#Osmanlı’da Türkler
Explore tagged Tumblr posts
gundemarsivi · 2 months ago
Text
Tumblr media
Osmanlı Türk Devleti ise Neden Türklerin Bundan Haberi Yoktur!?
✍🏻 Bahtiyar Aydın
https://www.gundemarsivi.com/osmanli-turk-devleti-ise-neden-turklerin-bundan-haberi-yoktur/
Osmanlı Devleti Türk Devleti ise:
1. Neden Osmanlı’da Müslüman Türkler fakir, gayrimüslimler zengindir? Yunan Ord. Prof. Dr. Dimitri Kitsikis: “Batılılar bizi kışkırtana kadar Osmanlı’yı, Ermeniler, biz (Yunanlılar) ve diğer devşirmeler yönetiyordu.” https://x.com/Saka_larr/status/1701339900782534894?t=ZgwE7VtdJmorCE6Azd_Qew&s=19
2. Neden Anadolu’daki Türkler İstanbul’a (o zamanki adıyla Konstantinopolis) gitmek için bulunduğu şehrin eşrafından, ağasından, beyinden, borcu olmadığına ve geri döneceğine dair iki kefilli muhtesip vizesi istenirken, bu vize Yunandan, Ermeniden, Yahudiden ve diğer gayrimüslimlerden istenmezdi?
3. Neden Boğaz’ın iki yakasındaki yalılarda, köşklerde, Marmara Denizi’nin çevresindeki yalılarda, köşklerde bir tane Müslüman Türk yaşamıyordu?
4. Neden Osmanlı Bankası dahil 12 bankanın sahipleri Yunan, Ermeni vb. iken Türkler bankada işçi olarak bile çalışamıyordu? Duruma istisnai bir tepki olarak Ziya Paşa Ziraat Bankası‘nı (Memleket Sandıkları) kurmuş, sonra da Ziya Paşa Taif’e (Arabistan’da) sürgün edilip zindanda boğdurulmuştu!
5. Neden Anadolu’da doktor, eczacı, hatta köy bakkalları bile Yunan veya Ermeniydi?
6. Neden Türkler 10 yıl, hatta 15 yıl askerlik yaparken, Osmanlı vatandaşı Yunan ve Ermeniler askerlikten muaf tutulmuştu? Bu durumun ticaret, sanat ve her türlü faaliyetten Türklerin dışlanmasına yol açtığı bilindiği halde sürdürülmüştür!?
7. Neden Osmanlı’da Tanzimat aydınları, “Bu alfabe bizi cahil bıraktı, Latin alfabesine geçelim,” diye İlbasan kongreleri düzenliyorlardı?
Zaten tapu daireleri, telgraf ve saraydaki bazı yazışmalar ve mektuplar Latin alfabesiyle yapılıyor, örneğin 1795 tarihinde Hatice Sultan’ın mimar sevgilisine yazdığı mektup Latin alfabesiyledir. Durum böyle iken, Anadolu’daki Türkmen-Oğuzlara, Müslüman Türklere neden Arap ve Fars harfli uyduruk Osmanlıca dayatılmıştır?
Osmanlı’da en az 80 yıl boyunca Osmanlı alfabesinden kurtulma çalışmaları yapılmış iken, neden alfabe bir gecede değişti yalanını yaydılar? Doğrusu, bu süreç 90 yıl + 1 gecedir.
https://www.altayli.net/osmanlida-alfabe-tartismalari.html
Bir Amerikalı gazeteci Atatürk’e der ki: “Neden milletin alfabesini değiştirip cahil bıraktınız?”
Bilge Atatürk de cevaben der ki: “Ben 10 bin kişinin alfabesini değiştirdim ama uygun alfabe ile halkıma okuma yazma öğrettim.” (Bkz. Murat Bardakçı, Alfabe Olayı https://x.com/Saka_larr/status/1716134067215663389?t=UmlKgHT91iwAsAsz_YRIHA&s=19 ).
8. Neden Cumhuriyet idaresi “Bulgarlara Osmanlı Arşivi’ni sattı” yalanını yayarlarken, AKP döneminde Milli Kütüphane’nin içinde çok kıymetli el yazması eserlerin de bulunduğu 147 ton tarihi eseri Hurdasan’a kilosu 50 kuruştan sattıklarını söylemiyorlar?
Kaldı ki, Bulgaristan’a Yunan, Arnavut, Karaman, Memlûk veya Makedon arşivini vermediler, kendi arşivini verdiler. Onlar da bunu çöpe atmadılar, bilakis güzelce tasnif edip Türkçe dahil 8 dile çevirdiler ve dünyaya açtılar. https://x.com/Saka_larr/status/1715357227156897937?t=0i8HxMn7cp5SdXtIZ122eg&s=19
9. Neden Cumhuriyet idaresinin camileri yıktığı ve Kur’an’ı yasakladığı yalanını yayarken, sözde Halife Padişah Sultan Vahdettin’in Beyoğlu’ndaki Ağa Camii’ni parayla gayrimüslimlere satıp, İstanbul’un göbeğine Papa heykeli diktiğini söylemiyor, yazmıyorlar?
Yine Bilge Atatürk’ün, Sultan Vahdettin’in sattığı bu camiyi Yunanlardan satın alıp tadilat yaptırarak cami olarak ibadete açtığını niye yazamıyorlar?
Hatta savaşta tahrip edilen diğer 138 camiyi de tamir edip ibadete açtığını neden yazmıyorlar? https://x.com/tsumut71/status/1696275095059148807?t=Wtlgt6iloCMyLJYhEbimEg&s=19
Yine Niğde, Aksaray gibi pek çok yerde kiliseleri de camiye çevirdiğini yazamıyorlar!?
10. Sonuç: Yemen’den Fizan’a bitmek bilmeyen savaşlarda ömür tüketen, kırılıp yok edilen Anadolu’daki Türk kimin umurundaydı? Hiç Yemen Ağıtı dinlediniz mi? Dinleyin lütfen… (1) Yemen Türküsü – Sümeyra Cakir ve Ruhi Su – YouTube
Sizce bu sorularıma dürüstçe, eğip bükmeden cevap verecek bir tarihçi çıkar mı?
Bahtiyar Aydın
Eski Çağ Tarihi Uzmanı
0 notes
serhatnigiz · 2 years ago
Text
Feoktokratik “Kurucu Ortaklığı” Perdeleyen “Sömürge Kürdistan” Yanılsamaları Üzerine Değinmeler
Tumblr media
“Li gora gawire Kurd misiman e (Gavurla karşılaştırıldığında, Kürt Müslümandır)”
Kürt siyasi hareketlerinin pek çoğu Kürdistan adını verdikleri bölge/çoğrafya üzerindeki T.C. hakimiyetine ilişkin uzun yıllardır sömürgecilik tezini ileri sürmeye devam ediyorlar. Ve hatta kendisine “Marksist”, “Sosyalist”, “Komünist” diyen çeşitli sol-proletaryanist hareketlerde bu tezi Kürtlerden bile daha “Kürtçü” bir tonda savunmayı ve bu tezin propagandasını yapmayı kendilerine resmen görev adlediyorlar. Gerçekte ise “sömürge ulus” tezinin aksine T.C. Kürdistan’da ne kadar “işgalci” bir güç ise, Kürt feoktokrasisi de bu bölgede en az o kadar “işgalci bir güç” konumunda olmaktan kurtulamamaktadır. Kimilerine tuhaf gelecek olan bu tespit peki nasıl mümkün olabilmektedir? Kuşkusuz buradaki “işgalcilik” benzetmesi var olan tarihsel çelişkilerin ve tuhaflıkların su yüzüne çıkarılması amacıyla kullanılmış olan bir karşılaştırmadan ibarettir. Bu karşılaştırma ve çözümleme yapılmadığı müddetçe kimi gerçeklerinde su yüzüne çıkması pekte mümkün gözükmemektedir.
Herşeyden önce Kürdistan adı verilen bu bölge/çoğrafya tarihsel olarak ne salt Türklere ait, ne de salt Kürtlere ait bir bölge olmadığı gibi, yüzlerce yıl boyunca Ermenilerin, Süryanilerin, Arapların, Türkmenlerin vs. bir arada yaşadığı (hepsine ev sahipliği yapmış olan) bir bölge/çoğrafya olarak varlığını sürdürmüştür. Başka bir deyişle, dünyanın her hangi bir yerinde/ülkesinde olduğu gibi bu bölgedeki/çoğrafyadaki kültürel ve sosyal kaynaşma da farklı kimliklerin ve yaşam tarzlarının biri biri ile iç içe geçmesi sonucunda oluşmuştur. Dolayısıyla; salt toprak bütünlüğünden bakılarak ya da dilsel bütünlükten bakılarak bu bölgede/çoğrafyada yaşayanların “ulus” olma özelliklerini kazanıp kazanmadığına karar vermek bilimsel olarak geçerli bir yöntem değildir. Nasıl ki “Türkler” her ne kadar ulus olduklarını iddia etseler de; ne bölgesel, ne çografi, ne etnik, ne dilsel olarak ortak bir temadan beslenmiyorlarsa, Kürdistan’da aynı ortak temadan (tek bir homojen ulus kimliğinden) beslenmemektedir. Öyle ki; dört farklı ülkede yaşayan kürtler arasında benzerlikler olsa da, dil, lehçe, kültür ve çoğrafya açısından Türkiye, Irak, Suriye ve İran’da yaşayan Kürtler farklı “ulusallıklar” arz etmektedir. Dahası; T.C. dönemine gelene kadar Kürtlerin ve Kürt feoktokrasisinin Osmanlı’daki kısmi özerkliği bile onların ulus olmasına da yetmemiştir. Gerçekte ise bu bölgenin “Kürtleştirilebilmesi” ancak Osmanlı’dan itibaren başlayan uzun soluklu taciz ve katliamlarla, en sonunda da İttihatçıların ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın gerçekleştirdiği 1915 Ermeni Soykırımı ile bölgenin Kürt feoktokrasisinin ��ncülüğünde devşirilmesi ile mümkün olabilmiştir. Bu da zaten Osmanlı-Türk-Kürt feoktokrasizmine bağlı tepeden inme bir “burjuva devrimi” yoluyla sağlanabilmiştir. Bunun ne anlama geldiğini yazının ilerleyen bölümlerinde göreceğiz.
Ulusçuluk ve ulusçuluk hareketleri Osmanlı’nın son döneminde Osmanlı’nın siyasetine kısmen hakim olabilmiştir. Ulusçuluk sanayi emeğinin dünyaya yayılması ile birlikte ortaya çıkan ve sanayi emeğinin gelişim dinamiklerine tekabül eden politik bir yönelimdir. Bu ölçekte Kürt uluslaşması Osmanlı’daki Türkçülüğün siyasallaşmasına endeksli bir biçimde gelişmiş olan bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda Kürt uluslaşması Osmanlı’da gelişen Türkçülük akımlarına karşı tepki hareketi olarak da gelişmiştir. Osmanlı’nın son döneminde devletin politik siyasetinde belirleyici olan ittihatçılık, yani siyaset kurumunu ve mekanizmasını yönlendiren ana iskelet; Kürt feoktokrasisini de belirleyen esas iskelet olmuştur. Dahası; çok sayıda Kürt de yine aynı dönemde İttihatçı hareketin saflarında yer almıştır. Sadece Kürtlerde değil, çok sayıda Ermeni, Rum, Arnavut, Arap vs. gibi farklı milletten insanlarda ittihatçı olmuştur. Dolayısıyla; bütün bu süreci belirleyen temel iskelet başından beri ittihatçılık ve onun düşünce dünyasıdır. Mustafa Kemal ve resmi ideoloji olarak Kemalizm de bu dünyanın rahminden çıkmıştır.
Martin van Bruinessen “Kürdistan Üzerine Yazılar” kitabında konuyla ilgili olarak şunları şöylüyor: “İslam, 1. Dünya Savaşı yenilgisi Üzerine, kafir galipler ve yerel Hristiyanlar (Ermeniler ve Rumlar) karşısında Türkleri ve Kürtleri birleştirmiş bir öğedir. Birçok Kürt, Kemalist harekette gönüllü olarak yeraldı çünkü bu, Müslümanlar’ın Müslüman olmayanlara karşı savaşıydı.” (İletişim Yayınları, s. 46) “Kürt aşiret ve dini liderlerine gönderdiği çok sayıda mektup ve telgrafında Mustafa Kemal her defasında Kürtler ve Türkler arasındaki dostluğa işaret ederek savaşın Halifeliğin korunması için yapıldığını vurguladı. Hatta kemalistler milliyetçi fikirlerden etkilenmiş çok sayıdaki Kürt aydınını kültürel özerklik ve merkezi idareye daha az bağımlılık sözleri vererek kendi saflarına katmışlardı. Bir İngiliz memuru Kürt milliyetçilerle yaptığı görüşmeden sonra, onların, müttefik kuvvetlerle ilişkili olarak hayal kırıklığına uğradıkları düşüncesi taşıdıklarını aktarıyordu; çünkü müttefikler Kürt topraklarını bölmeyi amaçlamışlardı: “Bu sebeple kendilerine Kürtlerin de temsil edildiği Türk parlamentosu ve padişahın otoritesi altında özerk bir Kürt devleti teklif eden Jön Türklere yöneldiler. Valilik makamı, jandarma ve idari memurluklara Kürtler yerleştirilecekti. Gelirlerin büyük bir kısmı Kürdistan içerisinde harcanacaktı, belli bir kısmı ise devlet kasasına gidecekti. Uygun gördükleri departmanlara yabancı danışman getirmekte serbesttiler, fakat devletleri Türk İmparatorluğunun ayrılmaz bir parçası kalacaktı.” (İletişim Yayınları, s. 151)
Nasıl ki 5-10 asırdır Türk hamiciliğinin gölgesinde Selçuklululuk ve Osmanlılılık tarihsel siyasete endeksli ise, Kürt ulusçu aydınlanması da Kürt feoktokratik hamiciliğinin gölgesi altında gelişmiş ve serpilmiştir. İttihatçılığın Kürt feoktokrasisi üzerindeki hegemonyasını sağlayan da yine bu tarihsel doku olmuştur. Dahası; ittihatçılığın İngiliz-ittihatçılığı ve Alman-ittihatçılığı biçimindeki kanatlarının Kürt feoktokratizminin gelişimi üzerindeki etkileri de birbirinden ayrı olarak ele alınmalıdır. Başka bir açıdan ise, emperyalist işgalle gelen “Türk burjuva devrimi”, “Kürt burjuva devrimine” de tekabül etmiştir. Bu durum Kürtlerin varlığının açık bir şekilde red ve inkar edilmeye başlandığı 23 sonrası döneme kadar, en azından Cumhuriyet’in başlangıcında ve sonrasında da böyledir. Başka bir deyişle, emperyalist işgalle palazlanan “Kürt feoktokratik devrimi”, “Türk feoktokratik devrimi” ile kol kola gelişmiş fakat 1923’den itibaren Türk feoktokratizmi Kürt feoktokratizminin özerkliğini ortadan kaldırma yoluna gitmiştir. Halbuki 1923 öncesi söylemlere bakıldığında (örneğin, serv-lozan sürecince) “Müslüman Türk ve Müslüman Kürt halkının ortak vatanı ve hükümeti” söylemleri ağır basmakta iken, Türk feoktokratizminin ipleri eline alması ve kendi iktidarını sağlamlaştırması ile birlikte Kürt feoktokratizmi devre dışı bırakılmak istenmiştir. Cumhuriyetin ilanı sonrasında gerçekleşen bir dizi “kürt ayaklanmasının” gerçek sebebi de, kürt ulusçuluğun uyanışından çok, kürt feoktokratizminin hoşnutsuzluğu ve yaşananlara duyduğu tepkidir.
Kürtlerin; daha doğrusu kürt feoktokratik güçlerinin emperyalizmin işgali ve ilhakı (İngiliz ve Fransız emperyalizminin desteği) ile kurulan T.C. nin “kurucu ortağı” olması da, yine bu Kürt feoktokratik sınıflarının ittihatçı/kemalist kesimler ile yapmış olduğu açık ve gizli anlaşmalar neticesinde gerçekleşebilmiştir. Başka bir deyişle, T.C. nin Kürdistan’daki işgalci rolü iddia edildiği gibi tek taraflı olarak ittihatçı/kemalist güçlerin üstün bir askeri başarısı olmayıp, bu süreç T.C. himayesi altında palazlanan Kürt feoktokrasisinin (Kürt aşiretlerinin, reislerinin vs.) bölgedeki diğer halkları da ekarte ederek kendilerini T.C. sınırları kapsamında kurucu bir ortak statüsüne getirmesi ile mümkün olabilmiştir. Lakin Kürt feoktokrasisinin başlangıçta ki bu “kurucu ortaklığı” Türk devletinin Kürt etnik kimliğine dönük daha sonraki red ve inkar politikalarından dolayı bugün dahi kürt siyasi hareketleri tarafından yok sayılmakta ve kabul edilmek istenmemektedir.
Tarık Ziya Ekinci “Kürt Siyasal Hareketlerinin Sınıfsal Analizi” kitabında bu konuyu şu şekilde ele almaktadır: “Bu hatalı siyasetlerden ötürü Kürt yönetici katmanlara hiçbir sorumluluk alfedilemez. Onlara göre sorumluluk ya komşu devletlerde ya da emperyalist güçlerdedir. Örneğin, 1918-1919 yılları arasında İtilaf devletlerinin desteğini alan Kürt Teali Cemiyeti yöneticilerinin bir Kürt devleti kurma girişiminin Kürt feodalleri tarafından sabote edilmiş olması eleştiri konusu yapılmaz. Bu tarihsel hatanın Kemalistlerin baskıcı asimilasyon politikalarına zemin hazırladığı gerçeği her zaman yok sayılmıştır. Onlar için tek sorumlu Cumhuriyetin kurucularıdır. Keza onlar açısından Mehabat Kürt Cumhuriyeti’nin yıkılmasının sorumlusu da Kürt feodalleri değil, Sovyetler Birliği’dir. I. Dünya Paylaşım Savaşı’ndan sonra Irak’ta İngiltere’ye karşı özgürlük için mücadele eden güçlü iki Kürt aşiretten biri Şeyh Mahmut’un liderliğindeki Berzenci aşireti diğeri de Şeyh Ahmet’in öncülüğündeki Barzani aşiretiydi. Bunlar, diğer tali aşiretlerin desteğini de alarak ortak bir mücadele yürütecekleri yerde her birinin farklı tarihlerde kendi başına mücadele etmesi ikisinin de yenilgisiyle sonuçlandı. Kürt siyasetçileri bu yenilgide aşiretlerin ittifak kurmadaki zafını hiçbir zaman eleştirmedi. Onlar için İngiliz emperyalizmini eleştirmek yeterliydi. Oysa başarısızlıkların ve yenilgilerin gerçek nedeni aşiretler arası çekememezlik, uzlaşmazlık ve aşiretlerin özel çıkarlarıdır. Bu gerçekler hep eleştiri dışı tutuluyor ve tartışma konusu yapılmak istenmiyor.” (Sosyal Tarih Yayınları, s. 73-74)
Yine bu konuyla bağlantılı olarak Hasan Yıldız “Sevr-Lozan-Musul Üçgeninde Kürdistan kitabında şu noktalara dikkat çekmektedir: “Sevr anlaşması süresince Şerif Paşa’nın başarısızlığı, Kürt gruplarının dağınıklığından kaynaklanmaktadır. Ulusal bir hareketin önderleri olabilecek güçler, emperyalist kamplaşmanın doğurduğu yeni şartlar altında kendilerini parçalamışlardır. Bağımsızlıkçı, otonomcu ve Türk kuvvetleri içinde amacı kesin çizgilerle saptanamayan “ilkesiz birlikçi” akım ve kişilerle birlikte Kürt ulusal hareketi, içinden çıkılmaz bir hal alır.” (Koral Yayınları, s. 77)
Bu noktada ara bir parantez açmak gerekir ise; Kürdistan çoğrafyası Lozan’la değil, gerçekte Sevr ile bölünmüş ve emperyalistler tarafından bölgedeki hakim devletlere pay edilmiştir. Bu açıdan Sevr maddeleri içinde olan bir Kürt devletinin kurulması prensibi, yine bu nedenle ciddi ve gerçekçi değildir. Bugünden bakıldığında verilen vaadlerin İngilizler ve Fransızlar tarafından Kürt milliyetçiliğine dönük bir oyalama taktiği olduğu anlaşılabilir. Bu aynı zamanda Sevr’in iyi hazırlanmış bir gösteri olduğunun da en açık kanıtıdır. Bu ayrıca Kürdistan çoğrafyasını bölen Sevr’in, Lozan’a devrettiği bir kolaylıkta sağlamıştır. Aşiret yapısının neden olduğu parçalanmışlığın ve lidersizliğin Kürtlerin “ulusal sorunda” birleşmesinin önünde bir engel olduğu da anlaşılmaktadır. Bunun nedenini elbette ki Osmanlı ve diğer bölge devletlerinin egemenlik biçimlerinin kendisinde aramak gerekir. Bu da kuşkusuz “Kürdistan neden geri kalmıştır?” başlığı altında başka bir yazıda ele alınması gereken bir konudur. Çünkü bu meselenin özü herşeyden önce bölgenin iktisadi ve sosyal yapısı ile bağlantılıdır. Keza bu “geri yapı” Kürt feoktokratizminin politik zayıflığının nedenlerinden de biridir. [1].
Konuyu fazlaca dağıtmadan ana konumuza dönecek olursak; Batı’da T.C. nin kuruluşu İngiliz destekli ittihatçı-kemalist güçler eliyle sürdürülürken, Doğu’da T.C. nin kuruluşu “Alman-ittihatçıları” tarafından desteklenen Kürt feoktokratik sınıfları eliyle sürdürülmüştür. Diğer bir deyişle, ittihatçı-kemalist güçler bu bölgeye sömürgeci bir güç olarak değil, bilakis Kürt feoktokratizmi kanalıyla “kurucu bir ortak” olarak girmiş ve bu sayede bölge üzerindeki burjuva sınıf egemenliğini tesis etmeyi başarabilmişlerdir. Lakin o dönem için Kürdistan’daki kapitalizmin geriliği düşünülürse; bu durum zayıf ve kendine güvensiz bir yarı-burjuva eğemenliğine de tekabül etmektedir. Dolayısıyla; dönemin yönetici elitleri salt ekonomik açıdan değil, siyasal olarak da geri bir durumdaydılar. Zira Alman-ittihatçılığının Ermeni Soykırım’ında Kürtleri de bu işe ortak etmesinden de anladığımız kadarıyla, Alman-ittihatçılığı Kürt feoktokrasisi üzerinde siyaseten de egemen bir konumdaydı. Kürt feoktokrasisi üzerinde hakim olan Alman-ittihatçılığı Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte İngiliz-ittihatçılığı ile siyaseten uzlaşamaz bir noktaya gelmiştir. Cumhuriyet’in sonrasında ise bu uzlaşmazlık her ne kadar Kürtlük temelinde gerçekleşmiş olan “ulusal ayaklanmalar” gibi algılansa da, Kürt isyanlarının tümü siyaseten merkezi otoritenin Kürt feoktokrasisi ile yaşadığı çelişkilerden kaynaklanmıştır. Kaldı ki; Alman-ittihatçılığının Kürt feoktokrasisi üzerindeki etkisi en çokta kendisini Ermeni Soykırımı meselesinde göstermiştir. Keza bu durum Kürtler arasındaki Ermeni karşıtlığını ittihatçı-kemalist hareket açısından da siyaseten kullanışlı bir araç haline getirmiştir. Sonuç olarak; Alman-ittihatçılığı Anadolu’da zayıfladıkça Kürt feoktokrasisinin hareket alanı daralmış, bu çelişkiler de İngiliz yanlısı ittihatçı-kemalist hareketin ve onunla birlikte hareket eden Kürt feoktokratik kesimlerin lehine sonuçlanmıştır.
Aynı dönemde her ne kadar Kürtlük ön planda gibi gözükse de, isyanların gerçekleşme nedeni olarak Kürt milliyetçiliği “ikinci planda” kalmıştır. Koç Gri (1920), Palu/Şeyh Sait (1925), Ağrı (1929), Dersim (1938) vs. gibi isyanların tümü merkezi otoritenin feoktokratik yapıyla yaşadığı siyasi uzlaşmazlıklardan dolayı patlak vermiştir. Ta ki PKK’ya kadar böyle devam etmiştir. Halbuki PKK hadisesine kadar, isyanlardan sonra İngiliz-ittihatçılığı kanalıyla Kemalizme boyun eğen ve tamamen yedeklenenler de yine Kürt feoktokratik sınıfları olmuştur. 1960-80’li yıllara kadar Kürdistan’da hem DP hem de CHP, devletle bütünleşmiş olan Kürt feoktokrasisi/aristokrasisi sayesinde yüksek oylar almaya devam etmiştir. Daha doğrusu; 2. Dünya savaşı sonrasında çok partili sistemin Türkiye’de yeniden başlamasıyla aşiret reisleri ve şeyhler siyasi partiler için oy sağlayan önemli odaklara dönüşmüşlerdir. Öte yandan, bu süreçte özellikle DP döneminde devletle kurulan ittifak sayesinde Türk burjuvazisi ile bütünleşmiş kayda değer bir Kürt tarım ve ticaret burjuvazisi de oluşmuştur. Kuşkusuz bu tarım ve ticaret burjuvazisinin asıl geçim kapısı ise yoksul kürt köylüleri ve plepleridir. Bu sömürü çarkı sayesinde Kürt tarım ve ticaret burjuvazisi Türk burjuvazisi ve Türk ulusal pazarı ile bütünleşmek için gereksinim duyduğu toprak-artı-değeri de elde edebilmiş ve bunu kendi sermayesine dönüştürebilmiştir. Başka bir deyişle, bu dönemde Kürt feoktokrasisi zayıf bir konumlanışta da olsa, adım adım Kürt minoktokrasisine doğru evrilmeye de başlamıştır. Günümüzde dahi devletten teşvikler alarak sanayi, tarım, hizmet vs. gibi alanlarda yatırımlar yapan “Kürt işadamlarının” varlığı bile bu tarihsel konjektürün bir yan ürünüdür. Dahası; bugün servet ve sermaye birikimi açısından Kürt burjuvazisinin Türk burjuvazisininden aşağı kalır bir yanı da yoktur. Kısacası, kimilerinin iddia ettiği biçimiyle Kürt burjuvazisi asla bir “ezilen ulus burjuvazisi” değildir.
