#Hikmet Genç Hakkında Bilgi
Explore tagged Tumblr posts
bernamegeh · 9 months ago
Text
Hikmet Genç Kimdir Hayatı
Gazeteci Hikmet Genç, 1968 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. Kadıköy İmam Hatip Lisesi’ni bitirdi. Daha sonra Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde öğrenimini sürdürdü. Yaklaşık 6 yıl turizm sektöründe çalışan Genç, 1995 yılında çalışmak amacıyla yurt dışına çıktı. Uzun süre Ortadoğu’da yaşadı. Köşe yazarlığına internette başladı, haber…
View On WordPress
0 notes
hattabi · 11 months ago
Text
İnsan yaratılışı itibariyle, Adem alehisselam'dan beri unutkanlık hasleti ile maruftur. Allah azze ve celle onun için şöyle buyurmuştur: وَلَقَدْ عَهِدْنَٓا اِلٰٓى اٰدَمَ مِنْ قَبْلُ فَنَسِيَ / "Andolsun, biz bundan önce Adem'e ahid vermiştik, fakat o, unuttu." [Taha, 115]
İbn Abbas'dan şöyle rivayet edilmiştir: "İnsan, unutkanlığı sebebiyle insan olarak isimlendirilmiştir." [Tefsiru's-Sem'ânî] Bu sebeple insanın, nisyan / نسيان (unutkan) kelimesinden geldiği söylenir. Allahualem.
Allah Teala insanı unutkan bir varlık olarak yaratmıştır. Âdemi yarattığında onun zürriyetinden gelenleri kendine "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diyerek şahit tutmuş ve kulları da "Evet, şahit olduk" diye cevap vermiştir. [Bknz: A'raf, 172] Tabi ki bu durumu hiçbir kulun hatırlaması mümkün değildir, ancak insanın pak fıtratı bu hâdiseyi desteklemektedir. Daha sonra Allah onların bu sözlerini hatırlatma mahiyetinde kullarına Rasûller, kitaplar, mucizler göndermiş ve hiçbir kulun "unutkanlık ve cehalet" gibi bir mazeret ile Rabbine dönüşü kalmamıştır.
Yine alemlere rahmet olarak gönderilen Nebî sallallahu aleyhi ve sellem'e bir konu hakkında sorulduğunda "inşaAllah" demeyi unutup "yarın bu konu hakkında size bilgi vereceğim" demesi sebebiyle hakkında ayet nazil olmuştur. اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ اللّٰهُۘ وَاذْكُرْ رَبَّكَ اِذَا نَس۪يتَ /  “Allah dilerse/inşallah” (de). Unuttuğun zaman Rabbini an." [Kehf, 24] Bu da gösterir ki peygamber dahi olsa insan, insandır ve unutması pek tabiî'dir.
İnsanın tabiatı olan unutkanlığı onun bir hasleti olduğunu ve değiştirmenin mümkün olmadığını anladıktan sonra, unutkanlığın bir hastalık olmasına engel olacak bazı sebeplere yapışmamız gerektiğini bilmemiz gerekir. Salih selefimiz unutkanlığın en tesirli ilacının kişinin günahları terk etmek suretiyle elde edebileceğini söylemişlerdir. Bununla birlikte Allah'ın zikrini bırakmayıp, sürekli Kur'an ile haşır neşir olan birinin hafızasının güçleneceğinden şüphe duyulmaz. Nitekim zikri geçen ayette "Unuttuğunda Rabbini zikret" emri has ile kastedilip umumu ilgilendiren bir emirdir.
"Bir adam Mâlik'e sorup dedi ki: Bu hıfzı ıslâh edecek bir şey var mı? Dedi ki: Eğer onu ıslah edecek bir şey varsa, o da günâhları terk etmektir." [İbnu'l-Mukrî, el-Mu'cem 304]
Yine Dahhâk b. Muzahi şöyle demiştir: “Kur'ân'ı öğrenip de sonra unutan kişi, ancak işlediği bir günah sebebiyle unutmuştur. Çünkü Allah azze ve celle şöyle buyurmuştur: “Başınıza gelen her musibet, ellerinizle kazandığınız (günahlar) sebebiyledir.” (Şura, 30) Kur'ân'ı unutmak ise en büyük musibetlerdendir.” [Ebû Ubeyd, Fedailu'l Kurân, 284]
Buraya kadar unutkanlığın kul için bir musibet olduğu anlaşılabilir. Gerçekten unutkanlık sadece bir musibet hasleti midir? Yoksa bir rahmet tecellisi de olabilir mi? Şayet Allah kulların sıfatına unutkanlığı yazmamış olsaydı neler olacağını düşünebilir miyiz? On sene önce kaybettiğin eşinin/çocuğunun/anne-babanın kalbinde ki acısını halen diri olmasını ister miydin? Ya da hatırladıkça içine bir karanlık çöken kötü bir anının sürekli zihninde taze kalmasını ister miydin? Bunu hiçbir aklı selim biri istemez. Unutkanlığın bu noktada gerçekten gerekli bir hasleti ifade ettiği ortaya çıkıyor. Ancak şeytan bu nimeti kulun aleyhine olması ve onun için bir gafleti ifade etmesi için türlü türlü tuzaklar kurduğunu da unutmamak lazım. Bu her ne kadar gaflet olarak görülmüş olsa da Allah'ın bundan bir hikmet murad etmesi de kaçınılmazdır. Nitekim Musa alehisselam ile gencin kıssasında genç, yiyecekleri balığı unuttuğunu şu sözleri ile ifade etmiştir: "وَمَٓا اَنْسَان۪يهُ اِلَّا الشَّيْطَانُ اَنْ اَذْكُرَهُۚ / "Onu hatırlamamı yalnızca şeytan unutturdu." [Kehf 63]
Sonuç olarak, Unutkanlık insanın bir tabiatıdır ve bu her zaman musibeti ifade etmemektedir aksine bir nimet olduğunu da bilmemiz gerekmektedir. Musibete hamledilen unutkanlık -şayet tıbbi bir ihtiyaç söz konusu değilse- günahları terk etmek ve Allah'ı çokça zikretmek ile aşılacak bir durumdur, çünkü bu şeytanın kul üzerinde ki etkilerinden biridir. Kişi kendini ve çevresindekileri unutkanlık sebebiyle kınamamalı zira bu Allah'ın bir hikmetinin tecellisi olma ihtimali de doğurabilmektedir. Buna -hadiste geldiği üzere- şöyle dua etmesi umulur ki onun için bir hayır kapısını aralar: "Allah'ım bu musibet(unutkanlık) hususunda bana ecir ver ve beni bundan daha hayırlısı ile mükafatlandır"
Hamd alemlerin Rabbi olan Allah'adır.
İnsan neden unutkandır? Tabiatı neden bu gaflete yatkındır? İnsan ne yaparsa unutkanlık gafletinden kendini korunmuş olur?
Bunun hikmetini ilmi açıdan nasihatleşelim.
27 notes · View notes
edebiyatsoylesileri · 4 years ago
Text
Celal Sahir Erozan / Bir kadını neden sevdiğini bilen erkek gerçekten sevmiyor demektir
Tumblr media
Fecr-i Ati ve Servet-i Fünun akımının etkili isimlerinden, kadınlar ve aşk üzerine yazdığı şiirlerle tanınan Celal Sahir Erozan, ölümünden altı yıl önce, 46 yaşında, hayatını ve edebiyata bakışını anlatıyor. “Edebiyatımda hiçbir zaman iddia sahibi olmadım” diyen yazar bu uzun röportajda döneminin edebiyatını da değerlendiriyor.
-Ne güzel kravatınız, Celâl Sahir Bey! Diğer bir arkadaş ilâve ediyor. - Güzel, fakat ihtiyar işi. Fazla ciddî, fazla ağır. Celâl Sahir Bey mütebessim, kravatı hakkında ileri sürülen mütalâaları dinliyor. Soruyorum: — Neden ağabeyinizin kravatını taktınız? Celâl Sahir Bey’in yüzünü süsleyen tebessüm birden büyüyor, ufak mavi gözlerini çerçeveleyen kırışıklar çoğalıyor. Bir çocuk kadar mâsum tavrı ile o arkadaşa dönüyor: — Mecdi ne incedir, diyor.
Değişmeyen insan yaşamıyor demektir
Servet-i Fünun edebiyatının genç şairi, Fecr-i Ati’nin kıymetli rüknü, yeni cereyanın üstadı, Celâl Sahir Bey karşıdaki geniş koltuğa gömülmüş bir sualime cevap veriyor: “Yazılarında lüzumlu lüzumsuz benden bahsetmek isteyenlerin genel ve yaygın bir merakı vardır: Beni her yeni akıma kapılmak ve katılmak isteyen şahsiyetsiz bir uysal şeklinde göstermek. Edebiyatı Cedide’den başlayarak Fecri Ati’nin içinde, millî edebiyat arasında daima görünüşüm, onların görüntüdeki kuvvetli debileridir. Fakat bunu bir kusur diye telâkki edip katî hükmü vermeden evvel ta Edebiyatı Cedide zamanından, henüz bir öğrenci halinde üstümden silkip atamadığım başka yazarların etkilerinden ilk kurtulduğum zamandan itibaren benim kanaatlerimde ve yazılarımda sadeliğin hararetli bir taraftarı olduğumu ve edebiyat akımlarından hiçbirine güzellik arayan bir gözden başka bir nazarla bakmadığımı hatırlamak icap eder. Bendeki emsalsiz heyecan her şekil ve kıyafette güzelden ilham alan geniş bir histir. Sekter değilim. Sonra şunu da ilâve, edeyim ki değişmeyen insan yaşamıyor demektir. Ben edebî hayatımda hiç bir zaman en küçük bir iddia taşımadım. Yazılarım şöhret sunan eden bir atebeye verilmiş dilekçeler değil, sadece düşüncelerimin ve duygularımın taşan damlalarıdır. Onları kendilerinde yetki görenlerin beğenip beğenmemesi, ne yazarken, ne yazdıktan sonra beni bir dakika meşgul etmez.” Aşk ya da kadın şairi sözleri ile biraz da İsmail Habib’e cevap vermiş oluyordu. Yenilikçi edebiyat tarihinde Celâl Sahir Bey için şu söyleniyor: “Bir nevi ipekböceği ki değişimden değişime koşar, aşamadan aşamaya gömlek değiştirir. Fakat biliriz ki bütün bu değişime rağmen o, hep aynı böcektir..”
İlk şiirimi 14 yaşında, anneme darıldığımda yazdım
“Beyaz Gölgeler”in yazarı gözleriyle aynı renkteki gömleğini süsleyen zarif; kravatını düzeltti, kır düşmüş uzun kumral saçlarını parmakları ile okşadı, sözüne devam etti: “İlk şiirimi ne zaman yazdım? Bunu öğrenmek istiyorsunuz, öyle mi? Anneme darıldım da ondan yazdım. 14 yaşında idim o zaman. Fakat yayımlamadım tabiî. Bu şöyle bir şarkı îdi:
Ferzan ediyor çarhı eninü nevhatım
Hiç gelmeyecek mi acaba ânı mematım
En sevdiğim barı giran oldu hayatım
Hiç gelmeyecek mi acaba ânı mematım
Annemin de şiirleri, eski usul şarkıları, gazelleri vardı. Şiir yazmak merakı eğer genetik bir şeyse bu bana annemden geçmiştir. 1896-1897’de esaslı olarak yazmaya başladım. Arada bir müddet bıraktım. Sonra tekrar yazdım. İlk yazım İrtika mecmuasında çıktı. Bu yazımı posta ile göndermiştim. Yayımlandığını görünce ne kadar sevinmiştim görseniz. Fakat arkadaş muzipliği bu ya. Gazeteye bu şiir çalıntıdır diye yazmışlar. Dergi bunu da yayımladı. Bunun üzerine ben kendimi savundum. Uzun mesele olduydu o zaman... O sıralarda birçok gazete çıkardı: Malûmat, Musavver, Fennieden, Pul mecmuası vesaire… Bunları çıkaranların çoğu arkadaşımdı. Bunlardan başka bir aralık lisan mecmuası çıkmıştı. Bize vermişlerdi idare için. Orada da Fransızca şiirlerden filân tercümeler yayımladım. Sabah gazetesinde de birkaç hikayem çıktı.
 Tevfik Fikret şiirimi düzelmeyle yayımladı, ikincisinde uyardım
Mektepteyken asıl hevesim şiirlerimi Servet-i Fünun dergisinde yayımlatmaktı. Fransızcamı ilerlettikçe edebi zevkim artıyor, Servet-i Fünun edebiyatına eğilimimim artıyordu. İlk yazılarımı muhtelif imzalarla neşrediyordum. Faraza, Ahmet Celâl, Hikmet Celâl, Vilhan, Şârik gibi... Servet-i Fünun’a da bir-iki yazı yolladım. Yayımlanmadı. Sonra, o esnada Faik Âli Bey’le tanıştım. O, hapsolmuştu. Hapiste yazdıklarını Serveti Fünun’da Kahir imzasıyla neşretmişti. Bir gün o, Sadi ve ben konuşarak sokakta giderken, bir müstear isim aradığımı söyledim. Birimizin Sahir kelimesi aklımıza geldi. Galiba bunu bulan Sadi idi. Hepimiz beğendik. Ondan sonra “Yapyalnız” isminde bir şiirimi galiba Dr. Bafralı Yanko delâletiyle Serveti Fünun’a gönderdim ve yayımlandı. Yalnız üzerinde Tevfik Fikret bir kaç kelime düzeltmişti. Küçük yaşlarımdan beri, çevresine tepeden bakan tavırlardan pek hoşlanmam. Bu hâdise canımı sıktı. Servet-i Fünun’da ilk eserimin yayımlanması gibi çok zamandan beri arzu ettiğim bir zevkin tadını bir parça kaçırdı. İkinci defa doğrudan doğruya, derginin başyazarı sıfatıyla Tevfik Fikret Bey’e yolladığım yazıya ilâve ettiğim mektupta yazılarımın yayımlanması durumunda aynını muhafazâ etmesini rica ediyordum. Bundan sonra hemen daima Servet-i Fünun’a yazdım. Ta Hüseyin Cahit Bey’in bir makalesi üzerine mecmua tatil olununcaya kadar... Birkaç yazı giderdikten sonra mecmua muharrirlerinden bazı tanıdıklarımın da teşvikiyle bir gün Servet-i Fünun idarehanesini ziyaret ettim. O zaman Vefa Lisesi talebesiydim. 16-17 yaşlarında bir talebe...
Tevfik Fikret’le ilk karşılaşmamdaki bakışını unutamam
Bu ilk ziyaretimin kalbimde bir heyecan uyandırdığını hatırlıyorum. Edebiyat dünyasında yeni bir akım oluşturan büyük şairlerin ve yazarların arasına ilk kez girerken çelimsiz halimle ne tesir yapacağımı düşündükçe terliyordum. Oda kalabalıktı. Edebiyat konuşuluyordu. Şimdi hepsinin ayrı ayrı bana karşı aldıkları tavır ve vaziyeti hatırlayamıyorum. Fakat daha ilk görüşte Tevfik Fikret’in, bu çocuk da kim çağrışımı yapan bakışı, Mehmet Rauf’un sokulgan ve munis hali, Saffeti Ziya’nın şık kıyafeti ve çok Fransızcalı hitabı, Ahmet Şuayyib’in sükût içinde çevresini incelemesi hafızamda soluk gölgeler halinde duruyor...”
Fecr-i Ati’ye davetle katıldım
Servet-i Fünun edebiyatının güzide şairine sordum: — Fecr-i Ati'ye intisabınız nasıl oldu?' “Onu da anlatayım. Fecr-i Ati oluştuğunda bana da başvurdular. Ekserisini tanıdığım bu genç şair ve yazarların grubuna katıldım. Bütün gençler gibi meslekî hayatlarının başlangıcında biraz aşırı iddialı ve selefleri hakkında insafsız hükümlü olan bu gençler arasında tabii olarak sağduyulu bir tutum takındım. Servet-i Fünun o zaman, eski parlak gelişim devrini hasretle hatırlatan durgun bir hayatı sürüklüyordu. İhsan Bey’le anlaşarak dergisi Fecr-i Ati’nin organı yaptım. Birinci sayıya kadar bu şekilde yayımlandı. Sonra ayrıldım...” Bundan sonra Celâl Sahir Bey’le bahsimiz dilin kullanımı meselesine geçti. Aziz şair, düşüncelerini şöyle aktardı: “Lisanda öteden beri tercihim, mümkün olduğu kadar sade yazmak ve dilimizin içine lüzumsuz giren ve âdeta imtiyazlı ve hâkim bir vaziyet alan Arapça, Farsça kelimelerden kurtarmak idi. Fakat bir zamanlar taraftarları bulunan keskin tasfiyeciliğin aleyhindeydim. Bence mâkûl tasfiye dilin ifade kabiliyetine zarar vermemekle, yararlı olmak bir zaruretti. Meşrutiyet’i müteakip Cenap Şahabettin Bey’in kardeşi merhum Ali Nusrat’ın “Lisanı müzeyyen ve sanat” unvanı ile Serveti Fünun’da neşrettiği makaleler silsilesi fırsatıyla bu husustaki fikirlerimi gene aynı mecmuada ve “Lisanımız” başlığı altında neşrettim. Meşrutiyet’in akabinde Türk Derneği kurulmuştu. Memleketimizde Türkçülüğün ilk kurumu olan derneğin kurulmasındaki maksat ve amacı net olarak bilen ve bilmeyen pek çok kişi bu çabaya dahil olmuştu. Bir müddet sonra ben de derneğe girdim ve ilk tavsiyem lisanın tasfiye meselesinde kuramla uğraşmaktan ziyade sade Türkçe ile, fakat aşırıya kaçmadan güzel eserler yazmaktı. Az müddet sonra Türk Yurdu mecmuası yayın hayatına atıldı. Onun da hem yazarları arasındaydım hem de yazı kuruluna girdim.
Türk Ocağı’nın ilk üyelerindenim
Türk Yurdu’ndan sonra Türk Ocağı kuruldu. Onun da ilk üyelerindenim. Sonra da yazı kuruluna katıldım. 1. Dünya Savaşı öncesinde faaliyetine durgunluk gelmiş olan Türk Derneği’ni, Türk Bilgi Derneği unvanıyla geliştirmek girişiminde bulunduk. Hayalimiz Yurt ve Ocak’la beraber derneğin de etkisiyle Türkçülük akımının yaşayan kurumlarına sınırları belirli görevler vermekti. Türk Yurdu iç ve dış Türk âleminde, Türk Ocağı ise milliyetperverliği fikirlerini yayımlayıp bildirecek, Türk geçmişiyle ilgili konulara ait yerli ve yabancı yazarların yayın sahası olacak, Türk Ocağı bilhassa gençler arasında, milliyet fikir ve aşkını geliştirecek, dernek ise ayrıldığı muhtelif şubelerde uzmanlara inceleme yaptırarak Türkçülüğün her sahada bilimsel temellerini atacak, âdeta müstakbel bir milli enstitünün nüvesi olacaktı. Türk Bilgi Derneği’nin organı olmak üzere nezaretim altında Bilgi Mecmuası çıkmaya başladı. Yedi nüsha çıktı.
Selanik’e gittim, edebi tartışmalara katıldım
1909-1910’da Selânik’e gittim. Orada “Genç Kalemler” mecmuası etrafında ve aziz Ziya Gökalp'in mânevi başkanlığı altında toplanan milliyetperver edebiyat taraftarı gençler vardı. Onlarla temaslarımda lisan ve edebiyat tartışmaları yaptım. Bunlar içinde mühim olarak, sade lisana rağmen aruz veznini muhafaza etmek isteyenlere karşı bu fikirlerinin iki unsuru birleşmeyecek bir çelişki oluşturduğunu iddia ettim. Aruz vezninin kulaklarımıza hâkim ahengine rağmen lisanın sadeliği, cereyanı karşısında uzun müddet devam edemeyeceğine inanıyordum. Bu kanaatim bugün bir hakikat olmuştur.” Celâl Sahir Bey’e Türkiye’nin Alflred de Musset’si demek caiz ise öyle diyeceğim. Ona Garp edebiyatından beğendiği eserler hakkındaki fikir ve mütalâalarını sordum. Okumayı çok seven kitap sayfalarının mazlum halinden, insana zevk veren hışırtısından hoşlanan sevimli şair söylemeğe başladı:
Balzac’ı çok severim, Hugo’nun tantanası beni yorar
“Manzum Fransız edebiyatında klasiklerden Jean Racine’in ve Moliere’in bazı eserlerini çok severim. Fakat bunların benim üzerimde sürekli bir iz bıraktığını düşünmüyorum. Romantiklerden Alfred de Vigny ara sıra hoşuma gider. Victor Hugo’yu sevmekle beraber tantanası beni yorar. Lamartine’i okurken bazen onun kanatlarını kim koparmış da bu kirli insanlar arasına atmış, diye düşünürüm. Fazla safiyeti ile benim üzerimde kendi cinsimden olmayan bir yaratık etkisi yapar. Musset için hislerimi bir cümlede toplayamam. Onu defalarla okuyacak kadar çok sevdiğim vakitler, olduğu gibi, hayatının düşkünlüklerini gösteren yazıları karşısında kızdığım zamanlar da olmuştur. Parnasiyenler arasında Theauphile Gautier ve Theodore de Banville, Catulle Mendes hoşuma gider. Sembolistlerin mübeşşiri olan Baudelair en çok sevdiğim şairlerden biridir. Verlaine’i, Albert Samain’i, Fenri de Regnier’e çok severim. Bu sonuncuyu bir romancı olarak da çok beğenirim. Yeni Fransız şiirinden ise çok bir şey anlayamıyorum. Fransız romancıları içinde Balzac’ı çok severim. Bütün eserlerini okudum diyebilirim. Yalnız söz aramızda kalsın, bu eserleri okurken içindeki bazı tarihî detayları ve betimlemeleri atlarım. Balzac da bazen realist bir yazarla bir parça Alexandre Dumas biraz da gazetelerin dizi yazarı karışır. İşte bu sonuncuda çok karıştığı sayfalar okumadan geçtiklerimdir. Zola’yı üslûbundan hoşlanarak değil, fakat fayda gördüğüm bir alâka ile okurum. Maupassant en çok sevdiğim romancılardan biridir. Benim üzerimde büyük tesiri olmuştur. Düşündüğüm zaman doğamdaki kötümserliğin kaynağı biraz da onun eserleridir hükmünü veriyorum. Gustave Flaubert’in eserlerinden çok zevk alırım. Alphonse Daudet’nin romanları arasında bilhassa Jak, Pöti Şoz, Tartaren de Taraskon’u severim. Loti kanaatimce, bir romancı olmaktan ziyade bir şair ressamdır. Onun yazılarını okurken hem kaleminin sihri karşısında mest olur, hem de gösterişsizliğine kızarım. Aııatole France ince ve keskin mizahı ve zarif görüşü ile beni daima hayran etmiştir. İlk Fransız edebiyatını okumaya başladığımda Paul Bourget, Goncourt Kardeşler’in kitaplarını derin bir lezzetle okumuştum.
Goethe’ye hayranım
Yeni Fransız romanlarından az ve birbirinden farklı eserler okudum. Pierre Benoit'nin çok hayal karışık romanları ilgimi çekmedi. Eserlerinden yalnız Alberi’i sevdim. Dekobra sadece hoşuma gidiyor. Kessel’i çok şayanı dikkat ve Mauriac’ın çözümlemelerini çekici buluyorum. Diğer dünya edebiyatlarında İngiliz şairleri arasında John Keats, Percy Bysshe Shelley’i ve yazılarına derin bir yakınlık duyduğum Mort'i severim. Charles Dickens'ın, Walter Scott’un eserlerini zevkle okudum. Shakespeare’in başta Antuvan ve Kleopatra ile Othello olmak üzere hemen bütün piyesleri ve az şayanı bahis görünmekle beraber çok kıymetli bulduğum şiirlerini pek beğenirim. Alman edebiyatının iki büyük dâhisi olan Friedrich Schiller ve Goethe, bilhassa ikincisi bende hayran bir ilgi uyandırmıştır. Heine en çok sevdiğim, birkaç şair arasındadır. ”Empermezio" fikrimce aşk şiirlerinin en incelerindendir. Rus romancıları içinde en çok tutkun olduğum Dostoyevski’dir. Gogol’u çok severim. Fazla kopyacı bir fazilet hatibi olmadığı ve bir yabancı için çok cazip olmayan detaya girişmediği eserlerinde Tolstoy’u beğenirim.
Tiyatro bence romandan daha caziptir ama seyretmesi değil okuması
Deminden tiyatroyu şiir ve romandan ziyade sevdiğinizi söylemiştiniz. - Evet, edebiyat nevileri içinde tiyatro bana daima romandan daha çekici görünmüştür. Ve gariptir ki tiyatroyu görmekten ziyade okumayı severim; Edmond Rostant’ın “Cyrano de Bergerac”ı manzum tiyatrolar arasında en çok zevk aldığım eserdir. Bunu dört-beş defa aynı hazla okudum. Üç defa tiyatroda ve iki defa sinema filminde gördüm. Yine de hasretim tamamen geçmemiştir. Aptal bir mevcudiyete özlem duyan cismanî bir güzelliğin arkasına gizlenerek yalnız aşkının tılsımlı sesini işittirmek zevki ile yetinen çirkin Cyrano nazarımda en sevimli mazlûmdur. Tiyatro eserleri hakkındaki zevk ve tercihim pek zıt eserlere ve yazarlardan yanadır. Faraza Bernstein’ı çok sevdiğim gibi Bataille’dan da fazla hoşlanırım. Sonra içinde ince bir zekânın pırıltısı bulunan nükteli hafif komedileri de severim.”
