#Fethi Naci
Explore tagged Tumblr posts
Text
Başladığım kitabı, kötü de olsa bitirmek huyundan Fethi Naci'nin bir sözü sayesinde kurtuldum, Fethi Naci, Mina Urgana birgün şu sözü söyler: "Karpuzu kestin, Baktın ki kabak, Gene de zorla yiyecek misin o karpuzu?" Mina Urgan şöyle der bu cümleyi duyduktan sonra, "Başladığım her ne ise hoşlanmadığım yerde bırakmaya karar verdim. Kitabı da, insanı da.. "
O yüzden baktınız kabak bırakın yaw ne zorluyorsunuz 😂😂😂 kendinizi mutlu eden şeylerle yola devam edin (olduğu kadar), yalnız emaye fincanımın güzelliği 😍❤️ yeni maşallah diyin 😁🧿
Bugünün görevi: Kendinizi okuyunca mutlu eden bir söz bulun, isterseniz yoruma ekleyebilirsiniz istemezseniz de amaaayyn canınız sağ olsun 😅🫶🌷🍉😂😂
Bardak altlığındaki minik yazıyı merak edenler sizi bu meraktan kurtarayım 😅 "Yazarken dünyayı bir anlığına değiştirebilirken, geçmişinizi bir santim yerinden oynatamıyorsunuz." Tomris Uyar
#mina urgan#Fethi Naci#Kabak#Kelek#Karpuz#Bunlar önemli 😁#Yaz gelsin#Ne alaka demeyin#Karpuz 🍉 yazın oluyo#positivity#love#funny#sweety#hope
214 notes
·
View notes
Text
Karpuzu kestin.
Baktın ki kabak...
Gene de zorla yiyecek misin o karpuzu?
Canım Fethi Naci 'nin bu cümlesinden
sonra başladığım her ne ise hoşlanmadığım yerde bırakmaya karar verdim.
Kitabı da insanı da...!!!
Mina URGAN
Her kim den hoşlanmaz iseniz hayatınızdan çıkarın gitsin.
58 notes
·
View notes
Text
2023 YLSY bursiyerlerine 'Vizyon ve Farkındalık' eğitimi
https://pazaryerigundem.com/haber/182187/2023-ylsy-bursiyerlerine-vizyon-ve-farkindalik-egitimi/
2023 YLSY bursiyerlerine 'Vizyon ve Farkındalık' eğitimi
Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, Cumhurbaşkanlığı Millet Kütüphanesinde düzenlenen 2023 YLSY bursiyerlerine yönelik “Vizyon ve Farkındalık Eğitimleri” programına katıldı.
ANKARA (İGFA) – Millî Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, 2023 Yurt Dışına Lisansüstü Öğrenim Görmek Üzere Gönderilecek Adayları Seçme ve Yerleştirme (YLSY) bursiyerlerine yönelik düzenlenen Vizyon ve Farkındalık Eğitimleri programına katıldı. Bakan Tekin, burada yaptığı konuşmada, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’��n bu programa çok önem verdiğini ifade etti.
Programın yapıldığı salondaki bursiyerlere imrendiğini kaydeden Bakan Tekin, “Yerinizde olmayı her şeyden çok isterdim, gerçekten çok şanslısınız.” diye konuştu. Üniversiteden mezun olduktan sonra yurt dışına gitmek için başvurduğunu ancak 28 Şubat sürecinde Millî Eğitim Bakanlığından “Yurt dışına gönderilmeniz uygun görülmemiştir.” şeklinde yazı geldiğini anlatan Bakan Tekin, “1416 mağduru” olduğunu söyledi.
Bakan Tekin, 2014 yılında 1416 sayılı Kanun’la ilgili çok sayıda yenilik ve düzenleme yaptıklarını ifade ederek, “MEB 1416 ile ilgili sıkıntılı konular vardı. Başka bir konu da malum FETÖ belası, bir şekilde bursiyer olarak seçilen kişilerle bağlantıya geçerek, bu arkadaşlarımız üzerinde vesayet uygulamaya başlamıştı, böyle bir süreç söz konusuydu. 2013 yılında ben Bakanlıkta müsteşar olunca, kendi tecrübemle ve başımdan geçen olayın da etkisiyle o zamanki bakanımız Sayın Nabıi Avcı’ya, ‘1416 bursunu revize etmemiz gerekiyor.’ dedik. Naci Hoca da inisiyatif verdi, ‘Nasıl eksiklikler varsa hazırlayıp yasal düzenlemeye kavuşturalım.’ dedi. Teknik değişiklikler yaptık.” dedi.
Bakan Tekin, yurt dışına giden kişilerin Türkiye ile ilgili bir çalışma yapmasını iyi niyetle karşılamadığını belirterek, “Örnek olsun diye, arkadaşımız sosyoloji çalışacak, yurt dışına gidiyor, diyelim ki İngiltere’de ‘Türkiye’deki etnik ve dini azınlıklarla ilgili’ master, doktora tezi yapıyor. Ben buna karşıyım. Türkiye’de bu kadar akademisyen var, onlar çalışabilirler. Yurt dışına gönderdiğimiz kişinin, bulunduğu üniversitede Türkiye ile ilgili bir çalışma yapmasını ben açıkçası çok iyi niyetli bulmuyorum. O yüzden de gönderdiğimiz o arkadaşlara da ‘Yurt dışındayken Türkiye ile ilgili çalışma mümkün olduğunca yapmayacaksınız, siz Türkiye ile ilgili çalışma yapmak üzere gitmiyorsunuz, başka amaçlarla gidiyorsunuz.’ şeklinde yaklaşmıştık.” ifadelerini kullandı.
Bakan Tekin, bursiyerlere, bakan olarak değil ağabey, akademisyen, hoca olarak baktığını, yaşadıkları problemleri çözmek ve orada bulundukları sürede ülkeye maksimum fayda verecek şekilde yetişmeleri için en iyi imkanları sunma konusunda taahhütlerde bulunduğunu söyledi.
Yükseköğretim ve Yurt Dışı Eğitim Genel Müdürü Fethi Fahri Kaya da 27 kamu kurumu ve 81 üniversiteden gelen talepler doğrultusunda açılan ilana, 9 bin 309 başvuru yapıldığını, 2 bin 550 adayın sözlü mülakata çağrılmaya hak kazandığını bildirdi.
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
Text
İLK 4 TAKIM BELLİ OLDU
İLK 4 TAKIM BELLİ OLDU
Halide Edip Adıvar Anadolu Lisesi 3 – 2 Karabağlar İTO Vakfı Süleyman Taştekin Mesleki Ve Teknik Anadolu Lisesi Naci Şensoy Anadolu Lisesi 0 – 2 Foça Recep Kerman Spor Lisesi Karabağlar Atatürk Mesleki Ve Teknik Anadolu Lisesi 2-2 Bozyaka Şehit Fethi Bey Anadolu Lisesi (6-5) (P) 1.Karabağlar İTO Vakfı Süleyman Taştekin Mesleki Ve Teknik Anadolu Lisesi 2.Buca Atatürk Spor Lisesi 3.Foça Recep…
View On WordPress
0 notes
Text
Attila İlhan / Türkiye, romanı doğuran toplumsal koşullarda yaşıyor
12 Eylül darbesini izleyen aylarda yoğun bir roman tartışması başlamış, Türkiye'de romanın niteliği çok konuşulmuştu. Uğur Mumcu'nun Attilâ İlhan ile gerçekleştirdiği söyleşi ise büyük yankı uyandırmıştı. İlhan'a göre, Türkiye 60'lardan itibaren şehirleşme, yani burjuvalaşma/işçileşme dönemini yaşadığı için romanın gündemde olması doğal bir sonuç.
Söze nereden başlasam?
Şiirden mi, romandan mı, siyasal yazılardan mı? "Zehirli karanfiller büyüttüm/ dargınlığımın saksılarında" diye başlıyor bir şiiri. Sözü buradan alıp, "Kanlı bir karanlıktı gördüğüm/ ben mi çok geniştim dünya mı çok dardı/ nasıl yaprak yaprak açılıyordu/ vahşi bir bitki gibi keder" deyişindeki hüznü damıtıp, buradan mı konuya girseydim? Yoksa Faşizmin Ayak Sesleri kitabında topladığı kimi yazılarında çizilen siyasal doğrultuyu mu ele alsaydım? "Elsiz ayaksız bir yeşil yılan/ yaptıklarını yıkıyorlar Mustafa Kemal" dizesinden Hangi Atatürk kitabına uzanıp, "Bence Mustafa Kemal Paşa, iktidarın yapısal niteliğini değiştirdiği için önemli bir devrimcidir. Mazlum milletlere karşı azgın saldırganlığını sürdüren emperyalizmle boğuştuğu için de yaman bir üçüncü dünya lideridir" yargısı üzerine dünden bugüne, bugünden yarına ulaşan siyasal söyleşi mi yapsam? Evet nasıl başlasam söze"
"Gözlerin gözlerime değince/ felaketim olurdu ağlardım/ beni sevmiyordun bilirdim/ bir sevdiğin vardı, duyardım" dizesi ile büyük kentlerde okumaya gelen Anadolu çocuklarının içine düştükleri yalnızlıklarının, çaresizliklerinin duygusal titreşimlerinden yola koyulup, "Ne kadınlar sevdim zaten yoktular/ yağmur giyerlerdi sonbaharla bir/ azıcık okşasam sanki çocukturlar/ bıraksam korkudan gözleri sislenir/ ne kadınlar sevdim zaten yoktular/ böyle bir sevmek görülmemiştir" dizesinde durulan, teslim olan, başeğen yalnızlığın dipsiz kuyularına mı eğilseydim?
