#Hediye Sanrı
Explore tagged Tumblr posts
Text
Diyarbakır Surları: Tarihi Koruma ve Estetik Tartışmaları
Diyarbakır Surları: Tarihin İhtişamı ve Koruma Çabaları UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alan 5 bin yıllık Diyarbakır Surları, tarihi ve kültürel zenginlikleriyle dikkat çekiyor. Bu görkemli yapılar, hem yerli hem de yabancı turistlerin ilgisini çeken önemli bir destinasyon olma özelliği taşıyor. Ancak, surların yüksekliği nedeniyle ziyaretçiler arasında düşme kazaları…
#Dünya Kültür Mirası#Diyarbakır Surları#estetik tartışmalar#güvenlik önlemleri#Hediye Sanrı#Kültürel Miras#koruma çalışmaları#tarihi yapı#turist kazaları#UNESCO
0 notes
Text
hani hayatta bir şeyler vardır, beklersin ki, tüm hayatını değiştirsin. bekledikçe saniyeler kemirgenleşir, kemirgen saniyelere ruhun kırpıntılar gibi yanıtlar verir, beklenti büyür. ruhun kırpıldıkça, beklentinin sihri, taşıdığı yüksek ihtimaller artar durur.
kimimiz tanrıyı bekler, gelsin de şu sevaplarıma bir karşılık versin artık diye, kimimiz uzaylılar gelsin de beni bi kaçrsın, şöyle güzelcene bi tornadan geçirsin beni, o yüksek teknolojiyle evirsin çevirsin, dünyaya gerisin geri yollasın, deriz. parayı bekleriz, parayı beklerken bir çuval paranın başka bir para karşısında minik bir demir parçası olduğunu unutarak hayal etmeye devam ederiz, paranın kendisine nanik yapıp alay etmeyi unutur, onun önünde diz çöker, bir banknot üstündeki sırıtan herhangi bir lider portresinin zincirlerine köle oluruz ki, aslında birçok lider bu köleliğin ne lüzumsuz iş olduğundan dem vurup, siyasette, savaşlarda karaciğerini, organlarını, yaşama sevincini zaten yitirmişlerdir ve ona nispet yapmak adına özgürleştirdiği halklar, özgürleşmek bizi kesmez, bizi kölelik kurtaracak diye feryat ve figanın en fi halinde paranın üstündeki liderin ederine bırakır kendini.
umutsuz aşkları bekleriz, geri dönüşleri, geri dönseler sanki dünya tersine dönmeyi bırakacak ve düzelecek, anarşist geleneklerdeki ters bayrak asma geleneği, işler düzeldi tamam işaretiyle düzelecek, var olması gereken son derece varoluşa ters bir denklemde ilerleyecek düzen... aşk önemli şey ya hani..kim uydurduysa da bunu, yatacak yeri vardır elbette, belki bir adamın, belki bir kadının koynu, ah onu bir yakalasam, yatacak konforlu bir sıcak et parçası için mi uydurdun ulan bunu diye tekme tokat dalacağım kendisine. tekme tokat az kalır, diz, ayak içi plase, köşeden gelen topa sert bir kafa vuruşunu da hakediyor ya her kimse bu, ancak arkası oldukça da sağlam, arkasında eşcinsel bir federasyon var, gol iptal kesin.
bazen bir içki parasını da beklemiyor muyuz ki, yolda yürürken karşımıza kallavi bir cüzdan çıksa da kaliteli bir cin alsak diye veya... güzel de olmaz mıydı bir bankın üstünde otururken birinin bir poşet içersinde bırakacağı tonla serveti kucaklamak. ama insan bu ya, beklemez ki içinden bir cesedin parçasını bulmayı....