Nef-i’yi fırtına seyreder gibi okurum
Celâl Sahir Bey burada sözünü kesti. “Ve işte bu kadar” dedi. “Kâfi değil mi? Böyle ansızın yapılan küçük bir konuşmadan dünya edebiyatının sayısız eserleri ve yazarları hakkında hiçbir köşesini unutmadan net ve kati düşüncelerimi söylemek çok güç olduğunu kabul edersiniz. Söylediklerim, eğilimlerim hakkında size ancak kısa bir fikir verir.” Teşekkür ederim, fakat biraz da bizimkilerden bahsetseniz. Zarif şair güldü: “Bizimkiler... Eski şiirlerimizin özelliği malûm. Bunlar ekseriya tam bir bütünlük gösteren eserler olmaktan ziyade, güzel, perakende, his, fikir ve hayallerle, bazen tatlı bir ahengin uyuşmasından meydana gelmiş parçalardır. Eski şairlerimiz arasında en çok sevdiğim Fuzulî ye Nedim’dir. Bu şairlerde aşk, birinde yakıp kavuran bir ateş, birinde gülüp oynayan bir heves şeklinde görünür. Çok sevdiğim Nedim’in İstanbul’u âdeta bir âşık abartısı ve hayranlığı ile metheden şiirleri beni çok etkiler. Nefî’nin yazılarını güzel bir fırtına seyreder gibi okurum. Nabi’nin pek iyi ifade edilmiş düşündürücü fikirleri içeren yazılarını severim. İnsanın mutlak aczini ve hiçliğini o kadar iyi aktaran meşhur “Müseddes”i çok hoşuma gider. Şeyh Galib’in bilhassa “Hüsnü aşk”ından bazı parçalar bence çok kıymetlidir. Baki’nîn yazıları arasında Kanunî Süleyman’a ait meşhur mersiyesi ile içinde o zamanki İstanbul çeşnisi fazla bulunan gazellerini beğenirim.”
En büyük şairimiz Abdülhak Hamit
“Abdülhak Hamit bence Türk şairlerinin en büyüğüdür. En çok sevdiğim eseri ‘Makber’dir. Makber’i 30 kereden fazla okudum. Manzum tiyatrolar arasında en çok ‘Nesteren’ hoşuma gider, ruhumda mücadele eden iki müttezat hissi gösteren parçalar bir şaheserdir. ‘Finten’, Hamid’in hayalindeki genişliği göstermek itibariyle, dikkat çekicidir. Namık Kemal’i, şair, romancı ve piyes yazarı olmaktan ziyade, yazar sıfatıyla ve büyük vatanperver olarak kabul ederim. Kemal Bey’in makalelerini çok beğenirim. Yazıldıkları zamanı düşünerek dikkatle okumak insanı derin hayretlere düşürür. Fikrimce Şinasi büyük Nâmık Kemal manzumesinin parladığı devrin en kıymetli müjdecisi olan bir yenilikçidir. Recaizade Ekrem şair olarak hafızamda bir iz bırakmamıştır. Onu yalnız edebî yenilikçiliğin başında, edebiyatı, dersleri ve yayınıyla yerleştirdiği kuramlara hakim bir vaziyette görürüm. Yazıları içinde en çok sevdiğim üstadın kendisince bile iyi anlaşılıp takdir edilmemiş hususî bir kudretini gösteren “Araba Sevdası” romanıdır. Sami Paşazade Sezai çok verimli olmakla beraber kıymetli bir yazardır. “Küçük Şeyler”ini pek lezzetle okudum. “Sergüzeşt” roman tarzının bugünkü gelişimi önünde tamamen geri planda kalmakla beraber onda bulaşıcı bir hüzün vardır. Muallim Naci, bence, devrinin şayanı dikkat adamlarından biridir. Eski vadiye fazla kapılmış olmakla beraber şiirlerinde derunî bir ateşin alevi gözüken parçalar az değildir. Ömer’in çocukluğu ne tatlı ve munis bir dille yazılmıştır. Öyle sanırım ki eğer Naci başka koşullarda yetişseydi, edebiyat tarihinde daha büyük bir yeri olurdu. Türkçeyi en doğru kullanan yazar odur. Ahmet Mithat’ı bir edebiyat adamı olarak anmak belki tartışmaya yol açabilir. Fakat millette değerlendirme zevkini uyandırmak konusundaki büyük hizmetini inkâr mümkün değildir. Zamanında ne kişiler onun anlaşılması kolay olduğu kadar değerlendirmesi faydalı eserlerini okuyarak okuma zevki edinmiştir. Bu vadide Ahmet Rasim’i, onun çok kıymetli bir yoldaşı kabul ederim.
Tevfik Fikret hislerini saklamasa daha büyük şair olurdu
Edebiyat-ı Cedide şairleri arasında nazıma o zamana kadar sahip olmadığı bir ifade kabiliyetini veren Tevfik Fikret’i beğenirim. Tevfik Fikret eğer duygularını dizginlemeden ortaya koysaydı belki daha büyük şair olurdu. Fakat o daha ziyade bir fikir şairi –böyle şey de olur mu bilmem?- olmaya önem verdi. Sembolizm şiirinin hususiyetlerini turfanda bir mahsul şeklinde lisanımıza nakleden Cenab’ın şiirleri arasında pek sevdiklerim var. Cenab'ın nesrini de kuvvetli ve kıymetli bulurum. Fakat, manzum ve mensur yazılarında, Cenab'da bulduğum zayıflık da ender fikirler, müstesna hayaller ve sanatkarane gevezelik icatlarıyla ifade şekillerine olan tutkusudur. Onun yazılarının ekserisinde çok özenti bir özen kendisini gösterir. Halit Ziya, bence Türk hikâyesinin temelini atandır. Lisanın mütemadiyen yürüyen gelişimine rağmen bugün bile onun eserlerini kâfi bir zevkle okumak mümkündür. Fakat asıl kıymetlerini tesbit için zamanlarını göz önüne almak insafı gösterilmelidir. Edebiyatı Cedide hakkında verilen hükümlerden biri de Batı taklitçisi olmaktır ve bu suçlamaya en çok mâruz olan yazar Halit Ziya’dır. Hikâyeleri ile diğer pek çok romancımızın eserleri arasında Türk hayatına uygunluk açısından âdil bir karşılaştırma yapılsa bu hükmün ne dereceye kadar gerçekleşeceği konusunda çok şüphedeyim. Mehmet Rauf bence yalnız ‘Eylül’ ve ‘Siyah İnciler’i şöhretinin zirvesine çıkmış ve ondan sonra yazdığı yazılarla o tepeden adım adım aşağı inmiştir.
Sanki Namık Kemal, Süleyman Nazif’te dirilmiş
Servet-i Fünun şairleri arasında Faik Âli ve Hüseyin Siret dikkate değerdir. Fâik Âli’nin yazılarında eğer zihni yoran fazla hayal bolluğu ve anjamböman ifratının nazmın anlaşılması kabiliyetine verdiği zaaf olmasaydı, kıymetleri çok daha iyi bilinirdi. Hüseyin Siret ince bir his şairidir. Hani yeşil yapraklar içinde gizlenen küçük mütevazı çiçekler vardır. Onların güzelliğini görmek için üzerlerine fazla eğilmek lâzımdır. Onun şiirleri öyledir. Süleyman Nazif, kudretinin asıl şaşaasını Servet-i Fünun sayfalarındaki yazılarında değil, daha sonra yazdığı makalelerde ve eserlerde göstermiştir. Onun hakkındaki izlenimimi en iyi ifade etmek için –ruhların farklı görünümde hayata döndüğüne inansam- Namık Kemal onda tekrar dirilmiş derdim. Fakat o büyüklükte olmak için zamanı ile beraber dirilmek lâzım gelirdi. Edebiyat âleminde aynı zamanda belirmekle beraber Servet-i Fünun akımı haricinde kalmış yazarların bence en fazla dikkat çekenler üstat Hüseyin Rahmi ile Saffet Nezihi Bey’dir. Hüseyin Rahmi’nin milli hayatımızın en mahrem köşelerini bir fotoğraf objektifi gibi saptayan romanlarının kıymeti inkâr olunamaz. Fakat hakiki hayatı aksetmekte aynı sadakati muhafaza etmekle beraber, bu eserlerde, bir nevi mahsus teşkil eden tefrika romanlarının harici edebiyat detayını çıkarmak o kıymeti ne kadar çok artırırdı. Saffet Nezihi Bey’in hikâyeleri arasında bilhassa ‘Zavallı Necdet’ ve ‘Kadın Kalbi’ kıymet verdiğim eserlerdir. Mehmet Emin Bey’e, Türk şiirine bugün tuttuğu yolu gösteren bir rehber diye hürmet ederim. Rıza Tevfik Bey’in konuşmalarını ve nefeslerini severim. İzin verirseniz edebiyat adamlarımız hakkındaki düşüncelerimi aktarmak konusunda bu tarihten öteye geçmeyeceğim. Çünkü artık içinde yaşadığımız devre tamamen girmiş bulunuyoruz. Ve bu sahada ifşaat fazla tehlikelidir.”
Babam paşa, annem yazardı
şiirlerimi minder üstünde yazarım
Şiirlerini nerede ve nasıl yazdığını öğrenmek için sorduğum suale cevaben “minder bulursam yere şilte koyar, minderin üzerinde yazarım. Bulamazsam masada yazarım” diyen Celâl Sahir Bey’in eski şiirleri içinde en çok sevdiği “Buhran”dır. Yeni yazıları arasında da Sevr Sözleşmesi imzalandığı zaman yazdığı “Feryat” adındaki manzume ile “Emine’nin Türküsü” ve en son yayımladığı “Günün gecesinde düşünceler”dir. “Beyaz gölgeler”in yazarı, şair validesi ile orduda sevilen bir amir olan babasını şöyle anlatmaktadır: “Babam İsmail Hakkı Paşa’dır. Bodgoriça’da doğmuş, çocukluğunda İstanbul’a gelmiş ve büyük eniştem Sadrazam Fuat Paşa’nın himayesinde büyüyerek yetişmiştir. İstanbul askerî mekteplerinde tahsilini ikmalden sonra Paris’e gönderilmiş, orada eğitim görmüştür. Mektebi Harbiye ders nazırlığı, İkinci Fırka kumandanlığı, Yemen vali ye kumandanlığı gibi vazifelerde bulunmuştur. İkinci Fırka kumandanıyken Yıldız Sarayı’nda meydana gelen Arnavut ve Arap askerleri isyanında tevkif ve muhakeme edilerek Şam’a gönderilmiş. Orada bir müddet menfi kaldıktan sonra ikinci defa Yemen vali ve kumandanlığına tayin edilmiş ve orada ölmüştür. O zaman Fransızca öğrenenlere mühim yarar sağlayan Olendorf usulünü lisanımıza nakleden kitabı meşhurdur. Annem Fehime Nüzhet Hanım ise Hacı Davut Han sülâlesindendir. Tahsili olmamasına rağmen güçlü yeteneği sayesinde şair olmuştur. Eski vadide gazeller,| şarkılar manzumelerden küçük bir divan oluşturacak yazıları ve yayımlanmış iki tiyatro oyunu vardır. Yazılarında hassas bir ruhun yansımaları görülür. Bir gazelindeki şu satırlar bakınız ne kadar güzeldir:
Alırım karşıma üç saksı karanfil dizerim,
Âlemin seyri gülistanı vazifemde değil,
Bir uzak yerdeki yangın gibi seyreliyorum,
Gönlümün ateşi sûzanı vazifemde değil.
Şarkılarının pek çoğu zamanının meşhur bestekârları tarafından bestelenmiş ve pek çok rağbet bulmuştur”
Beş yaşımdan sonra babamı görmedim
“Ben 29 Eylül 1883 cumartesi günü alaturka saat dört ile beş arasında Aksaray civarında Horhor'da bir evde doğmuşum. Daha pek çocukken annemle babam ayrılmıştı. Babam sonradan saraydan çıkmış bir hanımla evlenmiş, ondan üç kardeşim dünyaya gelmiş. İkisi kız, birisi erkek. Küçük kız kardeşim daha küçük yaşlarında ve yegâne erkek kardeşim yedi sene kadar evvel ölmüştür. Babamı beş yaşımdan sonra görmedim. Annem babamla ayrıldıktan sonra tekrar evlenmiştir. Daha birkaç ay evvel dünyadan çekilen üvey babam bana bir baba şefkatiyle bakmış ve kalbimde onun yakınlığına yakın bir sevgi vermiştir. Annemi kaybedeli üç sene oldu. Hayatımdaki en büyük çöküş buydu. Bizi birbirimize bağlayan karşılıklı ana-oğul sevgisinden fazla, daha kıymetli bir duyguydu...” İnce ve hassas şairin sesi hüzne boğuldu. Dar omuzları oturduğu koltuğun içine daha çok gömüldü. Ağlamamağa uğraşan bir tavırla ilâve etti: “Bunların haricinde özel hayatımı sormasanız çok eyi olur. Her birini ayrı ayrı saygıyla andığım üç çocuğum var. Bugün bunlardan ve yegâne kardeşimden başka hayatla hiçbir bağı olmayan bir adamım.”
Çekincelerle, koşullarla aşk olmaz
Ayağa kalkmış, gitmeye hazırlanıyordu. Kadını pek çok eyi anlamış, kadını pek çok sevmiş ve onu pek çok yazmış olan aşk ve kadın şairine sordum: Kadını neden seversiniz? Güldü. Karşıdaki Ankara Kalesi’ne açılan geniş pencereye dayanarak: “Suallerinizin en çetinini en yorgun dakikaya bıraktınız. Eğer aşk bir değerlendirme ve mantık işi, bilinçli bir hareket olsaydı, bunu açıkça saptamak mümkün olurdu. Bence niçin sevdiğini bilen adam, kâfi derecede sevmiyor demektir. Yalnız, belki sorduğunuz meseleyi biraz aydınlatacak şeyler söyleyebilirim. Bence aşkı oluşturan unsurlardan en kuvvetlisi şefkattir. İki varlığı birbirine bağlayan hisler ne kadar şiddetli olursa olsun içinde bu unsur eksikse devamlı olamaz, Aşkların en ağırbaşlısı, şereflisi olan annenin evlâda aşkını o kadar emsalsiz surette yüksek yapan bu unsur değil midir? Ben ete ait hevesi daima aşktan ayırmak fikrindeyim. Sükûn bulmak için güven isteyen herhangi bir çekince titreşimine aşk adını vermek doğru değildir.”
Kadının en kıymetli özelliği şefkattir
Kadın sizce nedir? Nasıl tarif edersiniz? ���Leyali sahiriyet”in yazarı kumral bıyıkları ile koparırcasına oynayarak, hırçın bir çocuk gibi cevap verdi. “Hemen her yazar bu zor işi bir çok defa yapmağa özenmiştir. Bunların içinde dolgun bir âdet teşkil eden okuduklarımı hatırlayarak içinden bir seçim yapamam. Onu bizzat kendim târif etmeye gelince, aczimi açıkça söyleyebilirim. O kadar çok, muhtelif, hatta zıt örnekler gösteren bu cinse kapsayıcı bir kimlik vererek bir tarif yapmak bence imkansız. Eğer kadının muhtelif nitelikleri arasında en kıymetlisini sorarsanız yukarıdaki sözlerimi özetleyip “şefkat” derim. İşte o kadar...” Celâl Sahir Bey pencere kenarım terk etti, Masanın üzerinde duran paketten bir sigara alıp yaktı, yüzüme bakarak “Nasıl târif edilir kadın” dedi. “Allah esirgesin. O, asırların halledemediği bir bilmecedir...” (Mecdi Sadrettin / 10 Temmuz 1929 / İkdam Gazetesi / Kaynak: Yedi Şairden Hatıralar – Hilmi Yücebaş / Arşiv çalışması, dizgi, güncelleme: SerhanYedig)
3 notes · View notes
gunchezi · 4 years ago
Text
17) Bakara(2)/29. O, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratan, sonra göğe yönelip onları yedi gök halinde düzenleyendir. O, her şeyi hakkıyla bilendir.
İsra(17)/44. Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tespih ederler. Her şey O’nu hamd ile tespih eder.
Fussilet(41)/12. Böylece onları, iki günde (iki evrede) yedi gök olarak yarattı ve her göğe kendi işini bildirdi.
Bazıları bu ayette atmosferin 7 kat olduğundan bahsedilir der. Halbuki atmosfer 5 ana katmandan oluşur: Troposfer, Stratosfer, Mezosfer(şemosfer), Termosfer, Ekzosfer. Ayrıca tüm farklı gök tabakalarını ayıracak olursak; 11 tabakadan oluşur: Troposfer, Tropopoz, Stratosfer, Stratopoz, Mezosfer, Mezopoz, Termosfer, İyonosfer, Homosfer, Heterosfer, Ekzosfer.
18) İsra(17)/33. Haklı bir sebep olmadıkça, Allah’ın, öldürülmesini haram kıldığı cana kıymayın. Kim haksız yere öldürülürse, biz onun velisine yetki vermişizdir. Ancak o da öldürmede meşru ölçüleri aşmasın.
Burada sanki Kuran’ın haksızlıkta, kan davasına alt yapı hazırladığı görünüyor. Ama sonraki çıkmazın nasıl halledilebileceği hakkında hiçbir bilgi yok.
19) Rahman(55)/19,20. (Suları acı ve tatlı olan) iki denizi salıvermiştir; birbirine kavuşuyorlar.
(Fakat) aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmıyorlar.
Furkan(25)/53. O, birinin suyu lezzetli ve tatlı, diğerininki tuzlu ve acı olan iki denizi salıverip aralarına da görünmez bir perde ve karışmalarını önleyici bir engel koyandır.
İlginç… Bilime ve normal gözlemlere göre bu tip tüm denizler seyrelerek karışmaktadır. Yani aralarında bir engel varmış gibi karışmamaları kesinlikle yanlıştır.
20) Nisa(4)/156,157. Bir de inkarlarından ve Meryem’e büyük bir iftira atmalarından ve “Biz Allah’ın peygamberi Meryemoğlu İsa Mesih’i öldürd��k” demelerinden dolayı kalplerini mühürledik. Oysa onu öldürmediler ve asmadılar.
Yahudiler “Allah’ın elçisi Meryemoğlu İsa Mesih” asla demez… Yanlışlıkla yazılmış galiba.
21) Nahl(16)/36. Andolsun biz, her ümmete, “Allah’a kulluk edin, tâğûttan kaçının” diye peygamber gönderdik.
Her ümmete (veya kavme) peygamber gönderildiği yazılı bu ayette, Kızılderililer unutulmuş olmalı. Kendilerine has farklı inançlara sahip ırk, Amerika Kıtası’nın keşfiyle bulunduklarında ne İslamiyet’i ne Hıristiyanlığı ne de benzer bir inancı duymuşlardı.
22) Tevbe(9)/5. Haram aylar çıkınca bu Allah’a ortak koşanları artık bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayıp hapsedin ve her gözetleme yerine oturup onları gözetleyin. Eğer tövbe ederler, namazı kılıp zekâtı da verirlerse, kendilerini serbest bırakın.
Tevbe(9)/29. Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe iman etmeyen, Allah’ın ve Resûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak din İslam’ı din edinmeyen kimselerle, küçülerek (boyun eğerek) kendi elleriyle cizyeyi verinceye kadar savaşın.
Bakara/256′ya göre ise dinde zorlama yoktur (birçok Kuran çelişkisinden sadece biri)… Fakat bu ayetlerden basitçe anlaşıldığı üzere, farklı dine mensup olanları Muhammet gerekirse öldürtüyor veya zorla müslüman yapmaya çalışıyor; yapamazsa da hapsediyor. Ayrıca müslüman olmayanları, günümüzde hoşgörü dini diye bahsedilen İslamiyet’e karşı boyun eğdirmeye çalışıyor. Ve direkt yazılana göre haramları sadece Allah değil; Muhammet de belirliyor…
23) Araf(7)/179. Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik…
Hac(22)/46. Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünecek kalpleri, işitecek kulakları olsun?…
Bilimsel olarak düşünme ve anlama organı kalp değil; beyindir. Fakat Orta Çağ’da kalbin bir görevinin de düşünme olduğu sanılırdı. Bu ayetlerde de diğer organlarla beraber ele alınan kalbin, mecazen (duygusallık yönünden) değil direkt organ olarak ele alındığı görülüyor. Zaten ayetlerde duygusallık da işlenmemiştir.
24) Nebe(78)/31,32,33,34. Şüphesiz Allah’a karşı gelmekten sakınanlara bir kurtuluş, bahçeler, üzümler, kendileriyle bir yaşta, göğüsleri çıkmış genç kızlar ve dolu dolu kadehler vardır.
Bu ayetlerin Diyanet Vakfı çevirisi ise şöyledir: “Şüphesiz takvâ sahipleri için de başarı ödülü vardır. Bahçeler, bağlar, göğüsleri tomurcuk gibi kabarmış yaşıt kızlar ve içki dolu kâse(ler).” Belki de bazılarına göre ayıp bulunabilebilecek bu ifadelerde, karşı gelmekten sakınanlara birtakım nimetlerle birlikte özellikle göğüslerine değinilmiş genç kızların bahşedileceği belirtilmiş. Yorumsuz.
25) Nisa(4)/34. Erkekler, kadınların koruyup kollayıcılarıdırlar. Çünkü Allah insanların kimini kiminden üstün kılmıştır. Bir de erkekler kendi mallarından harcamakta (ve ailenin geçimini sağlamakta)dırlar. İyi kadınlar, itaatkârdırlar. Allah’ın (kendilerini) koruması sayesinde onlar da “gayb”ı korurlar. (Evlilik yükümlülüklerini reddederek) başkaldırdıklarını gördüğünüz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın. (Bunlar fayda vermez de mecbur kalırsanız) onları (hafifçe) dövün.
Bu ayette erkekler kadınlardan bazı yönlerden üstün olduğundan kadının erkek sözü dinlemesi ve itaat etmesi gerektiği belirtilmiş. Ayrıca son cümlede başkaldıran, itaatkâr olmayan kadını dövmeye de değinilmiş. Parantez içlerinin Diyanet yorumlaması olduğunu biliyoruz. Fakat parantezlerle birlikte bile bu ayet, modern hukuka aykırıdır; gelişmiş ülkelerde bu tür ifadeler ve uygulamalar, bireysel özgürlüğe ve kadın erkek eşitliğine ters düştüğünden suç teşkil eder.
26) Maide(5)/38,39. Yaptıklarına bir karşılık ve Allah’tan caydırıcı bir müeyyide olmak üzere hırsız erkek ile hırsız kadının ellerini kesin. Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Her kim de işlediği zulmünün arkasından tövbe edip durumunu düzeltirse kuşkusuz, Allah onun tövbesini kabul eder. şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
Nur(24)/2. Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun. Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah’ın dini(nin koymuş olduğu hükmü uygulama) konusunda onlara acıyacağınız tutmasın. Mü’minlerden bir topluluk da onların cezalandırılmasına şahit olsun.
Tövbe edilmezse, tekrar edilirse (kişi durumunu düzeltmezse) anlaşıldığı üzere el kesin kesilecek. Diğer suredeki ayette ise zina için direkt darp uygulamasından bahsedilmiş. Bu uygulamalarla anlaşılıyor ki ağır fiziksel şiddet gerektiğinde önerilen bir ceza tarzı. Fakat bu tarz uygulamalar, modern toplumlarda uygulanmıyor ve zaten insani de bulunmuyor; hele ki böyle sebeplerle sanırım asla da bulunamaz.
27) İnfitar(82)/2. Yıldızlar saçıldığı zaman,
Bu ayet eski Diyanet İşleri mealinde ise böyle: “Yıldızlar dağılıp döküldüğü zaman,”. Pek çok başka çeviri (örn: Elmalılı Hamdi Yazır, Diyanet Vakfı, vb. çevirileri) de buna benzer şekilde. Bu eski çeviri bilimsel olarak imkansız olduğundan Diyanet’in üstteki yeni çeviriyi yaptığı, akla gelmiyor değil. Çünkü devasa yıldızlar Dünya’ya (yere) dökülemez. Zaten evrende dökülebilecekleri bir başka yer de olamaz.
28) Tevbe(9)/30. Yahudiler, “Üzeyr Allah’ın oğludur” dediler. Hırıstiyanlar ise, “İsa Mesih Allah’ın oğludur” dediler. Bu onların ağızlarıyla söyledikleri (gerçeği yansıtmayan) sözleridir. Onların bu sözleri daha önce inkar etmiş kimselerin söylediklerine benziyor. Allah onları kahretsin. Nasıl da haktan çevriliyorlar!
Şura(42)/10. Hakkında ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyin hükmü Allah’a aittir. İşte bu, Rabbim Allah’tır. Yalnız O’na tevekkül ettim ve ancak O’na yöneliyorum.
Fatiha(1)/5. (Allahım!) Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.
Direkt tanrının kendi ağzından olduğunu bildiğimiz Kuran’nın yukarıdaki ayetlerinin bir tanrı tarafından söylenemeyeceği göze çarpıyor. Ayrıca “de ki” sözü başka birçok ayette hazır yazılı olduğu halde, Hud/2 ayetinin orijinalinde ise bu sözün yazımı bulunmadığından (Diyanet kendi ek düzenlemesiyle parantez içine sonradan yazmıştır) o ayetin de direkt tanrı tarafından söylenemeyeceği anlaşılabiliyor.
29) Bakara(2)/117. O, gökleri ve yeri örneksiz yaratandır. Bir işe hükmetti mi ona sadece “ol” der, o da hemen oluverir.
Kaf(50)/38. Andolsun, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde (altı evrede) yarattık. Bize bir yorgunluk da dokunmadı.
Bilimsel olarak göklerin ve gezegenlerin (dünya dahil), bütünü veya herhangi bir bölümü hemen oluvermemiştir. Çünkü günümüzde başka yıldız sistemlerinin oluşum aşaması bizzat gözlemlenmiştir. Yıldız ve gezegenlerin evrimi (oluşumu), anlık oluveren bölümlerle (evrelerle) veya altı günde değil; uzun yıllarda (milyonlarca yılda) yavaşça gerçekleşir. Ayrıca çeşitli tarihi yazıtlarda belirtildiği gibi İslamiyet’ten önce de evrenin 6 günde yaratıldığına inanılırdı. 6 evre ifadesi ise bilim ilerledikçe parantezle yorum olarak sonradan düşünülmüştür.
30) Fussilet(41)/10. O, dört gün içinde (dört evrede), yeryüzünde yükselen sabit dağlar yarattı, orada bolluk ve bereket meydana getirdi ve …
Neml(27)/88. Dağları görürsün, onları hareketsiz sanırsın. Halbuki onlar bulutların geçişi gibi hareket ederler …
Çeliştiği söylenebilecek iki ifade daha; dağlar sabit mi yoksa hareketli mi yaratıldı? Ve dağlar, yukarıdaki ayette söylendiği gibi bir kereye mahsus, dört gün veya dört evre içinde oluşmuş değillerdir; çünkü her zaman diliminde oluşmaya ve değişmeye sürekli devam etmektedirler.