Dolayısısıyla; Kürdistan olarak anılan bu bölgenin/çoğrafyanın “işgal edilmesi” süreci ittihatçı-kemalist güçler ile kürt feoktokratik sınıflarının Osmanlı’dan başlayıp T.C. nin kuruluşuna kadar devam eden pratik işbirliğinin bir sonucudur. Osmanlı’dan itibaren el birliği ile bölge halklarını tasfiye eden ittihatçı-kemalist güçler ile kürt feoktokratik sınıflarının ittifakı bölgenin etnik ve dini anlamda arındırılması ve homojenleştirilmesi sürecine de denk düşmektedir. Kuşkusuz bu arındırma işleminin asıl hedefi; tıpkı Karadeniz’de ya da Ege’de olduğu gibi daha çok Hristiyanların katledilmesi ve onların mallarına, mülklerine, topraklarına el koyma güdüsüyle kristalize olmaktadır. Ki öyle de olmuştur. Bugün dahi pek çok Kürt aşiretinin, beyinin vs. maddi varlık ve servetlerinin kaynağı detaylı bir şekilde incelenirse, bu maddi zenginliklerin büyük bir çoğunluğunun gerçekte kime ait olduğu da rahatlıkla görülebilir. Başka bir deyişle, 1923 öncesi “Müslüman” Türkler ve “Müslüman” Kürtler arasında kurulan bu yarı-açık ve yarı-kapalı ittifak sonucunda gayri müslümlerin ve hristiyanların mallarına, mülklerine, topralarına el konulabilmiş ve emperyalist işgalle gelen tepeden inme “feoktokratik devrim” için gerekli olan nesnel koşullarda yaratılabilmiştir. Bu da aynı zamanda 1950’lerden itibaren Türk burjuvazisine ve Türk ulusal pazarına eklemlenmiş bir Kürt tarım ve ticaret burjuvazisinin gelişimi için gerekli olan tarihsel ve toplumsal şartlarında olgunlaşmasını sağlamıştır.
Bu konuyla bağlantılı olarak Martin van Bruinessen “Kürdistan Üzerine Yazılar” kitabında şu ilginç ayrıntıları vermektedir. “Hristiyanlar Kürdistan’da nüfusun bugünkünden daha büyük bir bölümünü oluşturuyolardı. Katliamlar, kaçış, gönüllü göç ve İslamiyeti Kabul etme sayılarını ciddi bir biçimde azalttı. Kürdistan’ın değişik bölgelerinde (Siirt, Hakkari), Kürtçe konuşan ve görünüşte Müslüman olmuş, fakat hala Ermeni ve Naksurilikler’ini unutmayan “kripto-Hristiyan’larla karşılaştım. Kalan Hristiyanlar ve Kürt komşuları arasındaki ilişkiler genellikle samimiyetten uzaktır. Özellikle Tur Abdin’li Batı Suriyeliler, topraklarını, mallarını ve hatta kızlarını alan Kürt aşiret reislerinin vahşi davranışlarına maruz kalmışlardır.” (İletişim Yayınları, s. 23) “Kürdistan, bugün bile devam etmekte olan bir gelişme olarak gitgide etnik homojenleşmeye kavuşmaktadır. Kürdistan’da büyükçe hiçbir Hristiyan topluluğu (kendisi de çok azalan, Güneydoğu Anadolu’daki Suriyeli Ortodoks Tur Abdin topluluğu hariç) kalmamıştır. Bu Hristiyanlar’ın çoğunluğu ayrım ve fiziki şiddet uygulamaları dolayısıyla bölgeyi çoktan terketti, geri kalanlar Batı Avrupa’ya yerleşmek için olanak arıyorlar. Fakat Kürdistan’daki bu etnik homojenleşme, beraberinde 20. Yüzyıldaki ekonomik geri kalmışlığı da getirdi. Çünkü Hristiyan azınlıkların ortadan kaybolmasıyla, mesleki bazı uzmanlaşmalar da yokolmuştur. Yoğun, teknik olarak ileri tarım, birçok ticaret kolu ve zanaat.” (İletişim Yayınları, s. 267)
Daha da gerilere gitmek gerekirse; Osmanlı tebaası içinde ve Devlet-i Ali içersinde en yaygın çevreye sahip olan ve askeri bürokrasiyi elinde tutan kripto-Ermenilere dönük tasfiye süreci Türk hamiciliği gölgesi altında Kürt feodalleri eliyle yapılmıştır. Örneğin, 1826’da Leventlerin yeniçerileri katletmesi, Islahat Fermanı ile başlayan serasker Ermenilerinin ordudan tasfiyesi, 1870-90’larda zorla göçe zorlama politikası ve nihayetinde 1915’de Ermenileri hedef alan topyekün soykırım ile doruğa ulaşan tarihsel olaylar dizisi Ermeni toplumunun o zamana kadar yaratmış olduğu sermayeye (emeğe) el koyma hareketinden başka da bir şey değildir. Bu noktada tıpkı Mecidiye Alayları gibi Türk feoktokrasisi ile Kürt feoktokrasisi birlikte hareket ederek el konan serveti kendi arasında paylaşma yoluna gitmiştir. Kuşkusuz bu paylaşım aslan payının Türk feoktokrasisine, küçük payın ise Kürt feoktokrasisine gittiği bir ekonomik paylaşım süreci olmuştur. Bu zimmi ittifak Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar devam etmiştir. Cumhuriyet kurulduktan sonra ise iktidara egemen olan Türk feoktokrasisi “kurucu ortağı” olan Kürt feoktokrasisi ile pastanın payı noktasında anlaşmazlığa düşmüştür. Bu defa ise Türk feoktokratik burjuvazisi doymak bilmeyen bir obur misali pastanın tamamını kendisi için istemiştir.
Öte yandan; Kürt isyanları olarak bilinen toplumsal hareketler özü itibariyle Türk feoktokrasisinin iktidarını Kürt feoktokrasisi ile paylaşmak istememesinden kaynaklanmıştır. Dolayısıyla; bu isyanlar kimi Kürt milliyetçilerinin ortaya koyduğu şekliyle Kürt milli isyanları da değildir. Dahası, 5 Kürdistan milletvekilinin mecliste kurşuna dizilmesi olayı bile Türk feoktokrasisinin aç gözlüğünden kaynaklanmıştır. Aynı aç gözlülük bu defa 1957-59’da Rum mallarına çökmek için Adnan Menderes liderliğindeki Türk minoktokrasisinin provakatif girişimlerinde de kendisini göstermiştir. Başka bir deyişle, Türk burjuvazisi kendi tarihi boyunca zayıf sermaye birikiminin yarattığı sorunlardan dolayı aç gözlü ve saldırgan bir siyaset izleme yoluna gitmiştir. Bu yüzden de liberal toplum düzeni açısından bile “burjuva demokrasisinin” genel ilkelerini dahi içselleştirmekte başarısız olmuştur. Kısacası, Türk burjuvazisi ortaya çıkışından itibaren farklı toplum kesimlerine karşı her zaman faşizan ve anti-demokratik bir tutum sergilemiştir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye tarihinde burjuva anlamda dahi bir “demokratikleşme” ve “aydınlanma” sürecinin yaşanmadığını söylemek hiçte abartılı olmayacaktır.
Dahası; yine aynı nedenlerle bağlantılı olarak Kürt feoktokratik sınıflarının “Milli Mücadeleyi” desteklemiş olmasının bir başka nedeni de; kuşkusuz Ermenilerin geri dönmesini engelleme isteğidir. Keza o dönem için Kürt feoktokratik sınıflarını kaygılandıran şeylerin başında, geri dönenlerin gasp edilmiş topraklarını, mallarını ve mülklerini geri istemesinin yaratacağı sorunlar gelmekteydi. Kısacası, bu durum Kürt feoktokratlarının gelişmekte olan Türk burjuvazisinin “milli mücadelesini” desteklemesinde önemli bir etken olmuştur. Bu noktada iki tarafı “gavura” karşı birleştiren söylemin ideolojik kurulumu da bir tür “İslam yurtseverliği” biçiminde gelişmiştir. Ve hatta Kahire’de Kamuran Bedirxan önderliğindeki Kürdistan Bağımsızlık Komitesi’nin yayınladığı bildiride bile Ermeni düşmanlığının baskın olduğu ümmetçi bir Kürtçülük söylemi hakimdir. Dönemin genel siyasi atmosferine damgasını vuran şey Ermenilere karşı gelişen ortak düşmanlık hissidir. Bu da pragmatik açıdan Ermenileri zayıf ve “kolay harcanabilir” bir odak olma durumuna getirmiştir. “Müslüman türkler” ile “müslüman kürtler” arasındaki ittifak “iç düşman” retoriği üzerinden kurulmuştur. Dikkat edilirse; burada ki motif dış düşman değil, iç düşman imgesi etrafında örülmüştür.
Özellikle de Kürtlerin Hristiyan Ermenilere dönük tepkisi İtithatçı-Kemalist güçler tarafından “Türk-Kürt birliğinin” yaratılması noktasında etkin bir şekilde kullanılmıştır. Dolayısıyla; Ermeniler ile süren bu gerginliğin (ki bu gerginliğin kökenleri Hamidiye Alaylarına/aşiret milislerine/1895’deki Ermeni köylü kırımına kadar uzanmaktadır) aynı dönemde ittihatçılara-kemalistlere Kürt feoktokratizmiyle bir ittifak içine girme olanağını verdiğini söylemek mümkündür. Sonuç olarak; Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde baş gösteren “Ermeni tehlikesi”, ittihatçı-kemalist hareket tarafından Kürtleri yanına çekmekte ve Müslüman halkın Hristiyan halka karşı birliğini sağlamakta kullanılmıştır. Sadece Erzurum ve Sivas kongrelerinin tutanakları incelenirse bu Hristiyan düşmanlığının boyutları görülebilir. Dahası; Kürtler Ermenilere Kürtlük kimliğinden önce Müslüman kimliği ile tepki gösteriyorlardı ve bu dünya savaşı ve istiklal savaşı döneminde de devam etti. Yine benzer bir şekilde; İngiliz ve Fransız emperyalistleri de Ermeni meselesini (ve genel olarak Hristiyan azınlıkların statüsü ile ilgili olan konuları) ittihatçı-kemalist harekete karşı bir pazarlık kozu olarak kullanmaktan da geri durmamışlardır. Bölgedeki Hristiyanlar arasındaki misyonerlik faaliyetleri de Müslümanlar ve Hristiyanlar arasındaki ilişkileri dramatik bir biçimde etkilemiştir. Bölgeye yönelik emperyalist müdahaleler Ermenileri ve diğer Hristiyan azınlıkları daha da açık bir hedef haline getirmiştir. Hatta durumdan kendine vazife çıkaran kimi şeyhler (özellikle de Nakşibendi şeyhleri) kuzey ve orta Kürdistan’da misyonerlik faaliyetleri bahanesiyle Hristiyanlara karşı kabaran öfkeden beslenerek otorite ve güç kazanmışlardır. Dolayısıyla; güç ve otorite kazanan şeyhlerin Hristiyanların kalabalık olarak yaşadığı bölgelerden çıkmış olması elbette ki bir raslantı değildir. [2].
Tarık Ziya Ekinci “Kürt Siyasal Hareketlerinin Sınıfsal Analizi” kitabında konuyla bağlantılı olarak şunları söylemektedir: “Osmanlı devlet düzeninde görece özerk yaşayan Kürt feodalleri Mustafa Kemal’in davetini olumlu karşıladılar. Kurtuluştan sonra saltanat ve hilafetin yeniden kurulacağı düşüncesi onlara cazip gelmişti. Kürt liderleri için bu çağrı eski saltanat düzeninin devam edeceği anlamına geliyordu. Keza, ülkenin işgalden kurtulması da itilaf devletleriyle işbirliği yapan Ermenilerin dönüşünü ve Kürt bölgesindeki halk taleplerini önleyecekti. Çünkü Kürt feodalleri Ermeni tenkil hareketinde aktif rol oynamış ve Ermeni mallarına el koymuşlardı. Bu nedenle Kürt feodalleri Kürt Teali Cemiyeti’nin bağımsız Kürdistan kurmak için İngiliz binbaşı Noel’in refakatinde Kürt liderlerini ikna turuna gönderdikleri Bedirxan kardeşlerden oluşan heyetin önerilerini reddederek Mustafa Kemal’in başlattığı kurtuluş hareketini desteklemeyi kendi çıkarlarına uygun gördüler. Aynı gerekçeyle Sevr’den önce 18 Ocak 1919’da toplanan Paris Konferansı’na Kürt Teali Cemiyeti adına katılan Kürt Şerif Paşa’yı protesto ederek istifasını istediler. Böylece Mustafa Kemal’in iğvasına kapılarak kurtuluştan sonra özerkliklerini koruyacaklarına inanan Kürt feodalleri, Kürtlerin kurtuluşu için önlerine çıkan ilk ve son tarihi fırsatı heba etmiş oluyorlardı.” (Sosyal Tarih Yayınları, s. 30-31)
Martin van Bruinessen “Kürdistan Üzerine Yazılar” kitabında konuyla bağlantılı olarak şunları söylemektedir: “Paris’teki Barış Konferansı sırasında bir Kürt temsilcisi, bağımsız Kürt devleti kurulması talebinde diretince, konferans üyeleri birçok nüfuslu Kürt aşiret liderinden, yeni Türkiye devletine bağlılıklarını bildiren telgraflar aldılar.” (İletişim Yayınları, s. 140)
Bu noktada ara bir parantez açmak gerekirse; Kürt feodallerinin Paris’e gönderdiği telgrafta Kürtlerin Müslüman olarak halifeye bağlı kalmak istediği ve Türk kardeşleri ile birlikte yaşamak istedikleri ısrarla belirtilmiştir. Bunun dışında 19 Mart 1920’de Elazığ’dan 22 Kürt aşiretinin imzaladığı bir bildiride, önce islam oldukları ve İslam'ın Türk-Kürt ayrımı yapmadığı, tek bir şefe halifeye bağlı oldukları bildirilmektedir. Kürt aşiretlerinin Fransız Yüksek Komiserliği’ne gönderdiği telgrafta “Kürtler, Türklerle yasal kardeştir” ifadesi geçmektedir. Bu süreçte ittihatçı-kemalist hareket bile merkezine, halifeliğin ve Müslümanlığın tehlikede olduğu retoriğini yerleştirmiştir. Kuşkusuz Paris Barış konferansına gönderilen telgraflar ittihatçı-kemalist harekete karşı karşıya kaldığı siyasi krizi aşma noktasında büyük bir avantaj ve olanak sağlamıştır. Hatta ittihatçı-kemalist hareket kendi stratejisinin de ötesinde Kürt feoktokratik kesimleri arasında beklediğinden de daha büyük bir destek görmüştür. Daha doğrusu; ittihatçı-kemalist hareketin Halife’nin sancağı altında Türk-Kürt kardeşliği çağrıları, Kürt milliyetçi çevrelerinden gelen çağrılardan daha fazla yankı ve taraftar bulmuştur. Kısacası; bu dönemde Kürt milliyetçi talepleri resmi Kürt tarih yazımının iddialarının aksine küçük çevreler dışında hemen hemen yok gibidir.
Yine aynı konuyla bağlantılı olarak Hasan Yıldız “Sevr-Lozan-Musul Üçgeninde Kürdistan” kitabında şunları söylemektedir: “Bu tür çatışmalar, emperyalist çevrelere farklı faydalar sağlarken, Kemalist harekete de Hristiyan halka karşı Müslüman halkın birliği gibi bir avantaj sağlamıştır. Nitekim Erzurum ve Sivas kongrelerinde Ermeni tehlikesi işlenirken, Müslüman kökenli Türk ve Kürt halkının birliğinden söz edilir. Her iki kongreye Kürtlerin yoğun biçimde katılmaları bu şartların sonucu olmuştur. Erzurum Kongresine katılan 54 delegenin –bazı verilere göre 56-22’si Kürttür. Elazığ, Mardin, Diyarbakır’dan seçilip imparatorluk valileri tarafından kongreye bırakılmayan 10 dolayında delegeyle birlikte 32 delege Kürtleri temsil etmektedir. Bu sayı kongreye katılan toplam delege sayısının yarısını oluşturmaktadır. Sayının çokluğu, mevcut durumun Ermeniler lehine işletilmesi görünümünü veren bağdaşık güçlerin politikalarına bir tepkinin sonucudur. Kürtler, yine kendileri gibi müslüman olan Türklerle “milli” bir birliğe girmeyi, sonu bilinmez maceralara atılmaktan daha faydalı görmüşlerdir. Gerçekten de Anadolu’daki yeni yapılanmada Türk ve Kürtlerin birliği sürekli propaganda yapılmış, halk üzerinde olumlu bir etki yaratmıştır. Bu durum ise, Sevr görüşmelerinde Kürt temsilcisi olarak bulunan Şerif Paşa’yı bir kez daha zor durumda bırakmıştır.” (Koral Yayınları, s. 25)
Hasan Yıldız “Sevr-Lozan-Musul Üçgeninde Kürdistan” kitabında şu tespitleri yapıyor: “Osmanlı devleti içinden gelen ve devlet aygıtını iyi tanıyan Mustafa Kemal’in, Kürtlere yönelik tavrında bilinçli bir çizgi görülmektedir. Daha başından beri, Kürt yardımına ihtiyaç duyduğu halde, gelen yardımları tek tek birey olarak kendi hareketi içine katmayı temel prensip olarak uygulamıştır. Kürtlerin bir blok olarak karşısına gelmemesi için, Türk ulusu kavramını bilinçli olarak kullanmamış; sürekli Ermeni ve Hristiyan tehlikesine karşı Müslüman halkın birliğinden bahsetmiştir. Kongre sonuçlarına dikkat edilirse, Türk ve Kürt ulusallığına ilişkin bir tek kelimeye raslanmamaktadır. Nitekim, Türk ulusalcılığının Misak-ı Milli içinde hakim bir ideoloji haline getirilmeye başlandığında Kürtlerin, hakları konusunda dayanılacak hiçbir resmi belge yoktur.” (Koral Yayınları, s. 158)
Dolayısıyla; ittihatçı-kemalist güçlerin “Türk ulusu” oluşturma bahanesiyle kendi sınıf egemenliklerini pekiştirmeye yoluna gitmeleri ile, Kürt feoktokratik sınıflarının Ermenilerden, Hristiyanlardan gasp ettikleri toprakları kaybetmemek için milli mücadeleyi (gerçekte emperyalist işgalle ve ilhakla kurulan bir cumhuriyeti/kapitalizmi) desteklemelerine de şaşırmamak gerekir. Bu noktada bütün bu kesimler elbette ki kendi sınıf çıkarlarının gereğini yerine getirmekteydiler. Yoksa bütün bu olup bitenleri Kürt aşiretlerinin ve reislerinin “ahmaklığı” ve “ihaneti” ile açıklamaya çalışmak, Kürt feoktokrasisinde kristalize olan tarihsel sınıf dinamiklerini de yok saymak manasına gelecektir. Zira tarih boyunca tüm bu siyasi çekişmeler ve hesaplaşmalar özünde farklı sınıfların ve tabakaların çıkarlarının ve önceliklerinin (daha doğrusu temsiliyetizm kavgasının!) bir dışavurumundan başka da bir şey değildir. Aksi takdirde; tarihte neyin neden olduğunu ve neden olmak zorunda olduğunu anlamakta mümkün olmayacaktır. Bu anlaşılamadığı müddetçe sınıf kavgalarının gerçekte birer tenmsiliyetizm kavgası olduğu da asla anlaşılamayacaktır. Keza temsiliyetizm var olmasaydı ne din ne devlet ne sınıflar ne de bu sınıflar arasındaki temsil, iktidar ve güç mücadeleleri var olabilirdi. Aslında bugün dahi kapitalizmin asıl varlık zemini kimlik siyasetine dayalı olarak yürütülen temsiliyetizm kavgaları olmaya devam etmektedir.
Aslında dünya üzerindeki bütün ulus-devletlerin kuruluş süreçleri benzer temsiliyetist yalanlar üzerine kuruludur. Katliamlar, soykırımlar, işgaller, ilhaklar bütün bu kuruluş süreçlerinin sadece araçlarıdır. Türkiye’de ulusun, daha doğrusu burjuva egemenliğinin inşası da benzer süreçler sonucunda tesis edilmiştir. Osmanlı’dan geriye kalan “küçük mülk sahibi” sınıflardan (bakkaldan, çakkaldan, esnaftan vs.) devlet eliyle günümüzün Sabancılarının, Koçlarının, Eczacıbaşılarının yaratılması da bu sürecin bir neticesidir. Yine Osmanlı’dan artan kalan milletlerden kripto “Rum” hamiciliğine dayalı bir Türk ulusçuluğu inşa etme projesi de aynı temsiliyetist zihniyetin bir ürünüdür. Türk feoktokrasisinin ortağı olan Kürt feoktokrasisinin Cumhuriyet öncesinde ilk olarak Ermenilerin mallarına çökmesi elbette ki bir rastlantı değildir. Türk ticaret burjuvazisi bile asıl olarak bu kaynaktan doğdu. Cumhuriyet’ten sonra ise Türk feoktokrasisi tek başına Rumların mallarına devlet eliyle çökerek (örneğin, varlık vergisi ve 6-7 Eylül olayları) modern minoktokratik sermaye yapısını inşa etti. Keza İngiliz işgali ile gelen feoktokratik devrim alt yapıda/iktisadi açıdan burjuvaziyi yaratmak için yeterli olmadığı için, üst yapı aracılığı ile yukardan aşağıya doğru gasp yoluyla “milli bir burjuvazi” yaratılma yoluna gidildi. Dünün at hırsızları oldu bugünün TÜSİAD’ı, sonrada oldu MÜSİAD’ı! Bu sayede minoktokratik burjuvazi gloktokratik burjuvaziye dönüşebildi. Bu seferde AKP döneminde MÜSİAD TÜSİAD’dan gasp ederek palazlandı. Bu gasp bugünde devam ediyor. Örneğin, sadece 15 Temmuz “darbesi” ile 850 bin şirketin malına çöküldü. Türkiye kapitalizmi işte böyle bir kapitalizm ola gelmiştir. Kısacası; Türkiye kapitalizmi bir çökme (kimin gücü kime yeterse) kapitalizmidir. Türkiye kapitalizmi temel olarak bir kovboy şerif-kapitalizmidir!
Düşünün ki bir ülkede Tapu ve Kadastro kurumu kurulur kurulmaz ilk iş olarak Ermenilerden, Rumlardan gasp edilmiş mallar, araziler, topraklar vs. yandaşlara tapulanarak, devlet-sermaye işbirliği temelinde rejime biat etmiş feoktokratik bir burjuva sınıfı yaratma yoluna gidiliyor. Aynı dönemde, gayri-müslimlerden gasp edilmiş mallar, araziler, topraklar vs. “milli mücadele kahramanları” adı altında yandaş kişi ve kuruluşlara neredeyse bedavaya peşkeş çekiliyor. Uzun süreli tacizler, soykırım ve etnik temizlik yoluyla elde edilmiş olan bu servetler Türkiye kapitalizminin inşası için kullanılıyor. Vergi ve asker vermek istemeyen Kürt aşiretleri, reisleri baskıyla yola getiriliyor ya da Dersim örneğinde olduğu gibi Aleviler-Kızılbaşlar etnik kıyıma ve katliama uğratılıyor. Tüm bunlar bir “ulus” yaratmak için yapılıyor. Keza ulus yaratmak demek burjuvazi yaratmak demektir. Başka bir deyişle, ulus yaratmak demek “ulusal çit/pazar” yaratmak manasına gelmektedir. Dolayısıyla; ulusal çit/pazar yaratmak burjuvaziyi ve sanayi-sermayesini yaratmak demektir. Kaldı ki; sanayi-sermayesini ve burjuvazisini yaratmak demek gayri-müslüm Hristiyan ticaret burjuvazisini de tasfiye etmek demektir. Nitekim Türk feoktorasisinden Türk minoktokrasisine geçiş Osmanlı’da ticaret burjuvazisini temsil eden Rumların, Ermenilerin mallarının ve servetlerinin gasp edilmesiyle gerçekleştirildi. Ama hiçbir zaman Türk burjuvazisinin (Aynı şekilde Kürt burjuvazisinin) resmi tarihi bir kaç istisna dışında bu açıdan ele alınmadı ve yazılmadı. Bu noktada türlü engellemeler ile karşılaşıp araştırmalar yapan insanlar ise ya sistemin dışına itildi ya da farklı yollarla susturulup kendi kaderine terk edildi. Aynı devlet politikası farklı şekiller altında bugünde devam etmektedir. Türkiye’de devletteki süreklilik bu politikalardaki sürekliliği de beraberinde getirmektedir. Bu yüzden Türkiye gibi bir coğrafya da bütün bu gerçekleri açıklayabilmek her zaman bedel ödemeyi de göze almayı gerektirmiştir.