ölmeyi de bekliyoruz aslında kocaman, şatafatlı, kimsenin dönüp gelmediği ahiret hikayeleriyle. beklemek korkutucu, beklemek sancılı, bir şeyi bekledikçe, artan bir değer söz konusu da değil mi...aç tavuğun kendisini darı ambarında sandığı bir formülde, evdeki bulgurdan olunuyor, neresi olduğunu bile bilmediğim dimyatın pirincine giderken. beklemek böylesine katma bir değer katıyor hislere. sonra ne mi oluyor, bir şeyleri dinliyorsun beklerken, bir şehri, gözlerin fal taşı kadar açık, yetişmen ve seni asla beklemeyecek olan bir mesaiye ve godot denen tüm bunların hepsinin anlamını beş harfe sığdıran kavrama bırakıyorsun kendini, onu beklerken, gözlerin kapalı.
beklemek bir rüyadır, uyanmak bir hakikatin tokadıyla gerçekliğe. uymamalı beckett"e. çamurlu bir su birikintisini sonsuz okyanus sanmaktı beklemek, uyandığında bir kadeh içkinin son yudumuyla öksürüp, karaciğer ağrını hissetmeye yol açan.
yaktın bir sigara, yağmur yağdı, beklemenin sanrı olduğunu anladığında, o paslanmış durağın altında, yağmurun her damlasına, çoktan bir romatizma hediye etmişti bile kemiklerin, romantizmin un ufak eden kırılganlığında.
0 notes
Text
Nefes almak neden yormuyor?
En nihayet şöyle bir noktaya vardım arkadaşım: Allah'a 'Allah gibi' inanmak, yani 'tastamam' inanmak, bütün güzel isimleriyle/sıfatlarıyla birlikte inanmak, kaçınılmaz bir şekilde bizi huzur-u daimîye götürüyor. Çünkü Allah ism-i şerifinin kuşattığı bütün manaları itikadınıza yerleştirdiğiniz zaman Ondan saklanılabilecek bir yer de kalmıyor. Sığınılacak yalnız O oluyor. Tıpkı mürşidimin dediği gibi: "Allah lâfza-i celâli bütün sıfât-ı kemâliyeyi tazammun eden bir sadeftir. Çünkü lâfza-i celâl Zât-ı Akdese delâlet eder. Zât-ı Akdes de bütün sıfât-ı kemaliyeyi istilzam eder. Öyleyse, o lâfza-i mukaddese, delâlet-i iltizamiye ile bütün sıfât-ı kemâliyeye delâlet eder." Veya Cibril aleyhisselamın 'ihsan'ı sorduğunda aldığı cevap gibi. Neydi? 'Onu görür gibi ibadet etmek.' Nedendi? 'Çünkü biz Onu göremesek de O bizi görüyor.' Zaten ibadetimiz de, sırf bir teşekkür zemininde bakıldığında dahi, Onu görmemize bağlı değil. Ya? Onun bizi görmesiyle alakalı. Teşekkür 'ilgiye' edilir 'temaşaya' değil. Öyle bir Sultan'ın huzurundaysak elbette ceketler iliklenecek. Ayakucuna bakılacak. Konuşurken ses kontrol edilecek. Söyleneceklere ayrı bir özenilecek. Bütün bunlar 'eğer Onun huzurunda olduğumuzu tastamam hissediyorsak' olacak. Bu huzuru hissedebilmenin ilk şartı ise marifetullahta ilerlemektir. Peki Allah'ı bilmek ne kazandırır bizlere? Belki şunları: Zaten huzurdasınızdır. Görülüyorsunuzdur. Eksik olan sadece farkındalığınızdır. Hatırlamanızdır. Marifetullah, yani Allah'ı bilmede alınacak mesafe, bu şuur hissini ister-istemez arttırır. Aziz Mahmud Hüdaî Hazretlerinin mürşidi Üftade Hazretlerine isbat ettiği rüşd budur. 'Tavuğu kimsenin görmediği yerde kesmesini' isteyen şeyhi tavuğu elinde canlı bulmuştur: "Kimsenin görmediği bir yer bulamadım şeyhim. Hiçkimse görmese Allah görüyordu."