31) Ahzab(33)/50. Ey Peygamber! Biz sana mehirlerini verdiğin eşlerini, Allah’ın sana ganimet olarak verdiklerinden elinin altında bulunan kadınları; seninle beraber hicret eden, amcanın kızlarını, halalarının kızlarını, dayının kızlarını ve teyzelerinin kızlarını sana helal kıldık. Ayrıca, diğer mü’minlere değil de, sana has olmak üzere, mehirsiz olarak kendini Peygamber’e bağışlayan, Peygamber’in de kendisini nikahlamak istediği herhangi bir mü’min kadını da (sana helal kıldık.) Mü’minlere eşleri ve sahip oldukları cariyeleri hakkında farz kıldığımız şeyleri elbette bilmekteyiz. Bütün bunlar, sana herhangi bir zorluk olmaması içindir. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
Hicret’te yalnız Hz. Muhammet’e tanınmış çok tuhaf bir helallikten ve uç bir nikah anlayışından bahsedilmiş. Yorumsuz.
32) Müminun(23)/5,6. Onlar ki, ırzlarını korurlar.
Ancak eşleri ve ellerinin altında bulunan cariyeleri bunun dışındadır. Onlarla ilişkilerinden dolayı kınanmazlar.
Bu surede genelde müminlerin özelliklerinden bahsedilmektedir. Bu ayetlerde de müminlerin sadece eşleriyle değil, cariyelerle ilişkilerinde de ırzlarının korunduğu ve kınanmayacakları belirtiliyor.
Ek Bilgi: Eskiden putlara veya gök cisimlerine tapanlar, bunlara namaza benzer veya farklı şekillerde secde ederlerdi. Ve put inancına sahip olanlar put tapınaklarını tavaf ederlerdi. (Örneğin; günümüzde de Budist tapınakları hala aynen 7 kez tavaf edilmektedir).
Putlar tanrıya ulaşmada birer aracıydı ve gerektiğinde önünde secde edilen nesnelerdi. Günümüzde ise namazda secde için yönelinen şey bildiğimiz üzere Kabe’dir. Eskiden Kabe’de bulunan putlar sonradan kaldırılmış ve onların yerine yönelinecek şey, günümüzde artık putlardan arındırılmış bir Kabe olmuştur. Fakat putlar kadırılmış olduğu halde tavaf da hala edilmektedir. Yani dinde Arapların eski gelenek ve ibadetlerinin sürdüğü görülebilmektedir.
Bu arada tarihi kayıtlardan edinilen bilgilere göre tavaf, İslamiyet’ten önce de Kabe’de bulunan putlar için edilirdi. Bu kayıtlara göre o zamanlar Kabe’de bulunan tanrı aracısı putlardan biri de Ay Tanrısı putuydu. Adı Mısır’da “Sin” (Ya-Sin ismi veya suresinin bu ada seslenme olduğunu düşünenler vardır), sıfatı ise nurlu (aydınlatan) kader tanrısı olan bu Ay Tanrısı putu baş tanrıyı temsil ediyordu. Bu Ay Tanrısı’nın, sembolü ise hilal Ay’dı; merak edenler British Müzesi’nde bulunan Ay Tanrısı’nı tasvir eden: bu tarihi kalıntıya bakabilir.
Bir anlatıya göre ise bu putun Araplardaki adı El-ilah’mış (Elilah-Alilah kimdir: 1, 2). Bu sava göre Hz. Muhammet ile, Ay Tanrısı’na inanma şekli önceki tek tanrılı dinlere benzemiş. Fakat dini ibadetler (uygulamalar) ve Ay sembolü hilal ise aynı kalmıştır… Bu arada İslamiyet’ten önceki tek tanrılı Hıristiyanlık ve Musevilik dinlerinde namaz(secde)’a benzer hareketler veya tavafa rastlanmaz; fakat putlara inananlarda veya Güneş, Ay, vb. gök cisimlerini putlar gibi aracı sembol edinmiş inançlarda rastlanır.
Bazılarına ilginç gelebilecek diğer bir ek bilgi de Arapların çoğunun sahih hadis olarak kabul ettiği Arap kaynaklarında; Hz. Muhammet’in 50′li yaşlarda ergenlik çağına girmiş 9 yaşındaki eşi Hz. Ayşe’yle ilişkiye girdiğinin, hayatında da Ahzab/37 ayetinde de belirtildiği gibi evlatlığı Zeyd Bin Hârise’nin eski eşi Zeynep ile de evlendiğinin ve de ayrıca o dönemde cariyelerle ilişkiye girmenin günah olmadığının belirtilmiş olmasıdır.
Buradaki konudan farklı bir bilgi de verecek olursak; Hristiyanlığın da değişmeyeceği ve kıyamete kadar baki kalacağı kutsal metinlerinde defalarca geçmektedir. Zaten bu sebeple, onların inancına göre Hz. İsa tüm peygamberlerden sonra özel ve son olarak dünyaya gelmiştir. (Esinlenme 22:18, Matta 5:18, Matta 24:35, vs.)
-Benim eklentilerim: Zaten bu uzun yazıda her şey tam anlamıyla anlatılmasa bile çoğu yazılı. Bu yazıları kendim yazmadım. Güvenilir birkaç siteden doğruluğunu araştırıp, yazım yanlışlarını düzeltmeye çalışarak birleştirdim. Ki islam "Hoşgörü/hak" dinidir diyen insanlar olursa emin olun kendi kitaplarını okumamıştır. Çünkü islam ekmek çalan çocuğun bile elinin kesilmesini, kadının dövülmesini ve daha nicelerini emreden bir din. Ateist değilim ve allah'ın varlığını reddetmiyorum. Bana göre ve inandığım dine göre allah'tan başka Tanrılar var, ve Allah aslında kötü olan Tanrı. Buna konuya çok girmeyeceğim, kimsenin dini beni ilgilendirmez benim dinimde aynı şekilde kimseyi. Yine de linçleyecek bir sürü cahil olacaktır. Eğer size hakaret eden islam doğru diyen bir müslüman olursa bu yazıyı atarsınız, gerçi muhtemelen okumadan "Bu yüzden islamdan çıktıysanız yazık kafanıza" der. Neyse, sevgilerle
1 note · View note
dusunumsel · 5 years ago
Text
Göl İnsanları
Tumblr media
Göl İnsanları Kemal Tahir’in 1955 yılında yayınlanan ilk öykü derlemesidir. Kitapta, hapishanede edindiği bilgi ve deneyimlerin ışığında köy hayatına ilişkin Marksist bir çerçeveden kaleme aldığı sekiz adet öykü yer almaktadır. Tahir’in bu çalışması daha sonra yazacağı başyapıtları müjdeler niteliktedir. Feodal ilişkiler, köylünün ahlaklılığı ve ahlaksızlığı, toplumsal kastlar ve bütün bu şartlar içinde tüm gerçekliği ile insanın anlatıldığı bu öyküler Türk Edebiyatı ve Toplumcu Edebiyat için birer mihenk taşıdır.
Tumblr media
Nazım Hikmet, “Göl İnsanları” için 1941 yılında Kemal Tahir’e yazdığı mektupta şöyle demektedir; “Gazetede senin ‘Göl İnsanları’ için yapılan reklamı okurken dünyaya bir çocuğumuz gelmiş gibi mağrur ve bahtiyardık. Sen, bana fikri imtidadın zevkini verdin. Düşündüğüm, hazırladığım bir sürü sanat rüşeymlerinin sende inkişafı, benim ömrümü senin ömrünce uzatacak. Çok yüksek bir yere çıkıp haykırmak istiyorum: “Şu Göl İnsanları’ hikayelerini yazanı biliyor musunuz? Daha ne güzel, ne güzel şeyler yazacaktır, ve hepsinin içinde, temelinde benim tohumlarım var.”… Senden o kadar defa dinlediğim, adeta birçok satırlarını başlarken sonunu getirecek kadar hatırladığım ilk hikayeyi, yine büyük bir lezzetle, iştiha ile ve gururla okuyorum… Hiç endişeye düşme, Göl İnsanları Türk Edebiyatının en güzel dört hikayesi olarak kalacaktır.” Nazım’ın yazdıklarında ikilinin dostluğunun tesiri mutlak suretle okunmaktadır fakat Kemal Tahir’in bu eser ile bir başyapıt ortaya koyduğu da hakikattir. İlk dönem eserlerinde Nazım Hikmet’in Kemal Tahir üzerindeki tesirleri çok net gözlenmektedir. Göl İnsanları da Kemal Tahir’in Nazım Hikmet etkisinde yazdığı hapishane romanlarından biridir. Kemal Tahir’in Göl İnsanları’nda henüz kendi dönemindeki toplumcu romanla yazınsal bir mücadeleye girmediğini söylemek mümkündür. Yazarın hâlihazırdaki toplumcu gerçekçilik anlayışının çıtasını yükseltme isteği yazdıklarında gözlemlenebilir. Kemal Tahir’in yerini belirleyen esas durum, romancılığı süresince yaşadığı gelişim ve değişim sürecidir. Bu değişim, Kemal Tahir’in tarihsel perspektiften yazılan bir roman anlayışına evrilişi ve nihayetinde ‘Devlet Ana’ romanının ortaya çıkışına dek uzanır. Sol çevreler tarafından dışlanmasına sebebiyet verecek olan, bu değişen yaklaşımı olacaktır. Marksist roman teorisine göre “roman kahramanı başlangıçta bilgisizliği, deneyimsizliği, masumiyeti nedeniyle gerçeklik hakkında yanlış inançlar besler, daha sonra geçirdiği deneyimler sonucu bu yanılsamadan uyanır. Sınıf ayrımının, paranın büyük rol oynadığı burjuva dünyasının kirli ve pis gerçekliğini öğrenir. Bu bilinçlenme ve olgunlaşma süreci gerçi bir anlamda kişiseldir ama yazarın yansıttığı gerçeklik toplumsaldır. Kimi zaman yazarın tavrı eleştireldir ve ilerici bir yönü vardır.” ‘Göl İnsanları’ bu tip kahramanlara yer vermektedir. Burada toplumsal dramı bütün yalınlığıyla ortaya koyup, zaman zaman bunu değiştirmek için mücadeleye girişen insanlar resmedilmekle beraber, bu mücadelenin Marksist roman teorisinin formülasyonunun izleğinde kaldığı rahatlıkla söylenebilir. İlerleyen süreçte yazdığı romanlarda toplumun dramını işlemek istediğinden, tarihî olarak kırılma zamanlarına odaklanan Kemal Tahir bu sayede bireylerin silikleştiği toplumun macerasının ön plana çıktığı kurgular inşa eder. Kemal Tahir’in romana yaklaşımındaki bu değişimin sebebi sürekli sorgulayan, okuyan ve araştıran bir beyin olmasında yatmaktadır. Tahir’in edebiyata yaklaşımını irdeledikten sonra gelelim ‘Göl İnsanları’na. *** 13 yılını hapishanede geçiren muharririn yapıtlarında hapishanede dinlediği hikayeleri yeni bir yorum getirerek ince ince işleyişini görürüz. Köylü halkın anlatılarına, bilgeliğine, cehaletine, zorbalığına, ahlaksızlığına, boyun eğişine ve direnişine tanık oluruz. Tahir diyalogları bütün gerçekliği ile döker kağıda. Bu gerçekliğin içine halk söylencelerini ustalıkla serpiştirir. ‘Göl İnsanları’ adlı öyküden bir diyalog; “-Öyle ya, toplarlar. Terkos gölü evvel eski var mı dersin? –Yok canım… Terkos gölü yenidir, ihtiyarlar buranın serencamını anlatırlardı: Vaktiyle gölün yeri düzlük, ovalıkmış. Ortasında bağlı bahçeli, davarı sığırı saymakla tükenmez büyük bir köy varmış. –Ne olmuş? Su mu basmış?  -Su başmış. Allaha asi olmuşlar. Namusu hayayı unutmuşlar. Bir gece, yatsı vakti köye yeşil sarıklı bir hoca gelmiş. Milleti hak dinine davet etmiş. Hocayı misafir etmişler. Yarı gecede yanına, on dört yaşında güzel mi güzel, bir kız göndermişler. Hani baştan çıkarsın, diye. Yeşil sarıklı hoca sabaha kadar tespih çekip dua etmiş, dayanmış. Lakin horozlar öterken şeytana uymuş, elini kızın şalvarına götürünce, bir top patlamış, sular: “Gürrr!” diye boşalmış, köyü basmış. Kırk gün, kırk gece yağmur yağmış; köyden, hayvan olsun, insan olsun, bir can kurtulmamış. Bahar üstü hava açık olursa, suların beyaz dibinde köyün beyaz minaresini gören olur. Bundan başka, bazı bazı horoz sesleri duyulur, dağ, taş çınlar. Sarıca köy yok? Eskiler: “Batan köyün gurbete gezenleri gelip kurdu. Mezhep genişliği oradan kalmadır” derler.” Öyküde bir ahlaki ve toplumsal çürümenin izi sürülmektedir. Köylülerce bu yozlaşmanın müsebbibi köye kurulan fabrikadır. Köye kurulan fabrikanın işçileri, kocaları gurbette olan köylü kadınlarla yatmaktadır. “Hepsi değilse de, Ayşe’nin herifi karısının yediği haltı bilir. Köy, baştan ayağa bozuk diyemem, lakin çoğu bu yoldadır. Eskiden burası böyle değildi. Fabrika açıldı açılalı, büsbütün azdı karılar. Fabrikaya bir sürü bekar amele geliyor. Şurada kurtarma birlikleri de var. Para bol, karı kıt! Önce oynak dulları baştan çıkardılar. Köy nikahı, hoca duası derken eloğlu birkaç ay içinde başından atıveriyor. Sonra sonra gelinler, körpe kızlar başladı. Koca karılar bir ikisini mühendislere götürü götürüverdiler. Yavaş yavaş köyün mezhebi bütün bütün genişledi. Para bu, adamda, din, iman, namus komaz. Baksana ellişerden bir lira verdik. Dört rençber yevmiyesi…” Öykülerde diğer önemli husus ise ‘erkeklik kurguları’dır. “Kovulduğu yere gitmek, ite mahsustur. Kendini bilen erkek tükürdüğünü yalamaz. Elin ekmek tuttukça çalışırsın. Vücuttan düşersen devletin bu kadar hastanesi var. Birine sokulur, ölür gidersin…” Köylülerin birbiri ile iktidar savaşının bir ürünü olarak güçlü erkeğin namını yücelten “mertlik, delikanlılık” vurguları metinlerde daima yer alır. Genç erkek yeğenine sübyancılık eden işverene meydan okuyan Hamdi, ve Kuvayı Milliye saflarında çetecilik etmiş işvereninin arasında geçen diyalog bu güç savaşının ifadesidir: “Kaptan yavaş yavaş Hamdi’ye döndü: -Sen bir şey çalmaz mısın? –Ben çalmasını bilmem. –Git işine… Bir zaman başını sallayarak güldü: -Çerkes olur da çalmasını bilmez mi? Çerkesler toptan at hırsızı olurlar, at da çalmadın mı sen? –Çalmadım. –Sizi bilirim, domuz gibi inatçı olursunuz. Çetecilik zamanında, Karabiga taraflarında bir Çerkes köyü basmıştım. Halifecilik ediyorlardı. Şöyle, gerine gerine verdim kurşunu… -Bizim millet cahildir. Halifenin fermanını okudular. Sahi zannettik. –Yoksa, sen de Kuvayı İnzibatiyeden miydin? –Hayır, ben o sıralarda ufaktım. –İyi kurtulmuşsun satırdan… -Öyle oldu. Hamdi, kaşlarını çatmış, yere bakıyordu. Kaptan rakı içti. Bıyıklarını çekiştirdi: -Hamdi, iyisin hoşsun, gayretli çalışırsın, ama üstüne vazife olmayan işlere de karışırsın. –Ne gibi? –Salih’i köyüne götürmüşsün. –Götürdüm. –Sen bana sormadan işçime nasıl yol verirsin? Salih bize akraba da olur. –Oldu bir kere kaptan, açma bunun lafını… Sonra… Yarın konuşuruz. –Ulan! Yüz verdikse, astar mı istiyorsun? Aklını başına topla, at hırsızı… Bana Şerif Kaptan derler. Ben adamın gözünü patlatırım…” *** Kadının yeri ve alınır satılır bir malmışçasına kurgulanışı metinlerde hep karşımıza çıkar. Kadın bir biçimde ‘tekinsizlik’tir. “Ya aldatırsa ya orospuluk ederse” kaygısı daima öykülerdeki erkeklerin içini kemirmektedir. Kadınlar büsbütün güçsüz değildirler, cinsellikleriyle gücü ellerinde tutma becerisine de sahip oldukları işlenir. Fakat buna rağmen gönlü razı değilse bile kadın kaçırılıp evliliğe zorla razı edilir. “Çoban Ali” adlı öyküde Ali arzu ettiği kadın için babasının istediği başlık parasını ödemiş, daha sonra aile ve kız bu evlilikten vazgeçince ağanın oğlu kızı çoban Ali için kaçırmıştır. Jandarmayı ikna edip evliliğin yolunu yapmak pek zor olmamıştı. “-İşte o rezil… Bizim ana tarafından akraba tarafından akraba da olur. Marttan önce, kızı satmaya razı idi. Altmış kayme başlık, elli hak ekin verilecekti. Rıza Bey, yirmi lira para, on beş hak ekin yolladıydı. Üst tarafı düğünde verilecek… -İyi imiş… -Kamil caymasaydı, iyi idi ya… Caydı alçak… Bakalım, çiftliğe dönersek, ne yapacağız? –Karı uğruna belaya girme sakın? –Bakalım artık… Kadere…”   *** Din, Marksist anlayış içerisinde sömürünün araçsallaştırılmasının bir yoludur. Kemal Tahir, paragöz ve dindar bir karakterin bu ironik tavrı üzerinden bir eleştiri yapar: “Rıza Bey, parmaklarını tükürükleye tükürükleye paraları saymağa başlamıştı. Elleri tespih çekiyor gibi alışık hareket ediyor, ezberlenmiş bir duayı okuyor gibi ağzını kıpırdatıyordu.” *** Ağa kendi bünyesinde, hudutlarının kendinin belirlediği bir alanda köylüye özgürlüğünü verir fakat daima emeğini sömürür ve daima bu sömürüye direnenlerin başını ezmek maksadıyla amiyane tabirle eli kırbaçlı gezer. “-Şimdi, senin hesaba gelelim. İşittiğime göre tabancan yokmuş. Canavara karşı silahsızlıktan epey sıkılmışsın. Silah, erkek kısmına her zaman lazım. Bende yirmi liraya bir kırma var, otuz beş fişeği de beraber. İşine gelirse Hüseyin’den alırsın. Askerlikte iken istediğin on kaymeyi de, pek lüzumlu ise bu yıl kesmeyiz. Rıza Bey, elindeki banknot destesiyle cevap bekliyordu. Ali, yerdeki kilimin çizgilerine bakarak ses çıkarmayınca, Hacı İmam cesaret vermek istedi: -Neye sustun çoban başı? Sana bir lüver mutlak iktiza. On kayme de borcun çıktı. Çıkar… İnsan hali bu… Kesilmesin dersen, hiç sıkılma, söyle… Rıza Bey adaletlidir. İsteyenin bir yüzü kara, vermeyenin iki yüzü…” *** Köylünün moderniteye gösterdiği direnç (Kemal Tahir’in bir biçimde Cumhuriyet rejimi ve inkılaplarla hesaplaşmasını da içerir!) kurulan fabrikanın, döşenen demiryolunun getirdiği uğursuzluk(!) halkın diline dolanır. “-Karısının köyü Ilgaz’a yakın. O söyledi: Tren yolu kıtlık getiriyormuş. Gelinler kötü olmuş hep. Rabbim saklasın. –Bırak şöyle lafı teyze… Tren yolu kıtlık getirir mi? Ağam da benim gibi arabacıdır. Lakin benden ziyade malı var. Dört çift beygir, iki yaylı… Treni o da sevmez. ‘ Ekmeğimizi bir gün elimizden alacak!’ der.” “Arka arkaya odalar bağlamışlar, dedi, amanın, ev gibi imiş. Kocaman… Bizim köyün adamını hep doldursan, Bulgurlu’nun, Değirmenarkası’nın ahalisine de yer kalır, diyorlar. Bir bağırırmış gelirken… Manda sürüsü gibi. Öteki kekeledi: -Ne olacak, gavur işi… Öyle bağırır elbette…” *** Gurbettekinin, ezilenin, tabii kılınanın öyküleridir bunlar. Bugün bile halen sokakta, kırda ve kentte gerçek olan öykülerdir. Bize sunulanın aksi bir dünyanın, yaşamın sert, çetrefil, sahici, yüzüdür. Kemal Tahir bir sosyolog, bir tarihçi, bir antropolog titizliği ile çalışmış bir münevverdir ve öykülerinde bir takım öngörülere rastlamak pek mümkündür. Özal’lı yıllarda karşımıza pek fazla çıkacak Amerikan hayranı ‘Yuppie’ kuşağını resmetmeyi, çürümüş bürokrasiyi, ömrünü ağır işlerde çalışarak hastalıklara yakalanan, köyden gurbete gelmiş bir işçinin dramını bize sahici bir dille anlatır. *** Öykülerin hepsi üzerine çok uzun soluklu analizlere ve çözümlemelere girişmek mümkün fakat aslolan buradan alınan mirasın üzerine katmakta yatıyor. Tahir’in edebi ve toplumsal derinliği, bizlere topluma bakacağımız bir pencere aralıyor. Tevatür mü, sahi mi bilmiyorum… Kemal Tahir’e atfedilen bir sözle noktayı koyarken bu sözün onun direnen ve yaşama daima değer katmaya çabalayan zihninin bir ürünü olmasını diliyorum: “Salt ölümün çaresi yoktur bu dünyada… Madem ki daha ölmedik, çabalayacağız.” Read the full article
0 notes
dugunsalonlarifiyat · 6 years ago
Text
TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ VE TÜRKİYAT MECMUASI
TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ VE TÜRKİYAT MECMUASI
Doç. Dr. Murat A. Karavelioğlu
İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, 1924 yılında Ord. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü tarafından kurulmuş olup, Türkiye Cumhuriyetinde Bakanlar Kurulu kararı ile kurulan ilk ve tek ilmî enstitüdür.[1] Türklerin yarattığı zengin medeniyeti ve kültürü araştıracak resmî bir kurumun yokluğu fark edilince, Gazi Mustafa Kemal, böyle bir enstitünün kurulabilmesi için çalışmalara başlanmasını istemiştir. Böylelikle, diğer ülkelerde çoktan kurulmuş olan bir merkezin, Türkiye’de de kurulması sağlanır. Bu kurum için, bizzat Atatürk tarafından bir de amblem tespit edilir. Bu amblem, elinde meşale tutan bir bozkurttur. Enstitünün altıncı müdürü olan Ahmet Caferoğlu’na göre, Atatürk’ün ‘bozkurt’ amblemini seçmesinin nedeni, bu sembol ile Türklüğün yeniden doğuşunu kastetmesidir. Meşale ise ilim ateşi olarak değerlendirilmiştir.[2]
İstanbul Dârülfünûnu Edebiyat Fakültesi’ne bağlı olarak faaliyetine başlayan enstitünün 12 Kasım 1924 tarihli talimatnamesinde, enstitünün Türklükle ilgili ilimlerde araştırma ve yayın yapacağı, bir müdürü, kâtibi, ihtiyaca göre asistan, muhafız ve hademelerinin olacağı belirtilmiş, enstitü tarafından basılacak eserlerin ücretlerinin de Maarif Vekâleti bütçesinden temin edileceği gibi hususlara yer verilmiştir. Bu talimatnamenin altıncı maddesinde enstitünün bir mecmuasının olacağı ve bu mecmuanın basımında Edebiyat Fakültesi mecmuası talimatnamesine uyulacağı belirtilmiştir.[3]
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, ilk olarak İstanbul Üniversitesi Merkez binasının içinde yer alan bugünkü Profesörler Evi’nde faaliyetine başlamıştır. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü için bu kadar gösterişli ve göz önünde olan bir binanın tahsis edilmesi, Atatürk’ün kültür milliyetçiliğinin bir delili olarak görülür.[4] Fakat enstitü hep bu binada kalmaz. 1948 senesinde Edebiyat Fakültesi’nin yanındaki Seyyid Hasan Paşa Medresesi’ne geçen kurum, 1989’da Rektör Cem’i Demiroğlu döneminde Saraçhane Horhor’da müstakil bir binaya taşınır. Enstitü, faaliyetlerine halen bu binada devam etmektedir.
Enstitünün binası gibi ismi de aynı kalmamış, değişmiştir. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü adı ile faaliyete başlayan kurum, 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu ile birlikte Türkiyat Araştırma Merkezi,[5]  16 Ocak 1991’de kabul edilip 24 Ocak 1991 tarihinde Resmi Gazetede yayımlanan 3699 sayılı kanunla da Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü adını almıştır.
Enstitünün müdürlüğünü sırasıyla Ord. Prof. Dr. Mehmed Fuad Köprülü, Ord. Prof. Dr. Reşit Rahmeti Arat, Prof. Dr. İsmail Hikmet Ertaylan, Prof. Dr. Cavit Baysun, Prof. Fahir İz, Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu, Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Prof. Dr. Sadeddin Buluç, Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Prof. Dr. Ali Alparslan, Prof. Dr. Mertol Tulum, Prof. Dr. Kemal Eraslan, Prof. Dr. Mertol Tulum, Prof. Dr. Osman Fikri Sertkaya, Prof. Dr. Musa Duman yapmışlardır. Bugün bu görev, Prof. Dr. Kemal Yavuz tarafından yürütülmektedir.
