#Fransız sömürgeleri
Explore tagged Tumblr posts
Text
Karayipler'deki Fransız Sömürgelerinde Protestolar ve Gece Sokağa Çıkma Yasağı
Karayipler’deki Fransız Sömürgelerinde Protestolar Sürüyor Fransa 24’ün haberine göre, Karayipler’deki Fransız sömürgeleri, hayat pahalılığına karşı artan protestolarla çalkalanıyor. Özellikle Martinik’te yaklaşık iki aydır devam eden gösterilerin, komşu koloni Guadeloupe’a da sıçraması üzerine Fransız hükümeti, 25 Ekim’de uygulamaya koyduğu gece sokağa çıkma yasağını uzatma kararı…
#elektrik kesintileri#Fransa hükümeti#Fransız sömürgeleri#gıda fiyatları#gece sokağa çıkma yasağı#Guadeloupe#hayat pahalılığı#Karayipler#Martinik#protestolar
0 notes
Text
Afrika’nın egemenlik arayışı - Toby Green
2021’den bu yana Batı ve Orta Afrika’nın büyük kısmında askeri darbeler hükümetleri devirdi. Darbe dalgası Çad’da (Nisan 2021) başladı, ardından Mali (Mayıs 2021), Gine (Eylül 2021), Burkina Faso (Ocak ve Eylül 2022), Nijer (Temmuz) ve son olarak da bağımsızlıktan bu yana ülkeyi yöneten Bongo ailesinin iktidardan uzaklaştırıldığı Gabon’a yayıldı. Bunların tamamı eski Fransız sömürgeleri,…

View On WordPress
0 notes
Text
Batı, Neden Allah Resûlü'ne Saldırıyor? - Halis Bayancuk Hoca
Allah'ın adıyla.
Allah'a hamd, Resûl'üne salât ve selam olsun.
Es-Selamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakatuhu,
Tüm kardeşlerim için yüce Allah'tan afv ve afiyet talep ediyorum. Rabbim sizleri maddi manevi tüm bulaşıcı hastalıklardan korusun. Hastalığa yakalanmışlara acil şifa ihsan etsin.
Yüce Allah'a hamdolsun, ben iyiyim. Sizlerin salih duaları ve Rabbimin icabetiyle her daim iyi olmayı ümit ediyorum. Müsaadenizle bu yazıda, birçok soruyu tek soru hâline getirerek yazıya başlamak istiyorum: Batı, Allah Resûlü'ne (sav) neden saldırıyor?
Bu sorunun cevabına geçmeden önce şunu belirtmek istiyorum: İslam ümmetiyle Haçlılar arasında birçok savaş yaşandı. Bu savaşlarda Allah'ın takdiri gereği bazen onlar kazandı, bazen biz kazandık. Kur'ân'ın ifadesiyle Allah (cc), günleri insanların arasında döndürdü.[1] Ancak Ehl-i Salib, Allah Resûlü'ne (sav) hakaret ettiği her savaşta, mutlaka yenildi. Öyle ki; İslam âlimleri Allah Resûlü'ne hakaret cümleleri duyduklarında, İslam ordularını zaferle müjdelerdi. Hâliyle; bugün Haçlılar, Allah Resûlü'ne (sav) söverek yaklaşan sonlarını haber vermiş oldular. Hatırlayacağınız üzere ilk Charlie Hebdo densizliğinden sonra, Fransa ekonomik ve sosyal kriz yaşamıştı. İçeride sarı yelekliler, dışarıda Afrika sömürgeleri kazan kaldırmaya başlamıştı.
Siyaset bilimciler, Fransız Devrimi'nden bu yana Fransa'nın yaşadığı en büyük krizin bu olduğunu söylüyor. Her ne kadar onlar, bu krizi Allah Resûlü'ne hakaretle ilişkilendirmese de biz, krizin ona (sav) hakaretle ilişkili olduğunu biliyoruz. İkinci Charlie Hebdo ve Macron densizliğinin daha yıkıcı olacağına inanıyoruz. Zira biliyoruz ki; biz Müslimler Allah'ın (cc) yardımını hak etmiyor olabiliriz. Günahlarımız, itikadi ve ahlaki sapkınlıklarımız bizi İlahi yardımdan mahrum edebilir. Ancak Allah Resûlü (sav), bizim değil, Rabbinin koruması altındadır ve Rabbi, her durumda ona yardım edeceğine söz vermiştir:
"Kim de Allah'ın, ona (Nebi'ye) dünyada ve ahirette yardım etmeyeceğine inanıyorsa göğe bir araç uzatsın, sonra da (gökten ona gelen yardımı) kessin. (Sonra da) baksın (bakalım), bulduğu bu çare (İslam'a ve Peygamber'e) karşı öfkesini gidermiş mi?"[2]
Fransa, Allah Resûlü'ne hakaret ederek gökyüzüne mızrak/ok fırlatan Ye'cuc ve Me'cuc durumuna düşmüştür. O mızrak, fırlatıldığı yerden kana bulanmış olarak dönecek ve fırlatanı can evinden vuracaktır.[3]
Biz bu yazıda Fransa'nın akıbetinden ziyade, Allah Resûlü'ne (sav) yapılan saldırının ardındaki gerçeğe, saldırının perde arkasına bakmak istiyoruz. Öncelikle bu saldırının ardında bir değil, birçok sebep olduğuna inanıyoruz. Batı dünyası; İslam'a ve Resûl'e saldırganlıkta birlik olsa da saldırma nedenleri farklılık gösterebiliyor. İşte bu nedenlerden bazıları:
Batı Toplumunda Arayış ve İslam
Batı dünyasında bir anlam krizi yaşanıyor. İnsanlar yaşamın, ölümün, varlığın... anlamını sorguluyor; ama bir neticeye ulaşamıyor. Zira sorularına cevap bulacakları bir zeminden mahrumlar; din yok, felsefe yok, gelenek yok, kültür yok... Özgürlük, insan hakları, eşitlik... gibi kavramlar kulağa hoş gelse de insanın anlam arayışına cevap vermiyor. Kaldı ki, arayan insanın karşılaştığı ilk hakikat; Batı'nın bu konudaki ikiyüzlülüğü oluyor. Bu değerleri dünyada en fazla çiğneyenin yine Batılı devletler olduğunu görüyor. Yine Batı'nın kendine mâl ettiği bu değerlerin, aslında başka toplumlara ait olduğunu; Batı'nın, toplumların yer altı ve yer üstü kaynaklarını çaldığı gibi değer/kültür hırsızlığı yaptığını da fark ediyor. Hangi gerekçeyle yola çıkarsa çıksın; arayan her Batılı, kendi toplumundan tiksiniyor, Batılı değerlerden (!) uzaklaşıyor...
Batı dünyası bu arayışın farkında ve bundan rahatsız. Dahası, arayış içinde olanların çoğunlukla İslam'la buluştuğunun da farkında. Kendi yaptırdığı araştırmalar genel olarak dünyada, özel olarak Batı'da en hızlı yayılan dinin İslam olduğunu gösteriyor. Topraklarını işgal ettiği, tüm kaynaklarını sömürdüğü, elindeki tüm imkânlarla kötü gösterdiği İslam; kendi evinde, kendi insanını kalbinden yakalıyor. İşte bu durum Batı dünyasını histerik bir ruh hâline sokuyor; onlar da Allah Resûlü'ne ve İslam'a saldırıyorlar.
Batı ve Öteki
Bireyin bir karakteri olduğu gibi toplumların/medeniyetlerin de bir karakteri, genetik özellikleri vardır. Bununla birlikte her toplumun "öteki" olarak gördüğü topluluklar ve onlarla kurduğu bir ilişki vardır. Örneğin İslam dini için "öteki", İslam inancını kabul etmeyen herkestir. İnsanları diline, ırkına, coğrafyasına bakmaksızın inanan ve inanmayan olarak ayırır. Sonra inanmayanları İslam'a davet eder. İslam'ı kabul etmeyeni, vatandaş olmaya davet eder. Bu iki seçeneği kabul etmeyenleri ise iki kısma ayırır: İslam toplumuyla barış içinde yaşayan komşularıyla sulh ilişkisi kurar. Düşmanca tavır takınanlarla savaşır...
Batı için "öteki", ırk anlamında Batılı olmayan herkestir. Öteki, yalnızca Batı'ya hizmet etmekle memurdur. Öteki, düşmandır ve düşman ancak köle olursa kontrol altında tutulabilir. Bu sebeple ötekinin ya imha edilmesi ya da Batı hizmetinde çalıştırılması gerekir. Batılıların Amerika, Afrika ve Hindistan yerlilerine yaptıklarına baktığımızda bu anlayışı net olarak görürüz. Şiarları bellidir: Köleleştir veya imha et!
Batılılar için "öteki", barbardır. Tüm Batı tarihi, barbarları bekleme tarihidir. İç bütünlüğü sağlamak için, toplumu, barbar olan ötekiyle korkuturlar. Bu korku, Batı toplumunu bir arada tutar, meşhur şair Kavafis bu durumu ironik bir üslupla şiirleştirmiştir:
Ve ne olacağız şimdi barbarların yokluğunda?
O insanlar ki, bir çeşit çözümdüler.
Birinci Dünya (Paylaşım) Savaşı'na kadar Batı için öteki, Osmanlı, yani İslam'dı. Ekim Devrimi'yle beraber Batı için "öteki" değişti. Yeni öteki, Sovyetler, yani komünizmdi. Asırlarca halklarını Osmanlı'yla, son bir asırdır da komünistlerle korkuttular. Sovyetlerin dağılmasıyla beraber, Batı için, halkını kendisiyle korkutacağı yeni bir öteki lazımdı. Düşmanlık/Öteki listesini güncellediler ve İslam'ı ikinci sıradan tekrar liste başına aldılar. O günden beri İslam'la savaşta olduklarını hiç gizlemediler:
"Medeniyetler çatışması tezinin mucidi Samuel Huntington 'Voice of America' (Amerika'nın Sesi) programına yaptığı açıklamada şöyle demiştir:
'Batı medeniyetinin önündeki en büyük tehdit; İslam fundamentalizmi değildir. Bizatihi İslam'ın kendisidir. İslam'ı doğrudan düşman ilan etmek Müslümanları asırlık uykusundan uyandırır. İslam fundamentalizmi ve İslami terör maskesi altında saf dışı ve imha edilmek istenen İslamiyet'tir.'
11 Eylül hadisesinden sonra İslam âlemine yönelik başlatılan ve Bush'un ağzından 'Haçlı Seferi' olduğu itiraf edilen işgal, genişleyerek devam ediyor."[4]
Bugün Batı için "öteki", İslam'dır ve Batı İslam'la savaş hâlindedir. Kendi iç bütünlüğünü sağlamak için sürekli bu korkuyu canlı tutmalıdır. İslam'a ve Resûlullah'a (sav) hakaretin arka planındaki sebeplerden biri de budur.
Nüfus Yaşlanması ve Batı
Batı dünyasında bir anlam krizi ve bu krizin tetiklediği bir arayış olduğuna değinmiştik. Aslında her insanın derinden duyduğu "Niçin varım/yaratıldım ve öldükten sonra ne olacak?" sorusuna yönelik bir arayıştır bu. Zira insanın tüm eylemleri varlık sebebiyle anlam kazanır, öldükten sonra ne olacağının cevabı da bu anlama değer ve derinlik katar. Bu iki soruya aklı ve kalbi tatmin, ruh ve bedeni teskin edici cevabı yalnızca İslam verir. Batı, bu nedenle insanları bu arayıştan alıkoymak için onları suni gündemlerle oyalamaya çalıştı. Amacı; bireyin kendi iç dünyasına doğru derinleşmesine engel olmaktı. Evet, başardı ve toplumu oyaladı, ancak daha büyük sorunlarla karşılaştı. Örneğin geçen yüzyıl boyunca Batı toplumunu bireysellik ve cinsiyet tartışmalarıyla oyaladılar, istediklerini elde ettiler, ne ki, çok daha büyük bir sorunla karşılaştılar. Bireysellik ve cinsiyet inkârı, toplumun varlık ve devam şartı olan aile kurumunu çökertti. Evlilik oranları düştü, boşanma oranları arttı. Aile kurumu angarya olarak görüldü. Üremeyen, çoğalmayan ve hızla yaşlanan bir Batı dünyasıyla karşılaştılar.