Onları ben, büyük bir aynanın içinde gördüm
Romanlarının başına şöyle bir not düşüyor Attilâ İlhan: "Bu kitapta anlatılanların gerçek kişilerle ve olaylarla hiçbir ilgisi yoktur. Onları ben, büyük bir aynanın içinde gördüm. Üstelik ayna dumanlıydı ve olmayan bir şehirde geziniyordum." Romanlarda öykülerini okuduğumuz kişilerin bazen yanımızda soluk alışlarını duyarız, bazıları iyice yabancıdır bizlere. Kurtlar Sofrası'nda öyle, Yaraya Tuz Basmak'ta öyle, Sırtlan Payı'nda öyle.
En iyisi Attilâ İlhan ile roman üzerine konuşsam, diyor ve konuşuyorum. Bir konu mu konuşuyoruz, yoksa birçok konu mu bilmiyorum. Attilâ İlhan'ın sözcüklerinden çıkan kıvılcımlar, Fransız edebiyatını, Osmanlı kültürünü, Cumhuiyet aydınını, sosyalist akımları, devrimci-karşı devrimci ikilemini birdenbire tutuşturuveriyor. Romanlarının müziği, an oluyor, 'Karantinalı Despina' oynaklığı içinde depremler oluşturuyor, acı oluyor nihavent hüzünlerde duruluyor.
Siyaset askıya alındı mı, sanat konuları ağırlık kazanıyor
"Roman..." diye başlıyorum söze. "Bu yıl, sanki roman yılı... Hep roman tartışması yaptık, roman Türkiye'nin gündeminde midir? Böyleyse neden?"
Konuşuyor Attilâ İlhan:
"Roman, Türkiye'nin gündemindedir. Biri dar, biri geniş, iki önemli nedeni var:
a) Adına 'siyaset' dediğimiz rezillik 'askıya alındı' mı, her ülkede olduğu gibi, ülkemizde de, sanat konuları ağırlık kazanıyor. Seviyesizliği akıllara durgunluk veren parti çekişmeleri aralanınca, çeşitli fikir ve sanat sorunları yüzeye çıktı. Yalnız, bu tartışmaların da, öncekilerden daha seviyeli cereyan ettiğini söyleyebilmek, bir hayli zor.
b) Türkiye, hanidir, romanı doğuran toplumsal koşulları yaşıyor. Edebiyatta bu tür, çağdaş manasıyla, bireyin toplumsal gerçek olarak belirmesi, kişilik kazanmasıyla gelişmiştir. Derebeylikte birey ya serftir, ya da kul; şövalye ya da sultan da olsa, kaderini kendisi yaratamaz, 'takdir-i ilâhiye' bağlıdır. Ancak Cartesien düşünce (Descartes rasyonelliği), positivisme, onun çocukları olan iki düşman kardeşler, liberallik ve sosyalistlik, ortaya çıktıktan sonradır ki, birey toplumda önem kazanmış, bireysel/sınıfsal çıkarı doğrultusunda, 'teşebbüsü şahsi' sahibi olmuştur. Sosyoloji düzeyinde bu dönem, şehirleşme, yani burjuvalaşma/işçileşme dönemidir ki, Türkiye'nin 60'lardan bu yana bu süreci yaşadığını, sağır sultan bile duydu.
Romanın gündemde olmasından tabii ne olabilir?
Köy romanı, köylülüğü, ilericiliğin temeline koymak yanlışını yapıyordu
Üstelik tartışma bu yıla mahsus değil, 'köy romanı' tartışmasının devamı. O zamanlar, estetiğe boş veren, aşırı şemalaştırılmış halkçı/Narodnik köy romanını eleştirmiştim: Köylülüğü, ilericiliğin temeline koymak yanlışını yapıyor, kırsal kesim çözüldüğü halde, İnönü diktası dönemine özgü bir kültür ilericiliğini köylerden başlatmayı öneriyordu. Tipleri eğreti, birbirinin benzeri ve yapaydı. Roman mimarisiyse, son derece ilkel. Köy romanını benimle birlikte eleştirenler arasında, birtakım İkinci Yeni ardılları vardı ki, Fransız Yeni Roman akımının, İngiliz Bilinç akımının, bazı gerçeküstücülük ve varoluşçuluk heveslerinin biçimsel/bireyci numaralarıyla, kendilerini alternatif olarak ileriye sürdüler. Şimdi tartıştığımız, bunların güncelleştirdiği biçimcilik/bireycilik sorunu!
Romancılık, yazar, öznel ilgi alanından nesnel ilgi alanına geçtiğinde başlar
Cinsel (yoksa eşcinsel mi?) psikolojinin yüksek dozda kullanıldığı bu romanlarda, anlatım, anlatılan şeye tekaddüm etmekte, kelime kuyumculuğuna dönüşen hastalıklı ve titiz bir biçimcilik, zaten geçerliği tartışılabilir içeriği iyice bulanıklaştırmaktadır. Ayrıca, kahramanların ağzına bir-iki toplumcu tartışma cümlesi oturtulabilir, meyhanelerde kaybolmuş birkaç kayıp devrimci tipi çizilebilirse, yazılanların toplumcu değilse bile toplumsal oldukları savunulabilinir sanılıyor. Mevsim başında karşı çıktığım tavır budur. Biz, biçimci/bireyci bu tür edebiyata Üçüncü Yeni adını taktık. Şiirde ve romanda (tabii hikâyede de) aynı geleneği sürdürüyorlar.
Yalnız, bana öyle geliyor ki, görünüşte birbirine karşıt sanılan köy romanı ilkelliğiyle, Üçüncü Yeni romanı karmaşıklığı belirli bir yerde birleşmektedir. Yazarın özel ilgi ve hayat alanının dışına çıkamayışta! Öyle ya, Fakir Baykurt da, Selim İleri de, gözlemleyebildikleri kişilik alanlarının dışında hiçbir şeyi yazabilecek kadar cesur görünmüyorlar. Oysa romancılık mesleği, yazarın, öznel ilgi alanından, nesnel ilgi alanına geçtiği yerde başlıyor..."
Attila İlhan, cinsellik üzerine yazılan romanları böyle eleştiriyor. Peki ya Fena Halde Leman?
Yazarların cinsel konuları üzerine yazdıklarını eleştiriyor Attilâ İlhan... Kendisi de son romanından ötürü, aynı nedenlerle 'fena halde' eleştirilmiyor mu? Hem de nasıl! Sözü, burada noktalı virgüle bağlayıp, romancıyı konuşturmak gerekir, diye düşünüyorum.
Sanatımda cinsellik, bireysel diyalektiğin çatışma süreci halinde ele alınır
Söyleşi bu noktada şöyle sürüyor:
"Romanlarımı okuyanlar hatırlayacak, cinsellik hepsinde işlenmiştir. Hem de akla gelebilecek, bütün çeşitlemeleriyle! Fena Halde Leman'daki kadın eşcinselliğine rastlayıp çarpılanlar, besbelli Aynanın İçindekiler'i okumamış. Orada öyle bir Hayrunisa Bayraktar vardır ki, Leman Korkut'a rahmet okutur. Kendisiyle barışık, intégrée bir eşcinsel tipidir. Kimbilir kaçıncı açıklayışım oluyor, benim sanatımda cinsellik, bireysel diyalektiğin bir çatışma süreci halinde ele alınır: nasıl sınıfsal diyalektiğin çatışmalar zinciri, bireyin toplumsal kişiliğini oluşturuyorsa; cinsel diyalektiğin çatışmalar zinciri de, bireyin bireysel kişiliğini oluşturur. Diyalektik yöntemle çalışan yazarın, bu iki düzeyden birini işleyip ötekini es geçmesi, adeta tarihsel materyalizme inanmamasıyla eşittir. Bu bakımdan, doğayı, toplumu ve bireyi, diyalektik ilişkileri içinde ele alan romancının, bireylerin cinselliğini de diyalektik çatışmalarıyla işlemesi, hem hakkıdır, hem de görevi...
Ama burada birey, sabit, bir kerede olmuş bitmiş, her şeyin merkezindeki varlık olarak alınmamıştır. Sürekli çelişkilerle, tez/antitez/sentez ilişkileri oluşturur, bu ilişkiler toplumsal düzeyde olduğu kadar bireysel düzeyde de hem onu, hem birbirini etkiler, bu etkileşimden son derece zengin bir toplumsal/bireysel roman hamuru yoğurulur. İlk romanlarımdan beri, benim yapageldiğim budur, oysa Üçüncü Yeni romancıları bunu mu yapıyor? Hayır!
Bir kere bireylerin toplumsal sınıfları net olarak verilmez. Küçük burjuva diye adlandırılırsalar da, daha çok ülkemizdeki komprador aydınlar ghetto'sundaki yabancılaşmış tiplerdir. İkincisi, işledikleri bir ilişkiler süreci, diyalektik bir değişkenlik değil, sabit ve değişmez bir bireydir. Üçüncüsü, bu birey 'esas' alınmış, toplumsal olaylar, bütün dış dünya, ona göre değerlendirilmiştir. Burada kesif bir bireycilik, hatta benmerkezcilik görülür. Dahası, konu işlenirken öyle seçkinci, öyle çetrefil bir üslup kullanılmaktadır ki, bireyciliği raffine bir biçimcilik tamamlamakta, adeta tüy dikmektedir. Bireyi esas alan dünya görüşünün liberallik olduğunu kim bilmez; bu takdirde bireyci/biçimci bir edebiyat eğilimini sağcılıkla nitelendirmek, eşyanın tabiatına da uygundur.
