrol siyasetini, 1900'lerde tüm stratejilerinin birinci sırasına koymuştur. Diğer bir konu da Rus İmparatorluğu'nun ekonomik durumudur. Rusya, 19. yüzyılın sonlarında 20. yüzyılın başlarında toplumsal dalgalanmanın en fazla görüldüğü ülkedir. Toplumun en büyük kesimini oluşturan köylü sınıfı ve o büyüklükte olmasa da etkin bir işçi sınıfı 1905 Devrimi ile 1917 Ekim Devrimi'ne giden yolu açmıştır. Toplumsal dalgalanmalar ekonomik açıdan Rus İmparatorluğu ve çarlık rejimi için tehlike oluşturuyordu. Rus yönetimi bu dalgalanmaları engellemek için siyasi ve ekonomik güç kazanmak zorundaydı. Ülkelerin stratejileri Britanya I. Elizabeth’in uzun ve başarılı saltanatında (1558-1603) İskoçya'daki İngiliz etkisinde farklılık görülmeye başlandı. İngiltere'deki Tudor Hanedanı'yla, İskoçya'daki Stuart Hanedanı arasındaki evlenmeler, iki geleneksel düşmanı birbirine yaklaştırdı. İskoçya Kralı I. James aynı zamanda İngiltere kralı oldu. 1707 yılında iki krallığı birleştiren bir antlaşma imzalandı. Bu tarihten sonra Büyük Britanya tarihi başlar. 1642-1651 yılları arasında gerçekleşen İngiliz İç Savaşı sonucunda krallık devrildi. Bunun yerine önce parlamento idaresinde (1649-1653) sonra da Oliver Cromwell iktidarında (1653-1659) kısa süren bir cumhuriyet kuruldu. Cromwell'in ölümünün ardından parlamento iç karışıklıkları önlemek için sürgündeki kral II. Charles'ı krallığı yeniden kurmak üzere İngiltere'ye davet etti. 18. ve 19. yüzyıllarda İngiltere, büyük bir sanayi devleti ve sömürge gücü haline gelen Britanya İmparatorluğu'nun merkezi konumundaydı. 19. yüzyılın başlarında Avustralya, Kanada, Hindistan, Afrika’da bazı devletler, Antiller ve Hong Kong gibi dünyanın büyük bir kısmına yayılan dev bir sömürge imparatorluğu kurulmuştu. Kraliçe Victoria (1837-1901) zamanında Birleşik Krallık dünyanın en büyük gücü durumuna geldi. 1858'de Hindistan sömürgeleştirildi. 1882'de Mısır ele geçirildi. Britanya 20. yüzyıla gelindiğinde dünyanın en büyük gücü konumundaydı. Bu gücü sömürgeler, deniz yolları hakimiyeti, küresel şirketler aracılığıyla askeri ve siyasi anlamda da sağlamayı başarabilmiştir. 1871'den itibaren Alman İmparatorluğu'nu kendi etkinliğine karşı en önemli tehdit olarak algılamıştır. Çünkü güçlü bir Almanya, İngiltere için en büyük tehdit olacaktır. Fransa ile sürdürdüğü ortaklıkta, Fransa'nın da 1871 yenilgisinden itibaren Alman İmparatorluğu'na karşı olan düşmanlığı belirleyici nokta olmuştur. Yine aynı şekilde Rusya ile I. Dünya Savaşı öncesinde temin ettiği ittifak da, Balkanlar ve Doğu Avrupa'da Rusya'nın Panslavizm politikası ile Almanya'nın Pan-Cermen politikası karşıtlığı temeline oturmuştur. Britanya, bir ada ülkesi olması nedeniyle, savunma stratejisini Hollanda ve Belçika'nın Almanya'ya karşı dirençli olması esasına dayandırmaktaydı. Alman İmparatorluğu'nun İngiltere için gerek ekonomik gerekse de siyasi tehdit haline gelmesi Britanya için tartışmasız bir savaş nedeniydi. Aynı zamanda, sömürgelerin korunması, deniz yollarının kontrol altında tutulması, küresel şirketlerin hakimiyeti ve en önemlisi Ortadoğu Enerji Koridoru'na sahip olmak stratejileri tamamen Alman İmparatorluğu çıkarlarıyla çatışmaktaydı. Fransa 1815 yılında yapılan Waterloo Muharebesi'nde Napolyon'un son yenilgisinden sonra Fransa'da krallık yönetimine geri dönüldü. Ancak bu kez kralın yetkilerine anayasal kısıtlamalar getirildi. 1830 yılında çıkan bir sivil ayaklama olan Temmuz Devrimi'yle Bourbon Hanedanı tümüyle kaldırılarak anayasal krallığa dayanan Temmuz Monarşisi getirildi. Bu yönetim biçimi 1848 yılına dek sürdü. Bu arada kurulan İkinci Cumhuriyet oldukça kısa süreli oldu ve 1852 yılında III. Napolyon İkinci İmparatorluğu kurunca yıkıldı. 1870 yılında başlayan Fransa-Prusya Savaşı'nda yenilen III. Napolyon bunun üzerine tahttan indirildi ve bu yönetim rejimi de Üçüncü Cumhuriyet'in kurulmasıyla feshedildi. Fransa 17. yüzyıldan başlayarak 1960'lara dek bir sömürge devleti kimliğiyle var oldu. 19. ve 20. yüzyıllarda dünyanın dört bir yanında edindiği sömürge toprakları Fransa'yı İngiltere'den sonra ikinci büyük sömürge imparatorluğu hâline getirdi. Fransa ve Almanya, 1871 yılından itibaren birbirlerini tehdit olarak görmüşlerdir. Fransa için, kaybettiği Alsace-Lorraine bölgesi hem ekonomik hem de askeri açıdan büyük öneme sahipti. Öte yandan Ren Nehri üzerindeki köprüler ve Belçika'nın güçlü savunmaya sahip olması, Fransa için diğer iki askeri strateji unsuruydu. Fransa için Alman İmparatorluğu, Merkezi Avrupa'da olduğu kadar, sömürgeleri için de büyük tehdit oluşturuyordu.Çünkü Fransız Askeri-ekonomik-siyasi gücünün temeli sömürgeler üzerine kuruluydu. Rusya İmparatorluğu Rusya İmparatorluğu'nun başlangıcı 1721 yılındadır. 1866 yılında toprakları Asya, Avrupa ve Kuzey Amerika'nın belirli bölümlerini kapsamıştır. 19. yüzyılın başında dünyanın en büyük ülkesi olmuş, toprakları kuzeyde Kuzey Buz Denizi'nden güneyde Karadeniz'e, doğuda Büyük Okyanus'tan batıda Baltık Denizi'ne kadar uzanmıştır. 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında, İmparatorluğun ekonomik yapısı geniş ölçüde köylü ve sayıca daha az ama etkili bir işçi sınıfına dayanmaktaydı. Sanayileşme yetersizdi ve üretim büyük ölçüde tarıma dayalıydı. Şehirleşme 2-3 şehir dışında son derece az ve nüfusun büyük çoğunluğu taşrada yaşamaktaydı. 1905 Devrimleri, ve ardından gelen 1917 Devrimleri, Rusya'nın bu ekonomik ve siyasi yapısından kaynaklanmıştır. Rusya 19. yüzyılda temelde dört hedef doğrultusunda siyasetini yapmaktaydı: Batısında Panslavizm Politikasıyla Balkanlar ve Doğu Avrupa'da hakimiyet sağlamak. Böylece Slav kökenli halkların kontrolünü eline geçirilmiş olunacaktı.Güneyde Osmanlı İmparatorluğu (Boğazlar'ı ve Doğu Anadolu'yu ele geçirmek) ve İran (Petrol alanları) üstünde hakimiyetini sağlamak.19. yüzyılda Orta Asya'nın büyük bölümünü ele geçirmekle elde edilen hakimiyeti devam ettirmek.Doğuda Japonya-Rusya-İngiltere-ABD arasındaki güç dengesini kaybetmemek.1904-1905 Japon - Rus Savaşı'nda büyük yenilgiye uğrayan Rusya, aynı tarihlerde, İngiltere ile İngiliz-Rus Sömürge Antlaşması'nı imzalamak zorunda kalmıştır. Batıda Almanya İmparatorluğu'nun Pan-Cermenizm politikası, güneyde Osmanlı İmparatorluğu ile yüz yılı aşkın süren savaşlar, Pasifik'te İngiltere'ye karşı ABD ile yardımlaşma vb. stratejiler nedeniyle Rusya, İtilaf Devletleri safında yer almıştır. Almanya 18 Ocak 1871'de Prusya ve diğer küçük Alman devletlerinin birleşmesiyle kurulan Alman İmparatorluğu, tüm dağınık Alman devletçiklerini -Avusturya hariç- bir arada topladı. İmparatorluk 1884 yılından itibaren ülke dışında sömürgeler kurmaya başladı. Alman İmparatorluğu 1914 yılına kadar, birliğini geç oluşturması nedeniyle geri kaldığı İngiltere-Fransa-Rusya ittifakıyla, ekonomik,siyasi ve askeri yönden başabaş noktasına geldi. Hatta sanayileşme ve iş gücü alanında İngiltere'den (1914 verilerine göre) daha ileri bir seviyeye ulaştı. II. Wilhelm döneminde Almanya, diğer Avrupa güçleri gibi emperyal bir politika izlemiş ve zaman zaman sömürgeleri konusunda komşu devletlerle sürtüşmeye girmiştir. Bu, Almanya'nın dostluklarını zedelemiştir. Bu yüzden Almanya'ya karşı Fransa, Birleşik Krallık ve Rusya İmparatorluğu bir anlaşma imzalayarak kutup oluşturmuşlardır. Almanya ise sadece Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile ittifak kurabilmiştir. Almanya'nın emperyal politikası ülke dışına taşmış ve devlet diğer Avrupa güçleri gibi Afrika'nın paylaşımına katılmıştır. Berlin Konferansı'nda bu kıta Avrupa güçlerine pay edilmiştir. Almanya'nın payına Alman Doğu Afrikası, Alman Kuzey-Batı Afrikası, Togo ve Kamerun düşmüştür. Afrika'da, büyük güçler arasında yaşanan bu mücadele I. Dünya Savaşı'nın nedenlerinden biri olmuştur. Almanya siyaset alanında ve denizlerde, o sırada Britanya'ya ait olan küresel konumu ele geçirmek ve böylece Britanya'yı otomatik olarak daha alt statüye indirgemek istiyordu. 1900'lerde emperyal ve emperyalist çağın en yüksek noktasında hem Almanya'nın "Alman Ruhu dünyayı yenileyecektir!" deyişiyle yegane küresel statü iddiası, hem de Avrupa merkezli bir dünyanın tartışmasız "büyük güçleri" olan Britanya ve Fransa'nın iddiası hala etkiliydi. Alman Ulusal Birliği'nin kurulduğu 1871 ile I. Dünya Savaşı'nın çıktığı 1914 tarihleri arasında Avrupa Tarihi'nin hiç değişmeyen öğesi Almanya ile Fransa arasındaki düşmanlıktır. Fransa'nın 1871 Alman yenilgisi bu düşmanlığın en önemli etkenidir. Aynı zamanda Alsace-Lorraine'in kaybedilmesi iki ülke için, hem ekonomik hem de askeri önemi, bu düşmanlıklarda etkili olmuştur. Çünkü iki ülke arasındaki en önemli savunma noktaları olan Alsace-Lorraine ve Ren Nehri Köprüleri'ne sahip olmak önemliydi. Öte yandan, Hohenzollern Hanedanı yönetiminde ve mutlakiyetçi yapıdaki Alman İmparatorluğu, siyasi olarak cumhuriyetçi İngiltere ve Fransa'nın yönetim sistemi yönünden de rakibiydi. Bu rekabet, I. Dünya Savaşı'nı, bir nevi mutlakiyet ve cumhuriyet mücadelesi şekline de getirmiştir. Bu mücadelenin sonucu olarak, savaş sonrasında mağlubiyete uğrayan taraftaki bütün mutlakiyetler çökmüş, yerine yeni cumhuriyetler kurulmuştur. Alman İmparatorluğu 1914'e gelinirken, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile ittifakı dışında, Avrupa'da güçlü bir müttefike sahip değildi. Belki de savaşın daha başındaki bu durum, savaşın sonucunu belirleyecek olaylarda Alman stratejisinin, savaşın kaybı konusundaki en büyük eksikliğiydi. Çünkü Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun çok uzun ömürlü olamayacağı, 1910'larda neredeyse kesin gibi duruyordu. Bu konuda Adolf Hitler bile Kavgam'da, "Eğer Reich, Schoenerer'in Habsburglar hakkındaki ikazlarına kulak vermiş olsa idi, Almanya'nın başına bütün dünyaya karşı savaşa girerek uğradığı felaket gelmeyecekti" demiştir. Almanya'nın oluşturmak zorunda kaldığı diğer ittifakları da (Osmanlı İmparatorluğu ve Bulgaristan) savaşın sonucuna etki edebilecek ekonomik ve askeri düzeyde değildi. Almanya için güvenilmesi gereken temel güç, kendi öz gücüydü. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Kutsal Roma İmparatorluğu'nun etkinliği azaldıkça Avusturya'nın arşidükleri bağımsız olarak hareket etmeye başladılar. 1804 yılında arşidükler kendilerini imparator ilan ettiler. 1866'da Prusya-Avusturya Savaşı yenilgisi, ve Alman Konfederasyonu'nun dağılmasından sonra prestijini kaybeden Avusturya İmparatorluğu, 1867 yılında da Macaristan'la birleşerek Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nu kurdular. Avusturya ve Macaristan aslında içişlerinde bağımsız olan iki ayrı ülkeydiler. Fakat dışişleri açısından tek bir Habsburg İmparatoru tarafından yönetilmekteydiler. Emperyal bir devlet olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nda, 11'in üzerinde etkili etnik grup mevcuttu. Bu etnik grupların büyük kısmı Almanlar, Slavlar ve Macarlar'dan oluşmaktaydı. Etkinlik sahasında (doğu bölgesinde yoğun Slav devletleri, batısında da Germen toplumları) farklı etnik gruplar bulunmaktaydı. 1789 Fransız Devrimi ve beraberinde getirdiği süreç, emperyal devletlerin sonunu hazırlamaktaydı. Uyanan milliyetçilik akımları 19. yüzyılda en fazla Osmanlı İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'na zarar vermiştir. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun karşısındaki en büyük tehdit Rusya ve Rusya'nın Pan-Slavizm Politikası'ydı. Rusya, Doğu Avrupa'ya ve Balkanlar'a doğru güç alanını genişletmek istiyordu. Bu amaçla gerek Osmanlı içindeki, gerekse de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu içindeki tüm etnik unsurlara -başta Slavlar olmak üzere- açık (veya el altından) destek veriyordu. Bunun yanı sıra, batı kanadının güvenliğini sağlamak için, Almanya'yla yapılan ittifak ile sağlamlaştıran Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, diğer taraftaki Rusya etkinliğini yok etmek istiyordu. Aslında, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun da durumu Osmanlı İmparatorluğu'ndan farklı değildi. Read the full article
0 notes
hetesiya · 2 years ago
Text
Kemalistler Mustafa Kemal’e iftira atıyorlar
İbrahim Aksoy
Osmanlı Yeniçeri Ocağı, Balkanlar’da devşirme küçük çocuklardan oluşur. Devşirme çocuklar, toplumla hiçbir ilişkisi olmadan, özel askeri karargahlarda yetiştirilir. Bunlara evlenme, yuva kurma toplumsal ilişkiler yasaktır. Ömür boyu Sarayın emrinde askerdir. II, Mahmud tarafından 1826 yılında Yeniçeri Ocağı kapatarak, yerine Asakir-i Mansure-i Muhammeddiye ordusunu kurdular, aynı kurallar onun için de geçerliydi. Çok küçük yaşta devşirildiği için, Hiçbir Osmanlı Paşası, kim olduğunu, annesini babasını bilmez, tanımaz.
