#Saygı Kuşağı
Explore tagged Tumblr posts
Text
Canlandıranlar Uluslararası Film Festivali 2023
Canlandıranlar Uluslararası Film Festivali İstanbul, 21-27 Ekim tarihleri arasında animasyon sanatının büyülü dünyasına ev sahipliği yapacak olan Canlandıranlar Uluslararası Film Festivali, “Animasyon, sihre en yakın şey!” temasıyla bu yıl izleyicileri hayal gücünün sınırlarını zorlayacak bir yolculuğa davet ediyor. Festival, Institut français, Kadıköy Müze Gazhane ve İBB Beyoğlu Sineması’nda,…
#Åsa Lucander#Aardman Stüdyosu#animasyon#animasyon sanatı#Atölye#Film Festivali#istanbul#kısa film#Mars Express#Saygı Kuşağı#Sinem Sakaoğlu#Sirocco ve Cereyan Krallığı#uzun metraj film#Yapay Zeka
0 notes
Text
H. Edip'ten de Mustafa Kemal'in Kurtuluş Savaşındaki arkadaşlarıyla ayrılığı temasını seçtim çünkü cumhuriyetin kuruluşu aşamasında devletin yönü, sonradan alacağı şeklin çekirdeği o günlerde belirleniyor.
Konuyla direk ilgili değil ama kişisel fikrim şu ki, özellikle günümüz de, rejim, Mustafa Kemal'in kurduğu ama Kazım Karabekir'in hayal ettiği şekli aldı.
Kazım Karabekir'in özelliği, Kurtuluş Savaşı sırasında bile İstanbul hükümeti ve padişahın saygı duyduğu bir isim olması, ayrıca Mustafa Kemal'den farklı olarak dindar biri olarak bilinmesi. Mustafa Kemal'e ulaşmak isteyen yabancı devlet adamlarından tutun da, sarayın sadrazamlarına kadar hepsinin ilk adresi, başvurdukları ilk kişi Kazım Karabekir.
Cumhuriyet bence kağıt üstünde Mustafa Kemal'in ama fiilen Kazım Karabekir'in Türkiye'si olarak kuruldu.
Karabekir 1939'da CHP gurubunda kendisinin "gericilerin adamı" olduğu eleştirilerine yanıt verirken yıllardır diri diri toprağa gömüldüğünden yakınır.
Doğru. Muhtemelen devlet yönetiminden uzak tutulmuştur ama kendisi mağdur olsa bile fikirleri iktidardaydı. Türkiye O'nun istediği bir biçimde evrimleşiyordu.
---
Konuya uzak insanlar bilemez doğal olarak. Hem 1. Dünya savaşında hem Kurtuluş savaşında adını andığımız bu önemli şahsiyetler: Enver paşa, Mustafa Kemal paşa, Ali Fuat Cebesoy Paşa, Kazım Karabekir paşa...bunların hepsi hemen hemen lise yıllarından beri birbirlerini tanıyan adamlar ve arkadaşlar. Nerdeyse çocukluk arkadaşları. Bütün resmi ilişkilerin ötesinde dostlar yani. İlk parlayan isim olarak Enver paşa biraz daha uzak bu guruptan ama yinede Özellikle Kazım Karabekir'le ilişkileri iyi.
İşte bu asker kuşağı Meşrutiyeti ilan etti, zaten yıkılacak Osmanlı imparatorluğunun yıkılışını resmileştirdi, bu asker kuşağı yeni devleti kurdu.
---
Mustafa Kemal Halide hanımın eşi ve aynı zamanda Mustafa Kemal'in doktoru ve aynı zamanda Meclis 2. başkanı olarak Msutafa Kemal'in yokluğunda O'nun bütün yetkilerine sahip Adnan Adıvar'a " Kardeşlerimle arama kimse giremez" diyor ama girecek ve tüm bu isimler tasfiye edilecek.
Adnan Adıvar da, Halide Edip'te idam cezası alacaklar ilerde.
---
Bence ilk harcanan komutan Ali Fuat Cebesoy. Kimdi onlar, kimliklerinden bahsedilmiyor kitaplarda, birileri sürekli dedikodu taşıyıp, bu arkadaşları birbirine düşürmeye çalışıyordu ama onlar kimlerdi belirsiz benim için.
Ali Fuat hakkında da Mustafa Kemal'in yerine göz koyduğuna dair iddalar hiç bitmiyor.
Halide Edip'i okumadan önce bile tahmin ettim ki aralarının bozuluşu Çerkez Ethem dolayısyladır. Çerkez Ethem resmen Ali Fuat'ın emrinde. Mustafa Kemal mutlaka Ali Fuat'a O'nu etkisizleştirmesi, kontrol altına alması konusunda uyarılarda bulunmuştur. Demek ki yeterli bulmadı. Savaşın ortasında cephe komutanı mı değiştirilir? Savaş sürerken Ali Fuat'ı Moskova'ya elçi olarak gönderiyor. Hatta bir tarihçiye göre, Ethem'i de yanında götürmesini istemiş.
Apaçık sürgün.
Ali Fuat yine de mırın kırın etmemiş, gitmiş.
Askerlikle hiç ilgisi olmayan Yakup Kadri bile elçilik emrini aldığında, bunu sürgün sayıyor. Gitmemek için bin dereden su getiriyor. Zoraki Diplomat adında kitap yazıyor.
0 notes
Text
Bugün çocuklar Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku filmini izliyorlardı bende onlara dahil oldum izledim biraz. Normalde izlemekten kaçındığım bir filmdi çünkü film Erdal Beşikçioğlu popülizmi barındırıyor. Popülist olan her şeye Z kuşağı gibi karşıyım. Fakat boomer olan yanım filmi sevdi. Hatta Arif’te kendimi buldum diyebilirim. Tabii bunu demem aslında biraz olmak istediğim kişiye benzediği için olabilir. Özellikle kıskançlık konusunda. Fakat kıskançlık konusunda çok büyük bir benzerlik söz konusu. Böyle bir karakterden haberim yokken böyle bir karakter olduğumu bilmiyordum. Fakat ben Arif’ten daha başarılıyım. Asla bir cenazede ya da sevgilim için önemli bir an’da o kim, bu kim diye sorup darlamam. Eskiden olsa darlardım. Çünkü bilmezdim ne demek olduğunu ama şimdi yapmam. Her şeyin bir yeri, rajonu, adabı var. Her şey şeyine uygun olacak.
Kıskançlık gerçekten çok beter ve insanı içten içe kemiren bir duygu. Birde kıskançlık ile takıntılı olmanın ayrımını yapmak gerek. Eğer bunun ayrımını yapamazsanız kıskanç olduğunuzu zannederken takıntılı bir insan olur çıkarsınız. Takıntılı bir insan olduğunuz zamanda erir bitersiniz. Mutlu olamazsınız, mutlu edemezsiniz. Bu ikisi arasında ince bir çizgi vardır gerçekten. Kıskançlık bataklığına batmak bu ince çizgiyi geçmek demektir işin aslı. Bunun için ilişkilerde özel alan yaratmak ve o alana saygı duymanın çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Bence Arif’in yaptığı yanlış, Müzeyyen’in duyduğu çıt sesi taziye evinde, Arif’in o adamı Müzeyyen’e sorduğu an duyuldu.
Belki de Arif’in hiç bir suçu yok. Belki de bitmesi gerekiyordu bitti, kızın gitmesi gerekiyordu ve gitti. Bazen olur böyle şeyler. Filmin başında da dediği gibi “insanlar biri yarım sanarlar, iki yapıp tamamlamaya çalışırlar.” Halbuki bir tamdır. Bu günlerde hayatı yavaşlatmakla, izlemekle, gözlemlemekle meşgulüm. Bir boklu derenin kenarında kahve içip insanları ve kurbağaları dinlemekle… Unuttuğum bazı benler olduğunu fark ettim. O benler hayattan ne beklerdi, ne için yaşardı, nasıl biriydi? Belki de kaybolan beni ya da benleri bulduğumda geçecek ve normale dönecek her şey. Belki de hiç eski benleri bulamadan yepisyeni bir ben olacağım. Peki bu bende ne kadar kalacağım?
1 note
·
View note
Text
DEPREM MAHALLESINDE AKP
Kayısı bahçeleri nasıl mezarlığa döndü?
Bostanbaşı, Yeşilyurt, Karakavak...isimleri gibi yeşil sulak arazilere Milano Residence, Toscana Evleri, Seyr-i İstanbul adlı lüks siteler yapıldı. Geriye hayalet şehre dönen bir Malatya kaldı. Bir de siyasetçi-müteahhit profilinin 30 yıllık suçları...
Yıldıray Oğur
-
Yayın tarihi: 12 Mart 2023 - 15:08
Son güncellenme: 13 Mart 2023 - 14:34
Malatya’nın elması ve kavunuyla meşhur Barguzu semtinin adının Hititçeden geldiği söyleniyor.
Zu Hititçe meyve bahçesi demekmiş.
Aspuzu, Orduzu, Çarmuzu da yine meyve bahçeleriyle ünlü Malatya’nın diğer semt adları.
Yani binlerce yıldır meyve bahçeleri ile meşhur bir yerden bahsediyoruz.
27 Mayıs 1960 darbesinden sonra Türkçe yer adları kampanyası sırasında mahallenin adı değiştirilince Bostanbaşı yapılmış.
Bağlı olduğu ilçenin Ermenice adı olan Çırmıhtı da Tek Parti döneminde önce Malatyalı İsmet İnönü’ye saygı olarak İsmetpaşa’ya çevrilmiş, sonra DP iktidarı siyaseten 1957’de bir kere daha değiştirmiş: Yeşilyurt.
Bostanbaşı, Yeşilyurt…
Eski fotoğraflarına bakınca başka isimler bulmak da zor.
Malatya şehir merkezine yakın, şehrin nefes aldığı, gidip meyve, sebze topladığı herkesin bostanlarının, tarlalarının, meyve ağaçlarının bulunduğu, içinden dereler akan, bereketli, sulak en yeşil bölgesiymiş Bostanbaşı.
Aralarda tek katlı, iki katlı bağ evleri dışında 2000’lere kadar da böyle devam etmiş.
Malatya’da Z kuşağı dışında kimle konuşsanız “evet, biz oradan gidip kayısı, kiraz toplardık” diye anlatıyor Bostanbaşı’nı.
Öyle çok uzak tarihlerden de bahsetmiyoruz.
2009 yılına ait uydu görüntülerinde dahi hala bahçeler, bostanlar, tarlalar görünebiliyor.
İller Bankası’nın 1985 yılında Malatya Yeşilyurt için hazırladığı imar planında da tarım arazisi olarak kodlanan bu bölgeye en fazla iki katlı ve bahçeli bina izni verilmişti.
Planların bozulması 1989 yılında 35 yaşında ANAP’tan belediye başkanı seçilen mimar Münir Erkal döneminde başladı.
Erkal, 1994’de bir kez de Refah Partisi’nden belediye başkanlığına seçildi.
Erkal, şehri büyütmeye karar verince Malatya’nın bostanların, bahçelerinin, tarlalarının olduğu adını uzun kavaklarından alan Karakavak mahallesine doğru bir bulvar açtı.