Buna mukabil evlenen, çoğalan ve genç olan "Müslüman" bir nüfus var. Batılı kuruluşlar farklı tarihler verse de, hesaplamalar bir noktada ittifak hâlinde: Yakın gelecekte Müslüman nüfus yerli nüfusla dengelenecek, sonra da hızla artışa geçecek. Bu durum Batı için bir kâbus. Ne yapacaklarını, bu sorunu nasıl çözeceklerini bilmiyorlar. İçlerindeki korku ve nefret, dillerine hakaret olarak yansıyor.[5]
Batı ve Tahakkümcülük
Batı medeniyeti tahakkümcüdür, kontrolcüdür. Herhangi bir varlığı kontrol edebiliyor ve onun üzerinde egemenlik kuruyorsa, onunla geçinebilir. Tahakküm kuramadığı her varlık onun için düşmandır, yok edilmelidir. Her şeyin üstüne çıkıp kontrol altına alma, Kur'ân'ın ifadesiyle 'uluvv' ahlakı, beraberinde mutlaka fesadı/bozgunculuğu getirir. Ve bu ahlak; Allah (cc) ile karşılaşmayı ummayan, ahireti istemeyen, tek dünyalı kimselerin özelliğidir:
"İşte (bu) ahiret yurdudur. Biz, onu yeryüzünde üstünlük taslamayan ve bozgunculuk istemeyenlere veririz. (Güzel) akıbet muttakilerindir."[6]
Batı medeniyeti tahakkümde o denli aşırı gitmiştir ki; varlığın genine, yaratılış kodlarına müdahale etmeye başlamıştır. Yeryüzünde bugün var olan fiziki ve ruhsal hastalıkların birçoğu geniyle oynanmış gıdalar ve insan eliyle zehirlenmiş içme sularıyla ilgilidir. Geçmiş medeniyetlerin tümü, dönemlerindeki teknik/bilimsel gelişmeleri, varlığı anlamak ve anlamlandırmak için kullanmışlardır. Oysa Batılılar, bilim ve teknik kendi uhdelerine geçtiğinden beri bilimi bir tahakküm aracı olarak kullandılar. Nükleer ve konvansiyonel silahlar, gıda ve giyim sektörüne karışan kimyasal zehirler, iki büyük dünya (paylaşım) savaşı, sömürge ve köleleştirme; bilimin, Batı elinde ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Buradan konumuza dönecek olursak şunu söyleyebiliriz:
Batı için İslam büyük bir sorundur. Zira İslam'a müntesip toplumlar, şeriat sahibidir; helal haram bilincine sahiptir. Sizin dayattığınız dünya onların helal haram anlayışına uymuyorsa reddediyorlar. Nefsine yenik düşenler dahi, yaptıklarının yanlış olduğunu kabul ediyor, bir gün pişman olup Batılı değerleri terk etme potansiyeli taşıyorlar. İşte Batı'nın İslam'a ve Resûlullah'a (sav) saldırma nedenlerinden biri de budur: Bir türlü İslam ehli üzerinde mutlak tahakküm kuramamış olmak! Batılıların özellikle sünnet üzerine akademik (!) çalışmalar yapmasının nedeni de budur. Sünnet şeriattır. Sünnet detaydır. Sünnet hayatın her alanını düzenleyen yasa, tüzük, genelge, talimatnamedir. Sünnetsiz, yani şeriatsız bir toplum; her yöne çekilebilecek ve yaşamlarının detayları başkaları tarafından çizilebilecek, tahakküme açık bir toplumdur.
Allah Resûlü'ne (sav) hakaret densizliğinde mezkûr özelliğe işaret eden ilginç açıklamalar oldu. Fransa Sağlık Bakanı, bir giyim markası olan Decathlon'un tesettüre uygun koşu kıyafeti üretmesini kınadı. Yine İçişleri Bakanı, marketlerde satılan helal yiyeceklerin, ayrılıkçı/radikal görüşleri beslediğini söyledi. Bir İtalyan gazetesi, "Müslümanlar kantinleri dahi kontrol ediyor!" diyerek, kantinlerde satılan helal yiyeceklerden rahatsızlığını faş etti. Bu açıklamalar dikkatle okunduğunda her birinde derin bir rahatsızlık olduğu görülür. Bu rahatsızlığın nedeni; İslam'a müntesip toplumların kontrol altına alınamıyor olması ve buna sebep olan helal haram hassasiyeti, yani şeriattır. Şeriatın detaylarını Allah Resûlü'nün sünneti belirlediğine göre, ona (sav) olan düşmanlığı anlamak da zor değildir.
Batı, Bir Aşırılık Medeniyetidir
Aşırılık, Batı medeniyetinin karakteristik özelliklerindendir. Batı tarihinde normallik geçici, aşırılık kalıcıdır. Örneğin uzun yüzyıllar temizlikten kaçan ve pislik içinde yaşayan Batı, şimdi hayatın her alanını steril hâle getirmiş, aşırı bir temizlik tutkusuna kapılmıştır. Uzun yüzyıllar cinselliği bir tabu olarak kabul eden ve buna bağlı olarak ruhsal sorunlar yaşayan Batı, son bir yüzyıldır, sapkınlığa varan bir cinsel hürriyeti savunmaya başlamıştır.[7] Uzun yüzyıllar kilisenin onay vermediği her düşünceyi ölüme mahkûm eden Batı, son yüzyıllarda her türlü düşünceye özgürlük noktasına savrulmuştur…
Görüldüğü gibi Batı tarihi, bir aşırılıklar tarihidir. Batı, sevgisinde de nefretinde de aşırı bir medeniyettir. Şu an İslam'a ve Peygamber'ine gösterdiği reaksiyon, aşırılığının bir tezahürüdür. Koronavirüs'ün çıktığı ilk dönemlerde bilbordlara onun (sav) hadislerini asan Batı, bir yıl sonra ona hakaret eden karikatürleri kamu binalarına yansıtarak bu aşırı tabiatını bir kez daha sergilemiştir. Bu, normaldir! Zira vahiyle desteklenmeyen insan tabiatı, uçlarda yaşamaya mahkûmdur. Vahiyden yoksun insan, kâh aklın kâh duyguların savurmasına maruz kalır. Denge ancak vahiyle, Kitap ve açıklaması olan sünnetle mümkündür.
Batı ve Değerlere Saygı
Üzülerek belirtmeliyim ki; kendini Muhammed'in (sav) ümmetinden gören bazıları, Batı'yı insani ve dinî değerlere saygıya davet ediyorlar. Bu davet sorunlu; zira, normal şartlarda Batı'nın insani ve dinî değerlere saygılı olduğu, bu meselede kendi değerlerini çiğnediği ön kabulünden neşet ediyor. Böyle bir davet, ancak Batı'yı tanımayan, Batı propagandasına maruz kalmış zihinlerin daveti olabilir. Batı'yı, söylemlerinden değil de eylemlerinden tanıyan biri, böyle bir davet yapmaz; yapılmasını da gülünç bulur. İnsanlık tarihinden az çok haberdar olan her insan, tarihin şahitlik ettiği en barbar, ahlaksız ve yalancı topluluğun, mevcut Batı dünyası olduğunu bilir.
Sorun şu: Batı'yla ilgili algı ile olgu, söylem ile vaka arasında yerle gök arasındaki kadar fark vardır. Batı dünyası, insanlık tarihine "kültür işgali" kavramını kazandırmıştır. Bu; sizin nasıl düşüneceğinize, olayları nasıl algılayacağınıza ve nasıl tepki vereceğinize kültürel araçlarla yön veren bir düzendir. Şöyle bir düşünün: ABD, Vietnam'ı işgal etti. Tarihin gördüğü en barbar işgallerden birini gerçekleştirdi ve yenildi. Bugün dünyada kaç kişi ABD'nin işgalci olduğundan ve yenildiğinden haberdar? Bir taraftan Vietnam'ı işgal ederken diğer yandan Rambo serisiyle, işgali nasıl algılayacağımıza dair sinemayı kullandı ve milyarları zehirledi… Dünyanın gözlerinin içine bakarak, Irak'ta kimyasal silah olduğunu iddia etti ve etkileri bugün de devam eden Irak işgalini gerçekleştirdi; bugün de işgale ve yalana devam ediyor… Karşımızda böylesine ahlaksız, ikiyüzlü ve yalancı bir topluluk var.
George Floyd olayı sonrasında yaşanan ABD ve AB merkezli sokak olaylarında dünya şunu gördü: Milyonlarca insanı katleden ve yüzbinleri köleleştiren savaş baronlarının heykelleri meydanları süslüyor (!) Şayet Batı, iddia ettiği gibi köleleştirme tarihinden utanıyorsa, bu vahşi insanların heykellerini nasıl ve neden en ünlü meydanlara dikebiliyor?
Örneğin Hitler; Yahudi ve Romenleri/Çingeneleri toplama kamplarında zehirleyerek ve fırınlarda yakarak katletti… Tüm dünya Yahudilerin yaşadığı soykırımı konuşuyor. Peki, Romenler insan değil mi? Daha birkaç yıl önce Fransa'da Romenleri Romanya'ya geri gönderme konusu konuşuluyordu. Bugün bir Yahudi'yle ilgili böyle bir konuşma yapılabilir mi?
Salman Rüşdi, Allah Resûlü'ne (sav) hakaret eden paçavrayı yayınladığında bu kitabı basmak için yayınevleri sıraya girdi Batı'da. Roman aynı anda birçok dile çevrildi. İngiltere'de Ziyauddin Serdar ve arkadaşları ise bu kitaba karşı ilmî bir reddiye kaleme aldı. Ne oldu dersiniz? Hiçbir yayınevi bu kitabı basmayı kabul etmedi! Düşünün; Ziyauddin Serdar tüm Batılı değerleri özümsemiş, Liberal Demokrat bir Batızede… Humeyni'nin Salman Rüşdi hakkında verdiği ölüm fetvasını ilk eleştirenlerden ve fikre karşı fikirle karşılık verme taraftarlarından… Daha önce Ziyauddin Serdar'ın kitaplarını basan yayınevi dâhil, hiçbir yayınevi bu kitabı basmadı. Öyleyse buradan ne anlamalıyız? Salman Rüşdi Allah Resûlü'ne (sav) hakaret edebilir, çünkü ifade özgürlüğü var. Ama birileri bu kitaba reddiye yazıp Allah Resûlü'nü savunmak isterse, derin bir sessizlik!
Bugün Allah Resûlü'ne (sav) hakaret eden Charlie Hebdo paçavrası, bu yaptığını ifade özgürlüğü olarak tanımlıyor. Ancak aynı paçavra, Yahudileri mizah konusu yapan bir yazarını 2016'da işten kovabiliyor!
