#Mustafa kemali düşünüyorum
Explore tagged Tumblr posts
Text
ATATÜRK HAFTASI (10-16 KASIM)
ATATÜRK HAFTASI (10-16 KASIM) 10 Kasım Atatürk’ü Anma Töreni Programı’na ulaşmak için çıkan bağlantıya tıklayın. 10 Kasım için şiirler sayfanın devamındadır. Atatürk Haftası, 10 Kasım için şiirler 10 KASIM TÜRKÜSÜ Atatürk! Anıtkabir devrimlerini söyler,Bozkır ovalarına, Erciyes’ e Ağrı’ya,Ulusun egemen olduğunuÖzgür olduğunuHaykıracağım haykıracağım işte,Senin sustuğunca! Yolunda yürüyeceğim…
View On WordPress
#10 kasım#10 kasım şiirleri#10 kasım türküsü#10 kasın 1938#atatürk haftası#atatürkü duymak#Atatürkü gördüm düşümde#kurtuluş öncüleri için#mustafa kemal seslense#Mustafa Kemale giden yol#Mustafa kemali düşünüyorum#mustafa kemalin gök yazıları#mustafa kemaller tükenmez#öğretmen Atatürk#sen varsın Atatürküm her şeyimizde
0 notes
Text
Yabancımız cennetimizdir
“Onların işleri aralarında istişare iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da infak ederler.” Şûra sûresi, 38.
Okumayı seviyorum. Bir saniye. Düzeltmeliyim: Okumaya muhtacım. Özellikle başkam olanları. Bana bir başkalık katanları. Zenginleştirenleri. “Her okuduğum böyledir!” diyemiyorum ama elimden gelse öyle yapardım arkadaşım. Ne de olsa başkamız olana danışılır ancak. Farklımızdır bize sigaya çekilme imkânı veren. Aynıların meclisinde fikre saykal vurulmaz. Öyle deme lütfen. En kötüsü bile bir sinek vızıltısı oluyor. Kimseyi duymak istemediğim o sağır odaya bir ses katıyor. Başımın Nemrutluğunu alıyor yani. Firavunluğumu kırıyor bir nevi. Çünkü onlar başka. Ve düşünmediğim şeyler söylüyorlar. Duvarlarımın kibrinden kurtarıyorlar. Kendilerine verilen rızıktan avucuma infak ediyorlar. Öyle ya. İstişare de açlığım değil mi?
Anlıyorum: Bu dünyadaki tek ses benimki değil. Tuttuğum parça bütünün kendisi değil. Okudukça danışıyorum. Katılmam da şart değil. Hakvermemek bile birşeyler öğretiyor. Karşı çıkmak cevabı geliştiriyor. Durduğum yeri bozmadan hizama bakıyorum. Halim tıpkı Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’da dediğine benziyor: “Okumak bana uygun tek dış etkiydi.” Böylece etkileniyorum. Hem etkiliyorum da.
Çünkü insan böyledir. İçindeki ışığın rengini derisi gizleyemez: “Eğer nur-u iman içine girse üstündeki bütün mânidar nakışlar o ışıkla okunur. O mü’min şuurla okur ve o intisapla okutur. Yani ‘Sâni-i Zülcelâlin masnuuyum, mahlûkuyum, rahmet ve keremine mazharım...’ gibi mânâlarla, insandaki san’at-ı Rabbâniye tezahür eder.”
Düşümde bile duymadığım şeyler. Aklıma kalsam aramayacağım şeyler. Kalb-i beşerime hutûr etmemiş şeyler. Her insan diğerinin cenneti gibi arkadaşım. Evet. Böyle düşünüyorum. Yabancımız dağarcığımıza bağışladıklarıyla da cennetimizdir. Hem nasıl ki cennet dünyadan ötesidir. Okumak da ötekine öyle bir yolculuktur.
Okudukça uyanıyorum: Âlem kafamın içinden ibaret değil. Sesler var daha kulaklarıma değmemiş. Sözler var benden dile gelmemiş. Öyle gözler var ki tahayyülümün ötesini seyretmiş. Nasıl? Ama? Fakat? Subhanallah! Biricikliğimden edildikçe galaksiler kazanıyorum. İşte, kibrimin karnına yumruk, Nemrutluğumun beynine sinek, başımda gümbürdeyen tokmak. Firavunluğumun üzerine kapanan deniz. Ey deniz, beni boğdukça cesedime necat veren deniz, Firavun olarak öldürüp ibret olarak yaşatan deniz. Yere batıyor kafamdaki Karun hazinesi. Okudukça Rabbime ‘Rabbü’l-âlemin’ olarak daha geniş iman ediyorum. Uzayı gezsem bu kadar farklılık görmem belki de. Evet, doğru anladın arkadaşım, Rabbü’l-âlemini tefekkürün bir yolu da bence okumaktır. Çünkü okumak başka âlemlere yol bulmaktır.
Okumak dengedir. Başkalarıyla dengelenmektir. Eneyi nahnüye çevirmenin kapılarından birisidir. İşte bu yüzden ‘Rabbim’den ‘Rabbü’l-âlemin’e doğru lazım bir seyr u sülûk okumaktır. Başkalarını okudukça, yani öteni bildikçe, onlarda yansıyan Allah’ın marifetine yaklaşmış olursun. Başka isimlerin gölgesi altına da girersin. Çünkü sen aynalıkta yalnız değilsin. Bu bahçede papatyadan başka binler çiçek var.
‘Okur’ dediğin ister istemez bir empati canavarıdır. Her okuduğumuz da bir yönüyle büründüğümüzdür. Evet. Kitaplar sayısınca insanlar tanıdık. Tanıdıklarımızın bazılarını okuduklarımız kadar bilmedik. Okumak farklı bir biliş. Bir içe giriş. Nilüfer Kuyaş’ın Başka Hayatlar’da dediği şekilde belki: “Belki de bu yüzden teselli ediyordu bizi edebiyat, başka hayatları hiç değilse hayalimizde, dolaylı yaşayabildiğimiz için...”
“Bana öyle geliyor ki edebiyat başka hayatlara meraklanarak başlıyor. Eskilerin tecessüs dediği kötü meraktan değil, başka bir kadere dertlenmekten söz ediyorum, tıpkı dünyaya, doğaya meraklanmak gibi. Tekil olmak öyle bir yalnızlıktır ki, başka insanlara, onların hayatlarını biraz olsun düşleyerek yaklaşabiliriz ancak. Bunu yapamazsak birlikte olmak kalabalık bir yalnızlıktır sadece. Varoluşsal bir meraklanıştır başka hayatları düşlemek. İnsanı yalnızlıktan korur, biraz içini ısıtır.”
Hepsi seni yetiştirir. Katılmadıkların itirazlarınla katıldıkların öğrendiklerinle. Hepsi âleminde bir boşluğu doldurur. Âlem sayısını çoğaltır âlemindeki. Güneş sayısını çoğaltır aynandaki. Çiçek sayısını arttırır bahçendeki. Başka başka insanlar olursun. Hikmetsiz hiçbir şeyin vücuda gelmediği âlemde hangi metin boşuna yazılmış olabilir? İblis bile hikmetinin peşinde koşuyor. Bazen okuduğum kitapların Allah tarafından gönderilmiş mektuplar olabileceğini düşünürüm. Tıpkı kainat kitabının parçaları gibi. Hayatım gibi. Yaşamak gibi. Ancak elbette dersin kemali niyet ile nazarın kemalinde.