Bir sürü alafranga yazarımız, açık seçik bireycilik/biçimcilik yapmakta
Ülkemizde, geleneksel değerler sistemine bağlı dinci ya da ırkçı bir sağcılık vardır, bunu hep biliriz de, Batılı olduklarından, öyle geçindiklerinden midir nedir, düpedüz bireyci/biçimci oldukları halde, bazı yazarlarımızın alafranga bir sağcılığı temsil ettiklerini düşünmeyiz. Oysa Feyyaz Kayacan'dan Ferit Edgü'ye, Bilge Karasu'dan Vüs'at Bener'e, Güven Turan'dan Selim İleri'ye, bir sürü alafranga yazarımız, pek açık ve seçik bir bireycilik/biçimcilik yapmaktadırlar. Canı isteyen Yusuf Atılgan'ı, Adalet Ağaoğlu'nu, Tomris Uyar'ı, aralarına katabilir. Daha niceleri de. Bu akım Tanzimat sonrasında bize musallat olmuş tatlısu frenkliğinin edebiyatımızdaki görünüşüdür. Batılı diye ilerici sananlarımız çıkmıştır ama, gerçekte düpedüz Hıristiyan değerler içerir, zira komprador kültürünün ürünüdür. Komprador kapitalistini, ne kadar kültür ilericisi olursa olsun, neden solcu sayamazsak, fikrimce komprador kültürünün bu estetik temsilcilerini de, o yüzden solcu sayamayız. İkisi birbirinin 'mütemmim cüzüdür' de, ondan."
Attilâ İlhan, birçok yazarı, romancıyı, düpedüz 'bireyci/biçimci' olarak niteleyiveriyor. 'Tatlısu frenkliği' ve de 'komprador aydınlık' da cabası! Farkındayım, bu sözler, bu yargılar, oldukça ağır ve acımasız. Attilâ İlhan, bu sözleri ile bir tartışmaya kapı aralıyor. Bu tartışmayı başka söyleşilerde de sürdüreceğiz. Öteki yazarlarla, romancılarla, aydınlarla konuşa konuşa bu tartışmayı iyice gündeme getireceğiz.
İyisi mi, diyorum, Attilâ İlhan'dan bu 'komprador aydın' kavramını ayrıntısı ile öğrensek; öğrensek ve bu tartışmayı kıyasıya yapsak.
Komprador aydın, ulusal kültür bileşimini yapamamış kişidir
Soruyorum: "Yazılarınızda da bu komprador aydın kavramını işlerdiniz. Şu kavramı biraz daha açıklar mısınız?"
Açıklıyor:
"Son iki kitabımda, Hangi Atatürk'le Hangi Sağ'da komprador aydın kavramını açıklamaya çalıştım. Özet olarak denebilir ki, komprador aydın, ülkesinin ulusal kültür bileşimini yapamamış, yabancı bir kültür bileşimini onun yerine 'ikame etmiş' kişidir. İnönü diktası döneminde, çağdaşlaşmak, Batılılaşmak diye alınmış, bu yapılmıştır; Batılı klasikler çevrilir, Yunanca/Latince 'mecburi' ders olarak okutulursa, kalkınırız sanılıyordu. Bu kafanın, ulusal bileşimci Müdafaa-i Hukuk öğretisiyle uzaktan yakından ilişkisi yoktur. Nasıl olsun ki, Müdafaa-i Hukuk (hakların savunması), ilkin ulusal kültür haklarımızın savunulmasını gerektiriyordu. Mustafa Kemal, kitaplarıma aldığım pek çok sözünde, bunu açıkça belirtmiş, aydınları bu işle görevlendirmiştir.
Aslında, 'kültür yoluyla kalkınma', kültür emperyalizminin -çöreklenebilmek amacıyla- azgelişmiş ülkelere benimsetmeye çalıştığı yaldızlı fakat zehirli bir reçete. Bakın dünya ülkelerine! Ağır sanayileşmeyi gerçekleştirmeden, elektrik, elektronik, kimya ve benzeri sanayi dallarını kurmadan, şu ya da bu kültürü benimsemek için sadece okul açarak kalkınabilmiş tek ülke var mı? Tam tersine, kültür aktarması komprador aydın tipini oluşturur, bu aydının ilk davranışı da halkını küçümsemek olur, zira artık onun kültür çevresinden çıkmıştır, halk da ona yabancılaşan aydını reddeder. Bundan birinci derecede yararlanan kimdir sanırsınız? Elbette, emperyalizm! Halkını uyarmayan, önünde bayraklaşmayan aydının bulunduğu ülkeyi içinden çökertmek çok daha kolaydır. Osmanlı'nın bu yoldan çöktüğünü hiç unutmayalım.
Gelişmiş ülkelerde aydının işlevi nedir, düşündünüz mü? Siyasal örgütler, meslek kuruluşları, iktidar, muhalefet vs. halka birtakım sloganları gerçeğin ta kendisi olarak sunmuyorlar mı? Aydınlar işte burada devreye girer, özgür vicdanları ve bağımsız yöntemleriyle, sloganların içeriğini tartışma konusu yapıp, halkı aydınlatmaya çalışırlar. Ak koyunla kara koyun böyle seçilir. Gelişmemiş ülke aydını böyle davranmıyor. Tam tersine, siyasal kuruluşlardan, meslek örgütlerinden, iktidardan, muhalefetten medet umuyordu; bunu sağlamak için de, halka onların sloganlarını kabul ettirmeye sıvanıyor. Bundan büyük rezilik olmaz! Adı geçen örgütler, çıkarları gereği aydınları buna özendirirler. Bağımsızlığını korumak isteyenleri silmek, etkisizleştirmek için çevirmeyecekleri dolap, tevessül etmeyecekleri bayağılık yoktur. İlle aydınlar ondan yana olsun, geçerliği tartışılabilir sloganlarını papağan gibi halka tekrarlasın!
Aydının toplumsal işlevi, kendi için bir şey istememekle gerçekleşir
Aydın da bir fikre, bir yönteme angaje olmayı, bir örgüte ya da kuruluşa (hatta lidere) angaje olmakla karıştırdığından, serbest düşünme ortamını kaldıracak aşırılıklara düşüyor. Çünkü bu işi can-ı azizi için bir şeyler beklediğinden yapmaktadır. Pir aşkına değil. Hepimiz, bir milletvekilliği, bir basın ataşeliği, beleşten bir Avrupa seyahati için, önemsediğimiz ne aydınların, ne yalakalıklar yaptığını gördük. Allah bilir, daha da göreceğiz. Oysa aydınların toplumsal gelişmede işlevsellikleri, yalnız ve yalnız yöntemlerine angaje olmalarıyla mümkündür. Bu da, kendileri için bir şey istememekle gerçekleşebilir.
Bir dakika! Yönteme angaje olmanın da, bir usturubu var. Bu işi ulusal koşulları göz önünde tutarak yapmak, zorunlu gibime geliyor. Aksi halde komprador aydınlığına düşmez miyiz? Hadi bir örnekle konuşalım: Sakızlı Ohannes Paşa Omanlı aydınlarından sayılırdı. Mülkiye'de iktisat okutuyordu. O tarihte Batıda liberallik prim yapıyor ya, o da tutmuş harıl harıl bunu savunuyor. Neden, İngiltere'de, Fransa'da, liberalliğin başarılarını görmüş, ondan, Osmanlı 'bırakınız yapsın, bırakınız geçsin' formülünü uygulamaya geçince, İngiltere 'devlet-i fehimesi' gibi olacak sanıyor. Sonucu bilirsiniz, Osmanlı liberalliği, en muhtaç zamanında devletin gümrükleri gevşetmesine yol açar, bu da dokuma sanayiinin mahvıyla sonuçlanır. Ohannes efendi, liberalliği, Osmanlı'nın koşullarını göz önünde tutarak değerlendirebilseydi, böyle olmazdı elbet.
Diyalektik yönteme inanmak başka, filan ülkedeki uygulamasını aktarmak başka
Diyeceksiniz ki, o sağcı, liberal! Solcular için de, durum aynıdır. Diyalektik yönteme inanmak başka şeydir, bu yöntemin filan ülkedeki uygulamasını Türkiye'ye aktarmaya kalkışmak başka şey. İkincisine yeltendiniz mi, hoş geldin Ohannes efendi! Ha İngiltere'deki liberalizm uygulamasını Osmanlı mülküne aktarmaya kalkışmışsın, ha Rusya ya da Çin'deki sosyalizm uygulamasını, çağdaş Türkiye'ye aktarmaya! Tutum aynıdır. Tanzimatçı komprador aydın tutumudur bu, alafranga Jöntürk'lüktür ki, Müdafaa-i Hukuk öğretisi buna karşı geliştirilmiş, İnönü CHP'si de, Laz İmail TKP'si de boyun eğmiştir. Bu nokta üzerinde hiç yanılmayalım. Türkiye'nin sağcılığı da, solculuğu da, ulusal koşullarından bilimsel yöntemlerle Türkler tarafından gerçekleştirilecek bileşimlerle oluşacaktır."
Sanatçının toplumculuğu romanını tarihsel/toplumsal düzeyde sahneye koyarken belirir
Bilmem anımsar mısınız? Romancılarımız arasında 'köy romanı-kent romanı' diye amansız bir tartışma çıkmış, bu tartışmada romancılarımız birbirlerini üç-beş satırla harcayıvermişlerdi. Attilâ İlhan ile yine bu tartışmaya giriyoruz. Köy romanındaki 'toplumculuk' üzerine konuşuyor, buradan kent romanına, kent romanlarından '12 Mart romanlarına' geliyoruz.
Attilâ İlhan; "Geçin" diyor, "geçin hepsini bir kalem!"
