#Muz Sesleri
Explore tagged Tumblr posts
Text
Aşk diye buna denir: Bir insan, bir insanda tekinsiz bir ev görür.
29 notes
·
View notes
Text
92 senesinin bahar aylarının akşamüstlerine ait anlardan sadece bir tanesi. Kocaman bir park, akşamları salıncakta Ay'ın doğumuna doğru sallandıkça, " aydede"ye ulaşmaya çalışıyor, Jules Verne'den henüz haberimin olmadığı bu 5 yaşımın ortalarında Ay'a ilk seyahatimi zihnimde canlandırıyorum.
Annemin yanımda olduğu anlar çocukluğuma denk geliyor genelde( hatta belki de tamamen) , ya pazara çıkarken, ya evde, ya da parkta. Elimde haşlanmış bir mısır, süt dişlerimle kemirmeye çalıştığım bir koçan mısırın heyecanına, babannemin pencereden bizi izleyişi, babamın işten geliş saatinin yaklaşmakta olması heyecanı ekleniyor...
Babam caddenin bitiminde görünmek üzere, tek ve kocaman bir farkla, bir arabayla yanaşıyor parkın kaldırımının yanına. Beyaz bir Lada Tavria. Sovyetler Birliğinin tamamen yıkımına devrimci bir ağıtla ,sanki babamın alacağı bir Rus arabasıyla komünizm yıkılmayacak gibi, o mekik parkın kenarına iniş yapıyor, babannemin " komünist işi araba bu" diye hayıflanmalarıyla. Babam o sene bir adet kamera da alıyor ama Ruslar yerine Japonları tercih edip, komünizme sağ gösterip sol vuran bir liberalizmle babannemi yine hayıflandırıyor " şeytan icadı mı nedir bu, çek şunu gözümün önünden". Babannemin şeytan icadı olarak görmesi acaba Japonların allahsız bir toplum olması yüzünden mi yoksa bizim mi kamera sahibi oluşumuz tam olarak kestiremiyorum, dedemin taş gibi çalışır halde olan Demokratik Alman malı kamerasının çürümeye atılması da belki gelişmeye ve güzelliğe olan bir tepki sanırım. O çürüyen kamerayla 70lerin tamamı çöpe giderken, aynı kaderi, bu sefer rutubetin, umursamazlığın ve takip eden günlerde bozulmaların tamirine ayırabilecek bütçenin olmayışı nedeniyle kocaman 90larımız çöpe gidiyor.
Beyaz Lada Tavria altımızda, bize İstanbul'u gezdiriyor, şehirlerarası yolculuklar yaptırıyor, tarlaları, otobanları, gecenin sessizliğini, yağmurun sesine karışan motor sesinin trans etkisi gösteren efektlerini bu yolculuklarda ediniyorum. Hedef Ay, belki Lada beni oraya da götürür diye hayaller içinde yüzerken, o Lada ile işsizlik, kırılan hayaller, dönülen şehirler, yokluk ve depresyon beliriyor. Türkiye cehennemin içine düşerken, yıkılan tüm eski sosyalist cumhuriyetler bağımsızlığını ilan ediiyor, biz aile olarak işgale uğramış bir muz cumhuriyeti misali oradan oraya savruluyoruz, takvimler 95 yılının ortalarını gösterirken. Uzay mekiğimiz Lada bolca su kaynatarak cebimize üç beş kuruş olarak dönen buharlaşan su gibi yok olup gidiyor ikinci el araç satan bir ilanda.
Ailemiz ne ekonomik ne de huzur bakımından bir türlü belini doğrultamazken, ben ilkokul sınıfımda kabanların, montların asıldığı askılığın içine giriyor, teneffüslerde kendimi uzayın boşluğuna bırakmış gibi oradan oraya savurmaya devam ederek oyunlar oynuyorum. Aile ülke gibidir. Ailemiz bu buhranlı dönemde dine sarılıyor, şanstan medet umuyor, cılız tepki sesleri çıkarıyor, iç kutuplaşmayı ve şiddeti sonuna kadar yaşarken bürokratik sosyalizmin sahip olmadığın şeye sahipmişsin hissinin ve sömürüsünün illüzyonuna kapılıyor. Hiçbir şey bize ait değil ama onu bize aitmiş gibi korumalıyız(!) Kapımızda artık yine beyaz ama sevimsiz, kasası kereste ve makine yağları kokan Renault marka bir kamyonet duruyor. Bizim olmayan, bizimmiş gibi muamele etmemiz gereken bir kamyonet... Bu kamyonet de bizi İstanbul'un girdabına çok gez sokup, çıkarıyor. Kimi zaman kamyonetin kasasında bir taburenin üstünde annem, kimi zaman ben oturarak, sevimsiz bir karanlık ve arka kapının küçücük camlarından dışarıyı görme çabasının içinde karanlığa daha fazla gömülüyoruz.
Son kez o aracın arka kasasında seyahat ederken kendimi bir askeri aracın tutuklu bölmesinde hissediyor, ergenliğimi uzayın karanlığına ve Ay'ın ışığına gömüyorum, fonda 10 senelik heavy metal kasetlerinden gelen gitar melodileri ile.
Bir milli maç sonrasında sevinç gösterileri nedeniyle o kamyonetin sallanması ve kasasında sallanırken yaşanan deprem hissi, tüm hayatın geri kalanına yayılıyor. Sabah günün doğumuna bakarken sodalı etil alkolü kaldırıyorum pencereden dışarı, sırtımı ve göğsümü saran yaraya dönmüş çıbanlarla. Bir zamanlar bizim de arabamız vardı, tahakküm altına alınan gelecek gibi, sahip olamadığımız, olsak da elimizden su buharı gibi uçup giden. Şerefe Ay! Yarın gece yine gel...
0 notes
Text
"Çünkü... İçinde yuvarlanıp gittiğimiz bu gürültü bitsin ve duralım istiyorum. Biraz duralım. Anladın mı?"
44 notes
·
View notes
Text
Büyüklere yalan söyleyebilirim, ama çocuklara… Bilmem, günah gibi geliyor. Tanrı’ya değil ama çocuklara inanıyorum Filipina
20 notes
·
View notes
Text
Bir insan bir insanda başka bir hayatın kapısını görünce aşık olur. Ne mutluluktur öte yandaki, ne de tadıyla meraklandıran bir acı. Aşk diye buna denir: bir insan bir insanda tekinsiz bir ev görür. İnsan, yarası yarasına denk geleni seviyor demek ki.”