Dünyada insanın böyle hissetmesi elbette öyle bir Allah'a inanmasıyla ilgili. Öyle bir Allah'a inanmıyorsanız böyle endişeler duymazsınız. Öyle bir Allah'ı istemiyorsanız da böyle bir dinde durmazsınız. Şunu hep iddia ediyorum: İslam'dan daha kemalde bir 'ilah' tanımı olan inanış yoktur. Yoktur. Yoktur. Hepsi ama hepsi eksiklidir. Zaten ortaya çıkış sebepleri de bu 'eksiltme arayışı'dır. İslam'a baktığınızda karşınıza öyle zirvede bir ilah tanımı çıkar ki üstüne fazlasının konması mümkün değildir. Herşeyi görür. Herşeyi bilir. Herşeye gücü yeter. Herşeyi yaratır. İşte biraz da bu nedenle diyebiliriz ki: Deistlerin de aradığı İslam'dan daha mükemmeli değildir. Hayır. Yalan. Bin kere hayır. Bin kere yalan. Deistler esasında İslam'ın öğrettiği Allah'tan fısklarının hesabına 'çalmak' istiyorlar. Çünkü arzuladıkları serbestiyi böyle bir Allah'ın varlığıyla birlikte göğüslerine sığdıramıyorlar. Arşı istiva eden Allah onlara çok büyük geliyor. Hevâları rahat rahat at oynatacak boşluk bulamıyor. Evet. Büyüklenmecilik oynamak istiyorsanız kendinize bir parça yer açmanız lazım. İslam'ın öğrettiği Allah'a inandığınızda tevazudan başka seçeneğiniz yok. 'İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü...' gerektiriyor. Öyleyse? Öyleyse tanımından azıcık tırtıklayacaksınız. Ne kadar tırtıklarsanız o kadar size alan açılacak. Hem şu da var: Tırtıkladıkça huzur-u daimîden de uzaklaşacaksınız. Yani, kendinizi Onun huzurundaymış gibi hissetmeyeceksiniz. Suç işlemek için bundan daha uygun bir ortam olabilir mi? Bunun bidayeti deizmdir. Nihayeti ateizmdir. Riyazü's-Salihîn dersinde kibri "Allah'ın bir ismini/sıfatını çalmaktır!" şeklinde tarif eden Ebubekir Sifil Hoca çok önemli birşeyin altını çiziyordu aslında. el-Mütekebbir olan sadece Allah olmalı. Müslüman Allah'a rağmen alan sahibi olamaz. Tevazusuyla ancak fenaya doğru açılabilir. Varlığa doğru daha fazla yürüyemez. Yokluğa doğru yürüyebilir. Bu nedenle ahirzamanın şişkin egoları deizmi bir çare gibi görüyorlar. Herşeyi yaratan Allah'ın hiçbirşeyle ilgilenmemesini makul sanrılıyorlar. Bu, kusurlu bir benzetmeyle, Selimiye'yi binbir emekle yapan Mimar Sinan'ın aslında onu çok da önemsemediğini söylemek gibidir. Hem yaratıyor hem de önemsemiyor. Hem ilgileniyor, ki yaratmak ilgilerin en büyüğüdür, hem de ilgilenmiyor. Zıtlar birarada bulunabiliyor. İkisine de inanılıyor. Gel de alay etme arkadaş! Buradan da seni Enbiya sûresinin 19. ayetine götüreceğim. Kısa bir mealiyle şöyle buyruluyor orada: "Göklerde ve yerde kim varsa Ona aittir. Huzurunda bulunanlar Ona ibadet hususunda kibirlenmezler ve yorulmazlar." İşte 'kibirlenmemenin' ve 'yorulmamanın' sırrı da sanıyorum yine bir parça marifetullaha bakıyor arkadaşım. Nasıl bir Allah'a inanıyoruz? Nasıl bir Allah'a ibadet ediyoruz? Herşeyi gören bir el-Basîr mi? Herşeyi bilen bir el-Alîm mi? Her ihtiyacımızı karşılayan Rabbü'l-Âlemîn mi? Gücümüz yetmeyen şeyleri bize koşturan bir er-Rahman mı? Ulaşamayacağımız şeyleri bize yetiştiren bir el-Kerîm mi? Eğer 'bütün güzel isimleri' kuşanmış bir şekilde Allah'a inanıyorsak kibrimizin sığacağı bir boşluk kalmıyor zaten. Kibir nedir? Kibir biraz da ihtiyaçsızlıktır. Her kibrin yüzü bir parça da 'ihtiyaçsızlık sanrısına' bakar. Alâk sûresinde kısa bir mealiyle dendiği gibi "İnsan kendisini ihtiyaçtan uzak görünce azgınlaşır." Bu sanrı yokedildiğinde ise herşey ihtiyaca