Kainatta tesadüf yok. Yalnız sırrını kuşatamadığımız hikmetler var. Bu kuşatamamışlığa ‘tesadüf’ diyoruz. O kitap, neden şimdi, neden bugünde elime geçti? Bu yüzü neden şimdi gördüm? Bu sözü neden şimdi işittim? Mustafa Kutlu’nun bir öyküsünden esinlenerek yazdığın (karakterlerinden birisi de ‘mendil satan kör bir kız’ olan) hikayeden iki gün sonra nasıl oldu da hakikaten mendil satan kör bir kıza rastladın? Hem de hergün yürüdüğün üstgeçitte? Nasıl içinin tuhaf olduğunu hatırlıyor musun? Tesadüfü inkâr etmeden Allah’a layıkınca inanmak mümkün değil.
Demem o ki arkadaşım: Ne kadar tesadüf inkâr edersen Hakîm olan Rabbine o kadar yaklaşırsın. Öylesine sandıklarını “Niye böyle?” diye görmeye başlarsın. Zaten üzerine alınman için gönderilmiş olan ayetleri, inşaallah, sahiden üzerine alınarak incelemeye yönelirsin. İşte belki buna kitaplardan başlayabilirsin. Ne dersin? Yahu “Ey örtüsüne bürünen!” diye buyurduğunda Kur’an üzerine de alın biraz. Senin de saklanmaya çalıştığın endişelerin yok mu? “İkra!” denildiğinde zorlandığın şeyler. “Ben okuma bilmem!” dediğin şeyler. Dikkat olan mehirlerini ver onların. Belki okuduklarından öğrendiklerinle onların da üstlerindeki örtüyü kaldırırsın?
1 note
·
View note
Text
24. Bölüme Dair...
-Azize’nin vatanperverliği inandırıcı gelmiyor, üzerinde sırıtıyor demiştim ama bu bölüm bayrağı öperken öyle içtendi ki tüylerim diken diken oldu. Azize’nin vatanperverliğini daha inandırıcı yapan bir detay da bu sefer işleri tehlikeye atmaması ve daha dikkatli davranmasıydı. Ayrıca Stavro’ya yaptığı çıkış da muhteşemdi. Cevdet’in karşısında da kendini çok iyi savundu. Bu bölüm muhteşemdin Azize, ne olur değişme böyle kal. İlk defa gözlerimi ayırmadan sahnelerini izledim.
-Cevdet’in düşmekte olan kutuları fark edip düzeltmesi, bunu gören Azize’nin de şaşırıp bakması da çok başarılı bir ayrıntıydı.
-Cevdet Hilal’le Leon’u anlayacak diye düşünmüştük ama o çok daha güzel bir şeyi anlamış bence. Leon’un vicdanını! Arkadaşları infaz edilirken Leon’un gözyaşlarını gören Cevdet bunu unutmamış ve Leon’u çok iyi tanımış. Bu nedenle onunla konuşurken onun karakterini çok iyi bildiği için acayip başarılı bir psikolojik baskı uyguladı. “Senin gibi vicdanlı askerleri sağ koymazlar, sen yol yakınken bu üniformayı bırak” dedi. Leon ise Cevdet’in tahmin ettiğinden de derbeder bir haldeydi, bunlar daha da vicdanına işledi ve dediklerini daha farklı yorumladı.
-Hilal’in bu bölüm giydiği morlar, eflatunlar, beyazlar... Aman aman... Darısı o lanet eşarbın başına olsun diyelim mi? Senaryonun gidişatıyla, karakterlerin yaşadıklarıyla kıyafetler de değişiyor. Bu bölüm silahların gönderilmesinden dolayı aileye bir bayram havası hakimdi. Hasibe Ana’nın baş örtüsü, Azize’nin yeşil-mavi elbisesi, Yıldız’a giydirilen Hilal’in yeşil gömleği, silahları gönderdikleri sahnede anne ve kızlarının eşarplarının lacivert-koyu mor-eflatun olarak sıralanması gibi gibi... Böyle düşününce önümüzdeki bölümlerde Hilal’in Leon’a kalbini açmasıyla birlikte eşarp ve manto renkleri de değişir diye düşünüyorum ve umut ediyorum.
-Leon ve Ali Kemal’in meyhane sahnesi... “Kimseye Etmem Şikayet” çalmaya başladığında ve Leon eşlik ettiğinde kalpten gideceğim sandım. İyi ki devam etmedi, vallahi bölüm sonunu getiremeyebilirdim! Leon Ali Kemal’e “Bu şarkıyı bilir misin?” diye sorduğunda Ali Kemal “Senin gibi elin Teğmen’i bilecek de ben mi bilmeyeceğim peh!” der gibi baktı, bir küçümsedi ama sonra Leon bir anda şarkının hikayesini anlatmaya başlayınca Ali Kemal orada bir kalakaldı. Leon’un orada belirttiği düşünceler, o hikaye, çektiği acı, çaresizlik, vicdan azabı o kadar naifti ki, Leon o kadar ince ruhlu, kibar ve güzel bir adamdı ki orada Ali Kemal her zamankinden daha odun, daha sert köşeli, daha düz mantıklı bir adam olarak kaldı. Ama Ali Kemal zaten böyle ve en yakınlarına bile çok darda kalmadığında, duygu patlaması yaşamadığında hislerini belli etmeyen bir adam. Şimdilik Leon’un gerçek kişiliğini görmesi bile yeterli. Giderken kadehe şarap koymasını ise “Sen de haklısın be” olarak yorumladım ben.
-Yakup’un ölüme giderken bile bir hamleyle Cevdet’in gizli kimliğini koruması ve Tevfik’e “Oyunu ben kurdum” demesi müthiş bir zeka ürünüydü -hem Yakup için hem de senaristler için. Böylece Tevfik’in de Charles’la çalıştığını öğrenmiş oldular.
-Azize-Cevdet sahnesi muazzam mıydı ne! Sarıldılar ya birbirlerine, Azize ben seni sevmekten hiç vazgeçmedim dedi ya resmen ben rahatladım yahu! Ayrıca “Bebek Tevfik”in ayaklarına girmemelerine nasıl sevindim... Bu bebek Cevdet’e bir umut oldu, sevdiği kadının hala onu sevdiğini öğrendi ve şimdi eskisinden de daha güçlü.
-Azize’nin yalancıktan vatan haininden boşanıp gerçek vatan hainiyle evlenmesi... Azize bu gerçekle nasıl baş edecek? Baş etti diyelim Tevfik’in çocuklarıyla aynı evde kalmasına nasıl göz yumacak? Durum fena! Abbas Jr’a zeval gelmese bari.
-Yıldız’ın Leon’a müsibet demesi... Aman sevdiğim adam demesin de ne derse desin! Leon anca Yıldız’ın gözünde müsibet olabilir zaten. Ayrıca Yıldız Hilal’i ne kadar Leon’a karşı doldurursa doldursun Hilal Leon’un Yıldız’ı neden o hale düşürmek zorunda kaldığını, ablasının dediği gibi biri olmadığını ve kendisini ne kadar sevdiğini biliyor. Bunlara kulak asmaz. Nitekim Yıldız bunları der demez Hilal anlaması gereken yeri anlayıp geri kalanını bırakarak Leon’la buluşmak için mektup yazdı. Yıldız bir zahmet Hilal’e laf sokacağına kırsın dizini otursun “Ya ben bunların birbirini sevdiğini bile bile kendimi Leon’a yamamaya çalıştım püh bana” desin. Bak o zaman gözümde yükselebilir.
