#Holokost
Explore tagged Tumblr posts
Text
Vatikan ilk defa Yahudileri sakladığı için Naziler tarafından öldürülen bir aileyi aziz ilan etti
Polonya Cumhurbaşkanı Andrzej Duda, iktidar partisi lideri Jaroslaw Kaczynski ve Başbakan Mateusz Morawiecki, 1944’te Ulma ailesinin öldürüldüğü Polonya’nın güneydoğusundaki Markowa köyündeki törende yer aldı. Vatikan, İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudileri sakladıkları için Naziler tarafından idam edilen evli bir çift ve küçük çocuklarından oluşan dokuz kişilik Polonyalı aileyi aziz ilan…
View On WordPress
0 notes
Text
Bir an için 1900 yılında doğduğunuzu hayal edin. 14 yaşındayken Birinci Dünya Savaşı başlıyor ve 18. yaş gününüzde 22 milyon insanın ölümüyle bitiyor. Yılın ilerleyen aylarında, gezegeni bir İspanyol Gribi salgını vurur ve siz 20 yaşına gelene kadar devam eder. Bu iki yıl içinde elli milyon insan bundan dolayı ölür. Evet, 50 milyon.
29 yaşına geldiğinizde Büyük Buhran başlıyor. İşsizlik %25'e ulaşıyor, küresel GSYİH %27 düşüyor. Bu 33 yaşına kadar sürüyor. Dünya ekonomisiyle birlikte ülke de neredeyse çöküyor. 39 yaşına geldiğinizde İkinci Dünya Savaşı başlıyor. Henüz tepenin üzerinde bile değilsin.
39. ve 45. yaş günleriniz arasında savaşta 75 milyon insan öldü ve Holokost altı milyon insanı öldürdü. 52 yaşında Kore Savaşı başlar ve beş milyon kişi ölür.
64 yaşında Vietnam Savaşı başlıyor ve uzun yıllar bitmiyor. Bu çatışmada dört milyon insan ölüyor. 62. doğum gününüz yaklaşırken, Soğuk Savaş'ta bir dönüm noktası olan Küba Füze Krizi ile karşı karşıyasınız. Gezegenimizdeki yaşam, bildiğimiz haliyle sona erebilirdi. Büyük liderler bunun olmasını engelledi.
75 yaşına geldiğinizde Vietnam Savaşı nihayet sona eriyor. Gezegendeki 1900'de doğan herkesi düşünün. Tüm bunlardan nasıl kurtulabilirsiniz? 1985 yılında bir çocuk, 85 yaşındaki büyükanne ve büyükbabasının okulun ne kadar zor olduğunu anlamadığını düşünüyordu. Ancak bu büyükanne ve büyükbabalar yukarıda sıralanan her şeye rağmen hayatta kaldılar.
Perspektif muhteşem bir şeydir. Şu anda bu kadar çok şey olup biterken ve 2024 daha yarılanmamışken her şeyin üstesinden gelebileceğimizi bilerek, her şeyi bir perspektife oturtmaya çalışalım. Dünya tarihinde hiçbir zaman sonsuza kadar süren bir fırtına olmamıştır. Bu da geçecek..
37 notes
·
View notes
Text
"He who controls the past commands the future. He who commands the future conquers the past." George ORWELL
türkçesi aşağı yukarı; "geçmişe hâkim olan, geleceğe de hâkim olur. bugüne hâkim olan, geçmişe de hâkim olur" olan 1984 yapıtında geçen söz.Bu arada radiohead in ok computer adli albumu bu kitabin soundtrack ı olarak kabul edilebilir big brother is watching you" denildiğinde insanların aklına yarışma programlarının gelmesi de acı bir durum
siyasi tarih hakkında ahkâm kesmeden önce iyice anlayıp sindirilmesi gereken, iki kocaman cümlecik.
mesela "neden 6 milyon yahudinin katledildiği holokost hakkında bir kütüphane literatür varken, buharlaşarak yok olan 12 milyon kuzey amerika yerlisi hakkında elle tutulur bir çalışma yok?" sorusunun cevabının bilndiği halde konuşulmaması gibi… Yeni Akit bu sözü evirip çevirip k*çından yakalamasına rağmen doğru bir anlayışla bir başlık atmıştı “küdüse hakim olan dünyaya hakim olur” Orwell dan önce Barbaros’un da bşr sözü var “ denizlere hakim olan cihana hakim olur” imparatorluklar çağındaki anlayışı elbette Orwell ile kıyaslamıyorum demek istediğim farklı zamanlarda benzer söylemlerin olduğu…Daha açık bir ifade ile Odağı genellikle insan davranışı üstünde olan sosyal bilimlerin hem öznesi hem nesnesi durumunda bulunan insanın, doğa bilimlerindeki hâkim klasik anlayışla incelenmesi geleneğinin halen devam etmekte olduğu..Bununla birlikte maddi, değişmez ve evrensel kanunlar tarafından yönetildiği düşünülen, öngörülebilir, tahmin edilebilir mekanik bir evren anlayışının daha doğrusu Newton tarafından ortaya konulan fizik kanunları temel alınarak işleyişi anlaşılmaya çalışılan sosyal dünyada oluşan bazı anomaliler, tuhaflıklar, klasik limitler ve sosyal bilimler tarafından açıklanamamaktadır. Örnek ülkemizdeki ekonomi politik… açıklanamaz yani sebebin tutarsız sonuçlar ortaya koyması…. klasik mantıkla doğadaki diğer canlılardan farklı olduğu iddia edilen insanın, anlaşılması açıklanması ve tahmin edilmesinin o kadar kolay olmaması bakış açısında değişim sürecini ve yeni arayışları tetiklemiştir. İşte bu sürüm Her şeyin sabit, sürekli, kesin ve ölçülebilir olduğunu savunan klasik mantığa aykırıdır
7 notes
·
View notes
Text
24/5 MART PSYCHONAUT 4 KONSERİ (IF BEŞİKTAŞ)
Yerde ayaklarımı uzatmış, sırtımı kanepenin ayaklarına yaslamış oturuyorum. Sağımda içi ağzına kadar dolu küllük, kenarından sarkan, sönmeye yüz tutmuş bir sigara. Solumda neredeyse bitmiş büyük bir şişe rakı (Bardak yok..) Önümdeki “Tv” ekranında “Loop”a alınmış, sürekli dönen “Lethargic Dialogue” klibi. Bir rakıya, bir sigaraya, arada bir de ekrana bakıyorum. Videonun başında elde dönen çakmak gibi başım dönüyor. Depresif düşünceler, bitik bir karaciğer, antidepresanlar, anksiyeteler, ilaçlar, mahvolmuş bir hayat, “Psychonaut 4”… 2015’te keşfettiğim “P4” (böyle deyince aklıma bir “DSBM” grubundan ziyade evdeki “Play Station 4 Pro” geliyor ama kısaltma işte.) “Youtube”da gördüğüm günden beri dinlemeye asla ara vermediğim bir “DSBM” grubu. “P4” Yukarıda anlattığım hikaye ve binlercesi gibi bir çok zor anımda bana arkadaşlık etti. Konsere geçmeden önce nedir bu “DSBM” sadece biraz sert müzikle harmanlanmış, üzgün ergen intihar girişimlerimi, yoksa fazlası mı? Biraz bunlara bakalım.
