#Ivan Zekic
Explore tagged Tumblr posts
mmoviejournal · 3 years ago
Photo
Tumblr media
0 notes
cinaraslan · 2 years ago
Photo
Tumblr media
Mihail Dmitriyeviç Skobelev KİMDİR ? VLADİMİR LENİN Mihail Dmitriyeviç Skobelev HAKKINDA NELER SÖYLEDİ ? 17 Eylül (29), 1843'te seçkin Rus komutan ve askeri lider Mihail Dmitrievich Skobelev doğdu. Büyükbabası Ivan Nikitich, 1812 Vatanseverlik Savaşı sırasında,  M.I. Kutuzov'un emir subayıydı  ve daha sonra bir piyade generali ve Peter ve Paul Kalesi'nin komutanı oldu ve babası Dmitry Ivanovich, Süvari Muhafız alayının bir teğmeniydi, 1877-1878 Kırım Savaşı  ve Rus-Türk savaşına katıldı ve korgeneral rütbesine yükseldi. Çocukken, Mikhail önce bir Alman öğretmeni tarafından büyütüldü ve daha sonra Fransa'ya Girardet yatılı evine gönderildi ve burada mükemmel bir genel eğitim aldı. Mezun olduktan sonra, 1858 yazında, Mikhail Skobelev Rusya'ya döndü ve St. Petersburg Üniversitesi matematik fakültesine kabul için hazırlanmaya başladı. O zamanlar popüler bir öğretmen olan L. N. Modzalevsky, öğretmeni olarak seçildi. Skobelev sınavlarını başarıyla geçti, ancak öğrenci huzursuzluğu nedeniyle üniversite geçici olarak kapatıldı. 1861'in sonunda Skobelev, Cavalier Muhafız Alayı'nda hizmete girdi; bir yıl sonra, önemsiz koşum takımına ve 1863 baharında kornetlere terfi etti. Yakında, Skobelev, kişisel isteği üzerine, Yaşam Muhafızları Grodno Hussars'a transfer edildi ve Nisan 1864'ten itibaren Polonyalı isyancılara karşı düşmanlıklara katıldı. Müfrezelerden birinin imhası için Skobelev'e 4. derece St. Anna Nişanı verildi ve aynı yılın Ağustos ayında teğmenliğe terfi etti. 1868'de Genelkurmay Akademisi'nden mezun oldu  . ve kurmay yüzbaşı rütbesiyle Türkistan askeri bölgesine gönderildi. Skobelev'in askeri kariyeri hızla gelişti: Yüzlerce Kazak'a komuta etti, Orta Asya'daki önemli keşif görevlerine katıldı ve 1872'de yarbay rütbesiyle bir piyade taburunun komutanı oldu. 1873 baharında, Genelkurmay subayı olarak Skobelev, Rus ordusunun Orta Asya'daki Hiva kampanyasına katıldı. Kampanyanın başarıyla tamamlanmasından  ve Hiva'nın ele geçirilmesinden sonra  ,   4. derece St. George Nişanı ile ödüllendirildi. 1874'te Mikhail Dmitrievich albaylığa terfi etti ve İmparatorluk Majestelerinin maiyetinde emir subayı kanadına atandı. 1875-1876'da. Skobelev, Kokand Hanlığı'na karşı savaşa katıldı. Bu seferdeki askeri rütbeler için tümgeneralliğe terfi etti ve Mart 1876'da hanlığın fethinden sonra yeni kurulan Fergana bölgesinin askeri valisi ve birlik komutanlığına atandı. 32 yaşındaki Tümgeneral Skobelev de  bu kampanya için St. Vladimir Nişanı ile ödüllendirildi. Kılıçlı 3. sınıf, St. George Nişanı 3. sınıf ve "For Bravery" yazıtlı elmaslı altın bir kılıç. Vali olarak Skobelev, çeşitli klanlar arasındaki ölümcül çatışmaları durdurmayı başardı ve hem yerel halk arasında hem de kendisine bağlı askeri personel arasında hızla popülerlik kazandı. Bununla birlikte, generalin zemindeki yolsuzluk ve zimmete para geçirmeye karşı uzlaşmaz mücadelesi, kendisine karşı bir dizi yanlış suçlamaya yol açtı ve doğrulanmamış suçlamalara rağmen, 1877 baharında Skobelev askeri valilik görevinden alındı. Skobelev'in askeri kariyerinin zirvesi, 1877-1878 Rus-Türk savaşıydı. İlk başta ana dairedeydi ve gönüllü olarak küçük operasyonlara katıldı, ancak kısa süre sonra babası tarafından yönetilen birleşik Kazak bölümünün genelkurmay başkanlığına atandı. Rus birliklerini Tuna Nehri boyunca geçmek için zekice yürütülen bir operasyondan sonra, kendisine St. Stanislav 1. derece kılıçlarla ödüllendirildi, Mikhail Skobelev savaşın belirleyici savaşlarına katıldı:  Shipka Geçidi'nin ele geçirilmesinde, Lovcha'nın ele geçirilmesi ve Plevna yakınlarındaki savaşlar. Rus ordusunun Balkanlar üzerinden akın etmesi, Sheinovo'daki belirleyici savaş ve Skobelev komutasındaki bir müfreze tarafından Edirne'nin ele geçirilmesi, düşmanlıkları muzaffer bir şekilde tamamladı. Beyaz atlı ve beyaz üniformalı birliklerin önünde saldırıya geçme alışkanlığı için Skobelev'e "beyaz general" lakabı verildi. 1880 kışında Skobelev, modern Türkmenistan topraklarında yaşayan Tekin kabilelerini fethetmek için Rus ordusunun askeri operasyonu olan Akhal-Teke seferinin komutanlığına atandı. Ocak 1881'de Rus birlikleri Geok-Tepe kalesine baskın düzenledi ve ardından Akhal-Teke vahası Rusya'ya eklendi. General Skobelev'in kariyeri aniden ve trajik bir şekilde sona erdi: Moskova'da tatildeyken Mikhail Dmitrievich, 25 Haziran (7 Temmuz), 1882'de belirsiz koşullar altında aniden öldü. Ryazan eyaletindeki aile mülküne gömüldü. VLADİMİR LENİN: PLEHANOV VE SKOBELEV, KAPİTALİSTLERİN KÂRLARI ÜZERİNDEN %100 VERGİ ALINACAĞINI, KAPİTALİSTLERİN DİRENCİNİN KIRILMIŞ OLDUĞUNU SÖYLEYEREK, CAFCAFLI SÖZLERLE HEN KENDİLERİNİ HEM DE HALKI ALDATIRLARKEN KAPİTALİSTLER GÜÇLENMEYE DEVAM EDİYORLARDI.