-İçimizdeki düşmanların gösterilmesi... Kuvvacılarla padişah yanlılarının ayrımının yapılması, Tevfik’in herkesin kanına girememesi çok iyiydi. O dönemdeki Milli Mücadele’ye isyanları göstermesi, halkın iç yapısını yansıtması açısından önemliydi. Mustafa Kemal’in mücadelesine bir kesim tarafından “Kemali İsyanı” deniyordu, böyle gören ve geçiştiren bir taraf da vardı. Bu gerici düşüncelerin ortaya çıkması için de tek bir kişinin gazı vermesi yetti. O tek bir kişinin de “Kuvvacılar dinsizdir, Kuvvacıların katli vaciptir” demesi yetti! Bazı zihniyetler neden hiç değişmiyor?
-Ayrıca... İmam Efendi <3
#vatanım sensin#hileon için tekrar izlemem gerekecek#ama yazmaya yüreğimin dayanacağını hiç sanmıyorum!#bunları yazmam gerekiyordu bölüm çok güzeldi
53 notes
·
View notes
Photo
NAZIM HİKMET HAYRANI ÇAKMA KEMALİSTERE İTHAFEN.. NASIL OLUYORDA KOMÜNİSTLER BİR DİNİ ŞEYH OLAN ŞEYH BEDRETTİN'İ GÖKLERE ÇIKARABİLİYOR ! NAZIM'IN KUBİLAY'I KATLEDENLERİ ÖVDÜĞÜNDEN Bİ HABER ÇAKMA KEMALİSTLERİM BENİM.. AMA SİZ KUBİLAY'I KATLEDENLERİ BİLE BİR AVUÇ AFYON ÇEKMİŞ ŞERİATÇI ZANNEDİYORSUNUZ !! DURUN DURUN, ONU DA BİR BAŞKA YAZIMIZDA AÇIKLAYACAĞIZ. DİNCİ İRTİCA İLE KOMÜNİST İRTİCA KOLKOLA ! NASIL İYİ Mİ ! SİZ HELE ÖNCE ŞU NAZIM HİKMET'İ İYİCE BİR ÖĞRENİN. KUBİLAY'IN BAŞINI KESENLERE ÖVGÜLER YAĞDIRAN NAZIM HİKMET'İ !!! SONRA VATAN KURTARMAYA KALKIŞIN ! ÖNCE AT İZİ İT İZİNDEN AYRILACAK, SONRA SU YOLUNU BULACAK 1 ________________________________________ Nâzım Hikmet'in Sahte Destanı “Şeyh Bedrettin” adı duyulunca akla “Simav’ne Kadısı Şeyh Bedrettin” (veya Şeyh Bedrettin Simavi) (1363–1420) gelir. Bununla birlikte Nazım Hikmet Ran’ın kafasındaki “müstear Şeyh Bedrettin “ vardır ki “destanı” ile ünlüdür. 23 Aralık 1930’da Menemen‘de isyan çıkar. Liderleri, kendini Nakşibendî tarikatından bir şeyh olarak tanıtan Giritli Mehdi Derviş Memet’tir. İsyandan sonra hızla mahkeme kurulur. Mahkeme sonunda idamdan dönen mahkûmlardan. — Nalıncı Hasan — Çoban Ramazan — Giritli Küçük Hasan — Selahattin oğlu Naşit — Yakup oğlu Ali — Hasan oğlu Ali Koç, Nazım Hikmet’in yattığı koğuşa konur. Nazım’ın kaleminden müstear isimle Şeyh Bedrettin Destanı Bursa Cezaevinde patlar(!). Nazım Hikmet, Menemen isyancılarından aldığı ilham(!) ve bilgilerle “Memleketten İnsan Manzaraları” adlı kitabında bir Menemen isyancısından takma isimle bahseder. “Şevki” takma adıyla andığı şahsı kitapta şöyle anlatır: “Şevki Bey Birinci Büyük Millet Meclisinde de bundan yıllarca evvel yine böyle dev gövdesi ile yükselir ve sağ kolunu yine böyle fırlatıp öne doğru her nutkunun sonunda –fakat böyle Kur’an’dan ayet değil- şu beyti okurdu: “Nam-ı insaniyete, iman ü vicdan namına, Hakkı hürriyet yolunda fışkıran kan namına…” Grupların dışında muhalifti. Cesurdu Topal Osman’ı bile şaşırtacak kadar.(…) Halep’de çoluk çocuk aç kaldılar. Ve Şevki Bey, (…) Ve koltuğunda Protestan bir Kur’an’la döndü. Memlekete Halep’ten. Nazım’ın bahsettiği “Şevki Bey” yani birinci meclis mebuslarından Abdülkâdir Kemali, Menemen isyanından önce sakal bırakmış, isyana destek olmuş Menemen’e gelmiş ve isyanın patlamasından altı gün önce firar etmiş, Halep’e gitmiştir. Nâzım Hikmet Ran, sahte Bedrettin destanında mürtecileri ve onların örgütleyicilerinden birini överek göklere çıkarırken, isyanda katledilenlere, mesela bir Kubilay’ a ait tek satır söylemiş midir? A.Nedim ÇAKMAK Yesevi Dergisi, Ocak 2007 ____________________________________________ MÜRTECİ NAZIM HİKMET (1) Menemen İsyanı Şeyh Bedrettin İsyanı'nın İkinci versiyonu mudur?... Çoğu insan Nazım Hikmet Ran’ı “inanmış bir komünist” olarak tanır. Fakat komünistliğinin yanı sıra bir de “ezeli muhalif” yanı vardır ki dudakları uçurtacak yapıdadır… A.Nedim Çakmak’ın Yesevi Dergisinde de uzun uzun anlatılan Hüsnüyadis olayı ve Nazım Hikmet’in Sahte Destanı yazısından ilham alarak olayı araştırdık. 23 Aralık 1930’da Menemen’de bir kalkışma hareketi olur. Liderleri Nakşibendî tarikatından Giritli Sahte Şeyh Derviş Memettir. Burada özel bir not belirtelim: Çeşitli tarih ve yorum kitaplarında yazıldığı gibi Menemen olayındaki tahrikçinin adı Mehmet değil, Memet tır. Aşağı yukarı internet de dahil bütün kaynaklarda “Memet” ismi bir sembol olarak yer alır. Bunun önemini daha sonra belirteceğiz. Menemen ayaklanmasında idamdan kurtulan Mustafa oğlu Nalıncı Hasan, Mustafa oğlu Ramazan, Harputlu Ömer oğlu Mehmet, Hüseyin oğlu Mehmet Ali 24’er yıl, Selahattin oğlu Naşit, Yakub oğlu Ali ve Muhattin oğlu Ali Koç, Necip oğlu Mevlüt, Pirgir oğlu Osman, Ali oğlu Hasan (İdam verilmiş ancak yaş küçüldüğünden ceza indirilmiştir.) ise 15’er yıl hapis cezalarıyla Bursa Cezaevinde yatmaktadırlar. Nazım Hikmet, 1933 başlarında Türkiye Komünist Partisi (TKP)’nin kendinin ikinci reislik döneminde tutuklanır ve Bursa Cezaevi’ne atılır. Burada tanıştığı bu esrarkeş mürtecilerden “Cumhuriyet rejimine” muhalefet ettiklerini öğrenir ve onlara hayran olur. Çünkü başlarındaki Giritli Mehdi Derviş Memet, canı pahasına savaşmıştır ona göre... Nazım Hikmet Ran (Borzeçki veya Verzanski), Şeyh Bedrettin Destanı’nda cezaevi penceresinden hayali bir yolculuğa çıkar, bunu rüyasında görmektedir. Bedrettin’in halifesi Börklüce Mustafa’nın maceralarını izlemektedir. Sabah rüyasını koğuştakilere anlattığın da Ahmet adli bir mahkum “Bunu yaz işte” der, ‘Bir Bedrettin Destanı isteriz..” (N. Hikmet, Benerci Kendini Neden Öldürdü, Şiirler 