Adına da Fahri Kayahan Bulvarı adını verdi.
Burada küçük bir Fahri Kayahan kimdir parantezi açmak gerek.
Çünkü artık Google’a Fahri Kayahan diye yazdığınızda yanyana dizilmiş büyük apartmanlardan oluşan çirkin bir mahalle çıkıyor.
Halbuki Malatyalı Fahri ya da Fahri Kayahan, türküleri ve derlemeleriyle 30’lı, 40’lı, 50’li yılların en meşhur müzisyen, besteci ve şarkıcılarından biriydi.
Sarı Kurdelam Sarı, Şu Dağları Delmeli türkülerinin bestecisiydi, Mevlam Birçok Dert Vermiş, Karadır Kaşları gibi türküleri de ilk kez Türkiye ondan duymuştu.
Malatyalı Fahri, 1936 yılında bir rivayete göre kıskançlıktan dolayı eşi Fahriye hanımı öldürmüş, başka bir rivayete göre Fahriye Hanım intihar edip “beni Fahri öldürdü” diye bir not bırakmıştı.
Bir süre hapis yatan Fahri Kayahan, sonra muhtemelen Ankara’daki hayranlarının araya girmesiyle affedilmiş ve Malatya’yı terk etmişti.
Yıllar sonra trenle Malatya’dan geçerken Fahri Kayahan’ın “Gözlerimi bağlayın ne Malatya beni görsün ne ben Malatya’yı” dediği rivayet edilir.
Herhalde adının verildiği bulvarın etrafında sağlı sollu olarak dizilmiş apartmanları görseydi de böyle derdi.
Parantezi burada kapatalım.
Derelerin, tarlaların olduğu bu alivyonlu topraklara doğru Fahri Kayahan Bulvarı’nı açıp, bulvar üstünde 7 kata izin veren başkan Münir Erkal, İTÜ mimarlık mezunuydu.
İki dönem başkan seçildi. 1999’a kadar Malatya’yı yönetti.
Yeni Malatya, açtığı bulvarın etrafında büyümeye başladı.
Bulvarın çevresindeki tarlalar ve bahçeler müteahhitler için bir cazibe merkezine dönmüştü.
Bostanbaşı da bu semtlerden biriydi.
1994 yılında belediye olmuştu.
Uzun yıllar tek ve iki katlı evlerin olduğu, bahçelerin, bağların bulunduğu bir semt olarak kaldı.
Ta ki 2004 yerel seçimlerine kadar…
2004 yılında AK Parti’den Malatya Belediye Başkanlığı’na Hüseyin Cemal Akın seçildi.
Hemen yanı başındaki Bostanbaşı Belediye Başkanlığı’na ise Yahya Akın.
Bu bir soyadı benzerliği değildi.
İki başkan amcaoğullarıydı.
Bostanbaşı, tek dönem belediye başkanlığı yapan bu iki amcaoğlu döneminde imara açıldı.
Bu kararın arkasındaki motivasyonu Malatya’daki gazetelerde depremden sonra çıkan yazılardan okuyalım:
“O dönemin Bostanbaşı Belediye Başkanı Cemal Akın’ın amcasının oğlu AKP’li Yahya Akın. Kasabanın arazilerini imara açma kararıyla, sahibi olduğu araziler nedeniyle 200 dolayında daire kazandığı konuşuluyordu. Tabi Cemal Akın da, bu karardan hayli yararlanmış. İmara açılan Bostanbaşı’nda arazisi bulunan Cemal Akın’ın da 40’ın üzerinde dairenin sahibi olduğu belirtiliyor.” (İsmet Yalvaç/Malatya Haber)
“Bostanbaşı bölgesini imara açan Bostanbaşı Belediye Başkanı Yahya Akın’ın arazileri olduğu hatta Cemal Akın’ın 200 dönümden fazla arazilerinin olduğu iddiaları havada uçuşuyordu o dönemler. Toplamda iki “amcaoğlunun” kaç daire kazandığını bilemiyorum. Fakat Cemal Akın’dan sonra hem Fahri Kayahan bölgesi hem de Bostanbaşı farklı bir ivme kazanıyordu.” (Mahir Temur/ Kayısı Haber)
Malatya Belediye Başkanı Cemal Akın’ın mesleği avukatlıktı ama esas işi müteahhitlik olmuştu.
2008 yılında Malatya Belediyesi İmar Komisyonu üyelerinin eğitimleri ve meslekleri şöyleydi:
Emekli, Lise Mezunu, Çiftçi, Ortaokul mezunu, Emekli, Lise Mezunu, Esnaf, Lise Mezunu, Esnaf, Yüksek Okul Mezunu.
Belediye Meclisi İmar Komisyonu üyelerinin arasında mimar ya da inşaat mühendisi yoktu. Ama bu çoğunun esas mesleği müteahhitlikti. Malatya’da imara açılabilecek arsalar artık bir uzmanlık meselesi olmuştu.
2009 yerel seçimlerine doğru aday gösterilmeyen Cemal Akın, o öfkeyle şehre son izini de vurdu.
O günkü haberlerden okuyalım:
“MALATYA Belediyesi’nin yeni yapılan binasına taşınmasıyla 71 yıllık 2 katlı eski binanın ani bir kararla ekipler tarafından gece yıkılması kentte tepkiye neden oldu. AKP tarafından tekrar aday gösterilmeyen Cemal Akın, kendisine ulaşabilen gazetecilere binayı yıkarken araziyi yeşil alan yapacaklarını söyledi. Vali Halil İbrahim Daşöz’ün konuyu görüşmek için aradığı Akın’a ulaşamadığı, bu telefonlara cevap vermediği öne sürüldü.”
https://www.milliyet.com.tr/gundem/belediye-bosalttigi-binayi-1-gecede-yikti-1053912
2009 yerel seçimlerinde Malatya Belediye Başkanlığı’na eski MÜSİAD Malatya Şube Başkanı ve AK Parti İl Başkanı olan Ahmet Çakır seçildi.
Çakır, Anadolu Üniversitesi’nde İktisat okumuştu. Çakıroğlu Helvaları’nın sahibiydi.
Çakır’ın başkanlık döneminde Bostanbaşı ve Fahri Kayahan imara açılmaya, kat izinleri artmaya devam etti.
Fahri Kayahan Bulvarı’ndan sonra Bostanbaşı’nda da binalar ve siteler yükselmeye başladı.
Malatya’nın eşrafı, işadamları, doktorlar, eczacılar, akademisyenler şehir merkezinden bu semtlerdeki yeni sitelere doğru göç etmeye başladılar.
Sitelerin iddialı adları vardı
Toscana, Şehr-i İstanbul, Floryapark, Vegaspark, Milano Residence…
İzin verilen kat sayıları önce 12’ye sonra 16’ya kadar yükseldi.
İnşaatlara devam edenlerden biri de Malatya Belediye Başkanı Ahmet Çakır’dı.
Çakır da geleneği bozmamış, helvacılıkla yetinmeyip AK Parti il başkanlığı yaparken Malatya’nın en karlı iş kolu müteahhitliğe başlamıştı.
2008’de AK Parti il başkanı iken ruhsat verilmeyen bir tepeden ortaklarıyla birlikte kurduğu şirketi ruhsat almıştı.
Belediye başkanı seçildikten sonra Floryapark adlı 15’er katlı iki bloktan oluşan sitenin inşaatı tamamlandı.
Sapa yerdeki siteye belediye tarafından büyük paralar harcanarak yol götürüldü.
Her şey o kadar ayyuka çıkmıştı ki bu tepenin halk arasındaki adı Çakırtepe oldu.
2012 yılında Malatya’daki imar çılgınlığı ve deprem riskini hatırlatan eleştirel haberler yapan yerel Maldia dergisinin sahibi ve yazarı, belediye başkanının sitelerini ve BİL-GRUP adlı 10 ortaklı inşaat firmasını haber yaptığı için gözaltına alınmıştı.
https://www.maldiahaber.com/haber/malatyada-imarruhsat-ve-rant-darbecileri-39301
Malatya Belediye Başkanı Çakır’ın ortaklarından biri belediyenin şirketi Esenlik’in genel müdürü Hacı Uğur Polat’tı.
Çakır ve Polat, belediye başkanlığından önce başka inşaat projeleri ve bir kolejde de ortaktılar.
Çakır, belediye başkanı seçilince ortağı Polat’ı belediyenin iştirakinin genel müdürlüğüne getirmişti.
Hacı Uğur Polat da aslında müteahhit değildi.
Suriye’de Arapça, El Ezher’de İslami İlimler okumuş, kuyumculukla girdiği iş hayatında 2001 yılında o klişeyi gerçeğe dönüştürüp mücahit iken müteahhit olmuştu.
O da diğer Malatyalı siyasetçiler gibi eski bir MÜSİAD yöneticisi ve AK Parti’nin kurucularından biriydi.
İl başkan yardımcılığı yapmıştı.
Malatya Belediye Başkanı olan ortağı Ahmet Çakır’ın da desteğiyle 2014 yerel seçimlerinde AK Parti’den Yeşilyurt Belediye Başkanı seçildi.
Artık Malatya Büyükşehir Belediyesi olmuş merkez ilçe Yeşilyurt ve Battalgazi olarak ikiye bölünmüştü.
Bostanbaşı Belediyesi mahalleye dönüşmüş ve Yeşilyurt’a bağlanmıştı.
Adı Yeşilyurt olan ilçenin belediye başkanı Hacı Uğur Polat müteahhitti.
Belediye başkan yardımcılarından Kadircan Esen müteahhitti.
Diğer belediye başkan yardımcısı Mehmet Çınar’ın ise hazır beton şirketi vardı
Bostanbaşı’ndaki bina çılgınlığında bu dönemde gaza basıldı.
Malatyalı gazeteci Mahir Temur bu yılları şöyle anlatıyor:
“İnşaattan belki de milyarlar kazanan Başkan Hacı Uğur Polat’ın döneminde de “tarım arazileri” yok edilmeye başlanmıştı. 2014’ten sonra Bostanbaşı veya Fahri Kayahan’nda yapılan binalara ruhsat veren “dini bütün” Polat, dağ-taş-ova demeden konutlar villalar dikiyordu! Tecde ve Koyuönü onun eseriydi ama Bostanbaşı’nda bu kadar yoğun yapılaşmanın zamanı Hacı Uğur Polat dönemine denk gelir!”
Yeşilyurt Belediye Başkan yardımcısı Mehmet Çınar, İnşaat Mühendisi’ydi.
Genç MÜSİAD’ın Malatya kurucu başkanıydı.
32 yaşında 2009’da Ahmet Çakır döneminde Malatya Belediye Meclisi’ne seçilmiş ve Belediye İmar Komisyonu başkanlığı yapmıştı.
Malatya’daki imar piyasasının uzun yıllar boyunca karar vericilerinden biriydi.
2014’de Hacı Uğur Polat’la birlikte Yeşilyurt Belediye Meclisi’ne seçildi ve daha sonra belediye başkan yardımcısı oldu.