“Depressive Suicidal Black Metal” 90’ların başında “Burzum” etkisiyle yeni şekillere bürünen Black Metal’in belki de en uç türlerinden biri. Ben şahsen tek albüm çıkarabilmiş olan “Silencer” grubu ve psikolojik vakaların en berbat donanımlarına sahip hasta ruhlu solistleri “Nattramn” ile “DSBM”le tanıştım. Bu müzikte, gruplarında, solistlerinde öyle hikayeler, öyle hezeyanlar var ki değme korku filmi senaryolarına taş çıkartır. Özellikle “Nattramn”ı hafif bir “google”larsanız ne demek istediğimi daha iyi anlayabilirsiniz. Bu tarz hikayeler okuyup birde bunlarla aşırı bağdaşan müziklerini dinlediğinizde, eğer sizde hafif, orta, şiddetli depresyon dönemleri geçirdiyseniz kendinizi bu işe fazlasıyla kaptırıyorsunuz. “Shining” “Lifelover” “Nocturnal Depression” “Apati” “Xasthur” “Happy Days” “Coldworld” “Thy Light” ve sayamayacağım diğerleri öyle gruplar ki, bunları acının müzikte şekil bulmuş halleri olarak yorumlayabilirim. Histeri krizleri yaşayan vokaller, hezeyan tarayan gitarlar, şarkıların arasındaki durulma bölümlerinde giren ilginç enstrümanlar, (Black metalde saksafon olur mu demeyin oluyor, güzelde oluyor.) zil kullanımı yüksek atmosferik davullar ve bazen şarkı aralarında, başında ya da sonunda giren diyalog bölümleri. Anlatılar, bozuk radyo konuşmaları, çocuk koroları, şarkıları…
“P4” yukarıda saydıklarımı ve daha fazlasını icra eden bir grup. Artık üretim yapamayan “Silencer” (Nattramn’ın akıl hastanesi projelerini saymazsak.) ve “Lifelover”ın (Aşırı doz kullanımı sonrası ölen gitaristleri sebebiyle grup dağıldı.) yeri dolamayacak olsa da, “P4” bu tarzın ciddi bir takipçisi oldu ve bayrağı onlardan devraldı diyebilirim. (Saydığım iki grubunda önemli şarkıları “P4” tarafından son albümlerinde coverlandı.) Dinlemesi zor bir tarz olan, abilerimiz, ablalarımızın, genel metal müzik dinleyicisinin dahi çok anlamlandıramadığı “DSBM” hala kısıtlı bir kesim tarafından bağra basılsa da, yaşamak zorunda olduğumuz çağ gereği giderek daha fazla takipçi kazanan bir akım. Konser açıklandığında üzülsem mi sevinsem mi bilemedim, müthiş bir şaşkınlık yaşadım. Uzun zamandır dinlediğim bir grubu sahnede izleyecek olmak sevinç vericiydi fakat diğer yandan geçirdiğim zor zamanları hatırlamak ve o günlere geri dönmek acı verici olabiliyordu. Tamda böyle duygularla gittim konsere. İki arada bir derede… “DSBM” ve “sevinç” kavramları birbiriyle çok bağdaşmıyor zannedebilirsiniz fakat size şunu söyleyebilirim ki benim nazarımda “DSBM”in yalnızlık, ölüm, intihar güzellemesi, aşırı doz, kendine zarar verme, alkolizm, vs. temaları yanı sıra, insana destek olan, hayata devam etmesini sağlayan, “güç” veren bir tarafı da var.
Zor, katlanılamaz dönemler geçirdiğimde kendi kendime yıllar içerisinde geliştirdiğim belki hastalıklı sayılabilecek bir yöntemim var. Bu dönemlerde genellikle depresif şeyler okumak, izlemek ve dinlemeye meyilli olurum. Holokost filmleri, savaş anıları, özellikle Doom/Black metal müzikleri bana yardımcı olur. Dünyada, senin o an yaşadığın acıdan daha büyük dramların olması, senden çok daha zor durumda kalan insanların hikayelerine odaklanmak konuyu en azından biraz olsun senden uzaklaştırır, hafif bir rahatlama hissi getirir. “P4” Gürcistanlı bir grup ve tarzlarını “Post Soviet Black Metal” olarak tanımlıyorlar. Bu tanımlama bile tek başına benim dikkatimi çekmeye yetmişti. Oraya ne yazdılarsa bu adamlar onu yapıyor, yaşıyor. Biz hiçbir zaman kanatlarını sonuna kadar açmış, ideolojisini ve baskısını bütün topraklarına zorla yaymış, egemen, düşman bir kuvvet tarafından yönetilmek zorunda kalmadık. (Ruhun şad olsun büyük Atatürk!) Ama bu adamlar yıllar boyunca bunu yaşadı ve bu olayın etkileri onlarda izler bıraktı, yaralar açtı. İçlerinde belki hala o günleri yaşıyorlar, hatırlıyorlar. Bu gözlerinden bile belli oluyor, birçok jenerasyona yayılmış bir durum bu. Konser boyunca arka planda, logolarının gerisinde gösterilen eski Sovyet bloğu mimarisinden örmekler bu dediklerimi destekliyor. Mega, güçlü, haşmetli, soğuk bloklar, toplu konutlar, binalar… Şükürler olsun ki onları anlayamıyoruz, belki biraz hissediyoruz. (Mimari dışında…) Anlayabilecek durumlar yaşamadık. Onları anlamaya çalışmamız Nasılsın? “İyiyim” diyalogları kadar saçma bir çaba oluyor. Sovyetler birliği devri ve sonrası dönem acılarını bize geçiriyorlar ve ben yine bu tarz şeyler yaşamadığım için rahatlıyorum evet ama sadece bununla sınırlı kalmıyor. “P4” ve “DSBM” grupları sayesinde artık kendimi yalnız hissetmiyorum. Dünyanın neresinde olursa olsun, benimle benzer acıları ve durumları, hissiyatları paylaşan insanlar var! Evet, yalnız değilim ve bu çok büyük bir güç. Belki o yerilen intihar temasının, kendisini öldüren ya da zarar veren müzisyenlerin, bağımlılıkların tam aksine insanı yaşama bağlayan, devam etmesi için insana dayanak olan bir güç. Dibe vurduğunda ayaklarını sağlam bir şekilde yere vurup, hızla yüzeye doğru çıkma gücü…
İŞTE OMUZ OMUZA JİLET ÇEKECEĞİMİZ AN!
Konsere giderken neyle karşılaşacağımı üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordum ama yalan yok bu kadar iyi geçeceğini düşünmemiştim. Konser normalde Pazar günü gerçekleşecekti fakat grubun uçaklarındaki bir sorun nedeniyle “P4” gecikti ve etkinlik ertesi güne ertelendi. Bu konuda seyircide sıkıntılar yaşandı. Şehir dışından gelenler biletlerini iptal etti, konser hafta içine alındığı için gelemeyenler oldu vs. Sonuç olarak beklenenden biraz daha az bir kitleyle konseri geçirdik. Bu durum “P4” ün performansına bir eksi yazmadı, aksine daha da istekli ve enerjik şekilde konserlerini verdiler. Bu aksaklık için özür dilemeyi de ihmal etmediler. Genç nüfus ağırlıklı kitle tam bir “DSBM” dinleyicisiydi diyemem, zaten bunu beklemezdim de. Merakından gelen dinleyicide çok vardı, birkaç parça dinlemiş olup grup hakkında az buçuk fikir sahibi olanda, her şeye, bütün şarkılara hakim olup en önde translara girende. Tarzın gelişimi açısından bu yaşananlar gayet olumlu. Gördüğüm kadarıyla herkes konserden memnun ayrıldı. Memnun ayrılmamak mümkün değildi adamlar gerçekten o kadar hissiyatlı çalıp söyledi ki, hep birlikte gerçek bir inanmışlık, kendini adama deneyimi yaşadık.