Kemalistler; Mustafa Kemal’in anasını, babasını ve doğduğu evi buldular. Başka hiçbir Osmanlı Paşasıyla ilgili bu bilgileri bulamazlar. Çünkü devşirme çocuklar, anasını babasını bilmez tanımaz. Mustafa Kemal 1881 tarihinde Selanik’te doğdu, babası Ali Rıza Efendi, anası Zübeyde Hanım. Peki efendiler Ali Rıza 1888 tarihinde ölünce, Mustafa Kemal 6 yaşındaydı. Ölen Ali Rıza efendinin evi neden eşine ve çocuklarına kalmadı? Çünkü Ali Rıza efendinin kimsesi olmadığı için, Selanik Belediyesine kaldı. Daha o zaman, Selanik Osmanlı sınırları içerisinde. Acaba adı neden Mustafa Ali Rıza değil de Mustafa Kemal’dir? Ona da saçma bir yalan buldular. Mustafa Kemal; dayısının Ayçiçek tarlasını kargalardan korumuş. Utanın be…! Ayçiçek tarlasında karga bekçisi olmaz. Kemalistlerin uydurması güzel de her tarafı açıkta bir uydurma. Ali Rıza efendinin Selanik’teki evini, Türkiye 1953 yılında Selanik belediyesinden satın aldı ve Atatürk Müzesi yaptı?
Devşirme Mustafa Kemal her Osmanlı askeri gibi yatılı okudu, 1899 yılında Askeri Rüştiyeyi, 1902’de de üç yıllık Harp okulunu bitirdi ve subay oldu. Değişik yerlerde görev yaptıktan sonra, 27 Ekim 1913 tarihinde, Binbaşı Mustafa Kemal Osmanlının Sofya Askeri Ataşesi olarak atandı. Mart 1914 tarihinde yarbay oldu. Gerisi yalan…
Birinci Dünya Savaşı 28 Temmuz 1914 tarihinde başladı. 29/30 Ekim 1914 gecesi Osmanlılar, Rusya’nın Sivastopol ve Odessa limanlarını bombalayarak, Almanlardan yana birinci Dünya savaşına katıldılar. 3 Kasım 1914 Tarihinde, Müttefik güçler ve Osmanlılar arasında Dardanel (Çanakkale) savaşı başladı, 20 Ocak 1915 Tarihinde Müttefik güçler yenilip geri çekilmesiyle savaş sona erdi. Çanakkale savaşının Baş Komutanı Alman General Liman Von Sanders’dır. Savaş bittikten sonra, 25 Şubat 1915 Tarihinde Mustafa Kemal Gelibolu Kaymakamlığına atandı. 1 Haziran 1915’te Albay oldu. Mustafa Kemal’in Çanakkale savaşıyla hiçbir alakası yoktur. Çanakkale savaşı devam ederken, Mustafa Kemal Dimitrina Kovaçev ismindeki sevgilisiyle Sofya’da keyfine bakıyordu. Bunun dışında Kemalistlerin yazdığı, Mustafa Kemal’e iftiradır, yalan söylüyorlar.
Birinci dünya savaşında, hiçbir Osmanlı Paşası cephede ölmedi, sıkışınca kaçıp İstanbul’a geldi. Gelenleri Saray yakaladı, Yedikule zindanlarına doldurdu. 30 Ekim 1918 tarihinde Osmanlı koşulsuz teslim oldu ve müttefik güçler tarafından hazırlanan 25 maddelik Mondros ateşkes antlaşmasını imzaladı. Mondros ateşkes antlaşmasına göre Osmanlı diye bir devlet yoktur. Ordusu fes edildi, silahları Müttefik güçlerine teslim edildi, Gemileri Akdeniz’de bir limanda toplanıp, Müttefik güçlerine teslim edildi. İşgal edilmemiş “Misakı Milli” bölgesini, yönetmek üzere İngiliz General Harington Başkent İstanbul’a geldi ve yönetimi devir aldı. Misakı Milli yani işgal edilmemiş vilayetlere İngiliz ve Fransız subaylar yönetici olarak atandı. İstanbul çatışmalar sonucu işgal edilmedi, 13 Kasım 1918 Tarihinde, Mondros ateşkes antlaşmasında belirtildiği gibi, İngiliz General Harington’a teslim edildi. Gerisi yalan!
Mustafa Kemal Gelibolu Kaymakamı iken, 1 Haziran 1915 tarihinde, Albay oldu. Buradan da Edirne, Diyarbakır’dan sonra, 5 Temmuz 1917 Tarihinde Filistin Cephesine atandı. Savaş burada bütün hızıyla devam ederken, Osmanlılar yenildi geri çekilmeye başladı. Albay Mustafa Kemal Kudüs’ü 9 Kasım 1917 tarihinde İngiliz General’e teslim etti ve geri çekildi. Osmanlılar yaralı askerlerini, Şam Emevi Camisine topladılar. Bu arada Osmanlı, 30 Ekim 1918 Tarihinde koşulsuz teslim oldu.
Albay Mustafa Kemal, Şam Emevi Cami’inde binlerce ölü ve yaralı askeri bırakarak Halep’e geldi. Şark cephesinde yaralanan Ekrem Cemil Bey tedavisi bitmiş Filistin cephesine gidiyordu. Halep’te otelde Mustafa Kemal ile karşılaşıyor. Mustafa Kemal “Ekrem ne cephesi, cephemi kaldı, ben İstanbul’a gidiyorum. Gel birlikte İstanbul’a gidelim” diyor. Birlikte Trene biniyorlar, Ekrem Adana’da aktarma yaparak, Diyarbakır’a gidiyor, Mustafa Kemal’de tek başına İstanbul’a gidiyor.
Haydar Paşa Garına vardığı zaman, orası asker doluydu. Çünkü Osmanlı ordusu fes edilmiş, askerler evine gitmeye çalışıyorlardı. Mustafa Kemal gemiye bindi, karşıya geçti doğruca İstanbul yöneticisi İngiliz General Harington’un evine gitti. Uzun görüşmelerden sonra yeni çalışmalar başladı.
16 Mayıs 1919’da Sultan Vahdeddin’den yüklü bir harçlık alarak, çok sayıda subay arkadaşıyla birlikte, Saray’ın Bandırma isimli özel gemisine bindi, Samsun’a doğru yola çıktılar. 18 Nisan 1916 tarihinde Rus ordusu Karadeniz’i baştan başa işgal etmişlerdi. Çar’ın amacı burada dost bir Trabzon Cumhuriyeti kurmaktı ve kurdu da. İngilizlerin adamı Lenin 7 Kasım 1917’de Moskova’da yönetimi ele geçirince, tek kurşun atmadan, İngilizlerin isteğiyle, işgal ettikleri Osmanlı topraklarından geri çekildi. Harington; Karadeniz’deki Pontus Rumlarını yatıştırmak ve anlaşmak üzere, Mustafa Kemal Başkanlığında Paşalar gurubunu, Samsun’a gönderdi. 28 Mayıs 1919 Tarihinde Pontus Rumları ileri gelenleriyle, Havza’da 17 gün süren bir toplantı düzenledi, aracı İngiliz Generali vasıtasıyla anlaştılar. 22 Haziran 1919 Tarihinde Amasya’da 3 gün süren bir toplantı düzenlendi, burada da anlaşmaya vardılar. Mutabakat belgelerini gurup adına elindeki 9 Ordu Müfettişi belgesiyle Mustafa Kemal imzalıyordu. Mondros ateşkes anlaşmasıyla, Osmanlı ordusu fes edilmişti, ordu diye bir şey yoktu ki, 9 ordu hiç yoktu. Bu yalan değil iftiradır.
23 Temmuz 1919’da Erzurum’da Hamidiye Alayları temsilcileriyle, 14 gün süren bir toplantı düzenlendi. Bu toplantıda da Harington’un temsilcisi, İngiliz General de vardı. Burada da istenilen sonuca varıldı denilemez. 4 Eylül 1919’da Sivas’ta bir toplantı düzenlendi ama, burada da istenilen sonuca varılamadı. Bu nedenle Mustafa Kemal ve arkadaşları, Sivas’ta 108 gün kaldı ama tam bir sonuç almadan ayrıldı. 18 Aralık 1919’da üç arabayla Sivas’tan yola çıktılar, bazı yerlere ve özellikle de Hacı Bektaş’a uğradıktan sonra, 27 Aralık 1919’da Ankara’ya geldiler. Mustafa Kemal’in İstanbul’da 16 Mayıs 1919 Tarihinde başlayan maceralı Samsun yolculuğu, 27 Aralık 1919 Tarihinde tam 226 gün sonra, Ankara’ da son buldu. Gerisi yalan!
Esas macera şimdi başlıyordu. İstanbul yöneticisi General Harington, Yedikule zindanlarındaki Devşirme Paşaları, guruplar halinde Ankara’ya Mustafa Kemal’e gönderiyordu. Kendi birliklerini bırakıp cepheden kaçan devşirme Paşalar, sonunda Ankara’da bir araya geldiler. Paşalar Saraya karşı darbe yaptı 1 Kasım 1922’de Sultan Vahdeddin’i bütün ailesiyle sürgüne gönderdiler. Darbe ortamı biraz sakinleştikten sonra, 3 Mart 1924 tarihinde, kendi seçtikleri Halife Abdülmecit Efendiyi de bütün ailesiyle sürgüne gönderdiler. Böylece de Osmanlıdan tamamen kurtulmuş oldular. Başladılar Harington’un öğrettiği ve desteklediği, kendi oyunlarını oynamaya.