Ana konumuza dönmek gerekir ise; Kürdistan’a dair “sömürge ulus” tezinin ortaya çıktığı tarihler 1960-70’li yıllardır. Sömürge ulus tezinin ortaya çıkmasının tarihsel nedenlerinden biri Türk burjuvazisine yedeklenip pastadan az pay alan Kürt feoktokrasisinin (ki bu Kürt feokrokrasisi büyük oranda tarım ve ticaret burjuvazisine dönüşmüş olan devlet teşvikli bir yarı-feoktokrasidir) atıl duruma düşmüş olmasıdır. Ne kadar inkar etselerde Kürt aşiretleri, reisleri, özellikle de Kürt feoktokratik sınıfları bu tarihsel sürecin ve T.C. nin “kurucu ortağı” olmuşlardır. 1970’lere gelindiğinde ise Türk burjuvazisinin feoktokrasiden minoktokrasiye geçmesine paralel Kürt burjuvazisindeki gerilik Kürt aydınlanmasını (özellikle de kürt küçük burjuvazindeki aydınlanmayı) tetiklemiştir. PKK hareketi bile bu “aydınlanmanın” doğal bir sonucudur. PKK’den önceki kürt örgütlerinin çoğunda geleneksel kürt seçkinleri ön plandayken, PKK sonrasında çoğu küçük burjuva alt katmanlarda ön plana çıkmaya başlamıştır. Keza Kürt aydınlanması başından itibaren Kürt feoktokratik gericiliğine karşı “bağımsız kürdistan” temelinde gelişmiş olan bir tepki hareketidir. Dolayısıyla; sömürge ulus tezi de küçük burjuva temelli Kürt siyasi hareketleri tarafından bağımsız kürdistan tezine endeksli bir tez olarak ileri sürülmüştür. Başka bir deyişle, Kürt siyasi hareketleri tarafından başlangıçta ki Türk ve Kürt feoktokratik ortaklığını ortadan kaldırmaya yönelik bir politik strateji geliştirilmiştir. Bu stratejinin küresel düzlemdeki en önemli tezi de Leninist teorinin parçası olan UKKTH (Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı) argümanı olmuştur. Keza UKKTH’nin gölgesinde de yine sömürge ulus tespiti yatmaktadır. Başka bir deyişle, UKKTH tezi tümüyle sömürge ulus tespitini içermese de, zaman-koşul-mekan dinamiğine bağlı olarak sömürge ulus tezinide kapsamaktadır. Bu dönemde ezen ulus ve ezilen ulus kavramları aracılığıyla ulusal sorun sömürgeler sorunu biçiminde gündemleştirilmiştir. Ekim Devrimi’ni takiben kurulan Komünist Enternasyonal (Komintern) belgelerinde de ulusal sorunlar genellikle sömürge sorunuyla birlikte ele alınmıştır. Bu konuyu incelemek isteyenler için Marksist hareketin geniş bir literatürü de bulunmaktadır.
Lakin UKKTH her koşul altında sömürge ulus tespitini dayatmaz. Kaldı ki; her sömürge ulus tespiti de bağımsız Kürdistan tespitini yaratmaz. Keza kapitalizme göre ulus yaratmak ulusal çit/pazar yaratmaktır. Devlette tali planda olan Kürt feoktokrasisinin ya da minoktokrasisinin hedef büyüterek Kürt ulusal çiti/pazarı yaratma girişimlerini “sömürge Kürdistan” tespitleri ile yapmaya kalktığı sık sık iddia edilmektedir. Fakat bu durumda şayet Kürdistan sömürge ise en başta Kürdistan Kürt feoktokrasisi ve minoktokrasisi tarafından sömürgeleştirilmiştir. Kuşkusuz bu da mantıksız bir çıkarsamadır. Dolayısıyla; Kürt sömürge tespitleri Kürt feoktokrasisinin ve minoktokrasinin değil, Kürt küçük burjuvazisinin, yoksul köylülüğün, Kürt ticaret burjuvazisinin sermaye biriktirme savaşımı ve siyasal varoluş savaşımı olarak ortaya çıkmaktadır. Kısacası; sömürge tezinin arkasında ki asıl sınıfsal güç Kürt burjuvazisi olmadığı gibi, Kürt burjuvazisinin T.C. devletinden bağımsız bir ulusal çit/pazar geliştirme eğilimi de söz konusu değildir. Sonuç olarak sömürge ulus tezi Kürt burjuvazisinin değil, Kürt burjuvazisinin “kurucu ortaklığına” tepki duyan Kürt küçük burjuvazisinin, yoksul köylülüğün ve Kürt ticaret burjuvazisinin radikal kesimlerinin ortaya attığı ve savunduğu bir tez ola gelmiştir.
Öte yandan, Kürt aydınlanması sonucunda ortaya çıkan PKK hareketinin silahlı-reformizm biçimine bürünmesi Kürt küçük burjuvazisi üzerinden Kürt ticaret burjuvazisinin güçlenmesine, Kürt feoktokrasisinin Kürt minoktokrasisine, Kürt minoktokrasisinin Kürt gloktokrasisine dönüşmesine de olanak sağlamıştır. Türkiye Cumhuriyet’inin oluşumuna damga vuran “kurucu ortaklık” Cumhuriyet’ten sonra her ne kadar biçimsel olarak tasfiye edilmiş olsa da, bu ortaklık son 40-50 yıldır ortaya çıkan Kürt aydınlanması ile birlikte yeniden eski konumuna gelerek iktidarla ve burjuvazi ile bütünleşmiş, pastadan aldığı payı da arttırmıştır. Kürt liberalizmi bu sürecin sonunda Türk gloktokratizminin Kürdistan’daki ve Türk parlamentosundaki yegane yerel gücü haline gelmiştir. Dahası; salt Kürdistan’da yerel bir güç olmaktan çok, Türkiye sattına yayılarak metropollerde de orta burjuva bir sınıf hareketi haline dönüşmüştür. Ve hatırı sayılır sayıda emekçi de, “sosyalist” de, bu hareketin aktif ve pasif destekçisi konumundadır. Yalnızca “Türkiye partisi” HDP’nin (ve onun uzantısı olan “Emek ve Özgürlük İttifakı”nın) siyasi ve ticari ilişkilerine bakıldığı zaman bile bu durum kabak gibi ortadadır. Başka bir deyişle, bu küçük burjuvazi “sömürge kürdistan” tezini bir nevi kültürel ve politik sermaye haline getirerek bundan maddi sermaye devşirme siyasetinde de epeyce mesafe kat etmiştir. Sonuçta bu yolla Kürt sermayesi yeniden Türk sermayesine endekslenebilmiştir. Çünkü uzunca bir zaman boyunca Kürt realitesi üzerinden Kürt sermayesi ve payı dışlanmıştır. Hatta Kürt işadamları ve feodalleri 90'lı yıllarda devletin işlediği cinayetlere kurban gitmiştir. Lakin Kürt liberalizmi UKKTH gölgesi altında sömürge Kürdistan tespitlerini ortaya atmak sureti ile sermaye biriktirme ve devlet sisteminde (bürokrasi içinde) yer edinme politikasını Türk burjuvazisinin de yardımıyla, teşvikleriyle bir şekilde hayata geçirmekte başarılı olmuştur. Kuşkusuz ortada bir “başarı” var; lakin bu başarı Kürt ve Türk emekçilerinin kendi bağımsız politik hatlarını geliştirmelerine dönük devrimci ve sosyalist bir başarı olmayıp, bu başarıdan asıl aslan payını alan ise kuşkusuz Kürt sermayesi ve Kürt liberalizmidir.
Meselenin kökü itibariyle sömürge ve sömürgecilik tespiti tüm kapitalizmin ana yapısı ve iskeleti ile ilgili bir tespittir. UKKTH feodal dönemden kapitalist döneme geçişe dönük özel bir geçiş politikasıdır. Tüm kapitalist-emperyalist süreçler için ileri sürülebilecek bir politika değildir. Halde böyle olunca; UKKTH ve sömürge ulus tezi glokal-emperyalist dönem için bilimsel ve objektif bir tez değildir. Sadece Kürdistan değil, tüm dünya glokalist-kapitalist-emperyalist sömürünün boyunduruğu ve hatta işgali altındadır. Eğer bir sömürgecilik varsa; Türkiye’de Kürdistan’da glokal-emperyalizmin bir sömürgesidir. Dolayısıyla “kurtulacak bir ülke” varsa; Kürdistan ve Türkiye emperyalizmin ve sömürgeciliğin boyunduruğu altından bölgesel ve coğrafi olarak sosyalizm mücadelesi temelinde birlikte kurtulmak zorundadır. Bunun dışındaki tüm sözde çözümler glokal emperyalizme ve sömürgeciliğe hizmet eden sahte çözümlerdir.
Öte yandan; Türk-lük kökeni itibariyle bir ırk değil, dindir, kök-tengricilik’tir, şaman tanrısına verilen isimdir denildiğinde buna en çok tepkinin sağdan değil de “soldan” gelmesini nasıl yorumlamalıyız? Keza her konuda olduğu gibi bu konuda da “Tarihi yeni baştan yazıyorsunuz” diye söze başlayanların ittihatçılığın-kemalizmin dinden ırk yaratma (daha doğrusu ulus, burjuvazi) yaratma projesine tarihsel olarak nasıl eklemlenmiş olduklarını, dahası bu sol kesimlerin Cumhuriyet’in başından beri ittihatçılığın-kemalizmin gölgesi altında nasıl palazlanmaya çalıştıklarını (ki bunda da hiç başarılı olamayıp ittihatçılığın-kemalizmin içinde eridiklerini) bilmiyor da değiliz. Ancak bu süreçte dikkat çeken bir nokta var ki; o da Türklüğün bir ırk değil, din olarak tarih sahnesine çıkışına dönük Kürt milliyetçisi/ulusçusu kesimlerden gelen gerici tepkilerdir. Bu kesimlerde tıpkı diğer “sollar” gibi “Yeni bir hegemonik Türklük tanımı yapıyorsunuz”, “Tarihi kaynaklarda böyle bir şey yok” derken, aslında yıllardır ellerinde kullanışlı bir ideolojik hegemonya aracına dönüşmüş olan şoven ve ırkçı Türkçülük anlayışının yıkılışının ardından neredeyse göz yaşı dökecek bir noktaya gelmiş durumdalar. Onların bu içler açısı hali insanda hafif bir gülme tebessümüne neden oluyor.
Ulus kavramı burjuvazinin ulusal çitler/pazarlar oluşturmak için ortaya attığı bir palavradır. Türkçülük ne kadar ulusçuluk değilse, Kürtçülükte bir o kadar ulusçuluk değildir. Feodalizme karşı ulusçuluk geçmişte devrimci bir politika olarak savunulmuştur. Bu ölçekte de tarihsel bir döneme/minoktokratik döneme tekabül eden geçici ve konjektürel bir politikadır. [3]. Lakin glokal-kapitalist-emperyalist koşullarda ulusçuluk, ister Türk ulusçuluğu olsun, ister Kürt ulusçuluğu olsun, bu ulusçulukların savunulması devrimci değil, gerici bir politikadır. [4] Yıllardır UKKTH ve sömürge ulus tezi üzerinden sosyalistlerin Kürt UKKTH’sine payanda olmaları, sosyalistlerin Kürt sermayesinin ve liberalizminin birikime koltuk değneği olmaları, sosyalizm mücadelesine ne fayda sağlamıştır? Kürt minoktokratikleri, Kürt küçük burjuvazisi, Kürt gloktokratikleri sermaye biriktirsin diye hangi aklı başında sosyalist buna payanda olur? Proletaryan temsiliyetizm üzerinden proletaryan-efendiler-kapitalizmini yaratarak hala sosyalizm kurabileceğini sanan sözde “marksistler”, “leninistler”, “stalinistler”, “maoistler”, “troçkistler” vs. devlet kapitalizmi üzerinden sermaye biriktirme mücadelelerinde güçsüz oldukları yerde UKKTH üzerinden Türk burjuvazisine ya da Kürt burjuvazisine yedeklenmeyi kuşkusuz sosyalizm mücadelesi sanmış olabilirler; lakin bu bir sosyalizm mücadelesi falan değildir! Hiçbir zamanda olmamıştır!
Kürt siyasal hareketlerinin ideolojik inandırıcılığı en kaba şekliyle söylemek gerekir ise, Türklüğün ve Türkçülüğün ırkçılıktan ve şovenizmden ibaret (bunlarla özdeş) olduğu algısı ve tezi üzerine kurulu idi. Bu sayede kripto Türklüğün ve Türkçülüğün karşısına ona karşı direnen sözde “demokratik” ve “özgürlükçü” bir Kürtlüğün ve Kürtçülüğün yerleştirilebilmesi ve UKKTH üzerinden proleyaryanist solların da minoktokratik sanayi ulusçuluğu kapsamında bu yedeklenmenin parçası haline getirilebilmesi de yine bilinçli bir egemen sınıf siyasetinin devamı ola gelmiştir. Hatta daha açık konuşmak gerekirse; 80 sonrası iyice çaptan düşmüş ve kolu kanadı kırılmış olan proletaryanist solların PKK üzerinden Kürt küçük burjuva siyasetine angaje edilmesi ve bu liberal dalgalanma içinde tasfiye edilmeye çalışılması sürecide yine bilinçli bir devlet ve hakim sınıf siyasetinin ürünüdür. Dolayısıyla; lanetlenen resmi Türklük ve Türkçülük başından beri Kürt feoktokrasisinin T.C. nin “kurucu ortağı” olduğu gerçeğini gizlemeye dönük ideolojik bir perdeleme işlevi de görmüştür. Ne yazık ki proletaryanizm de soldan buna koltuk değnekçiliği yapma hatasından geri durmamıştır. Fakat proletaryanizm bu hatasının bedelini kendi saflarındaki kadrolar arasındaki liberal çözülme ile ödemiştir. Pek çok insan proletaryanist çizgiyi bile terk ederek Kürt siyasi hareketi içinde erimekten ve kimliksizleşmekten kurtulamamıştır. Bütün bu süreç hep birbirini tetikleyerek ilerlemiştir. Aynı şekilde proletaryanist çizgiyi terk ederek “aydınlanmacılık ve ilericilik” adı altında “sol kemalizme” tümden eklemlenen dünün proletaryanistlerinin halide şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde içler açısı ve patolojik bir durumdur.
Emperyalist işgal ve ilhak yoluyla devletleşme sürecine giren ittihatçı-kemalist güçler Kürdistan’da ne derece sömürgeci bir güç ise, Kürt feoktokratik burjuva sınıfları da aynı oranda sömürgeci bir güç olarak bölge/çoğrafya üzerinde hakimiyet kurmayı bu temsiliyetist oyun sayesinde başarabilmiştir. Başka bir deyişle, bölgede yaşayan Ermenilerin, Süryanilerin vs. Kürt feoktokratik burjuva güçlerinin öncülüğünde mülksüzleştirilmesi neticesinde gasp edilen malların, toprakların, yerleşim yerlerinin vs. başta Kürt aşiretleri ve reisleri olmak üzere Kürt feodallerine, burjuvalarına paylaştırılması neticesinde bu bölge T.C. nin ulusal pazarı haline gelmiştir. Dolayısıyla; kimi Kürt milliyetçilerinin ve proletaryanist solların iddia ettiğinin aksine Kürdistan hiçbir zaman T.C. nin bir iç sömürgesi olmayıp, aksine Kürtlerin feoktokratik temsilcileri en baş��ndan beri T.C. nin “kurucu ortağı” konumunda olmuşlardır. Diğer bir deyişle, Batı’da ittihatçılık-kemalizm eliyle uygulanan sahte Türkçülük politikasına paralel olarak Doğu’da T.C. nin hamiciliği altında Kürt feoktokratik güçleri aracılığıyla uygulanan sahte Kürtçü politika, çift yönlü olarak Türk ve Kürt hakim sınıflarının T.C. yi kurma noktasında gösterdikleri ortak kurucu iradenin de bir ifadesidir. Bu nedenledir ki; iddia edildiği gibi Kürdistan hiçbir zaman T.C. nin bir iç sömürgesi olmamıştır. Yine iddia edildiği gibi Türkiye sınırları içinde yaşayan Kürtlerde hiçbir zaman sömürge bir ulus olmamıştır. Bu açıdan Kürdistan’ı bir Hindistan ya da Cezayir olarak görmek saçma ve bilim dışı bir bakış açısıdır.
Dahası da var; sömürge tezi gerçeklerle bağdaşmayan, sosyo-ekonomik ve sosyo-politik dayanağı olmayan afaki bir iddiadır. Çünkü Türkler ile Kürtlerin birlikteliği tıpkı İngilizlerin ve İskoçların birlikteliği gibi kapitalizm öncesi ilk Ortaçağ’a kadar uzanan bir birlikteliktir. Bunun en somut kanıtlarından biride Kürtlerin, daha doğrusu Kürt aşiretlerinin ve reislerinin Osmanlı’da sahip olduğu kısmi özerkliktir. Osmanlı Kürt aşiretlerini ve reislerini kendi idari işleri noktasında görece serbest bırakırken, yalnızca vergi ve asker ihtiyacı konusunda kendilerinden talepte bulunmuştur. Yine aynı dönemde dini eğitim biçiminde de olsa Kürt medreselerinde ki eğitim dilide yine Kürtçe yapılmaktaydı. Oysa sömürgecilik; kapitalizm minoktokratik-emperyalist aşamaya geldiğinde modern çağın ürünü olan bir olgudur. Daha da ötesi; sömügecilik ilişkileri ekonomik talan ve yağma üzerine kuruludur. Tıpkı İngiltere’nin Hindistan’da Fransa’nın Cezayir’de yaptığı gibi. Sömürgelerde emeğin ve sermayenin dolaşımı özgür değildir. Lakin Türkiye’de Kürt emekçilerinin maruz kaldığı sömürü tıpkı Türk emekçilerinin maruz kaldığı sömürü gibi kapitalist sistemin egemen olduğu ülkelerin tümünde uygulanan (artı-değere dayalı) sınıfsal bir sömürü biçimidir. Dolayısıyla; bu sınıfsal sömürü içinde sömürenin ve sömürülenin Türk ve Kürt olması tek başına hiçbir anlam ifade etmemektedir. Keza iki durumda da Kürtte Türkte ezilen ve sömürülen sınıf konumundadır. Türk burjuvazisi ve Kürt burjuvazisi bütünleşmiş bir sınıf olup; Kürt burjuvazisinin örneğin İspanya’nın Katolonya özerk bölgesinde ki Katalan burjuvazisinin talep ettiği gibi ayrı bir ulusal pazar ve ulus devlet talebi de yoktur. Kürt burjuvazisinin böyle bir talebi hiçbir zaman olmamıştır. Diğer yandan, Kürt emeğinin ve sermayesinin Türkiye sınırları içindeki dolaşımı da özgürdür. Ne Kürt emeğinin ve ne de Kürt sermayesinin dolaşımında mutlak bir kısıtlama yoktur. Bütün bu nedenlerden dolayı Türkiye’de yaşayan Kürtlerin sömürge statüsünde yaşadığı iddia etmek akla ziyan, dayanaksız ve gerçekçi olmayan bir tespittir. Dolayısıyla bu tespitten hareketle kimlik siyaseti yapmaya kalkmak, Kürtler üzerinden siyaset geliştirmeye çalışmak, en hafif tabirle saçmalıktır.
İddia edildiği gibi ittihatçı-kemalist hareket ve T.C. Kürdistan’a zorla girmemiş aksine bölgedeki Kürt feodallerinin, aşiretlerinin, beylerinin desteği ile onlara hamicilik yaparak bu bölge üzerindeki burjuva egemenliğini tesis etmiştir. Başka bir deyişle, emperyalist işgal ve ilhakla kurulan bu cumhuriyetin Kürdistan üzerinde kurmuş olduğu hakimiyetin asıl kaynağı da yine bölge Kürtlerinin feoktokratik temsil desteği ve “kurucu ortaklığı” ile olmuş, yine Ermeniler başta olmak üzere bölgede Kürt olmayan hristiyan topluluklar soykırıma ve etnik temizliğe uğratılarak bölgenin saflaştırılması da yine ittihatçı-kemalist güçler ile birlikte el ele gerçekleştirilmiştir. Lakin aynı ittihatçı-kemalist güçler bir süre sonra politika değişikliğine giderek Kürt varlığını red ve inkar süreci içine girmiş olsalar da, bölge üzerindeki hakimiyetlerini de yine Kürt feoktokrasisi üzerinden sürdürmekten de geri durmamışlardır. Diğer bir deyişle, Türk ve Kürt halkını ve emekçilerini sömürmeyi kendisine görev edinmiş olan bu güçler için hiçbir zaman Türklük ya da Kürtlük gerçek manada bir önem arz etmediği gibi, Batı’da sahte Türkçü politikanın Doğu’da ise sahte Kürtçü politikanın kullanımı da yine hamici ve devşirmeci kripto burjuva siyasetin bir aracı olarak kullanıla gelmiştir. Asıl gerçek tamı tamına budur!
Bu yüzdendir ki; sahte Türkçülüğün her alanda çözülme sürecine girdiği bir aşamada sahte Kürtçülüğün paniklemesi ve kendisini güvende hissetmemesi kadar doğal bir durum olamaz. Sahte Kürtçülük üzerindeki sis perdesi kalktıkça T.C. himayesindeki Kürt minoktokrasisinin ve gloktokrasisinin Kürt emekçilerini kontrol altında tutma ve bu noktada proletaryanist solları da “ezilen ulus”, “sömürge ulus” tezleri üzerinden kendisine yedekleme imkanları da hızla ortadan kalkmaktadır.
Ne Türkiye ne de Kürdistan birer sömürge olmayıp, gerçekte ise bunlar glokal sömürgeciliğin egemen olduğu bölgelerdir/çoğrafyalardır. Glokal-kapitalizm yapısı ve işleyişi gereği minoktokratik sanayi ulusçuluğundan farklı olarak, bu dönemde sömürü ilişkileri daha da “karmaşık” bir hal almaktadır. Başka bir deyişle, glokal kapitalizm ve sömürü ilişkileri açısından bugün bir kürdü sömüren Türk yarın bir başka Kürt tarafından da sömürüye maruz bırakılabilmektedir. Dolayısıyla; bu noktada sömürü ilişkilerini belirleyen ulusal aidiyetler ya da etnik köken değil, ulus-üstü bölgesel pazar ilişkilerideki konumlar ve hiyerarşilerdir. Bu açıdan Kürt burjuvazisinin glokal sömürge payı ve devletten aldığı teşvikler Türk burjuvazisinden de aşağı kalır değildir. Bu nedenden dolayıdır ki; glokalizmin iktisadi ve sosyal yapısı “ezen ulus” ve “ezilen ulus” ayrımını ve dolayısıyla “sömürge ulus” tanımı da anlamsız bir hale getirmektedir. Kaldı ki; geriye tek bir “glokal ulus” kalmaktadır, o da ezilen ve sömürülen “emekçiler ulusundan” başkası da değildir. Doğak olarak bu “ulus” etnik kökenlere ve kimliklere göre değil, glokal/sermaye/emperyalizm tarafından eşit oranda sömürüye ve baskıya maruz bırakılmaktadır.
Dahası; tekno-artı-emek-değer sömürüsünün ulus-üstü bölgesel tüketim pazarlarına göre şekillendiği ve minoktokratik sanayi ulusçuluğunun aksine “ulusal ve etnik aidiyetlerin” hızla zayıfladığı kozmopolit bir dünyada, glokal-burjuvazinin tüm kanatları istisnasız hangi etnik ve ulusal aidiyetten gelirse gelsin; son çözümlemede birer “ezen ulus” olma konumundan başka da bir şey değildir. Başka bir deyişle, ister Türk burjuvazisi olsun, ister Kürt burjuvazisi olsun, tüm bu glokal-burjuvaziler Türk ve Kürt halkını ve emekçilerini el birliği ile sömüren ve ezen sınıflar olma özelliğine de sahiptir. Kaldı ki; bu sınıflarda diğer burjuvaziler ve burjuva devletler gibi asıl güçlerini tarihsel temsiliyetizmin yaratmış olduğu yasama, yargı ve yürütme kurumlarından almaktadır. Dolayısıyla; temsiliyetist yetki diktatörlüklerine, memur kastlarına, kendi özel çıkarlarını toplumun genel çıkarlarından üstün tutan kapitalist sınıflara ve sermaye egemenliğine karşı topyekün bir bürokratik-denetimist mücadele yürütmeksizin ne Türk ne Kürt ne Ermeni ne Süryani ne de Arap emekçilerinin ne de bölge halklarının kurtuluşu sağlanamaz.
UKKTH’cilik ve ezilen ulusun kurtuluşu adına sözde T.C. sömürgeciliğine karşı mücadele ettiğini iddia eden proletaryalist sollarda farkında dahi olmaksızın glokal-kapitalizm karşısında varlık yokluk mücadelesi veren minoktokratik ulusçu güçlerin yedeğine düşmekten kurtulamamaktadırlar. Başka bir deyişle, glokal-kürt-burjuvaları glokalist-liberal siyasete geçiş yaptığı halde, hala Kürtler adına UKKTH’cilik ve ulusal kurtuluşçuluk oyunu oynayan ve bu yolla Kürt siyasal hareketinden kendince kadro ve kitle devşirebileceğini sanan kimi proletaryalist solların bu eski püskü politikası günün glokalist-kapitalist gerçekliğini kavrayamadığı gibi, dünün minoktokratik programlarında ısrar eden solların kaçınılmaz akibeti de Kürt burjuva milliyetçiliği ve liberalizmi içinde erimek ve onun sözde “demokratik kulvarda” ki yancısı olarak kalmaktan öteye de geçememektedir. Aynı zamanda bu ısrar; Türk ve Kürt burjuvalarının Kürt ve Türk emekçileri üzerinde yürüttüğü ortak glokal-sömürü siyasetini de es geçerek, subjektif anlamda bilerek ve isteyerek olmasa bile, objektif anlamda bu glokal sömürü siyasetine de hizmet etmek demektir. Dolayısıyla; UKKTH’ci, ulusal kurtuluşçu ve sömürge ulusçu söylemler kendi içinden çürüyerek kendi kendisini tasfiye etmeye dönük umutsuz bir liberalizm girişimi olmanın ötesine de geçememektedir; bundan sonrada geçemeyecektir!