Tumblr media
Faaliyetler
          Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’ne hususi bütçenin verilmesiyle, 1926 tarihinden itibaren ciddi çalışmalar başlatılır, enstitü bünyesinde ilmî bir kadro oluşturulur ve yayın faaliyetine geçilir.[6] Enstitü kütüphanesinin kurulması da bu bağlamda önem taşır. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Kütüphanesinin temellerini atan, Hakas Türklerinden olan Türkolog Nikolay Katanov’un 7325 ciltlik kütüphanesidir. Bu kütüphane 1914’de Rusya’ya giden Sait Halim Paşa veya o tarihlerde hayatta olan Tevfik Paşa tarafından devlet adına satın alınarak İstanbul Darülfünunu’na ve ardından da Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’ne geçmiştir.[7] Necat Birinci’nin Ahmet Caferoğlu’ndan aktardığı bilgiye göre Katanov, bu kitapları Azerbaycan’da kurulacak olan İlimler Akademisinin Türkoloji Bölümü için bir araya getirmiş; fakat ölümü üzerine kitapları eşi tarafından satılmıştır.[8] Katanov’un kütüphanesi o tarihe kadar çıkmış Türkoloji konusundaki bütün Rusça yayınların yanı sıra aynı konuda başka dillerde yazılmış eserleri de kapsamaktadır.[9] Bu haliyle bu koleksiyonun enstitünün kütüphanesine büyük katkı sağladığı şüphesizdir. Bunun dışında Hüseyin Sadettin Arel, Prof. Dr. Hamit Ongunsu, Halid Ziya Uşaklıgil, Sultan Beg, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mehmet Behçet Yazar gibi kimselerin bağışladıkları kitaplar da kütüphanenin gelişmesini sağlamıştır. İlk kurulduğu zaman 7.000 cilt kitaba sahip olan Enstitü Kütüphanesi, 1931 yılında 10.000 ve bu saydığımız bağışlar sonucunda da 50.000 kitaba sahip olmuştur.[10] Fakat enstitü, Seyyid Hasan Paşa Medresesi’nde faaliyet gösterirken, kütüphanedeki kitaplardan bir kısmı, medrese üzerindeki kurşunların kısmen çalınması sebebiyle rutubet alıp zarar görmüştür.[11] Mertol Tulum’un müdürlüğü zamanında tahrip edilmiş kitaplar özenle tamir ettirilmiştir. Kütüphane son yıllarda Prof. Dr. Oktay Aslanapa, Prof. Dr. Osman Nedim Tuna, Prof. Dr. Muharrem Ergin’in bağışlarıyla daha da zenginleşmiştir.[12] Enstitü Kütüphanesi’ndeki yazma eserlerin Mehmet Zeren ve İsmail Güleç tarafından katalogları yapılmıştır. Bu katalogda Prof. Dr. Osman Nedim Tuna tarafından bağışlanan eserler dışında, kütüphanenin bütün yazma eserleri tasnif edilerek listelenmiş ve yazmaların tamamı hakkında geniş bilgi verilmiştir.[13]
Bunlardan başka Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nün kütüphanesinde 2400 civarında doktora ve mezuniyet tezi ile 76 adet disiplin travayı mevcuttur.[14] Bu eserlerin bibliyografyası Kâzım Yetiş’in çalışmaları sonucunda konularına göre tasnif edilerek yazarların soyadlarına göre alfabetik olarak sıralanmıştır.
Enstitü kütüphanesinde şu an 7359 kitap ve derlemenin olduğu Katanov kitapları, 2557 tez ve 9671 bağış kitap bulunmaktadır.[15]
Enstitünün kendi bünyesinde yayımladığı eserler de vardır. Bunlardan ilki, 1927 senesinde Barthold’un Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler adlı eseridir. Enstitü daha sonra Kilisli Rifat’ın Maniler’ini (1928), Aziz bin Erdeşir Esterâbâdî’nin Bezm ü Rezm’ini (nşr. Kilisli Rifat, 1928), Gibbons’un Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu’nu (trc. Ragıb Hulusi, 1928), Hasluck’un Bektaşilik Tedkikleri’ni (trc. Ragıb Hulusi, 1928), müellifi meçhul El-kavâninü’l-külliyye li-zabti’l-Türkiyye isimli eseri (nşr. Kilisli Rifat, 1928), Köprülüzade M. Fuad’ın Milli Edebiyat Cereyanının İlk Mübeşşirleri ve Divan-ı Türkî-i Basit (1928), Erzurumlu Emrah (1929), Gevherî (1929), Influence du Chamanisme Turco Mongol Sur Les Ordres Mystiques Musulmans (1929), Pir Sultan Abdal (1929), Kayıkçı Kul Mustafa ve Genç Osman Hikâyesi (1930), On Altıncı Asır Sonuna Kadar Türk Saz Şairleri (1930), Türk Halk Edebiyatı Ansiklopedisi I (1935) adlı eserlerini, Barthold’un Uluğ Bey ve Zamanı’nı (1930), Hamilton A. R. Gibb’in, Orta Asya’da Arab Fütuhatı’nı (trc. M. Hakkı,1930), Ahmet Refik’in Anadolu Türk Aşiretleri (1930) ve Osmanlı Devrinde Türk Madenleri (1931) adlı eserlerini, Max Silberschmidt’in Venedik Membalarına Nazaran Şark Meselesi’ni (trc. Ahmed Celâl, 1930), Pertev Nailî’nin Köroğlu Destanı’nı (1931), Abdülbâki (Gölpınarlı)’nın Melâmîlik ve Melâmîler’ini (1931), Abû Hayyân’ın Kitâb al-idrâk li-lisân al-Atrâk’ini (nşr. Ahmet Caferoğlu, 1931), Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası I-II’yi (1931-1939), Ahmet Caferoğlu’nun Uygur Sözlüğü I-III’ü (1934, 1937, 1938), Ömer Lutfi Barkan’ın Osmanlı İmparatorluğunda Ziraî Ekonominin Hukukî ve Malî Esasları-Kanunlar c. I (1945) adlı eserini ve Osman F. Sertkaya, Yıldız Kocasavaş, Erol Çetin ve Yavuz Tiryaki’nin birlikte hazırladıkları Balkanlarda Türk Mührü (1998) adlı kitabı yayımlamıştır. Bunların dışında Türkiyat Mecmuası, enstitünün süreli yayını olarak yayımlanmıştır. Kilisli Rifat, Ragıp Hulusi, Ahmet Caferoğlu, M. Hakkı, Ahmet Cemal ve Akdes Nimet de tercüme ettikleri eserlerle bu yayın faaliyetinin içinde yer almışlardır.
1950’lerden sonra enstitünün yayın faaliyetlerinde gerileme görülür. Bunun sebebi olarak, Atatürk’ün ölümünden sonra konuya kayıtsızlık gösterilmesi ve maddî desteğin esirgenmesi gösterilmektedir.[16]
Yayın faaliyetinin düştüğü dönemlerde, enstitüde farklı bir faaliyet kendini gösterir. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü millî ve milletler arası pek çok kongreye ev sahipliği yapmaya başlar. Millî kongreler 1978’den itibaren 1979, 1980, 1981, 1983, 1984, 1986, 1987 yıllarında; milletler arası kongreler ise 1973, 1976, 1979, 1982, 1985, 1988 yıllarında yani üç yılda bir yapılmıştır. 1973-1988 arasında yapılan bu kongrelerde Türk kültürü, tarihi, dili, edebiyatı, sanatı gibi konularda tebliğler sunulmuştur. Yerli ve yabancı araştırmacıların sundukları bu tebliğler, alanlarına büyük katkı sağlamıştır. Bulgaristan’da yok edilmek ve yok sayılmak istenen Türk varlığı ile ilgili birçok bildiri metni bizzat Bulgar Türkologlar tarafından bu kongrelerde sunulmuştur.[17]
          1988 yılından itibaren ise Türkiye ile SSCB arasında yapılan mutabakat çerçevesinde Türkoloji Kolokyumları düzenlenmeye başlanmıştır. 1988-1992 yılları arasında her yıl düzenli olarak yapılan bu kolokyumlarda sunulan bildiriler ayrıca Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten’de yayımlanmıştır.
          Enstitüde, bunların dışında 28 Mayıs 1997’de Fatih Sultan Mehmed Han ve İstanbul’un Fethi, 25 Aralık 1997’de Seyyid Mehemmed Hüseyin Behçet Tebrîzî Şehriyâr’ın doğumunun 90. Yıldönümü Anma Toplantısı, 17 Nisan 1998’de 100. Doğum Yılı Dolayısıyla Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu’nu Anma Toplantısı yapılmış, ayrıca 1997, 1998 yıllarında IX. ve X. Milli Türkoloji Kongreleri, yine 1998’de II. Milletler Arası Dede Korkut Kolokyumu, 1999’da VII. Milletler Arası Türkoloji Kongresi, 2000’de İkinci Milletler Arası Göktürk Anıt ve Yazıtları Kolokyumu, 2002’de Doğumunun 140. Ölümünün 80. Yıl dönümü Dolayısıyla Nikolay Fedoroviç KATANOV Konferansları, 2004’te Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nün Kuruluşunun 80. Yıl Dönümü Töreni, 2005’de Tataristan’da Türk-Tatar Kültür İlişkileri Konferansı, 2006’da Cengiz Han ve Oğullarının İcraatlarının Türk Dünyasındaki Akisleri Konferansı, 2009’da İ.Ü. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü ve Türk Dil Kurumu ile birlikte Doğumunun 990. Yılında Yusuf Has Hacib ve Eseri Kutadgu Bilig Uluslararası Sempozyumu, 2011’de Vefatının 25. Yılında Prof. Dr. Mehmet Kaplan'ı Anma Toplantısı gibi faaliyetler düzenlenmiştir.
Türkiyat Mecmuası
Enstitünün süreli yayınlarına baktığımızda ise, Türkiyat Mecmuası ile Türk Hukuk ve İktisat Mecmuası’nı görürüz. Türk Hukuk ve İktisat Mecmuası yalnızca iki cilt yayımlanabilmiştir. Bunlardan ilki 1931, ikincisi de 1939 yılında Köprülüzade Mehmet Fuad’ın müdürlüğü döneminde çıkmıştır.
Türkiyat Mecmuası ise 1925’ten 1997’ye kadar 20 cilt olmak üzere yayımlanmıştır. Mecmuanın ilk iki cildi Arap harfleriyle, diğer ciltleri ise Latin harfleriyle basılmıştır. İlk altı cilt, Köprülüzade Mehmed Fuad’ın müdürlüğünde, VII-VIII. cilt Reşit Rahmeti Arat’ın, IX-XIII. ciltler Cavid Baysun’un, XIV. cilt Fahir İz’in, XV-XVII. ciltler Ahmet Caferoğlu’nun, XVIII. cilt Mehmet Kaplan’ın, XIX. cilt Sadeddin Buluç’un ve son olarak XX. cilt de Kemal Eraslan’ın müdürlüğü döneminde hazırlanmış, ancak 1997 yılında basılmıştır.
Mecmuanın yayımlandığı yıllar ve ciltleri şu şekildedir:
I. cilt, Ağustos 1925, İstanbul, 1925.
II. cilt, 1926, İstanbul, 1928.
III. cilt, 1926-1933, İstanbul, 1935.
IV. cilt, 1934, İstanbul, 1934.
V. cilt, 1935, İstanbul, 1936.
VI. cilt 1936-1939, İstanbul, 1939.
VII-VIII. cilt, cüz I, 1940-1942; cüz II, (1943-1945), İstanbul, 1945.
IX. cilt, 1946-1951, İstanbul, 1951.
X. cilt, 1951-1953, İstanbul 1953.
XI. cilt, 1954, İstanbul, 1954.
XII. cilt, 1955, İstanbul, 1955.
XIII. cilt, 1958, İstanbul, 1958.
XIV. cilt, 1964, İstanbul, 1965.
XV. cilt, 1968, İstanbul, 1969.
XVI. cilt, 1971, İstanbul, 1971.
XVII. cilt, 1972, İstanbul, 1972.
XVIII. cilt, 1973-1975, İstanbul, 1976.
XIX. cilt, 1977-1979, İstanbul, 1980.
XX. cilt, 1997, İstanbul, 1997 (iç kapakta 1996)
Mecmua düzenli olarak çıkmadığı gibi, bazı yıllarda mecmua tarihi ile basım tarihi arasında farkların olduğu görülür. Örneğin enstitünün kuruluşunun 70. yılına armağan edilen 20. cildi, 1997 tarihinde yayımlanmıştır. XIX. cilt ile XX. cildin basımı arasında 17 yıllık bir zaman olduğu gibi, XX. cilt iki yıl boyunca basım sırası beklemiştir.
Mecmuanın bazı ciltleri, kimi olaylara ve kişilere ithaf edilmiştir. Bunlar şu şekilde sıralanabilir[18]:
IV. cilt, 18 Ağustos 1934’te Dolmabahçe Sarayı’nda toplanan İkinci Dil Kurultayı’na armağan edilir.
X. cilt, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü ve Mecmuasının kurucusu Prof. Dr. Fuat Köprülü’ye 60. doğum yıldönümü için ithaf edilir.
XV. cilt, yine kurucu Fuat Köprülü’nün hatırasına armağan edilir.
XVII. cilt, Malazgirt Meydan Savaşı’nın 900. yıldönümüne ithaf edilir.
XVIII. cilt, Türkiyat Mecmuası’nın yayın hayatına başlayışının 50. yılına ithaf edilir.
XX. cilt, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nün kuruluşunun 70. yılı dolayısıyla başta kurucu Köprülü olmak üzere vefat etmiş olan mensuplarının hatıralarına ithaf edilir.
Kaynak: Murat Ali Karavelioğlu, Murat Karavelioğlu
0 notes
cpanelkurulumlari · 6 years ago
Text
TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ VE TÜRKİYAT MECMUASI
TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ VE TÜRKİYAT MECMUASI
Doç. Dr. Murat A. Karavelioğlu
İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, 1924 yılında Ord. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü tarafından kurulmuş olup, Türkiye Cumhuriyetinde Bakanlar Kurulu kararı ile kurulan ilk ve tek ilmî enstitüdür.[1] Türklerin yarattığı zengin medeniyeti ve kültürü araştıracak resmî bir kurumun yokluğu fark edilince, Gazi Mustafa Kemal, böyle bir enstitünün kurulabilmesi için çalışmalara başlanmasını istemiştir. Böylelikle, diğer ülkelerde çoktan kurulmuş olan bir merkezin, Türkiye’de de kurulması sağlanır. Bu kurum için, bizzat Atatürk tarafından bir de amblem tespit edilir. Bu amblem, elinde meşale tutan bir bozkurttur. Enstitünün altıncı müdürü olan Ahmet Caferoğlu’na göre, Atatürk’ün ‘bozkurt’ amblemini seçmesinin nedeni, bu sembol ile Türklüğün yeniden doğuşunu kastetmesidir. Meşale ise ilim ateşi olarak değerlendirilmiştir.[2]
İstanbul Dârülfünûnu Edebiyat Fakültesi’ne bağlı olarak faaliyetine başlayan enstitünün 12 Kasım 1924 tarihli talimatnamesinde, enstitünün Türklükle ilgili ilimlerde araştırma ve yayın yapacağı, bir müdürü, kâtibi, ihtiyaca göre asistan, muhafız ve hademelerinin olacağı belirtilmiş, enstitü tarafından basılacak eserlerin ücretlerinin de Maarif Vekâleti bütçesinden temin edileceği gibi hususlara yer verilmiştir. Bu talimatnamenin altıncı maddesinde enstitünün bir mecmuasının olacağı ve bu mecmuanın basımında Edebiyat Fakültesi mecmuası talimatnamesine uyulacağı belirtilmiştir.[3]
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, ilk olarak İstanbul Üniversitesi Merkez binasının içinde yer alan bugünkü Profesörler Evi’nde faaliyetine başlamıştır. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü için bu kadar gösterişli ve göz önünde olan bir binanın tahsis edilmesi, Atatürk’ün kültür milliyetçiliğinin bir delili olarak görülür.[4] Fakat enstitü hep bu binada kalmaz. 1948 senesinde Edebiyat Fakültesi’nin yanındaki Seyyid Hasan Paşa Medresesi’ne geçen kurum, 1989’da Rektör Cem’i Demiroğlu döneminde Saraçhane Horhor’da müstakil bir binaya taşınır. Enstitü, faaliyetlerine halen bu binada devam etmektedir.
Tumblr media
Enstitünün binası gibi ismi de aynı kalmamış, değişmiştir. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü adı ile faaliyete başlayan kurum, 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu ile birlikte Türkiyat Araştırma Merkezi,[5]  16 Ocak 1991’de kabul edilip 24 Ocak 1991 tarihinde Resmi Gazetede yayımlanan 3699 sayılı kanunla da Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü adını almıştır.
Enstitünün müdürlüğünü sırasıyla Ord. Prof. Dr. Mehmed Fuad Köprülü, Ord. Prof. Dr. Reşit Rahmeti Arat, Prof. Dr. İsmail Hikmet Ertaylan, Prof. Dr. Cavit Baysun, Prof. Fahir İz, Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu, Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Prof. Dr. Sadeddin Buluç, Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Prof. Dr. Ali Alparslan, Prof. Dr. Mertol Tulum, Prof. Dr. Kemal Eraslan, Prof. Dr. Mertol Tulum, Prof. Dr. Osman Fikri Sertkaya, Prof. Dr. Musa Duman yapmışlardır. Bugün bu görev, Prof. Dr. Kemal Yavuz tarafından yürütülmektedir.
Faaliyetler
          Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’ne hususi bütçenin verilmesiyle, 1926 tarihinden itibaren ciddi çalışmalar başlatılır, enstitü bünyesinde ilmî bir kadro oluşturulur ve yayın faaliyetine geçilir.[6] Enstitü kütüphanesinin kurulması da bu bağlamda önem taşır. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Kütüphanesinin temellerini atan, Hakas Türklerinden olan Türkolog Nikolay Katanov’un 7325 ciltlik kütüphanesidir. Bu kütüphane 1914’de Rusya’ya giden Sait Halim Paşa veya o tarihlerde hayatta olan Tevfik Paşa tarafından devlet adına satın alınarak İstanbul Darülfünunu’na ve ardından da Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’ne geçmiştir.[7] Necat Birinci’nin Ahmet Caferoğlu’ndan aktardığı bilgiye göre Katanov, bu kitapları Azerbaycan’da kurulacak olan İlimler Akademisinin Türkoloji Bölümü için bir araya getirmiş; fakat ölümü üzerine kitapları eşi tarafından satılmıştır.[8] Katanov’un kütüphanesi o tarihe kadar çıkmış Türkoloji konusundaki bütün Rusça yayınların yanı sıra aynı konuda başka dillerde yazılmış eserleri de kapsamaktadır.[9] Bu haliyle bu koleksiyonun enstitünün kütüphanesine büyük katkı sağladığı şüphesizdir. Bunun dışında Hüseyin Sadettin Arel, Prof. Dr. Hamit Ongunsu, Halid Ziya Uşaklıgil, Sultan Beg, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mehmet Behçet Yazar gibi kimselerin bağışladıkları kitaplar da kütüphanenin gelişmesini sağlamıştır. İlk kurulduğu zaman 7.000 cilt kitaba sahip olan Enstitü Kütüphanesi, 1931 yılında 10.000 ve bu saydığımız bağışlar sonucunda da 50.000 kitaba sahip olmuştur.[10] Fakat enstitü, Seyyid Hasan Paşa Medresesi’nde faaliyet gösterirken, kütüphanedeki kitaplardan bir kısmı, medrese üzerindeki kurşunların kısmen çalınması sebebiyle rutubet alıp zarar görmüştür.[11] Mertol Tulum’un müdürlüğü zamanında tahrip edilmiş kitaplar özenle tamir ettirilmiştir. Kütüphane son yıllarda Prof. Dr. Oktay Aslanapa, Prof. Dr. Osman Nedim Tuna, Prof. Dr. Muharrem Ergin’in bağışlarıyla daha da zenginleşmiştir.[12] Enstitü Kütüphanesi’ndeki yazma eserlerin Mehmet Zeren ve İsmail Güleç tarafından katalogları yapılmıştır. Bu katalogda Prof. Dr. Osman Nedim Tuna tarafından bağışlanan eserler dışında, kütüphanenin bütün yazma eserleri tasnif edilerek listelenmiş ve yazmaların tamamı hakkında geniş bilgi verilmiştir.[13]
Bunlardan başka Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nün kütüphanesinde 2400 civarında doktora ve mezuniyet tezi ile 76 adet disiplin travayı mevcuttur.[14] Bu eserlerin bibliyografyası Kâzım Yetiş’in çalışmaları sonucunda konularına göre tasnif edilerek yazarların soyadlarına göre alfabetik olarak sıralanmıştır.
Enstitü kütüphanesinde şu an 7359 kitap ve derlemenin olduğu Katanov kitapları, 2557 tez ve 9671 bağış kitap bulunmaktadır.[15]
Enstitünün kendi bünyesinde yayımladığı eserler de vardır. Bunlardan ilki, 1927 senesinde Barthold’un Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler adlı eseridir. Enstitü daha sonra Kilisli Rifat’ın Maniler’ini (1928), Aziz bin Erdeşir Esterâbâdî’nin Bezm ü Rezm’ini (nşr. Kilisli Rifat, 1928), Gibbons’un Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu’nu (trc. Ragıb Hulusi, 1928), Hasluck’un Bektaşilik Tedkikleri’ni (trc. Ragıb Hulusi, 1928), müellifi meçhul El-kavâninü’l-külliyye li-zabti’l-Türkiyye isimli eseri (nşr. Kilisli Rifat, 1928), Köprülüzade M. Fuad’ın Milli Edebiyat Cereyanının İlk Mübeşşirleri ve Divan-ı Türkî-i Basit (1928), Erzurumlu Emrah (1929), Gevherî (1929), Influence du Chamanisme Turco Mongol Sur Les Ordres Mystiques Musulmans (1929), Pir Sultan Abdal (1929), Kayıkçı Kul Mustafa ve Genç Osman Hikâyesi (1930), On Altıncı Asır Sonuna Kadar Türk Saz Şairleri (1930), Türk Halk Edebiyatı Ansiklopedisi I (1935) adlı eserlerini, Barthold’un Uluğ Bey ve Zamanı’nı (1930), Hamilton A. R. Gibb’in, Orta Asya’da Arab Fütuhatı’nı (trc. M. Hakkı,1930), Ahmet Refik’in Anadolu Türk Aşiretleri (1930) ve Osmanlı Devrinde Türk Madenleri (1931) adlı eserlerini, Max Silberschmidt’in Venedik Membalarına Nazaran Şark Meselesi’ni (trc. Ahmed Celâl, 1930), Pertev Nailî’nin Köroğlu Destanı’nı (1931), Abdülbâki (Gölpınarlı)’nın Melâmîlik ve Melâmîler’ini (1931), Abû Hayyân’ın Kitâb al-idrâk li-lisân al-Atrâk’ini (nşr. Ahmet Caferoğlu, 1931), Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası I-II’yi (1931-1939), Ahmet Caferoğlu’nun Uygur Sözlüğü I-III’ü (1934, 1937, 1938), Ömer Lutfi Barkan’ın Osmanlı İmparatorluğunda Ziraî Ekonominin Hukukî ve Malî Esasları-Kanunlar c. I (1945) adlı eserini ve Osman F. Sertkaya, Yıldız Kocasavaş, Erol Çetin ve Yavuz Tiryaki’nin birlikte hazırladıkları Balkanlarda Türk Mührü (1998) adlı kitabı yayımlamıştır. Bunların dışında Türkiyat Mecmuası, enstitünün süreli yayını olarak yayımlanmıştır. Kilisli Rifat, Ragıp Hulusi, Ahmet Caferoğlu, M. Hakkı, Ahmet Cemal ve Akdes Nimet de tercüme ettikleri eserlerle bu yayın faaliyetinin içinde yer almışlardır.
1950’lerden sonra enstitünün yayın faaliyetlerinde gerileme görülür. Bunun sebebi olarak, Atatürk’ün ölümünden sonra konuya kayıtsızlık gösterilmesi ve maddî desteğin esirgenmesi gösterilmektedir.[16]
Yayın faaliyetinin düştüğü dönemlerde, enstitüde farklı bir faaliyet kendini gösterir. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü millî ve milletler arası pek çok kongreye ev sahipliği yapmaya başlar. Millî kongreler 1978’den itibaren 1979, 1980, 1981, 1983, 1984, 1986, 1987 yıllarında; milletler arası kongreler ise 1973, 1976, 1979, 1982, 1985, 1988 yıllarında yani üç yılda bir yapılmıştır. 1973-1988 arasında yapılan bu kongrelerde Türk kültürü, tarihi, dili, edebiyatı, sanatı gibi konularda tebliğler sunulmuştur. Yerli ve yabancı araştırmacıların sundukları bu tebliğler, alanlarına büyük katkı sağlamıştır. Bulgaristan’da yok edilmek ve yok sayılmak istenen Türk varlığı ile ilgili birçok bildiri metni bizzat Bulgar Türkologlar tarafından bu kongrelerde sunulmuştur.[17]
          1988 yılından itibaren ise Türkiye ile SSCB arasında yapılan mutabakat çerçevesinde Türkoloji Kolokyumları düzenlenmeye başlanmıştır. 1988-1992 yılları arasında her yıl düzenli olarak yapılan bu kolokyumlarda sunulan bildiriler ayrıca Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten’de yayımlanmıştır.
          Enstitüde, bunların dışında 28 Mayıs 1997’de Fatih Sultan Mehmed Han ve İstanbul’un Fethi, 25 Aralık 1997’de Seyyid Mehemmed Hüseyin Behçet Tebrîzî Şehriyâr’ın doğumunun 90. Yıldönümü Anma Toplantısı, 17 Nisan 1998’de 100. Doğum Yılı Dolayısıyla Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu’nu Anma Toplantısı yapılmış, ayrıca 1997, 1998 yıllarında IX. ve X. Milli Türkoloji Kongreleri, yine 1998’de II. Milletler Arası Dede Korkut Kolokyumu, 1999’da VII. Milletler Arası Türkoloji Kongresi, 2000’de İkinci Milletler Arası Göktürk Anıt ve Yazıtları Kolokyumu, 2002’de Doğumunun 140. Ölümünün 80. Yıl dönümü Dolayısıyla Nikolay Fedoroviç KATANOV Konferansları, 2004’te Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nün Kuruluşunun 80. Yıl Dönümü Töreni, 2005’de Tataristan’da Türk-Tatar Kültür İlişkileri Konferansı, 2006’da Cengiz Han ve Oğullarının İcraatlarının Türk Dünyasındaki Akisleri Konferansı, 2009’da İ.Ü. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü ve Türk Dil Kurumu ile birlikte Doğumunun 990. Yılında Yusuf Has Hacib ve Eseri Kutadgu Bilig Uluslararası Sempozyumu, 2011’de Vefatının 25. Yılında Prof. Dr. Mehmet Kaplan'ı Anma Toplantısı gibi faaliyetler düzenlenmiştir.
Tumblr media
Türkiyat Mecmuası
Enstitünün süreli yayınlarına baktığımızda ise, Türkiyat Mecmuası ile Türk Hukuk ve İktisat Mecmuası’nı görürüz. Türk Hukuk ve İktisat Mecmuası yalnızca iki cilt yayımlanabilmiştir. Bunlardan ilki 1931, ikincisi de 1939 yılında Köprülüzade Mehmet Fuad’ın müdürlüğü döneminde çıkmıştır.
