#Osman Paşa Marşı
Explore tagged Tumblr posts
pianosheet · 8 months ago
Text
youtube
2 notes · View notes
immoraltales · 7 years ago
Photo
Tumblr media
Plevne Savunmasının Komutanı Mareşal Osman Nuri Paşa
Plevne Marşı
Gazi Osman Pasha, field marshal and the hero of the Siege of Plevna in 1877
Plevna March
5 notes · View notes
videoizleml-blog · 7 years ago
Text
Payitaht Abdülhamid - Plevne Marşı
Payitaht Abdülhamid – Plevne Marşı
View On WordPress
0 notes
hktlifestyle-blog · 5 years ago
Video
instagram
Büyük ölülere matem gerekmez, fikirlerine bağlılık gerekir. ( Gazi Mustafa Kemal Atatürk) Müzik=Plevne Marşı-Osman Paşa #NeMutluTürkümDiyene #MustafaKemalAtatürk (İzmir Province) https://www.instagram.com/p/Bz33dNxFhoY/?igshid=glgvfwhsohyy
0 notes
cety33-blog · 7 years ago
Text
Osman Zeki Üngör Kimdir?
KisacaNet.com'da bu yazımızda Osman Zeki Üngör kimdir kısaca bahsedecek, hayatı hakkında bilgiler vereceğiz. Kısaca Osman Zeki Üngör ile ilgili bilgileri alt kısımdan okuyabilir, bu kısa ve net bilgilerden yararlanabilirsiniz. Osman Zeki Üngör kimdir kısaca hemen alt kısımda yer alıyor. Kısa bilgileri paylaştığımız ve Osman Zeki Üngör kimdir kısaca şeklinde birçok biyografiye, hayata yer verdiğimiz web sitemize daha sık uğramanız dileğiyle. Osman Zeki Üngör hakkındaki kısaca bu bilgilere yorum bırakmayı unutmayınız. 1880 yılında dünyaya gelen Osman Zeki Üngör, eğitimini Beşiktaş Askeri Rüştiyesinde  Zamanla kendisini gösteren Üngör, birçok orkestranın başkemancı olarak yer alırken almış olduğu binbaşı rütbesi ile saray orkestrasının şefi olarak gösterildi.
Osman Zeki Üngör, eğitimini tamamlayarak ve mızıka alanında 2. Abdülhamid’in dikkatini çekerek sanat alanında yetiştirildi. Batı müziği alanında gördüğü eğitimler onu oldukça başarılı bir kemancı yapmaya yetmişti. (adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});
Osman Zeki Üngör Kimdir?
Yurtiçinde çalıştığı kadar yurtdışında da çalışan Osman Zeki Üngör, çeşitli bölgelerde halk konserleri vererek insanların müzik alanındaki ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyordu. Bağımsız olarak oluşturduğu Türk Senfoni Orkestrası Avrupa’nın brçok şehrinde gösteriler gerçekleştirmiş olup oldukça ünlenmelerine katkı sağlamıştır. Osman Zeki Üngör’ün günümüzde dahi ismini bilinmesinin en büyük nedeni ise;
<!-- /* Font Definitions */ @font-face {font-family:"Cambria Math"; panose-1:2 4 5 3 5 4 6 3 2 4; mso-font-charset:0; mso-generic-font-family:auto; mso-font-pitch:variable; mso-font-signature:-536870145 1107305727 0 0 415 0;} @font-face {font-family:Calibri; panose-1:2 15 5 2 2 2 4 3 2 4; mso-font-charset:0; mso-generic-font-family:auto; mso-font-pitch:variable; mso-font-signature:-536870145 1073786111 1 0 415 0;} /* Style Definitions */ p.MsoNormal, li.MsoNormal, div.MsoNormal {mso-style-unhide:no; mso-style-qformat:yes; mso-style-parent:""; margin:0cm; margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:12.0pt; font-family:Calibri; mso-ascii-font-family:Calibri; mso-ascii-theme-font:minor-latin; mso-fareast-font-family:Calibri; mso-fareast-theme-font:minor-latin; mso-hansi-font-family:Calibri; mso-hansi-theme-font:minor-latin; mso-bidi-font-family:"Times New Roman"; mso-bidi-theme-font:minor-bidi; mso-fareast-language:EN-US;} .MsoChpDefault {mso-style-type:export-only; mso-default-props:yes; font-family:Calibri; mso-ascii-font-family:Calibri; mso-ascii-theme-font:minor-latin; mso-fareast-font-family:Calibri; mso-fareast-theme-font:minor-latin; mso-hansi-font-family:Calibri; mso-hansi-theme-font:minor-latin; mso-bidi-font-family:"Times New Roman"; mso-bidi-theme-font:minor-bidi; mso-fareast-language:EN-US;} @page WordSection1 {size:595.0pt 842.0pt; margin:70.85pt 70.85pt 70.85pt 70.85pt; mso-header-margin:35.4pt; mso-footer-margin:35.4pt; mso-paper-source:0;} div.WordSection1 {page:WordSection1;} -->