Dipnotlar
[1] Osmanlı Kürdistan’daki eyaletleri sancaklara bölerek, her eyaletteki aşiretleri “aşiret reisleri” adı altında kendi ihtiyaçlarına göre düzenlemiştir. Bu aşiret reisleri kısmi bir özerkliğe sahip olsa da, gerçekte merkezi otoriteye bağlıydı. Böylece Kürdistan ve Kürt toplumu aşiretlerine dek bölünmüştü. Aşiretlere Osmanlı’nın kısmi özerklik vermesinin nedeni de; tek bir feodal beyin diğer aşiretleri kendi bayrağının altında toplamasından duyulan korkuydu. Keza feodal güçler diğer aşiretleri toprağa bağlamadan ya da kendi yönetimleri altına almadan gelişip güçlenemezler. Kürt feodallerinin uzun süre güçsüz ve dağınık kalmasının nedeni Osmanlıların bu politikasıdır. Halbuki aynı tarihsel dönemde Osmanlı Anadolu’da yaşayan göçmen Türkmen aşiretlerini toprağa yerleştirmekle ve selfleştirmekle meşguldür. Anadolu’da pek çok Türkmen isyanına neden olan bu politika 19. Yüzyılının sonuna kadar devam etmiştir. Bu sayede Kürtlere kıyasla Türkler pazar ekonomisi için gerekli şartları yaratırken, ticaret ve sanayi alanında da kayda değer adımlar atmayı başarmışlardır. Kürt şehirlerinde ise durum tam tersidir. Bu yüzden de Kürt şehirlerinde ekonomik gelişme sınırlı kalmıştır. Bu durum Türk feoktokratik ulusçuluğu karşısında zayıf bir Kürt feoktokratik ulusçuluğu ortaya çıkartmıştır. Kürdistan’da diğer Kürt aşiretlerini kendi yönetimi altında birleştirecek güçlü bir feodal merkezin (dolayısıyla güçlü bir burjuva merkezinde) ortaya çıkmamasında bu “ekonomik gerilik” etkili olmuştur. Bu ekonomik gerilik/Kürt ulusal pazarının iç dinamiklerinin oluşmamasına, aynı zamanda bölünmüş ve birbiriyle rekabet halinde olan aşiretlerin feodal parçalanmışlığına da sebebiyet vermiştir. Kuşkusuz Kürtlerin şimdiye kadar uluslararası sistem içinde kendilerine ait bir statüye sahip olamamalarında da emperyalizmin belirleyici bir etkisi de olmuştur. Zira Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanma sürecinde tek tek ulusal farklılıklara göre yaratılacak devletler yerine Türkiye, İran, Irak, Suriye gibi “stratejik konumu olan devletlerin” yaratılması yine minoktokratik sanayi emperyalizminin öncelikli bir tercihi olmuştur. Dolayısıyla; Kürtlerin otonomi ve bağımsızlık eğilimleri de dönemin İngiliz ve Fransız emperyalistleri tarafından göz ardı edilmiş Kürtler bilinçli bir şekilde emperyalizm tarafından statüsüz bir şekilde bırakılmıştır. Bunun yerine Kürtler yaşadıkları coğrafyalarda kurulmuş olan bu “stratejik konumlu devletlere” bağlanmıştır. Kısacası, Kuzey Kürtlerinin Türkiye’ye/kemalist rejime, Güney ve Batı Kürtlerinin Irak ve Suriye’deki Arap rejimlerine, Doğu Kürtlerinin ise İran rejiminin egemenliği altına bırakılması da yine döneme damgasını vuran minoktokratik emperyalist politikaların bir neticesidir. Başka bir deyişle, Sevr’den Lozan’a kadar uzanan süreç emperyalizm ve bölge devletleri eliyle Kürtlerin dört idari parçaya ayrılması sürecidir. Aynı zamanda bu kirli politika; uzun vadede Kürdistan’ı bir “çıban başı” olarak bırakarak, gelecekte ki emperyalist müdahaleler içinde açık kapı bırakma amacı güden uzun vadeli bir siyasi anlayışın (bugün Irak’taki, Suriye’deki durumun) etkilerini de taşımaktadır. Bu noktada bölgenin yapılanmasında belirleyici olan Fransız destekli İngiliz siyaseti olmuştur desek pekte abartmış olmayış. Dahası; “Sovyet tehlikesine” karşı İngiliz aklının tasarımı olan bütün bu “stratejik konumlu devletler” son çözümleme de bölgedeki yapay ulusal sınırların ve minoktokratik “ulusçukların” oluşmasında da katalizör işlevi görmüştür. Bugün ABD bölgede İngilizler eliyle inşa edilen bu minoktokratik statüyü gloktokratik açıdan yeni baştan düzenleme mücadelesi verirken, diğer yandan Rus-Çin gloktokratik bloğu da aynı oranda bölge kaynakları üzerinde hakimiyet kurma mücadelesi yürütmektedir. Dolayısıyla; Kürdistan coğrafyası glokal emperyalizmin tüm kanatlarının ağzının suyunu akıtmaya devam ediyor. Sonuç olarak “büyük güçler” eliyle yürütülen her türden “ulus” siyaseti gloktokratik emperyalist hedefleri örten bir şal olma özelliğini bugünde sürdürmektedir.
[2] Osmanlı’daki idari merkeziyetçilik ile özerk yönetimler arasındaki uyuşmazlık aşiretler kanalıyla bölgedeki dini otorite olarak kabul gören şeyhlerin popülerleşmesine ve zamanla birer etkili siyasi lider haline gelmelerini sağladı. 1860 dolaylarında şeyhler Kürdistan’daki en etkili politik liderler konumuna gelmişti. Daha da kötüsü; 1876-1909 arasındaki dönemde bu şeyhler Sultan Abdülhamid’in Panislamcı propagandalarına katılıp Hristiyan karşıtı politikalara da hizmet etmişlerdir. Kürt emirlikleri 1830’larda başlayan reformlar eliyle fes edilip yerine merkezi idarenin atamış olduğu memurlar getirilince bu durum aşiretler ve aşiret reisleri arasındaki çatışmaların artmasına neden oldu. Bu anlaşmazlıkların çözümü noktasında da şeyhler (özellikle de Nakşi şeyhleri) uzlaştırıcı ve arabulucu bir güç olarak ön plana çıkmaya başladı. Hatta Kürt tarihinde oynadıkları rol açısından bu şeyhler sadece aşiretler ve aşiret reisleri arasındaki problemleri çözmenin de dışında, tıpkı 1880’deki (devlet kurmaya dönük) Ubeydullah isyanında ya da 1925’deki (hilafeti tesis etmeye dönük) Şeyh Sait isyanında olduğu gibi, din ve Kürt milliyetçiliğinin kısmen iç içe geçtiği ama ağırlıklı olarak İslami söylemlerin ön plana çıktığı sosyal hareketlerin de başını çekmişlerdir. Dolayısıyla; “şeyh soyundan” gelen aşiret reislerinin öncülüğünde gerçekleşmiş pek çok isyan vardır. Örneğin, 1922’de Süleymaniye’de İngilizlere karşı isyan eden (hatta Sovyetler Birliği’nden destek talep eden) ve kendisini “Kürdistan kralı” olarak ilan eden Mahmut Berzeni’de yine benzer bir şekilde “şeyh soyundan” gelen Kadiri kökenli bir liderdir. Kadirilikte tıpkı Bektaşilik, Gülşenilik vs. gibi bir sufi tarikat geleneğidir. Bugün Irak Kürdistan’ındaki Talabani (KYB) ve Barzani (KDP) aileleri de şeyh soyundan gelme ailelerdir. Kürt tarihinde ve isyanlarında sufi ve derviş tarikatlarına bağlı şeyhlerin (“kutsal kişilerin”) oynadığı rol daha da derinlemesine incelenmesi gereken bir konudur. Zira 1880’den 1940’lara kadar Kürt isyanları şeyhlerin önderliğinde gerçekleşmeye devam etmiştir. Lakin Kürt hareketleri ile Sünniliğin Şafii ve Hanefi mezhepleri arasındaki sıkı bağ zamanla laik, eğitimli ve şehirli liderliklerin gelişmeye başlaması ile birlikte yavaş yavaş gevşeyerek bugün ki modern minoktokratik ve gloktokratik Kürt milliyetçisi hareketlerin oluşumuna da zemin hazırlamıştır. Fakat şunu da vurgulamak gerekir ki; sünni İslam tarihsel olarak Kürtlerin etnik manada homojenleşmesine katkı yapmış; tıpkı Türklerde olduğu gibi Kürtler arasında da Müslüman kimliği üzerinden bir “millileşme süreci” yaşanmıştır. Sonuç olarak; geçmiş dönemlere kıyasla dinin ve aşiret düzeninin rolü Kürt politikasında etkisini kaybetmektedir. Bu da doğal olarak aşiret düzeninin hüküm sürdüğü feodal Kürt milliyetçisi dönemin aksine kentli ve eğitimli Kürt orta burjuva milliyetçi-liberal kesimlerin ön plana çıkmasına da olanak sağlamıştır. Lakin bu durum aşiret yapılarının etkisinin tamamen ortadan kalktığı biçimde de anlaşılmamalıdır. Zira modern siyasi partiler biçiminde örgütlenmiş olan Kürt hareketleri pek çok durumda aşiretlerin desteğini almak için yer yer birbirleriyle dahi rekabete girebilmektedir. Irak Kürdistan’ındaki egemen Kürt partileri arasındaki şiddetli rekabet buna bir örnektir. Bu açıdan Türkiye, Irak, İran ve Suriye’deki modern Kürt aşiret yapılanmalarının günümüz siyaseti üzerindeki etkileri de ayrıca incelenmelidir. Bu sayede kentli Kürt küçük burjuva kesimleri ile aşiret kökenli feodal seçkinler arasında kurulun siyasi ve ekonomik ilişkilerde aydınlatılabilir. Bu da büyük oranda aşiret-toprak sahibi elitlerden ve kentli-eğitimli orta sınıflardan gelen Kürt partilerinin ve örgütlerinin üzerinde yükseldiği tarihsel ve sınıfsal dinamiklere açıklık getirebilir. Kuşkusuz bu partilerin ve örgütlerin liderlik kadroları tek başına o partilerin ve örgütlerin temsil ettiği tarihsel çıkarları ve sınıfları da göstermez. Fakat bu olguların bütünsel bir değerlendirmesi yapılmadıkça farklı özelliklere sahip Kürt hareketlerinin çeşitli koşullar altında ne gibi tavırlar takındıkları da (failin eyleminin nedenleri de) anlaşılamaz ve bilimsel olarak açıklanamaz.
[3] Her meselede olduğu gibi milli kimlik/ulus kimliği konusunda da genel teorik çerçeveye saplanıp kalındığı için pratik ve somut gerçeklik kavranamamaktadır. Örneğin, Bolşevik deneyinin büyük oranda başta planlanmamış ve teoride olmayan bir noktaya evrilmesinde; Bolşevizm'in tarihsel temsiliyetizm üzerinden modern milli kimlik/ulus kimliği inşasına vermek zorunda kaldığı tavizlerin ve hatta ideolojik yalpalamaların etkisi büyük olmuştur. Misal; 19. yüzyıla kadar etno dilsel ve kültürel anlamda bir Ukrayna etnik kimliği ve bilinci söz konusu bile değilken kabaca 1920-1921 aralığından itibaren Bolşeviklerin öncülüğünde modern bir Ukrayna milli/ulusal kimliğinin inşa edilmeye başlanması, o zamana kadar kendisini yalnızca Ortodoks olarak tanımlayan köylü kitlelerinden ve görece kentlileşmiş entellektüel tabakalardan modern bir millet/ulus tahayyülünün yaratılmak istenmesi, yine tarihsel temsiliyetizm karşısında, klasik Marksist jargonla konuşursak, feodalizm karşısında daha kapitalizmi kurmak için bile modern öncesi kimlikleri aşma sorunu ile karşı karşıya kalan Bolşevizm'in trajedisini göstermektedir. İktisadi açıdan çok daha gelişmiş bir ülkede devrim beklenirken (Örneğin, İngiltere de ya da Almanya da), ilk "sosyalist devrimin" geri bir köylü ülkesi olan Çarlık Rusya'sında gerçekleşmesi neticesinde Bolşevizm, daha doğrusu proletaryanizm milli kimlik/ulus kimliği gömleğini de giyerek modern öncesi feodal kimliklerin ortadan kaldırılması problemiyle de yüz yüze kalmıştır. Bu açıdan Bolşevikler milli kimlikleri/ulus kimliklerini geliştirmekten geri durmamışlar ama bunun milliyetçi ve ulusçu bir (kapitalist) ideolojiye dönüşmesini de engellemeye çalışmışlardır. Bu da bir paradokstu. Dahası; Resmi söylemde enternasyonalizm, daha doğru bir ifade ile proletarya enternasyonalizmi ile milliyetçilik ve ulusçuluk taban tabana zıttı. Ki gerçekte hiçte zıt değildi. Aksine milletlerin ve ulusların karşılıklı işbirliğini temel alan enternasyonalizm paradoksal olarak milli ve ulusal kimliklerin güçlenmesine ve milliyetçi/ulusalcı ideolojilerin yaygınlaşmasını da kolaylaştırmıştır. 20. yüzyılda ön plana çıkan pek çok milliyetçi ve ulusalcı hareketin en azından bir dönem için "Marksist-Leninist" söylemleri benimsemiş olması tesadüf değildir. Hatta 20. yüzyılda Çin gibi, Vietnam gibi, Yugoslavya gibi, Küba gibi, Arnavutluk gibi başarılı olmuş tüm "ulusal kurtuluş savaşlarının" önderliklerinin bir şekilde Marksizm'den ve Leninizm'den etkilenmiş olması da rastlantı değildir. Aslında meselenin kökü yine “Marksizm” ya da “Leninizm” değildir. O işin politik ve ideolojik kısmıdır. Asıl gerçek ister din, ister millet, ister ulus, ister sınıf adına yapılıyor olsun tarihsel temsiliyetizm her yerde kapitalizme, emperyalizme, burjuvaziye verilen tavizler yoluyla gelişmiştir; gelişmek zorunda kalmıştır. Başka bir deyişle, feodalizm ve modern öncesi kimlikler karşısında güçlenmek isteyen kapitalizm yeri gelmiş "ulusal kurtuluş" postuna bürünmüştür, yeri gelmiş "proletaryanizm" postuna bürünmüştür, yeri gelmiş "köylü kitlelerini özgürleştiren burjuva" postuna bürünmüştür. Sonuçta gelişen ve güçlenen bir avuç temsiliyetist azınlığın memur saltanatı olmuştur. Bu temsiliyetist yapı olmasaydı; sermaye düzeni de var olamazdı. Yoksa burjuvazi bir sınıf olarak tek başına bir hiçtir. Onu burjuvazi yapan temsiliyetist kurumlar, yapılar ve nihayetinde bürokratik devlet cihazıdır. Meseleye kimlik/ulus siyasetinden değil de, emek türlerinin birleşik iş bölümü diyalektiğinin ortaya çıkardığı tarihsel kurumlardan ve yapılardan bakabilenler ancak bu gerçeği görebilir.
[4] Günümüzde “ulusal kurtuluş mücadelesi” verdiğini iddia eden etnik temelli kimlik hareketleri, daha önceki minoktokratik döneme kıyasla iç feodalizm ve feodal mutlakiyetçilik karşıtı hareketler olarak değil, glokal-emperyalist güçler ve devletler arasındaki rekabete endekslenmeye mecbur kalan hareketler olarak gelişmektedirler. Bu açıdan “ulusal hareket” iddiaları ile ortaya çıkan partilerin ve örgütlerin bu somut bütün içinde hangi somut fonksiyonu oynamak zorunda bırakıldıklarına bakmak gerekir. Kuşkusuz bu fonksiyonlar glokal-emperyalizm olgusunun gereksinimleri ile koşullanmakta olup, bu koşullanma süreci glokal-emperyalizmin gerici ve karşı-devrimci özelliklerini de bünyesinde barındırmaktadır. Bu somut gerçek yok sayılarak etnik bazlı kimlik siyasetinin glokal-emperyalizmle uyumlu hale gelmiş olan liberal ve tasfiyeci doğasına karşı da etkin bir mücadele geliştirilemez. Şu olguların üzerinde düşünülmesi gerekir: Ulus kavramı bilimsel bir kavram mıdır? Ulus kavramı ne zaman ortaya çıkmıştır? Ne zaman ki kapitalizm ve kapitalist yasamacılık feodalizme ve feodal yargı devletine kafa kaldırmaya ve ondan kopmaya başlamıştır; o vakit burjuvazi ulus kavramını icat etme gereği duymuştur. Ulus demek kapitalizm demektir. Ulus bir dönem için feodalizme karşı “ilerici” idi. Zira kapitalizm zaten feodalizme karşı “ilerici” idi. İlerici derken sakın yanlış anlaşılmasın, emek güçlerinin gelişimi açısından göreceli bir ilericilik! Yoksa kapitalizmde sınıflı bir toplumdur; sınıflı bir toplumun nesi “ilerici” olabilir ki! Sonuçta; 20. yüzyılda “ulusal kurtuluşçuluk” gömleği giymiş hareketler ön plana çıktı ve bu hareketlerin tümü feodalizmin tasfiyesi ve minoktokratik sanayi kapitalizmin gelişimine bir şekilde katkı yaptı. Başka bir deyişle, ulusçuluk gömleği altında kapitalizmin gelişimi için ihtiyaç duyulan ulusal devlet ve toplum yapıları bu sayede kuruldu. Kabaca bu süreç 1960-70’lere kadar devam etti. Asıl kırılma noktası glokalizm ile birlikte gerçekleşti. Keza glokal-kapitalizm minoktokratik sanayi ulusçuluğunun aksine ulus-üstü bölgesel tüketim pazarlarının ve tekno-tekellerin egemenliğine dayalı yeni bir emperyalizm biçimi ile karakterize olduğu için, dünün minoktokratik ulusçuluğunun gelişebilmesi için ihtiyaç duyulan ulusal ekonomik zeminde ortadan kalkmış oldu. Daha önceki dönemde ister ABD olsun, ister SSCB olsun “süper güçlerin” desteğini alan çeşitli “ulusal hareketlerin” kendi bulundukları ülkelerde ulusal ekonomilere dayalı “bağımsız devletler” kurma imkanı var iken, glokalizm ile birlikte artık bu imkan ortadan kalkmıştır. Lakin glokal emperyalizm ile birlikte “ulusal sorun” kapitalizmin bölgesel çıkar ve amaçlarından bağımsız bir hale de gelmemiştir. Aksine yine büyük emperyalist güçler eliyle çeşitli etnik ve milli farklılıkları esas alan bölgesel politikalar dünya siyasetindeki önemini korumaktadır. Bu nedenledir ki; dünün “ulusal kurtuluşçu” hareketleri bugünün glokalist hareketlerine dönüşmek zorunda kalmıştır. Buna çok sayıda örnek verilebilir: İrlanda’da IRA, İspanya’da ETA, Sri Lanka’da Tamil, Türkiye’de PKK, Irak’ta KDP, Suriye’de PDY vs. gibi hareketlerin tümü nesnel olarak glokalist hareketlere dönüşmüş durumdadır. Başka bir deyişle, bütün bu hareketler glokal-kapitalizmin bölgesel planlarına dahil olmaya çalışan ve kendi stratejilerini buna göre oluşturmaya çalışan hareketlerdir. Bu dönüşüm bildiğimiz anlamda minoktokratik ulusçu bir dönüşüm olmadığı gibi, bu dönüşümün temel dinamikleri glokal-kapitalizmin ekonomi-politiği (iktisadi zemini) tarafından belirlenmektedir. Şayet bugün bir “ulusçuluk” biçiminden bahsedilecekse, o da glokalist-ulusçuluktan başkası değildir. Ki bu ulusçuluk tipi artık bağımsız bir ulus devlet mücadelesi (UKKTH) olarak bile görülemez. Glokal kapitalist emperyalist dinamiklerden beslenen ve onlara eklemlenerek bölgesel ve yerel düzlemde güç kazanmaya çalışan bütün bu hareketlerin dönüp dolaşıp geleceği yer yine glokal pazar stratejileridir. Dolayısıyla; bu tip hareketlere ilişkin “ulusal özgürlük hareketi”, “ulusal kurtuluş hareketi” vs. biçiminde yapılan tanımlamalar hiçbir şekilde bilimsel tanımlar olmayıp, bu tanımlamalar öznel politik ve ideolojik tercihlere göre şekillenmekte olan yanılsamalı tanımlamalar olmaya devam etmektedir. Dahası; ulusçu proletaryanist hareketlerin iflası ile ulusal kurtuluşçu hareketlerin iflası arasında da benzer bir paralellik ve geçiş bulunmakla birlikte; bu da başka bir yazının konusudur.
Konuyla bağlantılı yazılar:
Emekoloji ve Ulusal Sorun Üzerine Tezler, 29.01.2016
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/138285968272/emekoloji-ve-ulusal-sorun-%C3%BCzerine-tezler
Neden UKKTH EKKTH’i değil de, EKKTH UKKTH’yi kapsar? 28.12.2016
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/155068843137/neden-ukkth-ekkthi-de%C4%9Fil-de-ekkth-ukkthyi
Ulusal Sorun Üzerine Kısa Notlar, 03.01.2017
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/155320152807/ulusal-sorun-%C3%BCzerine-k%C4%B1sa-notlar
Tarihsel Ulusçuluk, UKKTH’nin Açmazları ve Bölgesel Devrim Üzerine, 23.02.2019
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/183009180817/tarihsel-ulus%C3%A7uluk-ukkthin-a%C3%A7mazlar%C4%B1-ve-b%C3%B6lgesel
1.04.2023
Serhat Nigiz
4 notes · View notes
ozel-buro · 2 years ago
Text
BİYOGRAFİ DOSYASI : Osmanlı'da Diri Diri Mezara Gömülen Cihan Pe hlivanı Kara Ahmet'in Trajik Öyküsü..!
Osmanlı’da Diri Diri Mezara Gömülen Cihan Pehlivanı Kara Ahmet’in Trajik Öyküsü..! Türkler için itibarlı ve millî bir spor olan güreşin geçmişi Osmanlı dönemine kadar uzanıyor. Ta o dönemlerde Türkleri farklı ülkelerde temsil ederek şampiyonluklar kazandıran pehlivanlarımız da azımsanmayacak kadar çok. Ancak bugün birçoğunun mezarını dahi bilmiyoruz. İstanbul’un Eyüp semtinde Piyer Loti tepesine…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
yorumcalar · 4 years ago
Text
Osmanlıyı Türkler yönetmedi?
Osmanlı padişahı II.Abdülhamid’in padişahlığından Osmanlıyı Türkler yönetmedi. Çünkü Abdülhamid Türkleri ezer geçerdi.
Tumblr media
Padişah II.Abdülhamid, Ermeniler başta olmak üzere gayrimüslim tebâyı hep kollardı. Bunu da devletin idaresi için, önemli icra makamları olan maliyesine, hariciyesine, tarımına, madenlerine ve de mülkiyesine atadıkları isimlerden görebiliriz.
Hariciye Nazırları; • A. Karateodori Paşa (1878-1879) • Gabriel Pasha ve Sava Paşa (1879-1880)
Hazine-i Hassa Nazırları: • Agop Ohannes Kazazyan (1876-1891), • Mikail Portakalyan Efendi (1891-1897), • Ohannes Sakız Efendi (1897-1908)
Maliye Nazırı: • Agop Ohannes Kazasyan Paşa (28-30 Ağustos 1885), (Aralık 1886 – Mart 1887) (1888-1891)
Nafia Nazırları: (Bayındırlık bakanı) • Ohannes Çamiç Efendi (1877-1878), • Aleksandr Karatodori Paşa (1878) • Sava Paşa (1878-1879)
Orman ve Maadin Nazırları; • Mavrokordato Efendi (1908-1909), • Aristidi Paşa (1909)
Ticaret ve Ziraat Nazırları: • Bedros Kuyumcuyan Efendi (1880) • Gabriel Noradonkyan Efendi (1908-1909)
Ayan Üyeleri : (Osmanlı’da merkezi yönetim ile vatandaş arasında Anadolu ve Balkanlar’da ve diğer yerlerde irtibat sağlayan önemli kişiler); (1876) • Antopolos Efendi Aristarki Bey, • Daviçon Karmona Efendi, • Musurus Paşa, • Serviçen Efendi, • Stoyanoviç Efendi, • Dr. De Kastro Bey, • Mavroyeni Paşa, • Karatodri Paşa, • Abraham Karakahya Paşa (1908) • Azaryan Efendi, • Basarya Efendi, • Bohor Efendi, • Fethi Franko Bey, • Gabriyel Noradonkyan Efendi, • Mavrokordato Efendi, • Mavroyeni Bey, • Oksanti Efendi, • Yorgiyadis Efendi, • Aram Efendi, • Popoviç Temko Efendi,
Babıali Hukuk Müşaviri : • Gabriel Efendi; Abdülhamit zamanında sürekli el üstünde tutulan bu Gabriel Efendi II. Dünya savaşı sonrası düzenlenen Paris Konferansında Ermeniler için toprak talep etmiş, Lozan Konferansına da Ermeniler adına katılmıştır…
Elçilere göz attığımızda; • Y. Fotiades Bey ve Gobdan Efendi’nin Atina, • Azaryan Efendi’nin Belgrad, • E. Karatodori Efendi’nin Brüksel, • Blak Bey’in Bükreş, • Yanko Karaca, Misak Efendi ve Aritraki Efendi’nin Lahey, • K. Musurus Paşa, • Alfred Rüstem Paşa ve Antopulo Paşa’nın Londra, • Naum Paşa’nın Paris, • S. Musurus Bey ve Y. Fotiades Bey’in Roma, • Nikola Gobdan Efendi’nin Sofya, • A. Vogorides Paşa’nın Viyana, • L. Aristarki Bey ve A. Mavroyeni Bey’in Washington’da Büyükelçi/Elçi olarak görev yaptıklarını görüyoruz.