“P4” ün ilk albümü “Have A Nice Trip”in yazının başında söylediğim gibi bende ayrı bir yeri vardır. Konser “Setlist”leri internette fazla dönmüyordu ve benim gördüğüm kadarki kısmında konserlerinde artık ilk albümden hiç parça çalmıyorlardı. Bu konserde daha ilk şarkıda, ilk albümden “Parasite” (en sevdiğim ikinci parçaları.) ile girmeleri tahmin edersiniz ki beni binlerce farklı duygu durum içerisinde bıraktı. Telefonla çekim yaparken telefonumda “Headbang” yaptı. İnanılmaz anlardı. “We Will Never Find The Cure” “Moldy” ve “Too Late To Call An Ambulance” konser öyle hissiyatlı, öyle derin duygularla geçiyor ki başka hiçbir şey anlatmama gerek yok aslında. Şarkı isimlerini okusanız yeter. David kendinden geçiyor, (zaten kendinden geçmesi ile tanınır…) şarkıları yerde sürünerek söylüyor, bağırıyor, kendini yerden yere vuruyor, çığlıklar, yardım çığlıkları, Allah’ın belaları! David, “Lifelover”dan “Kim Carlsson”a benzettiğim hareketler sergiliyor, ölüyor, bitiyor. Seyirciyle birkaç kelime dışında çok fazla “konuşamadığı” (İstanbul, helö, hıı..) için, konuşmaları ve seyirci iletişimlerini genelde gitar/vokalleri yaptı. Konserlerde bu durumu iyi ayırmışlar, güzel çalışıyorlar. David konuşma konusunda sazı eline alsa hepimizin tadı kaçabilir. Sen şarkını söyle, çığlıklarını at abi. Grubun aklıselim, beyefendi, papyonlu gitaristi konuşmaları yapar. Bize özel olarak yapacaklarını söyledikleri ikili acı seansı, gitaristin söylemesine göre “üzerine çok fazla çalışılmamış” “deneysel bir şey” beceremezsek bize kızmayın dedi fakat kızmak ne kelime, resmen nutkumuz tutuldu! Bu bir “Şov” olarak değerlendirilebilirse eğer ben böyle “Şov” görmedim diyebilirim. IF’in duvarlarından acı fışkırdı. Gidin bakın hala orada duruyordur. Acı mekana sinmiştir. Mahvettiler bizi…
“Beautyfall” (2020) albümlerinden “Sana sana sana cura cura cura” (Türkçe okuyunca ne kadar manalı oluyor, eski sevgiliye sitem edilen bir nefret şarkısı gibi.) çalınıyor. Bu hezeyan sonrası “Tbilisian trajedisi”. Yukarıda sigaraya çıkmıştım, melodiyi duyar duymaz merdivenleri üçer beşer inerek koştum geldim. Gitarist bunu çalmadan önce sanki “sıradaki şarkıyı biliyorsunuz, bunun için üzgün hissetmiyorum” deyip güldü. Konuşmanın başını kaçırdığım için ben pek bir mana veremedim, anlayan varsa yeşillendirsin. Hayırdır yani kardeş burasıda İstanbul tragedyası, hepimizin acıları var, bunlarımı yarıştıracağız… Neyse. “Beware the silence” sonrası bana ikinci şok geliyor. Yine yazının başında bahsettiğim, yıllar boyunca Loop’a aldığım şarkı “Lethargic Dialogue” (en sevdiğim “P4” şarkısı.) canlı çalınıyor! Benim bira fondiplendi, saçlar açıldı, darmadağın olundu… (Boynum hala ağrıyor…) Bu konserde ses o kadar iyiydi ki (belki “P4” için fazla iyi bile sayılır.) başka hiçbir konserlerinde bu kadar iyi ses aldıklarını düşünmüyorum bile. “Personal Forest” “My Sweet Decadance” (bu şarkı hep birlikte söylendi, elimizde çakmaklar eksikti.) ve “Bad morning” sonrası grup sahneden iniyor. Bizim çocuklar organize tabi “hurraa” kapıya derken “P4” tekrardan sahnede “The Stooges” Cover’ı olan “I wanna be your dog” şarkısını çalıyorlar. Hopluyoruz, zıplıyoruz. Resmen bu gece, burada, bütün acıları si……z!
“P4” muazzam bir acı resitali sonucunda sahneden iniyor. Tekrar gelmek için söz veriyorlar ve ben tekrardan geldiklerinde yine benzer bir performans sergileyeceklerini düşünüyorum. (Daha iyi diyemiyorum, bundan daha iyisi nasıl olur bilemiyorum..) Grup, kuliste biraz dinlendikten sonra önceden söz verdikleri gibi “Meet And Greet” için seyircinin arasından geçip “Merch” standının arkasına gidiyor. Uzun bir kuyruk “P4”ten imza almak, fotoğraf çektirmek için bekliyor. Sıranın sonu gelmiyor, herkes grupla kucaklaşmak, sarılmak, konuşmak istiyor. Seyirci duygusaldı, grup duygusal ve yorgundu. Bu işin tamamlanması zor gibi gözüküyordu. Dolayısıyla bir süre sonra “tamam artık yeter arkadaşlar” diyorlar ve kalan sırayı toplu fotoğraf çekimiyle kandırıp kulise dönüyorlar. Bir “DSBM” grubuyla fotoğraf çektirmek, sırıtırken “P4” elemanlarıyla fotoğrafının olması falan bunlar… Ne bileyim biraz “sırıtan”, çelişkili, konuyla bağdaşmayan şeyler gibi gelmiyor değil. (Benimde oldu gerçi kardeşim, anıdır neticede kehkeh…) Konser o kadar güzel geçti ki olumsuz bir not, gözlem, izlenim sunamıyorum. Bu sene Metal müzik konserleri açısından çok verimli geçiyor, birçok enteresan grupla, “Sound”la, janrayla karşılaşıyoruz, tanışıyoruz. Bu etkinlikleri gerçekleştirenlere hakaret etmek yerine bence tekrardan teşekkür edelim. Şartları, zorlukları, aksilikleri anlamaya çalışalım, anlamasakta saygı duyalım. Güzel memleketimizin, yaşamak zorunda kaldığımız şu boktan dönemlerinde adamlar sevdiğimiz, müziklerinde nefes aldığımız, gelmesi için belki dualar ettiğimiz grupları getirmeye çalışıyor. Bu işi ne kadar profesyonel şekilde planlarsan planla, iki taraflı aksilikler yaşanabiliyor, kriz yönetimi yapmak gerekiyor, hızlı aksiyonlar almak zoruna kalıyorsunuz vs. Üzüntüyü, hayal kırıklığını anlarım ama klavye başından küfür etmek nedir? Şartlar gereği konsere gelemeyeni anlarım ama tepki olsun diye sevdiğin bir grubun konserine gelmemek nedir? Her neyse gelmeyen çok şey kaçırdı bir kez daha bunu belirteyim. Konserin etkisi hala üzerimde ve “P4”ün şarkıları beynimde çalmaya devam ediyor. Tekrardan yoğun şekilde “DSBM” batağına düşüyorum. Kaçabilen kendini kurtarsın, benim için artık çok geç. “Too Late To Call An Ambulance”… Sevgiyle kalın, görüşmek üzere!
3 notes
·
View notes
Text
İsrail yönetimi, askeri ve silahlı sivilleriyle “bir atışta iki ölü” diyerek hamile kadınları daha doğmamış bebekleriyle birlikte katletmekle övünen bir cinnet hali içindedir.
Bunun adı barbarlıktır, eşkıyalıktır, devlet terörüdür.
Çocukları, daha ağzı süt kokan sabileri, onların anne ve babalarını, yaşlı erkek ve kadınları uçaklarla, tanklarla, toplarla bombalayarak, üzerlerine mermi yağdırarak öldürmenin adı savaş değildir.
Netanyahu, İsrail halkı nezdinde tamamen yitirdiği itibarını hastaneleri, okulları, ibadethaneleri bombalayarak yeniden kazanma çabasındadır.