Siz Charlie Hebdo'yu mahkemeye şikâyet ettiğinizde -ki; kim, hangi akılla böyle bir şeye başvurur, o da ayrı bir konu- dava dahi açılmıyor. Talebiniz "ifade özgürlüğü" gerekçesiyle reddediliyor. Ancak gay, lezbiyen veya Yahudileri ima yoluyla dahi eleştirdiğiniz anda hakkınızda dava açılıyor. Gerekçe; özgürlüklere müdahale, antisemitizm ve benzeri şeyler... Bir lezbiyeni incittiğiniz için davalık oluyorsunuz. Allah Resûlü'ne (sav) hakaret edip milyarlarca insanı incittiğinizde ise özgürlük havarisi oluyorsunuz. Acaba tarih, böylesine ölçüsüz bir terazi görmüş müdür?
Evet, Batı ahlaksızdır, ikiyüzlüdür, ölçüsüzdür. Batı'dan; şirke, sapkınlığa ve siyonizme saygı bekleyebilirsiniz. Ancak Batı'dan, Allah Resûlü'ne (sav) saygılı olmasını istemek, kişinin yalnızca Batı'nın kültür işgaliyle yaralı bir Batızede olduğunu gösterir. Batı; dine, enbiyaya, güzel olana saygı göstermez.
Batı Dökülüyor
Batı'yı İslam'a karşı histerik bir ruh hâline sokan bir diğer neden; son dönemde yaşanan bazı hadiselerdir. Zira bu hadiseler Batı'nın kitle iletişim araçlarıyla oluşturduğu makyajı akıtmış, boyanın altındaki gerçekliği ortaya çıkarmıştır. Yukarıda zikretmiştik, bir daha tekrarlayalım: Batı'ya dair var olan "algı" ile "olgu" arasında ciddi farklılıklar vardır. Örneğin dünya halkları Batı'yı sosyal, siyasal ve ekonomik yönden hiç aksamadan işleyen bir mekanizma olarak görüyor. Batı kendini böyle tanıtıyor ve izleyici konumundaki dünya, gördüğüne inanıyor. Koronavirüs'le birlikte, aslında sistemin hiç de oturmadığı, Batılı değerler (!) denen safsatanın içinin boş olduğu ve sistemin ne kadar dayanıksız olduğu anlaşıldı. O çok medeni (!) Batılı devletlerin nasıl da birbirlerinin sağlık malzemelerine el koyduğu, yine o medeni Batılı halkların market reyonlarını yağmalarkenki barbarlığı, hiç de filmlerde gördüğümüz asil Batılı profiliyle uyuşmuyordu.
Yunanistan sınırında mültecilere reva görülen muameleyi dünya canlı canlı izledi. Kampları, içindekilerle birlikte ateşe veren; insanların malına el koyup çıplak olarak geri gönderen; mültecileri zehirlemeye çalışan; uzaktan ateş ederek öldüren veya sakatlayan bir Batı'yla karşılaştı dünya. Bundan yirmi yıl önce olsa, mezkûr manzaraları göremeyecektik muhtemelen. Kitle iletişim mafyası Batı, ne yapıp edip gerçekleri gizleyecekti. Ancak bugün, insanlar bazı şeyleri kendileri çekiyor ve sosyal medyada yayıyor…
Şu an Batı; makyajsız yakalanmış yaşlı bir ünlü, peruğu çekilip alınmış bir kel… gibi öfkeli. Gerçek yüzü açığa çıktıkça öfkeleniyor; saldırıyor, saldırıyor, saldırıyor. Zira en fakir İslam ülkeleri dahi, mülteciler karşısında onun sergilediği barbarlığı sergilemiyor. Batı'nın çaldığından arta kalanı mültecilerle paylaşıyor. Batı'ya göre geri kalmış, evrimini tamamlayamamış Doğulular, muharref/geleneksel İslam'la dahi insani olarak Batı'nın bu denli ilerisindeyken, Batı öfkelenmesin de ne yapsın? Tahrif edilmiş İslam buysa, sahih İslam karşısında Batı nasıl direnecek?
Batı ve Yükselen Irkçılık
Birinci Dünya (Paylaşım) Savaşı'ndan sonra yüce Allah, Batı dünyasını ırkçılıkla cezalandırdı. Avrupalıların bugün dahi utanma numarası yaptıkları Hitler ve Mussolini bu dönemde ortaya çıktı.[8] Yüce Allah bu liderlerin eliyle Avrupa'yı yıktı, yerle bir etti. Avrupa, İkinci Dünya (Paylaşım) Savaşı'ndan sonra toparlandı, ama geçmişten ders almadı. Yine o kibre, sömürgeciliğe ve zulme geri döndü. Şimdi yüce Allah, onları yine ırkçılıkla cezalandırıyor. Tüm Avrupa ülkelerinde ırkçı partiler her seçimde oylarını arttırıyor, Avrupa siyasetinde daha görünür oluyorlar…
Şu an Batılı liderler artan sağ oyları almak ve seçimleri kazanmak istiyorlar. Bunun için popülist davranıp sağcıları memnun edecek bir dil kullanıyorlar. Bu sebeple de İslam'a ve Müslimlere saldırıyorlar. Aslında ırkçılığı besleyecek söylemlerle, Avrupa'nın çöküş zeminini hazırlıyorlar. Unutmamak gerekir ki; tarih tekerrürden ibarettir ve insan unutkandır. Yarım yüzyıl önce ırkçılığın Batı'ya neler ettiğini unutmuş (veya unutturulmuş) olabilirler, ancak biz unutmadık.
Batı ve İslam'ı Terörize Etmek
Batılılar, İslam’ı ve Müslimleri terörize etmek istiyor. Bu nedenle sürekli Müslimlerin sinir uçlarına dokunuyor; Kur’ân yakıyor, Nebi’ye (sav) hakaret ediyor ve Müslimleri aşağılıyor… İslami toplulukları kışkırtmak için elinden geleni yapıyor. Bunun özel bir nedeni var: Batı dünyasının yaşadığı manevi krize ve arayışa daha önce temas etmiştik. Batılı insan bu krizden ya uyuşturucuya sığınarak ya dijital bağımlılıkla ya da arayışla/sorgulamayla çıkış arıyor. Arayanların büyük çoğunluğunun yolu İslam’la kesişiyor. Zira Batı, insanı materyalistleştiriyor; İslam ise ruh ve mana dini. Batı, insanları yalnızlaştırıyor; İslam ise cemaat dini. Batı, insanları katılaştırıyor; İslam ise merhamet dini… Tüm bu nedenlerle Batı, İslam’ı şiddetle özdeşleştirip, fırtınadan kaçan insanlara İslam’ın sığınılacak bir liman olmadığını göstermek istiyor. Bir ırkçının eyleminde dahi tüm medyasıyla Batı; “Tekbir getirerek saldırdı.” diye yayın yapabiliyor. Kısa bir zaman sonra gerçek ortaya çıkıyor, ama durum Allah Resûlü’nün (sav) dediği gibi: “Utanmıyorsan dilediğini yap.”
Daha üzücü olanı ise İslam dünyasında Batı'nın bu isteğine icabet eden/edecek yığınla insanın olması. Çoğu samimi, ama şeriat bilgisinden ve Nebevi hikmetten yoksunlar. Yaptıkları yanlış işler sebebiyle haklıyken haksız duruma düşüyorlar. Ayrıca Allah Resûlü'ne (sav) hakaret eden ve bu ateşi körükleyenler keyif sürerken, hakaretin faturasını sokaktaki insana kesiyorlar. Konuyla hiçbir şekilde ilgisi olmayan, belki bu çirkefliği lanetleyen insanları katlediyorlar. Üstelik Batı'nın istediği tam da bu! İslam'ı ve Müslimleri dengesiz göstermek.
Evet, Batı bir plan yaptı ve tuzak kurdu. Bakalım Allah (cc) bu planı nasıl boşa çıkaracak!
"(Hatırlayın!) Hani kâfirler seni hapsetmek, öldürmek ya da (yurdundan) çıkarmak için tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kuruyorlar, Allah da (tuzaklarını boşa çıkaracak ve onlara zarar verecek şekilde karşı) tuzak kuruyordu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır."[9]
Hatırlatma!
Ne yazık ki bu olay vesilesiyle şöyle bir tablo çıktı ortaya: Birçok insan, bu olayı vesile ederek Avrupa'nın ne kadar kötü, bizlerin de ne kadar iyi olduğunu anlatmaya başladı. Onlar yıkılayazmış, biz de uçayazmışız... Ortaya çıkan ilginç tabloya binaen derim ki:
Bu yazıda amacımız; Allah Resûlü'ne (sav) yapılan saldırılar özelinde bir Batı tahlili yapmaktı. Diğer bir amacımız da Batı'nın ahlaksız, ilkesiz ve şişirilmiş imajına ve işlediği insanlık suçlarına işaret etmekti. Hiçbir şekilde Batı dünyasıyla İslam'a müntesip Doğu dünyasını karşılaştırmak ve Doğu'yu Batı'ya tercih etmek gibi amacımız yoktu. Bu konudaki düşüncemiz şudur: Biz Doğu cahiliyesiyiz, onlar Batı cahiliyesi. Onlar İslami değerlere açıktan hakaret ediyorsa, Doğu cahiliyesi dolaylı hakaret ediyor. İslami değerleri gündelik siyasete alet etmek, aziz İslam'a bir hakaret değil midir? Sonra Charlie Hebdo paçavralarını, bu topraklara ait bir gazetenin yayımlamaya kalktığını nasıl unuturuz? Hâlâ gösterimde olan Yeşilçam müsveddelerinin İslami değerlere hakaretle dolu olduğunu bilmeyen mi var? 28 Şubat'ta kutsallarımızı aşağılayanlar, bugün ülkenin en itibarlı insanları değil mi? Allah'ın (cc) ayetleriyle dalga geçen siyasetçiler, diplomatik atamalarla taltif edilmiyor mu? Cahiliyenin her türünden, Doğulusundan ve Batılısından beriyiz... Cahiliye cahiliyedir, İslam'a hakaret de hakarettir. Bunun Doğulusu Batılısı, direkti dolaylısı yoktur. İki cahiliyeyi kıyaslamak ve birini diğerine tercih etmek anlamsız olsa gerektir.
Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a aittir.
[1] . "Şayet size bir yara dokunduysa hiç şüphesiz (düşman) topluluğuna da yara dokundu. (Mutlak ve daimi galip Allah'tır. İnsanlara gelince) biz bu günleri insanlar arasında döndürür dururuz. Allah, iman edenleri açığa çıkarmak ve sizden şahitler/şehitler edinmek (için böyle yapar). Allah, zalimleri sevmez." (3/Âl-i İmran, 140)
[2] . 22/Hac, 15
[3] . bk.Tirmizi, 3153; İbni Mace, 4079
[4] . İslam Ümmetine Açılmış Haçlı Savaşının Kodları, Halis Bayancuk, Tevhid Dergisi, S 49, s. 18
[5] . Bu, böyledir! Beşerî sistemler, çözüm üretir. İlmi ve tecrübesi nakıs insanın çözümü, daha büyük sorunlara sebep olur. Şu anda Batı, geçen yüzyıl ürettiği çözümlerin hasat mevsimini yaşıyor. Toplumu Allah'a (cc) kulluktan alıkoymak için altı çizilen bireysellik; yalnız yaşayan ve hiçbir değer tanımayan nihilist tipler meydana getirdi. Bu kişiler o kadar çok ki bazı Batı ülkeleri yalnızlık bakanlığı kurmak durumunda kaldı. Hiç şüphesiz, bugün ürettikleri çözümler de yarın daha büyük sorunlara sebebiyet verecek.
[6] . 28/Kasas, 83
[7] . Örneğin Freud'un insanı hazza, hazzı da cinselliğe indirgeyen yaklaşımı; insanı tarif etmez. Cinselliği tabulaştıran ve buna bağlı olarak psikolojik rahatsızlıklar yaşayan Batı toplumunu tarif eder. Yaşadığı dönemi anlamaya çalışan, kendisi de o dönemin insanı olan ve benzer sorunlar yaşayan Freud, tüm insanlığı Batılılar gibi aşırı, hasta ruhlu zannetmiştir. Batılıyı tarif etmek yerine insanı tarif etmeye kalkışmıştır. Körün fil tarifine benzeyen ve insanın yalnızca bir yönünü anlatan bir inanışa sahip olmuştur.