"Nasıl?" diyorum. 'Nasıl'ı şöyle:
"Dedim ki köy romanı toplumcu değil halkçı/Narodnik bir romandı, Üçüncü Yeni romanıysa şehir romanı değil, bireyci/biçimci bir romandır. Toplumcu roman, Türkiye'nin işçileşme/burjuvalaşma sürecinde, toplumsal sınıfların ve bireylerin toplumsal ve bireysel diyalektiği gözlenerek, yaratılacak. Hani o duygusallığı ağır basan 12 Mart romanları, iki satırda bir slogan atan hikâyeler, ya da toplumculuğu yürekler acısı bir yoksullukçuluk sananlar var ya, hepsini geçin bir kalem. Malraux, Aragon, Grkiy gibi ustalar okunursa görülür ki, asıl dikkat ettikleri şey, tipleştirmede ve olaylaştırmada, toplumsal ve bireysel diyalektiğin çelişkilerini saptamak ve işlemektir. Bireyleri bu düzeyde tanımlar, romandaki kaderlerini yaşamaya salıverirler. Demek ki, sanatçının toplumculuğu romanını tarihsel/toplumsal düzeyde sahneye koyarken belirir; her paragrafta kahramanlarına siyasal söylev çektirerek değil.
Önceki yüzyılın romanı 'tasvirci'ydi; her şey uzun uzun anlatılırdı
Ha, az kalsın unutuyordum: Bir de, romanın 20. yüzyıl özelliklerine değinmeliyiz. Önceki yüzyılın romanı 'tasvirci'ydi. Balzac, Zola, Dickens, her şeyi ince ince, uzun uzun anlatırlar. Sebebi basit: Versailles'da bir saray kapısı anlatılıyorsa, iyice canlandırmak zorunludur, zira Marsilya ya da Bordeaux'daki okurun kapıyı görebilmesi olasılığı son derece zayıf. Çağımızda öyle mi ya, görsel sanatlar, yeni iletişim araçlarının, zoom, ağırçekim vb. olanaklarıyla, Versailles sarayının kapısını, -okurun gözüyle göremeyeceği incelikleriyle- burnunun dibine getiriyorlar. Bunun anlamı nedir? Okurun imgelemi ve belleği, saray kapısı konusunda, her türlü çağrışım uyarısına açık! Yazara düşen, artık uzun uzun tavir etmek olmuyor, okurun imgelem ve belleğini, sadece etkileyici bir imgeyle uyarmak! Dakikasında mekanizma işliyor, saray kapısı okurun zihninde canlanıyor.
Yaşar Kemal yaprağı on sayfada düşürür, Kemal Tahir yağmuru yüz sayfada dindiremez
Demem o ki, romancı, artık görsel sanatların olanaklarını göz önünde tutmak zorundadır. Aksi halde, Yaşar Kemal gibi, ağaçtan bir yaprağı yere on sayfada düşürür, Kemal Tahir gibi, bir yağmuru yüz sayfada dindiremez, milleti bezdirir. Kendi hesabıma, bu konuda dikkatli olduğumu sanıyorum. Daha ilk kitabımı yayımlarken, nasıl bir teknik kullanacağımı Seçilmiş Hikâyeler dergisinde şöyle açıklamıştım:
'... Sokaktaki Adam'da hareket unsurunu, psikolojik unsuru, romantik unsuru, tıpkı senaryoda olduğu gibi muvazeneli olarak kullanmaya çalıştım. Ve lüzum gördüğüm yerde, hareketi planlara ayırdım, hatta decoupage yaptım. Bir 20. yüzyıl romancısı, okurunun, bir sinema seyircisi olduğunu bir an bile hatırından çıkarmamalıdır. Bu istikametten baktınız mı, Sokaktaki Adam cinematographique bir romandır. Muhtevası iyice sindirilmiş, nutuk ya da monolog olarak değil, hareket ve fiil olarak ifade edilmiştir.' (SHD, s. 21, Ekim 1953)
Yerli filmle yerli roman arasındaki mesafe her gün biraz daha azalıyor
Birkaç yıl sonra, Zenciler Birbirine Benzemez yayımlandığında, tekrar konuya dönmek gerekti. Eleştiriciler romanın değişik yapısını yadırgamıştı. Dost dergisinde şunları söyledim:
'... Roman kuruluşumuz henüz geri ve ilkel. Son birkaç yılın hangi romanına el atsanız, roman estetiği ve kuruluşu bakımından, 19. yüzyıl yazarlarının hizasını aşamıyor. Aşamıyor ne laf, bulamıyor. Aşırı sol sosyalist realizmden gelen şemacılık ve popülizm bir yandan, kahve sohbeti ve meddahlık kırması bir anlatıcılık (narration) öbür yandan, çerçevemizi daraltıyor. En iddialı romancılarımız bile, eserlerini, bir çeşit tefrika tekniği üzerine kurmuyorlar mı? Yerli filmle yerli roman arasındaki mesafenin her gün biraz daha azaldığı bir gerçek değil mi?..
... bir de 20. yüzyıl çizgisini aramak var. Yeni sanatların, bu arada radyo, televizyon ve sinemanın; yeni sanat gidişlerinin, bu arada surrealisme'in ve pek tabii olarak psikanalizin verilerini, roman kuruluşları içinde eritmeye, dünya anlayışı ve yöntemi ile hazırlanmış özü modern ve ona uygun bir estetik yapıya dökmek çabası var. Bu elbet, alışılmış anlatıcılık tutumuna ters düşüyor.
İnsanlar ve olaylar, bir anda, zaman ve mekân içine dağılıyorlar. Hızlı bir eşzamanlılık, tıpkı hayatta olduğu gibi, olanı, olmuşu, olması isteneni, aynı saniye aralığına sıkıştırabiliyor. Bu sırada fikirler ve davranışlar daha da önemlisi yorumlar, olayların etkisini choc planlarından tefekkür planlarına kaydırıyorlar. Sonunda sizden iyi olmasın, bir gün Ahmet efendi tekniğine alışmış gözler için, böyle bir tutum, olaylar ve mekânlar arası decoupage iç ve dış gerçeklerin eşzamanlılığı, rahatsız edici oluyor...' (Dost, s. 12, Eylül 1958)
Köy romanı tartışması sanıldığından etkili oldu
Hayli açık söylemişim ama, inandırıcı olamadı. 1970'lerde, Aynanın İçindekiler'i yayımlamaya koulunca, bir açıklama daha gerekti. Türkdili'nde şunları söyledim:
'... roman anlayışım tek boyutlu, tekdüze bir anlatıma dayanan bir anlayış olmadığından, kahramanları okura handiyse göstermeye uğraştığımdan, romanlaştırma tekniği benim çalışmalarımda, fazlaca önemli. Bu arada
Marksist imge kuramına çok iş düşüyor, canlandırma eyleminde ondan yararlanıyorum. Öyle bir imge kullanacaksın ki o sahnedeki durum, kişilerle, olayın dramatik ağırlığıyla okurun imgelemine renkli ve üç boyutlu olarak hemen yansıyacak. Laf olarak kulağından girmeyecek. Bazılarının yazı düzenimde şairanelik sandığı, gerçekte Marksist bir kaygıdır: içeriğin imgelere bindirilerek, okurun imgelemine yansıtılması!... Plekhanov, bilindiği gibi, bunun tersini yapmanın mantık kategorileri içinde bir olayı hikâye etmenin, sanatın değil, bilimin konusuna girdiğini yazmıştır.' (Türkdili, Mart 1977)
Bugün durum farklı, köy romanı tartışması sanıldığından etkili oldu, okur romanın köy öğretmenlerinin 'ihtişam ve sefaletini' zabıt kâtibi üslubuyla yazmak demek olmadığını kavradı, ayrıca iç bayıltıcı duygusallıkların, çetrefil 'metin' cambazlıklarının, ciddi içerik yoksulluklarını gizlemeye yaradığını fark ediyor. Toplumcu roman gerçek boyutlarıyla, besbelli bu anlayış ve fark ediş üzerinde yükselecektir: bireyin, toplumsal ve bireysel diyalektiğini, ona uygun düşen esnek, imgesel ve hareketli bir biçimi romanlaştırarak!.."
Konular bitecek gibi değil. Daha başka konulara da giriyoruz, başka romanlara, yazılmış ve yazılacak romanlara... Geleceğin romanına... Attilâ İlhan, zekâ ve kültür kıvılcımları ile yeni romanların satır aralarında dolaşıyor. Bazen bir savcı gibi suçlayarak, bazen tutkulu bir okuyucu gibi coşkuyla, beğeniyle geziyor romanların, roman kahramanlarının aralarında.
(Uğur Mumcu / Cumhuriyet gazetesi / 5 - 6 Mayıs 1981)
* ara başlıklar edebiyatsoylesileri.com tarafından konmuştur.
#Attila İlhan#fethi naci#selim ileri#murat belge#uğur mumcu#adalet ağaoğlu#Tomris Uyar#bilgekarasu#turkedebiyati#ferit edgü
2 notes
·
View notes
Photo
bir kitap okuyucusu , neyin zaman harcamaya değer , neyinse değmez olduğunu anında hissetmelidir.
umberto eco - yanlış okumalar
#umberto eco#yanlış okumalar#gülün adı#sean connery#sinema yazıları#sinema blog#sinema#kitap kapakları#kitap kapaği#kitap kahve#oğuz atay#fethi naci#eleştiri#psikoloji#kitap#kitap kurdu#kitaplar#kitaplık#kütüphane#alberto manguel#geceleyin kütüphane#blogger#sanatsal#okuma günlüğü#okuma notları#selim ileri#literatüre#literary#library#poetika
16 notes
·
View notes
Photo
12 notes
·
View notes
Photo
Şu günlerde içkiye düştüm, ondan mıdır bilmem,
Daha çok seviyorum Cansever'i, Uyar'ı, Can Yücel'i,
Bir de Fethi Naci'yi,ve elbet Mustafa Kemal'i.