1 note · View note
senceraz · 7 years ago
Text
TANRININ ELİ  VE FUTBOLUN ASİ ÇOCUKLARI
ENDÜSTRİYEL FUTBOL VE DİRENİŞ
Bence Endüstriyel futbol formaların arkasında yazan reklamlar ile formanın önündeki armanın yer değiştirmesidir.Şimdilerde tribünleri arma için dolduranlar yerine yavaş yavaş benim takımım şu büyük oyuncuyu aldı,gidip bu oyuncuyu  stadyumda izlemeliyim diyen seyircilerle dolmaya başladı ..       Artık günümüzde futbolcular aldıkları milyonlarca doların yanına birde sponsor gelirlerini ekleyip servetine servet katarken, futbolseverler standart bir maç izlemek şifreli kanallar sayesinde kahvelerin yolunu tutuyor. Belki çok basit bir örnek ama globalleşmenin bir etkisi daha burada ortaya çıkıyor. Yılların kahve kültürü gidiyor, yerine digiturk kahvesi gibi kavramlar geliyor. İşin kötü yanı futbolcuların aldığı astronomik paralar beklentiyi arttırıyor, çok basit bir paslaşmada spikerlerin Messi show tarzı insanı enayi yerine koyan tepkilerine neden oluyor. Bu da yetmiyormuş gibi kartelin başındaki kurum yani FIFA servetine servet katıyor. Endüstriyel futbolun bu kadar yol almasında kestiği cezalarla ve yaptığı 2-3 tane sponsor kaynaklı organizasyonla kasasını dolduran FIFA'nın katkısı çok büyük yer tutuyor. Hal böyle olup yeni yeteneklerin önü açılmayınca biraz standardın üzerinde olan futbolculara kral gözüyle bakılıyor. ve o gözünüzde büyüttüğünüz futbolcular sponsorlarının direktifinde oynuyor. "acaba topa vursam saçım bozulur mu?", derken olan bize oluyor ve tek tutkumuz futboldan oluyoruz..
Futbolun endüstriyel bir konuma sürüklenerek piyasalaştırılması, ticarileştirilmesinin dışında siyasi kimliklerini saklamayarak devrimci kişiliklerini her fırsatta dile getiren ve profesyonel branşta yer almalarına rağmen amatör ruhlarını kaybetmeden yeşil sahalar da mücadele vermiş ve hala aktif spor hayatına devam eden Breitner, Lucarelli, Maradona, Zanetti, Fowler son olarak Brezilya Sosyalist Partisi'nden aday olan Romario ve ülkemizden de spor emekçilerinin örgütlenebilmesi ve haklarını araması doğrultusunda kurmuş olduğu Spor-Sen sendikasıyla son zamanlarda isminden söz ettiren eski Galatasaraylı Metin Kurt, Deniz’lerin asılmaması için imza toplayıp kamuoyu oluşturmaya çalışan Türkiye futbolunun gelmiş geçmiş en büyük golcülerinden olan ‘Taçsız Kral’ Metin Oktay, Bursaspor kadrosunda yer alan Ivan Ergic gibi futbolcular da damgalarını vurdukları yeşil sahaların dışında benimsedikleri dünya görüşleriyle iz bırakan isimler olarak hafızalarımızda yer edinmişlerdir. Bu futbolculardan özellikle Breitner, Lucarelli ve Maradona’ya ayrı bir parantez açmakta fayda var.
TANRI'NIN ELİ MARADONA
Futbol tarihinin istisnasız en büyük efsanesi olan Maradona yaşayan bir efsanedir çünkü onu Fifa'ya sallarken yada küreselleşme karşıtı liderlerle top oynarken ,Bush karşıtı yürüşlerde en önde yürürken görebilirsiniz. Maradona binlerce futbolseverin olduğu kadar özellikle yetiştiği Boca Juniors kulübünün taraftarları için tanrıdır. La dolce tribünleri ,maradona'yı sağlık yada hukuki problemler yaşamadığı sürece Bombenara'daki locasından beline kadar sarkmış vaziyette çılgınca tezahurat yaparken görebilirler.Maradona profosyonel futbol kariyeri boyunca Dünya Kupası dahil birçok başarıya imza atmasına karşın yeşil sahada olup bitenler karşısında hâlâ sıradan bir taraftar gibi heyecan duyar .O toplumun içinde kalan nadide bir stardır.Pele'den en büyük farkı burada saklıdır zaten .Kimine göre tanrı, kimine göre şovmen, kimine göre iflah olmaz bir uyuşturucu bağımlısı; kimilerine göreyse Chavez ve Castro'dan bile daha nüfuzlu bir küreselleşme karşıtı. Hangisini seçerseniz seçin, kısa boylu adamın kitleler üzerinde yarattığı etkiyi görmezden gelmek imkânsız. Zaten böyle inanılmaz bir yeteneğe sahip olduğu sürece başka türlüsü de düşünülemezdi. Ancak Maradona'nın ezilenlerin sembolü olmasında kaderin de önemli payı var. Buenos Aires'te, ezeli rakibi "Milyonerler" lakaplı River Plate olan Boca Juniors fakirlerin kulübü olarak bilinir. Maradona'nın Boca'da başlayan futbol kariyerinin ikinci durağı, İspanya krallığının sembolü Real Madrid değil, ayrılıkçı Katalanlar için bir kulüpten çok daha ötesi olan Barcelona'ydı. Katalan topraklarında işler pek iyi gitmedi, ama 1984'de transfer olduğu Akdeniz kıyısındaki Napoli'de İtalya'yı yerinden oynatacağı günler uzak değildi. Kuzeyin zengin