2, Yapı Kredi Yayınları, İst., 2006, s. 259) Daha önce isimleri saydığımız hapishane arkadaşlarının isteği üzerine “destan”ını yazar. Destanın 14. Babında: “Serez’in esnaf çarşısında, bir bakırcı dükkanının karşısında Bedrettin’im ağaca asılıdır” (age, s. 258) Demektedir Nazım. Derviş Memet’in isyanı başlattığı ve yeşil bayrak açıp herkesi onun altından (hatta bir Yahudi esnafı da) geçmeye zorladığı yer Menemen çarşısıdır. Bu konuda Kubilay Olayı hakkında belgesel yapan Can Dündar’ın yaşayan tanıklarla yaptığı söyleşide Sami Özyılmaz şunları söyler: “Onların asılacağı gün, nöbet yine bendeydi. Korkudan otomobilin dışına çıkmıyordum. Hep seyrettik, üzüldük. Hükümet’in altında Birincieller’in evi var, önce onu astılar: Manisalı Hocazade Ahmet Efendi...Astıktan sonra önüne ismini asıyorlar. Ondan sonra geldik akasyaların altında birini astılar. Sonra Ali Efendi’yi tütün satılan barakanın yanında astılar. Adamlara mecburen cigara satan Molla Osman’ı astılar. O çok bağırdı asılırken ‘Kurtarın’ diye, askerler vaziyet aldı. Ondan sonra sırayla asıldı, asıldı, ta çarşının içine kadar hepsini gördüm. Kamyonlarla atıp mezara götürdüler öğlene kadar...’ (Can Dündar, Milliyet Gazetesi, 29 Aralık 2005) “Çarşıda her lonca kesmişti kendi pirinden ümidi, tarumar idi” der Nazım. (age, s. 229) Bu konuda da yine Can Dündar’ın yaşayan tanıklarından Mustafa Şengönül şöyle demektedir: “Ben Menemen’de marangoz çırağıydım. Dükkânı açmaya gittim. Karşımda uncu Mehmet Efendi vardı. Belediye Meclis üyesiydi. Bana “Dükkanı açma, eve git. Çarşıda bir karışıklık var” dedi. “İzmir’den 70 bin kişi harekete geçti. Burayı işgal edeceklermiş” diye duyduk.” (Can Dündar, age) Esnafta da bir korku olduğu kesindir. Aynı şahıs olayın sonunu şöyle aktarır: “Sonra ahaliye mecburi alkış yaptırdılar. Millet ‘70 bin kişi geliyor korkusundan yaptı. Hepimiz korktuk. Meğer adamlar sarhoşken böyle demişler, hepsi yalanmış.” Nazım Hikmet bize kendi gerçeklerini sunmaya devam eder: “Üçü de yanımdaki rehberim gibi yekpare ak libaslıydılar. Birisinin kıvırcık abanoz gibi siyah bir sakalı ve aynı renkte ihtiraslı gözleri, kemerli büyük bir burnu vardı. Vaktiyle Musa’nın dinindenmiş, şimdi Börklüce’nin yiğitlerinden..” (N. Hikmet, age, s.236) Nazım Hikmet’in burada bahsettiği “Musa’nın dini”nden olan kişi Menemen olayındaki İngiliz ajanı Giritli Hayim oğlu Josef’tir. Aynı “destan”ın başında üst katlarında asılacak prangalılar olarak bahsettiği üç kişi… Menemen’deki çatışmalarda ilk ölenlerden Şamdan Memet, Sütçü Memet ve Mehdi Derviş Memet’tir. Burada bir parantez açıp bir unsuru açıklayalım. Börklüce Mustafa ismi Şeyh Bedrettin İsyanı’nda yer almış gerçek bir kişinin ismidir ancak. Aynı zamanda 1925 ile 1934 arası birlikte çalıştığı ve TKP davalarında birlikte yargılandığı Sarı Mustafa’nın lakabıdır, nitekim “destan”ın bir bölümünde Sarı Mustafa’yı şöyle anar: “Aydın’ın Türk köylüleri, Sakızlı Rum gemiciler. Yahudi esnafları, On bin mülhit yoldaşı Börklüce Mustafa’nın” Mülhit, tanrı tanımayan, ateist demektir. Şeyh Bedrettin İsyan’ı ise bir çeşit şeriat maskeli ayaklanmadır. 0 halde komünist San Mustafa (lakabı Börklüce) dışında biri mülhit olarak anılır mı? ... Ayrıca San Mustafa bir dönem TKP’nin Adana’da örgütlenmesiyle görevlidir. Şair (?) burada bir çeşit cinas da yapmaktadır. Giritli dönmeler, Yunanlı ve Yahudilerle birlikte ayaklanma başlatan Derviş Memet’e tarihsel bir ayaklanma önderinin yiğitlerinden olduğu payesi sunulmaktadır. “Oğlum Memet, Varna’dan sesleniyorum sana… :” Bu dizeler Nazım’ın en ünlü dizeleridir ve üvey oğlu Memet (edebiyatçı Mehmet Fuat Bengü) için yazılmış en ünlü dizelerindendir. Ama üvey oğlunun adı Mehmet olmasına rağmen Derviş Memet’e olan hayranlığı nedeniyle ona “Memet” diye seslenmektedir. Nazım Hikmet, muhaliflik mantığıyla desteklediği bu mürteci harekete o kadar hayran olmuştur ki yazdığı “destan”ında kendini diğer komünist arkadaşlarına karşı savunmak zorunda hisseder: “Şimdi ben bu satırları yazarken, “Vay kafasıyla yüreğini ayırıyor; vay tarihsel, sosyal, ekonomik şartları kafam kabul eder amma, yüreğim yine yanar, diyor. Vay, vay Markiste bakın.” gibi laflar edecek olan bazı “sol” geçinen delikanlıları düşünüyorum.” (N. Hikmet, age, s. 247) Mürteci bir harekete adadığı “destan”ın sol hareket içinde onay almayacağını bildiğinden aynı dipnotta Marx’a kadar “Paris Komünü Duygusallığı” kurmaya çalışır Nazım… (Not: Bu dipnotta, o dönemde, yani hapisteyken TKP yönetimine gelen Hüsamettin Özdoğu ve diğer Komintern yanlısı arkadaşlarını kasteder.) AYAKLANMAYA SONSUZ DESTEK Sarı Mustafa (yani destandaki Börklüce Mustafa)’nın ve arkadaşlarının Adana’da yaptığı örgütlenmeler sırasında tanıştığı ilginç bir kişilik daha vardır: Abdülkâdir Kemali (Öğütçü). Abdülkâdir Kemali Bey ilginç bir şahsiyettir. Elazığ’dan gelen bir ailenin oğlu olarak, 1889’da Osmaniye’nin Yarpuz’un da doğmuş, Manastır askeri Lisesi’ne gidip bırakmış, İstanbul’da hukuk eğitimi alırken 1908’de Meşrutiyet ilan edilince İttihat ve Terakki Cemiyeti’nce öğrenciler arasında teşkilatlanma görevlisi ilan edilmiş, Talat Paşa’nın gözüne girmiş, İlk Meclis-i Mebusan’da Kastamonu milletvekili olmuş, Bolu’dan Heyet-i Temsiliye’ye seçilmiş, 25 Kasım 1920’de Pozantı İstiklal Mahkemesi’nde Başkanlık yapmış biri... Ancak en büyük özelliği 24 Aralık 1930 tarihinde önce Halep’e sonra Beyrut’a kaçmasıdır... Ünlü