#CemalSüreya
71 notes
·
View notes
Text
" 'Söze zulmeyleme' sözüne bayılıyorum! Ne zaman ahmakça bir yazı, berbat bir şiir, kötü bir roman okusam o söz geliyor aklıma: 'Söze zulmeyleme!' "
19 notes
·
View notes
Text
Fethi Naci, ‘insan tükenmez’ demişti. Şu halimize bir bakalım. Hakikaten, bir eksiklik hissediyor muyuz? Tükenen, sadece sözlerimiz mi? Değil.
19 notes
·
View notes
Text
BÜYÜK YAZARIMIZ YAŞAR KEMAL'İ 7 YIL ÖNCE KAYBETMİŞTİK
28 Şubat 2015'te, 91 yaşında yaşama veda eden Yaşar Kemal sadece ülkemiz gerçeklerini şiirsel bir dille haykıran bir edebiyatçı değil, aynızamanda ulusal sorun da dahil Türkiye'nin tüm temel sorunlarına çözüm getirebilmek için ömrünün önemli bir kısmını sosyalist mücadeleye hasretmiş bir aydındı.
Yaşar Kemal'le ilk örgütlenme yıllarında Türkiye İşçi Partisi saflarında birlikte yer almıştık.
Yaşar Kemal 1964-66 yıllarında yönettiğim Akşam gazetesine sürekli katkıda bulunmuş, Üç Anadolu Efsanesi adlı yapıtının ilk bölümünü oluşturan Köroğlu Efsanesi'ni de ilk kez bu gazetede yayınlamıştım.
Yaşar Kemal, 1967 yılında yayınlamaya başladığımız sosyalist Ant Dergisi'nin de yazar Fethi Naci ile birlikte kurucularından ve sürekli yazarlarındandı.
Yaşar Kemal'in 17 Ocak 1967'de Ant Dergisi'nde yayınladığımız Amerikan Yazarlarına Açık Mektup başlıklı yazısı Türkiye'de anti-emperyalist mücadelenin yükseliş günlerinde uluslararası planda büyük yankı yapmıştı.
Yaşar Kemal 1968'den itibaren eşi Tilda Gökçeli'yle birlikte Ant Yayınları'nın kuruluşuna da katkıda bulunmuş, İnce Memed, Ölmezotu, Ortadirek, Yer Demir Gök Bakır, Üç Anadolu Efsanesi adlı yapıtları yayınevimiz tarafından yayınlanmıştı.
12 Mart Darbesi'nden önceki dönemde Ant'ta yayınlanan yazıları nedeniyle Yaşar Kemal hakkında açılan 10 davada 43,5 yıl hapis istenmişti.
Kurucularımızdan Yaşar Kemal'i 28 Şubat 2015'te, Fethi Naci'yi ise daha önce, 23 Temmuz 2008'de yitirdik.
Her ikisini ve Ant Dergisi ile Ant Yayınları'na yazıları ve çizgileriyle katkıda bulunmuş olup sonsuzluğa uğurladıgımız Abidin Dino, Alpay Kabacalı, Asiye Eliçin, Ayhan Erer, Aşık İhsani, Aziz Nesin, Barbro Karabuda, Bedrettin Cömert, Can Yücel, Cemal Süreya, Çetin Altan, Çetin Özek, Demir Özlü, Eflatun Nuri, Emin Türk Eliçin, Erol Toy, Fakir Baykurt, Ferruh Doğan, Fethi Naci, Feyzullah Ertuğrul, Güneş Karabuda, Güzin Dino, Haldun Taner, HalukTansuğ, Harun Karadeniz, Hasan İzzettin Dinamo, Hikmet Kıvılcımlı, Hüseyin Baş, Hüseyin Kıvanç, İdris Küçükömer, Kemal Sülker, Kerim Sadi, Mahmut Makal, Mehmed Kemal, Mehmet Ali Aybar, Mekin Gönenç, Memet Fuat, Mıstık, Mim Uykusuz, Muzaffer Erdost, Mümtaz Soysal, Müşür Kaya Canpolat, Müslim Özbalkan, Nadir Nadi, Nebil Varuy, Necdet Onur, Oğuz Aral, Onat Kutlar, Orhan Duru, Orhan Kemal, Orhan Suda, Rauf Mutluay, Refik Erduran, Sabiha Sertel, Sedat Özkol, Selahattin Hilav, Sencer Divitçioğlu, Sermet Çağan, Süleyman Ege, Tektaş Ağaoğlu, Tilda Gökçeli, Ülkü Tamer, Yalçın Çetin, Yalçın Yusufoğlu, Yaşar Uçar, Yıldız Sertel ve Zekeriya Sertel'i saygı ve sevgiyle anıyoruz.
---------------------
Yaşar Kemal üzerine anılarımı ayrıntılı olarak 28 Şubat 2021'de Siyasi Haber'de paylaşmıştım:
3 notes
·
View notes
Text
Eleştiri Üzerine Yedi Söyleşi, sadece eleştiri yordamlarıyla değil; kültürle, düşünce tarihiyle, sosyoloji ve sinemayla ilgilenenlerin de dikkatini çekecek derinlikte tartışmalar barındırıyor.
Yeni Çıkanlar serimizde bugün @fatma.k.barbarosoglu #FatmaBarbarosoğlu'nun söyleşi kitabı var. 90'larda çeşitli dergilerde yayımlanan söyleşilerin derlendiği kitap Asım Öz'ün editörlüğünde #ProfilKitap @profil_kitap tarafından yayımlandı.
Kitapta söyleşisi yer alan isimler ise Tarık Buğra, Mehmet Fuat, Fethi Naci, Tahsin Yücel, Gürsel Aytaç, Ayşe Şasa ve Mustafa Kutlu. Kitaptaki söyleşiler 1992 - 1993 yıllarında Dergâh, Türk Edebiyatı ve İzlenim Dergilerinin çeşitli sayılarında yayımlandı.
3 notes
·
View notes
Text
Sirkeci Garı’nın Gizli Mekânları
Sirkeci Garı, İstanbul’un kültür zenginliğine tartışılmaz bir güzellik katan iki eski tren garından birisidir. II. Abdülhamid’in dönemini simgeliyor. İstanbul’un Avrupa’ya açılan kapısı Sirkeci Garı’nın temeli, 11 Şubat 1888 günü büyük bir törenle atıldı ve gar, 3 Kasım 1890’da hizmete açıldı.
19. yüzyıl sonlarından Avrupa kentleri arasından süzülerek geçen Şark Ekspresi’nin son durağı olarak yapılan Sirkeci Garı’nda Alman Mimar Jasmund’un imzası bulunuyor. Taş ve tuğlalarla örülmüş Bizans stili duvarı, Selçuk üslubunu yansıtan oymalı kapısı ve at nalı şeklindeki kemerli pencereleriyle bu yapı ketin kalabalığında, nadide bir biblo gibi duruyor. Alman mimarisine ait çizgiler taşıyan Sirkeci Tren Garı, II. Abdülhamid’in demiryollarıyla ulaşıma olan inancının bir ürünü olarak gösteriliyor. Bu garın içerisinde ulaşım haricinde bir restaurant ve bir müze bulunuyor.
Orient Express Restaurant
Sirkeci garından içeri girildiğinde karşınıza Orient Exspress Restaurantı çıkıyor. Gündüzleri sakinliğini koruyan bu restaurant, akşamları 23:00 a kadar açık olan bir meyhaneye dönüşüyor.
Peki, bu restauranta neden bu ismin verildiğini hiç duymuş muydunuz? Gelelim o zaman, Orient Express’in hikâyesini anlatmaya…
Sirkeci Garı’nın yapıldığı yıllarda faaliyete geçen lokantalar ve bira bahçesi, gelip geçen yolcuların mola yeri olmuş, yeme içme alanı düşünüldüğü için yapılmış Orient Express Restaurantı…
Adını ise, Fransa’dan hareket eden trenin 7 ülkeyi dolaşıp en son durağı olan Orient’e gelmesinden almış. Altın çağını 1950-1960 yılları arsında yaşamış bu bina... O dönemlerde ise, Rum Meyhanesi olarak işletilmiş. Basının ve edebiyat dünyasının ünlüleri tarafından ikinci adres olarak benimsenmiş. Mekânın sandalyelerine Selahattin Hilav, Fethi Naci, Edip Cansever, Oğuz Atay gibi ustalar oturmuş… 1970’li yıllarda ise Kebapçıya bürünmüş bu mekân. Yıl 1982’ye geldiğinde ise, günümüzdeki halini almış. 1995 yılı Gar Lokantası’nın dönüm noktası olmuş, işletmeciliğini Alaattin Seyhan üstlenmiş. Nostaljik hava katmak amacıyla ismini değiştirmemiş mekânın. Orient Express olarak yeniden adlandırmış, günümüze kadar süren bu tarihi mekânı yaşatmaya devam ettirmiş.
İçkili bir mekân olan Orient Express, şimdilerde Osmanlı Türk Mutfağı üzerine hizmet veriyor. Turistlerin ve kültür düzeyi yüksek müdavimlerin vazgeçilmezi oluyor. İçeride bulunan servis aracının tren vagonundan yapılması, duvarlarda asılı olan eski fotoğraflar bile mekânın tarihini oldukça yansıtıyor.