Türkiyat Mecmuası ise 1925’ten 1997’ye kadar 20 cilt olmak üzere yayımlanmıştır. Mecmuanın ilk iki cildi Arap harfleriyle, diğer ciltleri ise Latin harfleriyle basılmıştır. İlk altı cilt, Köprülüzade Mehmed Fuad’ın müdürlüğünde, VII-VIII. cilt Reşit Rahmeti Arat’ın, IX-XIII. ciltler Cavid Baysun’un, XIV. cilt Fahir İz’in, XV-XVII. ciltler Ahmet Caferoğlu’nun, XVIII. cilt Mehmet Kaplan’ın, XIX. cilt Sadeddin Buluç’un ve son olarak XX. cilt de Kemal Eraslan’ın müdürlüğü döneminde hazırlanmış, ancak 1997 yılında basılmıştır.
Mecmuanın yayımlandığı yıllar ve ciltleri şu şekildedir:
I. cilt, Ağustos 1925, İstanbul, 1925.
II. cilt, 1926, İstanbul, 1928.
III. cilt, 1926-1933, İstanbul, 1935.
IV. cilt, 1934, İstanbul, 1934.
V. cilt, 1935, İstanbul, 1936.
VI. cilt 1936-1939, İstanbul, 1939.
VII-VIII. cilt, cüz I, 1940-1942; cüz II, (1943-1945), İstanbul, 1945.
IX. cilt, 1946-1951, İstanbul, 1951.
X. cilt, 1951-1953, İstanbul 1953.
XI. cilt, 1954, İstanbul, 1954.
XII. cilt, 1955, İstanbul, 1955.
XIII. cilt, 1958, İstanbul, 1958.
XIV. cilt, 1964, İstanbul, 1965.
XV. cilt, 1968, İstanbul, 1969.
XVI. cilt, 1971, İstanbul, 1971.
XVII. cilt, 1972, İstanbul, 1972.
XVIII. cilt, 1973-1975, İstanbul, 1976.
XIX. cilt, 1977-1979, İstanbul, 1980.
XX. cilt, 1997, İstanbul, 1997 (iç kapakta 1996)
Mecmua düzenli olarak çıkmadığı gibi, bazı yıllarda mecmua tarihi ile basım tarihi arasında farkların olduğu görülür. Örneğin enstitünün kuruluşunun 70. yılına armağan edilen 20. cildi, 1997 tarihinde yayımlanmıştır. XIX. cilt ile XX. cildin basımı arasında 17 yıllık bir zaman olduğu gibi, XX. cilt iki yıl boyunca basım sırası beklemiştir.
Mecmuanın bazı ciltleri, kimi olaylara ve kişilere ithaf edilmiştir. Bunlar şu şekilde sıralanabilir[18]:
IV. cilt, 18 Ağustos 1934’te Dolmabahçe Sarayı’nda toplanan İkinci Dil Kurultayı’na armağan edilir.
X. cilt, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü ve Mecmuasının kurucusu Prof. Dr. Fuat Köprülü’ye 60. doğum yıldönümü için ithaf edilir.
XV. cilt, yine kurucu Fuat Köprülü’nün hatırasına armağan edilir.
XVII. cilt, Malazgirt Meydan Savaşı’nın 900. yıldönümüne ithaf edilir.
XVIII. cilt, Türkiyat Mecmuası’nın yayın hayatına başlayışının 50. yılına ithaf edilir.
XX. cilt, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nün kuruluşunun 70. yılı dolayısıyla başta kurucu Köprülü olmak üzere vefat etmiş olan mensuplarının hatıralarına ithaf edilir.
Kaynak: Murat Ali Karavelioğlu, Murat Karavelioğlu
0 notes
bebekarabasionerisi · 6 years ago
Text
TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ VE TÜRKİYAT MECMUASI
TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ VE TÜRKİYAT MECMUASI
Doç. Dr. Murat A. Karavelioğlu
İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, 1924 yılında Ord. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü tarafından kurulmuş olup, Türkiye Cumhuriyetinde Bakanlar Kurulu kararı ile kurulan ilk ve tek ilmî enstitüdür.[1] Türklerin yarattığı zengin medeniyeti ve kültürü araştıracak resmî bir kurumun yokluğu fark edilince, Gazi Mustafa Kemal, böyle bir enstitünün kurulabilmesi için çalışmalara başlanmasını istemiştir. Böylelikle, diğer ülkelerde çoktan kurulmuş olan bir merkezin, Türkiye’de de kurulması sağlanır. Bu kurum için, bizzat Atatürk tarafından bir de amblem tespit edilir. Bu amblem, elinde meşale tutan bir bozkurttur. Enstitünün altıncı müdürü olan Ahmet Caferoğlu’na göre, Atatürk’ün ‘bozkurt’ amblemini seçmesinin nedeni, bu sembol ile Türklüğün yeniden doğuşunu kastetmesidir. Meşale ise ilim ateşi olarak değerlendirilmiştir.[2]
İstanbul Dârülfünûnu Edebiyat Fakültesi’ne bağlı olarak faaliyetine başlayan enstitünün 12 Kasım 1924 tarihli talimatnamesinde, enstitünün Türklükle ilgili ilimlerde araştırma ve yayın yapacağı, bir müdürü, kâtibi, ihtiyaca göre asistan, muhafız ve hademelerinin olacağı belirtilmiş, enstitü tarafından basılacak eserlerin ücretlerinin de Maarif Vekâleti bütçesinden temin edileceği gibi hususlara yer verilmiştir. Bu talimatnamenin altıncı maddesinde enstitünün bir mecmuasının olacağı ve bu mecmuanın basımında Edebiyat Fakültesi mecmuası talimatnamesine uyulacağı belirtilmiştir.[3]
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, ilk olarak İstanbul Üniversitesi Merkez binasının içinde yer alan bugünkü Profesörler Evi’nde faaliyetine başlamıştır. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü için bu kadar gösterişli ve göz önünde olan bir binanın tahsis edilmesi, Atatürk’ün kültür milliyetçiliğinin bir delili olarak görülür.[4] Fakat enstitü hep bu binada kalmaz. 1948 senesinde Edebiyat Fakültesi’nin yanındaki Seyyid Hasan Paşa Medresesi’ne geçen kurum, 1989’da Rektör Cem’i Demiroğlu döneminde Saraçhane Horhor’da müstakil bir binaya taşınır. Enstitü, faaliyetlerine halen bu binada devam etmektedir.
Enstitünün binası gibi ismi de aynı kalmamış, değişmiştir. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü adı ile faaliyete başlayan kurum, 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu ile birlikte Türkiyat Araştırma Merkezi,[5]  16 Ocak 1991’de kabul edilip 24 Ocak 1991 tarihinde Resmi Gazetede yayımlanan 3699 sayılı kanunla da Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü adını almıştır.
Enstitünün müdürlüğünü sırasıyla Ord. Prof. Dr. Mehmed Fuad Köprülü, Ord. Prof. Dr. Reşit Rahmeti Arat, Prof. Dr. İsmail Hikmet Ertaylan, Prof. Dr. Cavit Baysun, Prof. Fahir İz, Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu, Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Prof. Dr. Sadeddin Buluç, Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Prof. Dr. Ali Alparslan, Prof. Dr. Mertol Tulum, Prof. Dr. Kemal Eraslan, Prof. Dr. Mertol Tulum, Prof. Dr. Osman Fikri Sertkaya, Prof. Dr. Musa Duman yapmışlardır. Bugün bu görev, Prof. Dr. Kemal Yavuz tarafından yürütülmektedir.
Faaliyetler
          Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’ne hususi bütçenin verilmesiyle, 1926 tarihinden itibaren ciddi çalışmalar başlatılır, enstitü bünyesinde ilmî bir kadro oluşturulur ve yayın faaliyetine geçilir.[6] Enstitü kütüphanesinin kurulması da bu bağlamda önem taşır. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Kütüphanesinin temellerini atan, Hakas Türklerinden olan Türkolog Nikolay Katanov’un 7325 ciltlik kütüphanesidir. Bu kütüphane 1914’de Rusya’ya giden Sait Halim Paşa veya o tarihlerde hayatta olan Tevfik Paşa tarafından devlet adına satın alınarak İstanbul Darülfünunu’na ve ardından da Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’ne geçmiştir.[7] Necat Birinci’nin Ahmet Caferoğlu’ndan aktardığı bilgiye göre Katanov, bu kitapları Azerbaycan’da kurulacak olan İlimler Akademisinin Türkoloji Bölümü için bir araya getirmiş; fakat ölümü üzerine kitapları eşi tarafından satılmıştır.[8] Katanov’un kütüphanesi o tarihe kadar çıkmış Türkoloji konusundaki bütün Rusça yayınların yanı sıra aynı konuda başka dillerde yazılmış eserleri de kapsamaktadır.[9] Bu haliyle bu koleksiyonun enstitünün kütüphanesine büyük katkı sağladığı şüphesizdir. Bunun dışında Hüseyin Sadettin Arel, Prof. Dr. Hamit Ongunsu, Halid Ziya Uşaklıgil, Sultan Beg, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mehmet Behçet Yazar gibi kimselerin bağışladıkları kitaplar da kütüphanenin gelişmesini sağlamıştır. İlk kurulduğu zaman 7.000 cilt kitaba sahip olan Enstitü Kütüphanesi, 1931 yılında 10.000 ve bu saydığımız bağışlar sonucunda da 50.000 kitaba sahip olmuştur.[10] Fakat enstitü, Seyyid Hasan Paşa Medresesi’nde faaliyet gösterirken, kütüphanedeki kitaplardan bir kısmı, medrese üzerindeki kurşunların kısmen çalınması sebebiyle rutubet alıp zarar görmüştür.[11] Mertol Tulum’un müdürlüğü zamanında tahrip edilmiş kitaplar özenle tamir ettirilmiştir. Kütüphane son yıllarda Prof. Dr. Oktay Aslanapa, Prof. Dr. Osman Nedim Tuna, Prof. Dr. Muharrem Ergin’in bağışlarıyla daha da zenginleşmiştir.[12] Enstitü Kütüphanesi’ndeki yazma eserlerin Mehmet Zeren ve İsmail Güleç tarafından katalogları yapılmıştır. Bu katalogda Prof. Dr. Osman Nedim Tuna tarafından bağışlanan eserler dışında, kütüphanenin bütün yazma eserleri tasnif edilerek listelenmiş ve yazmaların tamamı hakkında geniş bilgi verilmiştir.[13]
Bunlardan başka Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nün kütüphanesinde 2400 civarında doktora ve mezuniyet tezi ile 76 adet disiplin travayı mevcuttur.[14] Bu eserlerin bibliyografyası Kâzım Yetiş’in çalışmaları sonucunda konularına göre tasnif edilerek yazarların soyadlarına göre alfabetik olarak sıralanmıştır.
Enstitü kütüphanesinde şu an 7359 kitap ve derlemenin olduğu Katanov kitapları, 2557 tez ve 9671 bağış kitap bulunmaktadır.[15]
Enstitünün kendi bünyesinde yayımladığı eserler de vardır. Bunlardan ilki, 1927 senesinde Barthold’un Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler adlı eseridir. Enstitü daha sonra Kilisli Rifat’ın Maniler’ini (1928), Aziz bin Erdeşir Esterâbâdî’nin Bezm ü Rezm’ini (nşr. Kilisli Rifat, 1928), Gibbons’un Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu’nu (trc. Ragıb Hulusi, 1928), Hasluck’un Bektaşilik Tedkikleri’ni (trc. Ragıb Hulusi, 1928), müellifi meçhul El-kavâninü’l-külliyye li-zabti’l-Türkiyye isimli eseri (nşr. Kilisli Rifat, 1928), Köprülüzade M. Fuad’ın Milli Edebiyat Cereyanının İlk Mübeşşirleri ve Divan-ı Türkî-i Basit (1928), Erzurumlu Emrah (1929), Gevherî (1929), Influence du Chamanisme Turco Mongol Sur Les Ordres Mystiques Musulmans (1929), Pir Sultan Abdal (1929), Kayıkçı Kul Mustafa ve Genç Osman Hikâyesi (1930), On Altıncı Asır Sonuna Kadar Türk Saz Şairleri (1930), Türk Halk Edebiyatı Ansiklopedisi I (1935) adlı eserlerini, Barthold’un Uluğ Bey ve Zamanı’nı (1930), Hamilton A. R. Gibb’in, Orta Asya’da Arab Fütuhatı’nı (trc. M. Hakkı,1930), Ahmet Refik’in Anadolu Türk Aşiretleri (1930) ve Osmanlı Devrinde Türk Madenleri (1931) adlı eserlerini, Max Silberschmidt’in Venedik Membalarına Nazaran Şark Meselesi’ni (trc. Ahmed Celâl, 1930), Pertev Nailî’nin Köroğlu Destanı’nı (1931), Abdülbâki (Gölpınarlı)’nın Melâmîlik ve Melâmîler’ini (1931), Abû Hayyân’ın Kitâb al-idrâk li-lisân al-Atrâk’ini (nşr. Ahmet Caferoğlu, 1931), Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası I-II’yi (1931-1939), Ahmet Caferoğlu’nun Uygur Sözlüğü I-III’ü (1934, 1937, 1938), Ömer Lutfi Barkan’ın Osmanlı İmparatorluğunda Ziraî Ekonominin Hukukî ve Malî Esasları-Kanunlar c. I (1945) adlı eserini ve Osman F. Sertkaya, Yıldız Kocasavaş, Erol Çetin ve Yavuz Tiryaki’nin birlikte hazırladıkları Balkanlarda Türk Mührü (1998) adlı kitabı yayımlamıştır. Bunların dışında Türkiyat Mecmuası, enstitünün süreli yayını olarak yayımlanmıştır. Kilisli Rifat, Ragıp Hulusi, Ahmet Caferoğlu, M. Hakkı, Ahmet Cemal ve Akdes Nimet de tercüme ettikleri eserlerle bu yayın faaliyetinin içinde yer almışlardır.
1950’lerden sonra enstitünün yayın faaliyetlerinde gerileme görülür. Bunun sebebi olarak, Atatürk’ün ölümünden sonra konuya kayıtsızlık gösterilmesi ve maddî desteğin esirgenmesi gösterilmektedir.[16]
Yayın faaliyetinin düştüğü dönemlerde, enstitüde farklı bir faaliyet kendini gösterir. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü millî ve milletler arası pek çok kongreye ev sahipliği yapmaya başlar. Millî kongreler 1978’den itibaren 1979, 1980, 1981, 1983, 1984, 1986, 1987 yıllarında; milletler arası kongreler ise 1973, 1976, 1979, 1982, 1985, 1988 yıllarında yani üç yılda bir yapılmıştır. 1973-1988 arasında yapılan bu kongrelerde Türk kültürü, tarihi, dili, edebiyatı, sanatı gibi konularda tebliğler sunulmuştur. Yerli ve yabancı araştırmacıların sundukları bu tebliğler, alanlarına büyük katkı sağlamıştır. Bulgaristan’da yok edilmek ve yok sayılmak istenen Türk varlığı ile ilgili birçok bildiri metni bizzat Bulgar Türkologlar tarafından bu kongrelerde sunulmuştur.[17]
          1988 yılından itibaren ise Türkiye ile SSCB arasında yapılan mutabakat çerçevesinde Türkoloji Kolokyumları düzenlenmeye başlanmıştır. 1988-1992 yılları arasında her yıl düzenli olarak yapılan bu kolokyumlarda sunulan bildiriler ayrıca Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten’de yayımlanmıştır.
          Enstitüde, bunların dışında 28 Mayıs 1997’de Fatih Sultan Mehmed Han ve İstanbul’un Fethi, 25 Aralık 1997’de Seyyid Mehemmed Hüseyin Behçet Tebrîzî Şehriyâr’ın doğumunun 90. Yıldönümü Anma Toplantısı, 17 Nisan 1998’de 100. Doğum Yılı Dolayısıyla Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu’nu Anma Toplantısı yapılmış, ayrıca 1997, 1998 yıllarında IX. ve X. Milli Türkoloji Kongreleri, yine 1998’de II. Milletler Arası Dede Korkut Kolokyumu, 1999’da VII. Milletler Arası Türkoloji Kongresi, 2000’de İkinci Milletler Arası Göktürk Anıt ve Yazıtları Kolokyumu, 2002’de Doğumunun 140. Ölümünün 80. Yıl dönümü Dolayısıyla Nikolay Fedoroviç KATANOV Konferansları, 2004’te Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nün Kuruluşunun 80. Yıl Dönümü Töreni, 2005’de Tataristan’da Türk-Tatar Kültür İlişkileri Konferansı, 2006’da Cengiz Han ve Oğullarının İcraatlarının Türk Dünyasındaki Akisleri Konferansı, 2009’da İ.Ü. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü ve Türk Dil Kurumu ile birlikte Doğumunun 990. Yılında Yusuf Has Hacib ve Eseri Kutadgu Bilig Uluslararası Sempozyumu, 2011’de Vefatının 25. Yılında Prof. Dr. Mehmet Kaplan'ı Anma Toplantısı gibi faaliyetler düzenlenmiştir.
Tumblr media
Türkiyat Mecmuası
Enstitünün süreli yayınlarına baktığımızda ise, Türkiyat Mecmuası ile Türk Hukuk ve İktisat Mecmuası’nı görürüz. Türk Hukuk ve İktisat Mecmuası yalnızca iki cilt yayımlanabilmiştir. Bunlardan ilki 1931, ikincisi de 1939 yılında Köprülüzade Mehmet Fuad’ın müdürlüğü döneminde çıkmıştır.
Türkiyat Mecmuası ise 1925’ten 1997’ye kadar 20 cilt olmak üzere yayımlanmıştır. Mecmuanın ilk iki cildi Arap harfleriyle, diğer ciltleri ise Latin harfleriyle basılmıştır. İlk altı cilt, Köprülüzade Mehmed Fuad’ın müdürlüğünde, VII-VIII. cilt Reşit Rahmeti Arat’ın, IX-XIII. ciltler Cavid Baysun’un, XIV. cilt Fahir İz’in, XV-XVII. ciltler Ahmet Caferoğlu’nun, XVIII. cilt Mehmet Kaplan’ın, XIX. cilt Sadeddin Buluç’un ve son olarak XX. cilt de Kemal Eraslan’ın müdürlüğü döneminde hazırlanmış, ancak 1997 yılında basılmıştır.
Mecmuanın yayımlandığı yıllar ve ciltleri şu şekildedir:
I. cilt, Ağustos 1925, İstanbul, 1925.
II. cilt, 1926, İstanbul, 1928.
III. cilt, 1926-1933, İstanbul, 1935.
IV. cilt, 1934, İstanbul, 1934.
V. cilt, 1935, İstanbul, 1936.
VI. cilt 1936-1939, İstanbul, 1939.
VII-VIII. cilt, cüz I, 1940-1942; cüz II, (1943-1945), İstanbul, 1945.
IX. cilt, 1946-1951, İstanbul, 1951.
X. cilt, 1951-1953, İstanbul 1953.
XI. cilt, 1954, İstanbul, 1954.
XII. cilt, 1955, İstanbul, 1955.
XIII. cilt, 1958, İstanbul, 1958.
XIV. cilt, 1964, İstanbul, 1965.
XV. cilt, 1968, İstanbul, 1969.
XVI. cilt, 1971, İstanbul, 1971.
XVII. cilt, 1972, İstanbul, 1972.
XVIII. cilt, 1973-1975, İstanbul, 1976.
XIX. cilt, 1977-1979, İstanbul, 1980.
XX. cilt, 1997, İstanbul, 1997 (iç kapakta 1996)
Mecmua düzenli olarak çıkmadığı gibi, bazı yıllarda mecmua tarihi ile basım tarihi arasında farkların olduğu görülür. Örneğin enstitünün kuruluşunun 70. yılına armağan edilen 20. cildi, 1997 tarihinde yayımlanmıştır. XIX. cilt ile XX. cildin basımı arasında 17 yıllık bir zaman olduğu gibi, XX. cilt iki yıl boyunca basım sırası beklemiştir.
Mecmuanın bazı ciltleri, kimi olaylara ve kişilere ithaf edilmiştir. Bunlar şu şekilde sıralanabilir[18]:
IV. cilt, 18 Ağustos 1934’te Dolmabahçe Sarayı’nda toplanan İkinci Dil Kurultayı’na armağan edilir.
X. cilt, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü ve Mecmuasının kurucusu Prof. Dr. Fuat Köprülü’ye 60. doğum yıldönümü için ithaf edilir.
XV. cilt, yine kurucu Fuat Köprülü’nün hatırasına armağan edilir.
XVII. cilt, Malazgirt Meydan Savaşı’nın 900. yıldönümüne ithaf edilir.
XVIII. cilt, Türkiyat Mecmuası’nın yayın hayatına başlayışının 50. yılına ithaf edilir.
XX. cilt, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nün kuruluşunun 70. yılı dolayısıyla başta kurucu Köprülü olmak üzere vefat etmiş olan mensuplarının hatıralarına ithaf edilir.
Kaynak: Murat Ali Karavelioğlu, Murat Karavelioğlu
0 notes
arcelikderindondurucu · 6 years ago
Text
TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ VE TÜRKİYAT MECMUASI
TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ VE TÜRKİYAT MECMUASI
Doç. Dr. Murat A. Karavelioğlu
İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, 1924 yılında Ord. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü tarafından kurulmuş olup, Türkiye Cumhuriyetinde Bakanlar Kurulu kararı ile kurulan ilk ve tek ilmî enstitüdür.[1] Türklerin yarattığı zengin medeniyeti ve kültürü araştıracak resmî bir kurumun yokluğu fark edilince, Gazi Mustafa Kemal, böyle bir enstitünün kurulabilmesi için çalışmalara başlanmasını istemiştir. Böylelikle, diğer ülkelerde çoktan kurulmuş olan bir merkezin, Türkiye’de de kurulması sağlanır. Bu kurum için, bizzat Atatürk tarafından bir de amblem tespit edilir. Bu amblem, elinde meşale tutan bir bozkurttur. Enstitünün altıncı müdürü olan Ahmet Caferoğlu’na göre, Atatürk’ün ‘bozkurt’ amblemini seçmesinin nedeni, bu sembol ile Türklüğün yeniden doğuşunu kastetmesidir. Meşale ise ilim ateşi olarak değerlendirilmiştir.[2]
Tumblr media
İstanbul Dârülfünûnu Edebiyat Fakültesi’ne bağlı olarak faaliyetine başlayan enstitünün 12 Kasım 1924 tarihli talimatnamesinde, enstitünün Türklükle ilgili ilimlerde araştırma ve yayın yapacağı, bir müdürü, kâtibi, ihtiyaca göre asistan, muhafız ve hademelerinin olacağı belirtilmiş, enstitü tarafından basılacak eserlerin ücretlerinin de Maarif Vekâleti bütçesinden temin edileceği gibi hususlara yer verilmiştir. Bu talimatnamenin altıncı maddesinde enstitünün bir mecmuasının olacağı ve bu mecmuanın basımında Edebiyat Fakültesi mecmuası talimatnamesine uyulacağı belirtilmiştir.[3]
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, ilk olarak İstanbul Üniversitesi Merkez binasının içinde yer alan bugünkü Profesörler Evi’nde faaliyetine başlamıştır. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü için bu kadar gösterişli ve göz önünde olan bir binanın tahsis edilmesi, Atatürk’ün kültür milliyetçiliğinin bir delili olarak görülür.[4] Fakat enstitü hep bu binada kalmaz. 1948 senesinde Edebiyat Fakültesi’nin yanındaki Seyyid Hasan Paşa Medresesi’ne geçen kurum, 1989’da Rektör Cem’i Demiroğlu döneminde Saraçhane Horhor’da müstakil bir binaya taşınır. Enstitü, faaliyetlerine halen bu binada devam etmektedir.
Enstitünün binası gibi ismi de aynı kalmamış, değişmiştir. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü adı ile faaliyete başlayan kurum, 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu ile birlikte Türkiyat Araştırma Merkezi,[5]  16 Ocak 1991’de kabul edilip 24 Ocak 1991 tarihinde Resmi Gazetede yayımlanan 3699 sayılı kanunla da Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü adını almıştır.
Enstitünün müdürlüğünü sırasıyla Ord. Prof. Dr. Mehmed Fuad Köprülü, Ord. Prof. Dr. Reşit Rahmeti Arat, Prof. Dr. İsmail Hikmet Ertaylan, Prof. Dr. Cavit Baysun, Prof. Fahir İz, Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu, Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Prof. Dr. Sadeddin Buluç, Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Prof. Dr. Ali Alparslan, Prof. Dr. Mertol Tulum, Prof. Dr. Kemal Eraslan, Prof. Dr. Mertol Tulum, Prof. Dr. Osman Fikri Sertkaya, Prof. Dr. Musa Duman yapmışlardır. Bugün bu görev, Prof. Dr. Kemal Yavuz tarafından yürütülmektedir.
Faaliyetler
          Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’ne hususi bütçenin verilmesiyle, 1926 tarihinden itibaren ciddi çalışmalar başlatılır, enstitü bünyesinde ilmî bir kadro oluşturulur ve yayın faaliyetine geçilir.[6] Enstitü kütüphanesinin kurulması da bu bağlamda önem taşır. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Kütüphanesinin temellerini atan, Hakas Türklerinden olan Türkolog Nikolay Katanov’un 7325 ciltlik kütüphanesidir. Bu kütüphane 1914’de Rusya’ya giden Sait Halim Paşa veya o tarihlerde hayatta olan Tevfik Paşa tarafından devlet adına satın alınarak İstanbul Darülfünunu’na ve ardından da Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’ne geçmiştir.[7] Necat Birinci’nin Ahmet Caferoğlu’ndan aktardığı bilgiye göre Katanov, bu kitapları Azerbaycan’da kurulacak olan İlimler Akademisinin Türkoloji Bölümü için bir araya getirmiş; fakat ölümü üzerine kitapları eşi tarafından satılmıştır.[8] Katanov’un kütüphanesi o tarihe kadar çıkmış Türkoloji konusundaki bütün Rusça yayınların yanı sıra aynı konuda başka dillerde yazılmış eserleri de kapsamaktadır.[9] Bu haliyle bu koleksiyonun enstitünün kütüphanesine büyük katkı sağladığı şüphesizdir. Bunun dışında Hüseyin Sadettin Arel, Prof. Dr. Hamit Ongunsu, Halid Ziya Uşaklıgil, Sultan Beg, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mehmet Behçet Yazar gibi kimselerin bağışladıkları kitaplar da kütüphanenin gelişmesini sağlamıştır. İlk kurulduğu zaman 7.000 cilt kitaba sahip olan Enstitü Kütüphanesi, 1931 yılında 10.000 ve bu saydığımız bağışlar sonucunda da 50.000 kitaba sahip olmuştur.[10] Fakat enstitü, Seyyid Hasan Paşa Medresesi’nde faaliyet gösterirken, kütüphanedeki kitaplardan bir kısmı, medrese üzerindeki kurşunların kısmen çalınması sebebiyle rutubet alıp zarar görmüştür.[11] Mertol Tulum’un müdürlüğü zamanında tahrip edilmiş kitaplar özenle tamir ettirilmiştir. Kütüphane son yıllarda Prof. Dr. Oktay Aslanapa, Prof. Dr. Osman Nedim Tuna, Prof. Dr. Muharrem Ergin’in bağışlarıyla daha da zenginleşmiştir.[12] Enstitü Kütüphanesi’ndeki yazma eserlerin Mehmet Zeren ve İsmail Güleç tarafından katalogları yapılmıştır. Bu katalogda Prof. Dr. Osman Nedim Tuna tarafından bağışlanan eserler dışında, kütüphanenin bütün yazma eserleri tasnif edilerek listelenmiş ve yazmaların tamamı hakkında geniş bilgi verilmiştir.[13]
Bunlardan başka Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nün kütüphanesinde 2400 civarında doktora ve mezuniyet tezi ile 76 adet disiplin travayı mevcuttur.[14] Bu eserlerin bibliyografyası Kâzım Yetiş’in çalışmaları sonucunda konularına göre tasnif edilerek yazarların soyadlarına göre alfabetik olarak sıralanmıştır.