Kendi yönetimlerinin adını Cumhuriyet koydular ama, bütün yönetim kadrosu, devşirme cephe kaçkını Paşalardan oluşuyordu. “Burası Türklerin vatanıdır. Türk olmayanın sadece köle ve hizmetçi olma hakkı vardır.” Burada yaşayan herkes Türk’tür “Kemalizm Türklerin Dinidir”. Bu sözleri söyleyenlerin hiç birisi de Türk değil, devşirme Osmanlı Paşası. 1926 yılında Çanak köyünü il yaptılar, adını değiştirdi Çanakkale yaptılar, başladılar Çanakkale efsanesini yazmaya. Birinci Dünya Savaşında Müttefik güçlerle Osmanlılar savaşıyor, Osmanlılar galip geliyor. 11 Yıl sonra devşirme Paşalar bunu, Kurtuluş savaşı olarak kutlamaya başladılar. Cephe kaçkını Paşalar, hangi cepheden kaçtıklarını unuttular.
Adana, Maraş, Antep ve Urfa valileri Fransız ve İngiliz subaylardan oluşuyordu, yani buraları Müttefik güçler yönetiyordu. Sonra kova ile mahallede süt satan imam isminde birisi önderliğinde ayaklandılar, bu illeri işgalden kurtardılar. Bu kadar büyük yalanı ancak Kemalistler uydurabilir. Osmanlıya karşı bağımsızlık mücadelesi veren halk, yenilen Osmanlı Paşalarından yana olup, müttefik güçlere karşı savaşıyorlar. Bunu benim külahıma anlatın.1926 Ankara antlaşmasıyla, Misakı Milli sınırları içerisinde olan, kuzey Suriye’yi Fransızlara, Kuzey Irak’ı İngilizlere vermek için oyun oynadılar. Türkiye’nin mevcut sınırlarının hiçbiri Lozan antlaşmasıyla belirlenmedi. İran sınırı 1639 Kasrı-ı Şirin anlaşması, Yunanistan Bulgaristan sınırı 21 Eylül 1913, Rus sınırı 16 Mart 1921 Kars anlaşması ve Irak Suriye sınırı 5 Haziran 1926 Ankara anlaşmasıyla belirlenmiştir. Gerisi yalan.
İngiliz General Harington, 13 Kasım 1918 tarihinde geldi, İstanbul yönetimini ve işgal edilmemiş toprakları yönetti, 6 Ekim 1923 Tarihinde kurduğu Cumhuriyetin ilanını Paşalara bıraktı, İstanbul’u terk etti. Birinci Dünya Savaşında İstanbul’un işgali ve kurtuluşu Kemalistlerin boyunu aşan kocaman bir yalandır.
https://navkurd.net/2023/05/kemalistler-mustafa-kemale-iftira-atiyorlar/
0 notes
pazaryerigundem · 6 days ago
Text
Sarıkamış Şehitleri Bursa Yıldırım'da unutulmadı
https://pazaryerigundem.com/haber/198119/sarikamis-sehitleri-bursa-yildirimda-unutulmadi/
Sarıkamış Şehitleri Bursa Yıldırım'da unutulmadı
Tumblr media
Sarıkamış Harekatı’nın 110’uncu yıl dönümünde kahraman şehitler Bursa’nın Yıldırım ilçesinde anıldı.
BURSA (İGFA) –Yıldırım Belediyesi, 15-22 Aralık 1914’te Sarıkamış’ta hayatını kaybeden 78 bin şehidi, Barış Manço Kültür Merkezi’nde düzenlediği program ile andı.
Yıldırım Belediyesi Sarıkamış Harekâtı’nın 110’uncu yıl dönümü ve şehitleri anma programı düzenledi. Barış Manço Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen programa Yıldırım Belediye Başkanı Oktay Yılmaz’ın yanı sıra, Işıklar Jandarma Meslek Yüksek Okulu Komutanı Jandarma Yüzbaşı Özcan Özaydın, Jandarma Teğmen Yağız Kocabaş, Milliyetçi Hareket Partisi İl Başkan Vekili Hikmet Çalışye, Kars Ardahan Iğdır Dernekleri Federasyonu Başkanı Durmuş Duman ve vatandaşlar katıldı. Yıldırım Belediyesi Erguvan Türk Halk Müziği Korosu’nun hazırladığı program vatandaşlara duygu dolu anlar yaşattı.
Tumblr media
‘AYNI RUHU ÇANAKKALE’DE GÖRDÜK’
Yıldırım Belediye Başkanı Oktay Yılmaz, ” Bundan 110 yıl önce vatanın namusunu müdafaa etmek için, karlı dağları aşmaya çalışan binlerce askerimiz ne yazık ki dondurucu kış şartları nedeniyle şehit olmuştur. Allahuekber dağlarının zirvesinden milletimizin sinesine adeta çığ düşmüş, ciğerimiz yanmıştır. Allahuekber dağlarında can veren yiğitler, şanlı bir direnişin ve adanmışlığın timsali olmuşlardır. Çanakkale’yi geçilmez kılan, İstanbul’u fetheden işte bu ruhtur.  Mehmetçik; karlı dağların sırtında imanın, inancın ve fedakârlığın en büyüğünü göstermiştir.  Sarıkamış’ı bizim gözümüzde ölümsüz kılan işte budur. Sarıkamış’ın ruhu ve inancı bugün bizlerin omzundadır. Kahramanlarımızın Doğu Cephesi’nde gösterdiği direniş ruhunun aynısını biz Çanakkale’de de gördük. Bu ruh 1453’te İstanbul’un fetheden ruhun da 15 Temmuz direnişindeki ruhun da ta kendisidir. Vatan için can veren tüm şehitlerimizi rahmet ve minnetle anıyorum. Allah bizlere bir daha böyle acılar yaşatmasın” dedi.
Tumblr media
0 notes
ahmet-34 · 3 years ago
Text
Ermeni acılarını paylaşan paylaşana...
Söz konusu 1915 olayları ve Ermeni tehciri olunca Ermeni acılarını paylaşan paylaşana...
Bizde sorumlu siyasetçilerin Ermeni acılarını paylaşma ve taziye furyası 2014 yılında başlıyor ve günümüze kadar da devam ediyor... Örneğin, Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan, 24 Nisan 2015 tarihinde yayınladığı mesajında ‘’Ermeni toplumunun geçmişte yaşadığı üzüntü verici hadiseleri bildiğini ve acılarını samimiyetle paylaştığını’’ belirtiyor.
Yine Sayın Cumhurbaşkanı 24 Nisan 2016 tarihinde Ermeni Patrikhanesi’ne taziye mesajı göndererek ‘’Ermenilerin acılarını paylaşıyoruz’’ mesajını veriyor.
Yine Sayın Cumhurbaşkanımız, 24 Nisan 2018 tarihinde de Ermeni Patrikhanesi’ne taziye mesajı göndererek ‘"Ermeni vatandaşlarımızın tarihte yaşadığı acılara ortak olmak, bu acıları paylaşmak, Türk milletinin vicdani ve ahlaki duruşunun bir gereğidir" mesajını veriyor. Bu yıl da dâhil bu her yıl böyle mesajlar veriliyor...
Acaba sayın Cumhurbaşkanının danışmanları ne iş yapıyor. Tarihi konularda niçin Cumhurbaşkanımızı uyarmıyorlar.
Katledilen Türkler
Daha dün, 21 Mayıs tarihi, 21 Mayıs 1864 tarihinden itibaren, Rus İmparatorluğu tarafından Çerkeslere uygulanan toplu katliamın yıldönümü idi… Siz hiç Çerkezlerin acılarını paylaşan bir Rus siyasetçi duydunuz mu?
Balkan Savaşı'ndan sonra yüz binlercesi katledilen, yüz binlercesi de anayurdundan sürgün edilen Balkan Türklerinin acılarını paylaşan bir Yunan veya bir Bulgar veya bir Sırp siyasetçi duydunuz mu?
Josef Stalin'in emriyle Sovyet hükümeti tarafından 18 Mayıs 1944 tarihinden başlayarak Kırım Tatarları Sibirya’ya sürülmüştü (tehcir edilmişti) … Bu sürgünde binlerce Kırım Tatar Türkü katledilmişti... Sağ kalanlar da ya sürgündeki ve Sibirya’daki olumsuz koşullar nedeniyle yaşayamamışlardı... 18 Mayıs daha dört gün öncesiydi, sahi siz bu katliamın yıldönümünde Kırım Tatar Türklerinin acılarını paylaşan bir Rus siyasetçi duydunuz mu? Boşuna hafızanızı zorlamayınız. Duyamazsınız… Çünkü böyle bir üzüntü paylaşımı olmamıştır…
Bu yazımda Çerkeş katliamını, Balkan Türkü katliamını, Kırım Türkü katliamını anlatmayacağım… Bu yazımda Ermenilerin Van’da, Bitlis’te, Erzurum’da, Erzincan’da yaptıkları Türk katliamlarını da yazmayacağım… Eğer Ermeni terminolojisini kullanacak olursak bunların hepsi birer soykırımdır… Bu yazımda kimseciklerin pek bilmediği bir Ermeni –Fransız işbirliği ile yapılan bir Türk katliamını anlatacağım…
Çukurova’nın Fransızlar tarafından işgali
Birinci Dünya Savaşından sonra Mondros Ateşkes Sözleşmesi bahane edilerek Kasım 1918 tarihinden itibaren Çukurova bölgesi Fransa tarafından işgal ediliyor… Bu işgal sırasında Fransa, bölgede bir Ermeni devleti kurma vaadiyle Ermenileri kandırıyor. Önce gönüllü Ermeni taburları oluşturuluyor. Daha sonra, ABD, Mısır, Suriye ve Fransa’dan 200 bin Ermeni getirtiliyor. Bu şekilde Fransız Doğu Lejyonu’na bağlı Ermeni Lejyonu kuruluyor. Bu özel birliğe Fransız üniforması giydiriliyor, ellerine Fransız silahı veriliyor… Benzer uygulamayı da 1914-1915 yılarında Çarlık Rusyası Doğu Anadolu’da yapıyor… Adı geçen birlik 1921 yılına kadar bölgede akıl almaz katliamlar yapıyor… İşte bu Ermeni – Fransız ortaklığı Çukurova’da katliamlara başlıyor… Kimler katlediliyor? Tabii ki Türkler katlediliyor…
‘’Kaç Kaç’’ olayı
Fransız işgali altındaki Adana’da Fransız ve Ermeniler tarafından 10 Temmuz 1920 tarihinde Türklere karşı yapılan bu katliamın en büyüğüne girişiliyor. Bu harekât sonucu onbinlerce Türk Toroslara doğru kaçıyor. Dört gün süren bu hareket tarihte ‘’Kaç Kaç’’ olayı olarak adlandırılıyor. ‘’Kaç Kaç’’ olayı aslında Kurtuluş Savaşının Çukurova’da geçen bir safhası oluyor ve Fransız-Ermeni işbirliğinin Çukurova halkına hayat hakkı tanımamacasına giriştikleri imha hareketi karşısında Adana halkının Toros Dağlarının yamaçlarına çekilmesi hareketi olarak Millî Mücadele tarihimize geçiyor…
Ankara Anlaşması sonrası
20 Ekim 1921’de TBMM hükümeti ile Fransa arasında imzalanan Ankara Antlaşması’ndan sonra Fransız işgal kuvvetleri Suriye ve Lübnan’a çekilirken yanında bu katliamlara katılan 50 bin Ermeni’yi de götürüyor. Ardından, Fransızların Çukurova’da (Kilikya’da) yüzüstü bıraktığı Ermeniler önce Suriye ve Lübnan’a, daha sonra da Fransa’ya gidiyorlar... Fransa’da günümüzde yaşayan yaklaşık 600 bin Ermeni asıllı Fransız vatandaşının kökenini bu Ermeniler oluşturuyor…
Edebiyatta ‘’Kaç Kaç’’ olayı
Günümüzün popüler tarihçileri, edebiyatçıları pek bilmezler ama o günlerden kalan iki dörtlük ‘’Kaç Kaç’’ olayının o ürpertici manzarasını sanki bugünmüş gibi canlı canlı anlatıyor: (Yusuf Ayhan, Mustafa Kemal'in Pozantı Kongresi ve Adana'nın Kurtuluşu, Adana, İpek matbaası, 1963)
‘’On Temmuz bilseniz ne kara gündü
Obalar göç etti ocaklar söndü,
Adana bir yangın yerine döndü
O günden ruhlarda bir sızı vardı
O gün döküldü masumlar kanı
Bu kaç kaç ateşi sardı Seyhan'ı
Boğulmak istendi Türkün imanı
Şafakta Kaç Kaç'ın izleri vardı…’’
Ne yazık ki bu olay ne bilimsel kaynaklarda ne edebiyat alanında ne de sinema alanında işleniyor…
Sadece, kendisi de bir Çukurovalı, Adanalı olan Yaşar Kemal’in hemşerisi ve aynı zamanda Yaşar Kemal’in halefi olan (ki kendisi de bunu bilmez) yazar Serpil Ciritci’ ‘’Kavin’’ (Kerasus Yayınevi, 2017) adlı kitabında bu ‘’Kaç Kaç’’ olayından bahsediyor. ‘’Kavin’’, yazar Serpil Ciritci’nin üçüncü kitabıdır. (Serpil Ciritci’nin diğer kitapları: Gümüşlük Meleği, Bizim Mahalle Yayınevi, 2012 ve Kuantumun Gücü, Puslu Yayıncılık, 2014)
‘’Kavin’’, ‘’Kaç Kaç’’ olayı ile başlıyor. Kitapta Çukurova’nın o zamanki çiftlikleri, köyleri anlatılıyor, sonra günümüze İstanbul'a kadar uzanıyor... Geri planda Marşal yardımı, 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 olayları yer alıyor.