kentlerinden gelenler tarafından yıllarca aşağılanan bu fakir bölgenin insanları için Maradona'nın Napoli'ye kazandırdıkları şampiyonluk kupalarından çok daha fazlasıydı. Napoli'lerin yaşamlarında hayata dair  hiçbir şey değişmemiş; öteden beri gelen sıradan yaşamları aynen devam etsede,Maradona İtalya şampiyonluk kupasını Napoli'ye getirdiğinde Napolililer, ilk defa onları dışlayan onları ''Bizim vergilerimizle beslenen asalaklar '' olarak nitelendiren kuzeye karşı başarılı olabileceklerini gördüler. Onlar için başkaldırı, yeşil sahadaki 10 numaralarının attığı goller ve burnu büyük rakiplerini zekice hareketlerle alt etmesiydi. Maradona belki binlerce kilometre uzaktan geliyordu, ama Napoli'deki yaşam koşullarına yabancı değildi. Onun çocukluğu da başkent Buenos Aires'ten çok uzaklarda, yoksulluk içinde geçmişti. Her ne kadar saha dışında paraya ve lükse boğulmuş bir yaşam sürse de, yoksullar onu her zaman kendilerinden biri olarak gördü. Napoli Maradona'ya olan bağlılığını 1990 Dünya kupası Yarı finalinde İtalya milli takımına karşı onu ve Arjantin'i destekleyerek gösterirken Diego'nun "Yıllarca sizi aşağılayan ve alay eden insanları mı destekleyeceksiniz?" sözleri sonrası . Stadta ise Arjantin ve İtalya destekçileri hemen hemen eşit sayıdaydı.Bu olay Onun İtalya macerasının sonunu hazırlamıştı bile .Maradona Almanlara kaybedilen final sonrası göz yaşları ile belkide bir daha yaklaşamayacağını anladığı kupa için ve kariyeri için göz yaşı dökmüştü.Kupa sonrası uyuştucu bağımlılığı yüzünden ceza alan Maradona Amerika 94 Dünya Kupası için yeniden ulusal takıma ve futbola geri döndü. Nijerya maçı sonrasında doping testi pozitif çıkınca kupadan ihraç edildi. Çok uzaklarda, Bangladeş'in başkenti Dakka'da insanlar sokaklara döküldü. İsyancılar, o kupaya geri alınmazsa şehri yerle bir edeceklerini açıkladılar. Yaşanan çatışmalar giderek büyüdü, ancak olmadı, Maradona ABD'deki maçlarda oynayamadı. Cezası bitince bir süre daha Boca Juniors'ta forma giydi, ve ardından futbola veda etti. FIFA'nın tüm engellemesine ve karıştığı olumlu olumsuz onca olaya rağmen Maradona, hem aykırı hem de en iyi. Napoli'de forma giyerken attığı bir gol, en iyi gollerinden biri değil; ama onu iyi anlatıyor. Orta sahadan vurulan öylesine bir top. Kısa boylu, şişman 10 numara birden savunmanın arasından fırlıyor. Ceza alanını terk eden kaleciyle birlikte havadaki topa yükseliyor. Bu kez elle değil kafayla topu kalecinin üstünden aşırtıyor. Artık kalecinin yetişmesine imkân yok. Meşin yuvarlak kaleye yaklaştıkça yavaşlıyor. Kalenin arkasında bekleyen kalabalık yavaşlayan topla aynı ritimde ellerini kaldırıyor, ağır ağır çizgiyi geçen topun ağlarla buluşmasını bekliyor. Zaman yavaşlıyor, herkes ağırlaşıyor. Sanki istese zamanı bile durduracak bir yeteneğe sahip.
Futbolun James Dean'i GEORGE BEST
Kuşağının en iyi futbolcularından birisi olan Best, futbol dünyasının ilk 'süper starı' olarak anılıyordu. Oynadığı yıllarda hayranlarından haftada 1000 mektup alıyordu. Bu onun zaten futbolcudan çok bir pop-star gibi yaşamasına neden oldu. Yakışıklılığı ve futbolculuğu konusunda mütevazı olmayan Best bir röportajında “Eğer çirkin olsaydım Pele adını hiç duymamış olabilirdiniz“ diyerek dile getirmiştir. Medyanın yoğun ilgisi ve paparazilerin takibi onun futbola yoğunlaşmasını ciddi şekilde etkilemiştir. Best; “1969 yılında kadınları ve alkolü bırakmıştım ama bu hayatımın en kötü 20 dakikasıydı! “ diyerek bu alışkanlığını bırakamadığını dile getirmiştir.
Ancak George Best'in futbol kariyeri dokuzuncu yıl sonunda, 26 yaşında aşırı alkol kullanımı ve vurdumduymaz yaşam tarzı sonucunda düşüşe geçti. Best o günlerini, "İçkiye, kadınlara ve hızlı arabalara çok para harcadım. Gerisini de çarçur ettim" diye anlatmıştı. 1971 yılında, Chelsea ile oynanacak bir karşılaşmayı kaçırması ardından Manchester United, Best'i kadrodan çıkardı. Daha sonraki aylarda da Best, pekçok antrenmanı kaçırdı, takımdan kopma noktasına geldi.
Tommy Docherty'nin Manchester United'a gelişiyle beraber, zaten zor günler yaşayan Best, 1974 yılında takımdan ayrıldı. Daha sonraki yıllarda George Best, kısa sürelerle 11 diğer takımda futbol oynadı. Ancak yaşamı, alkolizm, iflas ve ilk karısının kendisini terk etmesiyle darbe üstüne darbe aldı. “Hayatımda her şeyi çalımladım, alkol hariç” diyerek kendisi hakkında özeleştiri yapmıştır.