Osman Zeki Üngör, 1922 yılında Mehmet Akif Ersoy tarafından kaleme alınan İstiklal Marşını bestelere dökerek sesli hale getiren kişi olarak gösterilmekte. 1958 yılında vefat eden Üngör’ün cenazesinde özel iziler alınarak bestelediği İstiklal Marşı çaldırılmış, duygulu anların yaşanması sağlanmıştır. Etiketler: osman zeki üngör kimdir kısaca, osman zeki üngör hakkında kısaca bilgi, osman zeki üngör hayatı kısaca, osman zeki üngör ile ilgili kısa bilgi, osman zeki üngör kısa bilgi
(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({}); Osman Zeki Üngor Hakkında Sıkça Sorulan Sorular Osman Zeki Üngör Kaç Yaşında Öldü? Osman Zeki Üngör dünyaya gözlerini tam olarak 1958 yılında kapatmıştır. 1958 yılında değerli bir müzik sanatçımız olan Osman Zeki Üngör'ü kaybettik. Osman Zeki Üngör'ün Doğum Tarihi Nedir? Osman Zeki Üngör 1880 tarihinde doğan bir bestecimiz ve değerli bir sanatçımızdır. Osman Zeki Üngör dünyaya gözlerini açtığında yıl 1880'idi. Osman Zeki Üngör Nerelidir? Osman Zeki Üngör'ün doğum yeri İstanbul'dur. İstanbulludur. Osman Zeki Üngör Nerede Doğdu?
Osman Zeki Üngör'ün İstanbul'da doğduğu bilinmektedir. Zeki Üngör İstanbul'da doğmuş ve burada yetişmeye devam etmiştir.
Osman Zeki Üngör İstiklal Marşı'nı Kaç Yılında Besteledi?
Osman Zeki Üngör Cumhurbaşkanlığı Orskestra şefliği yapmaktaydı. 1930 yılında Zeki Üngör'e verilen yeni görev ile İstiklal Marşımızı yeniden besteledi.
Osman Zeki Üngör'ün Eserleri Nelerdir?
Osman Zeki Üngör eserleri:
İstiklal Marşı
Töre Marşı
Azmü Ümit Marşı
Cumhuriyet Marşı
Türk çocukları
İlim Marşı
Osman Zeki Üngör İstiklal Marşı'nı Nasıl Besteledi?
Osman Zeki Üngör Cumhurbaşkanlığı orkestra şefliği yaparken özel bir görevlendirme ile İstiklal Marşını 1930 yılına kadar söylenen bestesini yeniden bestelemesi istenildi. 1930 yılında Zeki Üngör Ulusal marşımızı yeniden besteledi. Armonisini Edgar Manas, bandosunu ise İhsan Servet Künçer üstlenmiştir. (adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});
Osman Zeki Üngör'ün Annesinin Adı Nedir? Çerkez Tir-i Müjgan Kadın Efendi Osman Zeki Üngörün annesinin adıdır. Osman Zeki Üngör'ün Babasının Adı Nedir? Şekerci Hacı Bekirzade ailesinden Hüseyin Bey, Osman Zeki Üngör'ün babasının adıdır. Osman Zeki Üngör'ün Oğlunun Adı Nedir? Osman Zeki Üngör'ün oğlunun adı Ekrem Zeki Ün'dür. Osman Zeki Üngör'ün Gittiği Okullar Nelerdir?
Askeri eğitimini Beşiktaş Askeri Rüştiyesinde, Müzik eğitimini Osmanlı Saray Bandosu na ait Mızıka-yı Hümayun da eğitimler aldı. Ayrıca usta keman sanatçısı Vondra Bey' den de keman dersleri, Aranda Paşa' dan da Müzik Nazariyatı dersleri aldı.
(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({}); Osman Zeki Üngör'ün Mezarı Nerededir?
1958 yılında evinde vefat etti. Cenaze törenin de özel bir izin alınarak Mehmet Akif' den sonra ilk kez İstiklal Marşı çalındı. Daha sonra Karacaahmet mezarlığına defnedildi. Böylece Osman Zeki Üngörün mezarlığı Karacaahmet mezarlığındadır.
Osman Zeki Üngör'ün Yaptığı Çalışmalar Nelerdir?
En önemli çalışması İstiklal Marşı olup diğer çalışmaları ise; Töre Marşı, Azmü Ümit Marşı, Cumhuriyet Marşı, Türk çocukları ve İlim Marşıdır.
0 notes
yusufserkan · 8 years ago
Text
mehter marşı......