Ama aynı zaman Çınarlar Beton ve Çınar Gazbeton aile şirketinin de ortağıydı.
2018 yılında Malatya Belediye Başkanı Ahmet Çakır, görevinden istifa ederek AK Parti milletvekili oldu.
Yerine mecliste yapılan seçimde Malatya Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na Yeşilyurt Belediye Başkanı Hacı Uğur Polat seçildi.
Yeşilyurt Belediye Başkanlığı’na ise başkan yardımcısı Mehmet Çınar getirildi.
Bir müteahhit başkan giderken koltuğunu başka bir müteahhit başkana bırakmıştı.
2019 yerel seçimlerinde AK Parti, aday olan Hacı Uğur Polat yerine, 15 yıl merkez ilçelerden Battalgazi’ni belediye başkanlığını yapan eski öğretmen Selahattin Gürkan’ı aday gösterdi ve rekor bir oyla Gürkan Malatya Belediye başkanı oldu.
Yerine merkez ilçe Battalgazi’nin belediye başkanlığına seçilen Osman Güder de imam hatip lisesinden sonra veterinerlik okumuş, AK Parti’de Malatya teşkilatının kuruluşundan beri görev yapmıştı.
Tabii ki o da müteahhitti.
2019 yerel seçimlerinde AK Parti’nin Yeşilyurt Belediye başkanı ise hazır betoncu inşaat mühendisi Mehmet Çınar oldu.
Malatya yine müteahhitlere emanetti.
Ama bu kadar müteahhit başkana rağmen şehrin hiç de sağlam olmadığı gerçeği 24 Ocak 2020 günü anlaşıldı.
Elazığ Sivrice merkezli 6,8 şiddetindeki deprem Malatya’da 25 bina yıkılmış, dört kişi hayatını kaybetmişti.
Sivrice depremi Malatya için bir ön uyarı olabilirdi.
Malatya ve ilçelerinde 4 bin 128 konut depremde ağır hasar almıştı.
O binalardan biri de Malatya AK Parti İl Başkanlığı’ydı.
Taşıyıcı kolonları depremde zarar gören bina boşaltıldı. AK Parti yakın bölgedeki “sağlam” yeni bir binaya taşındı.
Sivrice depremi sonrası Malatya’daki resmi binalarda güçlendirme projeleri yapıldı.
Malatya Valiliği, Adliye binası ve diğer müdürlük binalarında depremden sonra güçlendirmeler yapıldı.
Sivrice depreminden sonra hasar alan yapılardan biri de 1912’den kalma Yeni (Teze) Camii’ydi. 2020’deki Sivrice depreminde kubbesinin bir kısmı çöken camiinin restorasyonu 2.5 yıl sürdü.
Restorasyon sırasında Karadenizli inşaat firması caminin önce önünde tuhaf duvarlar yaptı, sonra da bahçesinde dev şemsiyeler dikti.
Sivrice depreminden sonra Malatya’ya bir ilahi ikaz da 2021 yılının Kasım ayında geldi.
Malatya’nın merkezinde iki katlı bir bina gündüz vakti çöktü.14 kişi enkaz altında kaldı.
Arama kurtarma ekipleri olay yerine gittiler, bütün televizyonlar som dakika yayınlarına geçti.
Binanın altındaki tavukçu günlerce süren tadilat sırasında üç kolonu kesmişti. Binanın sahibi AK Parti Malatya Milletvekili Hakan Kahtalı’ydı. Hemen binanın yakınındaki eczane ise diğer AK Parti milletvekili Öznur Çalık’a aitti.
14 kişinin enkazdan kurtarıldığı bu ikaz bile bir ders olmadı.
Hatta enkaz çalışmalarına katılan İnönü Üniversitesi’nin arama kurtarma ekibi İNOSAR, 2022 yılında üniversite senatosu tarafından kapatıldı.
Gerekçe; “AFAD’ın olduğu bir şehirde İNOSAR gereksiz bir kuruluş” tu.
Ama 6 Şubat depremi sırasında AFAD ortada yokken bunun ne kadar aptalca bir karar olduğu ortaya çıkmıştı.
6 Şubat depreminden sonra Malatya’nın adı haberlerde çok geçmedi.
1500 kişi hayatını kaybetmişti.
Bu diğer illerdeki kayıp sayılarından azdı.
Ama deprem Malatya’yı Antakya kadar yıkmıştı.
En az 3889 bina yıkıldı.
Malatya Valiliği’nin en son açıklamasına göre şehirde acil-ağır hasarlı-yıkık konut sayısı 72 bin 311. Şehirdeki toplam bina sayısı 131.991. Yine Malatya’daki ağır hasarlı ve yıkık ticarethane sayısı ise 14.754.
Şehir merkezinde yıkılmamış, ağır hasarlı olmayan bina kalmamıştı.
850 nüfuslu şehirden 650 bin kişi çevre illere, Malatya’nın köylerine göç etti.
Bir büyükşehir geceleri hayalet şehre döndü.
2021’de Sivrice depreminde ‘güçlendirilmiş’ resmi binalar ya yıkıldı ya kullanılamaz hale geldi.
Valilik binasından ikinci depremde toplantı halinde olan vali ve şehrin milletvekilleri son anda kurtuldular.
Yine güçlendirilmiş Malatya Adliyesi depremde ağır hasar aldı. Malatya’da devletin ayakta kalan tek binası Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü binası.
Hatta Maliye kendisine sağlam bina bulamadığı için Kayseri’ye taşındı.
Sivrice depreminden sonra restorasyon ve güçlendirme için 14 milyon lira harcanan Yeni Camii açıldıktan birkaç ay sonra 6 Şubat depreminde tamamen yıkıldı.
Sivrice depreminde orta ve ağır hasar alan binalar bir yolunu bulup raporlarını az hasarlıya çevirtmişti.
Onlardan biri Malatya’nın lüks semtlerinden birindeki Hakimbey Apartmanı’ydı.
Hakimbey Apartmanı, 6 Şubat depreminde yerle bir oldu. Aralarında bir bayan milli basketbolcunun da olduğu 89 kişi bu apartman enkazında hayatını kaybetti.
Sivrice depreminde ağır hasar alan binalardan biri de üç yıldızlı Kırçuval Oteli’ydi.
Otelin sahibi Zafer Kırçuval, AK Partili Battalgazi Belediyesi başkan yardımcısıydı.
1997’de yapılan apartmandan çevrilen otel 6 Şubat depreminde yerle bir oldu. Otel, aralarında 11 voleybolcu ve 4 ampute futbolcunun da olduğu onlarca insana mezar oldu.
AK Partili belediye başkan yardımcısı ve kardeşi haftalar sonra tepkiler üzerine tutuklandı.
Sivrice depreminde ağır hasar aldığı taşınan AK Parti İl Başkanlığı’nın yeni “sağlam” binası da ikinci depremde canlı yayında yıkıldı.
https://malatyahaber.com/haber/ilk-depreme-direndi-ama-ikincisi-akpyi-de-yikti
2020 yılında Yeşilyurt Belediyesi tarafından, “deprem yönetmenliğine uygun konutlar” vaadiyle bütün AK Parti Malatya milletvekillerinin katıldığı bir törenle inşaatına başlanan depremden önce bitme aşamasına gelen Topsöğüt Konutları da depremde kullanılamaz hale geldi.
CHP Malatya Milletvekili Veli Ağababa’nın iddiasına göre belediyenin toplu konutlarının beton işi, belediye başkanı Çınar’ın şirketi Çınarlar Beton’a verilmişti.
Malatya’daki bütün binalar bu kadar şanslı değildi.
Özellikle de bir zamanlar bahçe, tarla olan zemini sakat ama bereketli Bostanbaşı ve Fahri Kayahan’da yapılan yeni ve lüks siteler…
25 bin nüfusuyla Yeşilyurt’un en kalabalık mahallesi olan Bostanbaşı’nda milyonluk ve yeni siteler depremde enkaza döndü.
En fazla ölüm bu bölgede oldu.
Yıkılan ve ağır hasarlı hale gelen en meşhur sitelerden biri, MÜSİAD Malatya İl Temsilcisi Muharrem Poyraz’ın üç yıl önce yapıp teslim ettiği Seyr-i İstanbul’du.
Bir bloğu yıkılan, diğer bloğu kullanılamaz hale gelen üç yıllık site onlarca insana mezar oldu.
Şehrin ekabir ekibi içinde olan, bütün siyasilerle ahbap Muharrem Poyraz bir süre ortadan kaybolduktan sonra, artan eleştirilerden sonra yakalanarak tutuklandı.
Seyr-i İstanbul yüzünden ondan önce tutuklanan isimlerden biri binanın denetimini yapan Mavi Yapı Denetim şirketinin ortağı inşaat mühendisi Aysun Demir’di.
Kayısıhaber’den Mahir Temur’un iddiasına göre bu denetim şirketinin bir ortağı daha vardı: Yeşilyurt Belediye Başkanı Mehmet Çınar.
https://www.kayisihaber.com/yazi/mahir-temur/muteahhit-belediye-baskani/954/
Adı Türkiye’de Yeşilyurt Belediyesi’nde patlak veren bir pasaportla insan kaçakçılığı skandalında duyulan Mehmet Çınar, hala görevinin başında.
Malatya enkaza dönmüşken bir makam odasında çekilmiş fotoğrafı yerel basında büyük tepki çekti.
Meyve bahçelerini, bostanları ilk imar açan Münir Erkal, 2002 yılında AK Parti’den Malatya Milletvekili olarak Meclis’e girdi ve TBMM Çevre Komisyonu başkanlığı yaptı.
2014 yılında tekrar belediye başkanı adayı olduğunda bu yaptığını bir vaad olarak anlatmıştı:
“Fahri Kayahan Bulvarını açmasaydım, Malatyalılar nereye inşaat yapacaktı. Bir Malatya orada kurulmuş.”
Bostanbaşı’nı imara açan eski belediye Başkanı Cemal Akın da 2011 seçimlerinde AK Parti’den Malatya Milletvekili olarak TBMM’ye girdi ve kaderin bir cilvesi o da Çevre Komisyonu’nda görev yaptı.
Ondan görevi devralan ve dokuz yıllık görev süresinde tarım arazilerini imara açmaya devam eden başkan Ahmet Çakır da 2018’de Malatya’dan AK Parti milletvekili olarak Meclis’e girdi. Hala AK Parti milletvekili. İçişleri Komisyonu üyesi.
2018’den 2019’a kadar 10 aylık sürede Malatya Belediye Başkanlığı yapan, eski Yeşilyurt Belediye Başkanı Hacı Uğur Polat’ın adı da 2023 seçimlerinde AK Parti’nin muhtemel milletvekili adayları arasında geçiyor.
Polat, depremden üç ay önce “Siyonizm ve Kudüs’ün Musevileştirilmesi” başlıklı doktora teziyle doktor ünvanını aldı.
Öğretmen kökenli Malatya Büyükşehir Belediye Başkanı Selahattin Gürkan ise depremden sonra televizyonda bir başarı hikayesi olarak anlattığı “Bütün cenazelerimizin cenaze namazları kılınmıştır; kendi inanç değerlerimize uygun şekilde defnedilmiştir” sözleriyle tüm Türkiye tarafından tanındı.