2000 yılında, karaciğer hastalığı nedeniyle bir süre hastanede kalan Best 2002 yılında bir karaciğer nakli ameliyatı geçirdi. Ancak, bu ameliyatla 'yeniden doğduğunu' söyleyen Best, kısa süre sonra yeniden içmeye başladı.
20 Kasım 2005 Tabloit gazetelerden News of the World, Best'in hastane yatağında fotoğrafını yayımladı ve altına son mesajı olarak "Benim gibi ölmeyin" dediğini yazdı. 25 Kasım 2005 akciğer enfeksiyonu ve organ yetmezliğinden Best 59 yaşında hayata gözlerini yumdu. Cenazesine 100.000 kişiye yakın seveni gitmiş ve BBC dahil 9 kanal cenazesini canlı yayınlamıştır. Normalde bir araya gelmeyen Katolik ve Protestanlar onun uğruna cenazesinde bir araya gelerek bu büyük futbolcuyu son yolculuğuna uğurladı.
Manchester United’ın Cantona, Beckham, Ronaldo ile devam 7 numara efsanesi George Best’in taşıdığı 7 numaralı forma olup, onun futbolculuğuna yapılan bir atıftır. Tüm dünyada onun için söylenen şu sözle bitirelim: "Pele good, Maradona better, George Best" yani "Pele iyiydi, Maradona daha iyi, George en iyisiydi."
AFRO ALMAN PAUL BREITNER
Tumblr media
Breitner futbol tarihinde sıra dışı bir karakterdi. O, Netzer'in de dediği gibi sanılanın aksine Maoist ya da Komunist de değildi. Otoriteye karşı olmak, her durumun sorgulanması gerektiğine olan inancı onun genel siyasi duruşudur. Henüz daha dünya onu tanımaz ve takımda o silik bir forvet olarak yer edinirken efsane menajer Robert Schwann onu askere göndermeyeceğine dair söz verir. Gün gelip de devlet gecenin ikisinde evinin kapısına dayandığında yılların kadim dostu ev arkadaşı bugünkü Bayern başkanı Uli Höness kapıyı açar ve Breitner'i kömür deposunda saklar, askere göndermez. Elbette kendisine verilen söz tutulmaz ve zorunlu olarak askere gider. Temel eğitim bittikten sonra maçlara çıkabildiği zaman efsane teknik adam Lattek'in kadrosunda sol kenarın defansına bakacak oyuncu eksikliği çektiği bir Hannover maçında o mevkiye zorunluluktan yerleştirilir. Bugünün futbolu içerisinde dahi modern olmaya devam eden ofansif sol bek Breitner bu şekilde doğar. Gücü eline geçirir geçirmez kendisini zamanında askere göndermeyeceğine söz veren menajerini tehtit eder ve bu işleri hemen halletmezse basına her şeyi açıklayacağını dile getirir. 20 yaşında bile olmayan Breitner'in kendine olan güveni ve güç odaklarıyla olan iliişkisinin ayrıntısı önemlidir zira Almanya'da Paul Breitner'in isminin geçtiği yerde belki Mao resmi iliştirilir ya da 150 bin Mark karşılığında reklam adına kesmek zorunda kaldığı sakalı konu edilir. Fakat onun karakterinin ana teması Almanya'nın tarihindeki en güçlü oyuncu ve eşi benzeri görülmemiş lider futbolcu olmasıdır.
Madrid'de geçirdiği üç yılın sonunda eşinin memleket hasreti nedeniyle Bundesliga'ya geri dönmek ister ancak o dönem onun bonservisini karşılayacak bir Alman kulübü yoktur. Eintracht Braunschweig'in milyoner sponsoru Günter Mast'ın katkılarıyla Almanya'ya Braunchweig formasıyla dönüşü gerçekleştirse de hem o hem de takım arkadaşları huzursuzdur. Bayern'e gidiş yolunu arar lakin bonservisi yine pahalıdır. Breitner nasıl ki doğuştan liderse kadim dostu Uli Höness de anasının karnından menajer olarak dünyaya gelmiş gibi henüz futbolcu olmasına rağmen Breitner'in bonservisine kaynak olarak kullanılma şartını koyarak memleketi Ulm'den kamyon üreticisi Magirus-Deutz ile sponsorluk anlaşması yapılmasına aracı olur. Beckenbauer, Müller gibi yıldızlarını kaybeden ve tam anlamıyla çöküşte olan Bayern Münih'in kaderi işte tam da bu zamanda değişir. Kırılma noktasıdır.
Yılların Bayern başkanı Wilhelm Neudecker, Breitner önderliğinde gerçekleştirilen takım içi darbe sonrası başkanlığı bırakmak zorunda kaldığında, "En büyük hatam Breitner'in transferine izin vermek oldu" diyecektir.
Başkanı ve teknik adamı gönderip kendisinin belirlediği yeni başkan Willi O. Hoffmann ve teknik adamın Pal Csernai'nin yanı sıra futbolu 27 yaşında bırakma noktasına gelen Nürnberg'deki eski dostunu da Almanya'nın en genç menajeri olarak Bayern'in başına getirmesiyle her şey farklılaşır. Saha içerisindeki taktikten kimlerin transfer olmasına ve hatta yapılan oyuncu değişikliklerine kadar her şeyi artık onun belirlediği yeni bir dönemdir bu. Bayern geçmişin efsanesi değil de bugünün efendisi konumundaysa işte bu bugün  60.yaşını kutlayan asi lider  Paul Breitner ve onun 40 yıllık arkadaşı Uli Höness'in tam anlamıyla bir darbe gerçekleştirip takımı yeniden yapılandırıp bugünlere getirmesi sonucudur..