Konsolos ve katiplikler de ise: Türk unsurundan ziyade Ermeni ve bilhassa Rum memurlar kullanılmakta idi.
Valilik koltuklarının çoğunda da gayrimüslimler oturuyordu.
Şarkî Rumeli Valileri; • Sava Paşa, • Aleko Vogorides Paşa, • Gavril Paşa Hristoiç, • Alexandre de Battenberg, • Ferdinand de Saxe-Cobourg et Gotha,
Sisam Beyleri; • Mişel Gregoriyadis Bey, • Aleksander Mavroyeni Bey, • Yanko Vitinos Bey, • Kostaki Karateodori Paşa, • Yorgi Yorgiadis Efendi, • Andrea Kopasis Efendi,
Cebelilübnan Sancağı Mutasarrıfları; • Vasa Paşa, • Naum Paşa, • Yusuf Franko Paşa … Liste uzar gider… … Bu konuda Cengiz Özakıncı’nın çok güzel bir tespiti vardır; “Osmanlı’da Türkler ikinci sınıf vatandaş muamelesi görürdü Müslüman Türkler 8-12 yıl askerlik yapar ama Hristiyan ve Yahudiler yapmazdı. Evlenir, yuva kurar, çoğalırlar ve işine bakar zengin olurdu. 30 yaşlarında askerden gelen Müslüman Türk ise bir zamanlar Mahalle arkadaşı olan yorganın yanında işçi olarak başlardı”
Maliyesini, hariciyesini, tarımını, madenlerini ve de mülkiyesini Müslüman Türklere değilde, yönetsinler diye gayrimüslim tebaya bıraktığı ortaya çıkan II. Abdülhamid’i yere göğe sığdıramayıp onu ROL-MODEL olarak örnek alıp kutsayanlar bir kez daha iyice düşünmeliler.
0 notes
alperenreis44 · 5 years ago
Text
Tumblr media
Müslüman Türk Savaşçıları: Alperenler
Türk askerinin cesaret ve kahramanlığı, tüm dünyada eşi bulunmaz bir gurur vesilesidir. Tarih boyunca Türk savaşçıları, o atlas cepkenli süvariler, doğudan batıya geçtikleri her toprağa adalet ve azamet getirmiş ve nice zulüm beldelerini canlarını ortaya koyup mamur eylemiştir.
İslâm öncesinde çeri adıyla bilinen, yelme ismiyle serhat boylarının tozunu dumana katan yiğit savaşçılarımız, İslâmiyet’in kabulünden sonra “Alp” olarak anılmaya başlamışlardır. Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan (Alp Arslan) da hiç şüphesiz bu anlayışın ete-kemiğe bürünmüş hâlidir.
Alp ve Alperen Ne Demek?
Alp kavramı savaşçılığı dile getiren bir kavramdır. Ancak takdir olunur ki, bir kişinin sadece savaşçılık özelliklerinin iyi olması yetmez. Aynı zamanda o savaşçının vicdani ve ahlaki melekelerinin de gelişmesi gerekir ki, o savaşçı büyük bir barbara dönüşmesin. Zira Moğolların barbar ve zalim olarak anılmasının altında işte bu gerekçe yatmaktadır. Evet, çok iyi savaşçıdırlar ama vicdani yönleri pek zayıftır.
İşte bu durumu çok iyi bilen ilk mutasavvıfımız Pir-i Türkistan Hoca Ahmet Yesevi, Türklerin bu kutlu savaşçılığına bir de “Erenlik” kavramını ekleyerek Alperenlik makamını ortaya koymuştur. Zira bu makam, hem savaşçılığı hem de dini bütün olup, Allah’ın yarattığı hiçbir kula zulmetmemeyi öngörmüş ve atlas cepkenli süvariler, bu anlayışla cihanı fethederken arkasında büyük insanlık medeniyetleri kurmayı başarmıştır.
Ahilik ve Alperenlik Bağlantısı
Hiç şüphesiz Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması da bu alperenlerin sayesinde olmuştur. Alperenler, sadece kılıç gücüyle fetihler yapmamış, aynı zamanda gönüllere de girerek pek çok gayrimüslimin Müslüman olmasını ve kolaylıkla Türk tabiiyetini tanımasını sağlamışlardır.
Vaktiyle gezme fırsatı bulduğum Bosna-Blagay’daki Alperenler Tekkesi, günümüzde Boşnakların nasıl Müslüman olduğunu ve Avrupa’da Boşnakların neden Avrupalı Türkler olarak tanındığını anlamak bakımından pek manidar olmuştu.
Bosna - Alperenler Tekkesi
Selçuklular Dönemi’nde Anadolu’ya gelen bu alperenler, Ahi Evran tarafından oluşturulan ahilik sisteminde de yerlerini almışlardır. Öyle ki ahiler, alperen mantığıyla, harp anında şahin, barış zamanında güvercin olmuşlar ve Yaratılanı Yaratan için sevip, kimseye zulmetmemişlerdir.
“İnsanı yaşat ki devlet de yaşasın.” diye Osman Gazi’yi öğütleyen Şeyh Edebali de bir alperendir, ona kulak verip, “Bizim davamız kuru bir cihangirlik değildir. İla-yı Kelimetullah’tır-İslâmiyeti yayıp, Allah’ın adını duyurmaktır.” Diyen Osman Gazi de bir alperendir. O alperenler ki, Osmanlı’da akıncı adıyla yeniden sahneye çıkmışlar ve bileği demir, yüreği hamur cengâverler olarak Osmanlı Vicdan İmparatorluğu’nu kurmuşlardır. İşte bugün de dünyanın bu anlayışa ihtiyacı var dostlar. Hem hak için savaşan hem de hak yemeyen alperenlere, vicdan sahibi cengâverlere ihtiyaç var. Dünya, ancak alperenlerin yeniden tarih sahnesine çıkmasıyla mamur olabilir vesselâm.
Yusuf Güldür
#türk #islam #turan #vatan #devlet #bayrak #millet #tarih #türktarihi #islamtarihi #muslim #asker #polis #jandarma #milliyetçihareketpartisi
#mhp #bbp
#ülküocakları #alperenocakları #türkiye #ülkücü #asena #bozkurt #ankara #tbmm #malatya #reis #alperen #durak #birumutturyaşamak
0 notes
mustafaasir · 5 years ago
Photo
Tumblr media
II Mahmut'un kılık kıyafet ve şapka devrimi Bu yüzden osmanlı halkı ona gavur padişah demiştir Osmanlı döneminde; giyim konusundaki ilk devrim, Padişah II.Mahmut zamanında yapıldı. 1826 yılında: sarık ve cüppe yasaklandı, devlet memurlarına, ilk kez; fes, pantolon ve ceket giyilmesi zorunluluğu getirildi. II.Mahmut; yeniçeriliği kaldırınca, onlardan hiçbir iz kalmaması konusunda çaba gösteriyordu. Bunu işiten; Kaptan-ı Derya Koca Hüsrev Paşa; Tunus’tan alınan fesi, tayfalarına giydirdi. İstanbul’a geldiğinde, tayfalarıyla birlikte padişahın huzuruna; başlarında fes ile çıkınca; II.Mahmut, fesi çok beyendi ve eski başlıkların atılıp, yerini fesin almasını emretti. 1832 yılında, bir genelge yayınlandı ve tüm ordu mensuplarının fes giymeleri zorunlu hale getirildi. Evet; Osmanlı’da fes’in geldiği yer; Fas değil, Tunus’tur. Evet, takip eden dönemde; Sultan Abdülmecit; bütün memurlara, pantolon giymeyi zorunlu hale getirir ve kendiside gravat takarak, Osmanlılarda gravat takan ilk padişah olur. Zamanla; gravat, aydınlar arasında benimsenir. Padişah tarafından takılmasıda; yüksek sivil memurların ve devletin ileri gelenlerinin, gravat takmalarına yol açar. Birinci Dünya Savaşı bittiğinde, tüm devlet memurları gravat takıyordu. Şapkayı; Türkiye’ye ilk getiren, Beyaz Ruslar’dır. 1900 lü yıllarda, İstiklal Caddesinde, şapkacı dükkanı açarak, yaptıkları şapkaları, azınlıklara satmaya başlarlar. İlk şapka takan Türk’ler ise; Abdulhamit’in istibdat yönetimi nedeniyle Avrupa’da yaşayan jön Türkler olmuştur. 1923 yılında ise; şapkayı ve Batılı giyim tarzını, yurtdışında ilk uygulayanlar; İnönü ailesi oldu. İsmet İnönü; Lozan’a, üzerindeki askeri üniformayı çıkararak, Fransa’dan getirilen frakla katıldı. Bu sırada; İsmet İnönü’nün eşi 26 yaşındaki Mevhibe hanımda; Avrupa’da ilk defa çarşafını çıkararak eşinin yanında, yeni bir hayata başlamıştır. İngiliz leydileri giyinmişti ve herkez ona hayran kalmıştı. #ikincimahmud #şapkadevrimi #kılıkkıyafetdevrimi #padişah #osmanlı #tarihyalansöylemez #tarih #yakıntarih https://www.instagram.com/p/B_qeELnFJ3N/?igshid=6cnfd6d527b5
0 notes
gozel · 5 years ago
Photo
Tumblr media
thule society ataturk
-
http://m.bianet.org/biamag/tarih/207668-nazi-basinina-gore-mustafa-kemal-ve-ermeni-soykirimi?fbclid=IwAR1i37RGpFdRuueX9yB0B_avznw-omcAgnYF2Bp7yMRsTIeIW4CLhrUdacg
-
Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemi ve Mustafa Kemal’in, 1. Dünya Savaşı’ndaki “müttefik” Almanya’nın basınındaki yansıması Stefan Ihrig’in Alfa Yayınlarından yayımlanan ve Ahmet Fethi Yıldırım tarafından Türkçeye kazandırılan “Naziler ve Atatürk” kitabında geniş bir şekilde yer alıyor. Kitapta öne çıkan konulardan biri de Alman basınının Ermeni Soykırımı’nı ele alışı…
Kitaba göre, Almanya basınında Mustafa Kemal’in adının duyulması ve Almanya’da ünlenmesi, “Yunan yayılmacılığı ve Ermeni misillemeleri korkularıyla harekete geçirdiği, Anadolu’nun Türk hinterlandının parçalanmasına karşı başlattığı” ulusal direniş hareketiyle oldu.
Gelecekte Almanya medyasında Hitler gibi “gerçek bir Ari” olarak görülecek, sarışın ve mavi gözlü olmasına atıfta bulunulacak olan Mustafa Kemal için övgüler sıralanmaktaydı. Bu o kadar ileri gidecekti ki Mustafa Kemal’in Osmanlı İmparatorluğu’nu kontrol eden “daha aşağı ırklar” -Rumlar, Ermeniler ve Levantenler işaret ediliyor- karşısında hissedebildiği “kan farkı”ndan “esinlendi”ği kaleme alınacaktı.
Ihrig’e göre, Türkiye’yi saplantılı bir şekilde izleyen Almanya’da, Naziler zaten Türkiye ile büyümüştü. Türkiye’deki olaylardan ve Almanya’ya potansiyel Türk derslerinden, diğer Alman milliyetçilerden daha fazla heyecanlanıyorlardı. Bu derslerden biri Ermeni Soykırım süreci ve sonrasında devam eden ülkenin Hristiyan nüfusunun yok edilmesi, etnik olarak “temizlenme”siydi. Bu Holokost ile Ermeni Soykırımı arasındaki bağın, Hitler’e atfedilen “Bugün Ermenilerin imhasından kim söz ediyor” çıkışından daha fazlasının olduğunu göstermekte.
20. yüzyılın başında Almanya, İtilaf güçlerine birlikte yenildiği Osmanlı’nın kaderini yakından takip ediyordu. İngiltere’nin Ermeni katliamları üzerinden İstanbul yönetimini sıkıştırması Alman basınında, inkarcı bir söylem ile karşılık buluyordu. Alman basını, Ermeni katliamları karşısında İngiltere’ye Hindistan ya da İrlanda’yı hatırlatıyordu. Kreuzzeitung’da yayımlanan “Ermenistan ve Amritsar” başlıklı makale, Almanya ve Osmanlı’yı birbirine bağlayan konulardan birine, İtilaf devletlerinin Alman ve Osmanlı savaş suçlularını iade talebine şu yanıt veriliyordu:
“Şimdi keşke Hindistanlılar İngiliz hükümetine bir iade edilecek suçlular listesi gönderebilseydi!”
Stefan Ihrig’in kitabına göre, Almanya basını “Türk vakası”nı sürekli Alman bağlamlarının içine sokacak ve Almanya meseleleriyle ilişkilendirecekti. Alman Yahudi karşıtlarının da önlerinde Orta Avrupa Yahudilerini ve “kalleşlik” mitini kendi kafalarına göre düşünme fırsatı vardı. Türkiye örneğinde Yahudilerin yerini ise Ermeniler alacaktı.
“İmha nihai bir şekil almalı, Türkler örnek öğretmendir”
1921’den 1923’e kadar Kemalistlere hizmet eden Alman yüzbaşı Hans Tröbst, Türkiye ile ilgili yazılarında, “Türkiye’nin kaderi bizimkiyle olağanüstü benzerlik gösteriyor” diyor, Almanya ile kurduğu paralellikte Sevr Ermenistan’ını yeni yaratılan Polonya ile karşılaştırıyordu. “Türk dersleri”ne ayırdığı yazısındaysa “imha” önemli bir başlık olarak öne çıkıyordu:
“Böyle bir birleşik cephe ilk elde ülkenin belli bir kısmıyla sınırlı olabilir. (…) Bunun farkında olmak onlara, aleyhlerine çalışan herkesi acımasızca ve kesin bir biçimde yok etme yeteneği verecektir… Bu imha nihai ve herkesin görebildiği bir şekil almalıdır. (…) Bu bakımdan Türkler örnek öğretmendir”
Bir başka önemli vurgusu da “ulusal arınma”ydı:
“Türk ulusal bünyesindeki kan emiciler ve asalaklar Rumlar ve Ermenilerdi. Kökleri kazınmalı ve zararsız hale getirilmeliydiler; yoksa bütün özgürlük mücadelesi tehlikeye girerdi. (…) Muharebe alanında geçmişi yabancı olanların neredeyse tümü ölmeliydi”
Tröbst’e göre “Ermeniler ve Rumlar Türklere göre daha hızlı çoğalmaktaydı, ticaret ve kalkınma yalnızca onlardaydı ve tamamen insaflarına kalmış güçsüz (Türk) nüfusu tüketmenin en sinsi yollarını biliyorlardı.” “Kalleş” terimi de zamanın diğer gazetelerinde olduğu gibi Hristiyan azınlıkların yaptığı iddia edilen şeyler için kullanılmaktaydı. Bunlar antisemit klişelerin Ermeni karşıtı haline getirilmesinden ibaretti ve Naziler döneminde benzer söylemlerle Yahudiler hedef gösterilecekti.
Stefan Ihrig’in kitabına göre, Ermeni karşıtı klişeler 1. Dünya Savaşı öncesinde de Almanya’da etkiliydi. Hitler’in iştahlı bir okuru olduğu Karl May’in Doğu Döngüsü romanları bu klişeleri yeniden üretmişti. Liberal politikacı ve rahip Friedrich Naumann’ın bir gazete makalesini intihal eden May’in “Im Reiche des Silbernen Löwen”in bir pasajı açıkça Ermenileri hedef alıyordu:
“Ben bir Hristiyanım ve “Komşunu sev” buyruğuna uyarım ve diyorum ki Türkler Ermenileri öldüresiye dövdüklerinde doğru iş yaptılar. Türkün Ermeni’den korunmak için başka yolu yoktur (…) Ermeni dünyadaki en kötü tiptir. (…) Saldırıyı başlatan Türkler değil, Ermenilerdir (…) Ermenilerden korunmanın muntazam bir yolu yoktur. Türk kendini savunmak için hareket ediyor.”
Karl May’in bir başka yazımındaysa Ermeniler, Yahudiler ile kıyaslanıyor ve daha “tehlikeli” gösteriliyordu:
“Bir Yahudi on Hristiyan’ı kandırır, bir Yankee elli Yahudi’yi oyuna getirir, ama bir Ermeni yüz Yankee’yi kandırır… Nerede bir kötülük, bir ihanet planlanıyorsa, Ermeni’nin şahin burnu mutlaka içindedir. Vicdansız Yunan bile bir hainlik yapmak istemediğinde, günahtan para kazanmak isteyen bir Ermeni kesinlikle bulunur.”
Ermeni karşıtı eski klişelerin devam etmesi, Ermenilerin “Doğunun Yahudileri” olarak algılanması, Nazi yayınlarında ve basınında o kadar güçlüydü ki, Propaganda Bakanlığı 1936’da Ermenilerin gerçekte Yahudi olmadığını vurgulayan bir talimat çıkarma gereği duyacaktı.
Orta Avrupalı Yahudiler ile Osmanlı Ermenileri arasında algılanan paralellik, Ermeni Soykırımı’na aşırı sağ ve Nazi ilgisini her daim pekiştiriyordu. Üçüncü Reich yazarlarına göre Osmanlı’nın da “hastalığı” bu çok etnisiteli yapısıydı. Onlara göre “Türk hasta değildi, ama boş yere bir arada tutmaya çalıştığı cansız bir imparatorluğun inanılmaz ağırlığını taşımak zorundaydı.”
Bu durum başkent için de geçerliydi. 1923 öncesi İstanbul, Osmanlı’da yanlış olan her şeyin vücut bulmasıydı. Burada İstanbul hiçbir zaman bir “Türk kenti” olmayan ve 1923’ten sonra bile Ankara’nın karşıtıydı. Atatürk’ün 1919 öncesi İstanbul’u, “Hitler’in Viyana’sı”nın Alman lider için oynadığı role çok benzer bir rol üstlenmekteydi.
“Ermenilerin kovulması Kızılderililerin imhası gibi bir gereklilik”
Üçüncü Reich başladığı sıradaysa Türkiye’de “azınlık sorunu” esas olarak “çözülmüş”tü. Yine dönemin Alman basınına göre “çözüm”ün nedeni Ermenilerin “asimile edilemez yabancı bir bünye” olarak algılanmasıydı ve bir “gerekçe”ye bağlanıyordu:
“İnsani tarafı bir yana bırakılırsa Ermenilerin Yeni Türkiye için devletlerinden kovulması, Amerika’da Beyazlar için Kızılderililerin imhası kadar zorlayıcı bir gereklilikti – önkoşullarda belli farklılıklar olmakla birlikte.”
Alman basınına göre bu “gereklilik” ile Anadolu Ermenilerinin çok büyük bölümü ya Ermeni Soykırımı’nda yok edilmiş ya da daha sonra ülkeyi terk etmişti. Böylece de Yeni Türkiye “ırksal olarak” homojen bir devlet olmuştu.
Bu “homojenlik” içinde Kürtlerin varlığını gözardı eden Alman basını, sadece Mustafa Kemal ve Yeni Türkiye’sinin  “başarı”sına odaklanıyordu. Öyle ki 1924’teki Hitler Duruşması sırasında o sırada ana Nazi gazetesi olan Völkischer Kurier’in ilk sayfasında yayınlanan bir makalede, Ermenilerin başına gelenlerin müstakbel bir Almanya’da Yahudilerin başına da gelebileceği belirtiliyordu. Ve bu “kehanet” gerçek çıkacaktı.
“Üçüncü Reich’ın algıladığı şekliyle Ermeni Soykırımı, gerçekten de baştan çıkarıcı bir emsal olmuş olmalı” diyen Stefan Ihrig’in dediği gibi Holokost’un kökeninde Ermeni Soykırımının rolünün yeniden değerlendirilmesine hala ihtiyaç duyuluyor. (SD/EKN)
                                                                         Serdar Korucu                  
Nazi Basınına Göre Mustafa Kemal ve Ermeni Soykırımı                              Almanya, 2016’da Ermeni Soykırımı’nı resmen tanıdı ve bu süreçteki rolü ile yüzleşmek için adım attı. Yaklaşık yüzyıl önceki Alman basınının bir bölümü için bu imha “zorunluluk”tan ibaretti. Hatta bazı yorumlara göre 3. Reich’ı Yahudi Soykırımı’na “cesaret”lendirmişti.              
0 notes
felsefesitesi · 7 years ago
Photo
Tumblr media
Osmanlı’da Hürriyet: Osmanlı’da hürriyet diğer kavramların etrafında toplanması nedeniyle kilit önemdeydi. Hürriyet kavramı Fransa ile etkileşimin açık seçik hale geldiği Tanzimat sonrasında belirmiştir. Avrupa’da elçilik yapan Sadık Rıfat Paşa terimi kullanan ilk isimlerdendir. Rıfat Paşa 1839’da başlayan Tanzimat dönemine fikir babalığı yapmış bir devlet adamıdır. Müntahabât-ı Âsar adlı eserinde Avrupa’da gelişen özgürlükçü fikirleri tanıtmış, devletin medeni olması için hürriyete gerek duyduğunu belirtmiştir.  http://www.dmy.info/osmanlida-hurriyet/ Resim: Pera’da Jön Türkler için nümayiş
5 notes · View notes
utopianatolia · 8 years ago
Text
Kitaplar...
219)Halil İnalcık/Emine Çaykara-Tarihçilerin Kutbu “Halil İnalcık Kitabı”(1)
Babam Kur’an hafızı,Türk milliyetçisi,Rusya’adn gelen ve milliyetçiliği burada ateşleyen Yusuf Akçura,Sadri Maksudi ile yakın dostluğu oldu.
İnalcık’ın teyzesi...kayboluyor.Bir hafta sonra cesedi sahilde bulunuyor.Annem anlatırken çok ağlardı. Ve babam intihar etmeye kalkıyor.Ama ben babamı iyi bilirim,numara.Hatice Hanım, araya giriyor, ‘Sen kendine kıyma,bak bizim başka kızlarımız var, Bahriye’yi sana veririz.’ diyor.
Ankara istasyonuna Hitit Güneşi koydular ya, “Bu pagan bir semboldür,Türklükle ilgisi yoktur” diye sert bir eleştiri yaptı.Gazeteye düştü.Gerçek milliyetçiydi. Sadri Maksudi de aynı sebepten Atatürk’ün hışmına uğramıştır. (Adile Hanım)
37-38
Halil Bozkurt’tu ilk ismim. Babamın Ankara’da imal ettiği Bozkurt kolonyası onunla bağlantılı.Cumhuriyetin ilk paraları üzerinde Bozkurt vardır.Soyadı kanunu çıkınca vaktiyle gidip Bozkurt’u tescil ettirmemişiz, oradaki memur da bize kanun gereği üç ay sonra İnalcık’ı uygun görmüş.(Cengiz’e karşı koyan Otrar valisinin adı İnalcık)
Leopold von Ranke:Araştırdığı döneme kendisini götürebilen insan tarihçidir.
Mesela bundan iki-üç sene önce 10 Kasım’da, onun ölüm yıl dönümünde Bilkent’te bir konuşma istediler benden.Bilkent Orkestrası vardı,konuşma yaparken bir ara kendimi tutamadım,gözlerim yaşardı, kafamı eğdim saklamak için, orkestradakiler ayağa kalktılar,bir alkış,bir alkış...Çok duygusal bir andı.Biz Atatürk’ü gerçekten bir baba gibi hissediyorduk.Olağanüstü bir varlıkla aynı mekanda yaşıyormuşuz hissindeydik.
İçimizde bazıları Atatürk için yemin ettiler, biz senin yolundan gideceğiz filan... Böyle bir hava vardı. Bu tabii tamamen kaybolmuştur. Yeni kuşaklar bugün “Vatan,Millet,Sakarya” diye alay ediyorlar o destani devirle, son derece üzülüyorum. Hakikaten Türkiye’yi kurtaran, bir devlet ve millet yaratan bir liderdi Atatürk.
...ama öbür taraftan ad, Atatürk’ü putlaştırmak bir hatadır.Buna karşın Ata’yı putlaştırmayalım diye bir Ecevit, bir Velidedeoğlu çıkmıştır.Atatürk’ün koyduğu prensipler diye birtakım donmuş kurallara bağlı kalmak Türkiye’nin önünü kesmektir,diyor Velidedeoğlu.