20 notes
·
View notes
Photo
12 notes
·
View notes
Text
Muz Sesleri - Ece Temelkuran - Alıntılar
Yine bir Ece Temelkuran, yine çok güzel betimlemeler, yine arada ama düşünen kadınlar… Bu defa bir Beyrut anlatılıyor, farklı üç pencereden. Alıntıları Beyrut, Oxford, Şatila Kampı ve Paris olarak, alıntıların geçtiği şehirleri dikkate alarak düzenledim.
Ben kitabı çok beğendim, ancak yazara olan sevgim sebebiyle ne kadar objektif olabilirim, bilemiyorum. Yine de dolu dolu bir tek cümle, şiddetle tavsiye ederim!
Beyrut -
‘Sakın,’ dedi kendi kendine, ‘korkma.’ Bir hafta önceydi, anlamıştı. İnsan çok yalnızken, bir tane daha kendinden doğuruyordu içinde, ‘Korkma’ desin diye. (8)
Gülümsemeye benzer bir şey yaparken yüzü, ağzı taştanmış gibi kırıldı. Çok susmuş insanların ilk sözcüklerinden önce yutkundukları o ağrılı, ılık yumru gırtlağından geçmemişti ki. (9)
Hadi Bey’e bir karanlıktan çıkıp başka bir karanlığa doğru ışık çizgisi gibi yok olan unutuşları değil, o unutuşlardan sonra gelen, insanı çocuklaştırıp utandıran hatırlama anı dokunuyor. Unutmak ılık, ağrılı bir loşluktu. Hatırlamak ise gölgeli uykuyu kesik kesik yanmaya başlayan çiğ beyaz floresan ışığıyla bölen berbat bir mola yeri. (42)
Muhakkak, her kadın gibi bir filmi tekrar ediyordu kafasında. (58)
Fena halde Şadi’ye âşık, bu yüzden de fena halde bir kızla flört etmeye gayret ediyor. (59)
Savaşta herkese yer vardır, ama savaş bittiğinde… Biri olmak zorundasın. (97)
Kızım, bizim buralarda kadınlar birinin karısı, birinin kızı değilse öyle politika molitika yapamazlar. (98)
“Artık dünyayı değiştirmek için küçük şeyler yapabiliyorsak, bunun tek nedeni dünyanın küçülmüş olmasıdır habibi! Bizim değil!” (114)
Bırakıp gitsen, çok seven bir kadını terk etmek gibi bir çentik bırakır sende. Geri dönsen, “Ben seni hiç çağırmadım ki,” diyen bir erkek, zalim.
Ne zaman inansan aldatan, ne zaman silahlarını kuşansan seni zırhınla, savaşsız kalmış bir asker gibi güneşin altında yalnız bırakan bir hali vardı.
İtip kakardı insanı. Ancak yediği dayakları affede affede büyümeyi öğrenmiş bir çocuksan seversin onu. Çünkü nefret etmeyi de bilmelisin eğer onu seveceksen. Bunu bilmeyenler gelir geçer. Anlatamadıklarını hep bildikleri, yine de durmadan anlattıkları bir hikâyeyi alıp ondan, giderler.
Sırtını okşayacaksın, çünkü ancak sevildiğini bilince yumuşar. Öyle tuhaf bir huyu var. Sana bile saldırsa, bilirse yine de onun için orada olduğunu, ağlar bile suçluluktan. Oğlan çocuğu gibi işte, tıpkı kendi hırçınlığına hayret eden ama zulmüne hükmedemeyen oğlan çocukları gibi.
Bak, keyfetmeyi pek iyi bilir. Arak’ını koy ��nüne, biraz kıbbe ve biraz nane. Sonuna kadar gider. Senin sonuna kadar… Onunla bir gece geçir, gör kendini. Nasıl dener seni! İşlemeyeceğin bütün günahları su içer gibi işlersin, nefes alır gibi, bilmeden. Sabahından korkma, zaten onu yanında bulamazsın. Bu yüzden yeniden denemek istersin. O gece bir daha olsun, “Belki bu sefer yanımda tutarım,” dersin, hınçla ve aşkla. Yok, olmaz. Sahtekârların kralıdır, tavlayamazsın. (…) O hikâyeler anlatır ama sana hep kendini anlattırır. Onda laf bitmez, sen bitersin. Dibini gördün mü anla ki artık sen onunla birliktesin. Git, başkalarına git, dene. Yok, olmaz. Döner gelirsin. Dibini gördün ya, kendinin esiri olursun. (…) Bizden başka kimsesi yok ama hiçbirimizi sallamaz. (…)
Onda güzel olan ne diye sorarsan, kimse söyleyemez. Ben söyleyeyim. Senden habersiz bir şey yaptığını sanırsın hep. Müptelası olduğu budur herkesin. O seni bulana kadar onu bulamayacağın için, oturup ne yapıyor olduğunu düşünürsün. Merak edersin, öfkelenirsin ve o seni bulduğunda şaşarsın kendine, nasıl hiç kızmamış gibi onu yeniden sevdiğine. Onun yanında zayıfsın işte, bu halini seviyorsun. Ağzına tükürüşünü seviyorsun, seni böyle aşılayışını, kendine benzetmesini.
Bir gün öyledir, bir gün böyle. (…) Ve pek haşhaşlıdır. Başka türlü katlanamıyor kendine muhakkak. Uyuyamıyor başka türlü.
Esmer, zayıfça, sıcak ve kıvırcık. Baksan bir şeye benzetemezsin. Ta ki sana bakacak. Gözünün içine. Seni çok seviyormuş gibi, kimsenin kimseyi sevmediği gibi. Hep seni beklemiş gibi, her şeyi anlatacakmış gibi, her şeyini verecekmiş gibi, sonrası yokmuş gibi, umurunda değilmiş gibi, dertli dertli bakacak sana… “İçimde böyle bir yer mi varmış?” dersin, oralarına kadar değer. Çözülmeni bekler. Görmek için nasıl soyunduğunu. Koltukaltlarına kadar sevmek için seni. Oralarına kadar ısırabilmek için. Bırakmak kendini. O gözler bir daha öyle bakmaz çünkü. Kendi bir daha isteyene kadar. O da sadece yeniden soyunurken görmek için seni, o kadar. O zamana kadar senin işin, toplamak kendini. Böyle işte. Çözül ve sar kendini, yeniden çözül ve yeniden sar sonra. İnsanı öyle fena yapar. Hiç bitmesin istersin!