Kitabın adı olan ‘’Kavin’’, Farsça kökenli olup, ‘’güçlü ve cesur kız çocuğu’’ anlamına geliyor. Kitapta ismi geçen "Kayra" ise ‘’büyük bir kimseden gelen iyilik, ihsan’’ anlamına gelen Türkçe kökenli bir isim. Türk Mitolojisine bakıldığında ise ‘’Kayra’’ kelimesi “Tanrı” anlamına geliyor...
Biz unutkan bir milletiz!...
Adana’da yapılan Toroslarda yapılan Türk katliamlarını, ‘’Kaç Kaç Olayı’’nı kim hatırlıyor? Unuttuuuuuk gittik değil mi? Biz zaten unutkan bir milletiz... O kadar çok şeyi unuttuk ki ‘’Kaç Kaç Olayı’’nı unutmuşuz çok mu?
Einstein; ‘Toplumlar, hiç ölmeyen ancak sürekli öğrenen tek bir insan gibidir’ diyor… Hani; hayat ileriye doğru yaşanılır, ancak geriye doğru anlaşılırmış ya. Sanki günümüzdeki bizleri anlatırcasına Goethe de; ‘’Üç bin yıllık geçmişini anımsamayan, sorgulamayan toplumlar günübirlik yaşarlar’’ diyor…
Kimse üç bin yıl öncesini unutmuyor (ki bu sayfalarda anlattım onları) ama vazgeçtim üç bin yılı, üç yüz yılı, son yüzyılı, son yılı, biz dünü unuttuk dünü…
Biz unutkan bir milletiz; bize yapılan her şeyi unuttuk. Geçen yüz yılın başlarındaki karanlık yılları, kan, ateş, felaket ve ihanet yıllarını unuttuk.
Balkanlardaki Türk katliamlarını unuttuk, Van’da, Gevaş’ta, Bitlis’te, Muş’ta, Bayburt’ta, Trabzon’da, Sivas’ta, Kars’ta, Iğdır’da, Ardahan’da, Kağızman’da, Nahçıvan’da, Erzurum’da, Erzincan’da, Adana’da, Toroslarda Ermenilerin katlettiği Türkleri unuttuk.
Yunanın Anadolu’yu işgal ettiğini unuttuk… Yunanın Anadolu’da yaptığı katliamları unuttuk…
Vahşi kapitalizmin kollarına atıldık, sosyal devleti unuttuk. Metafiziğin dipsiz kuyularına daldık, bilimi unuttuk. Türkiye’de Türkçeyi unuttuk. Bu Cumhuriyetin nasıl kurulduğunu unuttuk, kurucusunu, ilkelerini, devrimlerini unuttuk. Ulusal egemenliği, bağımsızlığı, onuru, gururu unuttuk. Tarım ülkesi ülkemizde insanlarımızı beslemeyi, tarımı, hayvancılığı, üretimi unuttuk. Yüreğimizi yakan, yavrularımızı kıran, evlerimizi yıkan depremleri unuttuk.
Unuttuk, unuttuk, unuttuk…
Terör örgütü liderine ‘’sayın’’, şerefli ordumuzun genelkurmay başkanına ‘’terörist’’, şehitlerimize ‘’kelle’’ dediler; unuttuk. Sahte ve uydurma belgelerle, terör örgütü yöneticiliğinden bozma gizli tanıklarla şerefli ordumuzun kahraman askerlerine Ergenekon, Balyoz diye pusular kurdular, o pusuları mahkemelerde, o masum kahramanları zindanlarda unuttuk…
Bizler unutkan milletiz… Dünü unuttuk dünü… ‘’Kaç Kaç Olayı’’nı unutmuşuz çok mu?
Goethe; ‘’Üç bin yıllık geçmişini anımsamayan, sorgulamayan toplumlar günübirlik yaşarlar’’ diye söylemişti ya; bizler günübirlik yaşıyoruz işte…
Tarih, ilerisini göremeyenler için acımasızdır...
Böylesine unutkan bir millet olunca şaşkın ördek misali kimin kimden özür dileyeceğini şaşırıyorlar. Kavin kadar olamayanlar, her yıl Ermenilerin üzüntülerini paylaşanlar, onlardan özür dileyenler, Biden’in ‘’soykırım’’ suçlaması karşısında sus pus olanlar, bunun ardından ‘’tazminat’’ ve ‘’toprak’’ taleplerinin geleceğini hiç mi hiç görmüyorlar...
Osmanlı tarihini anlatan on iki ciltlik ‘’Tarih-i Cevdet’’ ve ‘’Tezakir-i Cevdet’’ adlı eserlerin sahibi, Mecelle'yi kaleme alan, Osmanlı’nın on dokuzuncu asırda yetiştirdiği en büyük devlet ve bilim adamı, tarihçi, hukukçu ve şair Ahmet Cevdet Paşa, tarih bilmeyen siyasetçilere şöyle diyor:
‘’Tarih bilmeyen siyasetçi, pusuladan anlamayan kaptana benzer, her ikisinde de karaya oturma tehlikesi, kaçınılmaz sonuçtur…’’
Mustafa Kemal Atatürk’ün altını çizerek yanına çok mühim olduğunu belirtmek için iki defa çarpı işareti koyduğu Leone Caetani’nin dokuz ciltlik ‘’İslam Tarihi’’ isimli eserinde geçen bir sözü bu gök kubbede çın çın çınlıyor:
“Tarih, ilerisini göremeyenler için acımasızdır...”
Arz ederim…
Osman AYDOĞAN
7 notes · View notes
turkcetarih · 3 years ago
Text
1 Nisan 1916'da Mustafa Kemal Atatürk mirliva (tümgeneral) rütbesi alarak Paşa olmuştur!
Atatürk'ün Nişan ve Madalyaları aşağıdaki gibidir:
Beşinci Rütbeden Mecidi Nişanı (25 Aralık 1906) II. Abdülhamid, Şam'daki üstün hizmetleri
Dördüncü Rütbeden Osmani Nişanı (6 Kasım 1912) V. Mehmed, gönüllü olarak katıldığı Trablusgarp Savaşı'nda gösterdiği başarıları
Fransa Lejyon Donör Nişanı (11 Mart 1914); Fransa, Akdeniz Mürettep Kuvvetler Komutanlığı'nda gösterdiği başarıları
Üçüncü Rütbeden Osmani Nişanı (1 Şubat 1915) V. Mehmed, Tekirdağ'da 19. Tümen'in kurulmasında gösterdiği başarıları
Bulgaristan Sen Aleksandr Nişanı'nın Komandör Rütbesi (23 Mart 1915); I. Ferdinand, Çanakkale Savaşlarındaki kahramanlıkları
Gümüş İmtiyaz Madalyası (30 Nisan 1915); V. Mehmed, 19. Tümen Komutanlığı görevindeki üstün başarıları
Muharebe Gümüş Liyakat Madalyası (1 Eylül 1915) V. Mehmed, Çanakkale Savaşları'ndaki üstün başarıları
Alman Demir Salip Nişanı (28 Aralık 1915) II. Wilhelm, Çanakkale Savaşları'ndaki üstün başarıları
Muharebe Altın Liyakat Madalyası (17 Ocak 1916) Üçüncü Rütbeden Muharebe Liyakat Madalyası (27 Temmuz 1916) Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, I. Dünya Savaşı'ndaki üstün başarıları
İkinci Rütbeden Mecidi Nişanı (12 Aralık 1916) İkinci Rütbeden Osmani Nişanı (1 Şubat 1917) V. Mehmed, Kafkasya Cephesi'ndeki üstün başarıları
Alman, Birinci, İkinci Demir Salip Nişanları (9 Eylül 1917) Avusturya-Macaristan İkinci Rütbeden Muharebe Liyakat Madalyası (9 Eylül 1917) II. Wilhelm I. Dünya Savaşı'ndaki üstün başarıları
Birinci Rütbeden Kılıçlı Mecidi Nişanı (16 Aralık 1917) V. Mehmed, Kafkasya Cephesi'ndeki üstün başarıları
Birinci Rütbeden Kron Dö Prus Nişanı (Alman İmaparatoru tarafından) (19 Şubat 1918); II. Wilhelm, I. Dünya Savaşı'ndaki üstün başarıları
Harp Madalyası (11 Mayıs 1918); VI. Mehmed, I. Dünya Savaşı gazisi
Fahri Yaver payesi verildi (23 Eylül 1918) VI. Mehmed
Gazilik unvanı verildi (19 Eylül 1921) Türkiye Büyük Millet Meclisi
Aliyülâlâ Nişanı (Afganistan) (27 Mart 1923) Emanullah Han
Yeşil ve Kırmızı Şeritli İstiklâl Madalyası (21 Kasım 1923) Türkiye Büyük Millet Meclisi
#atatürk #mustafakemalatatürk #mustafakemal #mustafakemalpaşa #mustafakemalataturk
Tumblr media
2 notes · View notes
ramazanserdar · 4 years ago
Text
KAÇ YIL GEÇTİ (6)…
Susurluk’un iki mahalleye ayrılarak birinin Sultaniye, diğerinin Burhaniye olarak isimlendirilmesinin üzerinden 114 yıl geçti. (3 Mayıs 1907)
Şeker Fabrikamızın açılışını yapan Adnan Menderes’in anı defterine; “Susurluk Şeker Fabrikasının açılış merasiminde bulunmaktan, bu mesud günü yaşamaktan duyduğumuz bahtiyarlık büyükdür. Her bakımdan ileri Türkiyenin ehemmiyetli temel taşlarından biri olan bu güzel eserin başarılmasında bütün emeği geçmiş ve gayret sarfetmiş olanlara hepimizin müteşekkir olmamız lazım gelir. En iyi duygular ve en güzel ümidlerle buradan ayrılmaktayız.” diye yazmasının üzerinden 66 yıl geçti. (28 Eylül 1955)
Bugün terkedilmiş durumda olan Askeriye kışlasının, Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa tarafından temellerinin atılmasının üzerinden 107 yıl geçti (1914)
Sayıları yüz altmışı bulan atlı arabacılarımızın sayısının, motorlu araçların çoğalmasıyla doksanlara kadar düşmesi üzerine 24 Haziran gazetesinin “Atlı arabacılar üzgün…” manşeti atmasının üzerinden 45 yıl geçti. (1976)
Bölgemizde tarım, ticaret ve madencilik sektörünün gelişmesine önemli ölçüde katkı sağlayan, Okçugöl ile Susurlukistasyonları arasında 180 metrelik köprüsü de bulunan Susurluk demiryolu hattının faaliyete geçmesinin üzerinden 109 yıl geçti. (16 Ekim 1912)
Sultan Abdülaziz’in annesi Valide Sultan tarafından Aziziye Köyünde cami yaptırılmasının üzerinden 119yıl geçti. (1902)
Trafik Necmi, Ziko İsmail, Kaptan Nejat, Arap Nuri, Kıyık İsmet, Çıkrık Şinasi, Kürt Kazım, Malcılar Salim, Conson İhsan, Beykozlu Cemal, Baba Arif, Adalı Sebahattin’in ayrıca sinema sanatçısı Tamer Güney’in futbol oynadığı Şekerspor’un kurulmasının üzerinden 65 yıl geçti. (1956)
Babaköy, Yıldız, Bozen, Karaköy ve Sülücek köylerinin, İcra Vekilleri Heyeti (Bakanlar Kurulu) kararıyla haşhaş ekilecek ve afyon sütü toplanacak bölgelere ilave edilmesinin üzerinden 65 yıl geçti. (26 Temmuz 1956)
1951 yılında kurulan Hastane Derneğinin o dönemki başkanı Hüsnü Aykut’un, hastane yapılması için arsalarını bağışlayan Nuri Eroğlu ve Tahir Eroğlu’na bir teşekkür mektubu yazarak “Susurluk Merkezinde inşasına teşebbüs edilen Sağlık Merkezi binasına ait arsayı dernek adına bağışlamanızı, Susurluk Halkı her zaman minnetle anacaktır. Bu vesile ile dernek idare heyeti tarafından verilen size teşekkür kararını duyururum.” demesinin üzerinden 67 yıl geçti. (20 Aralık 1954)
Kaymakam Hüseyin Poroy’un önderliğinde, şehrimizdeki süt üreticilerinin haklarını korumak için “Süt Pazarlama Komisyonu”nun kurulmasının üzerinden 31 yıl geçti. (Mayıs 1990)
Sabahattin Ali’nin “Yeni Dünya” isimli kitabındaki öykülerden birinde, “…Balıkesir’den gelirken Susurluk’ta bir handa kahve içiyorlarmış…” diye yazmasının üzerinden 81 yıl geçti. (1940)
Ramazan S.TOPRAKTEPE
2 notes · View notes
devrimcikadinlar · 6 years ago
Text
Adım Adım Kadın Erkek Eşitliği