LIVORNO'NUN KIZIL ÇİÇEĞİ CRISTIANO LUCARELLİ
1975 doğumlu Cristiano Lucarelli, Livornolu bir liman işçisinin oğlu. Bu nedenle efsanevi oyuncu kendini “Doğuştan komünist” olarak tanımlıyor. Her futbolcunun bir futbol düşü vardır. Lucarelli’nin düşü de bir gün Livorno formasını giymekti. Lucarelli bu düşünü 28 yaşında gerçekleştirebildi, Livorno’ya gelene kadar sekiz farklı takımda mücadele etti. Her geçen sezon ismi biraz daha büyüyen Lucarelli, önüne çok büyük teklifler gelmesine rağmen, düşünü gerçekleştirmek istedi. 2003-04 sezonunda Serie A’da gol kralı olan Lucarelli bir yol ayrımına geldi. Ya kendisine Rusya’nın Zenith takımı tarafından teklif edilen 3 milyon euroluk transfer teklifini kabul edecek ya da düşük bir ücret karşılığında Livorno’da oynamayı tercih edecekti. İşte Lucarelli’yi Livorno taraftarlarının kalbine kazıyan da, bu teklifi şu cümleyle reddetmesi oldu: “Bazı futbolcular yarım milyona bir Ferrari ya da güzel bir tekne alırlar. Ben o paraya sadece bir Livorno forması satın almak isterim. Tüm beklentim ve isteğim bu!” Çocukluğu boyunca Livorno tribünlerinde ateşli bir taraftar olarak bulunan Lucarelli, kulübün solcu tribün grubu “Otonom Tugaylar”ın kuruluş yılı olan 1999 yılına işaret etmek için 99 numaralı formayla sahaya çıkıyor. Gol attıktan sonra sevincini sol yumruğunu havaya kaldırarak ifade ettiği için İtalyan federasyonundan defalarca ceza alan Cristiano Lucarelli, İtalya Milli Takımı’na çağrılması gündeme geldiği dönemde “Benim milli takımım Livorno” diyerek asli kimliğinin ne olduğunu tekrar ortaya koymuştu. Lucarelli’yi efsaneleştiren olaylardan söz etmeye devam edelim. Cristiano, İtalya’nın 21 yaş altı Milli Takımı’na çağrılır ve her zaman yaptığını yapar; gol atar. Gol sevinci yaşarken formasını çıkarıp sallamaya başladığında, formasının altında, üzerinde Che’nin resminin bulunduğu bir forma görünür. İtalya ve dünya Lucarelli’yi böyle tanımaya başlar. Daha sonra bir Küba gezisi sırasında Che Guevara’nın kızıyla tanışan Cristiano Lucarelli, Aleida Guevara’ya Küba Milli Takımı’yla Livorno arasında bir dostluk maçı teklifinde bulunur. Bu maç henüz yapılmadıysa da Lucarelli en azından niyetini ortaya koymuş oldu. 2007 yılında verdiği bir röportajda politik duruşuna ilişkin açıklamalarda bulunan Lucarelli, çok renkliliğe açık olduğunu da göstermişti. İşte Lucarelli’nin politik görüşleriyle öne çıkmasına ilişkin görüşleri: “Sizin sağ ya da sol görüşlü olmanız beni temelde çok ilgilendirmiyor. Önemli olan düşüncelerinizde dürüst olmanız ve insanlara, olaylara karşı hakkaniyetli bir yaklaşım geliştirmenizdir. Politik meselelere ilgi duyan tek İtalyan futbolcunun ben olduğumu sanmıyorum. Bazen görüşlerinizi gizlemek, sorunlara çözüm bulmak adına daha işlevsel olabiliyor. Futbolun dışında bir şeyler yapmak gibi bir niyetim ya da hırsım asla olmadı. Futbolu bırakacağım güne kadar futbolla ilgileneceğim. İleride sol görüşlü insanların Berlusconi’si olmak istemiyorum.” 
2004/05 sezonunda Che Guevara’nın kızı Aleida ile buluşup Livorno’nun Küba’da bir maç yapması fikrini ortaya atan Lucarelli bugünlerde Parma’nın 17 yaş altı takımını çalıştırıyor. Livorno Küba’da bir maç yapmadı belki ama “Amaranto” 4 Eylül 2009′da Adana Demirspor’la karşılaşmak üzere bu topraklara ayak bastı. “Belki 2 yıl sonra Demirspor’a gelebilirim” sözü üzerine hayal kurmak bile yeterince güzeldi Şehrin Asi Çocukları için.
DEVRİMCİ SOL AÇIK METİN KURT
1978 yapımı Kibar Feyzo’nun unutulmaz sahnesidir; Feyzo (Kemal Sunal) çalıştığı inşaattan yevmiyesini almak için kuyruğa girer, herkes 300 lira alırken Feyzo’ya 100 lira ödenir, sonrası şöyle;
- Kardeş benimki niye onlardan eksik?
- Onlar sendikalı.
- Ben de Harranlıyam.
- Git ulan işine!
30 yaşındaki Metin Kurt takım arkadaşları ve ülkede geçimini futboldan kazanan herkesin hakkını koruması gerekliliğini savunduğu için 6 senesini verdiği Galatasaray’dan Feyzo’nunkine benzer bir şekilde def edilmiştir. Sürgün olarak gittiği bir başka sarı kırmızılı ekip Kayserispor’da her zamanki gibi soldan, halkına daha yakın olmak için her daim sol açıktan akan Metin Kurt o sahneyi izlediğinde duygulanmış mıdır?
Genç futbolseverler yetişemedi Metin Kurt’a. Öyle ki futbolun güzel tarafına merak duyan,Doktor Socrates’i idol olarak benimseyen birçok gencin dahi ondan çok sonra haberi oldu. Çünkü biz burada sadece yabancıları değil, hakkını ısrarla arayanları da sevmezdik.
 Onu tanıyanlar ve bilenler için o zaten hak ettiği yerdedir; sol yanımızda.