Peki, hayalet şehre dönmüş Malatya bu depremden ders çıkardı mı?
Bu soruya “evet” demek de kolay değil.
27 Şubat’ta meydana gelen 5,6 şiddetindeki depremde Malatya’da 29 bina yıkıldı, bir kişi hayatını kaybetti.
Bu depremde yıkılan binaların bir kısmına depremden sonra ağır hasarlı olmalarına rağmen hafif hasarlı raporu verildiği ortaya çıktı.
Çünkü anlaşıldı ki depremin ardından hasar tespit işi, şehrin mevcut binalarını denetlemiş firmalara verilmişti.
Bunlardan biri olan Toscana-2 sitesi 3 yıllık iddialı adıyla lüks bir siteydi.
Siteye önce ağır hasar, sonra itiraz üzerine orta hasar ve son olarak da az hasar raporu verildiği ortaya çıktı.
Siteyi yapan Sinerji İnşaat’ın sahibi ya da yönetim temsilcisi olan Kadircan Esen, sitenin de bulunduğu Yeşilyurt Belediyesi’nin 2020’ye kadar başkan yardımcısıydı. Halen belediye meclisi üyesi.
Sinerji İnşaat’ın tam olarak kime ait olduğu ise belirsiz.
Şirket Yeşilyurt Belediye Başkanı Mehmet Çınar’ın beton şirketini kullanıyor.
Malatya’daki bu denetim skandalı yüzünden depremden sonra yapılan bütün bina denetimleri iptal edildi. Denetimler yeniden yapılacak.
Malatya Valisi Hulusi Şahin, şehirde özellikle Bostanbaşı bölgesindeki yıkımla ilgili bir soruya “Bostanbaşı adı yıkımı anlatmaya yetiyor di mi?” diyerek cevap verdi.
Ama daha fazlasını herhalde bir valinin söylemesi beklenemez.
Açık ki Malatya’yı artık rant çetesine dönmüş, birbirinden bayrağı devralan siyasetçi-müteahhit işbirliği yıktı.
Ama bunu birkaç yerel gazeteci dışında yüksek sesle söyleyebilecek kimse çıkmadı.
Halbuki Malatyalı herkesin güzel hatıralarının olduğu kayısı bahçeleri molozların altında.
Ama bu enkazı yaratan anlayış hala ortalıkta geziyor, yeni Malatya’yı da onlar kurmaya hazırlanıyor.
0 notes
Text
Arkadaşlar, klassik kitap okuyorsunuz diye dünyanın en iyi okuru ne bileyim en ahlaklısı, en terbiyelisi ve kalitelisi olmuyorsunuz. Zevkler ve renkler tartışılmazdır. Dostkoyevski, Tolstoy, Kafka, Shakespeare ve Zweig okuduz diye diğer okurları ve yazarları aşağılayamazsınız. Biri oturuyor başlıyor konuşmaya Beyza Alkoç Dostoyevskiden niye daha çok seviliyor ve aslında Beyza Alkoç bir yazar mıydı ki? Birincisi bu şahıs zaten en başta Dostoyevski ve Beyza Alkoçu ayni kefene koyarak hayatının en büyük yanlışını yapmış. Biri Rus edebiyyatının efsanelerinden biri, diğeri de günümüz edebiyyatının vazgeçilmezlerinden biri. Bunu da söylemek isterim ki, binlerce okur okuma alışkanlığı kazanmak için Beyza Alkoç kitapları okudu. Şahsen ben bile başta bu kitapları okudum ama şimdi oturup okuyamam çünkü artık yaşıma hitap etmiyor maalesef. Seviniyorum ki, Beyza Alkoç kitaplarını tam zamanında okumuşum. Yorumlara bakıyorum, biri 15 yaşındayım Tolstoy okuyorum kendimden gurur duydum, biri arkadaşlarım aptal ‘mahşerin dört atlısı’na tapıyor onları seviyor ve bence onlar ezikler, Wattpad okumadım okumayacağım ve bence ben dünyanın en şanslı insanıyım yazıyor. Ama görüyorum da bunları yazan ve video’da konuşan şahıs kitap okuyarak kendilerine zaten hiçbir şey katmamış. Eğer gerçekten bir şey öğrenselerdi ve sadece kendilerini üstün göstermek için çabalamaktan vazgeçip kitaplara ( farketmez ne tür) gerçekten başka bir perspektivden baksalardı sadece kitap kitap olduğu için ve ordaki dünyalara tapdıkları için kendileri için okusalardı ne yazarlara ne okurlara karşı böyle ezici ve aşağılık cümleler kurmazlardı. Ben kendim şahsen kitap kurduyum ve hem klassik hem günümüz edebiyyatı ile ilgileniyorum. Her kitap başka bir dünyadır ve ben her defasında farklı farklı evrenlere sürüklediği için her tür okurum. Bir gün geçmiş zamanları iliklerime kadar hissetmek isterim bazen de günümüzün bazılarının ‘cringe’ dediği o anları. Çünkü ben kitabı eğlenmek ve bu boğazına kadar önyargıya batmış ve egolu insanların var olduğu hayatdan bir nebze bile kopmak için okuyorum. Wattpad kullanabilene iyi bir platformdur. Bir kitap Wattpad’den çıktı diye o kitap çöpten bile değersizdir diye bir laf yoktur. Hişkimsenin aşağılamaya hakkı yoktur zaten. Bir kitabı okura sunmak için kaç kişinin emeğini göz ardı ettiğinizden haberiniz var mı? Bir kitaba bin ton laf ettiğinizde yazardan başka o kitabı hazır hale getiren editöründen tut kargocusuna kadar herkesi göz ardı ediyorsunuz. Herkes bir türlü para kazanmalı ve gelişime de saygı duymalı. Geçmişte kalarak bir yol katedilemez zaten. Dostoyevski gibilerden sonra binlerce yazar var ve her yazar illa eski yazım stiliyle devam edemez. Her zaman bir yenilik olur. Edebiyyat da değişiyor ve bu kaçınılmaz. Devir herşeye herkese bir şans tanıma zamanı. Y kuşağı olubta Z kuşağını aşağılıyorsunuz ama empati eksikliği olan adamlık bilmeyen sizsiniz. Hatırlatma: Sizin sevmediğiniz o Z kuşağını siz eğittiniz, sizin emelleriniz sonucu çünkü herkesin davranışı ve düşüncesi çevresi sayesinde şekilleniyor. Kitaplar şov göstermek için değildir bir şeyler öğrenebilmek içindir. Eğer sadece klassik okuyup yetiniyorsanızsa ve gelişimi kabul edemiyorsunuzsa ve günümüz türünü dışlıyorsunuzsa siz hiçbir zaman gelişmeyeceksiniz. Eğer sadece tür olarak klassik seviyorsunuzsa buna saygım sonsuzdur. Gerçek kitap sever diğerlerinin zevklerine karışmaz zaten ve onların daha çok kitap okuması için olanak sağlar.
3 notes
·
View notes
Text
Türkçeden nefret eden dindar kız
İnsan kendi gerçekliğini ne zaman öğrenir? Nasıl öğrenir? İstediği şeylere kavuştuğunda mı? İnandığı değerle sınandığı an mı? Ölümle burun buruna geldiğinde mi? İdeal dediği kutsallarını çiğnediği zaman mı? Otuz yıldır Modernizmin insanı nasıl yalnızlaştırdığını, bencilleştirdiğini, kimliğimizi dönüştürdüğünü, geleneklerimizi yok ettiğini konuşan bir camianın içinde yaşıyorum. Fakat yaşadığım apartmanda şahit olduğum bir olay beni çok şaşırttı. Anne babası dindar (babası iyi bir kurumda daire başkan yardımcısı) bir ilkokul öğrencisi kız ile evin önündeki kamelyada okul hakkında konuşurken “Keşke bütün dersler İngilizce olsa!” dedi. “Niye?” dedim. “Çünkü İngilizce çok zevkli, Türkçe hiç zevkli değil” dedi.
O gün başımı ellerimin arasına koyup düşündüm: Biz nerede hata yaptık? Biz bunun için mi mücadele ettik? Ya da biz mücadele etmedik mi? Annesi başörtülü, babası dindar bürokratların kızları kendi dilinden nefret etsin diye mi uğraştık? Kendisinden sonra gelen kuşağı (saygı kalmadı, ahlak zayıfladı, öğrenci terbiyesiz, gelin küstah, torun asi, gençlik berbat vb.) kötülemek adettendir ancak ben kendimi ve kuşağımı suçladım. Bizden önceki kuşaktan bir abiye “Bize Yunus'u anlatmadan Mevdudileri siz okuttunuz, bu vebal sizin” demiştim. Şimdi de kendi kuşağım için söylüyorum. Biz para kazanalım, kalkınalım, garanti kadrolarımız, tatil mekânlarımız olsun, bu fakirlik, bu adaletsizlik bitsin derken bir şeyleri kaçırmışız. Mustafa İslamoğlu tarikatları, tasavvufu kötüleyeceğine otursun bunu düşünsün. Dücane İslamcıları aşağılayacağına kayıp giden Müslüman Türk kimliğini yazsın. İstediği kadroyu alamayınca iktidarı eleştireceğim diye adalet naraları atan sözde İslam sosyalistleri düşünsün. Ve lütfen Ak Parti sayesinde, kapısından giremeyeceği kurumlarda yönetim kurulu üyeliği alıp sonra da “bunlar yanlış yapıyorlar” küstahlığı sergileyenler, makam araçlarıyla hobi bahçelerine giderken bundan 20 yıl önce ne durumda olduklarını, neyin peşinde koştuklarını ve şu an neyi yaşadıklarını düşünsünler. Senden sonra gelen nesil senin nasıl yaşadığını gösterir. Kızdığın şey kendi gerçekliğindir. Bunu gördüm o küçük kızın Türkçeden bahsederken ekşiyen suratında. “Başaramadık dostum” dedim kendime, “Bizim kumaşın kalitesi düşükmüş.”
1 note
·
View note
Text
Şimdi geriye dönüp bakınca, afişteki nikah davetiyesi formunda V for Vendetta göz çıkaran bir ipucuymuş. Hevesi kursakta bırakmakta, merakı kaskatı keyifsizliğe dönüştürmekte bir film bu kadar mı döktürür. Oyunculuktan senaryoya öyle çok arızası var ki, insan izlerken bunlardan bir tanesine takılırsam tüm diğer kusurlarını ortadan kaldırabilirim gibi gereksiz bir endişeye kapılıyor. İşkence bittiğinde ne tuhaf diye düşünüyorsunuz, politik bile olsa doğruluğa ulaşmanın sitcomlar için bile bu kadar kolaylaştığı bir dünyada kadın bir yönetmenin iki kadının ilişkisini hala Friends'deki Joey'nin gözüne hitap edecek biçimde gözümün önüne sermiş olması, 40'lı yaşlar��nda Sackville West'le tanışmış Virginia Woolf'u yirmilerinde toy bir oyuncuya teslim etmiş olması ne tuhaf. Filmde daha neler yok ki.