[8] . Utanma numarası dememin bazı nedenleri vardır: İlki; Almanlar Yahudilere yaptıklarının fazlasını daha önce sömürge bölgelerindeki yerlilere yapmıştı. Yahudilere yönelik soykırımdan utanmalarının nedeni Avrupalıların insanlaşmış olmasından değil, sermayeyi elinde tutan Yahudilerin baskısındandır. Şayet bu insan olmaktan kaynaklanan bir utanma olsaydı sömürge bölgelerindeki yerlilere yaptıklarından utanır, özür dilerlerdi. İkincisi; Almanlar bunu bir fırsat olarak kullandı. Âdeta "Bu kadar akıllı Almanlar nasıl oldu da Hitler'le birlikte canavarlaştı? Demek ki kitle psikolojisi, Almanlar gibi disiplinli bir milleti dahi yoldan çıkarıyor." dedirttiler. Ne var ki sosyal psikoloji alanında çalışan, kapitalist sistemin beyin işçileri de bu ezberi tekrarlayıp duruyor. Oysa Almanların Hitler'den önce, sömürge bölgelerinde işledikleri vahşet; Hitler'in Almanları değil, Almanların Hitler'i yoldan çıkardığını ve Hitler'in, benzeri Alman liderlerden bir farkının olmadığını gösteriyor. Üçüncüsü; bazı Batılı düşünürlerin de itiraf ettiği gibi Hitler, Avrupalıları/Beyazları değil de Doğuluları katletseydi Napolyon gibi bir kahraman olacaktı. Onun kusuru, beyazları katletmesiydi… Avrupalıların nasıl barbar bir topluluk olduğunu anlamak isteyenler, Hitler'den çok daha vahşi Belçika Kralı II. Leopold'un yaptıklarını okuyabilir. Sömürge bölgelerinde on milyona yakın insanı katleden bu barbar, heykelleri dikilerek ödüllendirilmiş bir liderdir. Bu nedenlerle onların utandığına değil, utanma numarası yaptıklarına inanıyorum.
[9] . 8/Enfâl, 30
1 note
·
View note
Text
Kadınsız bir devrime karşı çıkmış bir kadın: Olympe de Gouges
Kadınların her çağda kendini var edebilme, eşit temsiliyet, eşit yurttaşlık ve daha insanı şartlarda yaşama mücadelesi devam etmiştir. Tarihi çok geçmişe götürülebilir bir mücadeledir bu. Bu anlamda karşımıza çıkabilecek kadınlardan biridir, Marie Gouze daha doğrusu Olympe de Gouges. Yaşadığı çağın tiranlığına karşı çıkmış, kadınlar için köleler için eşit yurttaşlığı savunmuş, dini evliliğe karşı…
View On WordPress
#Fransız sömürgeleri#Kadın Hakları#kadın hakları savunucusu#Marie Gouze#Olympe de Gouges#Yağmur Tanyıldız
0 notes
Text
Tarihimizin en akıl almaz olayı, Yunan Ankara’ya doğru yürürken, doğudaki ordunun Kafkasya’daki Ermeni, Gürcü, Azeri Milli Hükümetleri’ni yıkmak için -Kızılordu’ya yardım için- hücuma geçmesidir. Bu davranışın, Türkiye açısından hiçbir anlamı yok gibi görünürse de Ortadoğu’daki Bolşevik emperyalist anlaşmasında, tampon bölgenin Kafkasya’dan Anadolu’ya kaydırılması gerçeği bilinirse durum hemen aydınlanır. İngilizler ve emperyalist çetesi (Fransız, İtalyan, Amerika, Japonya haydutları) önceleri Bolşeviklikle aralarına gerecekleri barajı Çarlık Rusya’sı sömürgeleri topraklarda Kafkasya’da düşünmüşlerdi. Eğer bunu sağlayabilmiş olsalardı, sonradan başlarına yeni belalar çıkarması mümkün olacak Türkiye’yi paylaşacaklar, bu beladan belki de ebediyyen kurtulacaklardı. Bunu sağlamayınca Mustafa Kemal’le yaptıkları anlaşma ile, bu işi ilk fırsatta uygulamak için bir zaman geri bırakmak zorunda kaldılar. Bolşevikler gerek emperyalist çetelerini, gerek bu emperyalist haydutların Rusya içinde silahladıkları Kolçak, Denikin, Vrangel eşkıyalarını yenince, planlarda kendileri için önemsiz ama bizim için çok önemli bir değişme meydana getirdiler. Tampon alanı Kafkasya’dan Anadolu’ya kaydırmak zorunda kaldılar. Bu değişme İngiliz-Bolşevik anlaşması sonucunda kararlaştırıldı. Türkiye’nin bu tampon ödevini gerek emperyalistlere, gerek Bolşeviklere ilerde zarar vermeyecek bir hale getirilmesi için Osmanlı İmparatorluğu ile İslam Halifeliği’nin ortadan kaldırılması da şarttı. Bunu, emperyalistler, kendileri Hıristiyan güçlerle yapmayı, İslam sömürgelerine karşı uygun bulmadılar. İçerden bu işi kıvıracak adam aradılar. Mustafa Kemal ve arkadaşları buna hemen talip oldular. Bu talip oluş aslında –hele ilk zamanlar– bu Mustafa Kemal ve arkadaşları çetesi için hiçbir şeyi garanti etmiyordu. Çünkü emperyalistlerle yapılan bütün anlaşmalar gibi, bu anlaşma da, şeytanla çuvala girmekti. Kahbelik emperyalizmin ahlak kurallarının ana temeli olduğu için kendi memleketine ne kadar gaddarca ihanet ederse etsin, kiralık hainler için kesin garanti hiçbir zaman söz konusu olamazdı. Kemal Tahir
0 notes
Text
2.3. Çağdaş Dünya Tarihi
NEP - New Economic Policy
1920'li yıllarda iç savaşın yaralarını sarabilmek için geçici olarak özel teşebbüse izin verilmiştir. Kırsal bölgelerde verimin azalması, savaş sonrası marksist sisteme geçisin zaman alacağını kabul etmek zorunda kaldılar.
Sovyet Rusya Kuruluşu SSCB, Viladimir İlyiç Lenin’in başkanlığındaki Bolşevik Partisinin 1917’de iktidarı ele geçirmeye başlamıştır. Devrimin gerçekleştiği sırada Rusya, Birinci Dünya Savaşı’nda İtilaf Devletlerinin safında yer almıştır. Bolşevik Partisinin ilk önemli icraatı ise Brest Litovski Antlaşması ile Rusya’yı savaştan çekmek olmuştur. Bu antlaşma sonunda Rusya; Finlandiya, Litvanya, Polonya, Ukrayna, Batum, Kars ve Ardahan’ı bırakmak zorunda kalmıştır. Bu tarihten sonra Bolşevik Hükümeti Meşrutiyetçiler, Demokratlar, Menşevik Partisi’nden Sosyalistler ve Enternasyonelciler gibi siyasi rakipleriyle mücadeleye başlamıştır. Bu rakipler, sonunda, monarşiyi tekrar kurmak isteyen beyazlarla birleşmiş ve ülke bir iç savaşa sürüklenmiştir. Bolşevikler, büyük ve yabancı devletlerce desteklenen uzun yıllar boyunca sürekli yenilenen Lev Troçki’nin liderliğindeki Kızılordu ile çarpışmıştır. Viladimir İlyiç Lenin Bu büyük devletler, en önemli amaçları olan Rusya’daki ekonomik etkinliklerini sürdürmek ve Bolşevik İhtilali’ni tersine çevirmek için kendi seçtikleri rejimi yerleştirmeyi denemişlerdir. Eski rejimin imtiyazlıları arasında olan Kazakların da ayaklanmasıyla Bolşevikler Aralık 1917’de Çeka Örgütünü kurarak sistemli terör hareketlerine girişmişlerdir. Beyazlar, müttefiklerinin bütün yardımlarına rağmen kendi aralarındaki rekabet nedeniyle yenilmişlerdir. Bolşevikler Çar II. Nikola ve ailesini öldürmüş (Temmuz 1918) ve Birinci Dünya Savaşı sonunda Almanya çökünce Rusya, Brest Litowski Antlaşması’nı tanımadığını açıklamıştır. Bolşevikler, kaybedilen toprakları yeniden işgal etmeye başlamıştır. Güneyde başarılı olan Bolşevikler, Kuzeyde tutunamayıp 1920’de Litvanya, Estonya, Letonya ve Finlandiya’nın bağımsızlıklarını kabul etmişlerdir. Moskova, bu tarihten itibaren Ruslaştırma siyasetini bırakarak dil ve kültür muhtariyetlerini tanımıştır. Ülkenin ismi Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti olarak değiştirilmiş ve bu özerklikler 1924 Anayasası ile tanınmışlardır. Stalin, Lenin ve Kalinin Bolşeviklerin Almanya ve Macaristan’daki bu girişimleri, Kızılordu’yu yenemeyen müttefiklerini ciddi biçimde endişelendirmiştir. Bu ülkeler, Bolşeviklerin yayılmasını önlemek için “sağlık koridoru” olarak adlandırılan Finlandiya, Baltık Devletleri, Polonya ve Romanya’ya destek vermeye başlamışlardır. 1924'te Lenin öldü. Aynı yıl bir komisyon kurarak etnik duruma göre sınırları çizdiler.
1.Dünya Savaşının Sonuçları 1-Büyük imparatorluklar yıkıldı.(Osmanlı Devleti, Çarlık Rusya, Avusturya Macaristan) 2-Polonya, Çekoslovakya, Avusturya, Macaristan Litvanya, Ukrayna, Estonya gibi yeni devletler kuruldu. 3-Bazı ülkelerde rejim değişikliği oldu. Rusya’da kominizim, Almanya’da Nazizm, İtalya’da Faşizm, Türkiye’de Cumhuriyet. 4- Dünyanın siyasi haritası değişti. 5- Sömürgeciliğin ismi “mandacılık” olarak değiştirildi. 6- cemiyet-i Akvam yani Milletler Cemiyeti kuruldu. 7- Savaştan en karlı çıkan devlet İngiltere oldu. 8-Denizaltı, uçak, tank, kimyasal silahlar ilk kez bu savaşta kullanıldı. 9- On milyonun üzerinde insan öldü ve kayboldo. 10- Yeni sınırlar çizilirken milletler göz önüne alınmadığından yeni sorunlara ve savaşlara neden oldu. 11- Savaştan karlı çıkan ikinci devleti ise Fransa oldu. 12- Açlık ve sefalet baş gösterdi. 13- Fabrikalar, Kültür ve sanat eserleri büyük zarar gördü. 14- Çarlık Rusya yıkılarak yerine Sovyet Rusya kuruldu. 15- Arap topraklarında İngiltere ve Fransa’nın denetiminde yeni devletler kuruldu. 16- İsrail Devleti’nin temelleri bu savaştan sonra atılmaya başlandı. 17- Mondros’tan sonra Anadolu’daki işgallere karşı milli mücadele başladı. Bu durumu İngiliz sömürgeleri de kendilerine örnek aldı. 18- Versay Antlaşma’sı ile Avrupa’nın dengesi bozuldu. Bu durum ikinci dünya savaşına neden oldu.