yazar Orhan Kemal (Mehmet Raşit Öğütçü)’nün babası olarak tanınan ezeli muhalif Abdülkâdir Kemali, birinci TBMM’de yine Kastamonu milletvekili olarak görev yapar ve bir ara Atatürk cephedeyken Adalet Bakanı olur ve Atatürk’ün üç gün sonra dönmesi üzerine görevinden alınarak Cumhuriyet’in üç günlük bakanı olarak tarihteki ilginç yerini alır. Ardından Serbest Fırka’nın kurulmasından sonra, genel merkezi Adana’da olan Ahali Cumhuriyet Fırkası’nı kurar. Mecliste olduğu dönemlerde 2. Grup nitelendirilen muhaliflerden olduğu ve cumhuriyet aleyhine yayın yapan Tokses gazetesini çıkardığı için hedef haline gelir... Ama belirttik ya, asil ilginç özelliği 24 Aralık 1930’da Halep’e kaçmasıdır... Neden?... Davut Akova, Yesevi Dergisi, 18 Ocak 2007 ______________________________________________________ Mürteci Nâzım Hikmet (2) Şimdi Can Dündar’ın Menemen Belgeseli’nde yayınlanmayan röportajlarına geri dönelim: “Bunlar gelmeden Menemen’de gericilik yoktu. Ama parti meselesi vardı. Serbest Fırka kazanmıştı. Onun intikamı mı, bilmem. Bildiğim şu ki Menemen’in bu işte hiçbir suçu yok. Zaten içlerinde Menemenli de yok.”(Can Dündar, age) Bu sözleri belgeselde söyleyen Sami Özyılmaz… Serbest Fırka Olayı her zaman için Atatürk’ün “danışıklı dövüşü” olarak sunulmuştur. Aslında burada yıpratılmak istenen Atatürk’ün bizatihi kendisidir. Ortada bir danışıklı dövüş yoktur. Mecliste bazı muhalif grupların varlığı baştan beri biliniyordu.Bu muhalifler arasında tek kişilik “grup” niteliğini taşıyanlar bile vardı. Nitekim Topal Osman Ağa’nın cinayeti de ardında büyük bir örgütlenme olan “tek kişilik grup” olarak sunulmaya çalışan bir milletvekilinden kaynaklanan bir olaydı ve hazin bir sonuca ulaşmak zorunda kaldı.Bu “tek kişilik gruplar”dan biri de Abdülkadir Kemali (Öğütçü) Bey’di. Serbest Fırka ise zaten varolan “muhafazakâr” (eskiyi savunan) insanların serbest bırakılmalarında olabilecek olayları gösterdi. Cumhuriyet ilan edileli 17 yıl geçmeden sadece halkın dini duygularını kullanarak hiçbir gelişme planı ve projesi sunmadan din üzerinden politika yapmak isteyen kısır insanların partisi haline gelen Serbest Fırka bir bakımdan Cumhuriyetin “sübapı” olmuştu. Fazla hava bu parti sayesinde tahliye edilebildi. Serbest Fırka’nın etkin olduğu yer olan İzmir’de Menemen’e Adana’dan taraftar yollayan bir “ezeli muhalif” vardı: Abdülkadir Kemali… Çünkü Mustafa Kemal’e düşmandı. Onu meclisten tasfiye eden ve Talat Paşa’ya olan yakınlığıyla bilinen Abdülkadir Kemali Öğütçü, Menemen İsyanı’nın patlak vermesinden tam bir gün sonra Halep’e kaçar. NEDEN?... Oysa Adana’da çıkardığı Tokgöz Gazetesi 30 Aralık 1924’te altı yıl önce zaten kapatılmıştı ve basın yoluyla bir suç işlediği iddia edilemezdi. Kurmuş olduğu Ahali Cumhuriyet Fırkası ise 21 Aralık 1930’da (Menemen Olaylarından 3 gün önce ) Bakanlar Kurulu kararıyla kapatılmıştı. Yoksa Hasan Pulur’un 11 Mart 2006 tarihli Milliyet Gazetesi’nde yazdığı gibi miydi kaçış nedeni: “Serbest Fırka kapatılıp muhalefet susturulunca, sıranın kendisine geleceğini anlayarak ailesiyle yurtdışına kaçar, sekiz buçuk yıllık sürgün hayatı başlar. Bu, Beyrut, Şam, Halep ve Kudüs’te ve her günü yurt hasretiyle geçen bir süredir. Orhan Kemal ‘Baba Evi, Avare Yıllar, Cemile, Dünya Evi’ adlı romanlarında hem bu yılları, hem babasını anlatır. İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün yurtdışındaki muhaliflerin dönmelerine sıcak bakması üzerine Abdülkadir Kemali Bey Türkiye’ye döner ve Adalet Bakanlığı’ndan görev ister. Bergama hâkimliğine atanır, sonra da istifa edip Adana’ya gider, avukatlığa başlar. 1949’da Ankara’da vefat eder.” Belki de böyledir. Ancak Orhan Kemal, hatıralarında şöyle bir şey diyor: “Beyrut’ta Fıstıklı tarafında oturuyorduk. Lübnan teb’ası olmadığımız için, babama avukatlık yaptırmıyorlardı. Babam da annemin bileziklerini bozdurdu, on altın lira sermayeyle, Burç Meydanına çıkan aralıklardan birisinde, yüksek bir apartmanın altında, küçük bir lokanta açtı. Babam lokantaya pek uğramazdı. Yemekleri Süreyya adında bir Türk mültecisi pişirir, Niyazi’yle ben de lokantanın garsonluğuyla bulaşıkçılığını yapardık.” Fransız Mandası altında bulunan Beyrut’ta lokanta açıp oraya seyrek uğrayan bir adam diğer boş zamanlarda neler yapmaktadır?... Dileyen Bilgi Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan Meral Demirel’in “Tam Bir Muhalif “ isimli doktora çalışmasından onun hatıralarını okuya bilir… GELELİM NÂZIM HİKMET’E Şeyh Sait Ayaklanmasında da Diyarbakır cezaevine yollanan Abdülkadir Kemali Bey’le 1940’ta Orhan Kemal ile aynı koğuşu paylaştığı zaman tanışır Nâzım. Orhan Kemal ona babasını anlatır. Daha önce Menemen ayaklanmasındaki mürtecilerle aynı koğuşta kaldığı sırada “Şeyh Bedrettin Destanı��nı onlardan ilham alarak yazan Nâzım, bu kişiden etkilenir… “Memleketimden İnsan Manzaraları” kitabında “Şevki Bey” adı altında onu anlatır: “Beni yanlış anlamayın oğlum,/ evhamlı ve meyus değilim./ Hakikatleri ben / Bir Müslüman / Yani tam / Bir adam / Halinde uyanık rüya gibi görünüyor / Ve hudutsuz bir kalbin ancak dayanacağı sabır ile / Geleceğin hesapsız maceralarını seyrediyorum.” (…) “Şevki bey Birinci Büyük Millet Meclisi’nde de - bundan yıllarca evvel- yine böyle dev gölgesiyle yükselir ve sağ kolunu yine böyle fırlatıp öne doğru her nutkun sonunda –fakat böyle Kuran’dan ayet değil- şu beyti okurdu: “Namı insaniyete, iman-ü