(…) insan kaybolmak ister çünkü. Bakma sen söylediklerine, insan kendini feda etmek ister. Bir acıda, bir sevinçte, bir kavgada, bir hikâyede erimek ister. Başka türlü katlanamaz aslında kendine. (…)
Çok tanıyanı var, ama kimsesi yok, bakma. Fena halde öksüz o. (…)Hayatlarının en önemli dönemecini onunla aldıklarını anlatırlar. Çünkü herkesten ve her şeyden koparır seni. Kendinle bırakır. Ne istediğini bir tek o zaman bilirsin, sana kendini itiraf ettirir. (…) (131-136)
Ortadoğu’nun laneti gereği, dışarıdan gelen kimse bu durumu anlayamaz, içeridekiler de o anda orada olmakta olanlardan daha vahim bir şey olduğuna inanamazlardı. (154)
Başka türlü bir sessizlik. Filipina, Marwan’ın yüzüne o yüzün ardında daha güzel bir şeyler varmış gibi baktı. Böylece artık, Marwan’ın yüzünün ardında daha güzel bir şey vardı.
Tek bir kişiyi birlikte dövenler birbirine bakmaya başladığında kendilerine gelmeye başlarlar. (180)
İnsanların çöpten topladığı ekmeği de elinden almak ister gibiyiz. Solcuları öyle görüyorlar. Onlara diyoruz ki: ‘Koy o ekmeği geri. Biz sana daha onurlu, daha eşit ekmek vaat ediyoruz.” Niye inansın? İnsanlık tarihinde bir kere bile eşit dağıtılmış mı bu ekmek? Dağıtanı sağ bırakmışlar mı? Niye bu acayip hayal için yiyebildiği ekmeği bıraksın? (188)
Zira yazarımız, tıpkı okumuş yazmış her insan gibi bir ömürde birçok hayatı varmış gibi yaşarken, Marwan tek bir hayatı, çok şanslı gününde bile tek bir şansı olduğunu biliyordu. (216)
Marwan’ın zorlama neşesi yüzünden çekildi gitti, bir kadın kalbiyle başa çıkabilecek adama dönüşmesi gerektiğini her nasılsa bildi. (223)
Çocuklar yaşadıkları her şeyi normal sanırlar ya… Ziad: Ben de Bekaa Vadisi’nden gidişimizi normal sanıyordum. Sanki bütün dünyaya bombalar yağıyordu ve bütün aileler sürekli olarak bombalardan kaçıp göç ediyordu. (226)
(…) çocuklarını suçluluk duygusuyla eğiten zalim anneler gibi (…) (237)
Çünkü bir kez başladığında savaş, barış sadece bir sonraki savaşı bekletir. (251)
Çünkü dünya Beyrut olmak istiyor durmadan. Beyrut gibi, mahalleleri tanrılardan, tanrılar üzerine uydurulmuş hikâyelerden olacak. (…) Kavganın kuralı bu, öfkesi büyük olan kazanacak. (…) Kadında zaman başka akar, zalim bir hızda. Gece boyunca terk edip terk edip geri aldıkları adamları sabah insanoğlunun gerçek zamanında selamlamak için içlerindeki hangi dağları aşar sular, Marwan bunu bilmiyor. (252-253)
Allah mallah takmaz kadınlar bir yerden sonra. Adamı hacamat ederler. Soru sorarlar ve cevapları da beğenmezler. O zaman işte o silahlar falan, o çelik imanlı erkek havaları… Söylüyorum bak. Bu işi kadınlar çözer. (257)
Setanik, tokalaşmayan erkeklerle konuşmaya başlarken her seferinde kekelerdi. (259)
Artık başka bir dünya için ölmüyordu insanlar, sadece ölmemek için ölüyordu. Artık Ayşe onların uğruna öldüğü dünyayı bilmiyordu. Ya da ölmekten bir günde vazgeçebildikleri bu dünyayı. Bunların doğurduğu çocuklar neye inanacaktı peki? (262)
Ölülerini beraber yıkamış kadınlar nasıl tutarsa birbirini öyle tutuyor Zeynep Hanım’ın elini. (274)
Oxford -
Çünkü insanların kendilerinden hiç bahsetmeden, esas olarak hiçbir şeyden gerçek anlamda bahsetmeden, beraber bu kadar uzun bir yemek yiyip bunca şarabı yan yana içebilmeleri son derece mühim bir Oxford terbiyesiydi. (14)
Uydurup bozarak ezberlediği şarkı sözlerini, İngilizce öğrendikten sonra bir türlü gerçek haliyle duymadığını, bilginin sadece çocukluk ezberleri karışında yenildiğini düşünüyordu. (15)
İlginç tabi.
Oxford’da üç tür “ilginç” vardı. Birincisi, “Hiç de ilginç değil ama şu anda konuşmak zorunda olduğumuza göre birbirimize iyi davransak iyi ederiz,” demekti. İkincisi, “Hiçbir şey anlamadım,” demeye gelirdi ki bunu ancak sarhoş olup doktora tez konusunu Oxford barmenlerine anlatacak duruma düşenler duyabilirdi. Üçüncüsü ise, “Tamamen saçmalıyorsunuz ama akademik adaba sahip olmadığımı düşündürecek kadar delirmedim,” anlamına gelirdi. (17)
“Bir tanrıya inanmayı çok isterdim Bay Stevenson. İnsan bazen affedilmeyi çok istiyor.”(19)
Mektup, yıllardır akademik metinlerle terbiye ettiği aklının iflas belgesi olarak uzadıkça uzuyordu. (32)
Sakın bir eve sığıştıracağım diye bükme kendini. (33)
Bir aydır bir tek annesine söylemek isteyip, bir tek annesine söyleyemediği her şey bir saç yumağı gibi boğazına takıldı. (34)