Versay Barış Konferansı Wilson İlkeleri’ne Aykırı Versay Antlaşması’nın Hazırlanış Süreci
Woodrow Wilson Amerikan Başkanı Wilson’un 14 maddelik ilkelerinin temel amacı ülkeler arasındaki barışın hakim kılınması için yenilen devletlerin intikam almalarını önlemek ve toprak bütünlüğünün sağlanması ve savaş tazminatından muaf tutulmalarıydı. Bu ilkeler doğrultusunda adil bir barış antlaşmasının yapılmasını isteyen Almanya, Wilson’a barış isteklerini iletmişlerdir. Her ne kadar belirtilen ilkeler toprak bütünlüğünü savunsa da İtilaf Devletlerinin en güçlü devletleri olan İngiltere, Fransa, İtalya, Romanya ve Yunanistan arasında imzalanan gizli paylaşım antlaşmaları bu ilkelere ters düşüyordu.
Antlaşma hükümlerinin üç büyük devletin çıkarlarına göre şekilleneceği apaçıktı. İngiltere Başbakanı Llyod George, İtalya Başbakanı Emanuele Orlando ve Fransa Başbakanı Georges Clemenceau’nun kontrolünde antlaşma hükümleri belirlenmiş ve taslak halinde görüşülmek üzere komisyona iletilmişti. Alman Meclisi (Weimar), antlaşma taslağı bildirildiğinde görmüştü ki antlaşma metninde belirlenen Wilson ilkelerinin ışığında değil tamamen parçalanan bir Almanya tablosu hakimdi. Fakat Alman Meclisi her ne kadar karşı çıksa da 1919 Temmuzunda kabul etmek zorunda kaldı çünkü Almanya üzerindeki abluka ve askeri istibdadın kalkması zorunluydu.
Paris Barış Konferansı’nın kararı ile kurulan Milletler Cemiyeti ABD kontrolünde yeni sömürgecilik rejimlerinin kurulması kararlaştırıldı. Yenilen devletlerin mandater devletler aracılığıyla himaye edilmesine yönelik bu hükümler ile Togo ile Kamerun İngiliz-Fransız mandasına; Tanganyika İngiltere mandasına; Güney-Batı Almanya Afrikası, Güney Afrika Birliğine; Marina, Marshall ve Caroline Adaları ile Çin’deki Kiaochow Japonya’ya; Raunda-Urundi Belçika mandasına; Yeni Gine’nin Almanya’ya ait olan yarısı ve Solomon Adaları Avustralya mandasına bırakıldı.
Almanya’nın Sınırlarının Yeniden Çizilmesi ve Toprak Kayıpları Antlaşma şartlarına bağlı olarak Alsace-Lorraine bölgesi Fransa’ya, Eupen, Malbedy ve Monschau’nun bir bölümü Belçika’ya Memel, yeni kurulan Litvanya’ya Doğu Silezya ve Batı Prusyanın bir bölümünü Polonya’ya, Yukarı Şilezyanın bir parçası Çekoslovakya’ya bırakıyordu. Dantzig serbest şehir olarak Milletler Cemiyeti’nin himayesine terkediliyordu. Saar bölgesi Fransa’ya bırakılarak bölgenin kaderi ise onbeş yıl sonra yapılacak halk oylaması ile belirlenecektir. Amnayi rn kıyılarında ve Helgolandda mevcut tahkimatları yıkacaktı.
Almanya’nın Çin üzerindeki hakları ve Büyük Okyanus’taki adaları Japonya’ya devredildi. Almanya, Avusturya ile birleşememeyi taahhüt etmekte; ayrıca Avusturya, Çekoslavakya ve Polonya’nın bağımsızlığını kabul etmekteydi. Savaş içerisinde tarafsız olmasına rağmen tarafsızlığı çiğnenmiş ve Belçika’nın hukuki bakımdan tarafsızlığı kalkmakta ve Almanya da bunu kabul etmekteydi.
Almanya’nın Silahsız Kılınması ve Donanmanın Tahliyesi Savaşta yenik düşen Alman bilincinin ilerde tekrar askeri olanakları ile yeniden toparlanarak İtilaf Bloğuna saldırmasını engellemek için Alman askeri ve deniz birlikleri silahsız bırakılarak ileride çıkabilecek bir çatışma önlenmeye çalışıldı. Almanya’nın askeri birliklerinin kaynağı olan zorunlu askerlik kuralı kanundan kaldırıld��. Almanya’nın askeri birlik komutası feshedilerek ordunun da sadece iç asayişin sağlanması için 100.000 kişilik bir askeri birlik bulundurması karara bağlandı (Madde 159-180). Almanya’nın donanma güçleri sadece 15.000 personelle sınırlandırılmıştı (Madde 181-197). İngilizlerin, Almanya’nın toprak bütünlüğünü savunması bu maddenin gereğidir. Çünkü donanması engellenen ve etkinliği ortadan kaldırılan Almanya, karadan bir iletişim seçeneği olmayan İngiltere için bir tehdit içermiyordu. Fakat diğer taraftan her ne kadar aynı grupta bulunsalar da İngiltere Fransa’nın kıta Avrupa’sında Almanya üzerinde egemen olmasından çekiniyor ve parçalanmış bir Almanya olmasındansa Milletler Cemiyeti himayesinde eyaletlere ayrılmış bir Almanya’yı tercih ediyordu. Ayrıca Almanya’nın uçak, denizaltı, zırhlı araç veya herhangi askeri teçhizat üretme hakkı yasaklanmış, ayrıca aynı şekilde ülkenin yurt içinden veya dışından herhangi bir silah alımı-satımı yasaklanmıştı. Almanya’nın biyolojik ve kimyasal çalışmaları da yasaklanarak Almanya’nın tamamen savunmasız kalması ve antlaşma hükümlerinin ve paylaşımın kolayca yapılması amaçlanmaktaydı.
Almanya’nın İtilaf Devletlerine Ödemekle Yükümlü Olduğu Savaş Tazminatı
Büyük Buhran Dönemi Birinci Dünya Savaşında yapılan bütün askeri harcamalar ve düşman devletlerin karşı saldırıları sonucunda devletin uğradığı mali yıkımın faturası savaş sonunda yenilen devletlere ödettirilirdi. Keza aynı şekilde 1. Dünya Savaşı sonunda imzalanan antlaşma metinlerinde de tam olarak bu durum yaşandı. Savaş tazminatı alınmayacağına kendini inandıran Alman Parlamentosu 1921 hükümlerinde 20 Milyon Mark tazminata çarptırıldı (Madde 238). Aslında savaş sırasında tamamen tükenen Almanya’nın itilaf devletlerine ödeyecek 5 milyon marklık bile gücü yoktu. Ve böylece ülkedeki bütün imkanlar ile ödenmeye çalışılan bu tazminat sonunda Almanya, mali ve ekonomik gücünü tamamen yitirdi, nitekim dünyada büyük buhran başladı.
Ayrıca Elbe, Öder, Niemen, Ulm’dan itibaren Tuna ve Kiel Kanalı milletlerarası bir hale getiriliyordu. Bütün antlaşma hükümlerinin yerine getirilmesini garanti altına almak için Ren’in sol kıyısı ve ırmağın sağ kıyısında üç köprübaşı müttefikler tarafından en çok on beş yıl süreyle işgal edilecek, sonrada Rheinland Irmağı’nın 50 km doğusuna kadar askersiz bölge haline getirilecekti (Madde 428-432). Heligolan ve Kuzey Denizi adalarındaki istihkamlar müttefik İtilaf Devletlerinin denetimi altında imha edilecektir (Madde 115).
Versay Antlaşması’nın Almanya ve Dünya İçin Önemli Sonuçları
Holokost Döneminde Bir Toplama Kampı Antlaşmanın askeri hükümleri ve manevi hükümleri ile Almanya’nın galip devletlere bir karşı saldırı ve yaptırımdan men edildi. Ayrıca kurulan milletlerarası mahkeme ile Almanya’nın savaş sırasında uyguladığı katliamlar nedeniyle İmparator Wilhelm II (Madde 227) ve askeri kanat mahkemede savaş suçlusu olarak yargılanacaktır. Weimar Meclisi tarafından “dikta” olarak girilen Versay Antlaşması hükümleri kabul edilmesine rağmen Alman Parlamentosu tarafından hiçbir zaman tam olarak kabul edilmedi. Tazminat komisyonu tarafından Almanlara iki yıl sonra belirtilen tazminat miktarı ve Alman halkının toplu olarak savaş suçlusu ilan edilmesi, Alman halkının onurunu kırmış ve Alman milliyetçiliği doğarak Nazi Almanya’sı; yıkılan Almanya’nın kaybettiği savaşın bedeli olan Versay Antlaşmasının küllerinden yeniden doğdu. Her şeye rağmen Versay Antlaşması’nın hükümleri 10 Ocak 1920 yılında yürürlüğe girdi.
Almanya Versay Antlaşması ile büyük ölçüde toprak kaybetti ve bütün deniz aşırı sömürgeleri elinden çıktı. Ayrıca antlaşma Almanya’ya büyük ekonomik yükler getirdi. Alman halkının hepsinin savaş suçlusu sayılması, antlaşma maddelerinin ağır ve halkın gururunu rencide edici olmasından dolayı, Almanya’da milliyetçilik akımları başladı. Bu ekonomik buhran ve milliyetçilik akımları ise Alman milletinin Hitler’i iktidara getirmesine ve dolayısıyla İkinci Dünya Savaşını başlatmasına ve holokost'un gerçekleşmesine sebep oldu.
Versay Antlaşmasının Bozulması 1933'de başa gelen Adolf Hitler; ordunun 3 katı nüfusa ulaşması için emir verdi, Versay antlaşmasıyla 100.000 kişi ile sınırlandırılan ordu 1934 Ekiminde 300.000 kişi olmuştu. Bu gelişim ilk başta muazzam bir gizlilikle yürütüldü. Amiral Raeder’e, deniz kuvvetlerinin şefi, büyük savaş gemilerinin inşası için emir verildi. Bu gemilerin standartları Versay antlaşmasının kısıtladığı boyutların üzerinde, ulaşabilen maksimum boyutlarda olacaktı. Denizaltıların inşası da Versay antlaşması ile yasaklanmıştı ama Hitler için bu bir engel değildi, deniz altı inşasına da başlanılmıştı. Denizaltıların her bir parçası farklı gemiliklerde üretilip montaja hazır hale getiriliyordu. Bu da gizlilik stratejisinin bir parçasıydı. Bunların yanında Hitler, Goering’e hava kuvvetleri pilotlarının eğitimi ve askeri uçakların dizaynı görevini verdi. 1935 yılının Mart ayında Hitler bir kumar oynamaya karar verdi. Hitler, Goering’i yetkilendirerek, Alman hava kuvvetlerinin varlığını İngiltere ve Fransa’ya bildirmesini istedi. Bu şekilde bu İngiltere ve Fransa’nın bu gelişime karşı tepkilerinin ölçecekti. Bu gelişimin Versay antlaşmasına direk bir karşı çıkış olmasına rağmen, İngiltere ve Fransa’dan ufak bir tepki geldi. Bunun nedenlerinden biri de bu gelişimin bu devletler tarafından zaten bilinmesiydi. Hafif bir tepkiyle karşılaşan Hitler daha ileriye gitmek için bir nevi cesaretlendirilmiş oldu. Birkaç gün sonra Hitler bir kumar daha oynadı ve açıkça ordusunun tanıtımını yaptı. Ordu 36 bölük ve yarım milyon adamdan oluşuyordu. İngiltere ve Fransa’dan yine zayıf bir tepki geldi ve bu zayıf tepkiler adeta Hitlere kumarı kazanmanın rahatlığını veriyordu.