Türkiye'de değersizleştirme operasyonu var. Cahilce ya da kızgınlıkla değil, sistemli yapıldığını düşünüyorum. Ve bunu FETÖ'nün/AKP'nin ortaya çıkardığı “insan tipi” yapıyor. Çok rahatsız olduğum bir örneği paylaşmalıy��m: Çığırtkan sunucu tv ekranında sürekli, “ver mehteri ver; dosta düşmana karşı ver mehteri” diyerek mehter çaldırıyor! Bu pespayeliğe kimse sesini çıkarmıyor. Bu bayağılık karşısında Türkler susuyor. Bu kalitesizlik karşısında Müslümanlar susuyor. Bu vasatlık karşısında tv sahibi Gökçekler susuyor. Yetmezmiş gibi… Çaldığında, kurucu Osman Bey'den itibaren bir dönem, -Selçuklu hükümdarlarına hürmeten- Osmanlı padişahlarının ayağa kalktığı mehter'in, televizyonda eğlence aracına dönüştürülmesini çoğu kimse gülümseyerek izliyor. Ayıptır… Nasıl susulur? Dünyanın en eski askeri birimidir, mehter! Genelkurmay Başkanlığı mehteri şöyle tanıtır: Mehter, bağımsızlıktır… Mehter, hakimiyettir… Mehter, azamettir… Mehter, bir and, bir dua, bir niyaz, bir alkıştır… Mehter, Türk ulusunun kıtalara yayılmış sesidir… Böylesine görkemli bir tarihi sembol, bugün tv ekranlarında ayaklar altına alınıyor. “Ver coşkuyu” diye adeta alay ediliyor. Demek… Fatih Sultan Mehmet kanunu gereği, yatsıdan ve sabah namazından sonra çalınıp, dua edilen mehter, şov malzemesi yapılacak öyle mi? Ve sizler! AKP-MHP'li arkadaşlar susacaksınız öyle mi? Tarihimize bu kadar mı yabancılaştırıldınız? TARİHİ BİLMİYOR Mehter, dünya askeri müzik tarihinin başlangıcıdır. Mehter, dünya askeri bandolarının atası/temel taşıdır. Belgeler, tarihini MÖ 200'lere Orta Asya'ya kadar götürüyor. Kuşkusuz çok daha eski. Bugün dünyada tanınmış Çin-Japon davullarının kökeni şamanlar/Türkler idi. Orhun Yazıtları'nda mehter'in atası olan “tuğ” takımlarından söz edildi. Türklerde “sancak”, “tuğ” ve “davul” egemenlik simgesiydi. Türk hakanları bir kişiye beylik vereceği zaman mutlaka bir davul gönderirdi. Beyliğin geri alınması durumunda davul geri alınırdı. Selçuklular, davullar topluluğu anlamında “tabılhane” adını kullandı. Selçuklu bu topluluğu “nefir” ve “buk” gibi (trompetlerin atası) madeni borularla zenginleştirdi. Osmanlı, Farsça'dan gelen “en büyük/ulu” anlamını taşıyan “mihter” sözcüğünden “mehter” kelimesini üretti. Mehter… Malazgirt Savaşı'nda da vardı, İstanbul Fethi'nde de… Belgrad'ın alınmasında da vardı, Viyana kuşatmasında da… Barbaros Hayrettin Paşa, Preveze Savaşı'yla 1538'de mehteri deniz kuvvetlerinde ilk çaldıran komutan oldu. Padişahlar, sefere çıkarken sarayın mehter takımı iki misli artırılıyordu. (Büyük davul/kös sadece padişahların mehter takımında vardı; ve bunlar deve veya fil üzerindeydi. Örneğin, Mohaç Savaşı'nda 500 kös vardı!) Mehter, savaş meydanlarında psikolojik harbin en etkili silahıydı. Bu nedenle… İlk Fransızlar, 1643 yılında ordusunda obuaları kullanarak mehteri taklit etmeye başladı. Polonyalılar/Lehistanlılar, -III. Ahmet'in hediye ettiği- mehteri örnek alıp ilk askeri bandolarını 1741'de oluşturdu. Avusturyalılar, Almanlar, Ruslar mehterden etkilenerek askeri mızıka takımları kurdu. Sadece bu kadar değil… TÜRK İŞİ Batı'da kullanılan “alla Turca” söylemi “Türk işi” demektir. Kimi müzik terimleri gibi İtalyanca'dır. İspanyolca “a la Turca” diye anılan bu akım Türkçe'ye -bir galat-ı meşhur olarak- “alaturka” olarak yerleşti. Ancak bu stilin doğduğu yer, Viyana'dır. Bu, sadece Viyana kuşatmasıyla olmadı; diplomatik ziyaretlerde