Ülkesini, ülkesiz kalmış annesinden ve babasından bilen her çocuk gibi memleketini kalbinde, yerini bilmediği bir delik gibi taşıyordu. (47)
Hiçbir yemek yapılamayan kaba saba sebzelerine, ayakkabıları ayaklarına hep büyük gelen genç kadınlarına, açıldıkça anlamsızlaşan bütün kadınlara, bir kadına bakarken yakalanmamak için kendini hadım etmiş erkeklerine, (…) hep bir hata yapmış gibi y��rüyen Uzak Doğulu kız öğrencilere, (…), kimsenin eğlenmediği ama herkesin sarhoş olduğu partilere, (…), özür dilerim – teşekkür ederim laflarının şehir sokaklarını dolduruşuna, (…) politik nezaket gereği bütün bunları hiç düşünmüyormuş gibi yapan herkese… Peki, o zaman niye hala buradaydı? Bunca öfkeye rağmen… (65)
Kadında zaman geçmez. Sakın günün birinde iyileşmek için zamana güvenme. (68)
Herkes biriydi ve herkes daha çok biri olmak için uğraşıyordu. Bir isim etiketi olarak hayata yerleştirmeye çalışıyorlardı kendilerini. (…) İnsanın bu kadar kıymetli olmasında, öyle sayılmasında bir yanlışlık vardı. İnsanı ezen bir şiddet. Hiç kimse olmama konforu yoktu. Herkes birbirinde ya da hayatın içinde eriyemeyecek kadar karı haldeydi. (85)
“Sevgilim” sözcüğü, insanların öldükten sonra uzayan tırnakları gibi çıkıyordu ağzından. (…) Bir çocuğu iyileştirmek fikri uzun süredir ona iyi gelen ilk şeydi. Belki de çocukların başlarındaki şişleri indiren ekmek değil, kadınların tükürükleriyle salgıladıkları iyileştirme kimyasıydı. Yeryüzünün en mucizevi simyası hamuru, kadınların şefkat salgısıyla birleştiren bir büyüydü bu. Et gibi gerçek bir büyü, buğday gibi. Sevdiği bütün kadınların tükürükleriyle hamur edilmiş, gövdesinden daha büyük bir ekmek topunun içine kıvrılıp yatma hissi bir an içini yalayıp geçti. (87)
Ağaç onun için yeterince ihtiyar bir tanrıydı ve tanrı olmak için yeterince büyüktü. (100)
Aklındaki, gövdesindeki bütün eziklik, bütün yanlışlık, bütün suçluluk ve karışıklık, ayakkabılarının boyasız olduğunu fark edince çöktü Deniz’in üzerine. Kaybedecek bir şeyi kalmamış insanlara aniden gelen kahramanlık hissiyle kalkıp ayağa, sanki bir arkadaşının paketinden alır gibi bir sigara aldı Bayan Trablousi’den. (…)
“Siz Bayan Öztürk, bu adamlara benziyorsunuz. Dev bir bilgi ağacının etrafında pervane oluyorsunuz. Durmadan bir bilgi ağacını budayıp duruyorsunuz. İçinizde var olan bilgiyi kullanmıyorsunuz. Bilgiye tapınırsanız onun size ait olacağını sanıyorsunuz. Siz ağaca tapan bir hoca için mükemmel bir öğrencisiniz. Ama benim için…”(102-103)
Biri olmamanın konforu insanı çabuk soysuzlaştırır. (104)
Siz bir gün olması gerektiği gibi biri olmaya karar verdiniz. Niye? (105)
“Evet, Beyrut. Çünkü Deniz, o şehir Ortadoğu’nun bilinçaltıdır. Ortadoğu’da neler olduğunu her yerden görebilirsiniz, ama neden olduğunu… İşte o, ancak Beyrut’tan görünür.” (106)
Benim içim kırık dökük şeyleri özlüyor. (121)
Tunç, küçük bir adam. Küçük adamların bu güdük sisteme yaptığı küçük katkıyı yapıyor. Günahları da kendi gibi küçük, büyük günahlar arasında görünmüyor. Yani o da diğerleri gibi, “hiçbir suçu yok.” Yani o da diğerleri gibi: Karar vermiyor ama daha kötü karar vermelerini engellemek için orada! (…) ama biliyorum, içinde bir şey onu rahatsız ettikçe kendini daha masum buluyor. Bir gün o kadar berbatlaşacak ki masumiyet ısrarı, böyle bir huzursuzlukla doğduğunu zannedecek. (122)
Oyun oynuyor gibiydiler. Tunç dedi ki bittikten sonra: “Oyun olmasa, herkes bunu bir oyun gibi yaşamasa, hep birlikte kafayı yerdik.” Yani bu kafayı yememiş halleri. Sağlıklı halleri bu. Gülüyorlar ve omletle balık arasında halkların kaderleri hakkında verilecek kararların cümlesini kuruyorlar. Nasıl yatıyorum ben bu adamla? Bir insan dünyayı komodinin üzerinde bırakabilir mi sevişirken? (123)
Tek bir hedefimiz var: Başımıza bir şey gelmeden yaşamak!(124)
Buradan çok uzaktaki memleketlerin dertlerini anlatmak için içerideki ılık kamusal kahkahayı terk edip üşüyen Doğulu erkekler, Amerikalı bir öğrenciyle konuşurken sanki Beyaz Saray’a görüş bildiriyormuş ve halklarının kaderi o anda söyleyeceklerine bağlıymış gibi dikkatli ve özenlilerdi. (126)
Kavganın tek bir kuralı vardır: Öfkesi daha büyük olan, eninde sonunda kazanır. (141)
Şatila Kampı -
Çünkü burada insanlar bir yanlışlık gibi ölüveriyor. Sen bir yanlışlık olamayacak kadar güzelsin.