Enstitü kütüphanesinde şu an 7359 kitap ve derlemenin olduğu Katanov kitapları, 2557 tez ve 9671 bağış kitap bulunmaktadır.[15]
Enstitünün kendi bünyesinde yayımladığı eserler de vardır. Bunlardan ilki, 1927 senesinde Barthold’un Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler adlı eseridir. Enstitü daha sonra Kilisli Rifat’ın Maniler’ini (1928), Aziz bin Erdeşir Esterâbâdî’nin Bezm ü Rezm’ini (nşr. Kilisli Rifat, 1928), Gibbons’un Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu’nu (trc. Ragıb Hulusi, 1928), Hasluck’un Bektaşilik Tedkikleri’ni (trc. Ragıb Hulusi, 1928), müellifi meçhul El-kavâninü’l-külliyye li-zabti’l-Türkiyye isimli eseri (nşr. Kilisli Rifat, 1928), Köprülüzade M. Fuad’ın Milli Edebiyat Cereyanının İlk Mübeşşirleri ve Divan-ı Türkî-i Basit (1928), Erzurumlu Emrah (1929), Gevherî (1929), Influence du Chamanisme Turco Mongol Sur Les Ordres Mystiques Musulmans (1929), Pir Sultan Abdal (1929), Kayıkçı Kul Mustafa ve Genç Osman Hikâyesi (1930), On Altıncı Asır Sonuna Kadar Türk Saz Şairleri (1930), Türk Halk Edebiyatı Ansiklopedisi I (1935) adlı eserlerini, Barthold’un Uluğ Bey ve Zamanı’nı (1930), Hamilton A. R. Gibb’in, Orta Asya’da Arab Fütuhatı’nı (trc. M. Hakkı,1930), Ahmet Refik’in Anadolu Türk Aşiretleri (1930) ve Osmanlı Devrinde Türk Madenleri (1931) adlı eserlerini, Max Silberschmidt’in Venedik Membalarına Nazaran Şark Meselesi’ni (trc. Ahmed Celâl, 1930), Pertev Nailî’nin Köroğlu Destanı’nı (1931), Abdülbâki (Gölpınarlı)’nın Melâmîlik ve Melâmîler’ini (1931), Abû Hayyân’ın Kitâb al-idrâk li-lisân al-Atrâk’ini (nşr. Ahmet Caferoğlu, 1931), Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası I-II’yi (1931-1939), Ahmet Caferoğlu’nun Uygur Sözlüğü I-III’ü (1934, 1937, 1938), Ömer Lutfi Barkan’ın Osmanlı İmparatorluğunda Ziraî Ekonominin Hukukî ve Malî Esasları-Kanunlar c. I (1945) adlı eserini ve Osman F. Sertkaya, Yıldız Kocasavaş, Erol Çetin ve Yavuz Tiryaki’nin birlikte hazırladıkları Balkanlarda Türk Mührü (1998) adlı kitabı yayımlamıştır. Bunların dışında Türkiyat Mecmuası, enstitünün süreli yayını olarak yayımlanmıştır. Kilisli Rifat, Ragıp Hulusi, Ahmet Caferoğlu, M. Hakkı, Ahmet Cemal ve Akdes Nimet de tercüme ettikleri eserlerle bu yayın faaliyetinin içinde yer almışlardır.
1950’lerden sonra enstitünün yayın faaliyetlerinde gerileme görülür. Bunun sebebi olarak, Atatürk’ün ölümünden sonra konuya kayıtsızlık gösterilmesi ve maddî desteğin esirgenmesi gösterilmektedir.[16]
Yayın faaliyetinin düştüğü dönemlerde, enstitüde farklı bir faaliyet kendini gösterir. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü millî ve milletler arası pek çok kongreye ev sahipliği yapmaya başlar. Millî kongreler 1978’den itibaren 1979, 1980, 1981, 1983, 1984, 1986, 1987 yıllarında; milletler arası kongreler ise 1973, 1976, 1979, 1982, 1985, 1988 yıllarında yani üç yılda bir yapılmıştır. 1973-1988 arasında yapılan bu kongrelerde Türk kültürü, tarihi, dili, edebiyatı, sanatı gibi konularda tebliğler sunulmuştur. Yerli ve yabancı araştırmacıların sundukları bu tebliğler, alanlarına büyük katkı sağlamıştır. Bulgaristan’da yok edilmek ve yok sayılmak istenen Türk varlığı ile ilgili birçok bildiri metni bizzat Bulgar Türkologlar tarafından bu kongrelerde sunulmuştur.[17]
          1988 yılından itibaren ise Türkiye ile SSCB arasında yapılan mutabakat çerçevesinde Türkoloji Kolokyumları düzenlenmeye başlanmıştır. 1988-1992 yılları arasında her yıl düzenli olarak yapılan bu kolokyumlarda sunulan bildiriler ayrıca Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten’de yayımlanmıştır.
          Enstitüde, bunların dışında 28 Mayıs 1997’de Fatih Sultan Mehmed Han ve İstanbul’un Fethi, 25 Aralık 1997’de Seyyid Mehemmed Hüseyin Behçet Tebrîzî Şehriyâr’ın doğumunun 90. Yıldönümü Anma Toplantısı, 17 Nisan 1998’de 100. Doğum Yılı Dolayısıyla Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu’nu Anma Toplantısı yapılmış, ayrıca 1997, 1998 yıllarında IX. ve X. Milli Türkoloji Kongreleri, yine 1998’de II. Milletler Arası Dede Korkut Kolokyumu, 1999’da VII. Milletler Arası Türkoloji Kongresi, 2000’de İkinci Milletler Arası Göktürk Anıt ve Yazıtları Kolokyumu, 2002’de Doğumunun 140. Ölümünün 80. Yıl dönümü Dolayısıyla Nikolay Fedoroviç KATANOV Konferansları, 2004’te Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nün Kuruluşunun 80. Yıl Dönümü Töreni, 2005’de Tataristan’da Türk-Tatar Kültür İlişkileri Konferansı, 2006’da Cengiz Han ve Oğullarının İcraatlarının Türk Dünyasındaki Akisleri Konferansı, 2009’da İ.Ü. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü ve Türk Dil Kurumu ile birlikte Doğumunun 990. Yılında Yusuf Has Hacib ve Eseri Kutadgu Bilig Uluslararası Sempozyumu, 2011’de Vefatının 25. Yılında Prof. Dr. Mehmet Kaplan'ı Anma Toplantısı gibi faaliyetler düzenlenmiştir.
Türkiyat Mecmuası
Enstitünün süreli yayınlarına baktığımızda ise, Türkiyat Mecmuası ile Türk Hukuk ve İktisat Mecmuası’nı görürüz. Türk Hukuk ve İktisat Mecmuası yalnızca iki cilt yayımlanabilmiştir. Bunlardan ilki 1931, ikincisi de 1939 yılında Köprülüzade Mehmet Fuad’ın müdürlüğü döneminde çıkmıştır.
Türkiyat Mecmuası ise 1925’ten 1997’ye kadar 20 cilt olmak üzere yayımlanmıştır. Mecmuanın ilk iki cildi Arap harfleriyle, diğer ciltleri ise Latin harfleriyle basılmıştır. İlk altı cilt, Köprülüzade Mehmed Fuad’ın müdürlüğünde, VII-VIII. cilt Reşit Rahmeti Arat’ın, IX-XIII. ciltler Cavid Baysun’un, XIV. cilt Fahir İz’in, XV-XVII. ciltler Ahmet Caferoğlu’nun, XVIII. cilt Mehmet Kaplan’ın, XIX. cilt Sadeddin Buluç’un ve son olarak XX. cilt de Kemal Eraslan’ın müdürlüğü döneminde hazırlanmış, ancak 1997 yılında basılmıştır.
Mecmuanın yayımlandığı yıllar ve ciltleri şu şekildedir:
I. cilt, Ağustos 1925, İstanbul, 1925.
II. cilt, 1926, İstanbul, 1928.
III. cilt, 1926-1933, İstanbul, 1935.
IV. cilt, 1934, İstanbul, 1934.
V. cilt, 1935, İstanbul, 1936.
VI. cilt 1936-1939, İstanbul, 1939.
VII-VIII. cilt, cüz I, 1940-1942; cüz II, (1943-1945), İstanbul, 1945.
IX. cilt, 1946-1951, İstanbul, 1951.
X. cilt, 1951-1953, İstanbul 1953.
XI. cilt, 1954, İstanbul, 1954.
XII. cilt, 1955, İstanbul, 1955.
XIII. cilt, 1958, İstanbul, 1958.
XIV. cilt, 1964, İstanbul, 1965.
XV. cilt, 1968, İstanbul, 1969.
XVI. cilt, 1971, İstanbul, 1971.
XVII. cilt, 1972, İstanbul, 1972.
XVIII. cilt, 1973-1975, İstanbul, 1976.
XIX. cilt, 1977-1979, İstanbul, 1980.
XX. cilt, 1997, İstanbul, 1997 (iç kapakta 1996)
Mecmua düzenli olarak çıkmadığı gibi, bazı yıllarda mecmua tarihi ile basım tarihi arasında farkların olduğu görülür. Örneğin enstitünün kuruluşunun 70. yılına armağan edilen 20. cildi, 1997 tarihinde yayımlanmıştır. XIX. cilt ile XX. cildin basımı arasında 17 yıllık bir zaman olduğu gibi, XX. cilt iki yıl boyunca basım sırası beklemiştir.
Mecmuanın bazı ciltleri, kimi olaylara ve kişilere ithaf edilmiştir. Bunlar şu şekilde sıralanabilir[18]:
IV. cilt, 18 Ağustos 1934’te Dolmabahçe Sarayı’nda toplanan İkinci Dil Kurultayı’na armağan edilir.
X. cilt, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü ve Mecmuasının kurucusu Prof. Dr. Fuat Köprülü’ye 60. doğum yıldönümü için ithaf edilir.
XV. cilt, yine kurucu Fuat Köprülü’nün hatırasına armağan edilir.
XVII. cilt, Malazgirt Meydan Savaşı’nın 900. yıldönümüne ithaf edilir.
XVIII. cilt, Türkiyat Mecmuası’nın yayın hayatına başlayışının 50. yılına ithaf edilir.
XX. cilt, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nün kuruluşunun 70. yılı dolayısıyla başta kurucu Köprülü olmak üzere vefat etmiş olan mensuplarının hatıralarına ithaf edilir.
Kaynak: Murat Ali Karavelioğlu, Murat Karavelioğlu
0 notes
arapalfabesiogren · 6 years ago
Text
TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ VE TÜRKİYAT MECMUASI
TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ VE TÜRKİYAT MECMUASI
Doç. Dr. Murat A. Karavelioğlu
İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, 1924 yılında Ord. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü tarafından kurulmuş olup, Türkiye Cumhuriyetinde Bakanlar Kurulu kararı ile kurulan ilk ve tek ilmî enstitüdür.[1] Türklerin yarattığı zengin medeniyeti ve kültürü araştıracak resmî bir kurumun yokluğu fark edilince, Gazi Mustafa Kemal, böyle bir enstitünün kurulabilmesi için çalışmalara başlanmasını istemiştir. Böylelikle, diğer ülkelerde çoktan kurulmuş olan bir merkezin, Türkiye’de de kurulması sağlanır. Bu kurum için, bizzat Atatürk tarafından bir de amblem tespit edilir. Bu amblem, elinde meşale tutan bir bozkurttur. Enstitünün altıncı müdürü olan Ahmet Caferoğlu’na göre, Atatürk’ün ‘bozkurt’ amblemini seçmesinin nedeni, bu sembol ile Türklüğün yeniden doğuşunu kastetmesidir. Meşale ise ilim ateşi olarak değerlendirilmiştir.[2]
İstanbul Dârülfünûnu Edebiyat Fakültesi’ne bağlı olarak faaliyetine başlayan enstitünün 12 Kasım 1924 tarihli talimatnamesinde, enstitünün Türklükle ilgili ilimlerde araştırma ve yayın yapacağı, bir müdürü, kâtibi, ihtiyaca göre asistan, muhafız ve hademelerinin olacağı belirtilmiş, enstitü tarafından basılacak eserlerin ücretlerinin de Maarif Vekâleti bütçesinden temin edileceği gibi hususlara yer verilmiştir. Bu talimatnamenin altıncı maddesinde enstitünün bir mecmuasının olacağı ve bu mecmuanın basımında Edebiyat Fakültesi mecmuası talimatnamesine uyulacağı belirtilmiştir.[3]
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, ilk olarak İstanbul Üniversitesi Merkez binasının içinde yer alan bugünkü Profesörler Evi’nde faaliyetine başlamıştır. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü için bu kadar gösterişli ve göz önünde olan bir binanın tahsis edilmesi, Atatürk’ün kültür milliyetçiliğinin bir delili olarak görülür.[4] Fakat enstitü hep bu binada kalmaz. 1948 senesinde Edebiyat Fakültesi’nin yanındaki Seyyid Hasan Paşa Medresesi’ne geçen kurum, 1989’da Rektör Cem’i Demiroğlu döneminde Saraçhane Horhor’da müstakil bir binaya taşınır. Enstitü, faaliyetlerine halen bu binada devam etmektedir.
Enstitünün binası gibi ismi de aynı kalmamış, değişmiştir. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü adı ile faaliyete başlayan kurum, 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu ile birlikte Türkiyat Araştırma Merkezi,[5]  16 Ocak 1991’de kabul edilip 24 Ocak 1991 tarihinde Resmi Gazetede yayımlanan 3699 sayılı kanunla da Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü adını almıştır.
Enstitünün müdürlüğünü sırasıyla Ord. Prof. Dr. Mehmed Fuad Köprülü, Ord. Prof. Dr. Reşit Rahmeti Arat, Prof. Dr. İsmail Hikmet Ertaylan, Prof. Dr. Cavit Baysun, Prof. Fahir İz, Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu, Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Prof. Dr. Sadeddin Buluç, Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Prof. Dr. Ali Alparslan, Prof. Dr. Mertol Tulum, Prof. Dr. Kemal Eraslan, Prof. Dr. Mertol Tulum, Prof. Dr. Osman Fikri Sertkaya, Prof. Dr. Musa Duman yapmışlardır. Bugün bu görev, Prof. Dr. Kemal Yavuz tarafından yürütülmektedir.
Faaliyetler
           Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’ne hususi bütçenin verilmesiyle, 1926 tarihinden itibaren ciddi çalışmalar başlatılır, enstitü bünyesinde ilmî bir kadro oluşturulur ve yayın faaliyetine geçilir.[6] Enstitü kütüphanesinin kurulması da bu bağlamda önem taşır. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Kütüphanesinin temellerini atan, Hakas Türklerinden olan Türkolog Nikolay Katanov’un 7325 ciltlik kütüphanesidir. Bu kütüphane 1914’de Rusya’ya giden Sait Halim Paşa veya o tarihlerde hayatta olan Tevfik Paşa tarafından devlet adına satın alınarak İstanbul Darülfünunu’na ve ardından da Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’ne geçmiştir.[7] Necat Birinci’nin Ahmet Caferoğlu’ndan aktardığı bilgiye göre Katanov, bu kitapları Azerbaycan’da kurulacak olan İlimler Akademisinin Türkoloji Bölümü için bir araya getirmiş; fakat ölümü üzerine kitapları eşi tarafından satılmıştır.[8] Katanov’un kütüphanesi o tarihe kadar çıkm��ş Türkoloji konusundaki bütün Rusça yayınların yanı sıra aynı konuda başka dillerde yazılmış eserleri de kapsamaktadır.[9] Bu haliyle bu koleksiyonun enstitünün kütüphanesine büyük katkı sağladığı şüphesizdir. Bunun dışında Hüseyin Sadettin Arel, Prof. Dr. Hamit Ongunsu, Halid Ziya Uşaklıgil, Sultan Beg, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mehmet Behçet Yazar gibi kimselerin bağışladıkları kitaplar da kütüphanenin gelişmesini sağlamıştır. İlk kurulduğu zaman 7.000 cilt kitaba sahip olan Enstitü Kütüphanesi, 1931 yılında 10.000 ve bu saydığımız bağışlar sonucunda da 50.000 kitaba sahip olmuştur.[10] Fakat enstitü, Seyyid Hasan Paşa Medresesi’nde faaliyet gösterirken, kütüphanedeki kitaplardan bir kısmı, medrese üzerindeki kurşunların kısmen çalınması sebebiyle rutubet alıp zarar görmüştür.[11] Mertol Tulum’un müdürlüğü zamanında tahrip edilmiş kitaplar özenle tamir ettirilmiştir. Kütüphane son yıllarda Prof. Dr. Oktay Aslanapa, Prof. Dr. Osman Nedim Tuna, Prof. Dr. Muharrem Ergin’in bağışlarıyla daha da zenginleşmiştir.[12] Enstitü Kütüphanesi’ndeki yazma eserlerin Mehmet Zeren ve İsmail Güleç tarafından katalogları yapılmıştır. Bu katalogda Prof. Dr. Osman Nedim Tuna tarafından bağışlanan eserler dışında, kütüphanenin bütün yazma eserleri tasnif edilerek listelenmiş ve yazmaların tamamı hakkında geniş bilgi verilmiştir.[13]
Bunlardan başka Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nün kütüphanesinde 2400 civarında doktora ve mezuniyet tezi ile 76 adet disiplin travayı mevcuttur.[14] Bu eserlerin bibliyografyası Kâzım Yetiş’in çalışmaları sonucunda konularına göre tasnif edilerek yazarların soyadlarına göre alfabetik olarak sıralanmıştır.
Enstitü kütüphanesinde şu an 7359 kitap ve derlemenin olduğu Katanov kitapları, 2557 tez ve 9671 bağış kitap bulunmaktadır.[15]
Enstitünün kendi bünyesinde yayımladığı eserler de vardır. Bunlardan ilki, 1927 senesinde Barthold’un Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler adlı eseridir. Enstitü daha sonra Kilisli Rifat’ın Maniler’ini (1928), Aziz bin Erdeşir Esterâbâdî’nin Bezm ü Rezm’ini (nşr. Kilisli Rifat, 1928), Gibbons’un Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu’nu (trc. Ragıb Hulusi, 1928), Hasluck’un Bektaşilik Tedkikleri’ni (trc. Ragıb Hulusi, 1928), müellifi meçhul El-kavâninü’l-külliyye li-zabti’l-Türkiyye isimli eseri (nşr. Kilisli Rifat, 1928), Köprülüzade M. Fuad’ın Milli Edebiyat Cereyanının İlk Mübeşşirleri ve Divan-ı Türkî-i Basit (1928), Erzurumlu Emrah (1929), Gevherî (1929), Influence du Chamanisme Turco Mongol Sur Les Ordres Mystiques Musulmans (1929), Pir Sultan Abdal (1929), Kayıkçı Kul Mustafa ve Genç Osman Hikâyesi (1930), On Altıncı Asır Sonuna Kadar Türk Saz Şairleri (1930), Türk Halk Edebiyatı Ansiklopedisi I (1935) adlı eserlerini, Barthold’un Uluğ Bey ve Zamanı’nı (1930), Hamilton A. R. Gibb’in, Orta Asya’da Arab Fütuhatı’nı (trc. M. Hakkı,1930), Ahmet Refik’in Anadolu Türk Aşiretleri (1930) ve Osmanlı Devrinde Türk Madenleri (1931) adlı eserlerini, Max Silberschmidt’in Venedik Membalarına Nazaran Şark Meselesi’ni (trc. Ahmed Celâl, 1930), Pertev Nailî’nin Köroğlu Destanı’nı (1931), Abdülbâki (Gölpınarlı)’nın Melâmîlik ve Melâmîler’ini (1931), Abû Hayyân’ın Kitâb al-idrâk li-lisân al-Atrâk’ini (nşr. Ahmet Caferoğlu, 1931), Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası I-II’yi (1931-1939), Ahmet Caferoğlu’nun Uygur Sözlüğü I-III’ü (1934, 1937, 1938), Ömer Lutfi Barkan’ın Osmanlı İmparatorluğunda Ziraî Ekonominin Hukukî ve Malî Esasları-Kanunlar c. I (1945) adlı eserini ve Osman F. Sertkaya, Yıldız Kocasavaş, Erol Çetin ve Yavuz Tiryaki’nin birlikte hazırladıkları Balkanlarda Türk Mührü (1998) adlı kitabı yayımlamıştır. Bunların dışında Türkiyat Mecmuası, enstitünün süreli yayını olarak yayımlanmıştır. Kilisli Rifat, Ragıp Hulusi, Ahmet Caferoğlu, M. Hakkı, Ahmet Cemal ve Akdes Nimet de tercüme ettikleri eserlerle bu yayın faaliyetinin içinde yer almışlardır.
1950’lerden sonra enstitünün yayın faaliyetlerinde gerileme görülür. Bunun sebebi olarak, Atatürk’ün ölümünden sonra konuya kayıtsızlık gösterilmesi ve maddî desteğin esirgenmesi gösterilmektedir.[16]
Yayın faaliyetinin düştüğü dönemlerde, enstitüde farklı bir faaliyet kendini gösterir. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü millî ve milletler arası pek çok kongreye ev sahipliği yapmaya başlar. Millî kongreler 1978’den itibaren 1979, 1980, 1981, 1983, 1984, 1986, 1987 yıllarında; milletler arası kongreler ise 1973, 1976, 1979, 1982, 1985, 1988 yıllarında yani üç yılda bir yapılmıştır. 1973-1988 arasında yapılan bu kongrelerde Türk kültürü, tarihi, dili, edebiyatı, sanatı gibi konularda tebliğler sunulmuştur. Yerli ve yabancı araştırmacıların sundukları bu tebliğler, alanlarına büyük katkı sağlamıştır. Bulgaristan’da yok edilmek ve yok sayılmak istenen Türk varlığı ile ilgili birçok bildiri metni bizzat Bulgar Türkologlar tarafından bu kongrelerde sunulmuştur.[17]
           1988 yılından itibaren ise Türkiye ile SSCB arasında yapılan mutabakat çerçevesinde Türkoloji Kolokyumları düzenlenmeye başlanmıştır. 1988-1992 yılları arasında her yıl düzenli olarak yapılan bu kolokyumlarda sunulan bildiriler ayrıca Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten’de yayımlanmıştır.
           Enstitüde, bunların dışında 28 Mayıs 1997’de Fatih Sultan Mehmed Han ve İstanbul’un Fethi, 25 Aralık 1997’de Seyyid Mehemmed Hüseyin Behçet Tebrîzî Şehriyâr’ın doğumunun 90. Yıldönümü Anma Toplantısı, 17 Nisan 1998’de 100. Doğum Yılı Dolayısıyla Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu’nu Anma Toplantısı yapılmış, ayrıca 1997, 1998 yıllarında IX. ve X. Milli Türkoloji Kongreleri, yine 1998’de II. Milletler Arası Dede Korkut Kolokyumu, 1999’da VII. Milletler Arası Türkoloji Kongresi, 2000’de İkinci Milletler Arası Göktürk Anıt ve Yazıtları Kolokyumu, 2002’de Doğumunun 140. Ölümünün 80. Yıl dönümü Dolayısıyla Nikolay Fedoroviç KATANOV Konferansları, 2004’te Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nün Kuruluşunun 80. Yıl Dönümü Töreni, 2005’de Tataristan’da Türk-Tatar Kültür İlişkileri Konferansı, 2006’da Cengiz Han ve Oğullarının İcraatlarının Türk Dünyasındaki Akisleri Konferansı, 2009’da İ.Ü. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü ve Türk Dil Kurumu ile birlikte Doğumunun 990. Yılında Yusuf Has Hacib ve Eseri Kutadgu Bilig Uluslararası Sempozyumu, 2011’de Vefatının 25. Yılında Prof. Dr. Mehmet Kaplan'ı Anma Toplantısı gibi faaliyetler düzenlenmiştir.
Tumblr media
Türkiyat Mecmuası
Enstitünün süreli yayınlarına baktığımızda ise, Türkiyat Mecmuası ile Türk Hukuk ve İktisat Mecmuası’nı görürüz. Türk Hukuk ve İktisat Mecmuası yalnızca iki cilt yayımlanabilmiştir. Bunlardan ilki 1931, ikincisi de 1939 yılında Köprülüzade Mehmet Fuad’ın müdürlüğü döneminde çıkmıştır.
Türkiyat Mecmuası ise 1925’ten 1997’ye kadar 20 cilt olmak üzere yayımlanmıştır. Mecmuanın ilk iki cildi Arap harfleriyle, diğer ciltleri ise Latin harfleriyle basılmıştır. İlk altı cilt, Köprülüzade Mehmed Fuad’ın müdürlüğünde, VII-VIII. cilt Reşit Rahmeti Arat’ın, IX-XIII. ciltler Cavid Baysun’un, XIV. cilt Fahir İz’in, XV-XVII. ciltler Ahmet Caferoğlu’nun, XVIII. cilt Mehmet Kaplan’ın, XIX. cilt Sadeddin Buluç’un ve son olarak XX. cilt de Kemal Eraslan’ın müdürlüğü döneminde hazırlanmış, ancak 1997 yılında basılmıştır.
Mecmuanın yayımlandığı yıllar ve ciltleri şu şekildedir:
I. cilt, Ağustos 1925, İstanbul, 1925.
II. cilt, 1926, İstanbul, 1928.
III. cilt, 1926-1933, İstanbul, 1935.
IV. cilt, 1934, İstanbul, 1934.
V. cilt, 1935, İstanbul, 1936.
VI. cilt 1936-1939, İstanbul, 1939.
VII-VIII. cilt, cüz I, 1940-1942; cüz II, (1943-1945), İstanbul, 1945.