Bir kere Virginia Woolf rolünde Ece Temelkuran var. Gözü yiyen ona göre başlasın. Ve hem çocuksuyum hem de şımarık, bu beni karşı konulmaz yapıyor diye bağıran, her an alışveriş merkezindeki imza gününe yetişme telaşındaki influencer gibi ortalıkta dolanan, hiç ama hiç mana veremediğim bir Vita-Sackville West. Bu yapım gerçekten yıllar sonra bu iki kadından intikam almak için geri dönmüş olabilir mi? O V harfinin şifresi çok başka türlü okunmalı.
Filmin bir marifeti de Woolf'un geçirdiği psikotik atakları derinlemesine etüt ederken kendi içinde bir ustalara saygı kuşağı barındırmasıydı.
Isabella Rosselini, Vita'nın kötücül annesi, Virginia'nın eli maşalı kaynanası rolündeydi. Ve yanına varan tüm düşmanlarını dik açıyla etkisiz hale getirmek üzere Malefiz'in boynuzlarını ikiyle çarpıp yatay düzlemde üst üste sıralamıştı.
Pandemi ekşimayası çılgınlığından Virginia da nasibini almıştı. Zil çalınca siyez unuyla beraber kapıya koşturup gelenleri bizzat karşılıyorlardı.
Ve offf, ayna ucuzluğu da oradaydı.
0 notes
Photo
Allahü teâlânın taksimine razı olmak Rıza demek, Allahü teâlâdan gelen her şeye razı olmak demektir. Sual: Allahü tealadan razı olmak, bela ve nimet olarak gelen her şeyden razı olmak, itiraz etmemek mi demektir? Cevap: Rıza demek, Allahü teâlâdan gelen her şeye razı olmak demektir. Allahü teâlâdan bir felaket gelse, ona da rıza gösterir. Kimseye şikâyet etmez. Bu, her insanın yapabileceği bir iş değildir. Fakat, bunu yapabilen, büyük bir insandır. Böyle insanlarda, Peygamberlere mahsus sabır ve tahammül var demektir. Allahü teâlânın büyüklüğüne inandığı derecede insan, bu tahammülü ve bu rızayı gösterebilir. Gıbta edilecek bir meziyettir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: “Her gün insanın karşılaştığı her şey, Allahü teâlânın dilemesi ve yaratması ile var olmaktadır. Bunun için, iradelerimizi Onun iradesine uydurmalıyız! Karşılaştığımız her şeyi, aradığımız şeyler olarak görmeliyiz ve bunlara kavuştuğumuz için sevinmeliyiz! Kulluk böyle olur. Kul isek, böyle olmalıyız! Böyle olmamak, kulluğu kabul etmemek ve sahibine karşı gelmek olur. Allahü teâlâ, Hadis-i kudside buyuruyor ki; (Kaza ve kaderime razı olmayan, beğenmeyen ve gönderdiğim belalara sabretmeyen, benden başka Rab arasın. Yeryüzünde kulum olarak bulunmasın!)” Sual: Gayr-i müslimlerin âdetlerini veya onların ibadet olarak yaptığı şeyleri yapmanın dinen bir mahzuru olur mu? Cevap: Kâfirlerin âdetlerini yapmak, onlara benzemek niyeti ile olmazsa ve haram veya kötü âdetler değilse, faydalı şeyler ise, caiz olur. Onlar gibi yemek, içmek böyledir. Onlara uymak için olur veya haram veya fena, kötü şeyler ise, haram olur. Uyûn-ül besâirde deniyor ki: “İnsan resmi veya heykeli yapıp, bu insanda ülûhiyyet, ilahlık sıfatlarından birinin bulunduğuna inanarak veya bunun kâfir olduğunu bilerek, bunların karşısında, hürmet, tazim, saygı bildiren bir şey söylese veya yapsa, mesela secde etse, Yahudîlerin ve Hıristiyanların bağladıkları zünnâr denilen kuşağı ve onların dinlerine mahsus şeyleri kullansa, kâfir olur. Kâfirlere mahsus olan şeyleri harpte hile olarak kullanırsa, kâfir olmaz.” Canını, malını, rızkını kurtaracak kadar kullanması özür olur, daha fazlası küfür olur. https://www.instagram.com/p/Cat8bh3KIU0/?utm_medium=tumblr
1 note
·
View note
Text
“EHVEN-İ ŞER ÇEMBERİ”
Bir şekilde hayatta kalarak geldiğimiz 2022’nin ilk günlerinden itibaren, siyasette ve haliyle hem ulusal basında hem de sosyal medyada çok yoğun bir şekilde tartışılan konuların başlıklarına şöyle bir bakalım;
-Erken seçim olacak mı?
-Döviz ve altındaki yükseliş nereye gidiyor?
-Hükümetin 19 yıllık tahtı mı sallanıyor?
-Muhalefet ortaklarının adayı belli mi, Mansur Yavaş neden olmaz deniyor?
- Z kuşağı aşağı, Z kuşağı yukarı, Z kuşağı ülkeden kaçıyor!
- Çıkar telefonuna bakayım!
- Kadın cinayetleri. Her giden candan sonra aynı cümle; bu son olsun artık yeter!
- Sokak hayvanları itlaf mı edilecek?
- Dış güçler, mevduat lobisi, zincirle bağlanmış sıvı yağ tenekeleri, akaryakıt kuyrukları, alarm takılmış bebek maması, lüks tüketim çıtasını aşan kadın pedleri ve dahası…
Şimdi de hükümetiyle, muhalefetiyle, seçmeniyle şöyle bir şapkayı önümüze koyup bakalım biz buraya nasıl geldik.
Irak’ın işgalinde verdik ilk istikrar ve irade testimizi ülke olarak ama sınıfta kaldık! Çünkü öyle kararsız, öyle yalpalayarak hareket ettik ki, siyasi olarak ulusal çıkarlarımızın orta ve uzun vadede neleri gerektireceğini görmeyen veya görmek istemeyen İÇ GÜÇLER sayesinde zafiyetimiz göründü, o küçük gedikten bakın sonra kimler nasıl girdi!
Resmi tanımıyla FETÖ benim 30 yıllık deyimimle FETTOŞ terör örgütü, bu terörü babasının evi olan ABD’den çeyiz taşır gibi gün gün taşırken hadi siyasiler kendi deyimleri ile saflarmış kandırılmışlar da biz millet olarak ne yaptık? Hemen söyleyeyim, hani o yüce önderimiz olduğu halde elleri öpülesi merhum validesine şimdi burada söylemekten utandığım ama sahibine iade etmekten geri durmayacağım o sözler söylendiği zaman, ne öyle bir yiğidi yetiştiren anacığına hürmeten ne de var gücüyle “Türk Milleti çalışkandır, Türk Milleti zekidir!” diye haykıran ATAMIZIN şahsiyetine, hizmetlerine hürmeten hukuken gereği yerine getirilmedi ya, işte o haysiyetten yoksun, beyin gücü yalnızca komut almaya odaklanmış diğer memelilere denk insan müsveddelerine dediler ki,
“BUNLAR UYUYOR SİZ YÜRÜYÜN!”
Tabi ki, kendi sahip olduğu hakların her bir zerresini ona BAĞIŞLAYAN Cumhuriyetin kurucusu ve bu davası uğruna ömrünü vermiş o sarı saçlı mavi gözlü devin validesine ağzından salyalar saça saça hakaret edildiğinde susarsa birileri, orada anlayacaksın ki KADININ ne ölüsüne saygı var, ne de kıymetli dirisi! Ama sokağa çıkıp, herhangi birinin annesine hakaret etmeyi denerseniz bu makaleye güvenip, size yapacaklarından sorumlu değilim. Çünkü Atatürk’ün bir umutla övdüğü bizler öyle yozlaşmış, öyle benciliz ki, bizi dürtmeyen değneğe zevkle bakar olmuşuz! Oysa Anadolu’nun ruhunda, dindar nesil yetiştirme telaşından evvel birlik, imece, dayanışma, iyi kötü saygı ve hürmet vardı. Şimdi hiç boşuna başkalarını suçlamayın, siz uyudunuz, onlar yaptı!
Ne mi yapıldı?
Her türlü milliyetçiliği ayaklarının altına alıyorlarken TC ibareleri gece gündüz hummalı çalışmalarla kaldırıldı, “Ne mutlu Türk’üm diyene!” tabelaları salkım saçak toplandı, öyle sağda solda Türklük, Türkçülük, milliyetçilik söylemlerinde bulunmak bölücülük sayıldı. TRT’de bir hain bölücü itin mektubu okundu ve şu anda muhalefeti PKK ile sarmaş dolaş olmakla suçlayan siyasilerle beraber, kendi varlıklarını onların varlığına bağlayan, ülkenin kemikleşmiş %28’lik taraftar seçmeni de salya sümük o mektupla ve söylenen kardeşlik yalanlarıyla ağladı! Bu ülkenin şerefli, sadık, onurlu subayları, akademisyenleri, yazarları, gazetecileri milyonların sessizliğinde aşağılık kumpas davalarında yargılandı, hapis yattı!
Niye mi?
Çünkü o hep dillere pelesenk olan DIŞ GÜÇLER adları gibi biliyordu ki, bu memleketin uyurgezer, kulaktan dolma bilgiyle ahkâm kesmeye bayılan, okumayı angarya gören, okuyanı kâfir diye karalayıp dışlayan ve kendi kompleksli, bencillikle harmanlanmış EGO’su ağzından fışkıranları, çok daha fazladır sayıca diğerlerinden! İşte tam bu alçak davalar zamanında yazmıştım şu sözümü; “Kalabalığın yalanı, yalnızın doğrusunu bastırır!”
Peki, şimdi burada kabahat kimde?
İslam dininin peygamberi Hz. Muhammed diyor ki; “Ben Allah ile kul arasına girmem” sen gidip şeyhlerin eteklerine sarılıyorsun, onlar olmadan yolunu bulamayacağını sanıyorsun ve aslında, “Kuran sizin için apaçık bir yol göstericidir” diye bangır bangır gelmiş Allah kelamını pas geçiyorsun! Tabi sana kendini şeyh diye yutturan bir soysuz dayayıverir ağzına, kendi uzvundan uydurduğu nur çeşmesini!
Muhalefet nedir?
Benim anladığım şekliyle muhalefet etmek, hükmedenin verdiği yanlış hükmün karşısında durmaktır. Kundaktaki çocuğun bile yemeyeceği numarayı yiyip, adaylığından neredeyse kendisinin bile haberi olmayan çatı adayla çıkıp kendi çatısını kendi başına yıkmak değil! Muhalefet akılcılık ister, bilimsellik ister, durum okuma becerisi ister! Eğilim yoklamasını laf olsun diye yaptırıp tepeden aşağı atama adaylarla seçime girmek, Albert Einstein’ın dediği gibi sürekli aynı şeyi yapıp farklı sonuç bekleyen deliler gibi, aynı kadrolarla kaybedeceğini bile bile sırf yerini korumak için kantarın topuzuna can simidi gibi sarılmak değil! Muhalefet etmek, şartlar ne olursa olsun, doğruyu, ulusun çıkarları için tastamam doğruyu söylemek ve muhalefet edilenin ağzına sakız edeceğini bile bile ona argüman vermekten korkmaktır! Çünkü hiç korkusu olmayanlar değil, gerçekten gelecekten korkan, samimiyetle kaygılar taşıyan, kaybetmekten korkanlar kazanır! Sen ayaklanma devrine ait ve resmi olarak kaldırılmış adıyla gezersen ağzına dolayıp memleketini, Atatürk’le dolaylı hesaplaşma heyecanı taşıyanları bir yerlere getirip orada mıhlanmışçasına tutarsan, sana benim 4 yaşındaki yeğenim de sorar; “Bu nasıl Atatürk’ün partisi!?”