İstanbul Demiryolu Müzesi
İstanbul Demir Yolu müzesi de Sirkeci Garı’nın içerisinde gizli kalmış bir köşede bulunuyor. İçerisi adeta buram buram tarih kokuyor. Her tarafta kediler bulunuyor. Bu kediler müzenin bir parçası olduğunu size her köşesinde gösteriyor. Müzenin ufacık bir girişi olmasına rağmen kocaman bir tarihi barındırıyor içerisinde…
23 Eylül 2005 tarihinde müze demiryolu sevgisini halkımıza aşılamak, gelecek nesillerin kullanılan eski objeleri tanımasına yardımcı olmak ve kaybolup yok olmalarını önlemek amacıyla kurulmuş. Müzenin sahibi ve çalışanı namı değer kedilerin annesi Ruhan Çelebi, müzenin girişindeki masasında gelen ziyaretçilerini karşılıyor. Kediler her ne kadar istasyonun kedisi olarak bilinse de Ruhan Hanım’ın masanında ve etrafında dolaşarak çok sıcak bir görüntü veriyor. Soğuk kış günlerinde daha da sayıları artan kediler müzeyi sahiplenip ev olarak kabul etmişler belli ki. Yaklaşık 300 eser sergileniyor bu küçücük odada.
Sirkeci’de ilk çalıştırılan elektrikli banliyö treninin makinist bölümünden tutun, Osmanlı dönemi evrak, vesika, harita, plan projeler ile Orient Ekspresine ait malzemeler, Kuruluşun kullandığı araç, makine ve teçhizat malzemeleri, Çalışır vaziyette bulunan tren maketi gibi birçok eser sergileniyor.
Orient Express’in madalyası da tüm ışıltısıyla ziyaretçilerin ilgi odağında oluyor. Ziyaretçilerin yüzünde tebessüm bıraktığı bu madalyon buraya bağışlanan eşyalardan sadece bir tanesidir. Ruhan Çelebi 1881 yılından 2000’li yıllara kadar yeniliklerin çoğalmasıyla, eskilerin değerinin görmezden gelinmeye başladığını anlamış ve bütün işini eskilere yöneltmiş. Kendi çabalarıyla biraz da şans ile bu müzeyi açmış. Can havliyle toplanan parçalar o kadar sıkışmış ki mekân yetersizliği, alan darlığı her tarafından kendini ele verdiği görülüyor. Yabancı turistler bu koleksiyonun en meraklıları. Görünen o ki eski tarihimiz meraklı turistlerin ilgi odaydı, kedilerin öncülüğünde tabi. Demiryolu Müzesi, Pazar - Pazartesi günleri kapalı ve diğer günlerde ise ziyaretçilerine 16.45’te kapılarını kapatıyor. Trakya hattının saklandığı ve sergilendiği bu müze ilgililerini beklemeye devam ediyor…
2 notes
·
View notes
Text
fethi naci hemen gidip bi zaman makinesi icat ediyosunuz. ayşegül hanım düne dönmek istiyor.
20 notes
·
View notes
Text
Fethi Naci / Postmodernizm gerçeklikten uzaklaşmak isteyenlere sığınak oldu
Birçok okurun beğeni düzeyini yükseltmesinde onun büyük payı var. Yaşam serüveni, Türkiye'deki eleştiri, yazarlık ve yayıncılığın durumunu gösteren Fethi Naci, "Yazmak benim için her zaman kurtarıcı olmuştur" diyor.
70 yıllık geçen ömrünüze dönüp baktığınızda Fethi Naci'nin yazarlık serüvenini kısaca nasıl değerlendirirsiniz?
- İlk yazım, 1943 yılında, Erzurum gazetesinde yayımlanmıştı; çok sevdiğim babaannemin ölümü üzerineydi. Erzurum gazetesinde 1943, 1944 yıllarında "şiirler", "hikâyeler" yayımladım. O yaşlarda birinin, adını basılı olarak görmesinin heyecanını hâlâ anımsarım; gazetenin çıkacağı gün, gazete binasının önüne gidip beklediğimi unutmam olanaksız! 1945'te, lise son sınıftayken, İstanbul'da yayımlanan İstanbul dergisinde, Yedigün'de, Giresun'da yayımlanan Yeşilgiresun gazetesinde, Halkevi dergisi Aksu'da "şiirler" yayımladım. Liseyi bitirdikten sonra pek şiir yayımlamadım. Yeşilgiresun'da birkaç hikâyem çıktı. En son yazdığım "Mumlar" adlı hikâyem 1949'da Yeşilgiresun'da yayımlandı; Sait Faik'i anlatan bu hikâyeyi Bir Hikâyeci: Sait Faik... adlı incelememin sonuna koydum.
Üniversiteye dönemediğim için eleştirmen oldum
İktisat Fakültesi'nde okuduğum yıllarda (1945 - 1949) iktisatla edebiyat birlikte gidiyordu; okuma olarak da, yazma olarak da. Hem eleştiriler yazıyordum, hem ekonomik-toplumsal konularda yazılar. Bir yaz, üç ay boyunca Yeşilgiresun'a her hafta bir başyazı yazdım. Ve ilk telif ücretimi aldım: 25 lira.Yıl, 1948. Gazetenin sahibi Nuriahmed Çimşid genç yazarları desteklerdi. Daha lise son sınıftayken Giresun'a dönüşümü haber yapardı: "Değerli gençlerimizden Naci Kalpakçıoğlu şehrimize gelmiştir." Üniversitede okuyanlarla Giresun'un ekâbir takımı buna pek kızardı: "Dünkü çocuklar bunlar! Ne diye şımartıyorlar!"
İktisat Fakültesi'ni bir kamu kuruluşundan burs alarak okumuştum. Sekiz yıl "mecburi hizmet"im vardı. Konya Ereğlisi'ndeki Sümerbank Bez Fabrikası'nda 14 ay çalıştım. İktisat Fakültesi'ne asistan olarak dönmek istiyordum. (Sümerbank, "mecburi hizmet"i devredebiliyordu.) Asistanlık sınavını kazandım. Prof. Hazım Atıf Kuyucak, sınavı kazananlar arasından beni seçmiş ve bunu Fakülte Kurulu'na bildirmişti. Fakülte kalemindeki bir polis memurunun benim için "Komünisttir!" demesi üzerine o zamanlar dekan olan Prof. Ömer Lütfi Barkan o kadroyu lağvetti. Kısa bir süre sonra İstanbul Yüksek Tahsil Gençlik Derneği kurucuları ve yöneticileriyle birlikte tevkif edildim. Sorgusu yapılan herkes tahliye edildi. Çünkü bu tevkiflerin, yeni iktidara gelen Demokrat Parti'nin ünlü 141. ve 142. maddelerini daha da ağırlaştırmak için kamuoyu oluşturmaktan başka amacı yoktu. Bir buçuk ay yattıktan sonra Sultanahmet Cezaevi'nden çıktım. Gidecek başka yerim olmadığı için Giresun'a gittim. Kendi şehrimde dört ay bir sürgün hayatı yaşadıktan sonra İstanbul'a döndüm. "Sultanahmet"te tanıdığım arkadaşlar Yeryüzü adlı bir dergi çıkarıyorlardı; yazmamı istediler. Ben de "Oktay Deniz" takma adıyla yazmaya başladım. Üniversiteye dönseydim bilim adamı olacaktım, dönemediğim için eleştirmen oldum... İstesek de, istemesek de hayatımızı rastlantılar yönlendiriyor... O tevkifin büyük bir faydası oldu: Sümerbank beni işe almadı; böylece bir buçuk ay hapis yatarak "mecburi hizmet"i ödemiş oldum!
"Fethi Naci" imzasını ilk defa 1953'te kullandım
1951 - 1952 yıllarında Yeryüzü ve Beraber dergilerini yayımlamıştık. O dergileri (Yeryüzü'nün ilk birkaç sayısından sonra) Şükran Kurdakul'la birlikte yönetiyorduk. 1953'te "Yaşamak" adlı bir dergi yayımlamak istedik. Olmadı. O dergi için "Yazarın Gerçeğe Bakışı" adlı bir yazı yazmıştım; Orhan Kemal'in bir hikâyesini eleştiriyordum. Yazı elimde kalmıştı. Sonunda, o koşullarda en uygun bulduğum Kaynak (Ankara'da yayımlanıyordu.) dergisine gönderdim; "Oktay Deniz" fazla 'militan' bir imza olduğu için, babamın adını (Fethi) adıma (Naci) ekleyerek yeni (ve artık değişmeyen) bir "imza" oluşturdum. İlk yazım yayımlanır yayımlanmaz Nurullah Ataç, Ulus gazetesinde bir yazı yazdı. O yıllarda Ataç'ın, bırakın adı sanı bilinmeyen bir genç hakkında müstakil bir yazı yazması, ünlü şairlerin, yazarların yalnızca adlarını anması bile o şairler, o yazarlar için bir mutluluk kaynağı olurdu. Ataç, yaşadığı sürece yazılarıma ilgi gösterdi, yazılarımdan söz etti. İnsan Tükenmez (1956) yayımlanınca iki yazı yazdı. Ulus'ta, yetinmedi, Varlık dergisinde de iki yazı yazdı. Ataç, yazılarımdaki düşüncelere karşı çıkıyordu ama "yazış" biçimimi beğeniyordu (Tek cümle yanlışımı bulamamıştı!), bunun için tutuyordu beni.
Okuyup yazmayı öğrenince dergi almaya başlamıştım
Sizin de yokluk ve yoksunluk günleriniz oldu. Çocukluk ve ilkgençlik yılları, lise, parasız yatılılık ve fakültenin ilk yılları... Parasızlık, evsiz barksızlıkla geçen bu zor günlerinizde bir de edebiyat ve düşün yaşamıyla ilk alışverişiniz başlıyor. İlk önemli okumalar, ilk ilişkiler... Yaşamınızın bu döneminden söz eder misiniz?