Sana bir hikâyeden başka verebilecek hiçbir şeyim yok. Eğer bir gün dünyaya niye geldiğine lanet edersen, eğer ben o gün orada olamazsam, bir ki senin bir hikâyen var. O kadar çok güzel insanın ölümünü gördüm ki, öğrendim. Ne yaparsan yap sadece bir hikâye kalıyor geriye. Anlatılınca yalan gibi, hiç olmamış gibi gelen. (20)
Şehir ikiye bölünürken bize de bir şey oldu Filipina. Acı, insanları gövdelerinin dışına kaçırır. Acının gövdelerinden geçmesini beklemek için etlerinden giderler insanlar. Bazıları, bir daha hiç geri dönmez. Tuhaf olan şu ki, bu toprakların tarihi baştan sona bununla ilgili olmasına rağmen kimse çocuklara bunun bir gün onlara da olacağını öğretmez. Oysa ruh, böyle yas tutar. Gövdeden giderek. Ruh bir gün acısı geçtiği için değil, gidecek başka yeri olmadığı için geri döner. Şatila’dakilerin kendi etlerinden başka bir evi, ülkesi yoktur. (21)
(…) bu şefkatli ve merhametsiz kampı, (…)
Zenginlerin böyle tuhaf bir yanı vardır Filipina. Yoksulluğun üzerini üniformalarla örterler. (22)
Ama bil ki ölüm o kadar korkunç bir şey değil aslında. Hatta önemsizleşiyor yeterince gördüğünde. Kendi ölümün bile önemsizleşiyor. ‘Eğer o kadar insan yapabildiyse ben de yapabilirim,’ diyorsun. Bunu annenden öğrendim ben. Annen, sen sancılarla onun kasıklarını itmeye başladığında, “Bütün bu insanları birileri doğurduğuna göre ben de doğurabilirim demek ki,” demişti. İnsanlara baka baka güç almıştı, doğururken de, ölürken de. Haklıydı, insanlara bakmayı unutmazsan aslında, hiç korkmazsın.(23)
Bir insan bir insanda başka bir hayatın kapısını görünce âşık olur. (…) Aşk diye buna denir: Bir insan bir insanda tekinsiz bir ev görür. Ben annende öyle bir kapı, öyle bir ev gördüm. (…)
İnsan, yarası yarasına denk geleni seviyor demek ki. (…)
Bir erkek bir kadından ne zaman uzak duracağını bilmeli. Ben bilirim. Bir kadına, ancak bir kadının dokunabileceği zamanlar vardır, öğrendim. Bu yüzden kadınları çağırdım, onlar da başka kadınları. Mırıltılardan bir ağ ördüler etrafına annenin. Birinden diğerine, ötekinden berikine, elleriyle onu yavaş yavaş yürütüp, kaydırıp, yuvarlayıp, uçurup götürdüler. (…)
Kadınlar bu işlerden anlarlar, kanı elleriyle ısıta ısıta yeniden akıtırlar. Öğrenmezler, kadınlar avuçlarının içinde bu bilgiyle doğarlar. Küçük kız çocukları bu yüzden hep tedavi edecekleri bir şey ararlar. (36-37)
Biz dertli halklar, İngilizcenin incelikli, özenli, kibar sözcüklerini bilmeyiz. Bu yüzden söylemeyi bilmediğimiz sözcüklerin kaba görünen, öksüz boşluklarını doldurması için halimizden anlayacak, en az bizim kadar dertli bir halktan gelen birini sevmeliyiz. (…)
Annen gazlı bezlere güldü ve ben güzel bir şey bulduğu anda onu kaybedeceği günü düşünmeye başlayan her Ortadoğulu gibi korktum. (38-39)
Bu topraklar böyledir benim güzel Filipinam. Hatıraları, unutmak üzerinedir. Herkes kendi günahını unutur, ama kimse alacağı intikamı unutmaz. Ve Ortadoğu –tanrıların hep bu topraklarda icat edilmesi bir tesadüf değil- günahlardan kuruludur. Kaç silah varsa o kadar tarih vardır burada. Anlamaya kalktığında da bütün bu hikâyelerin içinde kaybolursun. Bu, Ortadoğu’nun lanetidir: Dışarıda olanı anlamamakla lanetler, içine gireni de dünyada başka önemli hiçbir şey olmadığı serabıyla. (52)
Ortadoğu’nun çocukları Filipinam, kırık ülkelerini o enkazları sever gibi severler. Sevmeyi o enkazlarda öğrenirler. Bu yüzden, onlar büyüdüklerinde sadece kırık kalpli insanları sevebilirler. (…)
Beyrut’ta yaşayan herkes eninde sonunda Beyrut’a benzer. Unutmaya çalıştığı tek bir şey vardır ve bir tek onu çıkaramaz aklından. (54)
Bundan nefret ederim Filipina, haberin olsun. Sakın bana uzaklardan pahalı oyuncaklar göndermeye kalkma! Çünkü uzak, zengin ülkelerden gönderilen hediyeler çok acıklıdır. Yoksul evlerin iyiden iyiye kolunu kanadını kırar böyle hediyeler. Evdeki her şeyden, hatta bazen herkesten daha kıymetli göründükleri için evdekilerin şavkını söndürüp kendi başlarına ışık yaratırlar. Evin geri kalanı artık daha karanlık olur. Üstelik çocuk ne zaman oyuncağı eline alsa –acaba sadece bu topraklarda mı öyle bu?- biri mutlaka çocuğa kızar:
“Dikkat et! Dikkat et!” (70)
Büyüklere yalan söyleyebilirim, ama çocuklara… Bilmem, günah gibi geliyor. Tanrıya değil ama çocuklara inanıyorum Filipina. (71)
Dilini bilmediği bir yerde ağlamak fenadır. Çünkü seni, senin dilinde susturacak kimse yoktur. Böyle ağlayınca da kendisininkinden başka bir dilde susturulamaz insan. (73)
O gece Tanrı’yı bir kalaşnikofla hepimiz için gebertmiş bir kadına ilk kez dokundum. (…) Hiç kimse olmaya cesaret et Filipina. Hikâyeler orada başlar. Dişlerinin kırıldığı yerde. (74)
Ne derlerse desinler. Bütün erkekler bu yüzden seviyor savaşı. Kadınların kalbini kırmak için kutsal nedenler veriyor bize. Ortadoğulu erkeklerin iyileşmez yaralarına bir tek barut iyi geliyor. (…)
Bu toprakta kadınlar bu yüzden mutsuz. Çünkü her gün yağmalanıyorlar ve kendilerini korumak için her gün sertleşiyorlar. Onlarda lanet olası çok kıymetli bir şey var ve ele geçirildikten sonra anlamsız olduklarını bildikleri için kendilerini kapatıyorlar. (…) Ama acı, bize en tanıdık şey olduğu için bunu sevmek sanıyoruz. Birbirimizin kabuklarını kaldıra kaldıra, kanata kanata tanışıyoruz, sevişiyoruz, sonra büsbütün merhemsiz kalıp birbirimizi dövüyoruz. (89)
Bir gün bir kadın geleceğini sanarak büyüyorlar. Bütün bu saçma denklemi değiştirecek bir kadın. Ama gelse alacak yerimiz yok. Çünkü annelerimiz gibi ağlamayan kadınları nasıl seveceğimizi bilmiyoruz biz. (…) Kadınların bizi gösterişli kabuklarımız yüzünden sevdiğini sanıyoruz. (90)
Kederle başa çıkabilirim Filipina, bu topraklarda olup olacak hiçbir kötülük beni ağlatamaz. Ama güzellik… Bizim çeliğimize ona göre su verilmemiş, kırılıyoruz orta yerimizden. (91)
(…) İnsan niye kendini en yaralayacak yere gider, niye kalır orada, annenin yüzüne baka baka anladım. (…) Kimilerimiz böyle, yaranın tam ortasında tedavi olabiliyor.