mehter, Türk Ordusu'nun haşmetini göstermesi için kullanıldı. Mehter kaynaklı “alla Turca” stili Batı müziğini etkiledi. Bu tarzda 138 yapıt bulunduğu biliniyor. Kimler mehterden etkilenmedi ki… İşte Mozart: – 1775'de, Türk konçertosu olarak bilinen 5. Keman Konçertosu'nu yazdı. – 1778'de, Türk Marşı olarak bilinen Piyano Sonatını yazdı. – 1780'de, konusu Osmanlı Sarayı'nda geçen Zaide Operası'nı yazdı. – 1782'de, Selim Paşa'nın yazlık sarayında geçen Saraydan Kız Kaçırma Operası'nı yazdı. Mozart mektuplarında mehtere “Yeniçeri Korosu” diyordu. Peki ya Beethoven: – 1811'de, Atina Harabeleri'ni mehter (ve Mevlevilerden) etkilenerek yazdı. (Bunun içinde “Türk Marşı” bölümü vardır.) – 1824'de, -bugün Avrupa Birliği'nin resmi marşı olan- Dokuzuncu Senfoni'nin finalindeki armoni ve ritmi mehterden etkilenerek yazdı. Besteci, Dokuzuncu Senfoni'yi, “Türk işi müzikli Almanca senfoni” diye tanımladı. Haydn'dan Rossini'ye, Brahms'dan Musorgsky'e kadar unutulmaz bestecilerin mehterden etkilenerek eserler ürettikleri biliniyor. Ne acıdır: “Batıcılık” hülyasına dalan II. Mahmut, 1826'da Yeniçeri Ocağı'yla birlikte mehterhane'yi de kapattı. Yerine Avrupa'dan etkilenip “bando takımı” kurdurdu! Mehtere tekrar can veren 1911'de İttihatçılar oldu. Uzatmayayım… Savaş meydanında düşmana yaklaşıldığında mehterin sesi giderek yükselmeye başlardı; kös ve kudüm çalanlar hep bir ağızdan “Yekdir Allah Yek” diye bağırırlardı. Nerelere savrulduk: Bugünün ekran çığırtkanları “ver coşkuyu” diye bağırarak şov yapıp mehteri değersizleştiriyor. İşte… Yeni “insan tipi” bu… Oysa. Ne diyor mehter sözleri: Yürekler kabarık, gözlerde damla, Mehteri saygıyla, dur da selamla, Bir huşu içinde, dinle gülbankı, Sesleniyor tarih, bu ses o yankı…
0 notes
senaninkitapdukkani-blog · 8 years ago
Text
İSTİKLAL MARŞININ KABULÜ 12 MART 1921 İstiklal Marşımız, yurdumuzun düşman işgaline uğradığı felaket günlerinde hazırlandı. Saldırgan düşmana karşı Anadolu'da tutuşan heyecanı koruyacak; vatan sevgisini ve inancı Canlı tutacak bir marşın hazırlanması düşüncesi, Genel Kurmay Başkanı İsmet (İnönü) Paşa dan geldi.
İsmet İnönü böyle bir marşın Fransız ordusunda mevcut olduğunu ve bizim ordumuz için de faydalı olacağını Milli Eğitim Bakanlığına iletti.
Milli Eğitim Bakanlığı da bu düşünceyi benimseyip bir yarışma düzenledi. Beğenilen güfte için 500 lira ödül verilecekti. Yarışma için 734 şiir gönderildi. Bir kurulca bunlar titizlikle incelenip 6 tanesi ayrıldı.
Ama hiçbiri beğenilmedi; marş olacak değerde bulunmadı. O zaman Burdur Milletvekili olan Mehmet Akif'in para ödülünden rahatsızlık duyduğu için yarışmaya katılmadığı öğrenildi. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi şairin Meclis'teki sıra arkadaşı Balıkesir Milletvekili Hasan Basri Bey'in yardımını istedi.
Hasan Basri Bey bundan sonrasını şöyle anlatıyor:
Akif Bey'in yanımda olduğu bir zaman,elime bir Kağıt parçası alarak,onun dikkatini çekecek bir tarzda yazmaya başladım. Ne yazıyorsun? Marş...İstiklal Marşı yazıyorum.
Yahu sen ne adamsın? Seçilecek şiire para ödülü verileceğini bilmiyor musun? içinde para olan bir işe nasıl katılıyorsun? Yarışma kaldırıldı? Seçilecek şiire ne para verilecek, ne de her hangi bir ödül. Milli Eğitim Bakanı bana güvence verdi. Ya, o halde yazalım.
İşte böylece yazılmaya başlanan ve 48 saatte bitirilen İstiklal Marşı, imzasız olarak Milli Eğitim Bakanlığının seçici kuruluna sunuldu.
Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi, daha önce seçilen 6 şiirle birlikte yeni şiiri Ordu Komutanlarına gönderdi. Onlardan, şiirlerin askerlere okunmasını, beğenilenleri sıralamalarını istedi. Komutanlar, kısa sürede sonucu bildirdiler: Hepsi de Mehmet Akif'in şiirini birinci sıraya almıştı. Bundan sonraki iş, İstiklal Marşı'nın T.B.M.M'ne getirip kabul ettirmekti.
Marş, ilkin Meclis'in 1 Mart 1921 günü yaptığı ikinci oturumunda ele alındı. Başkan Mustafa Kemal'in söz vermesi üzerine Hamdullah Suphi kürsüye gelerek, sık sık alkışlarla kesilen şiiri okudu ve son seçimin Meclis'e ait olduğunu söyledi. O Gün oylama yapılmadı. Şiirle ilgili konuşmalar ve oylama, Meclis'in 12 Mart 1921 günü öğleden sonraki oturumunda yapıldı.
Bazı milletvekilleri, bir komisyon kurularak şiirin yeniden incelenmesini, bazıları da hemen görülüp karara bağlanmasını istediler. Uzunca tartışmalardan sonra, şiirin kabulü için verilen 6 önerge benimsendi ve İstiklal Marşı çoğunlukla kabul edildi.
Şiirin bestelenmesi için açılan ikinci yarışmaya 24 besteci katıldı. 1924 yılında Ankara'da toplanan seçici kurul, Ali Rıfat Çağatay'ın bestesini kabul etti. Bu beste 1930 yılına kadar çalındıysa da 1930 da değiştirilerek Cumhurbaşkanlığı orkestrası şefi Osman Zeki Üngör'ün 1922 de hazırladığı bugünkü beste yürürlüğe kondu. Marşın armonilenmesini Edgar Manas, bando düzenlemesini İhsan Servet Künçer yaptı
0 notes
eldememre · 8 years ago
Text
Eserler ve Hadiseler - Sinekli Bakkal
Agah Sırrı Levend
Yeni Türk Mecmuası Sayı 51 Mart 1937
Halide Edip, uzun bir fasıladan sonra, Sinekli Bakkal romanı ile tekrar Türk okuyucularının karşısına çığmış oluyor.
Ancak bu son romanın muharriri olan Halide Edip, Handan, Seviyye Talip, Mevut hüküm, Kalp ağrısı, Zeyno’nun oğlu gibi eserlerde aşk ve ihtiras kahramanlarını yaratan, hatta Yeni Turan, Vurun Kahpeye, Ateşten Gömlek gibi romanlarda da siyaset ve istiklal mücadelelerinin sert ve yıldırımlı havası içinde gönül ihtiraslarını memleket kaygısı ile birleştiren ve bunları idealize edip bize gösteren Halide Edip’ten büsbütün başka.
Bununla beraber Sinekli Bakkal’da da yine karışık ihtirasları çözmek isterken düğümleyen ve böylece ruhunun kuvvetli hamlelerini- belki de farkında olmayarak- saffetle gösteren eski Halide Edip’i görmek daima mümkün. Hususu ile eserin yarısından sonra..
Ona bu başkalığı veren nedir? Ve bu başkalık acaba muharririn sanat hayatında bir tekâmül müdür? Eseri anlamaya çalışalım:
Eserdeki vakanın belli başlı kahramanı olan Rabia, Aksaray’da Sinekli Bakkal mahallesinin taassubu ve aksiliği ile tanınmış olan imamının torunudur. Babasına dargın olan anası ile birlikte dedesinin evinde oturmaktadır. Rabia, mizacının sert ve kuru taraflarını, imamın tabiatına tevarüs eden huysuz ve kinci olan anasından, yumuşak ve kabiliyetli taraflarını da mahallede bakkallık eden ve ramazanlarda karagöz oynatan çocuk tabiatlı babasından almıştır. Kız, babasının ilk defa sürgüne gitmesi üzerine, aynı mahallede oturan Zaptiye nazırının hanımı tarafından konağa alınıyor- Orada Mevlevi Vehbi dededen aldığı derslerle az zamanda musikideki kabiliyetini gösteriyor; hatta Paşanın oğlunun arkadaşı olup ara sıra konağa gelen musikişinas Preglini’nin de takdirini kazanıyor.
Yıllardan sonra babası sürgünden dönünce onunla birlikte bakkal dükkânını idare ediyor. Onun sert ve müsamaha bilmez tabiatı mahalle külhanbeylerinin bile korku ve hürmetini üzerinde toplamıştır. Diğer taraftan sade ve gösterişsiz bir çerçeve içinde görünen saf ve temiz varlığı ise, ara sıra dükkâna uğramayı ihmal etmeyen Preglini’nin hayranlığını artırmaktadır.