Kadın korkusu!
Ödü kopuyor bizim milletin, kadınlar öne çıkacak diye! Böylesi bir aşağılık kompleksi de taşırsan güzel kardeşim, ne gerek var ki zaten senin dış güçlere? Anan.. desen zıplıyor, elin kızını varilde yakıyor, sokakta delik deşik ediyor, boğazını kesip başında oturuyor, tecavüz ediyor, avukat ulan avukat.. Avukat öldürüp, kanundaki Schliemann yarması gibi boşluktan da sızabilmek için “Askeri kimliğime laf etti” diyor! Sen askerlik nedir biliyor musun? Askerlik bütün bir ulusun, ayırım gözetmeksizin her bir ferdi için ölmeyi onur sayan kişiye denir! Kadınlardan rahatsızlık duyanların bana kalırsa tamamının kadınlarla veya kendi cinsiyetiyle ilgili bir yarası var. Yeterince erkek hisseden biri için kadın, tek tamamlayıcıdır, ödüldür, olağanüstü bir fırsattır hiç bakamayacağın bir pencereden kâinata bakmak için…
Şimdi ensemizde boza pişiren ekonomik buhranı bir kenara bırakıp, gözlerindeki ışıltıya mı bakalım? Bakınca ne geçecek? Şimdi evine yağ alamayan vatandaşın, “eskiden tüp kuyruğu vardı” diyen ama asla o kuyrukta neden beklediğini anlamamış vatandaştan bu hesaba göre alacağı var mı, yok mu? Bence var! Çünkü bir ülkede işler ters gidiyorsa eğer, o ülkeyi yöneten baştan aşağı her bireyin sorumluluğu 4 birim ise, onları orada ısrarla tutan halkın sorumluluğu 6 birimdir! Her vatandaş, alamadığım her ihtiyacımdan sorumludur! Oy vermek gül vermeye benzemez, gülü verir güldürürsün, oyu verir gülü soldurursun! Tarımda, hayvancılıkta, sanayide ithalat çılgınlığı varken, siz ekmeyin parasını alacaksınız dendiğinde ağzının suyu akan köylüdür o sorumluluğun ortağı! Kuran belli, sünnet belli, farz belli diyemediği yani bilmediği ve kendinden emin olamadığı için bir şeyhin şefaatine kendini muhtaç sanan her bireyin elindedir Enes’in ve onun nezdinde solup giden, kimi tecavüze uğrayan, taciz edilen, zorla evlendirilen, aklını tahakküme devreden her evladımızın kanı, kararan umutları! Aman canım ne var ki, namaz kılıp kuran öğreniyorlar sohbet ediyorlar diye diye siz tebelleş edip içini doldurup palazlandırmadınız mı o fetöcü alçakları?! Ama işte hükümet bile övüyordu… Çünkü senin aklın yok, hükümet överse tamam, döverse aman!
SEN YAPTIN! TAKIM TUTAR GİBİ EZBERDEN TUTTUĞUN İÇİN HER TUTTUĞUNU;
BÜTÜN ALEM GÖRÜYORDU, SAZAN GİBİ HER ATILANI YUTUĞUNU!
SANA DIŞ GÜÇ NE GEREK?
Erken seçim olursa ne olacak?
Ben size söyleyeyim, HİÇ!
Çünkü… neyse bunu sonra anlatacağım…
BAYBA
0 notes
Text
Beyin göçü - I (kafamıza sıkar gideriz)
Kadri Gürsel geçenlerde Al-Monitor’da yazmıştı. Okumaya üşenenler için sonra da Medyascope’a çıkıp anlattı. Gezi kuşağı Türkiye’yi neden terk ediyor, onun hakkında konuştu (aşağıya koydum). Gezi kuşağı dışında kimler dinledi, anladı, bilemiyorum.
Üzerinden beş yıldan fazla geçti, inatla Gezi’yi anlamadı Türkiye. AKP karşıtı bir ayaklanma sandılar. Kimi küfretti, kimi alkışladı, ama görünen odur ki gram anlaşılmadı. “Mustafa Keser’in askerleriyiz” yazıldığında basit bir espri zannettiler olayı, mesaj bir türlü ulaşmadı. Aradığımız kişiler hep kapsama alanı dışındaydı.
Oysa Gürsel'in de dediği gibi, vasata karşı bir isyandı Gezi. Çağdaş uygarlıklar düzeyinde düşünmeyi, hayata 2010’ların penceresinden bakmayı öğrenmiş, evrensel değerleri sahiplenmiş bir grup insanın Vasatistan’da “artık nefes alamıyoruz” diye haykırmasıydı. Bir imdat çığlığıydı. Olmadı, olamadı. Vasat o kadar kalabalıktı ki, üzerine basıp geçtiler Gezi’nin.
En iyi AKP’liler anladı Gezi’yi. Gücünü vasatın kalabalığından alan bu parti için büyük bir tehditti Gezi. Özgürlük bir tehditti. Farklı olana saygı fıtratımızda yoktu. Ezilmesi gereken yılanın başıydı ve hoyratça ezildi.
HDP’liler anladı bir parça. Böyle bir grup varmış, belki birlikte hareket edebiliriz dediler ürkekçe. Söylemlerini bir tık da olsa ona göre ayarladılar. Sonrasında %13’lere varan oy oranları şans eseri değildi. Ama maalesef kendi meselelerinden, kendi gündemlerinden uzaklaşamadılar. Umudu yeşertemediler.
MHP’nin anlama yetisi zaten yoktu. Vasattan beslenmek bir yana, vasatın ta kendisiydi matematik yoksunu adam ve partisi. Üzerinde kalem oynatmaya değmez.
En çok da CHP anlamadı Gezi’yi. Sokağa çıkan insanları kendi taraftarı sandı. Gördükleri üç beş TGB flamasına bakıp ulusalcıları (ne demekse? milliyetçinin yandan yemiş hali?) Gezi’nin sahibi sandı. Verilen çok renklilik, çok seslilik mesajı duvara çarpıp geri döndü. AKP’nin muhafazakarlığına verebildikleri tek yanıt “laiklik elden gidiyor” diye çığrınmak oldu. Laiklik iyiydi, güzeldi ama, bu ülkenin laik olduğu iddia edilen dönemlerinde de nefes almakta zorlanıyorduk, o kısmı hiç anlamadı.
Şimdi “efendim gençler ülkeyi terk ediyor” diye hayıflanıyor herkes. Hayatlarında (umreye gitmek hariç?) bir kez yurtdışına çıkmamış Vasatistan Cumhuriyeti halkı, “bu cennet ülke terk edilir mi?” diyor. Terk edilir arkadaşım, çok da güzel edilir. Sen hâlâ havasına suyuna kurban ol, bu kuşak çok daha başka şeyler bekliyor hayattan. Vasatla yetinmek yetmiyor onlara.
Haberiniz olsun, bu insanlar sadece AKP zihniyeti yüzünden terk etmiyorlar ülkeyi. Ülkenin geri kalan %50’si ile de mutlu mesut yaşayabilirlerdi. Onları dışarıya iten AKP’li olmayan %50’si bu ülkenin.
Yalnızlıktan nefes alamadıklarından terk ediyorlar ülkeyi. Barış istiyorum diyen akademisyeni yalnız bırakan, herkes istediği gibi yaşasın diyene “liboş” etiketi yapıştıran, Ankara Garı’nda katledildiğimizde kem küm eden %50’nin içinde yer alamayanlar terk ediyor bu ülkeyi. AKP’nin muhafazakarlığına karşı ulusalcı muhafazakarlığı koyan dualiteyi, vebayla kolera arasında seçim yapmayı kabul etmeyenler toplayıp valizlerini gidiyorlar.
Kavaflis demiş ya “Başka bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın” diye, dünya çok değişti Kavaflis’ten bugüne. Başka ülkeler var. Başka denizler var. Rakı ve beyaz peynir özlemi yetmiyor geri dönmek için. Gidenler 1960’ların 70’lerin misafir işçileri değil. Dünyanın her köşesine uyum sağlayabilecek, iş bulabilecek, yeni bir hayat kurabilecek insanlar. Cumhurbaşkanı çağırmaya devam etsin, muhalefet “biz iktidar olunca (?) geri gelirler” desin, boş sözler bunlar. O insanlar buldukları yeni denizlerin kıyısında özgürce nefes alırken, bu oksijen yoksunu ülkeye dönmezler bir daha.
Tabii “kal, mücadele et” diyecekler olacaktır. Mücadele etmeden alınmıyor zaten bu kararlar. Ama mücadele sonucunda çıkacak sonuç da seni mutlu etmeyecekse, ne için bu kavga? Kolay değil insanın doğup büyüdüğü topraklardan kopup gitmesi ama vasat olmayanın ehvenișerri kabul etmesi de hiç kolay değil.
Gezi kuşağı gidiyor bu ülkeden, kuvvetle muhtemel geri dönüşü hiç olmayacak bir şekilde. Vasatistan halkı ister hayıflansın, ister küfredip kına çalsın, umursamadan, arkalarına bir daha bakmadan gidiyorlar. Derinden bir suçluluk hissi yok değil ama asıl suçluluk duyması gereken de onlar değil. Esas kafalarını duvara vurması gerekenler hiç anlamadılar, vasat beyinleriyle anlamaları da mümkün değil Gezi’yi.
Siz mutlu olun yeter, biz hem sever hem terk ederiz. Bir sabah sessizce Ahmet Kaya mırıldanarak, beddua etmeden, kafamıza sıkar gideriz.
youtube
1 note
·
View note
Text
Çetin Altan / Refik Halit'ten çok şey öğrendik
Refik Halit de artık yok işte… Yetmiş küsur yıllık yaşama macerası sona erdi. Onun parmakları dolaşırken canlanan kitaplar, o tuttuğu zaman konuşan kalem ve o yazarken anlam kazanan kâğıt oldukları yerde oldukları gibi donup kaldılar. O kitapları başka parmaklar karıştırsa da, o kalemi başka eller tutsa da, o kâğıtlara başkaları yazsa da hiçbiri Refik Halit’e ait dalga uzunluğundaki sesi ebediyen veremiyecekler.