Yara çünkü Filipina, en canlı yeridir gövdenin. Hareket oradadır. Can, tam yaradadır. Biz, yani kimilerimiz kan gibiyiz. Yaranın olduğu yere doğru akıyoruz. Başka türlü akmayı bilmiyoruz. (107)
İnsanlar Filipina, zannediyorlar ki tarihi halklar ayakta tutuyor. Ezberledikleri tarihler ve almaya yemin edip kuşaktan kuşağa geçirdikleri intikam yeminleri… Oysa halkları ve insanları, görüp, bilip, belki de hiç kimseye anlatmadıkları o küçük hikâyeler ayakta tutar. (…)
O gidenler, kalanlardan daha çok acı çekecekler. Kalplerinde bir Beyrut kalacak ve hep kanayacak. Çünkü yarım kalmış bir hikâyeden daha çok kanayan hiçbir şey yoktur. (…) Yaşayanlar anlatmaz, gidenler daha dilli olur. (109)
“Portakal ağacı dikmeliyiz,” dedi, “Çünkü bir çocuk doğuracağım ve karnım büyürken güzel bir şeye bakmak istiyorum.” (127)
Değiştirirken değişmeyi, kaybolmayı ve yok olmayı göze alacaksın Filipina, annenden öğrendiğim bu. Yardım ettiğin insanların sana yardım etmesine izin vereceksin. Eşitleneceksin yani. Tamı tamına, sonuna kadar eşitleneceksin. O zaman değişiyor insanlar. Yeni bir biçim alıyorlar. (130)
Bir kadının boynu, en uzun cümlesidir. (145)
Paris -
“Çünkü Deniz Hanımcığım, biz Ortadoğululara kendimizdekinden başka hikâyeleri anlatmamız için izin vermiyorlar. Bir Batılı gidip Allah’ın siktir ettiği bir memleketi anlatabilir, bir Amerikalı gidip Beyrut’u yazabilir ama bir Afganistanlının, İranlının, ne bileyim işte, bizim gibi bahtı bulanık insanların kendilerinkinden başka hikâye anlatmasına izin vermiyorlar.” (162)
İnsanlar sadece bir hikâyenin içinde erimek istiyorlardı. İnsan, bize belletilmeye çalışılanın aksine, ancak kendini feda edince mutlu oluyordu. (168)
“Ortadoğulusun sen de, ondan. Tahammül edemiyoruz biz öyle şeye.”
“Neye?”
“Hikâyemizi anlatmadan birbirimizi tanımaya.”
Deniz galiba âşık oldu. (175)
“… Batı’da yoksullar zenginlerden nefret edebilir. Ama Doğu’da yoksullar kendilerini zenginlerin küçük kardeşi zannederler. Öfkelenseler bile söylemezler. Yoksullar Batı’da söyler, Doğu’da kendi kendilerine söylenirler. Ben, benden nefret hakkı olmayanın minnetini istemiyorum. Tiksiniyorum çünkü. Herkesi onurlu bir yoksullukta eşitleme hayalimizden geriye bu kaldı. Bu zavallılığımızdan tiksiniyorum. Bu yüzden dokunmak istemiyorum onlara.” (186)
Saçları görününce kadının, kız kardeş oldular aniden. (192)
Deniz’in aklından kâğıt kesiği gibi bir şey geçti. Kardeşlikleri başlangıçta Allah’a bölünmüştüyse şimdi de ölümlü bir erkek, hatta kendisinin ölümlü zaafı yüzünden dağılmıştı. (…)
Bu kadar hızlı yürüyebildiğine şaşıyordu. Ziad’ın onu takip etmekten vazgeçmemesine. Sinirli bir kadın olabilmesine. Çok sinirli ve bundan utanmayan bir kadın. Savaşa gider gibi. Yürüdükçe göğüs kafesi açıldı, arkasında bir adam olduğunu bilmek onu daha güçlü yapıyor gibi. Yürüdü, yürüdü, yürüdükçe öfkesini sevdi, ayaklarından, açılan göğüs kafesinden öfkesinin perde perde kalkıp tül gibi havaya dağılmasını, yürüyüşünün ancak öfkesi dinerken yavaşlamasını ve hiç arkasına bakmamasını… (196)
“Çünkü habipti, insanlar artık bir hikâye dinlemek istemiyorlar. İnsanlar artık bir sır öğrenmek istiyorlar. Birinin gizli saklı bir şeyini öğrenmek istiyorlar. (…) Peki neden? (…) Çünkü artık hikâyelerin içinde kaybolmak istemiyorlar. Çünkü bu onlara ne kadar yoksul bir hayatları olduğunu hatırlatıyor. Bu güvenlik içinde ne kadar zavallı olduklarını… Emniyetin onları ne kadar korkak yaptığını …”
Tanrının Ortadoğu’da icat edilmiş olması tesadüf olamaz. Çünkü orası günahlardan kurulu. Kimse günahını hatırlamıyor, kimse alacağı intikamı unutmuyor. (213)
“Biz azgelişmiş ülke çocukları habipti, anlaşılamayacağımızdan emin olduğumuz için öyle çok “yani”li konuşuruz.” (214)
Eğer sorsaydı, Ziad ona bir karar aldığını, daha onu görmeden birini sevme kararı aldığını, eğer birini sevmezse kaybolup gideceğinden korkmaya başladığını, dünyada ancak birine tutunarak durabileceğini öğrendiğini söyleyecek değildi. (232)
Sözlere sadece kadınlar inanır, en çok… (236)
Bir hikâye, bir adam, bir şehir insanı başka biri yapmıyorsa, içinden orada olduğunu söylemeye cesaret edemediği birini çıkarmıyorsa neydi ki zaten!... (247)
Ziad, biraz önce kendisi için bir adamı terk ettiğinden emin olduğu bu kadını sırf bu yüzden sevebileceğini, korkmaya gerek olmadığını, onu çok sevebileceğini düşündü bir an için. Öyle de baktı, dertli bir sevgiyle. Sevmek bu değil miydi zaten? Yanyana yürürken birbirine bir şeyleri göstermek? Anlattığı her hikâyeyi böyle dinleyecekse, hep ne diyeceğini merak edecekse bu gözler… (…)
“Bunun ne olduğunu onlara sor. Cevap olarak gülümseme alırsın. Bir hoşgörü gülümsemesi. Bir soylunun alt sınıftan birinin münasebetsizliğine cevaben gülümsemesine benzer. Her şeyi sana, sanki sen aptalmışsın gibi anlatmaya başladıklarında, o gülümsemeyle… İşte o zaman yeniden kurulur o kutsal kubbe. Dik duruyorlar böylece. O gülümseme… Bütün dünyanın efendileri üstlerine gelse de vazgeçmeyecekleri şey Allah değil, o gülümseme. Bir kere insanın ağzına o gülümsemenin tadı değince… Gülümsüyorlar çünkü onların cevapları var. Onlardan kanlarıyla kazandıkları ve silahlarıyla korudukları o gülümsemeyi almaya çalışıyorlar. Karşılığında ne verecekler? Demokrasi? Sadece soruları verecekler karşılığında. Onlar da bunu biliyor, o yüzden bırakmıyorlar cevaplarını. O gülümseme… Bir sürü insan o gülümseme uğruna ölüyor.” (249)
Bir dizi tecrübeden biliyordu ki, televizyon esasında bu durumlar için icat edilmişti. İnsan ruhu için tehlikeli olabilecek sessizlikleri emniyetli bir biçimde gürültüyle doldurması için.(250)
#ece temelkuran#temelkuran#alıntılar#muz sesleri#muz#roman#alticizilen#beyrut#ortadoğu#oxford#istanbul#paris#ziad#filipina#filistin#deniz#tunç#yolculuk#şadila#kamp#doğu#batı#sevilenler#tavsiye#kitap#türk edebiyatı#edebiyat
2 notes
·
View notes
Quote
İnsan çok yalnızken, bir tane daha kendinden doğuruyordu içinde, 'korkma' desin diye.