vicdan namına, / hakkı hürriyet yolunda fışkıran kan namına…” Grupların dışında muhalifti. Cesurdu Topal Osman’ı şaşırtacak kadar. / Onu ikinci mebus çıkarmadılar. / dövüştü. / İstiklâl mahkemesine düştü / Çıktı hapisten. Halep’e kaçtı kavgaya dışarıdan devam etmek için.” (…) Ve Şevki Bey: Anlaşılmamış bir kahramanın ölüsü yüreğinde Ve hâlâ bu ölüden korkarlar, diye bir teselli, Ve koltuğunda Protestan bir Kuran’la döndü memlekete Halep’ten.” (vurgular bana ait-DA) (N.Hikmet, Memleketimden İnsan Manzaraları, YKY, İst, 206, s.339-340) Biraz daha Nazım Hikmet’ten Şevki Bey karakterinin projesini izlemekte fayda var çünkü Şevki bey karakteri ile anlatılan “Tam Bir Muhalif” Abdülkâdir Kemali Bey’in düşüncelerinin ne olduğunu o zaman anlayabiliriz. Böylece Nazım Hikmet’in neden Abdülkâdir Bey’e önem verdiği ortaya çıkar. Nâzım aynı kitabının 342. sayfasında şunu söyler: “Hem şunu bil ki, oğlum, Hiç ve hiçbir meslek Hiç ve hiçbir mezhep Ve onun salikleri İlahi esasatın dışında yaklaşmaz bize ve dost olamaz. Sema ve zemini idare eden kuvvet Saadetini isteseydi insanların Derhal bahtiyar kılardı onları. İstemiyor demek. Nasıl? Yobaz düşüncesi değil mi? Fakat, oğlum, Bu cerhonulmaz bir hakikattır.” (Vurgular benim- DN) (N.Hikmet, age, s.342) Abdülkâdir Kemali Bey, o dönemde hem Cumhuriyet karşıtıdır hem de meşruti bir saltanatın yanlısıdır. Tabii, bu meşruti saltanat düzeni içinde hayran olduğu kişilerin iktidarda olmasını ister. Talat-Enver-Cemal üçlüsünün öğrenciler içindeki sıkı bir militanıdır ve Talat Paşa’ya hayranlığı o derecededir ki üçüncü çocuğu olan kızına Talat adını koyar. İstanbul’da İttihat ve Terakki adına dernek basar, cam çerçeve indirir ve Karagöz Dergisi çizeri Ahmet Rıfkı’yı bir güzel dövüp kafasını kırmış olmakla da övünür… Yani tam bir fedaidir… Bu fedai, Birinci Meclis’in açılışının ilk haftası kürsüsünden de şöyle haykırmıştır: “…hatta Padişah Efendimiz Hazretlerini kurtardıktan sonra da biz karar vermedikçe bu Meclis’i feshedecek hiçbir kuvvet yoktur. Bu böyle bilinmeli!” Pekiyi, Nâzım Hikmet neden “bir Müslüman yani tam bir adam” olarak tanımladığı hilafet ve saltanat yanlısı Abdülkâdir Bey’i yüceltir. Üstelik onun görüşlerinin ”yobaz düşüncesi” olduğunu kendi de söylediği halde… ABDÜLKÂDİR KEMALİ’NİN İŞLERİ Serbest Fırka’nın okuma yazma bilmeyen halkın dini duygularıyla oynayarak siyaset yapmasının tehlikelerini gören Mustafa Kemal Paşa yönetimi, parti’yi kapatma kararı alır ve “üçüncü grup” lideri Abdülkâdir Kemali’nin Adana’da kurduğu Ahali Cumhuriyet Fırkasını da kapatır ama Abdülkâdir Kemali Bey’in yaptığı iş sadece muhaliflik değil eski günlerindeki gibi fedailiktir. Menemen Olayı’ndan önce sakal bırakır, İzmir, Aydın ve Manisa yörelerini gezer. Sakal bırakmak birkaç günlük iş olmasa gerektir. Yani önceden planlanmış bir hareket içindedir. Serbest Fırka’nın din duygularıyla halkı tahrik etmesi, meşruti bir saltanat taraftarı olan Kemali’nin işine gelir. Kendi propagandasını yapar. Ancak, daha sonra Yunanistan’a 8 Eylül 1922’de kaçıp Hıristiyan olacak ve Hüsnüyadis ismini alacak olan Manisa Mutasarrıfı (valisi) Hüseyin Hüsnü’nün kardeş çocukları olan ve Nâzım Hikmet’in “destan”ında “üç prangalı” olarak andığı derviş Memet, Şamdan Memet ve Sütçü Memet ile görüşür. Daha sonra Menemen İsyanı başlar… Olayın asıl planlayıcıları Yunan ajanı Hüsnüyadis, İngiliz ajanı ve İngiliz Muhipler Cemiyeti’nin kurucularından Danıştay üyesi Sait Molla ve Suriye asıllı Dürzî Şeyh’i Sükuti’dir. Abdülkâdir Kemali ve arkadaşlarına muhalifliğinin getirdiği şevk ile bu harekete destek çıkar ve bir militan olarak Manisa’da çalışır. Burada Nâzım’ın “Protestan Kur’an ile döndü Halep’ten” demesi manidardır çünkü bu dizelere göre Nazım Hikmet bu ilişkiyi bilmektedir (ya da en azından Orhan Kemal aktarmıştır). Bunun nedeni ,avukat olan Kemali’nin bulunduğu Adana’ya yirmi dakika mesafede olan Protestan Misyonerliği yaptığı bilinen Tarsus Amerikan Koleji’yle ilişkileri olabilir mi?... Orhan Kemal’in kendisinin de söylediği gibi babası Beyrut’ta Fransız mandası altındaki bir yerde iş yapmasına rağmen işyerine pek fazla uğramaz… Manisa çalışmalarından sonra Adana’ya geldikten sonra bakanlar kurulu kararı ile partisi kapatılır. Ancak, partisinin 21 Aralık 1930’da kapatılmasından üç gün sonra ve Menemen Ayaklanması’ndan bir gün sonra Suriye’ye kaçar… Bu da onun Manisa’dan gelen provokatörlerin bir olay çıkaracağını bildiği ve soruşturma sonunda işin ucunun kendine dayanacağını bildiğini gösterir. LİSTE YAPALIM Nâzım Hikmet’le başladığımız bu anlatıma bir liste ile devam edelim: 1. Abdülkadir Kemali, Talat Paşa hayranı bir meşrutiyetçi militandır. 2. Aynı şahıs, düşünceleri için bir parti kurar. 3.Aynı şahıs, Nâzım’ın deyişleriyle “yobaz” bir Müslümandır. 4.Aynı şahıs, Adana’da sakal bırakıp çalışmalara girişir. 5. Aynı şahıs, Menemen olayı patlak verince yurt dışına kaçar. 6.Nazım Hikmet, Bursa cezaevinde Menemen isyancılarıyla tanışır. 7.Onlar için bir destan yazar. 8.Destanında rüyasına neden olan beyaz gömlek koğuş arkadaşı Tornacı Şevki’nindir. 