DİĞERLERİ :
 J.Zanetti, F.Redondo, Zamorano, F.Miccoli, Egil Olsen 'i bu kategori içerisinde gösterebiliriz. Zanetti'nin Meksikalı meşhur "Subcomandante Marcos" için yardım ettiği ve hatta İnter kulübü futbolcularını da teşvik ederek yardım etmesini sağlaması önemli bir dipnottur. Bunların yanı sıra; İngiltere'de en çok "Margaret Thatcher hükümetinden korkuyorum" diyen İskoç Brian McClair, Margaret Thatcher hükümetinin reformlarından nefret eden; İrlandalı Niall Quinn ve sosyalizmin herkes için ortak bir iyilik çalışması olduğunu düşünen Bill Shankly'de örnekler arasında gösterilebilir.
 Thuram, Zanetti, Fowler gibi futbolculardan sonra Romario da sol kanada katıldı. Resmi karşıaşmalarda 1000 gol barajını aşan dünyanın en çok gol atan 2. futbolcusu Romario, Brezilya Sosyalist Partisi'ne üye olduğunu açıkladı. Romario 1994 FIFA Dünya Kupası'nın ülkesinin almasında büyük rol oynadı. Romario 23 yıl top koşturduktan sonra geçen yıl yeşil sahalara veda etti.
Javier Zanetti Meksika'daki Zapatista gerillalarına 3 bin 400 dolar yardımda bulunan İnter'in kaptanı Javier Zanetti, politik görüşlerini şöyle özetliyor: Bizler, kültürel farklılıklar ve insanlarla zenginleşen küreselleşmemiş bir dünyaya inanıyoruz. Oleguer Şubat 2007'de Bask dilinde yayın yapan Berria gazetesinde kaleme aldığı yazısında İspanyol yetkililere seslenerek, karıştığı politik eylemler nedeniyle hakkında 3 bin yıl ceza istenen bir ETA militanının serbest bırakılmasını isteyen Oleguer, ETA militanı ile dayanışma örneği gösterdi. 2003'te, Barcelona'nın Sabadell semtinde otonomcu gençlerin takıldığı gençlik lokaline polisin baskın yapması üzerine polisle çatıştı, gençlerle birlikte polise karşı koydu. Çatışma sonrasında tutuklanan 11 kişiden biri tahmin edildiği üzere Oleguer'di. 
Robbie Fowler Liverpool taraftarının 'God' (Tanrı) lakabını taktığı Fowler, Mart 1997'de oynanan Brann Beregn maçındaki golüyle tribünleri ayağa kaldırdı. Ama Fowler'ı liman işçilerinin takımı Liverpool'da tanrılaştıran, golden sonra formasının çıkarıp gösterdiği tişörttü. Tişörtün üzerinde, o sıralar işten atılan arkadaşları için greve giden liman işçilerine destek mesajı yer alıyordu. 
Lillian Thuram 2005 yılında Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin, 'ayaktakımı' dediği göçmenler ayaklandığında, destek kendisi de Fransa dışında doğan Thuram'dan gelmişti. Thuram, Sarkozy politikalarını eleştirmekle kalmadı, ayaklanmadan bir yıl sonra Paris'te oynanan Fransa-İtalya maçına 70 evsiz göçmeni davet ederek Fransa'nın göçmen politikalarına muhalefetini açıkça sergiledi. 
Ama, futbol dünyasındaki en büyük anarşist olarak gösterilen isim; Carlos Caszely olarak bilinmekte. Herkes o'nu göbekli forvet furyasının lider isimlerinden olarak görür. Aslında o, bu özelliğinin yanı sıra ülkesi Şili'de diktatör Augusto Pinochet'e karşı yaptığı muhalefet ile bilinir. Dönemin en büyük işkence mekanı olarak bilinen "Estadio Nacional"de muhaliflerin dövüldüğü ve işkence gördüğü bir ortamda Pinochet'in el süremediği tek isim; Carlos Caszely'dir. Şili'de müthiş bir destek gören; Carlos Caszely için, yakalanma emri çıkartmasına rağmen halk tepkisinden çekindiği ve korktuğu için bu emri geri aldığını da anlatılır. Futbolun, siyasetten daha üstün olduğu Pinochet döneminde Carlos Caszely inanılmaz bir desteğe sahipmiş. 1973'de Şili - SSCB maçı sırasında SSCB takımı Estadio Nacionel'e çıkmak istemez. Tribünde, koridorlarda, tuvaletlerde ve soyunma odalarındaki işkence yapıldığı sırada etrafa bulaşan kanlar yüzünden stadyum tekrardan boyatılmıştır. İşin ilginç tarafı, SSCB sahaya çıkmazken; sadece Şili takımı sahaya çıkar. Ve aralarında sadece tek bir isim; yerinden kıpırdamaz. Carlos Caszely, bu olay karşısında protestosunu saha içinde yerine getirir. Bu olay sonrasında Carlos Caszely, Şili'de daha fazla futbol oynamak istediğinden İspanya'nın yolunu tutar. Bu gidişi sonrasında 5 sene İspanya'da forma giyer ve sonra tekrardan ülkesinin başken Santiago'nun CSD Colo-Colo takımına geri döner. Burada gösterdiği başarılı kariyer sonrasında 1986'da Barcelona'ya imza atar. Sadece 9 maça çıktığı Barcelona'da futbol hayatını sonlandırır.