Ece Temelkuran
0 notes
Note
Bugün yulafın içine muz mu eklesem, yoksa orman meyveleri ile meyve şölenimi yapsam dedim. Mutfakta kararsız kararsız düşünürken, annem allah başka dert vermesin dedi. Ama ciddi ciddi büyük dert. sonuçta ne yiyeceğime karar vermedim ve açım. yulaf yerken Süngerbob izliyor bu kız. (yaş:24) okunacak yüzlerce makale biriktirip, netflix keyfi yapmak bu yaşın verdiği olgunluğa bayılıyorum epifizz. Gündelik hayatımda görenler, ne kadar da işinde ciddi bir kadın diyenler, evimde beni hiç görmüyor :)) içeriden anne sesleri yükseliyo, ingilizce dersi saati diye. Ne olgunluğu yahu :) daha annemin talimatı sayesinde çalışıyorum ;)
Schopenhauer’ın bile kendini çocuk gördüğü bir dünyada yaşıyoruz en nihayetinde. Her yetişkinin çocuk olduğu gerçeğini, unutmadan yaşamak önemli ve o katıksız rafine zevkleri terk etmemekte fayda var. Sevgili Bob’un da içine düştüğü en büyük kriz zaten ona sürekli büyüme baskısı yapanlara karşı değil mi zaten? Kendisi çocukluğu saflığı içerisinde, onu kullanmak isteyenlere karşı bile çocukluğun zaferini bir şekilde hep elde ediyor. Burada ucundan Squidward’ı eleştirmiş olsak da onun bile içten içe içindeki çocuğu durduramadığı ve aslında o aşılamaz melankolisini çocukluğu ile barıştığı o minik anlarda bir nebze kırdığını da defalarca görmedik mi? ;))
6 notes
·
View notes
Text
"Kadınlar sözlere inanır. Sözlere sadece kadınlar inanır."
Kalp atışlarının sesi gök gürültüsü gibi. Hayal kırıklığı korkusuyla kalbine umut etmeyi, aklına düşlemeyi yasaklamış insanların kalp çarpıntısı bu. Bu gürültüde nasıl yazılır? Ne yazılır bu gürültüde?
Ece Temelkuran, Muz Sesleri
83 notes
·
View notes
Photo
…
Bir insan bir insanda başka bir hayatın kapısını görünce âşık olur. Ne mutluluktur öte yandaki ne de tadıyla meraklandıran bir acı. Aşk diye buna denir: Bir insan bir insanda tekinsiz bir ev görür.
…
İnsan, yarası yarasına denk geleni seviyor demek ki.
…
Muz Sesleri - Ece Temelkuran
.
.
.
#gezi #kamp #fotoğraf #doğa #manzara #photography #nature #photo #seyahat #foto #gezgin #photographer #söz #bulut #clouds #kitap #muzsesleri #ecetemelkuran
https://www.instagram.com/p/CCDuqc8geN2/?igshid=1pjz206c1h57h
#gezi#kamp#fotoğraf#doğa#manzara#photography#nature#photo#seyahat#foto#gezgin#photographer#söz#bulut#clouds#kitap#muzsesleri#ecetemelkuran
2 notes
·
View notes
Text
"... bir şey demedi, ellerini yalnızlıktan cebine soktu. Sadece peşlerinden giden biri gibiydi. Başka seçeneği yokmuş gibi, takıma sadece bir çocuk daha lazım olduğu için alınan, 'fasulyeden' gibi..."
15 notes
·
View notes
Photo
"Her ilişkinin gizli bir mezarlığı vardır. Eğer iki kişiden biri bu mezarlığı yalnız ziyaret etmeye başlamışsa pek yakında o mezarlık, ilişkinin de ebedi istiratgahı olacak demektir" -Muz Sesleri, Ece Temelkuran Everest Yayınları- 📚 #kitap #kitapçı #kitaplık #kitabevi #sahaf #kitapkurdu #kitaptavsiyesi #kitapkokusu #fotoğraf #edebiyat #sanat #sinema #felsefe #resim #kitapcafe #aşk #şiir #roman https://www.instagram.com/p/BzbNXyzBkXn/?igshid=173cjlraxkrgu
#kitap#kitapçı#kitaplık#kitabevi#sahaf#kitapkurdu#kitaptavsiyesi#kitapkokusu#fotoğraf#edebiyat#sanat#sinema#felsefe#resim#kitapcafe#aşk#şiir#roman
13 notes
·
View notes
Text
Bazen rüyalarımızı bile uzaktan izliyoruz. Govdesini avutacak son cümlelerini de tüketmiş insanlar olarak bağıra çağıra sessiziz biz" Ece Temelkuran /Muz sesleri
5 notes
·
View notes
Text
Muz Videosu Çeken Suriyeliler Sınır Dışı Ediliyor
Muz Videosu Çeken Suriyeliler Sınır Dışı Ediliyor
Sosyal medyada sokak röportajındaki söylenen sesleri kullanarak muz yiyen ve muhtaç Suriyeliler hakkında olumsuz algı oluşturan nankör 11 yabancı, sınır dışı edilmek üzere gözaltına alındı. https://dai.ly/x855gr9 Alınan bilgiye göre, ‘muz’ üzerinden sosyal medya platformlarından yapılan provokasyona ilişkin olarak harekete geçen İstanbul Emniyet Müdürlüğüne bağlı Göçmen Kaçakçılığıyla Mücadele…
View On WordPress
0 notes
Text
BİN MISRA KAÇAK SONBAHAR ELE GEÇİRİLDİ
iki sonbahar kaçakçısı dün izmir’de yakalandı
şair olduğunu ileri süren sanık ve italyan sevgilisi ilk sorgularından sonra tutuklandılar
Et je les écoutais, assis au bord des routes ces bon soirs de septembre où je sentais des gouttes de rosée à mon front comme un vin de vigueur
rimbaud
– 1. yalnızgezer
bir ağaç soyunur pencerelerimde hangi yabancılığa kendimi atsam alımlı bir kadın kurak gecelerimde giysilerin kınından sıyrılmış yalın tepeden tırnağa vücuduma tamam