1843 Tıbbiye mektebi bünyesinde kadınlar ebelik eğitimi almaya başladı. 1847 Kız ve erkek çocuklara eşit miras hakkı tanıyan İrade-i Seniye yayımlandı. 1856 Köle ve cariye alınıp satılması yasaklandı. 1858 Arazi Kanunnamesinde mirasın kız ve erkekler arasında eşit olarak paylaştırılacağı hükmü yer aldı. Böylece kadınlar ilk kez miras yoluyla mülkiyet hakkını kazandı. 1858 Kız Rüştiyeleri açıldı. 1869 Kadınlar için ilk sürekli yayın olarak nitelenen (haftalık) Terakk-i Muhadderat dergisi yayımlandı. 1869 Kızların eğitimine ilk kez yasal zorunluluk getiren Maarif-i Umumiye Nizamnamesi yayımlandı. 1870 Kız öğretmen okulu Dar-ül Muallimat açıldı. 1871 Mecelle'nin (Osmanlı Medeni Kanunu) uygulanması için çıkarılan Hukuk-ı Aile Kararnamesi ile; evlilik sözleşmesinin resmi memur önünde yapılması, evlenme yaşının erkeklerde 18, kadınlarda 17 olması, zorla evlendirmelerin geçersiz sayılması düzenlendi. 1876 Kanun-i Esasi (ilk Anayasa) kabul edilerek temel haklar düzenlendi. Kız ve erkekler için ilköğretim zorunlu hale getirildi. 1897 Kadınlar ücretli işçi olarak çalışmaya başladı. 1913 Kadınlar ilk kez devlet memuru olarak çalışmaya başladı. 1914 Kadınlar tüccarlık ve esnaflığa başladı. 1914 İnas Darülfünunu adı altında kızlar için bir yüksek öğretim kurumu açıldı. 1921 Darülfünunda karma öğretime geçildi. 1922 Yedi kız öğrenci Tıp Fakültesine kayıt yaptırarak eğitime başladı. Haziran 1923 Nezihe Muhittin'in başkanlığında ilk kadın partisi olan Kadınlar Halk Fırkası'nın kurulması girişiminde bulunuldu, kadınlara oy hakkı tanımayan 1909 tarihli Seçim Kanunu gereğince valilikçe partinin kuruluşuna onay verilmediğinden dernekleşmeye gidildi. 29 Ekim 1923 Cumhuriyet ilan edildi. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte kadınların kamusal alana girmesini sağlayan yasal ve yapısal reformlar hızlandı. 3 Mart 1924 Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğrenim Birliği) çıkarıldı. Böylece eğitim laikleştirilerek tüm eğitim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlandı. Kız ve erkekler eşit haklarla eğitim görmeye başladı. 17 Şubat 1926 Türk Medeni Kanunu'nu kabul edildi. Kanun ile erkeğin çok eşliliği ve tek taraflı boşanmasına ilişkin düzenlemeler kaldırıldı, kadınlara boşanma hakkı, velayet hakkı ve malları üzerinde tasarruf hakkı tanındı. 4 Nisan 1926 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan kanun 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe girdi. 1930 Belediye yasası çıkarıldı. Yasa ile kadınlara belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanındı. 1930 Kadın ve çocukların korunmasına ilişkin ilk düzenleme Umumi Hıfzısıhha Kanunu ile yapıldı. 1930 Doğum izni düzenlendi. 10 Haziran 1933 Kız çocuklarına mesleki eğitim vermek amacıyla Kız Teknik Öğretim Müdürlüğü kuruldu. 26 Ekim 1933 Köy Kanunu'nda değişiklik yapılarak kadınlara köylerde muhtar olma ve ihtiyar meclisine seçilme hakları verildi. 5 Aralık 1934 Anayasa değişikliği ile kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı. 8 Şubat 1935 Türkiye Büyük Millet Meclisi 5. Dönem seçimleri sonucunda 17 kadın milletvekili ilk kez meclise girdi, ara seçimlerde bu sayı 18'e ulaştı. 8 Haziran 1936 İş Kanunu yürürlüğe girdi. Kadınların çalışma hayatına düzenleme getirildi. 1937 Kadınların yeraltında ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılması 1935 tarihli 45 sayılı ILO sözleşmesi ile yasaklandı. 1945 Analık sigortası (doğum yardımı) 4772 sayılı yasa ile düzenlendi. 1949 Yaşlılık sigortasının kadın ve erkekler için eşit esaslara göre düzenlenmesi 5417 sayılı yasa ile sağlandı. 1950 İlk kadın belediye başkanı (Müfide İlhan) Mersin'den seçildi. 1952 Sağlık Bakanlığı bünyesinde ana çocuk sağlığı hizmetleri verilmeye başladı. 1965 Gebeliği önleyici araçların satış ve dağıtımının serbest bırakılmasını ve tıbbi zorunluluk halinde kürtaj hakkı tanınmasını düzenleyen Nüfus Planlaması Hakkında Kanun çıkarıldı. 22 Aralık 1966 Eşit değerde iş için kadın ve erkek işçiler arasında ücret eşitliğini sağlayan 1951 tarihli 100 sayılı ILO sözleşmesi onaylandı. 26.03.1971 İlk kadın bakan (Türkan Akyol) atandı. 1975 Birleşmiş Milletler tarafından Mexico City'de Birinci Dünya Kadın Konferansı düzenlendi ve bunu takiben 1975-85 yılları arasındaki dönem "Kadın On Yılı" olarak ilan edildi. 27 Mayıs 1983 10 haftaya kadar olan gebeliklerin kürtajla sona erdirilmesi ve gönüllü cerrahi sterilizasyon yöntemlerine izin verilmesi Nüfus Planlaması Hakkında Kanun'da yapılan değişiklikle sağlandı. Kürtaj için evli kadınlara kocadan izin alma koşulu getirildi. 1985 Türkiye, Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesini (CEDAW) imzaladı ve sözleşme 1986 yılında yürürlüğe girdi. 1985 5. Beş Yıllık Kalkınma Planı'nda kadın konusu ilk kez bir sektör olarak yer aldı ve bu konuda politikalar belirlendi. 1987 Devlet Planlama Teşkilatı'nda Kadına Yönelik Politikalar Danışma Kurulu kuruldu. 1989 İstanbul Üniversitesi'nde ilk Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi kuruldu. Bugün üniversiteler bünyesinde kurulan bu merkezlerin sayısı yurt çapında 13'e ulaştı. 24 Ocak 1989 İçişleri Bakanlığı kaymakamlık sınavlarına kadınların da alınacağını açıkladı. 29 Kasım 1990 Kadının çalışmasını kocanın iznine bağlayan Medeni Kanun'un 159. maddesi Anayasa Mahkemesi'nce iptal edildi. İptal kararı 2 Temmuz 1992 tarih ve 21272 sayılı Resmi Gazete'de yayımlandı. 1990 Tecavüz mağdurunun hayat kadını olması halinde cezanın indirilmesini öngören Türk Ceza Kanunu'nun 438. maddesi Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından yürürlükten kaldırıldı. 14 Nisan 1990 Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı, ilk kadın kütüphanesi ve bilgi merkezini açtı. 1990 Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü bünyesinde, şiddete uğrayan kadınlara ve çocuklara destek hizmeti vermek üzere ilk kadın konukevleri açılmaya başlandı. 2000 yılı itibariyle bu sayı yediye yükselirken kapasiteleri 170'e ulaştı. 1990 422 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Kadının statüsü ve Sorunları Başkanlığı kuruldu. 25.10.1990 tarihinde kadın sorunları konusunda ulusal mekanizma olarak Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü (KSSGM) 3670 sayılı kanunla Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına bağlı olarak kuruldu ve 24.06.1991 tarihinde de Başbakanlığa bağlandı. Eylül 1990 Yerel yönetimler kadın konusunda özellikle şiddete uğrayan kadınlara yönelik hizmet vermeye başladı. Türkiye'deki ilk kadın sığınma evi Bakırköy Belediyesi tarafından açıldı. 1991 48. Hükümet döneminde ilk kadın vali (Lale Aytaman) Muğla iline atandı. 17-20 Şubat 1992 Birleşmiş Milletler Uluslararası Kadının İlerlemesi İçin Araştırma ve Eğitim Merkezinin (INSTRAW) toplantısında, Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü Türkiye'de kadın konusunda odak noktası olarak kabul edildi. 1993 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı işbirliği ile "Kadının kalkınmaya Katılımını Güçlendirme Ulusal programı Projesi" uygulamaya başlandı. Kadının Statüsü ve Sorunları genel Müdürlüğü'nün yürüttüğü proje kapsamında; eğitim programları, araştırma projeleri, pilot projeler ve istatistik/yayın faaliyetleri yürütüldü. 16 araştırma projesinin yanı sıra pek çok eğitim programı ve pilot proje desteklendi, araştırma projelerinin bir kısmı ve toplumsal cinsiyet temelinde farklı konularda oluşturulan özet göstergeler kitap haline getirildi. Ayrıca cinsiyete dayalı veri tabanı oluşturulması amacıyla Devlet İstatistik Enstitüsü'nde Toplumsal Yapı ve Kadın İstatistikleri Şubesi kuruldu. 1993 İstanbul Üniversitesi'nde ilk Kadın Araştırmaları Ana Bilim Dalı açıldı ve yüksek lisans programı vermeye başladı. Bugün Kadın Çalışmaları Ana Bilim Dalı açarak Yüksek Lisans Programı veren üniversite sayısı dörde ulaştı. 1993 Kadın Dayanışma Vakfı, Altındağ Belediyesinin desteğiyle kadın danışma merkezi ve kadın sığınma evini açtı. 25 Haziran 1993 Türkiye'nin ilk kadın başbakanı (Tansu Çiller) hükümeti kurdu. 5-8 Aralık 1993 Kadın ve Sosyal Hizmetler Müsteşarlığı ve Ankara Üniversitesi. Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi işbirliği ile "Kadın Kimliği Kongresi" düzenlendi. Kongre gündemini; kadın emeğinin biçimleri, siyasette kadın kimlikleri, kadın bedeninin tanınması, kadın imgesinin üretimi ve dolaşımı, sanatın içinden kadın ve kadın örgütlenme biçimleri başlıklı konular oluşturdu. 1993 Halk Bankası'nca kadınları girişimciliğe özendirmek amacıyla kadınlara özel, düşük faizli kredi uygulaması başlatıldı. 1994 Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü bünyesinde, şiddete uğrayan kadınlara hukuki ve psikolojik danışmanlık, girişimcilik ve el emeğinin değerlendirilmesi konularında hizmet vermek amacıyla Bilgi Başvuru Bankası (3B) kuruldu. 5 Nisan 1994 Dünya Bankası ve Türkiye Cumhuriyeti .Hükümeti arasında imzalanan İkraz Anlaşması gereğince başlayan İstihdam ve Eğitim Projesi'nin alt bileşenlerinden Kadın İstihdamının Geliştirilmesi Projesi (KİG) Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nce yürütülmeye başlandı. Proje kapsamında on altı araştırma projesi gerçekleştirildi, on üç tanesi kitap haline getirildi. Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nde kitap, makale, tez, seminer, konferans dokümanları ve gazete kesiklerinin derlendiği ve Ankara'nın tek kadın kütüphanesi olarak da nitelendirilebilecek bir Dokümantasyon Merkezi kuruldu. 1000 saydamdan ve web sayfasından oluşan "Kadınlara Görsel Tanıklık" adlı kadın fotoğrafları arşivi oluşturuldu. Kadınların çalışma yaşamlarına dair "Kadın Çalıştıkça" adlı bir belgesel/tanıtım filmi yaptırıldı. Toplumsal cinsiyet yaklaşımını ana plan ve programlara yerleştirmek için resmi, özel ve sivil toplum kuruluşları çalışanlarına yönelik olarak kullanılması planlanan ve modüler bir eğitim materyali olan Toplumsal Cinsiyet Eğitim paketi hazırlandı ve pilot uygulamaları yapıldı. Haziran 2000 tarihinde proje sonuçlandı. 1994 Türkiye Kahire'de yapılan Birleşmiş Milletler Nüfus ve Kalkınma Konferansına katıldı. Konferans'da kadının statüsü ve sağlık ilişkisini vurgulayan "üreme sağlığı" kavramı üzerinde duruldu ve kadın sağlığında "bütüncül" bir yaklaşım benimsendi. Bu yaklaşım doğrultusunda Sağlık Bakanlığı koordinatörlüğünde ilgili kesimlerden sağlanan katılımla "Kadın Sağlığı ve Aile Planlaması Ulusal Eylem Planı" hazırlandı. 1998 yılında kamuoyuna sunulan Eylem Planı 6 ana çalışma grubu tarafından oluşturuldu. Kadının Statüsü grubunun koordinasyonunu Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü üstlendi. 1995 Kurulduğundan bu yana, açtığı kadın danışma merkezi ile şiddete uğrayan kadınlara danışmanlık hizmeti veren Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı, kadın sığınağını açtı. 1995 Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nce Dünya Bankası Japon Hibe Fonundan 1993 yılında elde edilen finansman ile ülkemizde kadın girişimcilere sağlanan finans ve finans dışı hizmetlerin neler olduğunu ve kadın girişimcilerin bu hizmetlere ulaşımlarını ortaya koymak üzere bir araştırma projesi olan Küçük Girişimcilik Projesi gerçekleştirildi. Proje kapsamında belli illerde alan çalışmaları yapıldı ve elde edilen bilgiler kitap haline getirildi. Şubat 1995 Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nce gönüllü kadın kuruluşları arasındaki iletişim ve dayanışmayı güçlendirmek, bilgiyi yaygınlaştırmak için aylık "Kadın Bülteni" çıkarılmaya başlandı. 