Zeki Velidi Togan “tarih tezi” şiddetle karşı çıktı dedi ki “Kuraklık çok daha önce,prehistorik zamanlarda olmuştur” Tabii ki, Atatürk’ün yardakçıları o zaman Zeki Velidi’ye fena halde hücum ettiler.Reşit Galip vb. İsmet Paşa zamanında Almanya’ya sürüldü Togan aşırı Türkçü diye.
Emile Durkheim ve Ziya Gökalp’le başlayan sosyoloji ekolü “Bir kültür bir milletin ruhu gibidir,organik şeydir;hayat görüşüyle,müziğiyle,adet ve ananesiyle,ölüsünü mezara gömüşüyle kültür organik bir bütündür. Nasıl bir organizmaya dışardan bir şey ithal ederseniz,onu reddeder, kültür de böyle bir şeydir” diyorlar.
Yeni bir hava getirdiler ve DTCF’nde iki karşı grup oluştu, birisi Ragıp Atlademir,Necati Akder, Mehmet Altay Köymen, Osman Turan, milliyetçi,ananeci, İslamcı grup; ötekilerse Amerika’dan gelen Behice Boran gibi aşırı veya ılımlı sosyalist grup.
TTK’dayım,Türkçeciyim, Atatürkçüyüm,onun kitaplarını öven bir yazı yazdım.Bu kadar saf Türkçeyle ilmi eserler de yazılabiliyor, Yusuf Hikmet Bey bunu ispat etti,diye övdüm.Bu aramızda, dostluğa bir neden oldu.Ama Fuad Köprülü bu yazımı beğenmedi,uydurma dil olmaz diye. Hikmet Bey beni destekledi birçok hadiselerde.Sonraları bir ara büyük bir kavgaya sebep oldum TTK’da
Mesele bugün Irak savaşından sonra açıkça ortaya çıktı; Amerika bizim hemen güney hududumuzda açıkça bir Kürt devletinin altyapısını hazırladı.Bugün Barzani ve Talabani meydanda...Düşünün,bunlar gelecekteki Irak hükümetinde yer alırlarsa bütün Irak bizim güneyimizde düşman bir memleket haline gelecek (bu sözler 2003′te söyleniyor) aynısını Suriye için 2010′da lise sıralarında söylemiştim :)
Ulus-devlet modeli bitti mi sorusu üzerine “Yok bitmedi,bitti derseniz o zaman Türkiye devletini inkar ediyorsunuz,Sevres’i,Türkiyenin parçalanmasını kabul ediyorsunuz. Öyle tezler ortaya atılıyor? -Neden? Çünkü kendisini Türk, hatta Türkiye vatandaşı hissetmiyor,bağnaz etnik bilinçlenme ortada olan bir olgu.
Muzaffer Şerif
Türk parasını koruma kanunu çıkmıştı,1957′den itibaren enflasyon başladı. Menderes ve ekibi iktidarı ele aldıkları zaman İnönü’nün maaşları koruyan sıkı para politikasını terk ettiler, piyasaya bankalardan para akıttılar; köylüye bol bol kredi verildi ve bu çok büyük değişiklik yaptı, sonraları Özal’ın devrinde olduğu gibi.Köylü traktör almaya başladı,üretim arttı,hakikaten DP dönemi bir dönüm noktasıdır.Eski Osmanlı’dan gelen paşalar devri ve sıkıyönetim devri kapandı.Piyasaya,köylüye bol kredi enflasyonu getirdi.Enflasyon tabi memurların maaşını düşürdü,bürokratlar arasında subaylar da var.
Oğlu Said Efendi; matbaa işinden anlayan İbrahim Müteferrika’yı buluyor ve Said Efendi bir ferman alıyor sultandan,1726-27′de ilk matbaa faaliyete geçiyor.
Osmanlı’da şehrengiz diye bir edebiyat vardır Şehrengizden kasıt, şehri tasvir değil, şehirdeki güzel oğlanları tasvirdir.Bunun zamanımızda en büyük yazarı da Reşet Ekrem Koçu idi, kaynağı şehrengizlerdir.
100
Osman Turanla, Labor Party’nin Celebration Party’sine gittik; dört şiling veriyorsunuz,unutmuyorum,içeriye girebiliyorsunuz.Kalabalık tabii İşçi PArtisi’nin büyük zaferi kutlanıyor.Herjes Mr.Attlee için sıraya girmiş,imza alıyor,ben de girdim sıraya ve not defterime imza aldım.Yani Churchill’i yenen adamın imzası defterimdedir.
Hyde Park’ın köşesindeki meşhur kürsüdür; isteyen orada çıkar, halka hitap eder. Söylendiği gibi mühim bir kurum değildir; herkes orada konuşabilir.İşçi çıkar;hayattan,hükümetten şikayet eder,herkes güler,şakalar yapar, ama ciddi günlerde o kalabalık büyür. Söz hürriyetini göstermek için o kürsüyü koymuşlar.
108-109
Kahlenberg Tepesi’ne gittim, dua ettim.
Türkler Viyana’yi kuşatınca, İngiltere bile endişe içindeydi. İlk günlük gazete, o zaman çıkıyor; halk Avrupa’da her gün cepheden haber bekliyor.Türk kuşatması Avrupa için sıra dışı bir hadise.Viyana muhasarası benim profesörlük tezimdir.Napolyon nasıl Fransa’yi mahvetmişse, Osmanlı’yı da Merzifonlu Mustafa Paşa mahvetmiştir;düşüncesiz,magrur adamdı.
1593-1606 Avusturya savaşında,on üç senelik savaşta, o zaman Avrupa askeri alanda devrim yapmış; orduları, ateşli silahları, at üzerinde tüfekli askerleri... Bizim tımarlı süvariler mızrak kullanıyor, Avrupalı asker, tüfekle savaşıyor. Sonra rivli tüfek keşfetmişler,yani çok daha sert, zırh delen tüfekler... Osmanlı paşalarından saray “Aman bize ateşli silahlarla donatılmış asker gönderin,süvari bir işe yaramıyor” diye raporlar geliyor.Savaşın 13 yıl sürmesi bu yüzden
Protestanlığın yerleşmesi Osmanlı baskısı neticesidir.Habsburglar,Osmanlı ile savaşmak için Alman Protestan prenslerine daima tavizler vermişlerdir.
16. yüzyıldan sonra değişti, aynı meseleleri şeriata uydurmaya çalıştılar,yani devletin şer’ileşmesi sonradan ortaya çıktı.
Neyse biz arka sıralarda yerimizi aldık, namazımızı kıldık, doğrusu kaç rekat bilmiyorduk. Neyse, bir imtihandı bizim için, her şeyi bilmek lazım.
Kuzey Amerikalı nasıl ortaya çıktı?İngiltere’de, 1730-60 döneminde din meselesi tartışma konusu;Katoliklik,Protestanlık,Anabaptizm...Bir de püritanizm diye bir mezhep çıktı.Püritanizm, İncil’in söylediği her şey tam manasıyla, ayırmadan,çevirmeden takip etmek...Osmanlı’da bunun karşılığı 16. yüzyılda Birgivi ekolü diyebilirsiniz, mesela peygamber namazı toprak üzerinde kılarmış, halı üzerinde kılmak bidattır, diyor. Birgivi o kadar sert. Mehmet Birgivi’nin inanışı katı İslam. İngiliz devleti Püritenleri kanundışı saydı,baskı var, yakalananlar takibata uğruyor, onlar da Hollanda’ya kaçtılar,Hollanda’da tutunamadılar, uzak bir memlekete gidip kendi hayatlarını, kendi dini inançlarını yaşamak için Amerika’yı seçtiler. İlk defa Massachusettes’e, Amerika’nın kuzey kısmına, sonra güneye koloni halinde yerleştiler. İlk zamanları çok bağnaz bir din hayatı yaşadılar; herkesin hal ve hareketi takip ediliyor, cezalandırılıyor; öyle bir taassup ve baskı. İlk Amerikan kolonisi böyle doğdu.
147
Mesela Endenozya’da Açe’de Sultan Alaeddin var, Hollandalılarla savaşıyor, fakat top yok ellerinde, ötekilerin topu tüfeği var. Osmanlı padişahı oraya bir heyet gönderiyor; kale yapmak, top dökmek için... Tasavvur edin, Endonezya nerede, İstanbul nerede? Orta Asya’da Ruslara karşı oradaki hanlara 300 tüfekli yeniçeri gönderiyor.Dünyada Avrupa’nın üstünlüğü, ateşli silahlar ve ateş gücü yüksek gemilerle...Osmanlı’nın gücü de bunlara sahip olmaktan geliyor.
Ebusuud büyük bir alim, Kanuni ona demiş ki “Sinde sindaşım,dünyada yoldaiım,ahirette kardaşım” Aynı yaşta oldukları işin...Lewis bana bir gün KAnuni’nin sözünü tekrarlayarak “Yaşta yaştaşım,ahrette kardaşım” dedi. Valla güzel dedim,yaşta yaştaşız ama ahrette cennette mi cehennemde mi beraber olacağız bilmiyorum.Böyle şakalaşırız.
Araplar, Osmanlı devrini istismarcı, baskıcı, kötü ve karanlık devir olarak öğretirler.
2 notes · View notes
orkunistanbullu · 8 years ago
Photo
Tumblr media
Türk Kurtuluş Savaşında Yunan-Kürt İşbirliği Açıkçası, Türkiye’de Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana bu ülke için kim savaştı, kim savaşmadı tartışması hiç yapılmamıştı. Yapılmamıştı çünkü bu ülkeyi bölmeye ve açıktan çökertmeye çalışanlar yoktu. Olmadığı için de geçmiş defterleri kimse açmamıştı. Ancak artık ortada bölücü ve Türk düşmanı bir Kürt hareketi var, bu hareketin teröristleri var, buhareketin milletvekilleri var ve bu hareketin destekçileri var. Bu hareket Türkiye Cumhuriyetini dış devletlerin destekleri ile çökertip Irak,Suriye hattında olanların devamı olarak Kürdistan kurmaya çalışıyor.Irak,Suriye,Türkiye,Iran hattından alacakları topraklar üzerinde ''Büyük Kürdistan''kurmaya çalışıyorlar.Bu projeye bölgede en önemli destek İsrail'den geliyor.İsrail özellikle Irak kuzeyine çok ilgi duyuyor.Kürdistan projesi ''BÜYÜK İSRAİL'' yolunda kullanılan bir plan. Ermenistan ise Türkiye Doğu Anadolu bölgesini ''Batı Ermenistan'' olarak görüyor.Şu anki Ermenistan Doğu Ermenistan'dır.Erivan ve çevresi esas adı Revan Hanlıgı idi.Türklerden işgal eden Ruslardı ve böylelikle Ermenistan'ı kurdular.''Büyük Ermenistan'' hedefi ile Ermenistan Rusyanın destekleri ile Azerbaycan'dan Karabağ hattını işgal etti.Bu işgal sonrası bölge Ermenistan'ın dolayısıyla en önemli destekçisi Rusyanın kontrolüne geçti.Ermenistan-Türkiye sınırları da Rusya kontrolünde. Diğer müttefiklerinden Yunanistan'ın ''Büyük Yunanistan-Megali İdea'' Pontus Rum Devleti ve Lazistan Devleti projeleri var.Lazistan projesinde Gürcistanda etkin. Kıbrıs,Ege adaları,Batı Trakya konularında ise Büyük Kürdistan siyaseti güdenler Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetine karşı Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimini destekliyor.Yunan Bağımsızlık Savasını'' Yunan İsyanını'' örnek alarak Yunanistan ile yakın çalışıyorlar. Bu bölücüler her fırsatta tarih yalanlarıyla piyasaya çıkıyorlar ve diyorlar ki bu ülkeyi Kürtler ve Türkler birlikte kurdu ama Gazi Mareşal Mustafa Kemal Atatürk onlara ihanet etti, Kürtlerin hakkını vermedi. Kürtlerin hakkı neydi, verildi mi verilmedi mi tartışması sürerken aslında çok daha başka bir şey daha tartışmaya açılmıştı; hakikaten Kürtler bu ülkeyi kurarken Türklerle birlikte miydi? Ama artık tartışma açılmıştır, tarihi tabular tartışılacaktır ve gerçekler kazanacaktır. O nedenle kimse etnik kimliğinden gocunmasın, tarihiyle yüzleşsin, barışsın: Evet Kürtler Kurtuluş Savaşı’na katıldı ama Türk Ordusu’nda değil Britanya İmparatorluğu-Ingıltere destekli olan Yunan Ordusu’nda savaştılar! Bir şey daha ekleyelim, yıllardır Araplar Osmanlı’yı arkadan vurdu diyenler aynı şeyi Kürtler için de söylemeliler; Kürtler Kurtuluş Savaşı’nı arkadan vurmuştur. Osmanlı-Rus Harbi’nde,Osmanlı’yı arkadan vuran Kürtler Osmanlı’da Kürt meselesinin ortaya çıkışı bir Doğu Cephesi''Şark Meselesi'' sorunu olarak başlamıştır. 17. yüzyıldan itibaren yükselişe geçen Rus emperyalizmi, 1800’lerin başından itibaren Osmanlı’yı hem Doğu cephesinde Kafkaslar’dan, hem de Batı cephesinde Balkanlar’dan sıkıştırmaya başlar. Batı cephesinde Slav kökenli Bulgarları,Sırpları ve Ortodoks Yunanları,Rumları kışkırtan Ruslar Doğu’da ise Ermeni ve Kürtlere el atar. 1800’lerden hemen sonra ilk Kürdoloji çalışmaları yine Ruslar tarafından başlatılır. Kürtçülerin bugün bile en temel başvuru kaynakları olan kitaplar da bu dönemde Ruslar tarafından yazılır.Ruslar aynı zamanda Nasturi,Keldani,Yezidi,Süryani azınlıklarına da destek vermiştir.Osmanlı'ya karşı isyan ve ayaklanmalar çıkarmaları için. Rusların bu çabaları karşısında Osmanlı’da da uyanma başlar. Rus destekli Kürt aşiretleri ile Osmanlı arasında çatışmalar başlar. 1830-1855 tarihleri arasında 8 Kürt isyanı gerçekleşir. Fakat asıl büyük Kürtçü hareket tam da 1877 yılında gerçekleşir. Bu tarih 93 Harbi olarak bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi’nin tarihidir. Hem Balkanlar’da hem de Kafkaslar’da Ruslarla savaşan Osmanlı’ya karşı bir cephe de Kürt aşiretleri açar. Bedirhanlar ve Şeyh Ubeydullah isyanları tam dört yıl sürer. Rus General Korganof, Erzurum’a saldırıya geçmeden önce Zeylani ve Sepki aşireti reisleriyle buluşur ve yüklü miktarda ödeme yapar. Sonuç olumludur, Kürtler Rusya’ya karşı Osmanlı’yı desteklemezler. Kürt isyanlarının genel karakteri burada şekillenir: Türk devleti ne zaman ki bir düşmanla savaşsa mutlaka bir Kürt isyanı başlar. Rusların Kürtlere desteği sonrasında da devam eder. Ama 93 Harbi’nden sonra hem Ermeni hem de Kürt meselesi bir arada ortaya çıkacaktır. Doğu illerimiz Rus işgaline girdiğinde hem Ermenilerin hem de Kürtlerin isyanları aralıksız devam edecektir. Hamidiye Alayları neydi? Bu dönemde 1890 tarihinde Hamidiye Alayları kurulur. Alayların hedefi Türk halkına yönelik Ermeni katliamlarını önlemektir. Abdülhamit tarafından kurulan bu birlikler için şimdi kimi yazarlar çarpıtmalara girişmektedir. Bu alaylarda Kürt aşiretleri yer almıştır elbette ama bu aşiretler Osmanlı silahlarını ele geçirip daha sonra Ermenilerden boşaltılan arazilere el koymaya başlamıştır. Kürtlerin bu alaylara giriş sebebi Türklere destek olmak değil Ermeni topraklarını ele geçirmektir yani. Zaten bu alaylar daha sonra lağvedilecektir. Fakat Hamidiye Alayları’nın lağvedilmesinden sonra da silahları bırakmayacak ve Osmanlı’ya karşı savaşacaklardır. Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ile birlikte Kürtler de Doğu bölgelerinde Ruslarla birlikte hareket edecektir. O dönem bölgede etkili olan Rus Elçiliği Kürtleri ele geçirmiştir. Nitekim hemen 1914 yılında Kürt isyanları başlar. Rus Orduları Doğu Anadolu’yu işgal ederken Kürtler de bağımsızlık hayaliyle Ruslara yardım ederler. Ünlü Sykes-Picot Antlaşması’na göre Doğu’da Ermenistan ve Kürdistan kurulacak ve Rusya’ya bağlanacaktır. Kürtlerin Çanakkale’de savaşmamalarının nedeni de budur. 1916 yılında Antlaşmaya dökülen plan, Rusların 1830’dan beri uyguladığı plandır zaten. Fakat Birinci Dünya Savaşı tüm dengeleri alt üst eder. Kürtler de bu dönemde hem Ruslarla hem İngilizlerle hem Fransızlarla hem de Amerikalılarla işbirliği yapar. Kürtlerin bağımsızlığına Sevr Antlaşması ile karar verilir. Yani Birinci Dünya Savaşı’ndan Kurtuluş Savaşı’na giden dönemde Kürtler hep Türkiye’yi işgal eden kuvvetlerle birlikte hareket eder. Bu durum, yani Kürtlerin Birinci Dünya Savaşı’nda Türklerle birlikte savaşmaması o dönemin raporlarında açıkça geçmektedir. Rus Gordlevski aynen şu satırları yazar: “Türkler vatan savunmasına katılmadıkları için Kürtlere çok kızmaya başladılar.” Fakat Rusya’da Bolşevik İhtilali gerçekleşince işler değişir. Çünkü Rusya Sykes-Picot Antlaşması’nı fesheder. Bunun üzerine Türk-Sovyet Antlaşması gelir ve Kürtler yalnız kalır. Fakat daha sonraki Joseph Stalin döneminde Sovyetler özellikle Iran ve Irak hattındaki Kürt aşiretleri ile ilgilenmeye devam etti.Bölgede kendine bağlı yeni devletçikler kurmak için .İlk Kürt devletini kısa süreli de olsa Iran'da Sovyetler kurmustu ismi Mahabad Cumhuriyeti idi. 2. Dünya Savaşı sırasında, Temmuz 1941'de Müttefikler Büyük Britanya-Ingıltere ve Sovyetler Birliği''Rusya'', İran'ın işgali konusunda anlaştı. İngilizler güneyden, Sovyetler ise kuzeyden saldırarak İran'ı ikiye bölerek işgal etti. Sovyetler işgal ettiği bölgelerden Azerbaycan eyaletlerinde iki cumhuriyet kurduracaktı. 16 Ağustos 1943'te KOMELA (Komeleyê Jinêweyê Kurdistan/Kürdistan Diriliş Topluluğu) kuruldu ve Mart 1944'te Hawî cemiyetiyle yardımlaşma anlaşmasını imzaladı. Ağustos 1944'te Dinbanbar Dağı'nda Üçlü Sınır Anlaşma (Peymare Sêsinor)'nın imzalanmasıyla diğer ülkelerde bulunan Kürtler ile işbirliğini sağlamaya çalıştı. Eylül 1945'te daha önce 1930'da Oramar İsyanı (Dağlıca/Hakkâri)'ndan sonra Kasım 1931'de Irak kuzeyinde ayaklanan Şeyh Ahmed Barzani ve kardeşi Molla Mustafa Barzani de katıldı. Mahabad Cumhuriyeti'nin askerinin temeli Herkî ve Şıkak aşiretlerinden oluşturuluyordu. Ekim 1945'te KOMELA, adını İran Kürdistan Demokrat Partisi (KDP-İ) olarak değiştirdi.Sovyetler KDP-İ'ye de 1.200 tüfek gönderdi. 22 Ocak 1946'da Mahabad'da Çarçıra Meydanı'nda Mahabad Cumhuriyeti'nin kuruluşu ilan edildi. Sovyetler Şubat 1946'ta 5.000 tüfek gönderdi. Ancak Sovyetler 9 Mayıs'ta İran topraklarından çekilince 17 Aralık'ta İran ordusu Mahabad'a girerek Mahabad Cumhuriyeti'ni yıktı. 31 Mart 1947'de Cumhurbaşkanı Kadı Muhammed, Başbakan Hacı Baba Şeyh ve Savunma Bakanı Muhammed Hüseyin Han Seyfi Kadı, Mahabad Cumhuriyetinin kurulduğu yer olan Çarçıra Meydanı'nda asılarak idam edildi. Cumhuriyete katılmış olan Barzan aşireti Nisan 1947'de Irak kuzeyindeki Barzan'a döndü. Irak hükumeti Şeyh Ahmed Barzani'yi yakalayarak hapsetti ve işbirlikçi suçlamasıyla Irak ordusundan dört subayı idam etti. Molla Mustafa Barzani ise Barzan bölgesinden kaçarak Aras Nehrine ulaştıktan sonra Sovyetler Birliği'ne iltica ederek Bakü'ye gitti. Iran'ı 1924'e kadar Türkler yönetiyordu fakat 1924 sonrası yönetimi Fransa,Britanya-Ingıltere ve Rusya kendi çıkarları ve menfaatleri gereği Farslara verdi.Farslar bölgede Azerbaycan,Türkiye,Iran içindeki Güney Azerbaycan,Horasan,Kaçkay Türklerine karsı Ermenistan'ı destekliyor.Ermenistan, Azerbaycandan Karabağ hattını işgal ederken en iyi desteği Rusya ve Iran Farslardan aldı.Günümüzde Karabağ meselesine Fransa ABD Rusya devletleri bakıyor ve bu 3 devlette Ermenistan'ın tezlerine destek veriyor.Iran Farslar da , Azerbaycan ve Türkiye tehlikesine karsı kendi çıkarları ve menfaatleri gereği Ermenistan'ı destekliyor. Bu tarihten itibaren Kürtlerin esas hamisi Ruslar değil İngilizler olacaktır. Kürtler Sarıkamış’ta var mıydı? Tüm bu anlatılanlardan sonra Kürtlerin neden Çanakkale Savaşı’na katılmadığını anlamak kolaylaşır. Daha 1830’lu yıllarda başlayan Kürt ihaneti çoktan kökleşmişti, Birinci Dünya Savaşı sırasında da Kürtler Türkiye için değil Ruslar için savaşıyordu. Böyle olduğu için de Çanakkale Savaşı sırasında Kürtlerin şehit listesinde olmamasına şaşırmamak gerekir: Çanakkale uzak olduğu için değil Türklere uzak oldukları için katılmadılar savaşa. Kimileri bu gerçeği daha fazla gizleyemeyeceklerini biliyor. O nedenle de Kürtlerin diğer cephelerde, Sarıkamış’ta çarpıştığını söylüyorlar. Elbette bu da büyük bir yalan. Genelkurmay arşivlerinde Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı şehitlerinin listesi, askerlik şubesi kayıtlarına göre tutulmuştur. Dolayısıyla Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı rakamları gerçektir, kimse bunlara itiraz edemez. Ama Kürtlerin Sarıkamış’ta savaştığını iddia edenler varsa, buyursunlar rakamları açıklasınlar. Yani bizim yaptığımızı yapsınlar, belgeye karşı belgeyle ortaya çıksınlar. Ama Sarıkamış’ta Kürtlerin Ruslara karşı savaşma ihtimali bile yoktur ortada çünkü Kürt aşiretlerini o dönemde zaten Rus Elçiliği kontrol ediyor ve yönlendiriyordu. Hain bir Kürt aşiret reisi Mutkili Hacı Musa Kurtuluş Savaşımızın başlangıcı 19 Mayıs 1919’dur. 24 Ağustos 1919’da Kurtuluş Savaşı’nı idare etmek üzere Heyet-i Temsiliye oluşturulmuştur. 