Bu sırada anası ölüyor; babası da tekrar sürgüne gidiyor ve kız, orta oyununda babasının sanat arkadaşı olan maskara kambur Rakım’la dükkânda kalıyor.
Rabia, arkasında üç sıkı kumral örgüsü ile, açık yüzü ile, nohudî yazma yemenisi ile İstanbul şehrinin ve medeniyetin asırlar süren tekâmülünün vücuda getirdiği bu yerli tip, Preglini’nin hislerini altüst ediyor. Uzun tereddütlerden ve kararsızlıklardan sonra kıza hislerini itiraf ediyor ve evlenmek istediğini anlatıyor. Kız da bu hislere yabancı değildir; razı oluyor, fakat Müslüman olması ve Sinekli Bakkal’a gelip yerleşmesi şartı ile. Çünkü dine ve mahalleye bağlılık aşka bağlılıktan daha kuvvetlidir.
Preglini Müslüman oluyor ve Osman adı ile Sinekli Bakkal’a yerleşiyor. Tabiî bu vaziyette, iki başka medeniyetin, iki zıt cemiyetin mahsulü olan bu iki insan arasındaki ayrılık kendini gösteriyor. Şimdi pişmanlık başlamış, ıstırap ve sıkıntı belirmiştir. Bununla beraber birinde kuvvetini başından ve yaşından alan mantık, diğerinde ananeci terbiyenin icap ettirdiği sessizlik ve tevekkül, bu ayrılığı bir kavga ile son hadde götürmesine mâni olmaktadır.
Şimdi Rabia gebedir ve sıhhati çocuk doğurmasına manidir. Osman Rabia’yı kurtarmak için çocuğun feda edilmesi lüzumuna kani bulunuyor. Rabia ise, doktorun müdahalesi ile çocuğunu aldırmaktansa ölmeye razıdır. Neticede çocuk doğuyor, fakat beklenen akıbet meydana gelmiyor ve Rabia kurtuluyor.
O sırada 1908 İnkılâbı olmuş, sürgünler İstanbul’a dönmüştür. Rabia’nın babası Tevfik, sürgünleri karşılamak üzere toplanan kalabalığın içinde rıhtıma çıkıyor. Halkın alkışları ve istibdada lânetler savuran hatibin heyecanlı sözleri arasında torununu görmek üzere damadı ve dostları ile birlikte Sinekli Bakkal yolunu tutuyor. Bu sırada Tevfik’in gözüne ilişen bu hatip, Zaptiye nezaretinde mahpus iken ona işkence yapan hafiyedir.
Eseri, yalnız yukarıda hulâsa ettiğim vaka bakımından tetkik ederek hüküm vermek, onu anlamamaktır. Roman, büsbütün başka hususiyetler taşımaktadır.
Denilebilir ki muharrir, bir romancı sıfatla şimdiye kadar bize tanıtmadığı başka bir âlemi tasvir eden yeni tipte bir romana muvaffakiyetle başlamış, fakat bir de gönül macerası ile alâkamızı artırmak için iki zıt karakteri çarpıştırarak böylece bir neticeye bağlamak istemiştir.
Hakikat halde roman, ismine hak edecek kadar tam bir Sinekli Bakkal’dır. Kaldırmışız tozlu sokakları, çarpık tahtadan evleri, haremli ve selâmlıklı konakları, içinde mevlit ve mukabele okunan camileri, ramazanlarda karagöz ve orta oyunu oynanan boş arsaları, yatsıdan sonra külhanbeyinden paşa mütekaitlerine kadar mahallenin bütün erkânını toplayan havası sigara dumanı ile sisli basık tavanlı kahvelerde eski İstanbul’un kendi haline bırakılmış mütevazi ve basit bir mahallesi. Hatta yalnız bu kadar da değil. Bebek sırtlarına yaslanmış köşkleri, yüksek duvarlar arasında dış âleme karşı kapalı sarayları ve onun içinde geçen hazin ve facialı hayati-le istibdat devrindeki Osmanlı imparatorluğunun son günlerini yaşayan eski İstanbul’un ta kendisi.
Bu bakımdan roman, eski ahlâk ve âdetleri tasvir ederek o zamanki cemiyet hayatının iç yüzünü göstermesi itibarı ile kendi vadisinde bir roman de moeursdür.