11 sayı yayımlandı. 08-11Haziran 1995 Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nce Sinop'ta sivil toplum kuruluşları ve kamu kurumları temsilcileri, parlamenterler, gazeteciler ve akademisyenlerin katıldığı, "Türkiye'de Kadına Yönelik Politikaların Oluşturulması" konulu dört gün süren bir toplantı düzenlendi. 4. Dünya Kadın konferansı öncesi yapılan bu toplantıda, kurumsallaşma, siyasal alan, çalışma yaşamı, kadın sağlığı ve eğitim konularında kadına yönelik politikalar belirlendi. 17-19 Temmuz 1995 Avrasya ülkeleri kadınları arasındaki işbirliğini geliştirmek, Pekin Konferansında Türkiye ile birlikte hareket edebilmelerine yardımcı olmak amacıyla KSSGM ve Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı Başkanlığı (TİKA) işbirliği ile "Pekin'e Giderken; Avrasya Ülkeleri Kadınları İşbirliği Kongresi" başlıklı bir toplantı gerçekleştirildi. Kongrenin sonuç bildirgesinde bir işbirliği grubu oluşturulması tavsiye edildi. Bu doğrultuda 27-29 Mart 1996 tarihleri arasında Ankara'da "Avrasya Ülkeleri Kadınları işbirliği Grubu Birinci Toplantısı" gerçekleştirildi. Toplantıda bu işbirliğinin kurumsallaşması için bir protokol hazırlandı, protokolün yürürlüğe girmesi için yedi katılımcı ülkenin imzasının tamamlanması gerekmektedir. 30 Ağustos 8 Eylül 1995 Türkiye Pekin'de yapılan ve 189 ülkenin katıldığı 4. Dünya Kadın Konferansı'na katılarak taahhütleri çekincesiz olarak kabul etti. Kasım 1995 Güneydoğu Anadolu Projesi Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı tarafından bölgedeki kadınların durumunun iyileştirilmesi ve kalkınma sürecine entegre edilmesi amacıyla planlanan Çok Amaçlı Toplum Merkezlerinin (ÇATOM) ilki Urfa'da açıldı. 2000 yılı itibariyle bölgedeki sayısı 21'e ulaştı. 1996 Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nce, 4. Dünya Kadın Konferansı'nda kabul edilen eylem planı ve taahhütler çerçevesinde kamu kurum ve kuruluşları, üniversiteler, gönüllü kadın kuruluşları, siyasal partiler, sendikalar, meslek örgütleri ve basının katılımı sağlanarak ulusal eylem planı hazırlandı. 1996 Kadın Çalışmaları alanında ilk yüksek lisans diploması İstanbul Üniversitesi Kadın Çalışmaları Ana Bilim Dalı tarafından verildi. 1996 4. Dünya Kadın Konferansında verilen taahhütler gereğince Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü koordinasyonunda gönüllü kadın kuruluşlarının katılımıyla kadın sorunlarının yoğunlaştığı dört alanda; eğitim, sağlık, hukuk ve istihdam komisyonları oluşturuldu. 29 Haziran 1996 Anayasa Mahkemesi Türk Ceza Kanunu'nun erkeğin zinasını suç olarak düzenleyen 441. maddesini anayasanın eşitlik ilkesine aykırılığı gerekçesiyle iptal etti. 27.12.1996 tarih ve 228600 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan kararda verilen bir yıllık süre içinde yasal düzenleme yapılmaması nedeniyle erkeğin zinası 27.12.1997 tarihinden itibaren suç olmaktan çıktı. 1996 Tarım ve Köyişleri Bakanlığı bünyesinde "Kırsal Kalkınmada Kadın Daire Başkanlığı" kuruldu. 1997 Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü koordinasyonunda 13 il valiliği bünyesinde "Kadının Statüsü Birimleri" kuruldu. 22 Mayıs 1997 Kadının evlendikten sonra kocasının soyadını almakla birlikte, kendi soyadını da kullanabilmesi Medeni Kanun'un 153. maddesinde yapılan değişiklikle sağlandı. 19.11.1997 Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nün önerisi üzerine İçişleri Bakanlığı'nca nüfus cüzdanlarında medeni hal kısmında "evli/ bekar/ dul/ boşanmış" gibi ifadelerin yerine sadece "evli" veya "bekar" ifadelerinin kullanılmasını düzenleyen genelge yayımlandı. 18 Ağustos 1997 Zorunlu temel eğitimi beş yıldan sekiz yıla çıkaran 4306 sayılı kanun yürürlüğe girdi. 13-14 Kasım 1997 Türkiye Cumhuriyeti, amacı uzman bakanların çalışma alanları ile ilgili konularda Avrupa Konseyi faaliyetlerine etkin bir şekilde katılmalarını teşvik etmek olan Kadın-Erkek Eşitliğinden Sorumlu Avrupa Bakanlar Konferansı'nın dördüncüsüne ev sahipliği yaptı. Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nce İstanbul'da gerçekleştirilen konferansa Avrupa Konseyine üye 40 ülkeden 38'i katıldı. 176 kişinin katıldığı konferans sonucunda üye ülkelerin eşitlik politikalarına yön verecek bir deklarasyon hazırlandı. 23 Haziran 1998 Anayasa Mahkemesi kadının zinasını suç olarak düzenleyen Türk Ceza Kanunu'nun 440. maddesini anayasanın eşitlik ilkesine aykırılığı gerekçesiyle iptal etti. Gerekçeli karar 13.03.1999 tarih ve 23638 sayılı Resmi Gazetede yayımlandı. 17 Şubat 1998 743 sayılı Türk Medeni Kanun'un yerini almak üzere Adalet Bakanlığı tarafından hazırlanan Türk Medeni Kanunu Tasarısı Adalet Bakanlığı ve Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nün ortaklaşa yaptığı bir toplantı ile kamuoyunun bilgisine sunuldu. 21 Ekim 1998 Adalet Bakanlığı, Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü, ve kadın kuruluşlarının oluşturduğu gündem sonucunda bekaret kontrolünün, ancak takibi şikayete bağlı suçlarda, mağdurun rızası alınarak, ırza geçme gibi re'sen takip edilen suçlarda ancak hakim kararı ile gecikmesinde sakınca bulunan hallerde ise Cumhuriyet savcısının yazılı izni ile yapılabileceğini düzenleyen bir genelge yayınladı. 1998 İçişleri Bakanlığı'nca nüfus cüzdanlarında yapılan düzenlemeye paralel olarak Emekli Sandığı Genel Müdürlüğü'nce verilen dul ve yetim tanıtım kartlarındaki "Emekliye Yakınlığı" bölümünde yer alan "dul kadın vb." ifadelerin yerine sadece "eşi, kızı, oğlu, annesi, babası" gibi ifadelerin kullanılması sağlandı. 1998 Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde, Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi'nin ana hedefleri çerçevesinde Türkiye'de kadının durumunu değerlendirmek amacıyla bir Araştırma Komisyonu kuruldu ve hazırlanan rapor kitap olarak Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nce yayımlandı. 17 Ocak 1998 Aile içi şiddete uğrayan kişilerin korunması için gerekli tedbirlerin alınmasını düzenleyen 4320 Sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun yürürlüğe girdi. 1998 Gelir Vergisi Kanunu'nda yapılan bir değişiklikle aile reisinin beyanname vermesi esası kaldırılarak kadınların kocalarından ayrı olarak beyanname vermesi sağlandı. 1998 Ankara Barosu Kadın Hukuku Komisyonu tarafından Ankara Adliyesi içinde şiddete uğrayan kadınlara hukuki danışmanlık ve psikolojik destek hizmetleri vermek üzere Kadın Danışma Merkezi kuruldu. 1999 İstanbul Barosu Kadın Hukuku Komisyonu Kadın Hakları Uygulama Merkezi'ni kurdu. 20 Mart 1999 Barolar bünyesindeki Kadın Hakları/Hukuku Komisyonları arasında koordinasyonu sağlamak amacıyla "Türkiye Barolar Birliği Kadın Hakları Komisyonları Ağı (TÜBAKKOM)" kuruldu. Giderek artan komisyonların sayısı 2001 yılı itibariyle kırk civarındadır.. TÜBAKKOM bünyesindeki Kadın Danışma Merkezlerinin kurumsallaşmış olarak sayısı iki olmakla birlikte pek çok komisyon danışma hizmetleri de vermektedir. Eylül 1999 Türkiye, Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığı Önleme Sözleşmesi'ni onaylarken koyduğu aile hukukunu ilgilendiren 15 ve 16. maddelerine ilişkin çekinceleri kaldırdı. 1999 Kadın erkek eşitliği açısından önemli değişiklikler içeren Medeni Kanun Tasarısı hazırlanarak Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne sunuldu. 16 Aralık 1999 Kadınların yaşadığı ayrımcı uygulamaların giderilmesine yönelik kurumsal mekanizmaların oluşturulması çalışmaları çerçevesinde Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü ve Norveç Büyükelçiliği işbirliği ile "Eşitlik Ombudu Ne Kadar İşlevsel? Norveç Deneyimi" konulu bir konferans düzenlendi. 14 Mayıs - 14 Haziran 2000 Kadın sorunlarını gündeme getirmek, tartışmalara her yöredeki kadınların katılımını sağlamak amacıyla Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü, valilikler, barolar, üniversiteler ve gönüllü kadın kuruluşlarının işbirliği ile ülke genelinde "2000 Yılı Kadın Toplantıları" adı altında panel, konferans, şenlik, sergi vb. yaklaşık 200 etkinlik gerçekleştirildi. 01 Mart 2000 Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nce yapılan çalışma çerçevesinde Türkiye Büyük Millet Meclisi bünyesinde "Kadın Erkek Eşitliği Daimi Komisyonu" kurulmasına dair hazırlanan teklif, Türkiye Büyük Millet Meclisi Anayasa Komisyonunda görüşülerek, anılan Komisyon yerine "Kadın Erkek Eşitliğini İzleme Kurulu" kurulması yönünde karara varıldı. Kurulun oluşturulması TBMM içtüzüğünde değişiklik yapılmasına dair çalışmaların tamamlanmasını beklemektedir. 16 Mayıs 2000 Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü ve İstanbul Barosu Kadın Hakları Komisyonu işbirliği ile Avrupa Birliğine uyum sürecinde toplumsal cinsiyet eşitliği açısından Anayasanın değerlendirildiği "Avrupa Birliğine Giriş sürecinde Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve Kadın Erkek Eşitliği Politikaları" konulu panel düzenlendi. 5-9 Haziran 2000 Türkiye, Pekin Deklarasyonu ve Eylem Platformunun sonuçlarının değerlendirilmesi, tam olarak uygulanmasının sağlanması, yeni eylem ve girişimlerin belirlenmesi amacıyla New York'ta yapılan "Kadın 2000:21.Yüzyıl İçin toplumsal Cinsiyet Eşitliği, Kalkınma ve Barış" konulu Birleşmiş Milletler Genel Kurul Özel Oturumuna katıldı. Türkiye tarafından teklif edilen, kadın erkek eşitliği bakış açısının ana plan ve politikalara yerleştirilmesi, kota uygulamaları ve diğer araçlarla olumlu ayrımcılık politikalarının geliştirilmesi, erken ve zorla evlendirme ile namus cinayetlerinin kadınlara yönelik şiddet türleri arasında yer almasının yanısıra diğer temel konulardaki önerilerin Sonuç Belgesinde yer alması sağlandı. 8 Eylül 2000 Ek İhtiyari Protokol Türkiye tarafından imzalandı. Onay aşaması için Türkiye Büyük Millet Meclisi gündemine alındı. Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesinin daha etkin bir şekilde uygulanmasını sağlamak amacıyla Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanan Ek İhtiyari Protokol ile Sözleşmenin taraf devletler tarafından ihlali durumunda kişilere ve kişilerden oluşan gruplara başvuru hakkı tanınmakta ayrıca uygulamaları denetlemek üzere Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi (CEDAW) Komitesine yapılacak şikayetleri kabul etme ve inceleme yetkisi tanınmaktadır. 26 Ekim 2000 Kadına yönelik uluslararası sözleşme ve konferanslarda, eşitlikçi bir toplumsal yaşamın gereği olarak vurgulanan ders kitapları ve müfredatın eğitimin ilk basamağından başlayarak cinsiyetçi öğelerden ayıklanması hedefi doğrultusunda Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nce "Eğitim Materyallerinde Cinsiyetçi Ögeler" konulu panel ile "Ders Kitaplarında Cinsiyetçilik 1928'den Günümüze" konulu fotoğraf sergisi düzenlendi. Toplantıya ilişkin dokümanların derlendiği "Eğitim Materyallerinde Cinsiyetçi Öğeler" adlı kitap ile ayrıca "Ders Kitaplarında Cinsiyetçilik" adlı bir araştırma kitap olarak yayımlandı. 24 Kasım 2000 Ülkemizde giderek artmakta olan töre cinayetlerine karşı kamuoyu oluşturmak üzere "25 Kasım Kadınlara Karşı Şiddete Hayır Günü" nedeniyle Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü ve Şanlıurfa Valiliği işbirliği ile "Kadına Yönelik Şiddet" konulu bir panel düzenlendi. Panel resmi düzeyde töre cinayetlerine karşı duruşun zeminini oluşturdu. 17 Şubat 2001 Türk Medeni Kanunu'nun yıldönümü nedeniyle TBMM Adalet Komisyonunda görüşülmekte olan Medeni Kanun Tasarısının eşitlikçi özünün korunarak yasalaşması için Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü ve kadın kuruluşları tarafından kamuoyu oluşturma faaliyetlerinde bulunuldu. Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nce "Türk Medeni Kanunun'un Kabulünün 75. Yıldönümü 2001 Gündemimiz: Tasarının Yasalaşması" konulu, tasarı ile öngörülen değişikliklerin değerlendirildiği bir panel gerçekleştirildi. Kadın dernekleri ve diğer sivil toplum kuruluşlarının katılımıyla "Medeni Yasa Tasarısı İçin Hep Birlikte" yürüyüşü gerçekleştirildi. Nisan 2001 Kadın ve aileden sorumlu Devlet Bakanlığı ve Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nün katkılarıyla Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Raporu'nda, eşitlik politikaları için bir alt yapı oluşturulması, hazırlanan tüm plan ve politikaların bu madde ile uyumlu olması gerekliliğinin sağlanması, aynı zamanda devletin eşitliği sağlamak için olumlu ayrımcılık dahil her türlü tedbiri almasının yolunu açmak üzere Anayasanın eşitlik ilkesini düzenleyen 10. maddesine bir fıkra eklenmesi önerisi; ulusal mekanizma olan Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü teşkilat yasasının çıkarılması; farklı statü hukukuna bağlı olarak çalışanların doğum izinlerine ilişkin farklı düzenlemelere son verecek ve ebeveyn izni müessesesini tesis edecek kanun tasarısının yasalaşmasının yanısıra ilgili her konuda işbirliğine gidilmesini öngören kısa ve uzun vadeli hedeflerin yer alması sağlandı. 16 Mayıs 2001 Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nce, Kadın-Erkek Eşitliğini Ana Plan ve Politikalara Yerleştirme Stratejisini benimseyen ülke örnekleri konusunda bilgilenmeyi sağlamak üzere Hollanda Sosyal İşler ve Çalışma Bakanlığı Devlet Sekreteri'nin deneyimlerini aktardığı "Kadın-Erkek Eşitliğini Ana Plan ve Politikalara Yerleştirme: Hollanda Deneyimi" başlıklı bir konferans düzenlendi. 21 Haziran 2001 TBMM Adalet Komisyonunca kabul edilen Türk Medeni Kanunu Tasarısı Genel Kurula sevk edildi. 27-29 Haziran 2001 Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nce, Norveç Büyükelçiliğinin katkılarıyla Ankara'da "Türkiye'de Kadın Politikaları ve Kurumsallaşma" konulu bir toplantı gerçekleştirildi. Toplantıya ilgili kamu kuruluşları, üniversitelerin Kadın Araştırma ve Uygulama Merkezleri ile gönüllü kadın kuruluşları temsilcileri katıldı. Toplantıda, hukuk, eğitim, çalışma yaşamı ve şiddet başlıkları altında çalışma grupları oluşturularak önümüzdeki dönem için hedefler belirlendi. 22 Kasım 2001 Yeni Türk Medeni Kanununun TBMM tarafından kabulü 1 Ocak 2002 Yeni Türk Medeni Kanununun yürürlüğe girmesi 30 Temmuz 2002 CEDAW Ek İhtiyari Protokolünün onaylanması.
Not: Kanunlar kağıt üzerinde uygulayan yok...
12 notes · View notes
yusufserkan · 5 years ago
Text
1 Temmuz 1878'de devletler hukukunda görülmemiş garip bir antlaşmayla Kıbrıs İngiltere'ye “emaneten” terk edildi. İngiltere, Kıbrıs'a karşılık her yıl Osmanlı'ya 22 bin 936 kese altın ödeyecekti
Doğu Akdeniz kaynıyor. Kıbrıs açıklarında doğal gaz arama kavgası büyüyor. Bugün uluslararası petrol şirketlerinin üşüştüğü Kıbrıs, bir zamanlar tamamen bizimdi.
Kıbrıs, bundan tam 141 yıl önce, 1 Temmuz 1878'de, II. Abdülhamit tarafından savaşsız İngiltere'ye bırakıldı.
Şöyle ki!
1877-78 OSMANLI RUS SAVAŞI (93 HARBİ)
Rusya, 1877'de Osmanlı'ya savaş açtı. 1853-1856 Kırım Savaşı'nda Osmanlı'ya yardım eden İngiltere ve Fransa bu sefer Osmanlı'ya sırtını döndü. Romanya, Sırbistan ve Karadağ, Rusya'nın yanında yer aldı. Savaş Balkanlar'da ve Doğu Anadolu'da; iki cephede birden gelişti.
Batıda Gazi Osman Paşa'nın, doğuda da Gazi Ahmet Muhtar Paşa'nın kahramanca direnişine rağmen Ruslar, batıda İstanbul'a, doğuda ise Erzurum'a kadar dayandılar.
31 Ocak 1878'deki Edirne Mütarekesi'yle 93 Harbi sona erdi.
3 Mart 1878'de Rusya ile Osmanlı arasında Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması imzalandı. 29 maddeden oluşan bu antlaşma ile Rusya, Osmanlı'yı paramparça edip Balkanlara ve Doğu Anadolu'ya yerleşiyor ve Akdeniz'e iniyordu. Osmanlı, Ermeniler üzerinde Rusya'ya söz hakkı tanıyordu. Osmanlı Rusya'ya 1 milyar 410 milyon Ruble savaş tazminatı ödüyordu. Büyük Bulgaristan kuruluyordu. Osmanlı, Balkanların neredeyse tamamını kaybediyordu.
Rusya'nın, Osmanlı mirasını tek başına ele geçirmesine Avusturya ve İngiltere tepki gösterdi. Diğer Avrupa devletleri de onları destekledi. Yeni bir savaşı göze alamayan Rusya, Berlin Kongresi'nin toplanmasını kabul etti.
Abdülhamit, 93 Harbi günlerinde
YENİLGİNİN SORUMLUSU
93 Harbi'nde Osmanlı ordusu Rus ordusundan çok zayıf sayılmazdı. Hatta –sonradan Abdülhamit'in Haliç'te çürüteceği- Osmanlı donanması Karadeniz'de üstün durumdaydı. Bu nedenle Rusya kara savaşlarına önem verdi. (Uçarol, s. 338.)
Ancak savaş başlayınca II. Abdülhamit, İstanbul'da kurduğu “Meclisi Askeri” ile savaşı saraydan yönetmek istedi.
II. Abdülhamit, 93 Harbi'nin başından sonuna, iki yılda 8 sadrazam değiştirdi. Savaş sırasındaki bu istikrarsızlık Rusya'nın işine yaradı.
Kısacası, bugün “strateji dehası” olarak parlatılan II. Abdülhamit, 93 Harbi'ni kazanacak bir deha gösteremedi. Hatta savaşın kaybedilmesinde etkili oldu. Ama Osman Paşa ve Ahmet Muhtar Paşa ile birlikte ona da “gazilik” unvanı verildi.
Osmanlı'nın hezimeti: Berlin Antlaşması
13 Haziran 1878'de Alman Bismarc'ın başkanlığında Berlin Kongresi toplandı. Kongreye Osmanlı, İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya, Avusturya ve İtalya katıldı.
13 Temmuz 1878'de 64 maddelik Berlin Antlaşması imzalandı.
Berlin Antlaşması'na göre; Bulgaristan ikiye ayrıldı: Balkanların kuzeyinde Osmanlı'ya bağlı, özerk bir Bulgaristan Prensliği kuruldu. Güneyinde ise içişlerinde serbest, başında Hıristiyan bir vali bulunan Doğu Rumeli Vilayeti kuruldu. Makedonya ise ıslahat yapması kaydıyla Osmanlı'da kaldı. Romanya, Sırbistan ve Karadağ bağımsız oldu. Bosna-Hersek Avusturya'nın yönetimine bırakıldı. Yenipazar Sancağı da Avusturya'ya bırakıldı. Niş, Sırbistan'a bırakıldı. Antivari, Karadağ'a bırakıldı. Dobruca, Romanya'ya bırakıldı. Besarabya, Kars, Ardahan ve Batum, Rusya'ya bırakıldı. Katur, İran'a bırakıldı. Osmanlı, Yunanistan'a bir miktar toprak verecek, Ermenilerin bulunduğu illerde ıslahat yapacak ve Girit'in özerkliğini geliştirecekti. Ayrıca Osmanlı, Rusya'ya 802 milyon 500 bin Frank savaş tazminatı ödeyecekti.
Berlin Kongresi ile Osmanlı İmparatorluğu paramparça edildi. Öyle ki, Berlin Antlaşması sonunda Osmanlı, 287 bin 510 kilometrekare toprak kaybetti. (Uçarol, s. 355, Armaoğlu, s. 749.) Osmanlı, toplam toprağının beşte ikisi ile toplam nüfusunun beşte birini (5.5 milyon) terk etmek zorunda kaldı. (Show, s. 239.) O günlerde İstanbul'un nüfusu 1 milyon 200 bindi. Karlofça'dan sonra en zararlı ve en çok toprak kaybedilen antlaşma Berlin Antlaşması'dır. B.H.Sumner, “Berlin Antlaşması Türkler için bir hezimetti” diyor. (Sumner, s. 554.)
Berlin Antlaşması ile Osmanlı sadece ülkeler kaybetmekle kalmadı, 1 milyondan fazla göçmen Bulgaristan'dan İstanbul'a aktı. Göçmenler İstanbul'da camilerde yatıp kalkmaya başladılar. Balkanlar'da Türkler azınlık durumuna düştü.
Ayrıca Berlin Kongresi kararları ve kulisteki pazarlıklar sonunda Teselya ve Narda Yunanistan'a (1881) verildi. Tunus'u Fransa (1881), Mısır'ı İngiltere (1882) işgal etti.
Bulgaristan'ın bağımsız olması (1909), İtalya'nın Trablusgarp'ı işgali (1911), Girit'in Yunanistan'a bağlanması (1913) ve İngiltere'nin Kıbrıs'ı ilhakı (1914) hep Berlin Kongresi'nin yakın-uzak sonuçlarıydı.
“Lozan hezimettir” diyenler, gerçekten hezimet görmek istiyorlarsa Berlin Antlaşması'na baksınlar. Lozan değil, Berlin hezimettir. II. Abdülhamit, bu hezimete engel olamamıştır.
KIBRIS BÖYLE KAYBEDİLDİ
İngiltere istedi, Abdülhamit verdi
1878'de Kıbrıs'ı İngiltere'ye emanet eden Dışişleri Bakanı Mehmet Esat Saffet Paşa
Berlin Kongresi öncesinde İngiltere, “Kıbrıs'ın kendisine verilmesi şartıyla” kongrede Osmanlı'ya yardım edeceğini bildirdi.
1869'da Süveyş Kanalı'nın açılmasıyla Doğu Akdeniz'in önemi daha da artmıştı. İngiltere, Kıbrıs ve Mısır'ı ele geçirerek Doğu Akdeniz'e egemen olmak istiyordu.
İngiliz Başbakanı Disraeli, Kraliçe Victoria'ya gönderdiği 5 Mayıs 1878 tarihli mektupta “Kıbrıs Batı Asya'nın anahtarıdır” diyordu.
İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Salisbury, 23 Mayıs 1878'de Osmanlı'ya resmen başvurup Kıbrıs'ın İngiltere'ye verilmesini istedi.
Osmanlı Dışişleri Bakanı Saffet Paşa, İngiltere'ye itiraz etmeye kalkınca İngiliz Büyükelçisi Hanry Layard onu şöyle tehdit etti: “Eğer Osmanlı bu karara karşı çıkarsa İngiliz temsilcileri kongrede Osmanlı'ya yardım etmeyecekleri gibi İngiltere'nin Kıbrıs'ı zorla istila edeceği de bilinmelidir.”