Türkiye olarak Gazze’de akan kanın durması için seferber olmuşken Batılı ülkelerin vicdansızlığını yüzümüz kızararak takip ediyoruz.
Holokost utancı Avrupalı liderleri âdeta esir almış durumda.
İsrail yönetimi de Holokost’u, Filistinlilere yönelik soykırıma varan saldırılarının kalkanı olarak kullanıyor.
İsrail, “ateşkes çağrısı” dâhil her türlü tepkiyi “antisemitizm” parantezine alarak anında boğmaya çalışıyor.
Gazze’deki vahşet karşısında insanlığın vicdanı ve sesi olma görevi, şu an Türkiye’nin omuzlarındadır.
Biz, şairin ifadesiyle “Zulmün topu var, güllesi var, kal’ası varsa hakkın da dönmez yüzü, bükülmez kolu vardır.” düsturuyla mücadelemizi sürdüreceğiz.
2 notes
·
View notes
Text
Enzo Traverso – Modern Barbarlığın Eleştirisi (2024)
Enzo Traverso, Yahudi karşıtlığı, modernite ve Holokost arasındaki ilişkileri inceliyor. Kitabın farklı bölümleri Avrupalı Yahudilerin yok edilmesinin çeşitli boyutlarını, tarihsel belleğe ilişkin yaklaşımları ve antisemitizmin doğasına dair sol tartışmaları anlatıyor. Frankfurt Okulu’nun eleştirel teorisinden ve Walter Benjamin gibi bir düşünürün heterodoks Marksizminden ilham alan Traverso,…
View On WordPress
#2024#Ayrıntı Yayınları#Enzo Traverso#Faşizm Antisemitizm ve Tarihin Kullanımı Üzerine Makaleler#Modern Barbarlığın Eleştirisi#Selim İ. Kabak
0 notes
Text
Hakan Boz: Ermeni Tehciri soykırım değil, iskan siyasetidir
https://pazaryerigundem.com/haber/186803/hakan-boz-ermeni-tehciri-soykirim-degil-iskan-siyasetidir/
Hakan Boz: Ermeni Tehciri soykırım değil, iskan siyasetidir
Avrupa’nın tarihi, sömürgecilikten soykırıma, din savaşlarından etnik temizliğe kadar birçok karanlık olayı barındırıyor. Bu tarihsel gerçeklerin çoğu, Avrupa’nın bugünkü medeni yüzüyle örtbas edilmiş ve yeterince eleştirilmiyor.
BURSA (İGFA) – Avrupa’nın kolonileştirme geçmişi, Afrika ve Asya’daki yerli halklar üzerinde büyük bir baskı ve insanlık suçu olarak tarihe geçti. 20. yüzyılda yaşanan Holokost, Avrupa’nın soykırım tarihinin en acı örneğiydi. Bu olaylar, Avrupa’nın tarihindeki karanlık ve trajik dönemleri yansıtıyor.
Bugün, Avrupa’nın kendi karanlık geçmişine dair sessizliği ve bunları unutturması, Türkiye’ye yönelik haksız suçlamalarla gölgelendi. Özellikle Osmanlı dönemindeki Ermeni Tehciri konusu, uluslararası alanda tartışmalı bir konu olarak hala önümüze çıkıyor.
“SAVAŞ ŞARTLARININ DOĞURDUĞU BİR ZORUNLULUK HALİDİR “
Ermeni Tehciri meselesi ile ilgili Herkes Duysun’a değerlendirmelerde bulunan Araştırmacı-Yazar Hakan Boz, Ermeni Tehcirini şu ifadelerle tanımladı:
“Ermeni Tehciri, egemenlik haklarımıza yönelik saldırıları bertaraf etmek üzere gerçekleştirdiğimiz meşru bir hamledir ve savaş şartlarının doğurduğu bir zorunluluk halidir. Tehcir, bir etnik kimliğin topyekûn imhası değil, savaşan bir devletin iç güvenliğini sağlamak üzere bir kısım Ermeni’yi imparatorluğun bir bölgesinden alıp başka bir bölgesinde iskân etmesidir.”
Boz, tehcir uygulamasının İttihatçıların kimsenin malına ve canına kast etmeden yürüttüğü bir süreç olduğunu belirterek, “İttihatçılar bunu uygularken de kimsenin malına ve canına kast etmiş değildir. Tehcir edilen Ermenilerin canlarını korumak üzere asker görevlendirmiş; bu süreçte görevini suiistimal edenler Divan-ı Harp’lerde yargılamış; Ermenilerin taşınmaz malları kayıt altına alınmış ve sahiplerine bedeli ödenmiştir.” ifadelerini kullandı.
24 Nisan 1915 tarihinin, “tehcir değil, Ermeni teröristlerin tutuklandığı tarih” olduğunun altını çizen Araştırmacı-Yazar Hakan Boz, Ermenilerin savaş dönemindeki sabotaj ve isyanlarına karşı alınan önlemleri şöyle açıkladı:
“Osmanlının her anlamda iflası yaşadığı bir dönemde ayrılıkçı Ermeniler, ‘Bağımsız Ermenistan’ fikriyle silahlanarak terör eylemlerine başlamıştı. 24 Nisan 1915’te yapılan bir operasyonla çetecilerin elebaşlarını tutukladı. Ermeniler bu tarihi, sözde soykırımın yıldönümü olarak anıyor.”
“TEHCİR; SOYKIRIM DEĞİL, İSKÂN SİYASETİDİR”
Tehcirin bir soykırım değil, bir iskân politikası olduğunu vurgulayan Boz, “Tehcir soykırım değil, iskân siyasetidir. Erzurum, Van ve Bitlis vilayetindeki Ermeniler, Musul vilayetinin güney kısmı ile Zor ve Urfa sancaklarına; Adana, Halep ve Maraş civarındaki Ermeniler de Suriye vilayetinin doğu kısmı ile Halep vilayetinin doğu ve güneydoğusuna nakledilerek burada iskân edileceklerdi.” dedi.
Tehcir sürecinde Ermenilerin can ve mal güvenliğinin sağlandığını da kaydeden Boz, “Tehcir sürecinde Ermenilerin can ve mal güvenliğinin sağlanması için gerekli tedbir alınıyor; iaşe ve istirahatlerinin sağlanması için idari memurlar görevlendiriliyordu.” ifadelerini kullandı.
GERÇEKLER VE İFTİRALAR ARASINDAKI FARKLAR
Avrupa’nın geçmişteki karanlık olaylarına rağmen, Türkiye’ye yönelik suçlamalar ve iftiralar, tarihsel gerçeklerle örtüşmüyor. Tarihçiler, Avrupa’nın kendi tarihlerindeki karanlık sayfaları göz önüne alarak, Türkiye’ye yönelik eleştirilerin adil bir şekilde yapılması gerektiğini ifade ediyor.
İŞTE AVRUPA’NIN KARANLIK GEÇMİŞİ:
1. Amerika Kıtası’ndaki Yerli Halkların Soykırımı (15.-19. yüzyıllar)
İspanyol ve Portekiz Sömürgeciliği: Kristof Kolomb’un 1492’de Amerika’ya ayak basmasının ardından İspanyol ve Portekiz sömürgecileri, Amerika’nın yerli halklarına karşı geniş çaplı bir soykırım gerçekleştirdiler. Hastalıklar, zorla çalıştırma, topraklarının ellerinden alınması ve doğrudan şiddet nedeniyle milyonlarca yerli halk öldü.İngiliz ve Fransız Sömürgeciliği: Kuzey Amerika’da İngiliz ve Fransız sömürgecileri de yerli halklara karşı şiddet ve zorla yerinden etme politikaları uyguladılar.