dönüşür. Algı değişir. Okuyuş değişir. Duyuş değişir. Yani kibrin zıttı 'acz' ve 'fakr'dır. Güçsüzlüğümüzü ve muhtaçlığımızı hissettiğimiz ölçüde kibirden uzaklaşırız. Elhamdülillah. Muhtaçlık şuuru beraberinde neyi getirir peki? el-Cevap: Yorulmamayı. Evet. Muhtaç olanlar yorulmazlar: "Muzaaf ihtiyaç iştiyaktır!" Nefes almak yormaz bizi. Yemek yormaz. İçmek yormaz. Uyumak yormaz. Bir ihtiyacımız için çalışıyorsak çalışmak yormaz. Fakat angarya çektiğimizi düşündüğümüz her eylem, hatta en ufakları bile, beden/ruh yükü haline gelir. İhtiyaç duyulan şeyde çalışmakta lezzet de vardır. Angaryalarda lezzet yoktur. İnsan tekebbür içinde çalışırken 'bağış yaptığını' düşünür. Tevazu içinde çalışırken 'hediye aldığını' hisseder. Elbette 'alan el' olduğunu yudumlayarak yaşamak, yani her anın kendisine ayrı bir hediye olduğu bilinciyle yaşamak, teşekkür etmeyi güçlükten çıkarır. Dile şeker eder. Bu da bizi yine ayet-i celilenin dediğine getirir: "Huzurunda bulunanlar Ona ibadet hususunda kibirlenmezler ve yorulmazlar." Ayetin öncesi ise bu halin hangi itikadın arkasından geldiğini öğretir sanki: "Göklerde ve yerde kim varsa Ona aittir." Demek: Herşey Onun olduğunda hiçbirşey Onun ihtiyacı olmaz. Olamaz. İhtiyaçlar da yoksulluk gibi bizim olur. Bitirirken: "Cenab-ı Hakkın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var?" sorusuna Bediüzzaman'ın verdiği cevap buraya ne de çok yakışır! Onunla vedalaşmış olalım arkadaşım: "Cenab-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbirşeye, muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın. Mânen hastasın. İbadet ise mânevî yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde isbat etmişiz."
1 note
·
View note
Text
Kendime Mektuplar - 53
Öterek cevap veriyordu kuşlar ve o sabah uyandım başka bir sabaha. Yavaşça ellerime baktım. Ellerim bana aitti ve güzeldi. Kalktım ayağa dünyama baktım. Güneş tam tepemde ağaçlara gülümsüyordu. İşte o zaman anladım dünyam çok dardı. Çıktım ağaçların arasında dolandım. Açtım ellerimi koştum, koştum ve yuvarlandım. Ve ben ıssız bir adada yarı çıplak bir halde uyuyakaldım. Ayağa kalktım ve ellerime baktım. Ellerim buradaydı ve gölgem ise tam burada arkamdaydı. Baktım ona, onulmaz parçama. Kabul ettim onu ve yarattım ardımda bıraktığım gerçek bir rüya. Şimdi Ey Gece Efendi; dinle beni. Serinliğim sonsuz gönül açlığımla birleşince dağlar sesimi duymaz, geyikler beni dinlemez oldu. Ben her gece yalnız sana seni anlatmak istedim. Ancak sen bana dostluk değil koca bir boşluk hediye ettin. Bu koca boşluk beni mutsuz etmedi aksine daha çok boşluğum olmasına sevindim. Şimdi bana neden karşı çıkıyorsun diye soruyorsundur. Bana bana ait olmayan bir merkez verdin ve bu merkezin etrafında dolaşma dedin. Ben merkezden kaçtıkça aynı yerde kalakaldım ve kendi merkezimi yaratmış oldum.Şu baktığım toprak benim oldu, vücudumun yarısı toprağın içindeydi. Uçuşuyordu saçlarım uçuşan toprağın içinde. Ellerim dokunuyordu toprağa. Hissediyordu oradalardı. Dönüp duruyordu kuşların etrafımda ve asla tanımıyorlardı beni, bedenimi. Bir gün gelince sadece ölsem dedim göz yaşlarım döküldü gözlerimden. Ölüm efendinin vücuda adeta bir tüy ol dediğinde ve vücut bir tüy olduğunda bıraktığı hareketsizliğe olan savaşıma inancım hiç çıkmadı aklımdan. Oysa bu sadece akışıma bir hikayeydi. Belki senin gibi ve belki benim gibi. Çoğunlukla herkes gibi.