Bazı bakanların itirazına rağmen Sadrazam Sadık Paşa, “Padişahın arzusu da bu merkezdedir” diyerek Kıbrıs'ın İngiltere'ye verilmesini istedi.
İngiltere ve Osmanlı arasında 4 Haziran 1878'de Kıbrıs Mukavelenamesi imzalandı. 2 maddelik bu antlaşmaya göre Anadolu'da İngiltere'nin Rusya'ya karşı Osmanlı'yı rahat savunabilmesi için Kıbrıs İngiltere'ye terk ediliyordu.
İngiltere ile Osmanlı arasında 4 Haziran 1878 antlaşmasına ek olarak 1 Temmuz 1878'de bir antlaşma daha imzalandı. Dışişleri Bakanı Saffet Paşa ile İngiliz elçisi Henry Layard arasında imzalan 6 maddelik bu anlaşmaya göre; Kıbrıs'ta bir dini mahkeme ile Evkaf İdaresi bulunacaktı. Osmanlı, Kıbrıs'ta devlete ve padişaha ait olan taşınmazları serbestçe satabilecekti. İngiltere her yıl Osmanlı'ya 22 bin 936 kese altın ödeyecekti. Antlaşmanın en önemli maddesi 6. maddeydi. Buna göre Rusya Osmanlı'dan aldığı Kars'ı ve diğer yerleri Osmanlı'ya iade edecek olursa İngiltere de Kıbrıs Adası'nı boşaltacak ve 4 Haziran 1878 antlaşması yürürlükten kalkacaktı. (Uçarol, s. 350, Armaoğlu, s. 758.)
Osmanlı, 7 Temmuz 1878'de İngiltere'nin Kıbrıs'a asker çıkarmasına izin verdi. 12 Temmuz 1878'de İngiliz birlikleri Kıbrıs'a çıkarak adanın yönetimine resmen el koydular. Türk bayrağını törenle indirip yerine İngiliz bayrağını çektiler.
II. Abdülhamit, 15 Temmuz 1878'de “Hukuku şahaneme helal gelmemek şartıyla anlaşmayı tasdik ederim” diyerek Kıbrıs'ı İngiltere'ye bırakan bu antlaşmaları onayladı.
Böylece Osmanlı, Kıbrıs'ın yönetimini, toprak mülkiyetine sahip olmak koşuluyla, geçici olarak İngiltere'ye bıraktı.
Ancak İngiltere ve Osmanlı arasında 14 Ağustos 1878'de imzalanan tek maddelik yeni bir antlaşma ile İngiltere, adanın işgal ve yönetimi süresince her türlü kanun ve mevzuatı yapma hakkına sahip oldu. Böylece İngiltere, Kıbrıs üzerinde dolaylı bir egemenlik kurdu.
Prof. Dr. Fahir Armaoğlu şöyle diyor: “Böylece Osmanlı Devleti, tarihinde ilk defa olarak, savaş yapmaksızın bir toprak kaybediyordu…” (Armaoğlu, s. 759)
Gerçek şu ki, 1571'de Venedik'ten alınan Kıbrıs, 307 yıl sonra, 1878'de İngiltere'ye verildi. Sonra Kıbrıs'taki Türkler adadan ayrılmaya başladı. Türklerden boşalan yerlere Rumlar yerleştirildi.
1 Temmuz 1878 tarihli antlaşmanın 6. maddesinde özetle; ‘Rusya Osmanlı'dan aldığı Kars'ı ve diğer yerleri Osmanlı'ya iade edecek olursa İngiltere de Kıbrıs'ı boşaltacak ve 4 Haziran 1878 antlaşması yok sayılacak' denildi.
Çırağan Vakası Abdülhamit'in korkuları ve Kıbrıs
II. Abdülhamit, 93 Harbi sonunda 14 Şubat 1878'de Mebusan Meclisi'ni kapatmış, mutlak bir egemenlik kurmuştu. Bu nedenle 23 Mayıs-15 Temmuz 1878 arasında İngiltere'yle yürütülen Kıbrıs görüşmelerinin sorumlusu doğrudan doğruya II. Abdülhamit'ti.
Vesveseli II. Abdülhamit o günlerde üç ateş arasında kalmıştı. 1) İstanbul'a kadar gelen Rus ordusu Osmanlı'yı parçalamaya hazırlanıyordu. 2) 1875'de iflas eden devlet, savaş masrafları da eklenince, ekonomik olarak çöküyordu. 3) İçeride onu tahttan indirmek isteyenler harekete geçiyordu.
20 Mayıs 1878'de Ali Suavi, birkaç yüz Rumeli göçmeniyle Çırağan Sarayı'nı bastı. V. Murat'ı kaçırıp tahta geçirmek istiyordu. Çırağan Vakası başarısız oldu. Ali Suavi ve 23 adamı öldürüldü.
Gelişmeleri yakından takip eden İngiliz Büyükelçisi Hanry Layard, II. Abdülhamit'i ziyaret ettiğinde padişahın çok uykusuz, yorgun, tedirgin olduğunu gördü.
İngiltere, Çırağan Vakası'ndan üç gün sonra, 23 Mayıs 1878'de, Kıbrıs'ın kendisine verilmesi şartıyla Berlin Konferansı'nda Osmanlı'ya yardım edeceğini bildirdi. II. Abdülhamit, 25 Mayıs 1878'de Kıbrıs'ı İngiltere'ye bırakmayı kabul etti.
Demem o ki, Kıbrıs'ı İngiltere'ye veren II. Abdülhamit'ti. Yok efendim, “geçici olarak” verdi! Yok efendim, “hukuku şahanenin korunması” şartıyla verdi gibi bahaneler, bu gerçeği değiştirmez.
“Kıbrıs Lozan'da kaybedildi” yalanı
I. Dünya Savaşı başlayıp da Osmanlı, Almanya'nın yanında savaşa girince İngiltere, 5 Kasım 1914'te Kıbrıs'ı ilhak etti.
I. Dünya Savaşı sonunda, 1918'de Brest-Litowsk Antlaşması ile Rusya; Kars, Ardahan ve Batum'u Türkiye'ye iade etti. Bu durumda 1 Temmuz 1878 antlaşmasına göre İngiltere'nin de Kıbrıs'ı Türkiye'ye bırakması gerekirdi. Ancak İngiltere, ilhak ettiği Kıbrıs'ı I. Dünya Savaşı mağlubu Türkiye'ye bırakmadı.
Milli Mücadele yıllarında tüm Ege, Akdeniz sahilleri, Trakya, İstanbul, Boğazlar işgal edildi. Türkiye'nin Akdeniz'le bağı koptu. İşgalci Yunan orduları Ankara yakınlarına kadar geldi. O koşullarda hazırlanan Misak-ı Milli'de –doğal olarak- Kıbrıs'a yer verilmedi.
İsmet Paşa Lozan'a giderken bırakın Kıbrıs'ı, İstanbul ve Boğazlar bile hala işgal altındaydı. O koşullarda -üstelik donanmasız- Kıbrıs'ı kurtarmak mümkün değildi.
Lozan Antlaşması'nın 20. maddesine göre Türkiye, 5 Kasım 1914'te Kıbrıs'ın İngiltere'ye ilhakını tanıdı. Bu yeni bir durum değil, “malumun ilamı” demekti. II. Abdülhamit'in 1878'de geçici olarak İngiltere'ye bıraktığı Kıbrıs, bir daha hiç geri alınamamıştı ki Lozan'da kaybedilmiş olsun. Elinde olmayanı kaybedemezsin!
Sözün özü, Abdülhamit siyasetinin ilk kurbanı Kıbrıs'tı.
3 notes · View notes
baybaykus · 6 years ago
Text
Parası ödenmiş F35 savaş uçaklarımızı vermez bunlar.
Huyları pistir.
490 Ton altınımızı da geri vermezler.
En önemlisi ise bize ait el koydukları bir şeyler varsa yakında bize savaş da açabilir bunlar.
Savaş açmak var ise akıllarında, Türkiye'nin çevresinde dost bildiği ülkeler ile geçici düşmanlıkları olur o dönemde, sanki desaadüf gibi.
Sultan Osman ve Reşadiye Gemilerimizin hazin hikayesini bilir misiniz?
Genç kızlarımızın, uğruna tek varlıkları olan saçlarını feda ettikleri, Sultan Osman ve Reşadiye Gemileri'nin hikayesi.
1903 yılında İngiltere’ye Osmanlı Donanması hakkında bilgi veren Kraliyet Armadası Birinci Lordu Earl Selbourne, Türk donanması için “Mevcut bile değil.” demişti.
Osmanlı Devleti’nin donanma açısından güçlenmesi gerekiyordu.
1900’lerin başında denizlerde üstün olmak her şeyden önemliydi.
Çünkü kara yolları henüz o kadar gelişmiş değildi.
1911 yılı baharında, Arjantin ile yaşanan amansız deniz çekişmesi yaşanırken, Brezilyalılar dünyanın en büyük savaş gemisine sahip olmak istiyorlardı.
Bu amaçla Brezilya; İngiltere, Newcastle’daki Armstrong şirketine bir drednot siparişinde bulundu ve adını Rio de Jenerio koydu.
1913’e gelindiğinde Brezilya ile Arjantin arasındaki sorunlar giderilmiş, 1913 Temmuzuna kadar Brezilya’nın yaptığı düzenli ödemeler bu tarihten sonra kesilmiştir.
Brezilya gemiyi almaktan vazgeçmişti.
Armstrong Şirketi çok fazla telaşlanmamıştı çünkü gemiyi alacak biri mutlaka bulunacaktı.
Osmanlı Devlet’i İngiltere’ye kırka yakın irili ufaklı gemi siparişinde bulunmuştu.
Başlangıç için o günün parasal karşılığı dört milyon Pound'a iki drednot ısmarlanmıştı.
Biri Reşadiye olacak drednotlardan diğeri ise Sultan Osman I adıyla alınacaktı.
Sultan Osman gemisi, Yunanlıların da katıldığı ihalede Osmanlı Devleti tarafından alınan Rio adlı gemiydi.
Süvarisinin kimliği bile saptanmıştı: Hamidiye’nin efsanevi kahramanı Rauf Bey...
Bu gemilerin alınabilmesi için yeterli bütçe olmadığından geniş çapta bir bağış kampanyası düzenlenmiş, o zamanın olanaklarıyla kahvelerde, halkın toplu olarak bulunduğu yerlerde, müsamere ve eğlencelerde sürekli olarak para toplanıyordu.
Bayram gibi vesilelerle öğrencilerin ellerine kumbaralar veriliyor ve bu kumbaralarla para topluyorlardı.
Önemli para yardımlarında bulunanlara “Donanma İane Madalyası” adı altında bir de madalya veriliyordu.
Gelinlik genç kızlar tek varlıkları olan saçlarını bu gemilerin satın alınabilmesi uğruna kesip, bağışladılar...
27 Temmuz 1914’te Reşit Paşa vapuru ile Sultan Osman’ı teslim almak üzere, Bahriye Nazırlığı’nı ve Osmanlı Devleti’ni temsilen Rauf Bey Newcastle’ a varmıştır.
Churchill Sultan Osman’a el koymanın çok büyük bir diplomatik karmaşaya neden olacağını bilmektedir ama İngiliz Armadasının önüne çıkabilecek böylesi bir gemiyi teslim etmek de istememektedir.
Ve 3 Ağustos 1914’te Churchill’in açıklaması ile Sultan Osman ve Reşadiye’ye el konduğu resmi olarak açıklanmıştı.
Rauf Bey anılarında şöyle diyordu:
“Geminin son taksiti olan yedi yüz bin Lira da ödenmişti.
İşleri bir an önce bitirmek için denemelerin bir kısmından vazgeçerek fabrika ile 2 Ağustos 1914 günü geminin, bize teslimi konusunda anlaşmıştık.
Fakat parayı verişimizin ertesi günü için kararlaştırılan sancağımızı çekme töreni zamanından yarım saat önce İngilizler Sultan Osman’a el koydular.”
“Gerektiği şekilde şiddetle protesto edildiyse de kimse oralı olmadı”
Bu gemiler paraları ödendiği halde teslim edilmemiş, paraları ise iade edilmemiştir.
Sultan Osman gemisi derhal İngilizleştirildi ve ismi “Agincourt” olarak değiştirildi.1924'de hurdaya çıktı.
Reşadiye ise Erin ismini aldı.
Fakat kaderi oldukça hazin oldu.
22 Ağustos’ta seyre hazır olan geminin denenmesinde görülür ki inşasında bilinçli olarak kalitesiz, çürük malzemeler kullanılmıştır.
Yeterince randıman alınamamış, sık sık arıza çıkartmış ve bu nedenle 1922 gibi erken bir tarihte hizmet dışı kalmıştır.
490 Ton altını da F35 leri almanın da yolu vardır aslında.
Atatürk gibi biri gerek.
Oğuz Ersöz .
Tumblr media Tumblr media
3 notes · View notes