9. Memleketimden İnsan Manzaralarında anlattığı Şevki Bey’dir. 10.Kavgaya (?) dışardan devam eden Şevki Beyi över. 11. Protestan bir Kur’an yazdığını belirtir. Bu konuda Nâzım tek değildir. Orhan Kemal’in oğlu Işık Öğütçü, Behçet Çelik ve Mustafa Arslantunalı ile yaptığı röportajda şöyle demektedir: “Geniş düşünceli, her düşünceyi en azından dinleyebilen bir insan dedem. Sosyalizm, komünizm, faşizm hakkında söyleyecek sözleri olan biri. Çok geniş bir kültürü var. Yurtdışında yaşadığı yıllar boyunca yanında taşıdığı Kur’an-ı Kerim’in yanına açıklama yazıyor. Bu gün bu işi çok iyi bilen insanlar, bu açıklamaların çok önemli olduğunu söylüyorlar.” (Vurgular benim-DA) (Virgül Dergisi, sayı: 97-98, Temmuz- Ağustos 2006) Yani, kendince İslam için yorum getiren, Tarsus Amerikan Koleji’nden Protestan destek alan, manda altındaki Suriye’ye oradan Fransız bölgesi olan Lübnan’a giden ve iş yerine bile uğramadan gezen bir mürteciyi (ki Cumhuriyet ve saltanat ile Hilafetin kalkması ileri bir adım ise meşruti bir saltanat savunmak mürteciliktir) Nâzım Hikmet övmekte ve savunmaktadır… Şeyh Bedrettin Destanı’nda Menemen Olaylarındaki mürtecileri destan haline getirmektedir. Kaldı ki tarihteki gerçek Şeyh Bedrettin, Beyazıt’ın oğullarından Musa Çelebi’yi desteklemiş ve onun yenilmesi üzerine gözden düşmüş bir kazaskerdir. Yani bir bürokrattır. Çelebi Mehmet ona bin akçe yıllık bağlamasına rağmen iktidardan düşmüş olmasını hazmedemeyen bir politikacıdır. Bunun neresi ilericilik?... Eğer Nâzım Hikmet, Şeyh Bedrettin’in “özel mülkiyete karşı çıkışını” sosyalizm adına kendine yakın görüyorsa, İslam Tarihinde daha önce aynı söylemlerle ortaya çıkan grupları da anması gerekmez miydi?... Buradan anlıyoruz ki Nâzım Hikmet, Şeyh Bedrettin Destanı’nda gerçek Şeyh Bedrettin’i değil, hapishane arkadaşları olan esrarkeş mürtecileri övmektedir. Bunun devamını bir başka mürteci ve yabancı ajanı olan Abdülkâdir Kemali’ye destek çıkmasıyla getirmektedir. ESRARENGİZ SORULAR Kavgaya dışarıdan devam etmek için diyerek övdüğü Abdülkâdir Kemali’nin kavgası neydi? Abdülkâdir Kemali, bir komünist miydi? Eğer komünist ise Menemen ayaklanmacıları mürtecilere neden destek çıkmıştı? Abdülkâdir Kemali bir şeriatçı mıydı? Eğer öyleyse neden Nâzım Hikmet ona destek çıkıyordu? Nâzım, Şeyh Bedrettin Destanı’nda neden mürtecilere destek veriyordu? Şiirine tarihi bir şahsiyet olarak, Abdülaziz oğlu İsrail ile Helen asıllı bir Hıristiyan iken Müslüman olup Melek ismini alan kadının çocuğu olan ve bugün Yunanistan’da bulunan Simavne’de doğan Şeyh Bedrettin’i seçmesi rastlantı mıdır? Bütün bunların ışığında diyebiliriz ki Nâzım Hikmet, ağırlıklı olarak mürtecileri desteklemiş ve onları destanlaştırmış. Davut Akova, Yesevi Dergisi, 18 Şubat 2007 Özür ve düzeltme Bir önceki yazımızda Nâzım’ın yerini alan “Hüsmettin Özdoğu ve Komintem yanlısı arkadaşlar” deyimini kullanmıştık. Oysa Hüsamettin Özdoğu ve parti arkadaşları Nâzım’ın hapiste olduğu dönemde tutuklanmıştır ve TKP’ye, bu başşız kaldığı dönemde derhal Stalin’in emriyle “mini Stalin” Hasan Ali Ediz yollanmıştır. Nâzım, bu adamı kastetmektedir. Mini Stalin Hasan Ali Ediz, daha sonra Milli İstihbarat Teşkilatı’na kendiliğinden başvurarak “vallaha billaha bir daha komünist faaliyette bulunmayacağım.” diye dilekçe verip, Vedat Nedim (Tör) ve benzerleri gibi komünistliğe veda edecektir… Hüsamettin Özdoğu ailesinden özür dilerim.” -ALINTI- ÖNCE DOĞRU BİLGİ... TARİHİNİ BİLMEYEN TOPLUMLAR YOK OLMAYA MECBURDURLAR. ŞİMDİ NEDEN YOK OLDUĞUMUZU ANLIYOR MUSUNUZ !!! DOĞRU BİLGİYE SAHİP OLMANIZ DÜŞMANI MAHVEDER !! Nazım Hikmet 1902 doğumludur. 1914 te Galatasaray Lisesi ilk bölümünü bitirmiş,1918 yılında da heybeli ada deniz mektebinden mezun olmuştur. O tahsil hayatına devam ederken yaşıtları okulu bırakıp Çanakkale Savaşına katılıyor ve şehit düşüyordu. Sözde vatansever şairin durumunu sizin taktirinize bırakıyoruz.Tabii ki herkesin aklında bir vatan vardır ama o uğruna kan dökülen vatanı değil kendi hayal dünyasında inşa ettiği vatanı sevmiş,şiirlerini o vatana yazmıştır.Vatanını seven insan gece yarılarında karısını bırakıp Sovyet Rusyaya koşmazdı. Milli mücadele yıllarında ''çürük raporu ''olduğu için Bolu lisesinde Öğretmenlik yapmış ardından Moskovaya gitmiş 1922-24 yıllarında Moskovada kalmıştır. Oysa Türkiye Cumhuriyetinin yetişmiş insanlara en çok ihtiyacı olduğu yıllardı. NAZIM HİKMET VE ATATÜRK ! ÇAKMA KEMALİSTLERE İTHAFEN ! Türk Kurtuluş Savaşı'nda 15'lik delikanlılarımızdan 70'lik yaşlılarımıza dek Türk ulusu cephede savaşırken, mühimmatlar ıslanmasın diye bebeğinin ölmesine aldırmadan üstündeki battaniyeyi çeken soylu Türk kadınları kendi canlarını da hiçe sayarken NAZIM HİKMET komünist devrimi kutlamaya Sovyet Rusyaya koşmuştur. Ankara'da Atatürk'e genç bir şair olarak takdim edilip Atatürk tarafından kendisinden bir şiir rica edildiğinde reddedip arkasından "NE YANİ SARHOŞ MEZESİ Mİ OLACAKTIM?" diyen bir kişidir Nazım Hikmet Ran. Stalin için "BENİ O YARATTI." ifadesini kullanmış, Stalin'in öldüğü akşam Budapeşte radyosundan şiirler, ağıtlar söylemiştir. Stalin'e bu övgüleri düzen Nazım Hikmet'in çok ünlü Çanakkale Destanı şiiri ve özellikle de; Sarışın bir kurda benziyordu Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı. Yürüdü uçurumun başına kadar, eğildi, durdu. Bıraksalar ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak ve karanlıkla akan bir yıldız gibi kayarak Kocatepe'den Afyon ovasına atlayacaktı." dizeleri bilinir de sonrasında "Biz Bolşevik değiliz ve olmayacağız." diyen Atatürk'e yazdığı bu şiir de acep ne kadar bilinir : Trabzon'dan bir motor açılıyor Sahilde kalabalık! Motoru taşlıyorlar Son perdeye başlıyorlar! BURJUVA