SONUÇ OLARAK
“Futbol asla sadece futbol değildir” Evet artık değil. Evrimleşen dünya süreci içerisinde bu evrimin geldiği son nokta olan Kapitalizm, hayatımızın içerisinde yer alan her şeye olduğu gibi futbolada el atmıştır.Öyleki Salazar Portekizinde diktanın devamını sağlamak için 3F yani Fado (Müzik),Fiesta (Dans) ve Futbol denklemi kullanılmıştır.Yani halkı Fado’yla uyutup,Fiesta’yla coşturup Futbol’la farklı kanallara yönlendirmiştir.Amaç bu iğrenç diktatörlüğün ve uygulamalarının Portekiz halkı tarafından eleştrilmemesidir. Portekiz öznelinde olan bu denklemin birbenzeri 20 yy la beraber dünya genelinde uygulanmaya başlanmış,Futbol artık endüstriyelleştirilmiş ve Kapitalizmin ayakta kalmasını sağlayan bir araç olarak kullanılmaya başlanmıştır.Tribün gelirlerinden oluşan mütevazi klüp bütçeleri; sponsorluk anlaşmaları,reklam gelirleri,yayın hakları gibi farklı gelir kaynaklarıyla devasa şekilde arttırılmış,şirketleşen,holdingleşen yeni canavarlar yaratılmıştır.Ve haddinden fazla bir para girmiştir artık işin içine,vahşileşme başlamıştır bir kere.Bununla beraber futbolun uygulayıcıları olan futbolcular içlerinde kalan amatör ruhlarını bir kenara bırakarak.Futbol takım yıldızında bir yıldız olmak için artık birbirlerini ezmeye başlamışlardır.Kapitalizm endüstrileştirdiği futbolda; klüpleri şirket,yöneticileri holding patronu ve futbolcuları ise biyonik,bencil,vahşi birer idol haline getirmiştir.Futbol artık görsel bir şölenden çıkıp,dar gelirli aile çocukları ve aileleri için bir umut kapısı,bir at gözlüğü haline gelmiştir.Ve ne yazıktırki bizim uyumamız,farklı şeyler düşünmememiz için yaratılan bu endüstriyel futbol canavarının ana finanasörlüğünü kapitalizm bizlere yani taraftarlara vermiş,Kendi cebinden para harcamadan bizi bizim paramızla vurmaktadır.Artık futbolcuların imaj danışmanları vardır saçlarına ve ne giyeceklerine bile onlar karar vermektedir.
Şampiyonluk kutlamaları artık tarabyada bir tavernada taraftarlarla değil bizlerin kapısından bile geçemeyeceği bazı disco larda kendi başlarına ama yine bizim desteğimizle kutlanmaya başlanmıştır.Maç bitiminde bir şekilde “inşallah”,”kısmet değilmiş” şeklinde konuşan ve 3 kelimeyle her şeyi anlattığını sanan ,lüks yaşamlı,amatör ruhun ne demek olduğunu bilmeyen gözünü para bürümüş,sadece ve sadece para için oynayan,takım ahlakının ve ruhunun onlar için önemli olmadığı ve bizim hayranlıkla baktığımız biyonik futbol starları yaratılmıştır.Mesela Beckham yaratılmıştır hepimiz aval aval ve hayranlıkla bakalım diye.Süper yakışıklı bir fizik,Milyon dolarlık bir yaşam tarzı.Bu vahşi kapitalizmin yarattığı endüstri futbolunun vitrinine oturtulmuş en büyük manken olmuştur.Ve yerli ve yabancı bir çok bize benzemeyen insanlar bu vitrinde mankenlik yapmaya başlamıştır.Ve bu devasa endüstriye finanse etmeye paramız yetmeyince Kapitalizm yine çözümü bizim üzerimizde çözmüştür.Maç biletleri mükemmel derecede pahalanmış,Takım ürünleri el yakmaya başlamış, Medyada neyi savunduğu belli olmayan futbol gazeteleri çıkarılmış,Tv' de ne dedikleri belli olmayan,kimin kimle neden tartıştığı anlaşılmayan güya ateşli takım yazarları güya takımlarını savunuyorlarmış gibi yapmışlardır.Bizede o pahalı maç biletlerini ve takım ürünlerini almak,o iğrenç boyalı basına ve o programdan sonra birbirleriyle kucaklaşıp nası kandırdık ama seyircileri diye sevinen medya ve tetikçilerine reyting yaptırmak düşmüştür.Sonuçta o da bir gelir kaynağıdır bu vahşilik içerisinde ve para nasıl olsa yine bizden çıkmaktadır.Kısacası tribünde onların istediği gibi oturan, onların istediği gibi bağıran,yaşamın gerçeklerine göz kapayan ve onların istediği gibi para harcayan, koyun sürüsü gibi bir kitle görmek istemektedir.
     Futbolun kanayan yaralarından biri de kulüplerin taraftarların elinden alınıp şirketleşme sürecine girmeleridir. Bu noktada önümüzdeki en iyi örnek Göztepe’dir. 25 kez süper ligde, 7 kez de Avrupa Kupalarında mücadele eden, şimdiki adı UEFA olan Fuar Şehirleri Kupası’nda 1968-1969 sezonunda yarı final oynama başarısı göstermiş takım, şirketleştikten 5 sene sonra 5 sezonda tam 4 kez küme düşmüştür. Fakat Göztepe taraftarları, 2 Eylül 2006’da “İsyan Yürüyüşü” ile takımlarına destek vermiş, kulüplerine tesis için 15 dönümlük arazi bağışlamıştır. Yine “Henüz Ölmedik” hareketiyle Sakaryaspor; “Diriliş”hareketiyle de Ankaragücü, endüstriyel futbola yenik düşen takımlarına destek çıkmış; fakat taraftarların kısıtlı desteklerine rağmen bu takımlar alt liglerden kurtulamamıştır. Bu başarısızlıkların nedeni kulüplerin transfer yasağı olarak gözükse de asıl sorun ülke takımlarının altyapıya önem vermemesidir.      