En tersime gelen şey tanıdığım bir yazarın ölümü ardından yazı yazmak. Bir yazarın ne demek olduğunu bildiğim için onun bir gün kayboluverişinde her yazarı bekleyen sonu bir kere daha somut olarak görmenin acısı çöküyor içime…
Refik Halit de artık yok işte… Yetmiş küsur yıllık yaşama macerası sona erdi. Onun parmakları dolaşırken canlanan kitaplar, o tuttuğu zaman konuşan kalem ve o yazarken anlam kazanan kâğıt oldukları yerde oldukları gibi donup kaldılar. O kitapları başka parmaklar karıştırsa da, o kalemi başka eller tutsa da, o kâğıtlara başkaları yazsa da hiçbiri Refik Halit’e ait dalga uzunluğundaki sesi ebediyen veremiyecekler.
Refik Halit benim çocukluğumun yıldız yazarıydı. İnce uslubu, renkli teşbihleri, ılık samimiyeti ve hafif tepeden nükteli bakışıyla ilk kalem denemelerimizi en etkilemiş olan odur…
Değişmez bir hayalim vardı o tarihlerde. Büyüyecektim, yazar olacaktım. Refik Halit'le açık bir arabada gezmiye gidecektik. Bir de saçları rüzgârda uçan sarışın bir sevgilim olacaktı aramızda…
Nedense yüreğimi pek okşardı bu hayal.
Geçen yıl Refik Halit’le bir dâvada bilirkişi olmuştuk. Dönüşte arabayla evine bırakırken kendisine gülerek bu eski çocukluk hayalinden bahsettimdi…
- Saçları uçan sarışın eksik kaldı, demişti.
Bunca hır gür arasında kendime sakladığım tek çocuksu fiyaka galiba okuldayken imrendiğim hayattaki Türk yazarlarının hepsiyle sonradan dost olmuş olmamdır. Gazeteciliğin bana verdiği en süslü armağan bu oldu. Benden önceki kuşakların en parlak imzalarıyla yıllarca beraber çalıştım, Refik Halit’le de birlikte yazı yazdığımız dergiler vardı.
İlk defa Ankara Palas’ta karşılaşmıştık. Bana haber göndermiş, tanışmak istediğini söylemişti. AKŞAM ‘da ilk yazılarım çıkıyordu o tarihte. Uça uça gitmiştim. Olduğumdan daha fazla görünmek ve kendimi beğendirmek sıkıntısı içinde yalan yanlış Arapça cümleler de sıralamıştım. Genç, rahat bir yazar yerine acemi bir çocukla karşılaşmaktan biraz hayal kırıklığı duyduğunu sezmiştim. Sohbet edecek bir konu bulup kaynaşamamıştık.
Uzun yıllar sonra Ulunay’ın minyatür çiftliğinde buluştuğumuz zaman artık hava başkaydı. Meselelerimiz, düşüncelerimiz açık ve seçikti. Ve tek bağlantımız kendisinin lezzetine doyum olmaz düşünce bohemindeki özlü ve emin sanatçılara has hudutsuz fantazilerinden benim de zevk almamdı.
Refik Halit devri yazarlığı, olaylar karşısında duyup, görüp sezdiğini en güzel anlatma sanatıydı. Bizim devrimizde ise yazarlık toplumları mutlu kılacak doğruları bulma çabası olmuştu. Ve bu doğrular iktisat kurallarının merkezlerine yöneliyordu.
Bir gün Refik Halit’le konuşurken boyuna istatistikler sıralıyor ve Türkiye’nin neden geri kaldığının iktisadi tablosunu çizmeye çalışıyordum”. Refik Halit:
- Benim için öyle değişik ve yabancı şeyler söylüyorsun ki, ben bunları hayatımda bir defa dahi düşünmedim, demişti.
Osmanlı ve Meşrutiyet devri yazarının işi değildi bu… Onlar istidatları, zekâları ve üslûplarındaki hünerlerle sadece güzel anlatmıya önem verirlerdi. Politikaya hevesleri ise kişisel heyecanlarından ve çevre bağlarından doğmuştu. Ne sosyolojiyle, ne de iktisadi bir radikalizmle ilgileri yoktu.
Bizim kuşağımızın yazarları güzel anlatmadan çok, doğruyu anlatmıya yöneliyorlar ve bunu da bilimsel bir süzgeçten geçirerek toplumun mutluluğu için metod araştırmalarında kullanıyorlar. Ve bu araştırmalar Refik Halid’in vaktiyle yazdığı «Memleket Hikâyeleri»ndeki gerçekleri çok daha ayrı bir açıdan ve nedenleriyle değerlendiriyor.
Bu farklar Refik Halit kuşağı ile aramızda çok kesindir. Ve onların son temsilcisi çok daha Cumhuriyetçi görünmesine rağmen kötü bir Batı burjuvazisi özlemciliğinden öteye geçemiyen, bunun için de çok daha alaturka kalan Falih Rıfkı’dır.
2000 yılına doğru yirminci yüzyılı tanımış eski kuşağa mensup Türk yazarlarından ne kalacak diye düşünüyorum. Refik Halit’den «Memleket Hikâyeleri» ve malzeme olarak bazı anılar. Falih Rıfkı’dan da yeniden değerlendirilmek şartıyla yine malzeme olarak Mustafa Kemal’e ait bazı gözlemler kalacak belki..
Topluma karşı çok ilgisiz ve bilinçsiz olmalarına rağmen benim onlara karşı saygı ve sevgim eski ve yeni bütün sakat yargılarını da bilerek sanatçı olmalarından gelmektedir. Yaşadıkları devir icabı daha fazlasını bilemezlerdi. Üslûplarıyla bunu örtmüş, bilir gibi görünmüşlerdi ama bu o devirde her yazarın az çok büründüğü bir havaydı. Refik Halit dün akşam toprakta yattı.
Türkçeyi çok güzel kullanmış zevkli bir Türk yazarıydı.
Biz ondan çok şey öğrendik, ama Türk halkı ne öğrendi onu bilmiyorum.
(Çetin Altan / Akşam gazetesi / 21 Temmuz 1967)
0 notes
Link
Kadını tanımak zordur çünkü gidilmesi gereken hiç bir menzilin kestirmesi yoktur. O yüzden hayatına anlam,sorunlarına çözüm, umuduna yol arıyorsan kadını tanımalsın. Kadının ruhu detayda,beğenisi sözlerde,güveni gözdedir. Bir erkeği eğitirseniz bir insanı eğitmiş olursunuz, fakat bir kadını eğitirseniz bir kuşağı eğitmiş olursunuz. O yüzden kadınları anlamak için yapılması gereken ve gözetlenmesi gereken hassasiyetler; Yargılamadan Anla, Sorgulamadan Dinle…Ad Koyunca Büyüsü Bozulur Diye; İsimsiz,İzinsiz, İçinden Sev Beni,demişti bir Kadın Kadın kocasının, delikanlılıkta sevgilisi, olgun çağda arkadaşı, ihtiyarlıkta da hasta bakıcısıdır demiş Bacon Kadınlar erkekleri değiştirmeye çabalamadan, onları oldukları gibi kabul ettikleri sürece, erkekler de ağır ağır ama emin adımlarla kadınların • “sevilmek”, • “ilgilenilmek”, • “anlaşılmak”, • “konuşmak” ve • “saygı görmek” gibi doğalarına özgü gereksinimlerini ve isteklerini anlama yolunda ilerleyecekler ve onlara daha fazlasını vermek isteyeceklerdir…
0 notes
Photo
Allahü teâlânın taksimine razı olmak Rıza demek, Allahü teâlâdan gelen her şeye razı olmak demektir. Sual: Allahü tealadan razı olmak, bela ve nimet olarak gelen her şeyden razı olmak, itiraz etmemek mi demektir? Cevap: Rıza demek, Allahü teâlâdan gelen her şeye razı olmak demektir. Allahü teâlâdan bir felaket gelse, ona da rıza gösterir. Kimseye şikâyet etmez. Bu, her insanın yapabileceği bir iş değildir. Fakat, bunu yapabilen, büyük bir insandır. Böyle insanlarda, Peygamberlere mahsus sabır ve tahammül var demektir. Allahü teâlânın büyüklüğüne inandığı derecede insan, bu tahammülü ve bu rızayı gösterebilir. Gıpta edilecek bir meziyettir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: “Her gün insanın karşılaştığı her şey, Allahü teâlânın dilemesi ve yaratması ile var olmaktadır. Bunun için, iradelerimizi Onun iradesine uydurmalıyız! Karşılaştığımız her şeyi, aradığımız şeyler olarak görmeliyiz ve bunlara kavuştuğumuz için sevinmeliyiz! Kulluk böyle olur. Kul isek, böyle olmalıyız! Böyle olmamak, kulluğu kabul etmemek ve sahibine karşı gelmek olur. Allahü teâlâ, hadis-i kudside buyuruyor ki: (Kaza ve kaderime razı olmayan, beğenmeyen ve gönderdiğim belalara sabretmeyen, benden başka Rab arasın. Yeryüzünde kulum olarak bulunmasın!)” Sual: Gayr-i müslimlerin âdetlerini veya onların ibadet olarak yaptığı şeyleri yapmanın dinen bir mahzuru olur mu? Cevap: Kâfirlerin âdetlerini yapmak, onlara benzemek niyeti ile olmazsa ve haram veya kötü âdetler değilse, faydalı şeyler ise, caiz olur. Onlar gibi yemek, içmek böyledir. Onlara uymak için olur veya haram veya fena, kötü şeyler ise, haram olur. Uyûn-ül besâirde deniyor ki: “İnsan resmi veya heykeli yapıp, bu insanda ülûhiyyet, ilahlık sıfatlarından birinin bulunduğuna inanarak veya bunun kâfir olduğunu bilerek, bunların karşısında, hürmet, tazim, saygı bildiren bir şey söylese veya yapsa, mesela secde etse, Yahudîlerin ve Hıristiyanların bağladıkları zünnâr denilen kuşağı ve onların dinlerine mahsus şeyleri kullansa, kâfir olur. Kâfirlere mahsus olan şeyleri harpte hile olarak kullanırsa, kâfir olmaz.” Canını, malını, rızkını kurtaracak kadar kullanması özür olur, daha fazlası küfür olur. #türkiyegazetesi #ömrebedel https://www.instagram.com/p/CPF2EQdl13B/?utm_medium=tumblr
0 notes
Text
YENİ DÜNYA GÖRÜŞÜM
Ne kadar yaşayacağımızı, ne zaman, ne şekilde öleceğimizi bilmiyoruz. O hâlde dünde ya da yarında değil bugünde, şu anda yaşamayı akıl edin
Silivri’den çıktıktan, ardından Fatma’nın kaybıyla yaşadığım travma ve başıma gelen acı ve tatlı bir yığın şeyden sonra, hayatımın şu son evresinde belki de son paradigma (dünyayı algılama merceği) değişimini yaşıyorum. Okurlarım bilir, ben birkaç kez paradigma değiştirdim; dönekliğimle övünürüm; yanlış olduğu anlaşılana yanlış demeyi erdem sayarım.