İşte o zaman tekrar inancımın yarısını ellerimle gömdüm toprağa. Uçuşan toprak parçalarının ardından taşladım inançlarımı. Kendimden bile gizlice. Onları taşlamamı isteyen ahlakım kaldıramazdı bunu. Ve uçuşan saçlarımın ardından göz yaşlarına boğuldu inançlarım. Gözlerimin içine bakıyorlardı. İşte o zaman daha hızlı atıyordum taşlarımı.
İnançlarımın ördüğü kaderime isyan ettim, taşladım. Yetmedi, durdurmadı beni... Tutkularım fışkırdı alev alev topraktan ona da isyan ettim. Onu da taşladım. Yetmedi, durdurmaya çalıştıkça daha çok çıktığını anladım. Anlamak bir işe yaramıyordu, öfkelendim. Öfkem beni aştıkça daha çok taşladım kendimi.
Biliyordum bu inançlarımdan sonrası da olacaktı ve öncesi de vardı. Bu olmalıydı beni durduran ama durduramadı. Kanlar akıyordu inançlarımdan. Bir bir inanamıyorlardı bana yaptıklarına. Aynı inanç değil miydi onları yok etmeye çalışan? Uçuşan toprak parçalarının ardından bir bir öldü inançlarım. Ve gizlice onları taşıdım ruhumun karanlık sularına. Sonra başladım inşa etmeye karanlık dehlizlerimi. Bazen tekrar yıktım onları baştan yapmak için. Tek isteğim özgürce kaybolmaktı oysa ben yapıyordum her parçasını, ben koyuyordum onları oraya. İşte o gün anladım. Ey gece efendi ben kaçıncı kaybetmeye çalıştığın inancınım? Sende inançlarım gibi benim kadar büyük müsün benim için? Yoksa beni öylesine var edebildiğin gibi gizlice ellerin kirlenmeden öldürebileceğini mi zannetmiştin? Uçuşan toprakların ardından vücudumun yarısı toprakta, ellerim sezinlerken dünyayı sanrımı sadece sanrın mı sanmıştın? Öyleyse dostum gece her gece gibi bu gece sanrına ait bir sanrı olarak al beni koynuna. Bir avuç toprağın yere dökülürken uçuşunu, kuşların sesini, şu uçsuz bucaksız dağları, sessizliğin ardına gizlenmiş dalgaları... tekrar ve yeniden yaşayalım birlikte.
https://www.youtube.com/watch?v=8REA9F2XgjU
0 notes
Text
Gidecek bir yerin kaldıkça bir yere gitmezsin
Bedri Rahmi Eyüpoğlu İnsan Kokusu isimli kitabında sinemadan alınan bilgiyi şöyle tarif ediyor: "Bir damla bal için sinema bize birkaç ton keçiboynuzu yutturdu!" Doğrusu, sinema dünyasını kendi çapında takip etmeye çalışan birisi olarak, bu cümleye katılmadan edemedim. Fakat aynı zamanda şunu da hatırlamadan edemedim: Bazen o bir damla bal öyle lezzetli oluyor ki birkaç ton keçiboynuzunu, hatta fazlasını, affettirebiliyor. Çünkü balın farkındalığına erebilmek ancak o keçiboynuzlarını çuval çuval yuvarlamakla mümkün olabiliyor. Beyazperdeden yapımlara gönderme yaptığım yazılarda işte bu 'bir damla bal'ları okurlarımla paylaşmaya çalışıyorum. Belki ancak bu sûrette o bir damla bin damlaya çıkabiliyor zaten. Eğer aktarmayı becerebilmişsem. Çünkü, maddenin aksine mana, paylaşıldıkça çoğalır. Her pay edilende yeni bir vücud bulur. Eskisinden eksiltmesi de gerekmez üstelik.