2005 yılında 120 milyon € borçla Alman Borussia Dortmund takımı iflas bayrağını çekmiştir. Ligde 3 sezon orta sıralarda bulunan Dortmund, altyapıdan yetişen oyuncular, yerinde transferler ve en önemlisi maçlarına gelen ortalama 80.000 taraftarı ile iflas bayrağını çektikten 5 sene sonra Bundesliga şampiyonu olmuştur. Bu süreçte BVB, endüstriyel futbolun kölesi olmadan, taraftarı sömürmeden doğru hamleler ile başarının nasıl yakalanacağını tüm dünyaya gösterse de ülkemizdeki kulüpler bu başarıdan nasibini almamış görünüyor. Örneğin en ucuz bileti 1.100, en pahalısı 8.200 TLolmak üzere 2013-2014 sezonunda 11 çeşit kombine satışa sunan Fenerbahçe, 3.513 TLortalamafiyatla İsyanya’nın Real Madrid, Barcelona, İngiltere’nin Manchester United, Chelsea, Almanya’nın Bayern Münih, Borussia Dortmund ve İtalya’nın Juventus, Milan takımlarını geride bırakıyor.      Fenerbahçe’nin 2012 yılında kombinelerden elde ettiği kazanç 56 milyon liraiken Galatasaray’ın kombine kazancı 80 milyon liradır. Yine kulüpler, taraftar ürünleri satış merkezlerinden büyük meblalar kazanmaktadır. Fenerium’un 2012 yılındaki cirosu 76 milyon lira iken aynı yıl GS Store’nin yıllık cirosu 65 milyon liradır. Kulüplerin bu gelirlerine sponsor ve süper lig havuz gelirlerini de ekleyince çok büyük kazançlar ortaya çıkıyor. Buna rağmen ülke kulüplerinin Avrupa kupalarındaki başarısızlıkları paradoksal bir tartışmayı da beraberinde getiriyor. Bir diğer tartışma konusuysa bunca gelire rağmen kulüplerin borçlarının olması. 31 Ağustos 2013 verilerine göre Fenerbahçe’nin kısa ve uzun vadeli borç yükümlülükleri 562 milyon lira. 2013 yılı itibariyle Galatasaray’ın toplam borcu ise 434 milyon lira. Bu mali tablo kulüplerin iyi yönetilemediğinin göstergesidir. Kulüpler, ancak Dortmund sistemine benzer kalkınma modelleri uygulayarak bu keşmekeşten kurtulabilir. Aksi takdirde Türk futbolu bir çıkmaza sürüklenecektir. 
     Endüstriyel futbola topyekün karşı olmakla birlikte 21.yüzyılda endüstriyel futbolun hiçbir platformda kaybetmeyeceğini realite olarak görmemiz gerekir. Bu realiteye karşı yapılabilecek tek şey futbol tutkunlarına taraftarlık bilincinin aşılanmasıdır. Örneğin son on senede Galatasaray Futbol Takımına ait tam 13 farklı renkte forma basılmış. Galatasaray Kulübü, taraftarların bilinçaltına aidiyet duygusunu işleyerek onları 13 farklı renkte forma almaya zorluyor. Fakat kitleler kendilerini müşteri olarak görmekten rahatsız olmuyor. Farklı şehrin takımını tutan seyirciler yayıncı kuruluşa para ödemekten çekinmiyor. Futbolseverler, hafta içi saat 19.00’da başlayacak maçın kendileri için bir sorun olabileceğini düşünüyor fakat bu uygulamayı protesto etmek yerine kumandanın düğmesine basmayı tercih ediyor. Fenerbahçe’yi izlemek için kombine alanlar, kendilerineBarcelona’dan neden daha fazla kombine ücreti ödüyoruz? sorusunu sorma gereksinimi duymuyor. Adanaspor ve Adana Demirspor taraftarları, taraftarların görüşüne engel olduğu gerekçesiyle pankart asamazken aynı stadyumda Gençlik ve Spor Bakanlığı’nca asılan metrelerce pankartlara göz yumuyor.      Meşale ve konfeti yasaklanıp görsel gösteri yapın diyen yetkililer yıkık dökük stadlarda görsel gösterinin yapılamayacağını hesaba katmadılar. Meşale ve konfetiyi tehlikeli bulan futbol federasyonu stadyumlara girişte alkolmetre uygulaması yapmıyor, üst aramalarında bulunamayan kesici aletler stadyumda bir bedene saplanmış halde bulunuyor. Holiganizme göz yuman bu zihniyet tribün kültürünü oluşturan materyalleri yasaklarken taraftarlar bu yasaklara karşı yalnızca internet sitelerine bildiri yazmakla yetiniyor. Oyunu kontrol edenler taraftarlara kırmızı kart gösteriyor fakat taraftarlar bunun farkında değil. Yöneticiler, iş adamları ve siyasetçiler futbolun yönünü kendi amaçlarına uyacak şekilde değiştirirken taraftarlar bu noktada seyirci rolünü üstleniyor. Eğer taraftarlar maçlara gitmekten daha fazlasını yapmazlarsa takımlarını kaybedecekler.
MEHMET SENCER AZ
10.05.2014
0 notes
trilotechcorp · 7 years ago
Text
New Post has been published on PBA-Live
New Post has been published on http://pba-live.com/cecchinato-upsets-simon-in-umag/
Cecchinato Upsets Simon In Umag
Marco Cecchinato recorded the first upset of the Plava Laguna Croatia Open Umag, defeating fifth seed Gilles Simon in the opening round 6-1, 3-6, 6-1.
“I’m very happy for this match because it was against one of the best players in the tournament,” said Cecchinato. “My forehand was good and I was very focused, which you have to be against Gilles.”
Cecchinato accumulated 11 break points throughout the match, converting on six to advance in one hour and 38 minutes. The 24 year old picks up his first ATP World Tour main draw win since reaching the Budapest quarter-finals in April 2016.
The Italian will next play wild card Ivan Dodig, who delighted the home crowd by defeating Marius Copil 6-4, 7-6(4). Dodig is currently No. 412 in the Emirates ATP Rankings, but moved back into the Top 10 of the Emirates ATP Doubles Rankings this year due to the success of his partnership with Marcel Granollers.
“It’s great to be in Croatia again and to win my first singles match in a long time,” said Dodig. “It’s always a good crowd here and I always have a great time.”
Attila Balazs, Marco Trungelliti, Miljan Zekic and Kenny De Schepper all won their final-round qualifying matches on Monday.
Source: http://www.atpworldtour.com/en/news/cecchinato-umag-2017-monday
0 notes