Vakıa temas ettiği hayat safhaları üzerinde fazla durmuyor ve derin tahliller yapmıyor. Fakat biz, eski hayatı meydana getiren ve artık kaybolup unutulan âdet ve ananelerin hemen hepsinin bir sinema şeridi gibi gözlerimizin önünden geçtiğini görüyoruz:
İmamı, bakkalı, tulumbacısı, çeşme başında dedikodu eden kadınları ve arsız çocuklar ile mahalle; gelini, kaynanası, ortağı, eski ananeye ve padişaha sadık paşası, Genç Türklerin fikirlerini benimseyen küçük beyi ve içindeki teşrifat ile konak; mevlidi ve ayini ile kandil gecesi; seyir yerlerine koşan halkı, kuzusu ve ziyafeti ile Hıdırellez günü; zarif endamlı Mevlevî muallimi, hırkalı ve entarili talebesi ile alaturka musiki meşki; tantanalı alayı, seçme yaverleri ve muhteşem arabaları ile cuma selâmlığı; müstebit nazırı, çatık yüzlü memurları, zalim hafiyeleri, işkencesi ve tevkifhanesi ile Zaptiye nezareti; hareket günü Galata meyhanelerinden kaldırılan kaptanı, derbeder çımacısı ile masumları sürgüne taşıyan beylik gemi...
Bütün bu muhtelif dekor içinde yaşayan sayısız insanların hepsi, hakiki hayatta yerlerini ve vazifelerini almış kendi hüviyetlerde canlı olarak yaşatılmış tiplerdir. Bunlar, muharririn başka eserlerinde daima rastladığımız aşk ve ihtiras içinde maceralar yaratan kimseler değil, belki kendi hallerinde kendi mukadderlerini takip ederek mütevekkil ve şikâyetsiz yaşayan, ıstırap çeken, inanan ve çok kere boş ve yalancı kanaatlerin peşinde sürüklenen basit insanlardır.
Bu sayısız tipler, eserin sonlarına doğru süzüle süzüle ikinci plâna geçiyorlar; daha sonra kayboluyorlar ve meydanı Rabia ile Müslüman olan kocasına bırakıyorlar. İşte o zaman muharririn, tipleri hakiki vasıfları ile canlandırmakta gösterdiği ustalığın birden zaafa uğradığını görüyoruz. Çünkü romancı, Rabia’yı özenmiş ve bir kadın kahraman yaratmak ihtiyacı ile eski romancı Halide Edip’in hüviyetine bürünüvermiştir. Bunun içindir ki muhtelif tipleri ve hayat safhalarını gösterirken çok gayri şahsî kalan muharrir, burada bu vasfı devam ettirememiş, Rabia’yı mütemadi-yan silip bozmuş ve üzerinde ısrarla işledikçe hakikî hüviyetini bir türlü gösterememiştir.
Bunun için Rabia’da daim tezatlarla karşılaşıyoruz. Şimdi kulağına küpede takmayı hoş görmeyecek kadar ham bir taassup gösterirken, şimdi bir Hristiyan erkeğe karşı duyduğu temayülü tabiî karşılayacak derecede serbest davranıyor. Bir tarafta merhametli ve hisli görünürken öte tarafta sokaktan geçirilen anasının tabutunu pencereden kayıtsızca seyredecek kadar taş yürekli görünüyor. Bir Hristiyan’la evlenerek mahallenin dedikodularını hiçe saydığı halde, hayatı bahasına da olsa çocuğunu doktor müdahalesi ile aldırmayacak kadar dinî tesirlere bağlı bulunuyor.
Bundan başka eserde, sahihlerine yakıştıramadığımız bazı fikirlere de rastlamaktayız. Meselâ, Zaptiye nazırımın karısı cahil olduğu halde «Allah’ın ne istediğini kimse bilmez, fakat şeytanın istediği malum» diyecek kadar serbest düşüncelidir. Rabia, meşrutiyet inkılabından bir az evvelki günlerde Abdülhamid’in marşı çalınırken lüzumsuz bir kehanet göstererek «belki de son çalman marş!» diyor. Mahallenin maskarası olan Rakım amca da yine inkılâbı telmih ederek «temizlik günleri yaklaşıyor» diyerek daha büyük bir kehanet savuruyor. Konakta terbiye edilip Abdülhamid’e odalık olarak gönderilen kanarya ise, padişahtan laubali bir eda ile bahsediyor ve ona lânetler ediyor; çekirdekten yetişme bir prenses gibi konuşuyor.
İşaret ettiğim bu noktalara rağmen, asıl tasvir ettiği eski hayatın canlılığı, uzun araştırmalarla elde edilmesi zarurî olan zenginliği ve kuvvetli bir realizmi taşıması bakımından roman, her halde muvaffak bir eserdir.
Kuvvetli bir realizmi taşıdığını söyledim. Bununla, tipi itibarı ile eser hakkında realist bir roman hükmünü vermek istediğim zannedilmemelidir. Vakıa âdet ve ananeleri tasvir eden bir muharrir, esasta realist olmaktan başka bir şey yapmıyor demektir. Şu fark ile ki kendilerine realist, hususu ile natüralist adı verilen romancılar, hayatın çirkin taraflarını almayı tercih ettikleri halde, bunlar, yaşayan veya kaybolan cemiyet hayatının cazip taraflarını toplamaya meylederler. Yine ötekiler hakikat ve tabiatı tasvir ederken en küçük teferruatı naklettikleri halde, bunlar, teferruat içinde kalmaya razı olmazlar; birkaç tasvirle bir adeti yaşatmayı, bir ananenin izlerini takip etmeyi belli başlı iş sayarlar.