2. Afrika’daki Köle Ticareti ve Soykırım (16.-19. yüzyıllar)
Transatlantik Köle Ticareti: 16. yüzyıldan itibaren Avrupalı sömürgeci güçler, Afrika’dan milyonlarca insanı köle olarak Amerika kıtasına götürdü. Bu süreçte milyonlarca Afrikalı, köle gemilerinde ya da zorla çalıştırıldıkları plantasyonlarda hayatını kaybetti.Belçika Kongo Soykırımı: Belçika Kralı II. Leopold’un kişisel mülkü olarak yönetilen Kongo Serbest Devleti’nde (1885-1908), madenler ve kauçuk plantasyonlarında zorla çalıştırılan yerli halklar üzerinde büyük bir soykırım gerçekleştirildi. Bu dönemde 10 milyon kadar insanın öldüğü tahmin ediliyor.
3. Yahudi Soykırımı (Holokost) (1941-1945)
Nazi Almanyası: Adolf Hitler liderliğindeki Nazi Almanyası, II. Dünya Savaşı sırasında yaklaşık 6 milyon Yahudi’yi sistematik olarak katletti. Yahudilerin yanı sıra Romanlar, engelliler, Polonyalılar, Sovyet savaş esirleri ve siyasi muhalifler de Nazi toplama kamplarında öldürüldü.
4. Bosna Soykırımı (1992-1995)
Srebrenitsa Katliamı: Yugoslavya’nın dağılmasının ardından, Bosna-Hersek’teki savaş sırasında Sırp güçleri, özellikle Müslüman Boşnaklara karşı etnik temizlik ve soykırım yaptı. Temmuz 1995’te, Srebrenitsa’da 8.000’den fazla Boşnak erkek ve çocuk, Bosnalı Sırp kuvvetler tarafından katledildi.
5. İrlanda Patates Kıtlığı (1845-1852)
İrlanda Büyük Kıtlığı: İngiliz yönetimi altındaki İrlanda’da 1845-1852 yılları arasında meydana gelen patates kıtlığı, milyonlarca İrlandalının ölmesine veya ülkeyi terk etmesine neden oldu. İngiliz hükümetinin yetersiz müdahalesi ve tarımsal ihracatı sürdürme politikaları, kıtlık süresince ölümlerin artmasına yol açtı. Bu durum, bazı tarihçiler tarafından soykırım olarak değerlendirilir.
6. Roman Katliamı (1944)
Nazi Almanyası: II. Dünya Savaşı sırasında, Nazi Almanyası, Avrupa genelinde Romanları da hedef aldı ve yaklaşık 250.000 ila 500.000 Roman öldürüldü. Bu, Roman Soykırımı veya “Porajmos” olarak adlandırılır.
7. Namibya Soykırımı (1904-1908)
Alman İmparatorluğu: Bugünkü Namibya topraklarında, Alman sömürge yönetimi, Herero ve Nama halklarına karşı büyük bir soykırım gerçekleştirdi. Alman askerleri, bu halkları zorla yerlerinden etti, toplama kamplarında aç bıraktı ve toplu katliamlar yaptı. Yaklaşık 65.000 Herero ve 10.000 Nama bu soykırımda öldü.
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
Text
Yapay zeka Holokost inkarını körükleyebilir: UNESCO
http://dlvr.it/T8VCHG
0 notes
Link
Dışarıda gerçekleşen Filistin yanlısı protestolara ve ödül için aday gösterilen siyasal içerikli filmlerin sayısına karşın, Pazar gecesi Oscar töreni, mühim bir kural dışı haricinde, dikkat çekici derecede politika açısından hafifçe bir vakaydı. Üzücü Holokost filmiyle En İyi Internasyonal Uzun Metrajlı Film Akademi Ödülünü aldı İlgi Alanıyönetmen Jonathan Glazer, İsrail-Hamas savaşı kapsamında İsrail devletinin Gazze'ye yönelik devam eden askeri bombardımanına karşı tavır aldı. Yahudi olan Glazer, kötülüğün tam anlam��yla bayağılığını mevzu alan filminden günümüze kadar kolay ve anlaşılır bir çizgi çizmiş. Glazer, "Tüm seçimlerimizi şimdiki zamanda yansıtmak ve kendimizle yüzleşmek için yaptık" dedi. “'O vakit yaptıklarına bakın' demek yerine, 'şimdi ne yaptığımıza bakın.' Filmimiz insanlıktan çıkarmanın en fena noktaya vardığını gösteriyor. Tüm geçmişimizi ve bugünümüzü şekillendirdi.” “Şu anda Yahudiliklerini ve Holokost'un pek fazlaca masum insan için çatışmaya neden olan bir işgal tarafınca ele geçirilmesini reddeden adamlar olarak buradayız. İster İsrail'deki 7 Ekim kurbanları, isterse Gazze'ye devam eden hücum olsun, hepsi bu insanlık dışılaştırmanın kurbanları olsun, iyi mi direneceğiz?” Glazer'ın hitabı başlangıçta bazı kaynaklar tarafınca kötü halde yanlış aktarıldı içermek ÇeşitlilikBu da onun Yahudiliğini tamamen "çürütüp çürütmediği" mevzusunda kafa karışıklığına yol açtı. Bu tahmin edilebileceği benzer biçimde tutucu kesimle karşılandı ters tepkiMerhum Senatör John McCain'in kızı Meghan McCain ve Abe FoxmanHakaretle Savaşım Birliği'nin eski başkanı, her biri yanlış Alıntı yapılan Glazer'ı "Yahudiliğini çürütüyor" olarak nitelendirdi. Birçok Yahudi örgütü Glazer'ın aslına bakarsak Holokost'u "kaçırdığını" savundu. Glazer'ın aslına bakarsak söylediği şey fazlaca daha açık: Kendisi ve işbirlikçileri, Yahudiliğin ve Holokost'un Gazze'de devam eden askeri saldırıyı meşrulaştırmak için kullanıldığını reddediyorlar. Bu fikir birçok Yahudinin ortak düşüncesidir. Glazer benzer biçimde, dünyanın dört bir tarafındaki Yahudiler de, kendi kimliklerinin aşırılık yanlısı İsrail hükümeti ve onun müttefikleri tarafınca tamamen bastırılmış bir Filistin devletinin ardında bulunduğunu iyi mi algıladıklarını açıkça dile getirdiler. “Benim Adıma Değil” hareketini savunanlara iki devletli çözüm artık destek vermiyor. Merasim esnasında sahnede Filistin hakkında konuşan tek şahıs Glazer'di ve hatta onun sözleri bile, doğası gereği kutuplaştırıcı bir meselenin bir tarafına fazla sıkı bir halde yer vermekten çekinmeyen izleyicilerden nispeten hafifçe alkış aldı. Sadece bazı ünlüler Gazze'de ateşkesi desteklemek için kırmızı rozetler taktı. Zavallı Şeyler erkek oyuncular Ramy Youssef ve Mark Ruffalo, müzisyen Billie Eilish, erkek oyuncu Mahershala Ali ve yönetmen Ava DuVernay.
0 notes
Photo
Володин: важно сохранять правду о холокосте, чтобы такая трагедия не повторилась
Спикер Государственной думы России Вячеслав Володин назвал холокост чудовищной трагедией и указал на важность сохранения правды о тех событиях, чтобы такая трагедия больше никогда не повторилась.