Niye paradigma değişimi yaşıyorum? Bunun hâlâ (az bir ihtimalle de olsa) Silivri’ye dönebileceğim endişesiyle ilgili olduğunu sanmıyorum. Aslında Silivri o kadar da kötü bir tecrübe değildi; hayat muhasebesini teşvik etti. (Ömer, Fatma’ya “Silivri iyi gelir” demiyor muydu?) Ama oradan hoşlandığımı da hiç söyleyemem. Doğrusu Ahmet’i anlamakta biraz güçlük çekiyorum; Mümtazer’i, Mustafa’yı, Osman’ı çok iyi anlıyorum. Yeni dünya görüşümde belki yaş icabı geçirmekte olduğum biyolojik ve ruhsal değişimlerin de etkisi var. Ama esas neden, olan biten üzerine düşününce vardığım sonuçlar. Her neyse, zihnimde paradigma (genel teori) değişikliği yaşadığım bir vakıa. Değişimin ana belirleyicilerini şu noktalarda toplayabilirim:
İnsanlığı ve içinde yaşadığım toplumu, topluluklar (sınıf, halk, millet, etnik grup, din, ümmet, mezhep, vs. vs.) temelinde anlamaya çalışmayı artık beyhude olarak görüyorum. Nihayet dank ettim ki bütün bu kategoriler bireylerden oluşuyor ve temel aktör birey. (Demek ki liberalliğim de yüzeyselmiş; temel aktörün birey olduğunu biliyorum sanıyormuşum ama bilmiyormuşum). Muhakkak ki toplulukların hepsi de birer aktör, ama en temelde birey var. Onun için ne ekonomi, ne sosyoloji, ne siyaset bilimi, ne şu ne bu, belki psikoloji esas bilme aracı. Artık bana öyle geliyor.
Silivri’ye kadar inanıyordum ki (nasıl yapabildim?) insanlar, bireyler iyi ya da renksiz doğarlar, onları toplum (kendi –değişen- değerlerine göre) iyi veya kötü yapar. Artık öyle düşünmüyorum. Doğuştan, genlerinden iyi ve kötü olanlar olabilir. İnsanın insanın kurdu olduğu bir gerçek. Uygarlık dediğimiz şey de esas olarak bunu (kurtluğu) denetim altına alma uğraşı, ama bir türlü yerleşemiyor. İki adım ileri, bir adım geri; ya da bir adım ileri iki adım geri gidiyoruz.
Tarihi “son kertede” bireyler yapıyor; hepsinden önce de bireylere yön veren fikirleri üreten bireyler. Locke, Rousseau, Marx, Popper ve diğerleri olmadan bugün içinde yaşadığımız dünya anlaşılabilir mi? Ya o fikirleri uygulayanlar olmadan? Lincoln olmasa ABD olur muydu? Obama’nın ABD’si ile Trump’ın ABD’si aynı şey midir? Churchill olmasaydı Britanya olur muydu? Tony Blair I ile II arasındaki farkı bir düşünün. Fransa, Robespierre gibi bir “çatlak”sız anlaşılabilir mi? Alman tarihinden Hitler ile Merkel’i çıkarabilir misiniz? Bu kişiler koca Almanya’yı birbirinin zıddı kılmadılar mı? Franco’suz, Kral I. Juan Carlos olmadan İspanya anlaşılabilir mi? Michelangelo ve Rafael’siz; Stefania Sandrelli ve Monica Bellucci’siz İtalya olur mu? I. (Deli, Büyük) Petro, Lenin, Stalin, Gorbaçov, Putin olmadan Rusya olur muydu? Ya Maosuz, Dengsiz Çin?.. Bize gelirsek: Fatih ve Kanuni olmasaydı Osmanlı olur muydu? II. Abdülhamit ve Mustafa Kemal’siz Türkiye’den söz edilebilir mi? Atatürk bize (muhakkak ki istemeden) Erdoğan’ı hediye etmedi mi? Bu kadar örnek ne demek istediğime yetiyor olmalı…
Şimdilerde çok şey öğrendiğim bir arkadaşım, Stephen Jenkinson adında bir Newage filozofu dikkatime getirdi. (Sonunda buna pişman oldu ya… o başka.) Jenkinson’dan benim anladığım şu: Genç, orta yaşlı ve yaşlı / çok sağlıklı, az sağlıklı ve sağlıksız olarak hepimizin ortak olduğu bir gerçek var: Ne kadar yaşayacağımızı, ne zaman, ne şekilde öleceğimizi bilmiyoruz, bilemeyiz. O hâlde dünde ya da yarında değil bugünde, şu anda yaşamayı akıl edin… Jenkinson’a gelinceye kadar tabii ki Ömer Hayyam var: “Hayat bir mucize, hayata bir kez geliyorsun, tadını çıkar!” demiyor mu büyük düşünür? Ve pratik filozof dostum Nuri ha bire kafama vurmuyor mu: Oğlum artık geçmiş için keşke demek, gelecekten kuşku duymak yok!
Evet, insan herhangi bir davaya (bir şeyi keşfetmek, bir şeyi icat etmek, bir şeyi gerçekleştirmek, bir şeyi / kişiyi sevmek, vs.) inanmadan yaşayamıyor. Ne var ki, insan yaşadıkça görüyor ki, zamanla her şey değişiyor, dün doğru görünen bugün farklı görünebiliyor. Dolayısıyla yanlış çıkabilecek toptan çözümler yerine, düzeltilebilecek kısmi çözümler daha mantıklı değil mi? Herhangi bir dava, hele siyasi bir dava uğruna büyük sıkıntılar, eziyetler çekmeye; bu uğurda yıllarını sürgünlerde, zindanlarda geçirmeye ya da can vermeye değer mi? Bunu tercih etmiş olan yakın arkadaşlarıma olanca saygımla, o yollardan geçmiş biri olarak da, bunu soruyorum bugün kendi kendime. İster bunu saygı duyulacak bir soru olarak görün, ister görmeyin; kabul edin ki böyle bir soru var ortada: Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya ve daha nice arkadaşımın benimsedikleri dava uğruna canlarını vermelerine değdi mi? Şu ülkenin, şu dünyanın geldiği yere bir bakın!!! Hayatta kalsalar farklı düşünmeyecek miydiler? Hunharca öldürülen büyük yazarımız Sabahattin Ali’ye yazık olmadı mı? “Sen yanmasan, ben yanmasam…” deyip yıllarca zindanlarda çürümüş, çok sevdiği ülkesinden sürgün yaşayıp yaban ellere gömülmüş büyük şairimiz Nazım Hikmet’e içim yanmasın mı? Evet, toplumu, dünyayı daha adil, daha özgür kılmak soylu davalar, ama insan aynı zamanda kendi yaşamının değerini de bilmemeli mi? Naçiz tecrübelerimden çıkardığım sonuç şu: inançlar / görüşler konusunda temkinli olmakta, kuşku duymakta yarar var. Erdemli atasözü de “yoğurdu üfleyerek yeyin” demiyor mu?
Gelecek belirsiz. Hayatımda duyduğum en büyük, en yıkıcı palavra tarihin kanunları olduğu ve toplumların önceden belirli bir geleceğe doğru ilerledikleri palavrasıydı. Kendimi bu palavranın kurbanları arasında gördüğüme daha önceki bir yazımda değinmiştim. Önce komünist olarak sınıfsız toplumun, sonra da liberal olarak hür ve eşit bireyler toplumunun kaçınılmaz olduğu gibi bir saçmalığa maalesef inandım. Artık inanmıyorum. Tahmin edeceğiniz gibi çevremde hâlâ bu tür ya da benzer saçmalıklara inananlar, yakınlarım var. Bunlara göre, dünya da Türkiye de iyiye gidecek, gitti, gidiyor… Devamlı umut pompalıyorlar. Biri bana (abartmıyorum) tam olarak dedi ki, “Yaz tahtaya: Ocak ayında bu ülkede ezan artık böyle dayak atar gibi okunmayacak!…” İnşallah haklıdır hepsi. Ben hep geleceği okumakta başarısız kaldığımdan olacak, onların (cennet kapının arkasında) iyimserliğine kanamıyorum. Bakın kapı komşumuz Putin ne yaptı? 2036’ya kadar Rusları ihya (!) etmeye devam edecek. Reyiz niye yapamasın? Bir arkadaşım diyor ki: Z kuşağı! Z kuşağı nedir onu da pek bilmiyorum, ama ona daha çok zaman olduğunu biliyorum en azından.
Anlayacağınız, şu günlerde benim büyük derdim, cezaevlerinde çürüyen binlerce suçsuz günahsız insanların verdiği üzüntü, sıkıntı, iç daralması… Küçük derdim, atın ölümü arpadan olabilir ama aptalca şu Korona’dan gitmeyeyim; tekrar Silivri’ye tıkılmayayım; aklanayım, pasaportumu alayım, Stockholm’e, Londra’ya, Karadağ’a, Kavala’ya gideyim… Göremediğim yerleri göreyim, yapamadığım şeyleri yapayım…
Fatma hayatta olsaydı, bana hayli kızacak ama sonunda aklın başına geldi deyip memnun olacaktı. Bir yakın dostum ise bana çok öfkeleniyor, kafayı yemek üzere olduğumdan şüpheleniyor. Hâlâ beni aslında her şeyin iyiye gittiğine inandırmaya çabalıyor. (Ortaçağ’la bugünkü dünya aynı mıymış, mesela… İyi de bugün insanlığın karşı karşıya olduğu tehlikeler o günden çok daha büyük değil mi?) Ben de diyorum ki, yahu sen ifade özgürlüğüne inanmıyor musun? Herkes düşündüğünü söylerse belki birlikte, ortak çabamızla gerçeğe ulaşabiliriz demiyor muyduk? Ben yanılıyor olabileceğimi kabul ediyorum, sen niye etmiyorsun?
TEMMUZ 19, 2020 | P24*
ŞAHİN ALPAY | YENİ DÜNYA GÖRÜŞÜM
#Şahin Alpay#yenileme#Siyasal Düşünce#Ahmet Altan#Cemaat#15 Temmuz#Yeni Fikirler#Gülen Cemaati#P24#Eleştirel Bakış#İbrahim Kaypakkaya#Mahir Çayan#Türk Solu#Liberal Sol#Silivri#Cezaevi Günlükleri#Zaman Gazetesi#Köşe Yazarları
0 notes
Text
Ustalara saygı kuşağı: Elaine ve Saul Bass
Anatomy of a Murder’da kullanılan yazı tipini araştırırken grafik tasarım sanatçısı Saul Bass ve eşi Elaine Bass’in jeneriğini tasarladığı filmlerin listesine denk geldim ve bazı filmlerin jeneriğine karşı ayrıca heyecan duymamın tesadüf olmadığını fark ettim.
Anatomy of a Murder
The Man with the Golden Arm
Seven Year Itch
Bonjour Tristesse
Bunny Lake Is Missing
Psycho
Vertigo
North by Northwest
Cape Fear
Tam liste, jeneriklerin videolarıyla beraber, şurada.
0 notes
Video
youtube
Caanım Godard; sineması, 68 kuşağı ve devrimci duruşu... Louis Garrel , Stacy Martin ve Berenice Bejo ; Michel Hazanavicius’un Godard’a saygı duruşu kamerasından 68 baharına uzanıyor sinematik bir dokunuşla.Anne Wiazemsky mi? Onu zaten hiç unutmadık ...
6 notes
·
View notes