Başrollerini Kelly Macdonald ve İrfan Han'ın paylaştığı, 2018 yapımı Puzzle filmini izlerken de epey bir boş zamandan olduğumu düşündüm. Ta ki merkezindeki manayı yakalayana kadar. O da Kelly Macdonald'ın satışa çıkardıkları gölevinin önünde "Eskiden burası var diye her tatilde buraya geliyorduk. Başka hiçbir yere gitmedik. Şimdi ne olacak?" gibilerinden konuşan oğluna verdiği cevapta saklıydı sanki: "Gidecek bir yerimiz varken hiçbir yere gitmiyorduk. Şimdi gidecek bir yerimiz yok. Bir yere gitmek zorunda kalacağız. Birşey yapacağız. Birşey ya da birisi olacağız."
Gidecek bir yer kalmayınca bir yere gitmek zorunda kalmak... Hımm. Ahmed için enfes bir pencere. Fakat hazır giriş yapmışken filmin içindeki birçok şeyin bu bakış açısıyla nasıl bir yörüngeye oturduğunu da konuşalım. Karakterlerin isimlerini hatırlayamadığım için yine oyuncuların isimlerini kullanayım: Macdonald'ın canlandırdığı farkedilmemiş deha sahibi kadının, doğum gününde hediye edilen Puzzle duyduğu merak, aslında bir anlamda onun bütün hayatının da resmi. Önüne hazır bir şekilde verilmiş parçaları birleştiriyor. Hayatta da o parçalardan birisi zaten kendisi. Dahil oluyor. Dışına çıkmıyor. Han'la karşılaştığında ise Puzzle'ın dışında bir dünya olduğunu farkediyor. Kendisinin içinde doğduğu Puzzle'ın parçası olmaktan aşkın birşeye dönüşebileceğini düşünüyor. Lakin, dikkat ediniz, finalde yaşanan şey aslında Han'ın da varlığına bir eleştiri. Han da aslında kadından kendi Puzzle'nın parçası olmasını istiyor. Yine bir belirginlik var bu işin içinde. Macdonald bunu da reddediyor. 'Belirsizliğin bereketini' seçiyor. Sadece ismini duyduğu... Neyse, uzatmayalım, hem spoiler vererek izleyeceklerin hevesini kaçırmayalım.
Hop, hadi bakalım, Ahmed yine bir kavramlaştırma yumurtladı kendince. Peki onunla ne demek istedi? 'Belirsizliğin bereketi' bence Bediüzzaman'ın Kur'an-ı Hakîm'in belagatı hakkında söylediği 'Sözü az söyler, tâ uzun olsun'dan başlayıp ta sırr-ı imtihana, muğayyebat-ı hamseye, ecelin müphemiyetine, ahirzamana dair hadislerin kapalılık içindeki kapsamlılığına, kıyametin vaktinin belirsizliğinin insana kattıklarına kadar birçok yerde altını çizdiği birşeydir bu. Yani bazı belirsizlikler insan için berekettir. Bazı azlıkların belirsizliği onları çoğaltır. Karşısındaki aynalar sayısınca görüntü sahibi yapar onu. Yorumcular kadar boyut sahibi yapar. Hem hayata bundan başka kattığı bereketler de vardır. Mesela: İrade ancak boşluklarda gelişir. Eğer kişiye seçimlerinde iradesinin hakkını verebileceği bir belirsizlik payı bırakmazsanız seçme yeteneğini geliştiremez.
Mürşidim, işte biraz bu sadedde, mucizelerin dahi 'Akla kapı açar ama ihtiyarı elden almaz' bir müphemiyet içerdiklerini belirtir. Bu müphemiyet sayesinde Ebu Bekir (r.a.) gibi elmas ruhlular ile Ebu Cehil gibi kömür ruhlular birbirlerinden ayrılır. Hatta şeytanın insana musallat edilmesindeki hikmet de bir parça budur. Yani türlü manipülasyonlarla bir parça 'sanrı müphemiyetler' oluşturmasıdır. Onun hilesiyle fısıldadığı bu belirsizlik, kapalılık veya çabuk anlaşılmazlık sayesinde insanlar cenneti/cehennemi hakederler. Nereye layık olduklarını gösterirler. Sadece bu mu? Değil. Umumî musibetlerde masumların da ölümü hakkında mürşidim der ki:
"Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dar-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif, iktiza ederler ki, hakikatler perdeli kalıp, ta müsabaka ve mücahede ile Ebu Bekir'ler âlâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebu Cehil'ler esfel-i sâfilîne girsinler. Eğer masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar, Ebu Cehil'ler, aynen Ebu Bekir'ler gibi teslim olup, mücahede ile mânevî terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı."