KEMAL'in omzuna binmişler KEMAL, kumandanın kordonuna Kumandan kahyanın cebine inmiş Kahya, adamların donuna! Uluyorlar! Hav... Hav... Hak... Tüü... ATATÜRK’ÜN NAZIMIN ŞİİRİNİ DİNLEDİĞİNDE SÖYLEDİKLERİ... Nazım’ın oldukça basit piyesleri, yoldaşı Ertuğrul MUHSİN’ in sayesinde Şehir Tiyatrolarında gösterime girince bu durum Nazım’a hem para hem de şöhret kazandırmıştı. Üstelik Nazım’ın şöhreti Atatürk’e kadar ulaşmıştı. Atatürk’te Nazım adına yapılan bu geniş reklam ve propagandaya pek iltifat etmediği için: "Şunun şiirlerini bir de kendi ağzından plağa alın, getirin bakayım" talimatını verdi. Nazım’ın Hazer ve Salkımsöğüt adlı şiirleri kendi sesinden plağa kaydedilip ATATÜRK’ e getirilmiş, ATATÜRK bu şiirleri dinledikten sonra aynen: "BU ŞİİRLERDE TÜRK MİLLETİNİN HAYATINA KASTEDEN BİR BOMBA VAR" demişti. Atatürk ona ilk notu vermiş, şiirlerinin muhteviyatındaki korkunç maksadı anlamış olmasına rağmen, Atatürk’e yakın olmaya çalışanlar, Atatürkçülüğü kimseye bırakmayanlar, ATATÜRK’ ün bu beyanından sonra bile Nazım balonunu şişirmeye devam etmişlerdir.. NAZIM ATATÜRK’E DE SÖVÜYORDU... Nazım’ın 28 Kanunsani başlıklı şiiri dikkatle okunduğu zaman her hareket ve her hadisede Atatürkçülük’ten bahseden, bizdeki komunistlerin aslında Atatürk’ün adını bir maske, hatta bir cankurtaran simidi gibi kullandıkları daha iyi anlaşılır.. Nazım’ın ilk ve açık komunist propaganda yapan şiirine birlikte gözatalım............ Trabzon’dan bir motor açılıyor Sahilde kalabalık Motoru taşlıyorlar Son perdeye başlıyorlar BURJUVA KEMAL’ in omuzuna binmiş KEMAL KUMANDANIN kordonuna. Nazım Hikmet görüldüğü gibi komunist Mustafa Suphi, Etem Nejat ve arkadaşlarının Trabzon açıklarında motorlu kayıkta öldürülüşlerinden dolayı, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyetine karşı büyük bir kin içinde. Bulgaristandaki Türklere karşı ayrıca Bulgar yönetimini destekliyordu Moskovadan.Kendisi Türkleri sevmezdi.Atatürke hakaret ettiği şiirleri var. Nazım Hikmet'in dedesi ve annesinin, Türk Kurtuluş Savaşı sırasında; İngiliz Muhipleri Cemiyeti üyesi olduğunu kaç kişi bilir bu ülkede...
1 note
·
View note
Photo
New Post has been published on http://napcaz.xyz/sair-umit-yasar-oguzcan-biyografisi/
ŞAİR ÜMİT YAŞAR OĞUZCAN BİYOGRAFİSİ
Ümit Yaşar Oğuzcan Biyografisi
Hayatı;
Ümit Yaşar Oğuzcan 1926 yılında Mersin’e bağlı Tarsus İlçesinde dünyaya geldi. İlk ve orta öğreniminden sonra lise eğitimi için Eskişehir’e geldi. Ve Eskişehir Ticaret Lisesi’ni bitirdi. Daha sonra İş Bankası’nda iş girerek Adana, Ankara ve İstanbul gibi çeşitli şehirlerde çalıştı. Kurumda Halkla İlişkiler Müdür Yardımıcılığına kadar yükseldi. 1977 yılında da emekliye ayrılmaya karar verdi.
Şair Oğuzcan, gençlik dönemlerinden itibaren şiirle uğraşmaya başlamış ve şiirler yazmaya başlamıştır. İlk şiirlerini çeşitli dergiler gönderen Oğuzcan’ın şiirleri yayınlanmaya başlayınca dönemin en popüler şairlerinden bir oldu. İlk şiirleri Sakarya ve Eskişehir’in Kocatepe gazetelerinde çıkmıştır.Yedigün şairleri arasında şiire başlayan Oğuzcan; 1975’e geldiğinde 33 şiir kitabı; 4 düzyazı kitabı, 13 antololiji ve biyografik eser olmak üzere toplamda 50 kitap yazmıştır.
Şiirlerinde işlediği konulara bakarsak Oğuzcan şiire ilk zamanlarla milli ve manevi duyguları anlamak ve bu konu üzerinde şiir yazmaya başlamıştır. Oğuzcan zaman geçtikte şiirlerinden his ve düşünceyi azaltmış , şiire gerektiğinden fazla avami bir hava; açık önlü bir tarz getirmiştir. İlk şiirlerinde Yahya Kemal ve Faruk Nafız Çamlıbel etkisi görünürken daha sonraki yıllarda ise ölüm konusunu işlemeye başlayınca Orhan Veli etkisi görünür şiirlerinde.
Şair Oğuzcan, çok sık ve fazlaca şiir yazmasının dezavantajları olmuş, aynı konuda sürekli aynı şekilde şiirlerin olması, onu tekrara düşürmüştür.
Halk şiirinin önemli unsurlarından olan deyim ve değişlerini sıklıkla kullanıyor; bazen bir ozan olup karşımıza çıkıyordu. Aşık Veysel’e olan saygı ve hayranlığını her zaman her yerde söylüyordu.
Şair Oğuzcan yazım şekilleri konusunda belli bir kalıbı yoktu. Şiirlerinde nazım birimi olarak bazen beyiti, bazen dörtlük, bazen de serbest yazım biçimini kullanmıştır.
1967- 1969 yılları arasında yurtdışı gezisi yapan şair; bu süreçte yazdığı gezi anılarını ‘Avrupa Görmüş Adam’ yazı dizisiyle Cumhuriyet Gazetesinde yayınlamıştır.
Ayrıca da intihar ederek kaybettiği oğlu Vedat üzerine ağıt türünde şiirler yazmıştır.
Yazar 4 Kasım 1984’te İstanbul’da vefat etmiştir.
Başlıca Eserlerinden Bazıları;
Mustafa Kemali Düşünüyorum
İnsanoğlu(1947)
Ötesi Yok(1963)
Hüzün Şarkıları(1963)
Bir Gün Anlarsın(1965)
Göbek Davası(1968)
Ben Seni Sevdim mi(1968)
Yalan Bitti(1975)
En Eski Yalnızlığımdın Sen Benim(1978)
Dikiz Aynası(yergi şiirleri, 1982)
Kaynaklar:
http://www.antoloji.com/umit-yasar-oguzcan/hayati/
http://www.yenimakale.com/umit-yasar-oguzcan-uzerine-bir-inceleme.html#ixzz3herWqLVB
https://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%9Cmit_Ya%C5%9Far_O%C4%9Fuzcan
0 notes
Text
Mustafa Kemal'i Düşünüyorum
http://www.resimlisiirler.net/mustafa-kemali-dusunuyorum.html
Ümit Yaşar Oğuzcan tarafından yazılmış " Mustafa Kemal'i Düşünüyorum " adlı şiiri sizler için ekledik. Ümit Yaşar Oğuzcan kalemi çok sağlam bir yazardır. O da bu şiirinde Mustafa Kemal Atatürk'ü çok güzel anlatmış.Sizler için şiirin seslendirilmiş videosunu da ekledik. Şiiri okumanızı dinlemenizi
0 notes