Читать далее
Подробнее https://7ooo.ru/group/2024/01/27/288-volodin-vazhno-sohranyat-pravdu-o-holokoste-chtoby-takaya-tragediya-ne-povtorilas-grss-276976399.html
0 notes
Text
"TUNA KIYISINDAKİ AYAKKABILAR" Tuna kıyısındaki 60 demir ayakkabının hikayesi: Macaristan'ın başkenti Budapeşte'de Tuna nehrinin batı yakasına yerleştirilen şimdi paslanmış 60 demir ayakkabı bir holokost* anıttır. Türk asıllı Macar yönetmen Can Togay, heykeltraş Gyula Pauer ile birlikte bu anıtı 2005'de gerçekleştirdi. II. Dünya savaşı sırasında 1944 sonu 1945 başlarında Macar faşist partisinin milislerinin izlediği politikalar sonucu Budapeşte'deki Yahudileri Tuna nehri kıyısına getirirler. Erkek, kadın ve çocuklardan oluşan grubu kışın dondurucu soğuğunda ayakkabılarını çıkartmaları, çıplak olarak kalmaları ve yüzlerini suya dönmeleri söylenir. Daha sonra yakın mesafeden vurularak Tuna'ya düşer ve gözden kaybolurlar. İşte bu olayı öğrendiğinde çok üzülen Can Togay böyle bir anıtın fikir tasarımcılığını üstlenmiş ve çeşitli ödüllere layık görülen bu eser gerçekleştirilmiştir....
7 notes
·
View notes
Text
Enzo Traverso ile Söyleşi: “Holokost Anısının Araçsallaştırılması Bugün Gazze'deki Savaşı Meşrulaştırmak İçin Kullanılıyor”
Birçok kitabı Türkçe’ye çevrilen tarihçi Enzo Traverso, 5 Kasım’da Mediapart sitesinde yayımlanan söyleşisinde İsrail ordusunun Gazze’de yürüttüğü, soykırıma yol açabilecek savaşı meşrulaştırmak için Holokost’un anısının araç olarak kullanılmasının yıkıcı etkilerine işaret ediyor. Bir yandan 7 Ekim terörünü kınarken, diğer yandan Hamas’ın ve İsrail aşırı sağının kurdukları, Gazze’nin yıkımına ve…
View On WordPress
0 notes
Text
Christoph Vandreier – Neden Geri Döndüler? (2024)
Adolf Hitler’in Ocak 1933’te Almanya Şansölyesi olarak atanması, bir seçimin değil; General Paul von Hindenburg’un önderlik ettiği az sayıda ordu ve hükümet yetkilisinin dahil olduğu bir siyasi komplonun sonucuydu. Bunun sonuçları, II. Dünya Savaşı, Holokost ve milyonlarca kişinin yok edilmesi oldu. Üçüncü Reich’ın çöküşünden yaklaşık yetmiş beş yıl sonra, neo-Nazi sağ Almanya’da büyük bir siyasi…
View On WordPress
0 notes
Link
Holokost ve Nazi ırkçılığının kökenleri MERİÇ GÖK'ün Birikim Güncel'deki yazısı: "Alman silahlı kuvvetlerinin cephelerdeki kayıpları arttıkça cephe gerisindeki Nazi terörünün şiddet ve kıyıcılığının da giderek artması –esasen bu, tüm savaşlar için geçerlidir− arasında bir ilişki olmakla birlikte büyük toplumsal-politik hadiseler için tek nedenli bir açıklama yapmanın mahzurlu olacağı açıktır."
Osman Kavala, İletişim Yayınları tarafından geçtiğimiz yıl yayımlanan bir kitap üzerinden (“SS Subayının Koltuğu: Bir Nazi’nin Gizli Yaşamının Peşinde”) kaleme aldığı, her iki bölümü de ufuk açıcı olduğu kadar esin verici de olan yazısının ikinci bölümünde, Nazilerin ‘Yahudi Sorunu’ndan ‘nihayet’ kurtulmak için buldukları ve hayata geçirdikleri Holokost’u/Shoah’ı Nazi terminolojisindeki karşılığıyla “Nihai Çözüm”ü (“Endlösung”) ele alıyor. Kavala yazısının bu bölümünde imha kamplarının faaliyete geçmesini, Alman ordularının Doğu’da, Sovyetler Birliği tarafından durdurularak askeri bakımdan yenilmeye başlamasıyla ilişkilendiren Sebastian Haffner’in Hitler Üzerine Notlar kitabına da göndermede bulunuyor.
Alman silahlı kuvvetlerinin cephelerdeki kayıpları arttıkça cephe gerisindeki Nazi terörünün şiddet ve kıyıcılığının da giderek artması –esasen bu, tüm savaşlar için geçerlidir− arasında bir ilişki olmakla birlikte büyük toplumsal-politik hadiseler için tek nedenli bir açıklama yapmanın mahzurlu olacağı açıktır.
“Auschwitz gibi zaten bir imha kampı olarak tasarlanmış toplamda yedi büyük kamp dışındaki kampların çoğu, Semprun’un ifadesiyle, “fabrikaları, revir, mutfakları ve ambarlarıyla bir kentten farksız” (Büyük Yolculuk, çev. Nedim Gürsel, Can Yayınları, 1985) düşünülüp inşa edilmiş çalışma kamplarıydı. Washington’daki ‘Birleşik Devletler Holokost Anıt Müzesi’nde 400 proje çalışanından oluşan bir ekibin 13 yıl süren araştırması sonucunda çoğunluğu Almanya’da olmak üzere tüm Avrupa’daki toplam kamp sayısının 42 500 olduğu saptanmıştır. Bunların 980’i toplama kampı; çok sayıda şubeleri de dâhil olmak üzere 30 000’i çalışma kampı; 1150’si Yahudi gettosu ve 1 000’i savaş esiri kampıdır. Yalnızca Berlin’de Yahudilerin evlerinden sürüldükten sonra barındırıldığı ve daha sonra çalışma ve toplama kamplarına nakledilmek üzere hapsedildiği 3 000 zorunlu çalışma kampı ve sözde “Yahudi evi” belirlenmiştir. Proje yöneticisi Martin Dean’in sözleriyle bu muazzam sayı, bir gerçeğe açıkça işaret ediyor: “Gerçekten Almanya’da zorunlu çalışma kamplarına veya toplama kamplarına rastlamadan hiçbir yere gidilemezdi. Her yerdeydiler.”
Nazi savaş aygıtının bir parçası olarak en küçük ayrıntısına kadar planlanmış olan bu kamplar, devasa bir organizasyondu ‒ sadece esir kamplarındaki Sovyet savaş esirinin sayısı 3,3 milyon ve Avrupa’nın dört bir yanına yayılmış olan çalışma kamplarında zorla çalıştırılan işçilerin sayısı ise zaman zaman on iki milyondur. Kamplarda Nazi diktatörlüğünde ari ırka mensup olmayanlarla ari ırka mensup olduğu halde Nasyonal Sosyalizm dışında bir siyasal ideolojiye veya kanaate sahip olan tutsaklar, ölmeyecekleri kadar beslenmelerine izin verilerek zorla çalıştırılıyorlardı. Özellikle imha kamplarında çoğunlukla da kitlesel biçimde öldürülen tutsaklar başta Yahudiler ve Yahudi olmayıp politik veya toplumsal bakımdan suçlu görülenlerdi: Engelliler, Romanlar, komünistler, eşcinseller… Nasıl okullar, cezaevleri, akıl hastaneleri “demokratik” kapitalist toplumların olağan kurumlarıysa bu kamplar da, aslında “bin yıl” süreceğine inanılan Üçüncü Reich’ta, Nazi devletine paralel yapılandırılmış bir SS devleti ve toplumunun vazgeçilmez kurumları olarak tasarlanmıştı. 1942 yılı Ocak ayında üst düzey Nazi yöneticilerinin, Berlin yakınındaki Wannsee’de (Wann Gölü) toplanarak Yahudi sorununda aslında sistematik bir imha olan “Nihai Çözüm” (Endlösung) kararı almaları üzerine artık kampların çoğu giderek çalışma kampı niteliğinden çıkarak fırın ve gaz odalarıyla endüstriyel olarak fasılasız işletilen tam bir toplu imha/yok etme kampına dönüşür. Artık toplama kamplarında ölüm, Paul Celan’ın ‘Ölüm Fügü’nde dediği gibi, “Almanya’dan gelen bir ustadır.” (Toplama kamplarındaki çocuklar – II, M.G. siyasihaber.org)
Daniel Lee kitabının son bölümünde “Yeni Dünya’dan Eski Dünya’ya gelenler yanlarında … ırkla ilgili düşünme biçimlerini de getirdiler” diyor ve Griesinger’in atalarının Amerika’nın ırk ayrımının had safhada olduğu bölgesinden gelmiş olmasının Griesinger’de bırakmış olabileceği ize dikkat çekiyor. Kitabın odak noktasındaki Griesinger’in bir SS görevlisine dönüşmesinde elbette atalarının geçmişinin kolaylaştırıcı bir etkisi olmuş olabilir; ancak ırkçılığın Almanya’da kök salıp gelişmesinde Avrupa menşeli ırkçı düşünce ve kuramların belirleyici etkisi dışında, soykırım (Holokost) bağlamında Güneybatı Afrika’daki Alman sömürge deneyiminin etkisinin büyük olduğu açıktır –Kavala yazısında bunu vurguluyor.