Adolf Hitler Ordusuyla Hitler boş durmayıp silahlı kuvvetlerinin gücünü daha da artırıyor, aynı zamanda da konuşmalarında barış arzusunu ve savaşın bir çılgınlık olduğunu vurguluyordu. Avusturya’yı kendilerine katmak veya Rhineland’ı tekrardan askerleştirmek gibi bir niyetleri olmadığını ve Versay antlaşmasının gerektirdiği tüm karasal hükümlere saygı duyduklarını, Versay antlaşmasıyla gelen silahsızlandırmanın ve Alman deniz kuvvetlerinin gücünün kısıtlanmasın karşılıklı bir hoşgörü dâhilinde kabul edildiğini açıklıyordu. O dönemlerde Hitler şu sözü söylemiştir:
“ Avrupa’da savaşın meşalesini yakan kişi, kaostan başka bir şey ümit edemez.”
1936 Mart’ında Alman bölüklerinin ufak bir kısmı Rey boyları köprülerinin karşısına, Almanya’nın Aachen’e doğru olan, ordusu dağıtılmış bölgeleri Trier ve Saarbruecken’e doğru yürüdüler. Bir kere daha ne İngiltere ne de Fransa bu aşikâr Locarno Paktı ihlaline karşı hiçbir harekette bulunmadılar. Bu pakt 1925’te Almanya’nın isteğiyle imzalanmıştı ve artık Rey boyları’nın batı bölgesinde Alman bölükleri bulunmayacaktı. İşin garip kısmı ise sınırda Fransız askerlerinin sayısının Alman askerleri sayısından çok daha fazla olmasıydı buna rağmen bir tepki eksikliği vardı Fransa’da. Rey boylarının tekrardan askeriyeye kavuşacağı bu dönemde, Hitler’de halka arzusunun tüm Avrupa’da barış olduğunu açıklıyordu. Fransa, Belçika ve birkaç ülkeye daha, yeni barışsal paktlar için görüşme teklif etti. Aynı zamanda Fransa ve Belçika sınırlarında, Alman defansif güçlerinin kuvvetlendirme çalışmaları hızla başlamıştı. Gelişmeler böyle olunca Almanya’da Hitlerin popülaritesi iyice kabarmıştı. Liderlik konumu iyice güçlenmiş ordu generalleri üzerindeki kontrolü iyice güvenlik altına alınmıştı.
Hitler’in rey boylarına asker yerleştirmesi Almanya için daha fazla güvenlik, merkez Avrupa’daki devletler ( Avusturya ve Çekoslovakya gibi) için ise daha az güvenlik anlamına geliyordu ki bu devletler Fransa’ya güveniyordu, fakat Fransa da Almanya’ya karşı bir tepkide bulunmuyordu. Hitler bu süreçte zamanı kullanmasını çok iyi bildi, Milletler cemiyetinin İtalya Habeşistan sorunuyla uğraşması, İngiltere ve İtalya’nın arasının açılması ve İtalya yüzünden de Fransa ve İngiltere’nin arasının açılması, Hitler için tam bir fırsat olmuştur. Hal böyle olunca Dr. Schuschnigg tarafından yönetilen Avusturya hükümeti savaş tehdit’ine karşı Almanya’ya ödünler verme çalışmalarına girişti. Avusturya Nazilerini hükümette etkili noktalara atıyorlardı bu adımlar Hitlerin Avusturya bağımsızlığını taahhüt etmesi amacı ile atılıyordu. Avusturya’nın pozisyonu, İtalyan diktatörü Mussolini’nin Almanya ile düşmanlara karşı ittifak kurması sonrası tehlikeye düştü. Bu ittifak Roma Berlin mihveri olarak bilinir. Bu mihver iki ülke arasında yabancı politikadaki ortak çıkarlara dayalı anlaşmaları içeriyordu.
1936 Kasımında Berlin-Roma mihveri kurulurken bir yandan da Berlin-Tokyo Mihveri, Almanya ile Japonya arasında Sovyet Rusya'ya ve milletlerarası komünizm faaliyetlerine karşı, imzalanmış ve adı da Anti-Komintern Pakt'tır. Hitler Avusturya'yı ilhak etmeyi düşündüğünde, hemen kuvvet kullanarak değil de Avusturya'da bulunan Naziler tarafından bu fikrini gerçekleştirmeyi planladı. 1937 yılında Avusturya'da Naziler etkilerini iyice artırmaya başladı bunlar devamlı Berlin'le irtibat halinde idiler. Hitler Avusturya'da ve Çekoslovakya'da yaşayan Alman halkının bir hayli fazla olduğunu bildiği için buraları işgal etmeyi düşündü. Zaten amacı da tüm Alman halkının birleştirilmesi (Ein Volk, Ein Reich) idi. Fakat Avusturya başbakanının yaptığı bir hareket Hitler'in düşüncesini engellemiş ve metodunu değiştirmek zorunda bırakmıştır. Alman orduları Avusturya sınırlarından girerek memleketi işgale başlamış, 12 Mart günü Alman zırhlarının Viyana'ya girmesiyle Avusturya işgal edilmişti. Hitler bu plana Anchluss ismini vermiş fakat hiçbir devlet buna tepki göstermemişti.
Almanya'nın Avusturya'dan sonra Çekoslovakya'ya dönmesi ihtimali Sovyet Rusya'yı endişelendirdi. Rusya bunun üzerine İngiltere ile Fransa'ya başvurdu bunlardan yanıt alamayan Rusya, Almanya ile işbirliğine gitmeye karar verdi. Hitler için sıra Çekoslovakya'da bulunan Alman halkının kurtarılması amacıyla Çekoslovakya'yı işgale gelmişti. Çekoslovakya'yı işgale başlayan Nazi Almanya'sı, İngiltere ve Fransa devletini harekete geçirdi. Bu olayın daha ileri gitmesini istemeyen Fransa ve İngiltere, İtalya'ya başvurarak durumu yatıştırmaya gittiler ve daha sonra 29 Eylül 1938'de Münih Konferansı yapıldı ve buna göre; Südetler Almanlara teslim edilecek ve Çekoslovakya dağılacaktı. Çekoslovak ittifakı olan Sovyet Rusya'nın bu konferansa çağrılmaması hem Rusya'nın itibarını zedelemiş hem de İngiltere ve Fransa ittifakını sona erdirmiştir. Bunun üzerine Sovyetler Almanlarla işbirliğine daha ağırlık vermiştir.
Hitler Polonya'yı İşgal Ediyor Sovyet Rusya Almanya ile bir saldırmazlık paktı imzalamaya karar verdi, Adolf Hitlerin bu genişleme politikasından kendini uzak tutmak istiyordu, her ne kadar Adolf Hitler 2.dünya savaşsı başladığında Moskova’ya girmiş olacaksa da, bu pakt bir süreliğine de olsa iki tarafı da rahatlatacaktı. Almanya’nın bu paktla hedeflediği, hedefini rahatça Fransa’ya çevirmekti, Rusya’nın bu pakttan beklentisi ise Almanya’dan gelebilecek olası bir tehdidi önlemekti.
Hitler'in önünde Polonya'yı almak için artık bir engel kalmamıştı. Polonya Batılı devletlerin desteğine başvurmuştu. Bunun üzerine Hitler iyice sinirlenerek 1 Eylül 1939 günü Polonya topraklarına girmeye başladı. Polonya, Batılı devletlerin verdiği garantiyi yerine getirmesini istedi; bunun üzerine İngiltere ve Fransa Almanya'ya bir ültimatom vererek geri çekilmesini istedi; ancak Hitler bunu göz ardı etti. Bunun üzerine 3 Eylül 1939 günü İngiltere ve Fransa Almanya'ya savaş ilan ederek II. Dünya Savaşını başlatmış oldular. Polonya Almanya’ya 21 Eylül 1939 günü daha fazla direnemedi ve II. Dünya savaşı resmen başlamış oldu.
Saint-Germain Çatışması (Fransızca: Traité de Saint-Germain-en-Laye), 10 Eylül 1919 tarihinde İtilaf Devletleri ile Avusturya arasında imzalanan ve I. Dünya Savaşı'nın ardından Avusturya-Macaristan İmparatorluğu topraklarının yeniden düzenlenmesini açıklayan antlaşmadır.
Antlaşma ile zaten iç karışıklıklar yaşayan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu parçalanarak toprakları üzerinde Çekoslavakya, Yugoslavya ve Macaristan devletleri kuruldu. Macaristan savaş sorumlusu tutuldu ve Galiçya'yı Polonya'ya, Hırvatistan'ı Yugoslavya'ya, Tirol ve Trieste'yi İtalya'ya, Bukovina'yı da Romanya'ya bıraktı. Zorunlu askerlik kaldırıldı, Macaristan ağır bir savaş tazminatı ödedi. Ayrıca Versay Antlaşması'ndaki ana fikirlerden biri de bu antlaşmada yer almış, Avusturya ordusu, 30 bin kişi olarak sınırlanmıştır.
Antlaşma, Avusturya'nın gelecekte Almanya ile birleşme yönündeki gelişmeleri de engellemiş, bunu Milletler Cemiyeti'nin onayına bağlamıştır.
Triyanon Antlaşması ya da Trianon Antlaşması, 4 Haziran 1920 tarihinde, I. Dünya Savaşı'nın galip İtilaf Devletleri ile Macaristan arasında, Fransa'nın Versay kentindeki Trianon Sarayı'nda imzalanan ve savaşı resmen sona erdiren antlaşma.
Bu anlaşma Macaristan'da da Almanya'da olduğu gibi tepkiyle karşılanmış ve kaybettiği toprakları geri almaya yönelik politikalar izlenmesine neden olmuştur. Müttefik Devletler'in savaştan sonra Macaristan'a barış şartlarını sunması oldukça gecikti. Bunun nedeni önceleri Macaristan'da Béla Kun liderliğindeki komünist rejimin varlığı ve sonraları daha ılımlı iktidarlar gelmesine rağmen Romanya'nın Budapeşte'yi işgali döneminde (Ağustos - Kasım 1919) yaşanan siyasi çalkantılardı. Sonunda Müttefikler yeni bir hükümeti tanıdılar ve 16 Ocak 1920 tarihinde antlaşmanın bir ön metnini Macar delegesine verdiler.
Antlaşmanın şartları Toprak kayb Bu antlaşma ile Macaristan, topraklarının ve nüfusunun 2/3'ünü kaybetti. Bu anlaşmayla 2 milyona yakın Macar, ülke sınırlarının dışında kaldı.
Slovakya, Ruthenia'nın Karpat Dağları altında kalan kısmı (bugün Zakarpatskaya adıyla Ukrayna'nın bir ili), Pressburg (Bratislava) ve bazı küçük yerler Çekoslovakya'ya verildi. Batı Macaristan (Sopron hariç Burgenland'ın çoğu) Avusturya'ya verildi. Hırvatistan (Medimurje dahil), Slovenya (Prekomurje dahil), Voyvodina ve Banat'ın bir kısmı Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı'na (Yugoslavya'ya) verildi. Banat'ın büyük kısmı ve Transilvanya Romanya'ya verildi. Fiume İtalya'ya verildi. Slovakya'nın kuzeyindeki birkaç köy Polonya'ya verildi.
Diğer şartlar Milletler Cemiyeti'nin sözleşmesi, antlaşmaya dahil edildi. Macaristan ordusu, 35 bin kişi olarak sınırlandırıldı. Hafif silahlı bu ordu sadece iç güvenlik ve sınır güvenliğinden sorumlu olacaktı. Macaristan'ın ödeyeceği ağır savaş tazminatları sonradan belirlenecekti.