IX. cilt, 1946-1951, İstanbul, 1951.
X. cilt, 1951-1953, İstanbul 1953.
XI. cilt, 1954, İstanbul, 1954.
XII. cilt, 1955, İstanbul, 1955.
XIII. cilt, 1958, İstanbul, 1958.
XIV. cilt, 1964, İstanbul, 1965.
XV. cilt, 1968, İstanbul, 1969.
XVI. cilt, 1971, İstanbul, 1971.
XVII. cilt, 1972, İstanbul, 1972.
XVIII. cilt, 1973-1975, İstanbul, 1976.
XIX. cilt, 1977-1979, İstanbul, 1980.
XX. cilt, 1997, İstanbul, 1997 (iç kapakta 1996)
Mecmua düzenli olarak çıkmadığı gibi, bazı yıllarda mecmua tarihi ile basım tarihi arasında farkların olduğu görülür. Örneğin enstitünün kuruluşunun 70. yılına armağan edilen 20. cildi, 1997 tarihinde yayımlanmıştır. XIX. cilt ile XX. cildin basımı arasında 17 yıllık bir zaman olduğu gibi, XX. cilt iki yıl boyunca basım sırası beklemiştir.
Mecmuanın bazı ciltleri, kimi olaylara ve kişilere ithaf edilmiştir. Bunlar şu şekilde sıralanabilir[18]:
IV. cilt, 18 Ağustos 1934’te Dolmabahçe Sarayı’nda toplanan İkinci Dil Kurultayı’na armağan edilir.
X. cilt, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü ve Mecmuasının kurucusu Prof. Dr. Fuat Köprülü’ye 60. doğum yıldönümü için ithaf edilir.
XV. cilt, yine kurucu Fuat Köprülü’nün hatırasına armağan edilir.
XVII. cilt, Malazgirt Meydan Savaşı’nın 900. yıldönümüne ithaf edilir.
XVIII. cilt, Türkiyat Mecmuası’nın yayın hayatına başlayışının 50. yılına ithaf edilir.
XX. cilt, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nün kuruluşunun 70. yılı dolayısıyla başta kurucu Köprülü olmak üzere vefat etmiş olan mensuplarının hatıralarına ithaf edilir.
Kaynak: Murat Ali Karavelioğlu, Murat Karavelioğlu
0 notes
kentdenizlicom-blog · 6 years ago
Photo
Tumblr media
KentDenizli.com sizler için yeni bir haber hazırladı: https://www.kentdenizli.com/baskan-erdogan-tugiad-yonetimini-kabul-etti.html
Başkan Erdoğan, TÜGİAD Yönetimini Kabul Etti:
Denizli Ticaret Odası (DTO) Yönetim Kurulu Başkanı Uğur Erdoğan, Türkiye Genç İş Adamları Derneği (TÜGİAD) Yönetim Kurulu’nu kabul etti. Başkan Erdoğan, konuklarına “Ticaret sadece kazanç değildir; aynı zamanda dostluktur… Biz de bu düşünceyle, her hafta üyelerimizi ziyaret ediyoruz. Onlarla birebir irtibat kurarak, odamızla ilişkilerini ve üyelerimiz arasındaki dostlukları artırmaya çalışıyoruz.” dedi.
Denizli Ticaret Odası’nı ziyaret eden TÜGİAD Başkanı Ali Yücelen ile yönetim kurulu üyeleri; DTO Başkanı Uğur Erdoğan, Başkan Yardımcısı Melek Sözkesen ve Hasan Aracı’nın yanı sıra DTO yönetim kurulu üyeleri Ferruh Dalkılınç, Hikmet Alpaslan, Kemal Tuncer, Ramazan Çelikkol ve DTO Genel Sekreteri Ali Rıza Tekin ile bir araya geldi.
TÜGİAD yönetimi ile toplanmaktan duydukları memnuniyeti dile getiren Başkan Erdoğan, konuklarını Denizli Ticaret Odası ve çalışmaları hakkında bilgilendirdi. Erdoğan, “Bizim varoluş nedenimiz, üyelerimizdir… Onların belirlemiş olduğu çizgide hareket ederiz. Üyelerimizin bize yöneltecekleri her türlü söylemi talimat kabul eder ve ona göre yol haritamızı çizeriz. Bu kapsamda, seçildiğimiz günden bu yana hep sahadayız. En büyük özelliğimiz, her hafta esnaf ziyareti yapmamız. Sanayicimizden en küçük esnafımıza kadar üyelerimizi işyerlerinde ziyaret ediyoruz. Odamızda eskiden görev alan duayenlerimizi de evinde veya iş yerinde buluyor, ihmal etmiyoruz. İnsanlara, dokunmak lazım. Ticaret sadece para kazanma değildir; ilişki ve dostluk ortamının da kurulması ve artırılmasıdır.” dedi.
  BAŞKAN ERDOĞAN: “ÜYELERİMİZİ FUARLARA GÖNDERİYORUZ”
imkanlar dahilinde her önemli organizasyonda yurt içi ve yurt dışındaki fuarlara gönderdiklerini de ifade eden Erdoğan, “Sektörlerimizden gelen talepler doğrultusunda, fuar organizasyonları düzenliyoruz. Bu sadece yurt içi ile sınırlı değil; yurt dışındaki fuarları da önemsiyoruz. Fuarlarda yapılacak bir anlaşmaları, ülkemiz ekonomisine katkı olarak görüyor ve gerekli desteği sağlıyoruz. Üyelerimizin, yurt içi ve yurt dışı ile ilgili girişimlerini üretime ve kazanca dönüştürmelerinde her türlü katkıyı sağlamaya her daim hazırız.” diye konuştu.
  YÜCELEN: “ÜYELERİMİZİN 100 MİLYAR DOLARLIK TİCARET HACMİ VAR”
Derneklerinin 1986’da Turgut Özal’ın girişimleriyle kurulduğunu anlatan TÜGİAD Yönetim Kurulu Başkanı Ali Yücelen ise, “Biz de hep işimizle ilgili konuşur ve ilgili aktiviteler yapmaya çalışırız. TÜGİAD’ın, Türkiye ticaretinde büyük bir yeri vardır. Üyelerimizin, 16 milyar Dolar’lık ihracat hacmi, 100 milyar Dolar da ticaret hacmi bulunuyor. 450 bin kişiye istihdam sağlıyorlar. Yeni üyelerimizi, girişimcilerden seçmeye çalışıyoruz. Merkezi İstanbul olan derneğimizin, Ankara, Bursa, Çukurova ve Ege şubeleri de faal. Nicelikten çok niteliğe önem veriyoruz. Başka yerlerde de potansiyel oluşursa, büyümememizin hiçbir sebebi yok! Yurt dışında da birçok noktada, fonların ve girişimlerin olduğu yerlerde gönüllü temsilcilerimiz görev yapıyor. Türkiye’nin iş potansiyeli olan Newyork, Londra, Brüksel, Romanya, Selanik, Milano ve Kanada’da temsilciliklerimizi kurup, o arkadaşlarımızı faal hale getirmeye çalışıyoruz.” dedi.
  SÖZKESEN: “BİRLİKTE DAHA GÜZEL İŞLERE İMZA ATABİLİRİZ”
Kısa bir konuşmayla konuklarına “Hoş geldiniz” diyen ve Denizli’de görmekten kaynaklanan mutluluklarını aktaran DTO Başkan Yardımcısı Melek Sözkesen, TÜGİAD üyeleriyle bölgede iş birliğini önemsediklerini, birlikte ülke için daha fazla katma değer oluşturulacağına inandıklarını vurguladı.
TÜGİAD ve DTO yönetim kurulu üyelerinin kendi sektörleri ile çalışmaları hakkında bilgi paylaşımında ve fikir alışverişinde bulunduğu görüşmede, TÜGİAD Gelecek Dönem Başkanı ve Başkanvekili Ali Rıza Şohoğlu, Sicil Disiplin Kurulu Başkanı Ali Güven, Genel Sekreteri Başak İlisulu ile yönetim kurulu üyeleri Enis Tahsildaroğlu, Barış Tekin, Burçin Önal, Berkay Altunbay, Engin Korkmaz, Murat İsen ve Nilüfer Çevikel ile TÜGİAD Sicil Disiplin Kurulu Üyesi Denizlili iş adamı Mustafa Kemal Sözkesen de yer aldı.
DENİZLİ HOROZU İLE UĞURLADI
Denizli, ekonomisi, ticari hayatı ve Ticaret Odası ve çalışmalarıyla ilgili bilgilendirdiği, her iki yönetim kurulu üyelerinin kendilerini tanıttığı buluşmanın sonunda, Başkan Erdoğan, TÜGİAD Başkanı Yücelen ile yönetim kurulu üyelerini, günün anısına hediye ettiği şehrin ortak markası olarak bilinen Denizli Horozu biblosuyla uğurladı.
0 notes
serguzest · 7 years ago
Text
Dada
Selçuk'un canı çok sıkılıyordu. Ne politik gündem, ne insanlığın sorunları, ne de savaşlar onu pek ilgilendirmiyordu. Film izleyerek, bilgisayar oyunu oynayarak ve roman okuyarak geçiyordu günleri. Tuhaf zombi filmleri, bestseller romanlar… Bunlara merak salmasının tek nedeni can sıkıntısıydı. Bir işi yoktu, yalnız yaşıyordu ve o dönemde, biriktirdiği paraları yiyerek yaşamını sürdürüyordu. Sakalını kesmeyi bıraktı. Evi bok götürüyordu. Sabah kahvaltı yaptıktan sonra ilk iş olarak bilgisayarda bir dizi izliyor, sonra oyun oynuyordu. Bütün günü böyle geçiyordu. Bir akşam, yine epey sıkılmışken, internette bir makale gördü.Yazıda, dadaizm adı verilen sanat akımı anlatılıyordu. Dadaistler her şeyin kökeninde tesadüf olduğunu, hayatın anlamsızlığını savunuyordu. Savaş döneminde ortaya çıkmıştı bu dadaistler. Bir şapkanın içine, üzerine çeşitli kelimeler yazılmış bir sürü kağıt dolduruyor, sonra şapkadan bu kelimeleri çekiyor, çıkan kelimeleri yan yana getirerek şiirler yazıyorlardı. O an, Selçuk'un aklına bir fikir geldi. Kitaplıktan Türkçe Sözlük'ü aldı, kitabı açarak elini rastgele bir sayfaya koydu: ‘kabarcık’ kelimesi çıktı. Sonra bir kelime daha buldu: 'ders almak’. Bu işlemi defalarca tekrarladı, çıkan kelimeleri deftere yazdı. Sonunda şu dizeleri ortaya çıkardı:
“kabarcıktan ders al
belge diyor tan ağardı
büroda maddeci bir halife
tahtına yanlamasına oturmuş
sonra vurucu güç
pergel, ikiz kenarı ebeledi
beleşçi komedyen
astığı astık, kestiği kestik
macera eyleme geçmektir
celallendi şahbaz
figüran yaltaklıkla noktaladı
tevhit paldır küldür
makyaj süren kafile duyar
ara bozanın başı döner”
Bu iş onu epey eğlendirdi. Bu şekilde, bir sürü şiir yazdı. Yüklemlerin sonuna ekler yerleştiriyordu, fiili istediği zamanda çekebiliyordu. Sırf eğlenmek için, bu şiirler arasından ona en iyi geleni bir edebiyat dergisinin mail adresine gönderdi. Birkaç gün sonra, dergiden yanıt geldi, şiiri beğendiklerini ve yayınlayacaklarını söylediler. Selçuk şaşırmıştı. Gönderdiği şeyin şiir olup olmadığından bile emin değildi. Yeni tesadüfi şiirler de yazdı. Bunların bir kısmını, başka dergilere gönderdi. Bu şiirler arasından da yayınlananlar oldu. İşte Selçuk'un edebiyat dünyasına katılması, bu şekilde oldu. Bunu kutlamak için arkadaşlarıyla buluştu, yayınlanan şiirlerini twitter'da paylaştı. Sosyal medya sayesinde, şiir gönderdiği dergileri çıkaran insanlarla tanıştı, onlarla buluştu, sohbet etti. İnsanlar şiirlerini tuhaf ve avantgarde buluyordu. Bu iyi bir şeydi herhalde. O artık, genç yetenekti. Şiir okuma günlerine katılıyor, edebiyatçı taifesiyle rakı içiyordu. Günün birinde, hiç beklemediği bir şey oldu. Ünlü edebiyat adamı ve eleştirmen Hikmet Dağcı, onun dergide yayınlanan şiirlerinden biri hakkında bir makale kaleme aldı. Yazıyı, şiirini yayınlayan dergilerden birinde gördü. Hayat, hikayelerden daha ilginçti. Hikmet bey, Selçuk'un şiirini övüyor, onun hakkında harika şeyler söylüyordu. Selçuk şiirde yeni olanaklar yaratıyordu, şiirde devrim yaratabilmenin sırrı cesaretten geçiyordu, böyle yazıyordu Hikmet Dağcı. Hikmet bey, işinin ehliydi, yeni bir yeteneğin kokusunu alır almaz onu yüceltir, eğer bir şairin geleceği parlaksa ona yatırım yapardı. Geleceği öngörebiliyordu. Bu şekilde, iyi bir konuma ulaşan pek çok şair, vefa duygusu gereği, Hikmet bey'in geçmişte onlar için yazmış olduğu yazılardan dolayı ona minnet duyardı. Hikmet bey yine, turnayı gözünden vurduğunu düşünüyordu. Ancak işler hiç de beklediği gibi gelişmeyecekti. Selçuk, tesadüfi şiirlerinin sırrını arkadaşlarına anlatacak, bu arkadaşlarından biri, bu matrak hikayeyi çevresiyle paylaşacak, sonunda tüm bunlar, genç edebiyatçılardan birinin kulağına gidecekti. O da, bunları, Selçuk'un şiirlerini yayınlayan derginin editörüne söyleyecekti. Bu bilgi, kısa sürede tüm edebiyat alemi tarafından duyulacak, insanlar bunları biralarını yudumlarken kahkahalar eşliğinde anlatacaktı. Şiirleri yayınlayan dergileri çıkaranlar kendilerini aldatılmış hissedecek, öfkelenecekti. En ilginci de, Selçuk'un bu işi, kendi deyimiyle 'geyiğine ve eğlence olsun diye’ yapmış olmasıydı. Tüm bunlar Hikmet beyin kulağına kadar gidecekti. İnsanlar, meyhanede, cafede, Hikmet beyle karşılaşınca onunla dalga geçeceklerdi. Nasıl olmuştu da, Hikmet bey bu sefer yanılmıştı? Herkes onun Selçuk hakkında yazdığı yazıyı makaraya alıyordu. Herif tesadüfi kelimeler seçmiş, bunları şiir haline getirmiş, üşenmemiş bu şiirleri dergilere göndermişti. Hikmet bey, bir süre, şair ve yazar taifesinin vakit geçirdiği cafe ve meyhanelere pek uğramadı. Aylar sonra, bir pazar günü canı sıkıldı, bir cafeye gitti. Sigarasını, telefonunu masanın üstüne koydu. Hafif ve keyifli bir jazz parçası çalıyordu. Sigarasını yaktı. Bir süre sonra, tesadüf eseri, geçmişte sıkça görüştüğü genç şairlerden ikisi, cafeye girdi. Hikmet beyi gördüler.
-Naber Hikmet abi?
-Ooo gençler.. Nolsun bir hava alayım dedim.
Gençler masaya oturdular. Bir süre havadan sudan konuştular. Hikmet beyin karşısında oturan, hınzırlığıyla bilinen Taylan gülerek sordu:
-Abi senin şu dahi şair napıyor? Selçuk'tu herhalde adı.
Hikmet bey sinirden kıpkırmızı oldu. Elleri titredi. “Haddini bil lan it” diyerek Taylan'a okkalı bir tokat attı. Bu olay da, dedikodusu bol edebiyat aleminin yeni malzemesi oldu.
0 notes
kitapindiroku · 8 years ago
Text
Kıvılcımlı Külliyat Kitabı pdf indir pdf indir
Kıvılcımlı Külliyat Hikmet Kıvılcımlı’nın en az politik yönü kadar önemli ve değerli kuramsal-bilimsel yönü hakkında bilgi sahibi olan azdır. Gerek tarih tezi, gerekse Kıvılcımlı’nın bu tezi ışığında insanlığın, dinlerin, İslamiyet’in, Türklerin, Osmanlı’nın tarihine ilişkin yazdıkları yeterli ölçüde incelenmemiş ve değerlendirilmemiştir. Oysa Doktor Hikmet Kıvılcımlı, sadece sosyalist safların değil, Cumhuriyet tarihimizin en önde gelen kuramcılarından, tarihçilerinden, toplumbilimcilerinden biri. Ülkemizin son derece kısır olan bu bilimsel disiplinlerinde çöldeki bir vaha gibi ortaya çıkmış böyle bir değerin bu kadar az bilinmesi de Türkiye’nin, ülkemiz bilim camiasının, yine hepimizin büyük bir ayıbı. Kıvılcımlı’nın politik görüşleri de, ortaya attığı tarih tezi de eleştirilebilir, hatalı veya eksik yönleri bulunabilir. Ama şurası muhakkak ki, Kıvılcımlı yeni bir perspektif sunmuş ve ciddi araştırmacılara yürüyecekleri yepyeni bir yol (yeni bir bilimsel disiplin) açmıştır. Dolayısıyla Kıvılcımlı’nın çalışmalarını tarihsel materyalist kurama önemli bir katkı olarak değerlendiriyoruz. “Kıvılcımlı Külliyatı” deyince, tespit edilmiş ilk yazısı olan 1925 tarihli “Türk Gençliğinin Sınıfi Mevkii” yazısından, en son yazdığı mektuplara kadar irili ufaklı elli bin sayfaya ulaşan bir el yazısı birikimden söz etmiş oluyoruz. “Kıvılcımlı Külliyatı”nı ülkemiz sosyalistlerine ve daha önemlisi ülkemizin bilim topluluğuna sunmaktan onur duyuyoruz. Umarız bu çalışma genç devrimcilerin ve bilimcilerin önüne yeni ufuklar açılmasına hizmet edecektir. Doktor Hikmet Kıvılcımlı ise Türkiye ve Dünya sosyalizm tarihinin içindeki özgün yerini çoktan almıştır zaten…
Kıvılcımlı Külliyat Kitabı pdf indir pdf indir oku
0 notes
farukalexsikandemir · 8 years ago
Text
Ağaçların Arkasını Gören&Yaşlı Kızılderililer
Powhatan kabilesinin yetişkinliğe geçiş sınav ve töreni yapılacaktır. Sadece, adı reis tarafından konuncaya kadar 'Ceviz' diye hitap edilen küçük Kızılderili çocuğun annesi endişelidir. Çünkü bir Kızılderili için en önemli duyulardan bir tanesi, görüşü, kısıtlıdır. Uzağı zorlukla görebilmektedir Ceviz.
Annesi, onu yıllardır bu sınavda düş kırıklığına uğramaması için hazırlamakta ve onun diğer duyuları, duyma, dokunma ve koku alma yetilerini pekiştirerek, görme noksanını örtmeye çalışmaktadır. <p> </p> Kızılderililerin geleneklerinde, bu sınava girecek ergenlik çağı çocukları silahlarını takınıp, ormanın en karanlık, en yoğun bölgesine, gece karanlığında, kendi başlarına bırakılacaktır. Süresi her kabileye göre değişir. <p> </p> Ceviz'in heyecandan titreyen annesi, onu öpe koklaya, teşvik edici sözler ve son uyarılar ile uğurlar ormana. Ceviz, ilk gece, kulaklarını bir çakal, el ve ayaklarını bir köstebek, burnunu bir leopar gibi kullanarak, her tehlikeye hazır, bekler ormanda. Gözleri ile göremediklerini burnu ve kulaklarıyla hisseder. Ağaçların arkasına saklanmış hayvanları bile yakalayıp avlar, becerikli Ceviz. <p> </p> Yetişkinliğe geçiş töreninde, reis Ceviz'in başını okşar. "Sen" der, "çok akıllı ve güçlü bir savaşçısın. Herkesin gördüğünden fazlasını görüyorsun. Sana 'Ağaçların Arkasını Gören' adını verdim..." Kızılderili yaşlıları ölmekten korkmazlar. Onlar ölmeye bilerek, isteyerek ve çoğunlukla da yürüyerek giderler. Zamanın geldiğini bilirler. Nereden bilir öleceğini? Hayattan umudunu mu kesmiştir, beklentileri ve hayalleri mi yok olmuştur, kırgın mıdır, yaralı mıdır, zamanı mı gelmiştir? Yoksa omzuna konan Baykuş mu haberi vermiştir... Kim bilebilir? Hazırlanır. Yanına üç beş parça eşya alır; bir battaniye, bir kaç gün yetecek kadar su ve kuru ekmek. Son yolculuğunda bundan fazlasına ihtiyacı yoktur. Usulca sevdiklerinle vedalaşır, sevdiğini söyler belki de kelimelere dökmeden, sadece dokunarak. Köyün sınırlarına geldiğinde son kez döner bakar geriye, bebekliğinin, çocukluğunun, gençliğinin ve son demlerinin anılarla dolu yamaçlarına... Anılar.. Anılar.. Anılarını daha sonra düşünecektir, ölmeye yattığında... En genç erkek torun eşlik eder sonsuza doğru yola çıkan yaşlıya. Sonsuz..?Yaşlı kendi seçer nerede ölüme yatacağını. Yaşadığı hayata, aldığı lâkaba veya onu alacak olan 'atalarının ruhları' onu nerede bekliyorsa oraya gitmek ister. Bu, bazen bir dağın kuytularına gömülmüş bir mağara, bazen yemyeşil bir vadinin ucu olur. Genellikle bu 'son' yolculuk uzun süren bir yürüyüşle biter. Yaşlı, yol boyunca hiç konuşmaz, büyük bir ihtimalle hesaplaşıyordur kendisiyle. Torun da konuşmaz, çünkü bu hesaplaşmada onun yeri yoktur. Son noktaya varıldığında, rengârenk battaniyesini serer, yanına su testisini ve ekmeğinin durduğu heybeyi koyar. Torun yardım etmez, hazırlıklarını kendi başına yapmak ister, çünkü bu onun onuruyla yapacağı son iştir. Yatar, ölmek üzere. Torun üstünü örter ve sessizce vedalaşırlar. Bu hazin törende gözyaşlarına, pişmanlıklara, acı sözlere yer yoktur. Ölmeye yattığı yeri sadece torun bilecektir ve sonsuza dek susacaktır. Torun ardına bakmadan yürür gider... Şair der ki:Yolun bir ufkunda, bir güneş doğarkenÖbür ufkunda bir ay batıyor,Seni gittikçe genç eden seneler,Beni gittikçe ihtiyarlatıyor...