- Önce "ilk önemsiz okumalar"dan başlayayım. İlkokul birinci sınıfta okuyup yazmayı öğrenince ikinci sınıfta dergi almaya başlamıştım. Kapı komşumuz Fikri Taş, benden üç yaş büyüktü; ailesi bizimkinden de fakir olduğu için, "dergi al da birlikte okuyalım," demişti. Okul kitabı dışı okumalar böyle başladı. (On beş yıldır gitmediğim Giresun'a 1997 Temmuzu'nda gittiğimde, Giresun'a vardığım akşam, o gün Fikri'nin toprağa verildiğini öğrendim...) Hiç unutmam, haftalık formalar halinde yayımlanan Çırak Uçman adlı bir çocuk romanı vardı; o formalar Giresun'a gelince, babaannemi karşıma alırdım, yüksek sesle okurdum. Çırak Uçman'ın "Oğuz" adlı bir kahramanı vardı; babaannemle birlikte Oğuz'un Giresun'un da üstünden geçmesini aylarca beklemiştik.
"İlk vnemli dkumalar", Erzurum Lisesi'nde başladı. Ortaokul ikinci sınıfa geçtiğim yıl sınava girmiştim; altı yüz küsur öğrenciden yalnızca altı kişi parasız yatılı sınavını kazanmıştık. Bizim sınava girdiğimiz yıldan önce sınava girip de kazananları hep İstanbul'a, Haydarpaşa Lisesi'ne gönderirlerdi; bizi ve bizden sonrakileri Erzurum Lisesi'ne yolladılar.
Tanıştığım yazarlara Sait Faik'ten ezbere parçalar okurdum
Erzurum'a kar yağdı mı her yer aylarca kar altında kalırdı. Lisenin bahçesindeki karlar Nisan ayına doğru erimeye başlayıp da toprağı görünce, "Bahar geldi!" derdik. Haftalarca okuldan çıkmadığımız olurdu. (Bir istisna: on beş günde bir hamama giderdik. Daha gün ağarmadan yola koyulurduk. Çünkü yatılı okulun banyosu yoktu!) Okumak dışında yapacak pek bir şey yoktu. Lise yıllarında okul kitaplığının düzenlenmesine yardım ettiğim için kitaplıktaki dergilerden, kitaplardan dilediğim gibi yararlanabiliyordum. O eski, büyük boy Varlık'lar, Yurt ve Dünya'lar... Bütün parasızlığıma rağmen aldığım İstanbul, Büyük Doğu, Yaratış dergileri... Erzurumlu sınıf arkadaşım Oğuz Öğün, babasının okuduğu Ulus'tan Ataç'ın yazılarını keser bana getirirdi. (Hiç unutmam: Abdülbâki Gölpınarlı'nın Divan Edebiyatı Beyanındadır, adlı kitabının yayımlandığı günlerde edebiyat hocamız İzzet Deliçay, Gölpınarlı'ya çok kızmıştı. Oğuz da, bir gün önce, Ataç'ın bu kitaba karşı yazdığı yazıyı Ulus'tan kesmiş, bana getirmişti. Arkadaşlardan biri bende böyle bir yazı olduğunu söyleyince, İzzet Deliçay da,"Oku o yazıyı!" demişti. Ben de Deliçay'a ve sınıfa o yazıyı okumuştum.) Fransızcamı geliştirmek için Baudelaire'in Les Fleurs du mal'ini Haşet Kitabevi'nden ödemeli getirtmiştim.
Daha çok şairleri okuyordum: Yahya Kemal, Tanpınar, Dıranas, Tarancı, Ziya Osman Saba, Sait Faik'i ortaokulu bitirdiğim yıl keşfetmiştim; o ilk üç hikâye kitabındaki hikâyeleri defalarca okumuştum, ezberlediğim parçalar az değildi. (İstanbul'a gidince, tanıştığım yazarlara zaman zaman Sait Faik'ten ezbere parçalar okur, onları şaşırtırdım!)
O yıllarda Balzac'ı çok sevdiğimi anımsıyorum. Bizim romancılardan Reşat Nuri (Çalıkuşu'nu ortaokuldayken okumuştum.), Kuyucaklı Yusuf'uyla Sabahattin Ali, Aganta Burina Burinata'sıyla Halikarnas Balıkçısı...
Divan şiirini seviyordum, aruzu lise yıllarında öğrendim
Onuncu sınıfta Necmettin Halil Onan'ın İzahlı Divan Şiiri Antolojisi'ni, yıl boyunca, ders kitabı olarak okumuştuk. Divan şiirini seviyordum. Aruzu o yıllarda öğrendim.
Lise yıllarımdan bir anı: Edebiyattan sınava girmiştim. Hocalardan biri bir soru sordu, dokuzuncu sınıfta iken edebiyat hocamız olan, "şiir" yazdığımı bilen ve beni destekleyen Sıtkı Bey, benim yerime kısaca cevap verdi, sonra da bana "Son yazdığın şiiri oku!" dedi. Okudum, "on" verdiler, çıktım.
İktisat Fakültesi'ne 1945-1946 ders yılında başladım. Hemşerim Naim Tirali de Hukuk Fakültesi'ne başlamıştı. Naim Tirali, Galatasaray Lisesi'nin son sınıflarında okurken hikâyeler yayımlamaya başlamıştı; genç bir hikâyeci olarak, belirli bir edebiyatçılar çevresinde tanınıyordu. İlk tanıdığım "ünlü genç yazar" Oktay Akbal'ı Naim tanıştırmıştı. (Ben 18 yaşımdaydım. Oktay Akbal da 22 yaşında...) Ondan sonra Salâh Birsel, Behçet Necatigil, Kenan Harun, Özdemir Asaf, Fahir Onger vb. 1947-1948 yıllarında, Asmalı Mescit'teki Elit Kıraathanesi genç yazarların uğrak yeriydi. İskender Fikret Akdora'nın sahipliğinde çıkan Yirminci Asır dergisi burada hazırlanmıştı. Sait Faik, ressam Fethi Karakaş... Bir ara Edip Cansever...
Erzurum Lisesi'ndeki edebiyat hocası İzzet Deliçay, Orhan Seyfi Orhon'un Çınaraltı dergisini okuyanlara bir not fazla vereceğini söylerdi! Kentle, halkla ilişkimiz yoktu! Ben son sınıftayken İkinci Dünya Savaşı sona erdi ve Erzurum'da kimsenin aklına bunu kutlamak gelmedi!
İlk önemli okumalar
İlk önemli okumalar", Marksizmden söz eden kitaplarla başladı. İktisat Fakültesi'nde, o yıllarda, Marksizmden söz eden öğretim üyeleri hep anti-Marksist yorumlar yaparlardı ama bir Beyazıt Kitaplığı'nda Manifest'in Türkçe çevirisini bulabiliyorduk; Engels'in Cemiyetin Asılları, Lenin'in bir iki kitabı İkbal Kitabevi'nce yayımlanmıştı ve serbestçe satılıyordu. Carlo Cafieri'nin bir Kapital özeti vardı. Sonra Editions Sociales'in ucuz kitapları gelmeye başladı. Kadırga Talebe Yurdu'nda Milli Eğitim Bakanlığı'nın yayımladığı klasiklerin çoğu vardı; bir yandan onları okurken, bir yandan da genç yazarların neredeyse hepsini okuyordum..
Gece etüdünde seni okuyan bir öğrenci olduğu sürece yazmaya mecbursun
Son yıllarda sanki ansızın gelen, gelip vuran bir kırgınlık, küskünlük içinde olduğunuz görülüyor. Bunun önemli olduğunu düşünüyorum. Eğer yalnızca çok özel duygular, düşünceler, yaşantılar yüzünden değilse... Bugün yaşayan edebiyatımızın önemli yazarlarından birinin edebiyattan neredeyse soğuduğunu gösteren bir uzaklaşmaydı bu. 1995'in yazında eleştiri yazılarını bırakıp anılarınızı yazmaya iten de bu olmalı herhalde. Bunun üstünde duralım mı? Bir yazarı kırgınlığa iten nedenleri okurlarla paylaşma kaygıları içinde...
- "1995'in yazında eleştiri yazılarını bırakıp" anılarımı yazmaya iten, "kırgınlık, küskünlük" değildi. O yaz, epeydir üzerinde çalıştığım Reşat Nuri Güntekin’in Romancılığı adlı son (Evet, "son") incelememi bitirmeye karar vermiştim, bunun için çalışmamı dağıtmak istemiyordum; yalnızca Reşat Nuri okumak, Reşat Nuri yazmak istiyordum. Ama yıllardır yazdığım Adam Sanat'a yazmayı da sürdürmek gereğini duyuyordum. Yıllardır anılarımı yazmayı düşünüyordum ve bir türlü başlayamıyordum. Anı yazmak için kitap okumak gerekmiyor, malum, ben de kitap okuma gücümü Reşat Nuri'ye yönelttim ve anılar yazmaya başladım.
Zaman zaman eleştiriden bezdiğim oluyor. Nankör bir iş eleştiri. Bir yazarın bir eserini beğenirsiniz, sizden iyi eleştirmen yoktur; bir başka eserini beğenmezsiniz, bu defa sizden kötü eleştirmen yoktur... Her şey metalaşıyor günümüzde... Edebiyat da. (Bunun son korkunç örneğini de gördük: Kocası yaşadığı sürece kendi soyadını kullanan bir hanım -"Yazar" diyemediğim için "hanım" diyorum- kocası trajik bir ölümle ölünce kızlık soyadını bırakarak ölü kocasının soyadını kullanmaya başladı! İsimler de metalaşıyor!)