Irkçılığın ve soykırımın atavistik, anti-modern bir suç olduğu, saplantıyı andıran mutlaklığıyla irrasyonel olduğu yönündeki sıkça karşılaşılan fikrin aksine, bunun tam tersi doğrudur. Soykırımı teşvik eden modern ve rasyonel düşüncedir. Aydınlanma Çağı, sonunda sadece aklın zaferini değil, aynı zamanda sınıflandırmanın zaferini de getirdi. Buna göre her şey adlandırılıp tanımlanmalı, tablolara ve soy ağaçlarına dahil edilmelidir. Tıpkı bitkiler ve hayvanlar gibi insanlar da artık sınıflandırılıyor, sözde uyumsuz “ırklar” arasında sınırlar çiziliyordu. Bu durum özellikle Avrupa sömürgeciliğinde belirginleşmiştir. Örneğin, Protestan misyoner Wandres 20. yüzyılın başında Güneybatı Afrika’daki Alman kolonisinden şöyle yazar:
“Karma evlilikler sadece istenmeyen değil, fakat düpedüz ahlaksızlıktır ve Almanlığın yüzüne atılan bir tokattır. (…) Karma evlilikler her zaman ırk bilincine karşı bir günahtır. (…)
Melezlere gelince, yeterli deneyimden sonra onların kolonimiz için bir talihsizlik olduğunu söylemek zorundayız. (…)”
Ancak sınırların ve ayırt edici özelliklerin kesin olarak belirlendiği yerde, melez olan, sarih olmayan bir tehlike, sistemin kendisi için bir meydan okuma haline gelir. Bu nedenle Alman-Güney Batı Afrika’sında karma evlilikler yasaklanmıştı. Ve 1935 yılında Üçüncü Reich, “Nürnberg Yasaları”ndan biri olan “Alman Kanını ve Alman Onurunu Koruma Yasası”nda da şunları şart koşacaktır:
“Paragraf 1
Yahudiler ile Alman veya akraba kanı taşıyan vatandaşlar arasındaki evlilikler yasaklanmıştır. Buna rağmen yapılan evlilikler, bu yasayı atlatmak için yurt dışında yapılmış olsalar bile hükümsüzdür. (…)
Paragraf 2
Yahudiler ile Alman veya akraba kanı taşıyan vatandaşlar arasında evlilik dışı ilişki yasaktır.”
Naziler için Yahudiler, Ari ırkın ana düşmanını temsil ediyordu. Onların ayrı bir ırk olduğunu ilan ettiler ve Ari ırkın niteliği üzerinde zararlı bir etkiye sahip olmakla suçladılar. Bu nedenle yok edilmeleri gerekiyordu.
Bu ırkçı mantık esas olarak Avrupa sömürgelerinde dış gruplara karşı uygulanırken, radikal milliyetçilik bu yok edici mantığı içeriye de yöneltir. Daha radikal biçimiyle bu, tamamen homojen bir ulus idealinin propagandasında ifadesini bulur. Avrupa kökenli ırkçılığa gelince, beyaz/ari ırktan olan Cermen ve Frankların diğer ırklardan üstün olduğu savını ilk temellendiren kişi bir Fransız diplomatı olan Arthur de Gobineau’dur. Nasyonal sosyalist ideolojinin önde gelen kurucuları olan Alfred Rosenberg ve Hans F. K. Günther’in “kan” veya “ırk” temizliğine dayalı saf/temiz ulus ideali de, her ikisi de 19. yüzyıl antropologlarından feyzalmış olan Arthur de Gobineau’nun İnsan Irklarının Eşitsizliği Üzerine Deneme’sine ve Houston Stewart Chamberlain’ın 19. Yüzyılın Temelleri’ne dayanıyordu. Rosenberg ve Günther yaşamları boyunca “Nordik/Skandinav ırkın kültürel üstünlüğüne ve ırksal karışımın zararlı olduğuna” inandılar. Günther ırkçı bir akademisyen olarak yaptığı çalışmalar nedeniyle Nasyonal sosyalist dönemde çok sayıda ödül alır: 1935’te NSDAP Bilim Ödülü’nün ilk sahibidir. 1941’de Hitler’den Goethe Sanat ve Bilim Madalyası alır. “Yaşamın Koruyucusu Platon” adlı analizinde, Platon ve Arthur de Gobineau’nun felsefeleri ile Gregor Mendel’in kalıtım yasaları arasında paralellikler kurar.
Nazi egemenliği altında ırkçılık, kurucu bir devlet doktrini, toplumsal-politik bir model haline gelmiştir. Nasyonal sosyalistler “aşağı” olarak kabul edilen diğer halklara ve insan gruplarına karşı mücadele ve savaş vererek hatta bunları ortadan kaldırarak “cemiyeti/ulusal topluluğu” (“Volksgemeinschaft”) ve giderek tüm dünyayı iyileştirmeyi öngören ırkçı bir eylem ve savaş programını uyguladılar. Buna göre Nazi ırkçılığının iki eylem alanı vardı: “Etnik” ırkçılık, “ırksal açıdan aşağı” olarak sınıflandırılan sözde “yabancılara”, “yabancı ırklara” veya “yabancı halklara” yönelikti. Bunlar temel olarak Yahudiler, Romanların yanı sıra Doğu Avrupa halklarının çoğunluğu olan Slavlar’dı. “Sosyal ırkçılık”, sözgelimi yaşam tarzları, cinsel yönelimleri ya da fiziksel veya zihinsel durumları nedeniyle “Nordik ana ırk” imajına uymayan “Nordik ırk” üyelerine karşı da kolaylıkla yöneltilebiliyordu. Bu insanlar “kendi ırkına aykırı” ya da “yabancı ırk”tan değil, daha ziyade “ırksal olarak yozlaşmış” olarak görülüyorlardı. Irkçı dünya görüşüyle bağlantılı olan sosyal Darwinist zihinsel imgeler tüm nazi yöneticilerini yönlendiriyordu. Irkçı nasyonal sosyalist ideolojinin taraftarları dünyayı, ırksal topluluklar olarak anlaşılan ulusların, yalnızca en iyi ve en güçlü olanın hayatta kalacağı, herkesin herkese karşı sürekli bir mücadele içinde olduğu bir arena olarak görüyorlardı. Onlara göre “ırklar” ve halklar arasında ve insan grupları içinde, “daha güçlü” olanın “daha zayıf” olana karşı taleplerini kabul ettirebileceği ve ettirmesi gereken bir “var olma mücadelesi” vardır. “İskandinav ırkını” seçim ve insan üremesi bakımından “yükseltmek” için “zayıf” ve “sapkın” her şey “ortadan kaldırılmalıdır”. Ek olarak, Alman “üstün ırkı”nın Orta ve Doğu Avrupa’daki milyonlarca ve milyonlarca “alt-insan”ı yerlerinden kovarak veya yok ederek “yaşam alanını güvence altına alması” caizdi. Bu hedeflerin gerçekleştirilmesinde nefret, vahşet ve fanatizm olumlu değerler olarak propaganda ediliyordu.