SEVR ANLAŞMASI I. Dünya Savaşı sonrasında İtilâf Devletleri ile Avusturya arasında Saint-Germain Antlaşması, Macaristan arasında Trianon Antlaşması ve Bulgaristan arasında Neuilly Antlaşması imzalanmasına rağmen Osmanlı Devleti ile 1919 Mayıs'ında hâlâ bir barış antlaşması imzalanamamış ve görüşmeler belirsiz bir geleceğe ertelenmişti. Bunun nedenleri İtilaf Devletleri'nin Osmanlı Devleti'ni paylaşmadaki anlaşmazlığıdır.
İtilaf Devletleri Yüksek Konseyi'nin 7 Mayıs'ta aldığı karar uyarınca 15 Mayıs'ta İzmir Yunanlar tarafından işgal edildi. Bu olay tüm Türkiye'de güçlü bir ulusal tepkiye yol açtı. 4 Eylül'de toplanan Sivas Kongresi'nden sonra İstanbul'daki Osmanlı hükümeti, ülke üzerindeki idari ve askeri denetimini kaybetti. Sivas ve daha sonra Ankara'da, Mustafa Kemal Paşa yönetiminde bir ulusal direniş hükümeti kuruldu. Anadolu hükümeti, olumsuz şartlarda bir barış antlaşmasını kabul etmeyeceğini bildirdi ve direniş hazırlıklarına girişti.
Hazırlık Konferansları Sevr Antlaşması'nı imzalamak üzere Paris Barış Konferansı'na giden Osmanlı heyetinin İtilaf Devletleri'ne ait bir savaş gemisinin güvertesinde çekilmiş fotoğrafı. Resimde fes giyen Damat Ferit Paşa'nın sağında Şura-yı Devlet Reisi Rıza Tevfik, solunda Maarif Nazırı Bağdatlı Mehmed Hadi Paşa ve Bern Sefiri Reşat Halis Bey yer alıyor. İtilâf Devletleri 18 Nisan 1920'de San Remo Konferansı'nda Osmanlı İmparatorluğu'na uygulanacak barış antlaşmasının şartlarını hazırladılar. 22 Nisan'da Osmanlı hükümetini Paris'te toplanacak barış konferansına davet ettiler. Padişah, eski sadrazam Ahmet Tevfik Paşa'nın başkanlığında bir heyeti Paris'e gönderdi. Ertesi günü Ankara'da toplanan Büyük Millet Meclisi, 30 Nisan günü taraf devletlerin dışişleri bakanlıklarına gönderdiği bir yazıyla İstanbul'dan ayrı bir hükümetin kurulduğunu bildirdi.
Paris'te barış şartlarını öğrenen Ahmet Tevfik Paşa, İstanbul'a gönderdiği telgrafta barış şartlarının "devlet mefhumu ile kabil-i telif olmadığını" (devlet kavramı ile bağdaşmadığını) bildirerek görüşmelerden çekildi. Bunun üzerine 21 Haziran'da İtilaf Devletleri Türk milletinin direnişini kırmak için, İzmir'de bulunan Yunan kuvvetlerini Anadolu içlerine sürmeye karar verdi. Balıkesir, Bursa, Uşak ve Trakya kısa sürede Yunan ordusu tarafından işgal edildi.
Saltanat Şurası Ege'deki işgaller üzerine 22 Temmuz'da İstanbul'da toplanan Saltanat Şurası,[2] Paris'e Sadrazam Damat Ferit Paşa başkanlığında ikinci bir heyet göndermeye karar verdi. Şura'da yaşananlar günümüzde hâlâ tartışılmaktadır. Nutuk'ta bu toplantıda Vahdettin'le ilgili “Sevr Muahedesi'ni bizzat ayağa kalkmak suretiyle kabul etmiştir.” denmektedir. Saray Başmabeyincisi Lütfi Simavi'ye göre ise Vahdettin açılış nutkunu okuduktan sonra başkanlığı Damat Ferit Paşa’ya bırakarak salonda durmamış, çıkıp gitmiştir. Son Sadrazam Tevfik Paşa’nın oğlu İsmail Hakkı Okday'ın anlatımı ise şöyledir:
“Nihayet Sevr’i kabul edenler ayağa kalksın denildi. Damat Ferid Paşa bu sırada Padişah’ın salonu terk etmesi için işaret verdi. Vahdettin dışarı çıktı, yandaki odaya geçti. Padişah ayağa kalkınca da salondakiler Hünkâr'a bir saygı eseri olarak ayağa kalktılar. Kendisini bu suretle selamladılar. Öyle ki, bu ayağa kalkışın Sevr’in kabulü anlamına mı geldiği, yoksa Padişah’a hürmeten kıyam mı edilmiş olduğu açık olarak belirmedi. Hatta Ayan'dan Topçu Feriki Rıza Paşa, ‘Biz Padişaha hürmeten ayağa kalktık, Sevr’i kabul ettiğimizden değil’ diye haykırarak Damat Ferid’in oyununu açıkça protesto dahi etti.”
Kimi tarihçiler bu olayı, şûrâda oy hakkı olmayan padişahın oylama yapılması çağrısı yapılınca dışarı çıkması, fakat Damat Ferit'in olayı oldubittiye getirmesi olarak yorumlamaktadır. Kimileri toplantının Sevr’i onaylatmak üzere taraflı bir tarzda yürütülmesini protesto mahiyetinde, belki de biraz öfkeli bir şekilde ayağa kalktığını ve çıkıp yan odaya geçmiş olduğunu iddia etmektedir. Kimi tarihçiler ise bunun, padişah ile Damat Ferit Paşa'nın antlaşmayı kabul ettirebilmek için birlikte hazırladıkları bir plan olduğunu iddia etmektedirler.
Antlaşmayı İmzalayanlar Antlaşma 10 Ağustos 1920'de İtilaf Devletleri Britanya İmparatorluğu, Fransa, İtalya, Japonya, Ermenistan, Belçika, Yunanistan, Hicaz Krallığı, Polonya, Portekiz, Romanya, Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı, Çekoslovakya ile mağlup Osmanlı İmparatorluğu arasında imzalandı. ABD Osmanlı İmparatorluğu ile savaşmadığı, SSCB ise henüz Milletler Cemiyeti üyesi olmadığı için imza atmadılar.
Osmanlı heyetinde şu isimler yer alıyordu: Eski Maarif Nazırı (milli eğitim bakanı) Bağdatlı Mehmed Hadi Paşa, eski Şura-yı Devlet (Danıştay) reisi Rıza Tevfik Bey ve Bern Sefiri Reşat Halis Bey.
Sonuçları Antlaşmanın yürürlüğe girmesi için önce Meclis-i Mebusan'ın antlaşmayı görüşüp kabul etmesi, sonra da imzalamak üzere Vahdettin'e göndermesi gerekiyordu. Fakat antlaşma imzalandığı tarihte Meclis-i Mebusan kapalı (Mart 1920'de faaliyeti sonlandı ve Nisan 1920'de kapatıldı) olduğundan antlaşma mecliste görüşülemedi ve padişahın önüne gelmedi.
Ankara'daki Büyük Millet Meclisi antlaşmayı sert bir bildiri ile kınadı ve Antlaşmayı imzalayanlar ile Saltanat Şurası'nda olumlu oy kullananları 19 Ağustos 1920 tarihinde vatan haini ilan etti. Antlaşmada imzası bulunan Heyet üyeleri 23 Nisan 1924 tarihinde TBMM tarafından 150'likliler listesine eklendi. 28 Mayıs 1927 tarihli yasayla ise yurttaşlıktan çıkarıldılar.
Taraflardan Yunanistan antlaşmayı tasdik edip yürürlüğe koymak istedi. Bazı çevreler antlaşmanın hiçbir zaman yürürlüğe giremediğini savunur. Fakat başka görüşlere göre antlaşmasının birçok hükümleri o tarihlerde uygulanmış ve 20. yüzyılın uluslararası siyasi kavgalarına yön vermiştir. Sevr Antlaşmasının bazı maddelerine dayanışarak Orta Doğu coğrafyası yeniden şekillendirildiyse, bu antlaşmanın bir süre için de olsa fiilen yürürlüğe girdiğinin kabul edilmesi gerekildiği savunulur.
Sevres Antlaşmasına göre "Büyük Yunanistan". (Üstte solda Venizelos)
Yunanistan'ın 1832 ile 1947 arasındaki genişlemesi. (Sevr Antlaşması ile vaadedilip 1923'te Lozan Antlaşması ile geri alınan bölgeler dahil edilmiştir.)
Sevr Antlaşması ile kurulması öngörülmüş Ermeni devleti. Önemli Maddeleri[değiştir | kaynağı değiştir] Sınırlar (madde 27-36): Edirne ve Kırklareli dahil olmak üzere Trakya'nın büyük bölümü Yunanistan'a; Ceyhan, Antep, Urfa, Mardin ve Cizre kent merkezleri Suriye'ye (Fransız Mandası); Musul vilayeti en kuzeydeki kazası İmadiye dahil tamamen El Cezire'ye (Birleşik Krallık Mezopotamya Mandası, sonradan Irak) İstanbul Osmanlı Devleti'nin başkenti olarak kalacak;[9] Boğazlar (madde 37-61): İstanbul ve Çanakkale Boğazları ile Marmara Denizi silahtan arındırılacak, savaş ve barış zamanında bütün devletlerin gemilerine açık olacak; Boğazlar'da deniz trafiği on ülkeden oluşan uluslararası bir komisyon tarafından yönetilecek; komisyon gerekli gördüğü zaman Müttefik Devletler'in donanmalarını yardıma çağırabilecek; Kürt Bölgesi (madde 62-64): İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcilerinden oluşan bir komisyon Fırat'ın doğusundaki Kürt vilayetlerinde bir yerel yönetim düzeni kuracak; bir yıl sonra Kürtler dilerse Milletler Cemiyeti'ne bağımsızlık için başvurabilecek İzmir (madde 65-83): Yaklaşık olarak bugünkü İzmir ili ile sınırlı alanda Osmanlı İmparatorluğu egemenlik haklarının kullanımını beş yıl süre ile Yunanistan'a bırakacak; bu sürenin sonunda bölgenin Osmanlı veya Yunanistan'a katılması için plebisit yapılacak; Ermenistan (madde 88-93): Osmanlı, Ermenistan Cumhuriyeti'ni tanıyacak; Türk-Ermeni sınırını hakem sıfatıyla ABD Başkanı belirleyecek (ABD Başkanı Wilson 22 Kasım 1920'de verdiği kararla Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis illerini Ermenistan'a verdi.) Arap ülkeleri ve Adalar (madde 94-122): Osmanlı savaşta veya daha önce kaybettiği Arap ülkeleri, Kıbrıs ve Ege Adaları üzerinde hiçbir hak iddia etmeyecek; Azınlık Hakları (madde 140-151): Osmanlı din ve dil ayrımı gözetmeksizin tüm vatandaşlarına eşit haklar verecek, tehcir edilen gayrimüslimlerin malları iade edilecek, azınlıklar her seviyede okul ve dini kurumlar kurmakta serbest olacak, Osmanlı'nın bu konulardaki uygulamaları gerekirse Müttefik Devletler tarafından denetlenecek; Askeri Konular (madde 152-207): Osmanlı İmparatorluğu'nun askeri kuvveti, 35.000'i jandarma, 15.000'i özel birlik, 700'ü padişahın yanındaki güvenlik birliği olmak üzere 50.700 kişiyle sınırlı olacak ve ağır silahları bulunmayacaktı.[1][10] Türk donanması tasfiye edilecek, Marmara Bölgesi'nde askeri tesis bulunduramayacak, askerlik gönüllü ve paralı olacak, azınlıklar orduya katılabilecek, ordu ve jandarma Müttefik Kontrol Komisyonu tarafından denetlenecek; Savaş Suçları (madde 226-230): Savaş döneminde katliam ve tehcir suçları işlemekle suçlananlar yargılanacak; Borçlar ve Savaş Tazminatı (madde 231-260): Osmanlı İmparatorluğu'nun mali durumundan ötürü savaş tazminatı istenmeyecek, Türkiye'nin Almanya ve müttefiklerine olan borçları silinecek; ancak Türk maliyesi müttefiklerarası mali komisyonun denetimine alınacak; Kapitülasyonlar (madde 260-268): Osmanlı'nın 1914'te tek taraflı olarak feshettiği kapitülasyonlar müttefik devletler vatandaşları lehine yeniden kurulacak; Ticaret ve Özel Hukuk (madde 269-414): Türk hukuku ve idari düzeni hemen her alanda Müttefikler tarafından belirlenen kurallara uygun hale getirilecek; sivil deniz ve demiryolu trafiği Müttefik devletler arasında yapılan işbölümü çerçevesinde yönetilecek; iş ve işçi hakları düzenlenecek hükümlerini içeren bir antlaşmadır.