Bundan başka, Auguste Comte'un müspet felsefesinin tesiri altında materyalist olan ve hadiselerin meydana gelişinde maddenin ve fizikî amillerin müdahalelerini ariyan natüralistlerin yerine, bunlar, vakalarda ve vakaları meydana getiren şahsiyetlerde hissi ve fikri rabıtaları araştırmak isterler ve hakikatin içinden ancak karakteristik olanları seçerler.
İşte Sinekli Bakkal muharriri de romanını yazarken bütün bunları ihmal etmemiş ve bize vaka itibarı ile biraz zayıf, fakat topladığı ahlak ve âdet bakımından kuvvetli bir eser vermiştir.
Hatta bazı kere temas ettiği ahlâk ve âdetleri birer hâdise ile tasvir ederken onları izah ve tefsir etmeyi da unutmamıştır. Meselâ bir bahçıvan çırağı olarak konağa gelen Arnavut çocuğunun damatlığa kadar yükselmesini anlatırken, eski damatları göz önüne getirerek, asaleti ferdin kabiliyeti şeklinde telâkki eden eski içtimai demokrasiyi anlatmak istemiştir.
Yine romanın bir tarafında, kendilerini dinî tesirlerden uzak sayan gençler, her musibetin sebebini softalarda ve softalıkta buluyorlar. O zaman muharrir, İlâhî aşkın iki türlü tecellisini izah ediyor: Tasavvuf! Aşk da Mevlevî Vehbi Dede’de zühdü aşkın mutaassıp mahalle imamında tecelli etmektedir. İkisi de ayrı tip! Gençlere göre Vehbi dede daha tehlikeli- Çünkü dayandığı tasavvufî akidenin zarurî neticesi olarak zulme karşı da zalime karşı da müsamahacıdır.
Romanın aslının İngilizce yazıldığı düşünülecek olursa, böyle bir eserin yabancı okuyucular için ne kadar enteresan olacağı kolayca anlaşılır. Romandaki Rabia ve Preglini münasebette mihver yapan vakanın da yine bu noktadan tercih edildiğine şüphe yoktur.
Eser, Rabia’nın ölümüyle bitecek gibi görünürken, neticede kızın kurtulduğunu ve 1908 İnkılâbı üzerine sürgünden dönen Tevfik’in, torununu bir an evvel görmek üzere Sinekli Bakkal’la gitmekte acele ettiğini kaydeden satırlarla eserin bittiğini görüyoruz. Bu, muharririn hazin bir akıbetle bitirdiği eserinin sonunu sonradan değiştirdiği hakkındaki rivayeti kuvvetlendirmektedir.
Şimdiye kadar bize daha fazla yerli dekoru içinde yerli vasıfları kaybetmiş insanların maceralarını nakleden muharrir, bu defa yerli dekor içinde - Preglini’den başka -yerli tipleri ve onların basit ve mütevazı hayatını göstermiş ve ferdî romandan cemiyet romanına doğru yükselme isteğini göstermiştir.
Bundan başka bu romanda, muharririn pürüzlü olduğu daima tekrarlanan üslûbundan da eser yoktur.
Şimdi tenkidimizin başındaki sualin cevabını verelim: Bu eser, muharririn sanat hayatı için bir tekâmül müdür? Şüphe yok. Fazla olarak bu romanın bir heyecan hamlesi ile yazılacak bir eser olmadığı, ancak uzun çalışmalarla toplanacak vesikalara muhtaç bulunduğu düşünülürse, verilecek hüküm daha çok sarahat kazanmış olur.
0 notes
ilahisozleri · 10 years ago
Text
Osman Paşa Marşı adli ilahinin ve daha bir çok ilahi sözünü Kesintisiz olarak hizmet veren Türkiye'nin en kapsamlı ilahi sözleri merkezi adresinden bulacaksınız. Mehter Dosyaları, Mehteran, Osman Paşa Marşı
Sitemizde daha çok ilahi sözü bulacaksınız http://ilahisozleri.net/mehteran/osman-pasa-marsi.html
Osman Paşa Marşı
Tuna nehri akmam diyor Etrafımı yıkmam diyor Şanı büyük Osman Paşa Plevne’den çıkmam diyor **** Düşman Tuna’yı atladı Karakolları yokladı Osman Paşa’nın kolunda Beş bin top birden patladı
0 notes
pianosheet · 7 years ago
Link
Plevne Marşı (Osman Paşa Marşı), Piano https://youtu.be/KmI39eNmUmU
1 note · View note