Geçmişte ve günümüzde, kolektif kimliklerin genellikle azınlıkların veya bazen de diğer büyük grupların –örneğin komşu ülkelerin halklarının– ırkçı yargılarla aşağılanmasıyla, yani egemen/üstün olan ulusal kimliğin ezilen, dışlanan ve aşağılananlar üzerinden oluşturulduğu veya tahkim edildiği gözlemlenebilmektedir. “ Führer gerçekten tüm Yahudileri yok etme hedefine erişebilseydi yenilerini icat etmesi gerekecekti, çünkü Yahudi şeytan olmadan, –“Yahudiyi tanımayan şeytanı da tanımaz” diye yazardı Stürmer’in tabelalarında–, karanlık Yahudi olmadan Nordik Cermenin ışıklı sureti de olamazdı.” ( LTI Nasyonal Sosyalizmin Dili, çev. Tanıl Bora, İletişim Yayınları, 2018) Ancak ırkçı doktrinin savunucularının, kendilerini her zaman “yüksek değerli” toplumlar arasında saymaları da manidardır.
İleride bazıları Nazi kadroları içinde yer alacak olan kimi genç Alman subaylarının Güneybatı Afrika’daki (günümüzde Namibya) Alman sömürge deneyimine henüz Türkçeye çevrilmemiş önemli bir kaynaktan da yararlanarak yer veren Kavala’nın, aynı bağlamda bir başka çok önemli deneyimden, 1915 Ermeni soykırımından ise söz etmediği görülmektedir– bu, yazının biz okurlara ulaşabilmesi kaygısıyla verilmiş/ödenmiş entelektüel bir ödün/bedel olabilir mi?
Bilindiği gibi Alman subayları, 1. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın müttefiki olan Osmanlı ordusunun en üst yönetiminde ve pek çok kademesinde görev yapmıştır. Döneme ilişkin mebzul miktarda birincil kaynakta “tehcir” sırasında birçok yerde bu subayların yerel askeri kadrolara yardımcı oldukları, hatta yer yer onları yönlendirdikleri görülür. Ayrıca Hitler’in 1915 soykırımından ayrıntılı biçimde haberdar olması için çok özel ve sağlam bir haber kaynağı da bulunmaktadır: “Birahane darbesi”nde yanı başında vurularak ölen ve “9 Kasım 1923 şehidi” ilan edilen Max Erwin von Scheubner-Richter, 1915’te Erzurum’da muavin konsolos olarak görev yapmış bir dava arkadaşıdır.
Bu dönemin edebi düzeydeki önemli bir kaynağı da Avusturyalı yazar Franz Werfel’in 1929 yılında eşi Alma Mahler-Werfel ile birlikte Suriye ve Antakya’da yaptığı gezideki izlenimlerinin ardından kaleme aldığı “Musa Dağ’da Kırk Gün” adlı romanıdır. Werfel, Suriye’nin Deyr ez Zor çöllerine zorla sürülen Ermenileri ve Musa Dağ köylerindeki Ermeni direnişini anlattığı romanında kahramanlarından yaşlı şeyhi şöyle konuşturur:
“Milliyetçilik, insanların kalbinden sökülüp atılan Tanrı’nın geride bıraktığı yakıcı boşluğu dolduruyor.” (Musa Dağ’da Kırk Gün, Franz Wefel, çev. Saliha Nazlı Kaya, Belge Yayınları, s. 528)
Werfel’in ölüm yolculuğuna çıkarılan Ermeni kafileler için kâhince bir sezgiyle “seyyar toplama kampı” (s. 93) tanımlamasını da yaptığı bu başyapıtında Alman subaylarıyla İttihat ve Terakki yöneticileri arasındaki sıkı ilişkiler de sergilenir – bu roman Kasım 1933’te yayımlandığında Almanya çoktan Üçüncü Reich olmuştu ve yayımlanmasından iki ay sonra da Naziler tarafından yasaklanmıştır.
Kuşkusuz her ikisi de jenosid’dir; soykırımdır. Kavramın mucidi Raphael Lemkin’in yazdığı gibi soykırım bir topluluğun diğerine karşı işlediği suçtur:
“Soykırım bir grup olarak ulusal gruba yöneliktir ve alınan önlemler bireylere, bireysel özelliklerinden dolayı yönelik değildir, ulusal grubun üyesi oldukları için yöneliktir.”
İnsanlık tarihi aynı yüzyıl içinde iki soykırım yaşamıştır: Birincisinde kırıma uğratılan soy, Ermeniler, diğerinde Yahudilerdir. Ancak benzerlik bu kadardır. Her ikisinin de soykırım olması, siyasal bakımdan soykırımı gerçekleştiren rejimlerin ve bunların toplumsal-ekonomik temellerinin aynı olduğu anlamına gelmez, tabii. Apayrı tarihsel-toplumsal koşullarda gerçekleşen bu iki hadise arasında bu bakımdan temelde büyük farklılıklar bulunmaktadır. Karşılaştırmalı, kabaca ve çok kısa ifadeyle: Soykırımlardan birincisini gerçekleştiren(ler), milliyetçi İttihat ve Terakki partisinin rejimi ve onun milliyetçi kadrolarıdır. Diğerini gerçekleştiren(ler) ise ırkçı faşist bir rejim ve onun nasyonal sosyalist kadrolarıdır. İstanbul’da ve merkezde Talat Paşa’dan Şam’daki Cemal Paşa’ya kadar; Diyarbakır valisi Doktor Reşid Bey’den Boğazlıyan kaymakamı Kemal Bey’e kadar birincisini gerçekleştirenler, İttihat ve Terakki’nin bu işe de meyyal – Z. Bauman’ın metaforuyla zararlı ve yabani otları ayıklayan bahçıvanın işine – başka bir deyişle elinden bu iş de gelen yöneticileridir. İkincisini gerçekleştirenler ise 1933’ten itibaren yazının başında nasıl bir devasa organizasyon olduğuna değindiğim zorla çalışma-toplama kamplarını ve fırınlarla donatılmış imha kamplarını inşa ederek buralarda SS özel kuvvetleriyle, Gestapo ve diğer ilgili personellerle birlikte altı milyon kurbanla Avrupa Yahudiliğini yok etme girişimi Holokost’u/Shoah’ı gerçekleştiren, aynı zamanda beş yüz bin Roman’ı, yüz binlerce akıl hastasını, on binlerce siyasal muhalif ve eşcinseli ortadan kaldıran nasyonal sosyalist kadrolardır. Bahçenin güzel düzenini engelleyen zararlı otları ayıklamak hatta yok etmek, “sınıf savaşı yerine ırk savaşı” diyen Führer’den Berlin Garı’ndaki “deportation”un sıradan bir yetkilisi olan Eichmann’a kadar; “Prag kasabı” Heydrich’den, “Beyaz melek” Mengele’ye kadar NSDAP marka muazzam kıyım makinesini meydana getirip kıyasıya işleten bu kadroların elinden gelen ve ehil oldukları tek iş budur: Gerçekten “ölüm, Almanya’dan gelen bir ustadır.”
0 notes