9 kişilik kurulda bir de Kürt vardır. Mutki Aşireti reisi Hacı Musa Bey. Ancak bu Kürt ağası içeri sokulan bir haindir. Nitekim Hacı Musa Bey, 1923 yılı Mayıs ayında Erzurum’da kurulan Kürt Azadi Cemiyeti’nin de lideridir. Azadi Cemiyeti’nin üyelerinden biri de Şeyh Sait’tir. Azadi Cemiyeti İngilizlerle, Fransızlarla ve Sovyetler Birliği''Rusya'' ile temas kurarak Bağımsız Kürdistan için destek aramıştır. Daha sonra bu örgüt İngiliz desteği ile başlayan Nasturi Ayaklanması’na katılır. Nasturi Ayaklanması’nın bastırılmasından sonra ise İran’a kaçarlar. Daha sonra Gazi Mareşal Mustafa Kemal Atatürk, bu hain Kürt aşiret reisi hakkında Nutuk’ta açıklama yapacaktır. İlk Meclisteki hain Kürt milletvekilleri Ankara’da Millet Meclisi’nin kuruluşu 23 Nisan 1920’dir. Bu tarihten itibaren TBMM Ordusu da kurulmuş ve Kurtuluş Savaşı’nı vermiştir. O dönemki mecliste de bugünkü Mecliste olduğu gibi bölücü Kürt milletvekilleri vardır. İşte bu Kürt milletvekilleri Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’na yardım etmemiş, tam tersine bunlar Kurtuluş Savaşı’na karşı bir ayaklanma örgütlemişlerdir. Bitlisli Kürt milletvekili Yusuf Ziya Bey de Azadi örgütünün içindedir. Yusuf Ziya Bey aynı zamanda İngiliz Ajanıdır. Mustafa Kemal Paşa, Yusuf Ziya Bey’den kuşkulanmakta ve onu takip ettirmektedir. Gerçekten de Mustafa Kemal’in kuşkuları gerçek olur ve Yusuf Ziya Bey Nasturi İsyanı’na katılır. İşin daha da vahimi Yusuf Ziya Bey’in askeriye içinde de adamları vardır. Nasturi İsyanı’nı bastırmakla görevli birlikten, Fırka komutanı İhsan Nuri, Vanlı Rasim, Tevfik Cemal ve Teğmen Ali Rıza da Kürt örgütünün üyesidir ve isyan sırasında 270 askerle birlikte karşı tarafa geçerler! Görüldüğü gibi Kurtuluş Savaşımıza katılan ve Türklerle birlikte savaşan Kürtleri değil, Kurtuluş Savaşı’nın içine sızan, ancak kendi Kürt örgütlenmesini devam ettiren, İngiliz, Fransız ve Yunan işgalcilerle işbirliği yapan ve en sonunda da Türk askerine karşı cephe açan Kürtleri görüyoruz. Bu örgütün İngiliz desteğini sağlamak için Nasturi isyanından üç yıl önce 1920 yılında yine Hakkari’de başka bir isyan çıkarttığını da kaydedelim. Mustafa Kemal’e idam kararını da bir Kürt verdi Peki Kürtlerin Kurtuluş Savaşımız sırasındaki tek ihanetleri bu mudur? Aslında Kurtuluş Savaşı’nın başından itibaren Mustafa Kemal’in karşısındadır Kürtler. Mustafa Kemal’in idam emrini veren Kürt Mustafa Paşa’dır!. Aynı Kürt Mustafa Paşa’nın eniştesi ise Kürt İzzet Bey’dir ve İstanbul Hükümeti’nin İçişleri Bakanıdır. Kürt İzzet Bey de İngiliz Ajanıdır. Kürt İzzet Bey’in bir de yeğeni vardır Şerif Paşa, o da Kürdistan Teali Cemiyeti’nin Paris temsilcisidir. İstanbul Hükümeti’nin ve İngilizler’in, Mustafa Kemal hareketini engellemek için kullanmayı düşündükleri kütle ise Kürtlerdir. Damat Ferit, Kürdistan Teali Cemiyeti ile görüşerek onlara özerklik karşılığında Mustafa Kemal’e karşı savaşmayı teklif eder. Damat Ferit Yüksek Komiser De Robeck ile görüşerek Sevr koşulları gereğince 15 bin kişilik bir Kürt ordusu kurulmasını ve Kürtleri Mustafa Kemal’e saldırtmayı teklif eder. Bu yönde en önemli girişim Ali Galip olayıdır. İngiliz Ajanı Binbaşı Noel, Ali Galip ve Kürdistan Teali Cemiyeti liderleri Malatya’ya geçerler. Burada bir Kürt birliği kurarak Sivas yolunda Mustafa Kemal’i öldürecekler ve Kongre’nin toplanmasına engel olacaklardır. Ancak Mustafa Kemal girişimi haber alır ve tedbir alır. Malatya’da Türk birlikleri; İngiliz Ajanı Binbaşı Noel, Ali Galip ve Kürdistan Teali Cemiyeti liderlerini kıstırırlar. Tutuklama emri vardır. Noel, İngilizlerden yardım ister. Saraya baskı yapılır fakat sonuç varmez. En sonunda kaçmak zorunda kalırlar. Görüldüğü üzere daha Sivas Kongresi öncesinde bile Kürtler İngilizlerle, İstanbul Hükümeti ile birlikte Mustafa Kemal’e karşıdır. İngiliz gizli belgeleri de bunu doğrulamaktadır. 28 Kasım 1919’da Mr. Kindson’un Londra’ya gönderdiği raporda şöyle yazılıdır: “Kürtlere her ne kadar inanmasak da onları kullanmamız çıkarlarımız gereğidir.” 9 Aralık 1919 tarihli Yüksek Komiser Robeck’in Lord Curzon’a raporunda ise şunlar yazılıdır: “Kürtler bütün ümitlerini İngiliz hükümetine bağlamış durumdalar. Bu ara Mustafa Kemal gittikçe tehlikeli olmaya başlıyor. Kuvvetler, Kürtleri Mustafa Kemal Paşa’ya karşı kullanmak için para ödemeye hazırdırlar” Yunan Ordusundaki Kürtler Ama Kürtler bununla da yetinmemektedir. İngiliz Gizli Belgeleri’nin verdiği bilgiye göre Kürtler aynı zamanda Yunanlılarla da temas halindedir. Amasya’da Yunan temsilcisi ile görüşen Kürtler, Yunanlılara Türk ordusunda ele geçirilen Kürt esirlere iyi davranılmasını ve bu esirlerin Türk ordusuna karşı kullanılmasını önerir. Teklif kabul edilir ve esir Kürtler Yunan ordusunun hizmetine girerler. Kürt-Yunan işbirliğinin en büyük sonucu ise Koçgiri İsyanı’dır. Yunan ordusu büyük ilerleyişe geçmeden hemen önce Kürtler isyan eder. Yunan ordusu Bursa’ya doğru ilerlerken Kürtler Sivas’a doğru yürümeye başlar. Amerikan Askeri Ateşesi durumu şöyle rapor eder: “... Yunanlılar önemli bir zafer kazanırlarsa Kürt isyanı Türkiye’nin arkasını ciddi bir şekilde tehdit edebilir. Ancak Batıdaki savaş Türklerin lehine gelişirse, Türkler, ellerindeki yarım düzine yetenekli liderden biriyle Kürt sorununa son verebilir. İngilizler kuşkusuz bu durumu bilmektedirler. Gene de Kürt sorunu ile meşgul olduğu sürece Mustafa Kemal’in Musul’a el koyamayacağını düşünmektedirler. Dolayısıyla Kürt akımına yardımcı olmaktadırlar.” Koçgiri İsyanı’nın başlangıç tarihi sadece Yunan ilerleyişine değil aynı zamanda Londra ve San Remo Konferansları’na da denk gelir. Ankara Hükümeti böylece sıkıştırılmaktadır. Kürtler Sevr’i istiyor Koçgiri İsyanı’nın liderlerinden Baytar Nuri isyan programını şu şekilde açıklar: “İlk önce Dersim’de Kürt istiklali ilan edilecek, Hozat’a Kürdistan bayrağı çekilecek, Kürt milli kuvveti Erzincan, Elazığ ve Malatya istikametlerinden Sivas’a doğru hareket ederek Ankara Hükümeti’nden Kürdistan istiklalinin tanınmasını isteyecekti. Türkler bu isteği kabul edeceklerdi. Çünkü isteğimiz silah kuvvetiyle desteklenmiş olacaktı.” Ayaklanma büyür ve isyancılar Ankara Hükümeti’ne bir muhtıra yollarlar. Telgraf yoluyla iletilen muhtıra şu maddelerden oluşmaktadır: “1-İstanbul Hükümeti’nce kabul edilen Kürdistan özerkliğinin Ankara Hükümeti’nce de tanınıp tanınmayacağının açıklanması 2-Kürdistan özerk yönetimi konusunda Mustafa Kemal hükümetinin ivedi yanıt vermesi 3-Elazığ, Malatya, Sivas ve Erzincan cezaevlerindeki Kürtlerin hemen salıverilmesi 4-Kürt çoğunluğu bulunan illerden Türk memurlarının çekilmesi 5-Koçgiri yöresine gönderilen birliklerin geri alınması.” Kürtler bununla da kalmaz, 25 Kasım 1920 tarihinde Batı Dersim Aşiretleri reisleri adına TBMM’ye şu şekilde başvurur: “Sevr Antlaşması gereğince Diyarbakır, Elazığ, Van ve Bitlis illerinde bağımsız bir Kürdistan kurulması gerekiyor. Bu nedenle bu oluşturulmalıdır. Yoksa, bu hakkı silah zoruyla almaya mecbur kalacağımızı beyan ederiz.” Yunanlar Bursa’ya Kürtler Sivas’a saldırıyor Ankara Hükümeti, Batıda Yunanların Bursa’yı ele geçirmesine rağmen Kürtlere karşı geri adım atmaz. Merkez Ordusu Komutanı Nurettin Paşa isyanı bastırmak için bir plan hazırlar. Topal Osman komutasındaki Giresun alayı da Nurettin Paşa’nın emrine verilir. Türk Ordusu 11 Nisan 1921 günü Kürtlerin üzerine yürüyüş başlatır. 45 bin kişilik Kürt milisleri ile çarpışmalar 3 ay sürer. 17 Haziran 1921 günü isyancılar teslim alınır. Görüldüğü üzere, daha Sivas Kongresi’nin toplanma hazırlıklarından başlanarak Kürtler, Kurtuluş Savaşı için çalışmamış, tam tersine hep Kurtuluş Savaşı’na karşı savaşmışlardır. Koçgiri ayaklanması bunun en büyük kanıtıdır. Genelkurmay Başkanlığı da bu isyanı şu şekilde değerlendirmektedir: “Siyasi bakımdan büyük bir önem taşıyan bu harekât dolayısıyla, Kürt bağımsızlık davasının ilk basamağının Koçgiri olayları ile kurulmak istendiği, bu dış etkilerin en açık ve kesin delilidir.” Bu değerlendirmeden de anlaşılacağı gibi, olay münferit bir isyan değil, bir davanın ilk adımıdır! Ardından gelecek olan Kürt isyanları da bunu kanıtlayacaktır. Nitekim isyanın liderleri de olayı böyle değerlendirmektedir: “Koçgiri, Kürt İstiklal Savaşı’nın bir merhalesidir, onunla bir meydan muharebesi kaybettik, fakat harp bitmedi. Biz son zaferi kazanacağız.” Demek ki Türk İstiklal Savaşı için değil Kürt İstiklal Savaşı için savaşmışlar. Tarihi gerçek budur.
1 note · View note
bilmisler · 6 years ago
Text
Osmanlı Padişahlarında Av Kültürü
https://bilmisler.com/osmanli-padisahlarinda-av-kulturu/
Osmanlı Padişahlarında Av Kültürü
Çok eski çağlardan bu yana varlığını sürdüren avcılık insanlar tarafından o dönemlerde zorunlu nedenlerden dolayı gerçekleştiriliyordu. Medeniyet seviyesinin gelişmesi ve özellikle ziraat toplumuna geçilmesi avcılığın geçim kaynağı olduğu gerçeğini değiştirmiştir. Av faaliyetleri teftişte bulunmak, eğlenmek, halkla irtibat halinde olmak, dinlenmek ve spor yapmak, savaş tatbikatı yapmak gibi nedenler için gerçekleştirilmeye başlanmıştır. Hz. Peygamber’in İslam’ın kabulünden sonra yüzmeyi, ok atmayı ve at binmeyi teşvik edici sözleri de Türkler için av merakının devam etmesine neden olmuştur. Avcılık Türkler için her zaman önemli olmuştur. Bu nedenden dolayı avcılık Osmanlı Devleti’nde de kurulduğu ilk yıllardan itibaren geliştirilmiştir.
Osmanlı Padişahlarında Avcılık
Av kültürü Osmanlı Devleti’ne Türkistan’dan intikal etmiştir. Bu faaliyetler Osmanlı tarafından geliştirilmiş ve organize av faaliyetleri düzenlenmiştir. Ordu içerisinde Avcı Birlikleri oluşturulması dahi Osmanlı’da avcılığın önemi hakkında bizlere fikir vermektedir.
Avcılık Osmanlı döneminde geçim kaynağı olarak görülmemiştir. Devlet adamlarının eğlencesi, askerlerin eğitimi ve halkın ek gıdası için tercih edilmiştir. Devletin kuruluş yıllarından itibaren Osmanlı padişahları ve şehzadeleri av seferleri düzenlemektedir. Orhan Gazi’nin oğlu olan Süleyman Paşa avlandığı esnada atının tökezlemesi sonrasında düşerek vefat etmiştir. İlk dönem padişahları arasında sıralayabileceğimiz Çelebi Sultan Mehmet, Sultan I. Murad ve Yıldırım Bayezid’in av bölgeleri minyatürleri bulunmaktadır.
Fatih Sultan Mehmed ve II. Murad’da uzun süreli av gezileri yaparlardı. Osmanlı Devleti’nde ilk av kuruluşunun ortaya çıkış tarihi net bir şekilde saptanmış olmasa da Fatih Sultan Mehmed döneminde 1462 yılında olduğu düşünülmektedir. IV. Mehmed dönemi Osmanlı’da av seferlerinin zirve noktası olarak bilinmektedir. Hatta bu dönemde padişah Avcı lakabı ile anılmıştır. IV. Mehmed dışındaki padişahlar avlanmayı sevseler de aşırı bir alışkanlık haline getirmedikleri bilinmektedir. Diğer padişahlar ancak belli amaçlar dahilinde yeri ve zamanı geldiğinde avlanmışlardır.
Osmanlı padişahları avcılıktan hoşlandıkları için bu kategoride hazırlanan kitap okumayı sevdikleri ve hatta bu alanda kitap yazılmasını teşvik ettikleri de bilinmektedir. Oğuz geleneğine göre yapılan avcılık II. Mustafa sonrasında padişahlar tarafından terk edilmeye başlanmıştır. Bunun en önemli sebebi Sultan II. Mustafa’nın babası IV. Mehmed’in yolundan giderek avcılıkla çok fazla meşgul olması ve sonrasında devlet işlerini aksatıyor olması nedeniyle tahttan indirilmiş olmasıdır.
Osmanlı Devleti’nde avcılık sadece eğlence amaçlı gerçekleştirilmemiştir. Padişahlar tarafından avcılık organizasyonları halk ile iç içe olabilmek, onların dertlerini bizzat dinleyebilmek için de gerçekleştirilmiştir. Osmanlı padişahlarının av faaliyetlerini sürdürebilecekleri özel ayrılmış bölgeleri bulunuyordu. Bu bölgeler şikargah-ı selatin olarak adlandırılırdı.
Osmanlı padişahları tarafından av faaliyetleri ilki kuşlar haricinde hayvanların avlanması ikincisi ise yırtıcı kuşların avlanması olmak üzere iki çeşit yürütülüyordu. Kuşların dışındaki hayvanların avlanması organizasyonları askerlerin manevra kabiliyetlerinin ve bedenlerinin geliştirilmesi için de tercih ediliyordu. Padişahlar tarafından av faaliyetlerinin sancaklarda yer alan şehzadelerinin durumları görebilmeleri için de tercih edildiği bilinmektedir.
0 notes
bagimsizweb-blog · 6 years ago
Text
Hürriyet'ten kovulan Taha Akyol'dan 5 cümlelik veda yazısı
Detaylar için https://bagimsizweb.com/hurriyetten-kovulan-taha-akyoldan-5-cumlelik-veda-yazisi/
Hürriyet'ten kovulan Taha Akyol'dan 5 cümlelik veda yazısı
Tumblr media
Demirören Grubu , Hürriyet’i de bünyesinde bulunduran Doğan Medya Grubu’nu Ziraat Bankası’nın 675 milyon dolarlık kredi desteğiyle 1,1 milyar dolara satın aldıktan sonra Fikret Bila Hürriyet Genel Yayın Yönetmenliği’nden istifa etmişti. İstifada, Ercüment İşleyen’in Hürriyet internet sitesinin başından alınması ve Doğan Haber Ajansı yönetiminin değiştirilmesi operasyonlarının Bila’dan habersiz yapılması rol oynamıştı. El değiştirmenin hemen ardından gazete yazarlarından Melis Alphan da Hürriyet’ten istifa etmişti.
Son olarak, Doğan grubu bünyesindeyken 1991 yılında Milliyet’te yazmaya başlayan, Ekim 2011’den beri de Hürriyet’te yazan Akyol’a, yazılarına son verildiği dün (13 Eylül 2018) tebliğ edildi.
T24’ün aldığı bilgiye göre, Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Vahap Munyar, Akyol’a kararı “üzüntületirini paylaşarak ve kararı kendisinin vermediğini” belirterek tebliğ etti. Munyar, Taha Akyol’un yazılarına son verilmesini “Demirören ailesinin kararı” diyerek gerekçelendirdi.
Akyol “Veda yazısı” başlığını verdiği yazısında şunları kaydetti:
Yazarlıkta en zor olan, veda yazısı yazmaktır. Hele de yıllarca birlikte olduğu okurlara, yıllarca çalıştığı kurumlara veda etmek daha bir zordur.
Bugün bu zor vedayı yapıyorum.
Değerli okurlarıma ve çalışma arkadaşlarıma yürekten teşekkür ediyorum.
En iyi dileklerimle, saygılarımla.
TAHA AKYOL KİMDİR? Taha Akyol, Abhaz asıllı Türk Gazeteci ve yazar. 1946 yılında Yozgat’ta doğdu. Babası Mustafa, annesi Fatma Akyol’dur. İlkokul, ortaokul ve lise öğrenimini Yozgat’ta tamamladı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Yazarlık mesleğine 1977 yılında Her gün gazetesinde başladı. 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde Milliyetçi Hareket Partisi yönetiminde bulundu. Darbe sonrasında tutuklandı ve uzunca bir süre Mamak Cezaevi’nde yattı. Askeri mahkemede yargılandı ve beraat etti. Yankı dergisinde, Tercüman, Meydan ve Milliyet gazetelerinde çalıştı.
80’li yılların ortalarından itibaren Türk milliyetçisi çizgiden uzaklaşarak muhafazakar-liberalizme yöneldi. Siyasi ve iktisadi olarak kendisi tam bir klasik liberal iken, kültür ve dış politika alanında sağ-kanat yaklaşımı benimsemektedir. TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi mütevelli heyeti üyesi olan Akyol hâlen CNN Türk program yapımcısı ve Hürriyet gazetesi’nde yazar olarak çalışmaktadır. Taha Akyol evli ve iki çocuk babasıdır. Gazeteci ve yazar Mustafa Akyol’un babasıdır.
Eserleri Atatürk’ün İhtilal Hukuku / 2012 Demokrasiden Darbeye Babam Adnan Menderes / 2011 Ortak Acı 1915 Türkler ve Ermeniler / 2009 Ama Hangi Atatürk / Ocak 2008 / 3. baskı Mart 2008 Medine’den Lozan’a / Kasım 2004 Kitaplar Arasında / Haziran 2002 / 2. baskı Aralık 2005 Hariciler ve Hizbullah, İslam Toplumlarında Terörün Kökleri / Mart 2000 / 3. baskı Nisan 2000 Mezhep ve Devlet, Osmanlı’da ve İran’da / Ocak 1999 / 7. baskı Kasım 2006 Hayat Yolunda, Gençler İçin Anılar ve Öneriler / Kasım 1997 / 8. baskı Ekim 2007
Bilim ve Yanılgı / 1997 / 5. baskı Aralık 2005 1980’lerde Türkiye Azerbaycan, Sovyetler ve Ötesi Bilim ve Yanılgı Haricîlik ve Şia Hayat Yolunda Lenin’siz Komünizm Politikada Şiddet Sovyet Rus Stratejisi ve Türkiye (2 cilt) Tarihten Geleceğe Osmanlı Mirasından Cumhuriyet Türkiyesi’ne
Ödülleri Prof. Dr. Mehmet Kaplan Sosyal Bilimler Lisesi Yılın Gazetecisi Ödülü (2007)
0 notes
yenicagkibris · 7 years ago
Text
Osmanlı ve Kıbrıslıtürkler - Ulus Irkad
https://wp.me/pXsHy-K8S Kıbrıs’ta gayrı resmi tarih Kabul etmese bile Osmanlı Dönemi’nde Osmanlı’ya karşı en fazla ayaklanmaları yapan Kıbrıslıtürklerdir. Bu ayaklanmalara zaman zaman Kıbrıslırumların katıldığı da doğrudur. Daha ilerliyen zamanlarda ise Osmanlı egemenlerinin, ortaya Hristiyanlığı ve Müslümanlığı veya Türklük İle Rumluğu atıp bu isyanları böldükleri de gerçektir. Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşamakta olan  Kıbrıslıtürk bilimadamı Birol Yeşilada’ya göre 1821’deki Rum İsyanından önce, adada 1820 yılında bir Alevi isyanı olmuştur. Bu isyanlarda Kıbıslıtürk köylüler Osmanlı’nın vergi çoğaltımına karşı gelmişler ve isyanlarda önayak olan liderler Osmanlı tarafından acımasızca öldürülmüşlerdir (Yeşilada,2009,51).Eliana Balla ve Noel D. Johnson “Financial Crisis and Institutional Change” (Mali Krizler ve Kurumsal Değişiklik) adlı kitaplarında 17. Yüzyılda Fransa Devleti’nde de aynen Osmanlı’da olduğu gibi bütçe krizleri ortaya çıktığını ve aynen Osmanlı’da olduğu gibi Fransa’da da Osmanlı’nın yaptığı gibi valilerini ihalelere göre, vergi toplayıcıları olarak sömürgelerine veya vilayetlerine gönderdiğini ve bu durumun sömürge veya vilayetlerde sosyal buhranlara yol açtığını yazmaktadırlar (Balla&Johnson,2009,811). Kıbrıs, 1571 yılında, Osmanlı İmparatorluğu tarafından fethedilmesinin ardından aktarılan Türk Müslüman nüfus sonucu, Rum ve diğer  Hristiyan ve Müslümanların birlikte yaşadığı Osmanlı Vilayetleri’nden biri oldu. Kıbrıs’a yerleştirilen Müslüman nüfus, Ada’da yaşayan ve büyük çoğunluğunu Rumca konuşan Ortodoksların oluşturduğu Hristiyanlarla geleneksel Osmanlı toplumu düzenine uygun bir yaşam sürdürüyordu. Burada önemle üzerinde durulması gereken nokta şu ki; Ada’ya yerleştirilen Müslüman-Türklerle yerleşik durumda olan Ortodoks Rumlar arasında bir sorunun olmadığıdır. Çünkü adaya yerleştirilen Türkler, Ortodoks-Yunanlılar’ın mal varlıklarına değil, feodal aristokrat Fransız ve Venedikliler’den arda kalan mülke sahip olmuşlardı. Bu toprağa bağlı tarım toplumunda aidiyet duygusu, din kökenliydi ve Müslüman nüfusun, yine dinden kaynaklanan vergi imtiyazlarına karşın, iki toplum arasında ‘refah farkı’ diye bir şey söz konusu değildi. Her iki toplum da, Osmanlıların tarım sistemi içinde yer alıyordu ve aralarında maddi bir farklılık yoktu. Karma veya komşu köylerde yaşayan köylüler aynı toplumsal koşulları paylaşıyorlardı. Venedik döneminde Katoliklerin ağır baskısı altında susturulan ve bu yüzden Kıbrıs’ın Osmanlılar tarafından fethedilmesini memnunlukla karşılayan otosefal Ortodoks Kilisesi yeniden hayat bulurken, Başpiskopos “Millet Başı” olarak tanınmış ve vergi toplama da dahil, çeşitli imtiyazlara kavuşmuştu. Kısa sürede Ada yönetiminin bir parçası haline gelen Kilise, topladığı vergilerden yüzde 12 pay alıyor ve giderek önemli bir güç haline geliyordu. Buna karşılık, ağır maddi koşullar altında yaşayan köylüler, zaman zaman birlikte başkaldırıyorlardı ve hem Osmanlı yönetimine, hem de onun bir parçası olan Kilise’ye karşı isyan ediyorlardı. Bu isyanlar, bazen Müslüman bazen de Hristiyan önderlerin öncülüğünde yapılıyordu. 1665,1764,1765, 1804 ve 1833’de yapılan isyanlar, en önemli olanlardandı. Hatta, ilginç bir örnek oluşturan 1804 isyanı, Müslümanların öncülüğünde başlamış ve Kilise’nin aktif katılımıyla bastırılmıştır.
yüzyılda Avrupa’daki enflasyona paralel olarak Osmanlı İmparatorluğunda meydana gelen fiyat artışları mali kriz ve olağanüstü vergilerin yarattığı baskılar. Osmanlı para sistemindeki hızlı çöküş ve kargaşalık nüfus artışı gibi diğer önemli etkenlerle birleşince Osmanlı İmparatorluğunda toplumsal yapıları altüst eden çalkantılar ortaya çıktı. 1599-1610 dönemindeki yoğun isyanlar bu çalkantıların bir zirvesi sayılabilir. Merkezi hükümet bu isyanlara karşı önceleri insafsız bir bastırma politikası uyguladı. Merkezden gönderilen güçler eyaletlerde ve Anadolu’da yüzbinlerce isyancıyı öldürdü. Köyler yağmalandı. Ancak Osmanlı hükümetinin daha sonra adeta isyanlara dayanan bir politikaya kaydığı da söylenebilir. Kıdemli devlet görevlilerinin biriktirdiği servetlerin müsaderesi 17. yüzyıl içinde düzenli bir vergi toplama yöntemi gibi kullanılmaya başlandı. Gönderildiği eyalette, insafsız talanla büyük servetler biriktiren paşa-valiler de isyan ediyor, umutsuz bir direnme içinde kendini kurtarmaya çalışıyordu (BK.Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi 1923-1950). Bu bilgiler ışığında Kıbrıs Tarihinde de benzer olgular yaşanmıştır diyebiliriz. Mehmet Boyacıoğlu Olayı bunlardan biridir. 1670 yılında vergi toplama işini ellerine geçiren Lefkoşa ağaları, az zamanda zengin oldular ve Mehmet  Boyacıoğlu adlı şahsın idareyi almasına sebep oldular. Mehmet Boyacıoğlu daha sonra vergileri toplayıp kendi payını ayırıyor, kalanını da Bab-ı Ali’ye gönderiyordu. Fakat daha sonra asi ilan edilip devlet güçleri tarafından idam edildi (İmamzade, 29 Şubat 1984).Siyasal değişim döneminde  yetkileri arttırılan eyalet paşalarının merkezi yönetime kafa tutması, onyedinci yüzyıl siyasal yaşamının temel özelliklerinden biri haline gelmişti (Kunt,2009,22).