Torunu 'genç' eden seneler, onu 'ihtiyarlatmıştır'...Bu son yolculukta ne sevilenlere gözyaşı, ne de hasma sitem vardır,
Sadece, sessiz bir yok oluş... "Herşey, onu hatırlatayan son kişi kadar yaşar" Benim insanlarım tarihten çok anılara güvenirler. Anılar ateş gibi parıldar ve kalıcıdır. Tarih sadece onu kontrol etmeye çalışanlara hizmet ederken anıların ateşini söndürenler gerçeğin tehlikeli ateşinide söndürürler. Bu insanların çok tehlikeli ve akılsız oldukları unutulmamalı. Bu yanlış tarih, gerçeği hatırlayan ve gerçeği arayan kişilerin kanıyla yazılmıştır. (Navajo Kabilesi = Apaches) Navajo inançlarına göre dünya ve dünya üzerinde yaşayan varlıkların varoluşumuzda büyük etkisi vardır. Nesilden nesile anlatılmış olan hikayeler üzüntü ve sevinç gözyaşlarımızın nedenlerini anlamamıza yardımcı olur. Ayı, örümcek, çakal ve kurt gibi hayvanlar insanlarımız için güçlü sembollerdir... (Navajo Kabilesi = Apaches) Arkamda yürüme, ben öncün olmayabilirim. Önümde yürüme, takipçin olmayabilirim. Yanımda yürü, böylece ikimiz eşit oluruz. (Ute Kabilesi) Komşun hakkında hüküm vermeden önce, iki ay onun makosenleriyle yürü! (Cheyenne Kabilesi) Düşmanımı cesur ve kuvvetli yap! Eğer onu yenersem utanç duymayayım. (Apache Kabilesi)
Bir kere "Al sunu" demek, iki kere"Ben vereceğim" demekten iyidir. (Kabilesi bilinmiyor) Unutmayın çocuklarınız sizin değildir. Onu yaratıcıdan ödünç aldınız. (Mohawk Kabilesi) Ölüler güç ve bilgilerini beraberinde götürmez, yaşayanlara ilave eder. (Hopi Kabilesi)
Şeytan hakkında konuşmayın. Gençlerin kalbinde merak uyandırır. (Sioux Kabilesi) Su gibi olmalıyız. Her şeyden aşağıda, ama kayadan bile kuvvetli. (Sioux Kabilesi) Zamanın başlangıcında bilgi ve hikmet hayvanlarla beraberdi. Yaratıcı Tirowa insanlarla doğrudan doğruya konuşmadı. Kendisinin elçileri olarak hayvanları gönderdi. İnsanoğlu hayvanlardan ve sonra yıldızlardan ve güneşten ve aydan, tabiattaki her şeyden Tirawa’nın varlığını öğrenmeye başladı. Her şey O’nu anlatıyordu. (Pawnee Kabilesi) Doğum yapan her şey dişidir. Kadınların ezelden beri bildiği kainatın dengelerini erkekler de anlamaya başladıkları zaman, dünya daha iyi bir dünya olmak üzere değişmeye başlamış olacaktır. (Mohawk Kabilesi) Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde; beyaz adam paranın yenmeyen birşey olduğunu anlayacak. (Suquamish Kabilesi _ Şef Seattle) Kehanet, muhtemel bir olayı kesin bir bakış ile görmekten başka şey değildir. Hava ya bulutlu olacaktır, ya da güneş açacaktır. (Cherokee Kabilesi) Günümüzde insanlar bilgiyi arar oldu, hikmeti değil. Halbuki bilgi mazidir, hikmet ise istikbal.(Lumbee Kabilesi) Allah'ın kelimeleri meşe yaprağı gibi sararıp düşmez;çam yaprağı gibi ilelebet yeşil kalır.(Mohawk Kabilesi) Bir başkasının kabahati hakkında konuşmadan önce daima kendi makoseninin içine bak.(Sauk Kabilesi) Dünyadaki her şeyin bir nedeni vardır. Her bitki bir hastalığı tedavi etmek için büyür. Ve her insan bir görevle yaratılmıştır. Bu Kızılderilinin varlık teorisidir. (Yaşlı Güvercin, Salish Kabilesi) İyi ila�� tedavi eder. Fakat tedavinin önemli bir kısmı inançtır. Eğer hiçbir şeye inanmıyorsanız, eğer bütün kalbinizle inanmıyorsanız tedavi olmanız çok zordur. (Semiole Kabilesi) Nimet de, külfet de Büyük Ruh’un elindedir. Bazen O’nun külfeti bizi nimetinden daha fazla akıllandırır. (Sioux Kabilesi) İnsanın gözleri öyle kelimelerle konuşur ki dil onları telaffuz edemez. (Crow Kabilesi) Aramızda bazı adamlar var; tıpkı beyazlar gibi, doğru yolu bilir görünür, ama karşılık almadan kimseye göstermeye razı olmaz. Onların yoluna inanmıyorum. İnanıyorum ki, her adam doğru yolu kendisi bulur. (Kara Şahin, Sauk Kabilesi) Yaşlı, çok yaşlı bir insanımız demişti ki; “Dünya yüzündeki her adımınız ibadet olmalıdır. Saf ve iyi ruhun kuvveti her insanın kalbindedir ve kutsal bir yolda yürürken tohum saçılmış gibi büyüyüp gelişecektir. Ve eğer her adımınız ibadet olursa, daima kutsal yolda yürüyorsunuz demektir”.(Beyaz Surat, Sioux Kabilesi) Eğer sorarsanız: “Sessizlik nedir?” Cevap veririz: “O Büyük Ruh’un sesidir.” Yine sorarsanız: “Sessizliğin meyveleri nelerdir?” Cevap veririz: “Kendini kontrol” “Gerçek cesaret demek olan metanet” “Sabır, vakar ve saygı”. (Ohiyesa, Sioux Kabilesi)
Yaşlı olduğumuzdan ötürü hatırlama yeteneğimizi kaybettiğimiz düşünülebilir. Sizler gibi bütün kayıtların yazıya emanet edildiği bir koruma sanatımız da yok! Bununla beraber, bizim babadan oğla nakil usullerimiz vardır ki her şeyi kaydetmiştir. Onların hatırlanması inançla sağlanır. Bizden sonraki nesiller geçmiş olaylardan haberdar olacaklardır, onlar dünya durdukça unutulmayacaktır. (Kanickhungo, Kabilesi bilinmiyor) “Beyaz adamın bizi anlamayacağını biliyorum. Onun için toprağın her parçası ötekiyle aynıdır. Gece vakti gelip neye ihtiyacı varsa alıp götüren bir yabancıdır o. Yeryüzü onun dostu değil, düşmanı. Bir yeri fethettiğinde başka yere gözünü dikiyor. Babalarının mezarını terk edip gidiyor, çocuklarının toprakta olan haklarını unutuyor...” (Seattle - Sugwamish-Duwamish Kabilesi) “Baba, Oğul, Ruh’ül Kudüs” deyip istavroz çıkarıyorsunuz. Bu da nereden çıktı? Beyaz adam gelmeden önce böyle bir şey görmemiştik. Bizim inancımızda, Baba, Oğul, Ruh’ül Kudüs yoktur. Bizim Yaratıcımız vardır. Değişik isimler verebiliriz ona, ama yalnızca bir tane Yaratıcı vardır. Üç tane değil. Yalnızca bir tane. (Adı bilinmeyen yaşlı bir kadın _ Hoh Kabilesi) “Ben cahil bir adamım” diye başlar eskilerimiz söze. “Ben zavallı bir adamım. Şurada oturanlar kadar bilgim yoktur, ama yine de, önemsiz olsa bile düşüncelerimizi söylemek isterim” diye devam ederler. Sonra da mantık ve hikmet dolu sözlerle sizi yere vururlar. (Allen Quetone, Kiowa Kabilesi) Yeryüzünün sonuna gittim, Suların sonuna gittim, Gökyüzünün sonuna gittim, Dağların sonuna gittim, Arkadaşım olmayan bir şey bulamadım.(Şarkı _ Navajo=Apache Kabilesi) Beyaz adama (American) bir iyilik yaptığınızda aklıyla beğenip diliyle tasdik eder. Kızılderili’ye iyilik yaptığınızda onu kalbinde hisseder, kalbin de dili yoktur. (Shoshone Kabilesi) “Düşünceler oklar gibidir. Bir kere salıverildiler mi, gider hedefi vururlar. Onlara iyi sahip ol, bir gün hedef kendin olabilirsin. (Navajo Kabilesi) Gençlikte dilinizi tutun da dinleyin. Böylece yaşlılıkta halkınıza hizmet için olgun düşüncelere sahip olabilirsiniz. (Wabashaw, Sioux Kabilesi) “Ateşin üzerine gitme yoksa yanarsın. Ateşin etrafını dolaşan birçok yol vardır...” (Margareth Hawk - Sioux Kabilesi) “Ödünç aldığın kabı, pişirdiğin bir şeyle beraber iade et...” (Omaha Kabilesi)
0 notes
sonhaberkibris · 8 years ago
Photo
Tumblr media
5. Genç Fotoğrafçılar Gezi Atölyesi gerçekleştirildi
Kültür Dairesi, 53. Kütüphane Haftası’nı 27 Mart-2 Nisan arasında düzenleyeceği çeşitli etkinliklerle kutlayacak. 5. Genç Fotoğrafçılar Gezi Atölyesi Sergisi, yarın başlayacak olan 53. Kütüphane Haftası’nın “Okumak İnsanı Kanatlandırır” isimli şöleni kapsamında Çarşamba günü saat 10.00’da Atatürk Kültür Merkezi Milli Kütüphane'de açılacak.
  "5. Genç Fotoğrafçılar Gezi Atölyesi", bu yıl Lapta ve Karmi bölgesinde gerçekleştirildi. Kültür Dairesi'nin gelenekselleşen ve bu yıl beşincisi düzenlenen Genç Fotoğrafçılar Gezi Atölyesi, Kültür Dairesi Personeli ve Fotoğrafçı Ceyhan Özyıldız koordinatörlüğünde, Atatürk Meslek Lisesi, Lefkoşa Türk Lisesi ve Sedat Simavi Endüstri Meslek Lisesi’nden 33 öğrencinin katılımıyla yapıldı. Kültür Dairesi açıklamasına göre, "5. Genç Fotoğrafçılar Gezi Atölyesi" Kültür Dairesi Personeli ve Fotoğrafçı Ceyhan Özyıldız ve fotoğrafçılar Doğay Erçağ, Erhan Özben, Erkan Çelikeri, İsmail Özyol, Mehmet Gökyiğit, Mehmet Türkelman, Mustafa Evirgen, Mustafa Müezzinoğlu, Nihal Sakarya, Tevfik Ulual ve Yıltan Taşçı eğitmenliğinde gerçekleştirildi. Atölye çalışmasına öğretmenleri Celal Öztürk, Didem Üstat Ercan ve Muammer Arıkbuka sorumluluğunda katılan öğrenciler, fotoğrafçılarla birlikte çalışma ve onlardan bilgi alma imkanına sahip oldu. Alsancak Belediyesi’nin sağladığı minibüsle Karmi’ye çıkılarak başlatılan atölye çalışmasının ilk durağında genç fotoğrafçılar Karmi köyünün mimari dokusu ve doğal güzelliklerini fotoğrafladılar. Öğrenciler, fotoğraf çekimlerini yaparken fotoğrafçılardan çekim teknikleri ve uygulamada karşılaştıkları sorunlar hakkında bilgi aldılar. Ardından, Lapta’ya hareket eden grup, Yaşlılar Haftası olması nedeniyle Lapta Belediyesi’nden bir görevli eşliğinde Lapta Huzurevi sakinlerini de ziyaret ederek, buradaki yaşlılarla sohbet edip fotoğraf çektiler. Sonrasında, Ressam Hikmet Uluçam’ın sahibi olduğu, Cactus Gardens Art Gallery’de bulunan ve “2. Cyclamen+” kış bitkileri peyzaj ve fotoğraf sergisinin açılıdığı çiçek ve kaktüs bahçesi ziyaret edildi. Burada endemik olan Siklamen, Medoş Lalesi, Silene, Hilarion Lahanası, Arabis Cypria ve ağaçlardan Kırmızı Alıç, Kıbrıs Akçe Ağacı ile Tesbih Ağacı gibi türler fotoğraflandı. Daha sonra Lapta’da yürüyüş yapılarak insan ve mekan çekimleriyle atölye çalışması tamamlandı. 21 Mart Salı günü gerçekleştirilen "5. Genç Fotoğrafçılar Gezi Atölyesi"nde elde edilen fotoğraflar, 29 Mart’ta Milli Kütüphane'de saat 10.00'da açılacak sergiyle sanatseverlerin beğenisine sunulacak. 53. Kütüphane Haftası boyunca açık kalacak serginin “Okumak İnsanı Kanatlandırır” isimli şöleni kapsamında gerçekleşecek açılışında etkinliğe katılan öğretmen, fotoğrafçı ve öğrencilere katılım belgeleri verilecek. http://www.sonhaberkibris.com/5-genc-fotografcilar-gezi-atolyesi-gerceklestirildi/.html #5.GençFotoğrafçılarGeziAtölyesiSergisi, #53.KütüphaneHaftası, #KültürDairesi Son Haber Kıbrıs - Son Dakika Kıbrıs, KKTC Haberleri, Türkiye ve Dünya Haberleri - sonhaberkibris.com
0 notes
Link
Dikkat...AKIL..23 — Evinde bulunduğu kadın onu kendine çağırdı. Kapıları sıkı sıkı kapadı ve “gelsene” dedi. Yûsuf: “Günah işlemekten Allah’a sığınırım, doğrusu senin kocan benim efendimdir. Bana iyi baktı. Haksızlık yapanlar şüphesiz başarıya ulaşamazlar” dedi 24 — And olsun ki, kadın Y û s u f ’a karşı istekli idi Rabbinden bir işaret görmeseydi Y û s u f ta onu isteyecekti. İşte ondan kötülüğü ve fenalığı böylece engelledik. Çünkü O, ihlasa erdirilmiş kullarımızdandı. 25 — İkisi de kapıya koştu. Kadın arkadan Yûsuf un gömleğini boylu boyuna yırttı. Kapının önünde kocasına rastladılar. Kadın kocasına: “Ailene fenalık etmek isteyen bir kimsenin cezası ya hapis, ya da can yakıcı bir azap olmalıdır.” dedi. 26 — Yûsuf: “Beni kendine o çağırdı” dedi. Kadının yakınlarından bir şahit “Eğer gömleği önden yırtılmışsa kadın doğru söylemiştir ve bu da yalancılardandır.” 27 — Şayet gömleği arkadan yırtılmışsa kadın yalan söylemiştir, erkek doğrulardandır” diye şahitlik etti. 28 — Kocası gömleğin arkadan yırtılmış olduğunu görünce, karısına hitaben: “Doğrusu bu sizin düzeninizdir. Siz kadınların düzeni büyüktür” dedi. 29 — Y û s u f ’a dönerek: “ Y û s u f, sen bu işi kapat” ve tekrar kadına dönüp: “Sen de günahının bağışlanmasını dile. Çünkü suçlusun” dedi. Bu ifadelerde ne Y û s u f ’un ne de kadının yaşı belirtilmiştir. Her ikisinin yaşını da bazı karinelere dayanarak tespit etmeye çalışalım: Kafile tarafından bulunup M ı s ı r ’da satılan Y û s u f ’un o sıralarda en fazla ondört veya daha aşağı yaşlarda olduğu anlaşılıyor. Çünkü o sıralarda kendisinden bahsedilirken ( fM* ) tabiri kıllanılmışfcr. Bu tabir ise arapçada 13-14 yaşlarındaki çocuklar için kullanılır. “Delikanlı”, “genç” ve “erkek” tabirleri daha sonra gelir... Nitekim babası Hz. Y a ’ k u b ’un da: “Siz farkına varmadan onu kurdun yemesinden korkuyorum...” demesi Yûsuf ’un bu yaşlarda olduğunu göstermektedir.Kadına gelince; bu sıralarda onun evli barklı bir kadın olduğunu görüyoruz. Kocasının: veya onu evlat ediniriz” sözünden anlaşılıyor ki, çocukları olmamaktadır. Evlat edinmeyi çocukları olmayan kimseler düşünür. Daha doğrusu; evlendikten sonra seneler geçtiği halde çocukları olmayan ve artık olacağından da ümitleri kesilip ümitsizliğe kapılan kimseler dışardan bir kimseyi evlat edinmeyi düşünürler. Bu karı - kocanın da aynı durumda oldukları muhakkaktır. Hülâsa: O günkü Mısır Başveziri ’nin en az kırk, 'karısının da aşağı yukarı otuş yaşlarında oldukları anlaşılıyor. Hz. Yûsuf’un yirmi beş yaşına ulaştığı sıralarda kadının kırk yaşlarında olması gerekir. Biz, kadının hadiselere bu yaşta tevessül ettiği kanaatindeyiz. Çünkü kadının davranışları son derece ölçülü ve ustacadır. Kadında; ne yaptığını bilen, kurnaz, cür’etkâr, karşısındakini tahrik etme kudretine sahip ve cinsî arzusunu istediği gibi kullanabilen bir mükemmellik var. Bilâhere saraydaki diğer kadınların kendisi hakkında: “Vezirin karısı kölesini kendine râm etmek istiyormuş. Sevgisi bağrını yakmış...” demeleri de bu mükemmeliyeti doğrulamaktadır. Âyetteki ( ) kelimesi her ne kadar “kölesi” mânasına almıyorsa da, aslında ( J» ) “delikanlı” mânasında kullanıldığı için Yûsuf’un heni yaş durumuna hem içinde bulunduğu hâle münasip düşmektedir. Bunları tahlil etmekteki gayemiz şu neticeye varmak içindir: Şüphesiz ki, Yûsuf ’un geçirdiği bu imtihan — veya müşkülat — âyette tasvir edilen sıkıntıdan ibaret değildi. Yûsuf ’un murahaka denilen erginlik çağı, bu sarayda, kadının otuz ile kırk yaş arasındaki müddet içinde onunla beraber geçmişti. Hem de sarayın o korkunç muhitini teşkil eden duvarları arasında.. Karısını Y û s u f ’la birlikte yakalayan vezirin şu sözleri, saraydaki durumu bize daha iyi anlatmış oluyor: Y û s u f ’a dönerek: “Yûsuf, sen bu işi kapat” ve tekrar kadına dönüp: “Sen de günahının bağışlanmasını dile. Çünkü suçlusun” dedi. Sadece bu ifade dahi saray muhitini tanımamıza kâfidir sanırım.. Sarayın diğer kadınları vezirin karısı hakkında dedikodu yapınca onlara bir ziyafet verip Yûsuf’u huzurlarına çıkarıyor. Onlar Yûsuf hakkındaki kanaatlerini söyledikten sonra vezirin karısı da içini döküyor: Vezirin karısı: “İşte sözünü edip beni yerdiğiniz budur. And olsun ki, onun olmak istedim fakat o, iffetinden dolayı çekindi Emrimi yine yapmazsa and olsun ki, zindana atılacak ve kahre uğrayacak” dedi Bütün bu hareket ve sözleri mübah gören saray muhiti... özel bir muhit... Zevk ve safaya dalan tabakanın muhit ve yaşayışıdır bu. Yûsuf ise bunların içinde bir köle... Delikanlılık çağını burada geçiriyor... İşte bunlar, Yûsuf’un çektiği uzun çilelerdi. Bu çileleri metanetle göğüsleyerek, sabrederek, onun çirkin tahrik ve teşviklerine kapılmadan iffet ve nezaketini korumayı bilmişti. Kendisinin yaşiyle kadının yaşının yan yana koyup her ikisinin uzun müddet aynı çatı altında yaşadıklarını düşünürsek Yûsuf ’un kendini lekesiz muhafaza etmiş olmasındaki değerin büyüklüğü ortaya çıkar. Bilhassa bu seferki tahrik ve tehditler Y û s u f ’u şaşkına çevirebilirdi. Yalnız başlarına oldukları zamanlarda bu türlü arzuları reddetmek biraz daha kolay olmasa gerektir. Şimdi âyetlere dönelim: “Evinde bulunduğu kadın onu kendine çağırdı. Kapıları sıkı sıkı kapadı ve “gelsene!” dedi”... Şu halde bu seferki istek açıktan yapılıyordu. Bu davet son bir mukavele ve şiddet hareketiydi Kapılar bu gibi hallerde son çare olarak kapatılıp kilitlenir. Evet, kadının arzusu taşkınlık derecesine varmıştır ve tatmin olmak için Yûsuf’u harekete getirmeye çalışmaktadır- “Gelsene!” dedi.. Kadından gelen bu korkunç, çirkin, yıkın ve açık davet ilk davet değildi. Belki son davetlerden biriydi bu.. Zaten kadında böyle bir meyil ve istek olmasaydı davetin hiç birisi bahis konusu edilmezdi. Beraberinde gücü, kuvveti ve delikanlılığı tekâmül'etmiş bir genç yaşamaktadır. Kendisinin de kadınlık hasletleri tekamül edip olgunlaşmıştır. Bu şartlar altında, biraz önce şahit olduğumuz iğrenç davetten önce, gizli ve tatlı yollarla bir çok davetlerin yapıldığı muhakkaktır... Yûsuf: “Günah işlemekten Allah’a sığınırım, doğrusu senin kocan benim efendimdir. Bana iyi baktı. Haksızlık yapanlar şüphesiz başarıya ulaşamazlar” dedi. “Allah’a sığınırım”.. Bana teklif ettiğin şeyi yapmaktan Allah’a sığınırım, bu hataya düşmemek için O’nun yardımını dilerim. “... Doğrusu senin kocan benim efendimdir. Bana iyi baktı”.. Allah beni kuyudan çıkarttırıp kurtardıktan sonra kocan vasıta-siyle bana ikramlarda bulundu, beni bu sarayda emin ve rahat bir hayata kavuşturdu... “Haksızlık yapanlar şüphesiz başarıya ulaşamazlar”... Senin şu anda bana teklif ettiğin şey misâli Allah’ın hududunu aşanlar daima zararlı çıkarlar... Ayeti kerimede açık ve kesin olarak görülüyor ki, Yûsuf ’un bu korkunç teklifi derhal reddetmesi Allah’a olan bağlılığından gelmektedir. Teklifi reddederken derhal Allah’ın kendisine bahşettiği nimetleri anıyor ve O’nun hududunu aşanların hüsrana uğrayacaklarını belirtiyor. Kur’an’ın tatlı üslûbuyla dile getirilen hadisede, kadının korkunç ve korkunç olduğu kadar da cazip olan teklifi, pek açık ve tahrik edici bir ifadeyle yapılıyordu.. Ve buna rağmen Yûsuf teslim olmuyor, daveti şiddetle reddediyordu: (Kadın) “gelsene” dedi... “And olsun ki, kadın Y û s u f ’a karşı istekli idi. Rabbinden bir işaret görmeseydi Y û s u f ’ta onu isteyecekti!” Bütün eski müfessir ve muhaddisler bu nokta üzerinde uzun uzun durmuşlardır. Bunlardan bazıları, israiliyattan olan efsaneleri gerçek vakıa gibi anlatırlar. Bunlara göre Yûsuf, şehvetinin tesirine kapılarak vezirin karısına meyletmiştir. Allahuteâlâ kendisini bu gafletten uyarmak için bir çok vasıtalarla ikaz etti. Bu cümleden olarak: Babası Ya’kub’u hadisenin cereyan ettiği salonun tavanında Yûsuf’a bakarak parmağını ısırır şekilde canlandırmış... Üzerinde Kur’anı kerimden âyetler yazılı bir takım levhaları gözleri önüne sermiş... Evet, Kur’anı kerimden âyetler... Fakat, bu vasıtalardan hiç biri Yûsuf’u uyaramamıştır. Nihayet c e b r â i l ’e: “Kuluma yetiş, onu kurtar” diye emir vermiş ve Hz. C e b r â i l gelerek göğsüne göğsüne vurmaya başlamış... Vs... Bu gibi uydurma ve ilâvelerden meydana gelen efsaneleri maalesef bazı râviler naklede gelmiştir!.. Müfessirlere göre; kadın Y û s u f ’a şehevî duygulariyle gönül vererek onu baştan çıkarmak için bilfiil harekete geçmiş; Yûsuf ise ona karşı bir ara sadece içinden meyleder olmuş ve Rabbi tarafından ikaz edilince de derhal kendini toparlamıştır. Merhum üstat Reşit Rıza “el-Menar Tefsiri” nde cumhurun bu görüşünü reddederek şöyle demektedir: “Yûsuf kendisine emir vermek durumunda olan kadının isteğini reddedip ona hakarette bulununca, kadın onu dövmeye meyletti ve üzerine yürüdü. Yûsuf ’un kadına meyletmesi ise, kendisine yapılan bu tecavüze karşılık kadına doğru gitmesinden ibarettir. Sonra onun şerrinden kaçmak istemiş, kadın da arkasından koşarak gömleğini arkadan boylu boyuna yırtmıştır’’. Âyetteki “istekli idi” cümlesini “dövmeye istekli idi” mânasına alabilmemiz için hiç bir delil ve dayanak mevcut değildir. Yûsuf-un kadına meyletmediğini ileri sürmek için bu gibi tevillere gitmek hem lüzumsuz, hem de âyetteki mânadan uzaklaşmak olur. Ben, âyetleri incelerken Yûsuf ’un içinde bulunduğu ahvali de dikkate alarak derim ki: Yûsuf saray da uzun bir müddet, bu, hisleri tekâmül etmiş kadınla birlikte yaşadı. Allah tarafından kendisine hikmet ve bilgi verilmeden önce de sonra da bu sarayda idi. Bana öyle geliyor ki; Yûsuf ilk zamanlarda kadının kendisini baştan çıkarmak istemesine karşı uzun müddet mukavemet etmiş, bir aralık bu mukavemette gevşeme husûle gelerek kadına karşı içinden meyleder olmuştur. Âyeti kerîmedeki: “And olsun ki kadın Yûsuf’a karşı istekli idi. Rabbinden bir işaret görmeseydi Y û s u f ’ta onu isteyecekti”... İfadesi bu devreyi dile getirmektedir. Bu tasvir, beşer olan insan oğlundaki özelliklerin tasviridir. Mademki insandır; mukavemette edebilir, zaafa da düşebilir... Y û s u f ’ta önceleri uzun müddet mukavemet etmiş, sonra bir ara zaafa düşecek olmuş ve Allah'ın ikazı ile kendine gelerek mukavemetine devam etmiştir. Bu, gayet normal ve tabiîdir... Fakat Kur’anı Kerîmin üslûbunda, bu gibi teferruatlara yer verilmemiştir. Çünkü Kur’an prensibinde, bu gibi hadiseleri fırsat bilip meselelerin lüzumsuz teferruatına dalmak yoktur. Y û s u f 'un kadına karşı davranışını anlatırken ilk zamanlarla son zamanlardaki mukavemetini tasvir ediyor ve iki zaman arasında bir zaaf devresi geçirdiğine işaret ederek meselenin ana hatlarını belirtmiş oluyor. İnsan oğluyle ilgili bir meselede hadiselerin böyle gerçekçi, nezih bir hava içinde anlatılmasından daha tabiî ne olabilir?.. Âyetlerin ve durumun tahlilinden biz bu neticeyi çıkarıyoruz. Beşer tabiatine ve peygamber masumiyetine uygun olanı da budur... Y û s u f ’ta beşerden başka bir şey değildir. Evet, peygamberliğe seçilmiş bir beşerdir. Onun içindir ki, bir an için kadına meyledişi sadece içinden niyet olarak geçmiştir. Bu geçici zaaf neticesinde kalbi ve vicdani Allah’ın ikaziyle atmaya başlayınca da, derhal kendini toplayarak mukavemetine devam etmiştir. 4 “... İşte ondan kötülüğü ve fenalığı böylece engelledik. Çünkü o, ihlasa erdirilmiş kullarımızdandı.” "İkisi de kapıya koştu”.. Yûsuf nefsine uymaktan kendini kurtarmak için kapıya doğru kaçtı; kadın ise hayvani hislerinin azgınlığı içinde onu yakalamak kastiyle arkasından koştu. “.. Ve arkadan Yûsuf ’un gömleğini boylu boyuna yırttı.” Kapıdan geri çevirmek için gömleğinden yakalayıp çekince... Ve beklenmedik bir durum:4. Zamahşeri, Keşşaf Tefsirinde şöyle diyor: «Şayet; bir peygamber günah olan bir şeye nasıl meyledip ona tevessül eder, diyecek olursanız, cevap olarak derim ki: Buradaki meyil ve tevessülün mânası; sadece içinden geçirdiği arzudur. Gençlik çağındaki şehvet sıkıştırmaları ve kadının Yûsufu baştan çıkarmak için giriştiği akılları durduran hareketler dikkate alınırsa bir an için böyle bir arzu duyması normaldir. Nitekim Yûsuf o anda aklını kullanarak Allah'ın mükelleflere haram kıldığı şeylerden kaçmak gerektiğini düşünmüş ve derhal kendini toparlamıştır. Gençliğin sıkıştırması sonunda böyle bir arzu duyulmuş olmasaydı, bu arzuyu yenmek de söz konusu olmaz ve arzuyu duyan şahıs Allah indinde makbul bir mevki kazanamazdı. Çünkü yüksek mevkiler, musibetlerin ağırlığı nisbetinde gösterilen sabır ve mukavemetlere karşılık verilir»... Zamahşeri’nin bu tahlili doğrudur. Fakat tahlil esnasında; «Yûsuf o anda aklını kullanarak Allah'ın mükeleflere haram kıldığı neylerden kaçınmak gerektiğini düşünmüş"... şeklinde bir cümle kullanarak «Mutezile Mezhebi»nın «delilde aklı esas alma» nazariyesine yer vermiştir. Halbuki Allah’ın mükelleflere ilgili hüküm ve delilleri bizzat kendisinin tanzim ettiği şeriattan alınır. Bu husus mezhepler arası tarihî bir mevzu olduğu için burada münakaşasına girmek yersizdir. Şunu belirtmek isteriz ki, mezkûr cümle İslâm inancına aykırı düşmektedir?**********************Dikkat...http://huseyinsas.blogspot.nl/2016/05/akil-bu-gibi-genel-tanimlar-kisinin.html
0 notes