yeşil sarıklı bir çınar eğer istanbul’daysam belki küçüksu’da belki büyükdere’de ney ıslıklarıyla pırıltılı darmadağın eğer paris’teysem şanlı bir atkestanesi bolonya korusu’nun aydınlık gemisi en kuytu limanında bir neuilly akşamının izmir’deysem eğer ya bürümcük bir karabiber ya dikenli bir palmiye ağustos delisi ayışığında ya da bir turunç ağacı yıldız serpintileriyle sırılsıklam
kadınsa o bildiğimiz bıçak sırtı kadın her şehirde güzellikler değiştirerek bazen konyak kıvamındaki sarışın bazen gerçek mi yalan mı anlayamam yukardan kahkahasıyla neredeyse erkek elinde isteklerin delimsirek kırbacı bazen gergef işler mendelsohn sokağı’nda parmak uçlarında rönesans nakışları gizli çiçeklerle süsler karanlık kışları
vahşi bir takımyıldız yalnızlığın ağacı bir uzay panayırı kurulmuş pencereme yüzlerimi aranırım hiçbirini bulamam ensemde düşten bozma kadınların kıskacı erkekliğim azalır git git şairliğime o kadar uğraşırım yalnızlığımdan çıkamam
-2. semplon treni
bu iş lozan’la cenevre arasında oldu semplon treni gecenin gözlerini oyuyordu bir ben uyanıktım bütün kompartımanda bir de cenova elleri avuçlarıma sığınmış camlarda leman gölü yamyassı uyuyordu hoyrat alp dağlarının ağırlığıyla ezilmiş
bu iş birdenbire oldu hiç hazırlığımız yoktu benim sigortalarım yanmıştı cenova çocuktu uykulu gözleri uzun kirpikleriyle gölgeli böcek çıtırtıları bilezikli saatinde saçları omuzlarıma akan altın yeşili çocukluğundan titrek bir mandolin aklında bense bir mısra kaçak sonbahar götürüyordum tren yavaşlayacak olsa gizliden ürperiyordum üstelik tıraş olmamıştım midem bozuktu
bir biz uyumuyorduk bütün kompartımanda öbürleri her biri bir başka dilden uyumuştu doktor lariviere elbette fransızca uyumuştu dachau kampı’nın komünistler barakasında nasıl kar yağıyordu uykusu buz tutmuştu karnına saplı paslı bir mızraktı açlık uzakta duman içindeki nöbetçi kuleleri miss higgins beygir dişleriyle ingilizce uyumuştu bir genç kız soyuyordu harıl harıl uykusunda durmadan göğüslerine kocaman erkek elleri ne dilden uyuduklarını bir türlü anlayamadık iki zenci öğrenci ağızları kalabalık düşlerinde nazlı muz ağaçları hurmalıklar gözlerinde patrice lumumba’nın gözlükleri var
bu iş lozan’la cenevre arasında oldu nasıl olduysa oldu hiç hazırlıklı değildik artık cenova benim gözlerimle bakıyordu ben onun bakışlarını kullanmaya başlamıştım kanı damarlarımın ağacında akıyordu tozlu karanlığım aydınlığına bulaşmıştı büyük bir yaşantıyı birdenbire eskitmiştik
italyan sınırını gök gürültüleriyle geçtik televizyon antenleri metal şimşek böcekleri demir kapıların ardında yağmurlu gümrükçüler
-3. venedik
bir katedral koparıp ortaçağ bulutlarından yığdılar çan sesleriyle san marco meydanı’na rüzgâr susar susmaz pencereleri açtım soluk yeşil bir balıkçıl sokuldu yanıma dedim uyandın mı dedi çok üşüyorum
yorgunluk çizgileri çekilmiş alnına yoksulluk gölgeleriyle savaş yıllarından soluk yeşil bir balıkçıl sokuldu yanıma adımı duyar duymaz uçuk dudaklarından sevmek sorumluluğunu titreyerek anladım dedim karnın aç mı dedi çok üşüyorum
dedim uzay ıslıkları yıldızların arasından dedi vapur yanaşmış sabah karanlığına dedim bu monteverdi venedik saraylarından dedi tut ellerimi dedi sakın bırakma dedim korkuyor musun dedi çok üşüyorum
-4. üç yaşamak
bir vuruşta kim kalbimi bulabilir el değmedik yerlerimde saklıyorum bazen adımın son harfinde gizlidir bazen ben bile bulamıyorum gökyüzünde bir yere çekilmiştir
venedik son telefon çaldığım şehir
almanca vapurları anlayamıyorum iki ambar kimsesizlik yüklemişler biraz hamburg oldukça rotterdam marsilya’dan akordeon gülüşmeleri batı yansımaları uzak camlardan tanıdık bir limana demirlemişler bir kanun taksimiyle uyanıyorum
istanbul son tutuklandığım şehir
şarkılar söyleyeni azaldıkça güzelleşir en güzel şarkı eylül’ün getirdiğidir alacakaranlıktaki yalnızlık sesleri içimize uçuşan çınar yapraklarından çekilip gitmekleri buluşmaklar mı her sabah çocuk her akşam adam bir bakışta tanıyıp gönüllü sürgünleri
paris son kapaklandığım şehir
-5. savcılıktaki ifademdir
biz aslında iki kişiydik cenova’yı gümrükte tuttular kaçak sonbahar sokuyormuş hırsızlama bir ay incecik yüz papel bilmem kaç kuruş
kadınlığı benden sorulur adımı kaptana tamamladı düşecek olsam eli kolumda yadsımak kalleşlik olur şiirlerimi ilk o anladı metresim oldu sonunda
cenova saçların ne uyanmak şişelerin birden patlaması zilzurna ıslanan kirpikler gözyaşı bir karış üç parmak yolculuğun sonuna yaklaşması bir günü beyliği beylikler
ben varsam onunla varım kanımız kontakt kırmızısı eşzamanlı vurur yüreğimiz bu kaçakçılığı ben tasarladım gemide saklayıp şarkımızı karaya indim tertemiz
ya onu bırakın ya beni tutun benim sonbaharı kaçıran işim gücüm kaç türlü yağmur geldim işte ne soracaksanız sorun cenova’nın dalgası attilâ ilhan öteki adı yılanlı çukur
Attila İlhan
0 notes