Balfour Deklerasyonu, Lloyd George'un başbakanlığındaki İngiliz savaş kabinesinde dışişleri bakanı olan Arthur Balfour'un girişimiyle başlatılan ve sonuçta Filistin'de bir Yahudi devletinin -İsrail- kurulmasıyla sonuçlanan girişimdir. 1917 yılındaki bu deklerasyon, ilk Balfour Deklarasyonudur. Balfour girişimiyle 1926 yılında, İngiliz sömürgeleri konusunda ikinci bir Balfour Deklarasyonu yapılmıştır.
Lord Arthur Balfour, 2 Kasım 1917 tarihinde uluslararası Siyonist hareketin liderlerinden olan Lord Rothschild'e bir mektup göndererek, Filistin topraklarında bir Musevi devleti kurulması konusunda İngiliz hükümetinin destek vereceğini bildirmiştir. İngilizlerin Araplara yatırım yaptığı bir dönem olduğu için, bildiride ‘ülkedeki öteki sakinlerin medeni ve dinsel haklarının ihlal edilmemesi’ şart koşulmuştur. Osmanlı Devleti'nin Orta Doğu topraklarının İngiltere ve Fransa arasında paylaşılması protokolü niteliğindeki Sykes-Picot Antlaşması ve Mekke Şerifi Hüseyin ile İngiltere'nin Mısır'daki Yüksek Komiseri McMahon arasında gizli olarak imzalanan McMahon Antlaşması ardından yapılan bu girişim, böyle bir maddeyi gerektirmiştir.
Balfour Deklarasyonu olarak bilinen bu mektupta İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour, Siyonist lider Rothschild’e şöyle hitap etmekteydi:
"Saygıdeğer Lord Rothschild, Majestelerinin Hükümeti adına kabineye sunulan ve kabul edilen Yahudi Siyonist isteklerini sempati ile karşılayan müteakip deklarasyonu iletmekten memnuniyet duyarım.
"Majestelerinin Hükümeti, Filistin'de Museviler için bir milli yurt kurulmasını uygun karşılamaktadır ve bu hedefin gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak için elinden geleni yapacaktır. Filistin'deki mevcut Musevi olmayan toplumların sivil ve dini haklarına ve başka ülkelerde yaşayan Musevilerin sahip oldukları hak ve politik statülerine zarar verecek hiçbir şeyin yapılmayacağı açıkça anlaşılmalıdır."
Bu deklerasyonu Siyonist Federasyonu'nun bilgisine sunmanızdan memnuniyet duyacağım.
Saygılarımla Arthur James Balfour"
Bu mektupla İngiliz Hükümeti, Müslüman Arapların çoğunlukta bulunduğu Filistin bölgesini Yahudilere yurt olarak göstererek, bu bölgede bir Yahudi Devleti’nin kurulmasını desteklemiş ve böylece İsrail Devleti’nin kurulması yolunda en büyük adımlardan biri atılmıştır.
Siyonist liderlerden H. Weizman ve N. Skoly’un çabalarıyla yayımlanan bu mektubun ardından yapılan girişimlerle Filistin bölgesi Yahudi göçmenlerin yerleşimine resmen açılmıştır. Ancak ne yazık ki Filistin’e taşınan Yahudiler sadece bölgeye yerleşmemiş Haganah, Irgun, Stern gibi terör örgütleri kurarak Filistin halkı üzerinde baskı ve şiddet uygulamaya başlamıştır. I.Dünya savaşı sürecinden itibaren başlayan bu gelişmeler savaşın son bulmasından sonra hızlanarak devam etmiş Filistin halkı kendi topraklarında teröre şiddete maruz kalan bir halk olmuştur. II.Dünya savaşının ardından da 14 Mayıs 1948’de İsrail devleti bölgede resmen kurulmuştur.
Bu mektup ve bunun ardından gelişecek olan olaylar, dünya Siyonist kesimin desteğinin İtilaf Devletleri yönüne çekilmesinde önemli rol oynamıştır. Ayrıca ABD tarafından da desteklenmiştir. Amerika, Orta Doğu'da bir Musevi devletinin bulunmasının, Orta Doğu politikaları için sağlam bir dayanak oluşturacağı varsayımında bulunmuştur.
Lord Balfour'un bu mektubu üzerine yürütülen girişimler, 1918 yılında Fransa'nın, hemen ardından da İtalya'nın desteğini sağlamıştır. ABD başkanı Thomas Woodrow Wilson, Ekim 1918 ayında deklerasyonu desteklediklerini açıklamıştır.
Söz konusu deklerasyon, Orta Doğu'da bir İsrail Devletinin kurulmasına giden sürecin önemli bir kilometre taşıdır.
1 note
·
View note
Text
Misyonerlik Nedir?
New Post has been published on http://www.islamievlilik.net/misyonerlik-nedir/
Misyonerlik Nedir?
Es-Selamü Aleykum, sevgili okurlar,
Vatikan Hristiyanlığı, kendi Katolik inançlarını yaymak için bazılarını görevlendirmiş.
Misyon: Görev
Misyoner: Görevli
Bu misyonerler Amerika ve Afrika’da etkin faaliyet göstermişler. Bu iki kıtada Hristiyanlığı yaymışlardır.
Modern zamanda Afrika’daki Pigmelerin %80’i Hristiyan olmuştur. İki Fransız kadın bu işi başarmıştır. Birisi hemşire, birisi de rahibe.
Bazı kabilelere sızan başka misyonerler okunmuş! şaraba kattıkları ilaçlarla şifa dağıtınca, o cahil insanları da kendi dinlerine çekmişler. Bu misyonerlerin ajan olduğunu anlayan devlet güçlerine karşı bu kabileler misyonerlerini korumuşlardır. (Ne de olsa Şifa dağıtan mübarek adamlar.)
Asya kıtasında da faaliyet göstermişlerdir ancak Güney Kore haricinde pek başarılı olamadılar.
Mesela Çin’e giren misyonerler insanlara Hristiyanlığı tanıtmak için üzerinde İsa figürü olab haç gösterip durmuşlar. Gören herkes kaçmış. Sormuşlar “Niye kaçtınız?”
“Biz böyle işkence şekli görmedik. Adamı diri diri germişler.”
Türkiye’de de misyonerlik yapılıyor. Bunların bir kısmını Güney Kore ‘den gelmiş papazlarla yürüttüler. Şimdi günümüzde bu işi yürüten Türklere devretmişler. Hiç akla hayale gelmedik il ve ilçelerde kilise evler kurmuşlar.
Bu adamlar göğsü iman dolu olup, insanları Cennet’ e kazandırmak için mi uğraşıyor?
Grönland’a giden ilk Danimarkalı misyonerler, Hristiyanlığı kabul etmeyen Eskimoları buzullardan aşağı atarak idam etmişler.
Misyonerlik he sömürü aracının bir parçası olarak kullanılmış.
Misyonerler içinde samimi olanlar da olmuştur ancak, Avrupalı sömürgeci anlayışa hizmet ettiklerini anlayanlar pişman da olmuştur.
Birçok misyoner görevlendirildikleri bölgelerde ulaştıkları zenginliklerin bir kısmını kendi zimmetine de geçirmişler. Böylece kendilerine misyonerlik için maaş veren devlete de, kendi tahrifli dinlerine de ihanet etmişler.
Bizim hissemiz:
Kendi kültür ve inançlarından uzaklaşmış insanlarımız bu misyoner ağına çok düşmektedirler. Kendi kültürü ve inancını sevmeyen insan ya din değiştirir, Cehenneme girmekten korkarsa gavur hayranı olur. (Osmanlı’nın son dönemindeki Alman, İngiliz, Fransız, Rus hayranı paşaları gibi. Günümüzde bir de Amerikan ve İsrail hayranları da içimizde yaşıyor.)
Din ve kültür eğitimimiz zayıfladıkça din değiştiren insanımız çoğalacak.
Türk Dili, Tarih ve Din eğitimlerimizi sağlam vermek zorundayız. Yoksa kanadımız kolumuz kırılır. Modern çağın sömürgeleri oluruz.
Hayır dualarınızı esirgemeyin
Mustafa Erol
islamievlilik.net
0 notes
Text
Pierre Choderlos de Laclos Kimdir?
Pierre (1741-1803)
Fransız, yazar. Psikolojik incelemeye dayanan ve soylu sınıfın çöküşünü yansıtan romanıyla ünlenmiştir.
Pierre Ambroise François Choderlos de Laclos 18 Ekim 1741’de Amiens’de doğdu, 5 Eylül 1803’te İtalya’da Taranto’da öldü. Ailesi İspanyol asıllıydı. Bir asker olarak yetiştirildi. 1761’de topçu asteğmen, ardından Koloniler Tugayı’nda teğmen oldu. Fransız Devrimi sırasında siyasal ilişkileriyle sivrildi, Jacobinler’e katıldı. Pirene Orduları kurmay başkanlığı ve Hindistan’daki Fransız sömürgeleri genel yöneticiliğine getirildi. 1793’te yönetime ihanet ettiği gerekçesiyle tutuklandıysa da, geliştirdiği bir top modelini tanıtması için serbest bırakıldı. Daha sonra yeniden, bir yıl kadar tutuklu kaldı. Ordudaki görevine döndükten sonra rütbesi tuğgeneralliğe yükseltildi. Napoleon döneminde, İtalya’daki Fransız ordusunun başında Taranto savunmasına katıldığı sırada, dizanteriye yakalanarak öldü.
Laclos, yerleşik ahlak ve din kurallarının dışında davranmayı savunan Libertin akımına bağlılığıyla da tanınmıştır. Bu akımın edebiyat alanındaki en bilinen ürünü, onun tek romanı olan Les liaisons dangereues”dür (Tehlikeli Alakalar). Kişilerin psikolojik olarak irdelendiği yapıt, mektuplaşma biçimindedir. Laclos aşk konusuna değişik bir yaklaşım getirmeyi amaçlamış ve soylu sınıfın çöküşünü ele almıştır. Romanın başkişisi, kadın olmasından gelen toplumsal güçsüzlüğünün bilinciyle, zekâsını kişilerin yaşamlarını etkilemek için kullanmakta ve onların mutsuzluklarıyla doyuma ulaşmaktadır. Sonunda cezalandırıldığı gösterilmekle birlikte asıl ağırlık onun kurbanları üzerindeki zaferine verilmiştir. Laclos’un bundan başka, kadınların eğitimine ilişkin bir denemesi, ordudaki eskimiş yöntemleri alaya alan bir yapıtı ve iki de librettosu vardır.
• YAPITLAR (başlıca): Les liaisons dangereuses, 1782, (Tehlikeli Alakalar, 1944); De l’education des femmes, 1785, (“Kadınların Eğitimi Üzerine”).
0 notes