Peki ya 'muğayyebat-ı hamse' bahsinde söyledikleri? Onlara da şöyle bir parça bakmak gerekmez mi? Hemen yağmurle ilgili kısma bakalım o vakit: "Güneşin tulûunda ne kadar menfaatler olduğu malûmdur. Halbuki muttarid bir kaideye tâbi olduğundan, güneşin çıkması için dua edilmiyor ve çıkmasına dair şükür yapılmıyor. Ve ilm-i beşerî, o kaidenin yoluyla yarın güneşin çıkacağını bildiği için, gaipten sayılmıyor. Fakat yağmurun cüz'iyâtı bir kaideye tâbi olmadığı için, her vakit insanlar rica ve dua ile dergâh-ı İlâhiyeye ilticaya mecbur oluyorlar. Ve ilm-i beşerî vakt-i nüzulünü tayin edemediği için, sırf hazine-i rahmetten bir nimet-i hassa telâkki edip hakikî şükrediyorlar."
Demek ki belirsizlik insanın şükrünü de bereketlendiriyor. Yağmurun belirsizliği sayesinde insanlar rahmete karşı daha dikkatli ve bilinçli oluyorlar. Peki sadece bunlar mı? Değil efendim. Bakınız ecel belirsizliğinin bereketi de şuracıkta. Hemen öpüp başımıza koyalım: "Ecel-i insan muayyen olsa, yarı ömrüne kadar gaflet-i mutlaka, yarıdan sonra darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşet verecek. Halbuki, âhiret ve dünya muvazenesini muhafaza etmek ve her vakit havf ve recâ ortasında bulunmak maslahatı, iktiza eder ki, her dakika hem ölmek, hem yaşamak mümkün olsun. Şu halde, müphem tarzdaki yirmi sene müphem bir ömür, bin sene muayyen bir ömre müreccahtır."
Sizi yormaktan öyle korkuyorum ki. Yoksa daha alıntılanması gereken 'kıyametin müphemiyetinin kazandırdıkları' ve 'kaderin bize bakan tarafının belirsizliğinden kazandıklarımız' veya 'ihbar-ı gayp türünden hadislerdeki teşbihlerin belirsizliği ile açılan kapılar' vesair birçok şey var. Ancak hepsinin özü-özeti şu bence: Bu belirsizliği Cenab-ı Hakkın hikmeti ve rahmeti iktiza ediyor. Zaman zaman bizi belirsizliklere düşürerek kendimizi bu yolla geliştirebilmemizi sağlıyor. Eğer biz de Puzzle'daki Kelly Macdonald gibi irademizi hiçbir şekilde sahaya sürmediğimiz bir kabullenişi yaşasaydık, insanlara gülücük dağıttığımız halde, her sabah dayatılmışlığın azabı ile uyanabilirdik. Şükür ki Cenab-ı Hak bize belirsizlikler de lütfetmiş. Bunlarla irademizi kullanacağımız boşluklar halketmiş. Biz de o sayede birşey ya da birisi olmuşuz. Ne diyelim? Rabb-i Rahîm bu boşlukların hakkını da verebilmeyi nasip etsin. Âmin.
Not: Bu filme dair şu yazdığım yazı onun 'ibret alınması gereken' kısmına dairdi. Bir tane de 'dikkat edilmesi gereken' kısmına dair yazmayı düşünüyorum. Çünkü film aynı zamanda 'belirsizliğin bereketi' üzerinden bir parça ateizm-hedonizm propagandası da yapıyor. Değişik bir argüman olarak dikkatimi çekti. Onu ikinci yazıda konuşalım inşaallah. Tevfik ise Allah'tan.
5 notes
·
View notes