Osmanlı İmparatorluğunda 15. ve 16. yüzyıl ortalarında tımar sisteminin çözülmesinden sonra, güçlü yerel unsurların –Doğu Avrupadakine benzer biçimde- büyük topraklar edinerek ve bağımlı köylülük üzerindeki sömürüyü ağırlaştırarak, Avrupa pazarları için tarımsal meta üretimine yöneldikleri öne sürülmektedir(Stoianovich – 1953, aktaran Ulus Irkad,1987,6-7). Osmanlı toplumunun geri kalmışlığa yönelmesi 1550 yıllarında başlar. Kanuni Süleyman’ın (1520-1566) son dönemidir bu. Avrupa’nın geçirmekte olduğu değişim dıştan gelen darbeler sonucunda Osmanlıların bünyesinde tehlikeli tohumlar yeşermeye yüz tutmuştur (Cem,1975,138). Osmanlı Döneminde Kıbrıs’ta ilk ayaklanma, 1578 yılında Yeniçerilerden gelir (An,1996,7).1680 yılında Boyacıoğlu,Çil Osman’a karşı olan İsyan, Dizdar Halil Ağa İsyanı,1799’da Yeniçeri İsyanı, 1804 İsyanı olur. 1804 İsyanı’nın mali etkileri uzun yıllar hissedilir çünkü bu ayaklanmanın bastırılması için yapılan harcamalar Kıbrıs halkına ödettirilmiştir (An,1996,35). 1808 Olayı, 1821 isyanı gibi ayaklanmalar olmuştur. Esasında 1821 yılındaki isyan Elen Milliyetçiliğinin etkisi ile olurken, 1833 yılındaki Gavur İmam İsyanı tamamıyle sosyal ve ekonomik nedenlere dayanmaktadır. Aynı yıl Karpaz’da Kaleyiro Thesesus isyanı da Elen Milliyetçiliğinin etkisindedir ki bu tip ayaklanmalara Kıbrıslıtürkler katılmamıştır. Aksine bu isyan Gavur İmam’ın sosyal ve ekonomik ağırlıklı isyanını iklinci plana da itmiştir. Osmanlı Dönemi’nde Kıbrıslıtürklerle Osmanlı arasında sorunlar dinmemiş aksine devamlı ta başından devam etmiş ve Osmanlıyla Kıbrıslıtürkler hiç uyuşmamıştır. Osmanlı’nın aşırı baskıcı Sunni İdeolojisine karşı Alevi-Bektaşi kökenli olan Kıbrıslıtürkler, Kıbrıs’taki çok kültürlü yaşamdan da etkilenerek, Osmanlı’nın çağdaş ve açık fikirli olmayan  çağdışı zihniyeti ve insanın üretimini hedeflemeyen ekonomik ağır vergi sistemlerine karşı, devamlı ayaklanmışlar ve başkaldırmışlardır. Resmi İdeoloji son zamanlarda Osmanlıyı Kıbrıs’ta sevimli göstermesine ragmen, son dönemlerde hiç Sunnilikle ilişkisi olmayan ve köylerinde minareleri değil de cemevleri olan Kıbıslıtürkleri değişik Sunni inanışta göstermek de oldukça hatadır. Tarihi çarpıtmamak en iyisi değil mi?       KAYNAKÇA Yeşilada,B. (2009) Islam and the Turkish Cypriots, Social Compass,56(1),49-59). Johnson,D,N.& Balla,E.(September 2009). Financial Crisis and Institutional Change,3(69),810-845. An,A.(1996).Kıbrıs’ta İsyanlar ve Anayasal Temsiliyet Mücadelesi (1571-1948),Lefkoşa, Ateş Matbaacılık. Cem,İ.(1975).Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi,İstanbul,Cem yayınevi. Kunt(Ocak2009).Siyasal Tarih,İstanbul,Cem Yayınevi. İmamzade,Z. (29 Şubat 1984).Osmanlı Döneminde Kıbrıs, Söz Gazetesi, Lefkoşa. Irkad,U.(Kasım 1987). Kıbrıs’ta Osmanlı Düzeni, Özgürlük Dergisi, Özgürlük Yayınları,sf.6-7, Lefkoşa.
0 notes
pdfindiroku-blog · 7 years ago
Text
Osmanlı'da Bir Macar Konuk Prens Rakoczi ve Mikesin Türkiye Mektupları PDF
Osmanlı'da Bir Macar Konuk Prens Rakoczi ve Mikesin Türkiye Mektupları PDF
Osmanlı’da Bir Macar Konuk Prens Rakoczi ve Mikesin Türkiye Mektupları Kelemen Mikes, 1690 yılında yüksek Erdel dağları arasında küçük Zagon (Romanya) köyünde dünyaya gözlerini açmıştır. Babası Pal Mikes, Habsburglara karşı yürütülen ilk özgürlük savaşının önderidir. Türkiye’de sürgündeyken hayata gözlerini yuman İmre Thököly’nin askeri olarak Avusturyalı’ların eline düşüp acımasızca öldürülmüştür. Oğlunun kaderi ise, ilginç bir şekilde babasıyla kesişir; yer yine Türkiye’dir… II. Ferenc Rakoczi Erdel’e geldiğinde, genç Kelemen Mikes onun hizmetine girmiştir. Prensini bir baba gibi sevmiş, saymış, beyzade olarak yanına kabul edilmiş ve son nefesine kadar ona sadık bir “mülteci” olarak yaşamıştır. Erdel Prensi, Rakoczi’nin Habsburglara karşı 1703’de başlattığı özgürlük savaşı 1711’de yenilgiyle sonuçlanmıştır. Rakoczi’nin maiyetinde yer alan Mikes, “Efendi’siyle birlikte Türkiye’ye gelip Tekirdağ’a yerleşmiştir. 21 Şubat 1711’de yakında yurda dönüş umuduyla başlayan sürgün 44 yıl sürmüş, 71 yaşında ölümüyle noktalanmıştır. Mikes, içinde bulunduğu acı durumu sevimli, ama aynı zamanda ironiyle “Türkiye Mektupları”na dökmüştür. Bu mektuplar, hayali bir “Teyze”ye yazılan-yollanamayan mektuplardır. Mektupların içinde ve satır aralarında her şey vardır; hayata dair her şey… Bütün sevdikleri tek tek göçüp gitmiş; en son Mikes’in ölümüyle geriye bir tek bu mektuplar kalmıştır. 1717 ila 1758 arasında geçen 41 yıllık sürede 207 mektup yazmıştır. Tatlı ve ince bir mizahla süslü anlatımında, düşünceleri ince esprilerle pekiştirilmiştir. Bu kurmaca/hayali mektuplar, aynı zamanda bir anı değerindedir. Birçok çeviri esere de imzasını atmış olan Mikes’i Macar edebiyatında ölümsüzlüğe ulaştıran bu mektuplar, aynı zamanda yazılı Macar edebiyatının ilk ürünü niteliğindedir. Mikes, Türkler ve Türkoloji açısından da üzerinde durulması gereken bir yazardır. Macarca eserlerinde kullandığı Türkçe sözcükleri Türk dilinin tarihi gelişimi ve değişimi açısından önemlidir.
Osmanlı'da Bir Macar Konuk Prens Rakoczi ve Mikesin Türkiye Mektupları PDF
0 notes
aynur-dogan · 7 years ago
Text
Osmanlı cellatları neden sultanları boğarak öldürür ve dilleri neden kesilirdi?
Tumblr media
İnfaz şekilleri, şu demek oluyor ki öldürme şekilleri, kişinin konumu, mevkii, rütbesine ve işlediği suça gore değişirdi. Osmanlı sultanları ve şehzadelerinin kanı dökülmez, yay kirişi, ip ve kementle boğularak öldürülürlerdi. Bu öldürme şekli Türklerin Müslüman olmadan önceki dinleri olan Şamanizm’den geliyordu. Doğan Avcıoğlu, “Türklerin Zamanı” adlı eserinin ikinci cildinde:” Şamanist Türkler kan akıtarak öldürmekten çekinirler, Osmanlı padişah ve şehzadeleri boğularak öldürülürdü” der. Dilsiz ve sağır olurlardı Osmanlıda cellatlar dilsiz ve sağır olurlardı, bu iş için seçilen kişilerin dilleri kesilirdi. Osmanlı tarihinde en hazin boğarak öldürme vakası 28 Ocak 1595 te cereyen etmiştir.
Tumblr media
Ölülerden ve ölümden anlatmak daima korkutmuştur insanoğlunu… Bir düşünün ölümden bu kadar korkan insanların cellatlar için ne düşündükleri nedir.
Tumblr media
Cellatlar ayrı bölgelere defnedilmiş Her toplumda cellatlar korkulan hatta kimilerince lanetlenen kişiler olmuşlardır. Öyleki ki Osmanlı döneminde cellatlar yalnız yaşarken değil, öldükten sonrasında bile cemiyet tarafınca dışlanmış ve mezarları bile ayrı tutulmuş. Gömüt taşlarında yazı yok Eyüp Mezarlığı’ndaki, Pierre Loti kahvesinin çevresinde yer edinen ve başlarında dikdörtgen taşlar bulunan bu mezarlık dünyada tek cellat mezarlığı olma hususi durumunu taşıyormuş. Taşıyormuş diyoruz şu sebeple….
Tumblr media
Cellat mezarlarının yerinde apartmanlar Yüzlerce cellatın mezarının bulunmuş olduğu bu mezarlar zaman içinde yok olmuş. Günümüze yalnız sekiz dokuz tanesi kalmış durumda. Cellat mezarlarının yerinde şimdi apartmanlar ya da başka insanların mezarları içeriyor Bölge halkı mezarlarla iç içe Eyüp Mezarlığı ile iç içe girmiş mahallelerde oturanlar için, ölülerle komşu olmak oldukça düzgüsel ve alışılmış bir durum. Çocuklar bile korkmadan mezarların içinde oyunlar oynuyor. Bazı yollar ada ada yer edinen mezarların adasında geçiyor. Mahalleli bile cellat mezarlığını bilmiyor Mahalleli bu duruma alışmış olsa da, yaşadıkları yerde cellat mezarlarının bulunduğunu bilmiyorlar. Öğrendiklerinde birazcık korkuyor, çokça da şaşırıyorlar. Cellatlar üstüne büyük araştırma Peki Osmanlı’da cellatlar iyi mi seçilirdi? Onlar neden bu şekilde bir mesleği seçerlerdi? Tüm bu soruların yanıtını Yaşar Karaduman’ın araştırmasında bulabilmek mümkün. Sarayda cellatlar daima hazır bulunurdu Osmanlı’da adam asmak, boğmak ve kelle kesmek, bir ceza şekliydi ve bunun için de sarayda daima cellatlar bulundurulurd. İnfazlar nerelerde yapılırdı Sarayda verilen ölüm cezaları, Topkapı Sarayı bahçesinde bulunan bir çeşmenin önünde infaz edilirdi, cellatlar infazdan sonrasında kanlı baltalarını ve ellerini burada yıkarlardı, bu çeşmenin sağında ve solunda kesilmiş kafaların teşhir edilmiş olduğu kelle taşları vardı bu taşlara öğrenek taşları da denirdi. İnfaz çeşmesi Bu çeşmenin bir adı da cellat çeşmesi yada politika çeşmesi idi, cellatların kalmış olduğu yer ise çeşmenin bulunmuş olduğu duvarın arakasındaydı. Bu çeşme halen Topkapı Sarayı’nın ön bahçesinde bulunmakta, her gün önünden ne işe yaradığını bilmeden yüzlerce şahıs geçmektedir. Yedikule Zindanları İnfazlar kimi zaman de Yedikule Zindanları’nda yapılırdı. (Bu zindanlar ziyarete açıktır idamların ve işkencelerin yapıldığı bölgeler gezilebilir.) İnfaz şekilleri, şu demek oluyor ki öldürme şekilleri, kişinin konumu, mevkii, rütbesine ve işlediği suça gore değişirdi. Osmanlı sultanları ve şehzadelerinin kanı dökülmez, yay kirişi, ip ve kementle boğularak öldürülürlerdi. Bu öldürme şekli Türklerin Müslüman olmadan önceki dinleri olan Şamanizm’den geliyordu. Doğan Avcıoğlu, “Türklerin Zamanı” adlı eserinin ikinci cildinde:” Şamanist Türkler kan akıtarak öldürmekten çekinirler, Osmanlı padişah ve şehzadeleri boğularak öldürülürdü” der. Kelleler padişaha sunulurdu İnfaz edilecek halktan biri ise, kelle kesme şekli uygulanırdı. İstanbul haricinde, imparatorluğun uzak vilayetlerinde idam edilen devlet adamlarının öldürüldüklerini kanıtlamak için, kesilen başları meşin bir kırbaya (poşet) konur, poşet balla doldurulur, İstanbul’a getirilir, gümüş bir tepsinin içinde padişaha sunulur, gövde ise öldürülmüş olduğu yere gömülürdü. İki yerde mezarı olan devlet adamları Bu yüzden, başı başka yerde, bedeni başka yerde gömülü iki mezarı olan devlet adamları, sadrazamlar çoktur.. Bunlardan en meşhuru Viyana kuşatmasındaki başarısızlığı ile başı kesilen ve bir bal torbası içinde İstanbul’daki sultana gönderilen ve sonrada denize atılan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa idi. Kesilen adım atar halka sergilenirdi Bu kesilen adım atar bazende Topkapı Sarayı’nın ilk giriş kapısına asılır halka gösterilirdi. Bu kapı sarayın en dıştaki ilk kapısıdır, kesik başların konulduğu oyuklar halen durmaktadır. Kafalar üç gün kalırdı burda, kimi zaman yüzlerce kafa olurdu. Gayrimüslimlerin infazı Cellatlar, Müslüman olan kişilerin infazdan sonrasında başlarını, cesedi sırt üstü yatırarak koltuğunun altına , Müslüman olmayanları ise yüzü koyun yatırarak, başlarını kıçlarının üstüne koyardı. Öldürülenin üstünden ne çıkarsa celladın Öldürülen kişinin cesedi ve üstündeki kıymetli eşya, para ve giyecekleri cellatın malı sayılırdı. Cellat cesedi isterse atar, isterse ölünün sahiplerine mevki, rutbe ve konumuna gore parayla satardı. Padişahlar kardeşlerini infaz ettirirdi Fatih Sultan Mehmet’in imparatorluğun devamlılığını sağlamak amacıyla çıkardığı, “Nizamı Evren” fermanı gereğince, fermanın metni şöyledir:( Her hiç kimseye evladımdan saltanat müyesser ola (nasip ola) karındaşlarını nizamı evren için katletmek münasiptir.) Üçüncü Mehmed, 19 çocuk ve erişkin şehzade kardeşlerini bir gecede dilsiz cellatlara boğdurmuştu. Ertesi günü Divanı Hümayun avlusuna üstü kıymetli örtüler, kıymetli taşlarla bezenmiş sorguçlar ve kavuklar bulunan 19 şehzade tabutu konmuştu. Üçüncü Mehmed 1595-1603 yılarında saltanat sürmüştür. Kanuninin torunu ve İkinci Selim’in erkek evladıdır, Kanije zaferi bu padişah zamanında kazanılmıştır. Üçüncü Mehmed bu zaferden sonrasında Ünye’de mezarı bulunan Tiryaki Hasan Paşa’ya bir oldukça kıymetli hediyelerle beraber vezirliğe eş değerde Beylerbeyilik ünvanı vermiştir. Cellatlar üstüne çıkmış kitaplar Ondan sonrasında tahta geçen oğlu Birinci Ahmet, Fatih Sultan Mehmet’in koyduğu 150 senelik “Nizamı Evren” kanununu kaldırarak, kardeş öldürme geleneğine son vermiş ve kardeşini veliaht (gelecekte saltanatı devralacak şahıs) duyuru etmiştir. Cellatlar mevzusunda son zamanda üç yeni kitap yayınlanmıştır: “Cellatları da Asarlar- Ergün Hiçyılmaz” “Ölümün soğuk eli, Cellat-Muhammet Pamuk” “Cellat ve Ötekiler-Cengiz Yıldırım Cellatlar insani duygulardan uzak ve merhemetsizdir Osmanlı’da halk, İslam dininin adam öldürmeyi yasaklaması, can alan bu kişilere cemiyet tarafınca hoş bakılmaması sebebiyle, bir oldukça insani duygu ve özelliklerden yoksun olan, merhamet, acıma, sevgi hisleri bulunmayan cellatları mezarlıklarına almamış, kendi aralarına gömülmelerini istememiştir. Tarihçi Reşat Ekrem Koçu: ” Cemiyet, din ve terbiye anlayışımızın en güzel örneklerinden biri olarak, cana kıyan, kesen yada boğan celladın ölüsünü halkın, mezarlıklarına kabul etmemesi son aşama takdire şayandır.” demiştir. Bu yüzden, Osmanlı cellatlar için İstanbul’un en ücra yerinde mezarlık yapmış ve cellatlar halktan ayrı olarak buraya gömülmüştür. Yeni mezarlarla cellat mezarları iç içe Bugün yeni mezarların içinde kalmış bir cellat gömüt taşı bu mezarlık Eyüp semtinin Piyer Loti tarafındadır. İki yerde cellat mezarlığı olduğuna inanılır İstanbul’da iki yerde cellat mezarlığı olduğu bilinmektedir, Haldun Hürel.”İstanbul’u Geziyorum Gözlerim Açık” adlı eserinde bunlardan birinin,Edirnekapı’dan Ayvansaraya inen kara surlarının Eğrikapı civarında bulunduğunu yazar. Öteki bir cellat mezarlığı da Eyüpte, mezarlıklar arasından dar bir yokuşla çıkılan, Fransız yazar Pierre Loti’nin bir süre yaşamış olduğu, şimdilerde müze-kafe olan evin önünden gidilerek çıkılan, Karyağdı bayırında, Karyağdıbaba tekkesinin birazcık ilerisindedir. Gömüt taşlarından anlaşılıyorlar O süre burası İstanbul’un en uç noktası kuş uçmaz, kervan geçmez kimsenin uğramadığı doğru dürüst yolu olmayan yabani ağaçlar içinde ürkütücü bir yerdi. Buraya Karyağdıbaba bayırı denmesinin sebebi birazcık aşağısında bulunan bir bektaşi tekkesinden ileri gelir. Burası bugün düzgüsel mezarlık olmuştur, aralarda tek tük cellat mezarı kalmıştır. Bunların cellat mezarları oldukları ise gömüt taşlarından anlaşılmaktadır. Osmanlı mezarlıkları, taş işçiliğinin en güzel örnekleri ile yapılmış gömüt taşları ile doludur, burada gömülü insanların dünyada iken ne iş yaptıklarını gömüt taşlarına bakarak idrak etmek mümkündür, vezir mi, denizci mi, subay mı yeniçeri mi ,ulema mı, kadı mı? hepsi g��müt taşlarından anlaşılır. Yan yana iki Cellat Mezarı Cellat gömüt taşlarının üstünde ise, isim, doğum zamanı, ölüm zamanı şeklinde hiçbir yazı ve işaret yoktur. Bu taşlar iki metre yüksekliğinde 40-50 santimetre. genişliğinde dikdörtgen şeklindedir. Birçok insan bu taşların bu mezarlıkta ne aradığını, niye dikildiklerini bilmez, fakat düzgüsel gömüt taşları ile yan yana öylece dururlar. Lanetli mezarlık – dokunanlar ölür Kuş uçmaz kervan geçmez bu mezarlığa, zamanında mahallelinin “lanetli mezarlık” söylediği, gündüzleri dahi buradan geçmeye korkmuş olduğu biliniyor. Hatta bu gömüt taşlarına lanetli olduklarına inandıkları için dokunamazlarmış bile. Şu sebeple buraya gömülenlerden birinin geride kalan aile fertleri birer hafta arayla bilinmeyen bir hastalıktan öldüler. Dünyada eşi benzeri yok Eyüp semtinin girişinde bulunan bu mezarlar günümüze ulaşanlardan en iyileridir. Cellat Mezarlarından öteki örnekler: Dünyada bir örneği daha bulunmayan bu mezarlık bir açık hava müzesi şeklinde korunması gerekirken kaybolup gitmiştir, birkaç yıl sonrasında tamamen yok olacaktır. Cellatların düzgüsel mezarlıkları alınmamasında ise, insana saygı, iyilerle kötüleri aynı kefeye koymama felsefesi yatar. Halk bu insanların cesetlerini aralarına almamakla bunu anlatmaya çalışmıştır. Yakınları bulamasın diye gömüt taşlarında yazı yok Gömüt taşlarında hiçbir yazı ve işaret bulunmaması ise anlaşılır bir durumdur. Bu, öldürülen kişinin geride kalan yakınlarının, bu tarz şeyleri gömüt taşlarından bulup, mezarlarını tahrip etme eş ve çocuklarına fenalık yada başkaca bir hatalı tutum ve davranış içinde olmamaları için alınan bir koruma önlemi olsa gerektir. Böylece en azından, cellat baba seçmeme şansı olmayan günahsız evlatların kimler oldukları, var ise anası, babası, akrabaları bilinmeyecek, cellat yakınları diye dışlanmayacaktır.
Tumblr media
OKUDUYSANIZ yada IZLEDIYSENIZ PAYLAŞIN LÜTFEN HERKES OKUSUN Read the full article
0 notes
kitapindiroku · 7 years ago
Text
Tarih Şuuruna Doğru 4 Kitabı pdf indir pdf indir
Tarih Şuuruna Doğru 4 Bir fatih nasıl yetişir? Osmanlı ve sanayileşme Sultan İkinci Mahmud’u dize getiren imam Üzüntüsünden ölen padişah Dünya tarihinde tabutuna haciz konulan ilk hükümdar Atatürk’ün Abdülhamid hakkındaki düşünceleri İslam tarihinde ilk kadın devlet görevlisi Esir pazarından devlet yöneticiliğine İsrail’e giden yol Çanakkale tepelerinden geçti Avrupa’da Akıncı Korkusu Üçüncü Dünyanın Kobayları İçi Yivli Toplar ve Ecdadımızın Sızlayan Kemikleri Kin Terbiyesi İnsanlığın En Muhteşem Hârikası Enderun Okulu Yabancı Gözüyle Lozan ve Neticesi Mehterin Büyüleyici Tesiri Türkiye’de Türk Müziği Yasağı Dünyanın İlk Toplu Sözleşmesi Pis Kokusundan Dolayı Kovulan Elçi Lavrens’in İtirafı Osmanoğulları’nın Dramı Batının İslam’la Kavgası Miskinler Tekkesi Osmanlı’da Fikir Hürriyeti Picasso ve İslam Arnavut Yemini Harem Yalanı 450 Yıllık Çevre Nizamnamesi Sünnetdaş Bir Dinsizin Papaz Olan Oğlu Kitaplardan Baraj Köpekler İçin Vakıflar Sultan Ahmet Resim Galerisi İlk Boğaz Köprüsü Projesi Moskova Önlerinde Fetih Tuğları Çocuğunu Satılığa Çıkaran Kadın 27 Mayıs Darbesinde Amerikan Parmağı Fatih İle Napolyon Arasındaki Fark Padişahlı Masal Yasağı Kim Daha Yamyam? Petrolü İlk Keşfedenler Goethe ve İslamiyet. Çılgın Türkler Barbar Fantezileri Misafir Yüzünden Kavga Yem Olarak Kullanılan Bosnalı Çocuklar Selimiye Camii’nin Sırları Batı’da Satılık Kadınlar ABD’nin Irkçılık Sicili Cabir Bin Hayyan ve Atom Amerikan Filmlerinin Gücü Osmanlı’dan ABD’ye Yardımı Vasco da Gama ve İbn-i Macid Batının Nüfus Savaş Mûsîki İle Tedavi Sokollu’nun Dev Projesi Savaş Tazminatı Olarak Kitap Çakmak Vergisi Sanki Yedim Camii İki Defa Tahtını Terkeden Dünyanın Tek Hükümdarı Osmanlı Mahallesinin Orjinalliği En Büyük Hıristiyan Hükümdarı Osmanlılar Sultan Mahmud’u Kapısından Kovan Şeyh Harem Gerçeği “İç Oğlan” İftirası Sultan II. Abdülhamid Han ve Pasteur Batı’da ve Osmanlı’da Akıl Hastalarına Bakış Osmanlı Niçin Süper Güç? Viktor Hugo’nun Gözüyle Pantolon Giyen Osmanlı İstanbul’da İntihar Salgını Osmanlı’nın Yıkılışı ve Yahudi Bankerler Devşirme Sistemi” Gerçeği Mezartaşlarının Dili Osmanlı’dan İrlanda’ya Yardım Blue Jean’ın Ana Yurdu Osmanlı Medeniyetinde Çiçeklerin Dili
Geleceğe dönük bir hareketin adı olan tarih, beşeriyetin bir tecrübe birikimidir. Ve bu tecrübe birikimi, biz ancak o birikimden birşeyler öğrenebilecek entellektüel kapasiteye sahip olduğumuz ölçüde faydalıdır. İçinde yaşadığımız siyasî coğrafyanın, daha geniş yelpazede kültür coğrafyamızın tarihi de, tecrübesinden istifade edilebilecek paha biçilmez bir değer hazinesidir. Dört kitaptan oluşan bu seri; okuyucunun tarihin ibret aynasından belli bir şuur ve terkip çıkarabilmesi ve o şuurla bugünün meselelerini analiz edebilmesi için kaleme alındı.
Tarih Şuuruna Doğru 4 Kitabı pdf indir pdf indir oku
0 notes