Bir edebiyat eserini eleştirmek artık edebiyat ölçütleriyle düşünülmüyor; eleştiri, "malın satışına zarar veren" bir olay olarak düşünülüyor. Otuz sekiz yıllık bir dostum vardı; yazmaktan bezip de bir süre ara verdiğim zaman bana telefon eder, "Gece etüdünde seni okuyan bir öğrenci olduğu sürece yazmaya mecbursun!" diye beni uyarırdı; bir kitabını beğenmediğimi yazdım, ilk tepkisi ilişkileri soğutmak oldu, 1997 baharının sonlarına doğru İstiklâl Caddesi'nde karşılaştık, önce sağa sola baktı, tam karşı karşıya geldiğimiz zaman başını önüne eğdi ve geçti...
Memet Fuat şiir eleştirisini niçin bıraktı sanıyorsunuz?
Daha önceleri de eleştiriden, "koptuğum" demeyeyim, uzaklaştığım olmuştu. Eleştiri Günlüğü 1. Kitap'a bakıyorum: Eylül 1983'ten Mayıs 1984'e kadar yazmamışım. Gücünü Yitiren Edebiyat'a bakıyorum: Ağustos 1987'den Şubat 1989'a kadar yazmamışım. En son 1995 sonbaharından 1996 sonuna kadar yazmayı bırakmışım.
Eleştiri pek de karşılığı olmayan bir uğraş. Yazarlar yalnızca kendilerinin ilgi beklediklerini sanırlar. Geçenlerde Oktay Akbal, Milliyet'teki köşesinde, "Bu kadar kitap çıkıyor, eleştirmenler nerede?" kabilinden sözler ediyordu; ben Yeni Yüzyıl'da Ekim 1996'dan Temmuz 1997'ye kadar bir yığın kitap eleştirisi yazdım, bir eleştirmenden daha ne beklenir?
Edebiyat dergileri kitabın adını anmadı, okur okumak gereğini duymadı
Sonunda siz de edebiyat dünyasına ve okura küstünüz. Sanıyorum Reşat Nuri'nin Romancılığı adlı son kitabınızdan hiç söz edilmemesi özellikle etkili oldu bu kırgınlığınızda.
- Reşat Nuri'nin Romancılığı hakkında dört yazı yazıldı: Memet Fuat, Tarık Dursun, Prof. Gürsel Aytaç ve Doğan Hızlan yazdılar. Bir inceleme kitabı hakkında dört yazı küçümsenecek bir sayı değildir; bu bakımdan, "son kitabınızdan hiç söz edilmemesi" sözünüz gerçeği yansıtmıyor.
Bir de şu var: Böyle incelemeler hakkında ancak kısa "tanıtma yazıları" yazılabilir. Kaç araştırmacı, kaç eleştirmen var Reşat Nuri'nin romancılığı hakkında söz söyleyebilecek?
Reşat Nuri'nin romancılığı hakkında yazı yazılmamasından çok iki olgu beni üzdü: Hiçbir edebiyat dergisi bu kitabın adını anmadı, bu bir. Okur, bu kitabı okumak gereğini duymadı, bu iki.
Şimdilerde bu kırgınlığınız biraz geçmiş görünüyor.
- Geçmedi. Reşat Nuri'den sonra Halit Ziya Uşaklıgil'in, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın romancılıkları üzerine birer kitap yazacaktım, vazgeçtim.
Şiirini eleştirdiğim yazar, haftada bir köşe yazısı yazmamı önledi
Yarım yüzyıllık bir geçmişten gelen anılar, dostluklar, arkadaşlıklar, kırgınlıklar var. Hemen tamamı edebiyatımızın köşe taşları kişilerle yaşanmış. Yarım yüzyıl sonunda, bu ilişkiler Fethi Naci'yi nasıl etkiledi? Olumlu ve olumsuz yanlarıyla...
- İstanbul'a 1945 yılında geldiğim zaman ilk tanıştığım yazar Oktay Akbal'dı. Oktay Akbal'ın bazı kitapları erken tanımam konusunda bana yardımları olmuştur. Sonra edebiyattan çok ekonomiye, daha doğrusu Marksizme önem verdiğim bir dönem var. Ardından on dört ay Konya Ereğlisi'nde çalışma... Tutuklanma... 1951 güzünde İstanbul'a döndüğüm zaman Yeryüzü dergisinde "Oktay Deniz" takma adıyla hem ekonomik-toplumsal-siyasal konularda, hem de edebiyat üzerine yazılar yazmaya başladım. Ardından Beraber dergisinde gene takma adla aynı konularda yazılar... "Oktay Deniz"in nasıl merak edildiğini, herkesin "Kim bu adam?" diye sorduğunu (Yaşar Kemal, Oktay Deniz'in "Behice Boran" olduğunu söylemişti Şükran Kurdakul'la bana!) yaşadıktan sonra artık "ilişkiler"in beni etkilemesi söz konusu değildi. 24-25 yaşlarından başlayarak dostluk, arkadaşlık ilişkilerim, benden 15 yaş büyük yazarlarla bile hep "eşitlik" ilkesine göre yürüdü.
Çok güzel anılarım var - çok kötüleri de.
Bir zamanlar kardeşçe ilişkilerimiz olan bir yazar, utanmadan, beni "12 Eylül'ün gölgesinde yazılar yazmakla, toplumcu sanatçılara kara çalmakla" suçlayabildi... Daha ötesi var: Eline fırsat geçince, benim ticari çalışmalarımı bile engelleyebildi...
Bir başkası, bir şiirini eleştirince, benim bir gazetede haftada bir köşe yazısı yazmamı önleyebildi... Üstelik bunlar "solcu" olduklarını söyleyen insanlardı.
İlgi gösterdiğim zamanlar bana kitaplarını büyük övgülerle imzalayan bir yazar, adını artık anmadığımı görünce, benim bir romanını "ihbar" ettiğimi söyleyecek kadar küçülebildi...
Bunun içindir ki edebiyat dışından olan dostlarımın sayısı edebiyatçı dostlarımdan çoktur.
Kimileri, İnsan Tükenmez'de Şeytan'ın parmağını görecek
İlk kitap İnsan Tükenmez. Edebiyata belli bir tavırla yaklaşan yazılardan oluşuyor. Adından da belli. Ama hâlâ yeni basımlar yapıyor. İnsan Tükenmez'in Fethi Naci'nin eleştirmenlik serüveninde nasıl bir ilk basamak olduğunu anlatabilir misiniz?
- İnsan Tükenmez'deki yazılar Marksizmin klasiklerinden ve Fransız Marksistlerinden öğrendiklerimi edebiyatımızın sorunlarına uygulama çabası diye değerlendirilebilir. O zamana kadar söylenemeyen pek çok şeyin o küçük kitapta söylenmesi birden ortalığı sarsmıştı. Ataç'ın kitap hakında yazdığı dört yazıdan birinde söyledikleri bunu gereğince açıklıyor: "İnsan Tükenmez'i, Bay Fethi Naci'nin bu adla topladığı yazıları okuyorum. Çok söz söylenebilir o betik üzerine. Öyle sanıyorum söylenecektir de. Kimi, örneğin Yeni Ufuklar'da, Yeditepe'de yazanlar pek beğenecek, pek önemli sayacak, bilimsel bir yöntemle bizde eleştiriyi yenileştirdiğini, büyük doğruları yayıp gözleri açtığını söyleyeceklerdir. Kimi de ürperecektir; yavuzlar yavuzunun, yıkıcılar yıkıcısının, Şeytan'ın parmağını görecekler bu betikte, yırtılmasını, yakılmasını isteyeceklerdir."
İnsan Tükenmez'deki eleştirileri yazarken en beğendiğim eleştiri tanımı Plehanov'un tanımıydı: "Maddeci eleştiri bir eserin özünü sosyolojik dile çevirmektir." Plehanov, bununla yetinmemek gerektiğini, eserin biçimini de eleştirmek gerektiğini yazıyordu ama ortada yararlanabileceğimiz örnekler yoktu. Bunun için benim eleştirilerim de içeriğe yönelik, toplumbilimsel yanı ağır basan eleştirilerdi. Bir edebiyat eserinin edebiyat hazzı verebilmesi için biçimin de yetkin olması üzerinde duruyordum -ama o kadar. İnsan Tükenmez'e baktığım zaman birtakım yeteneksiz şairleri ve yazarları yalnızca solcu oldukları için, hapishanelere girip çıktıkları için "tutmuş" olduğumu görüyorum. İyimserlik-kötümserlik hakkındaki düşüncelerimin çoğunun Türkiye gerçekleriyle uyuşmadığını görüyorum. Olumlu tip sorununun kökünde yatan parti çizgisine uyma zorunluluğunun sanatçıyı yaratma özgürlüğünden nasıl uzaklaştırdığını göremediğimi görüyorum.
İnsan Tükenmez beraat ettikten sonra bir özeleştiri yaparak yanılgılarımı eleştirdim
Çift aylı zarfların birinden pek hoş olmayan bir yazı çıktı
1959'da askerlik günleri başlıyor.
- Epey geç yaptım askerliğimi. Önce İstanbul Yüksek Tahsil Gençlik Derneği davası vardı, 141. maddeden yargılanıyorduk. O dava biterken İnsan Tükenmez davası başladı. Bu dava da sonuçlanınca askere gitmeye karar verdim. Yaş, otuzu geçmişti. Neyse ki okul dönemini, İstanbul'da, Tuzla'daki uçaksavarda geçirdik. Ankara'da test sınavlarına göre sınıflara ayrılmıştık. Bir de yabancı dil sınavı vardı. O sınava ben de katılmıştım. Okulda kuraların çekilmesine kısa bir süre kala Fransızca sınavını kazandığımı ve Genelkurmay'a Fransızca mütercim olarak atandığımı bildirdiler. Askerliğimi Ankara'da yapacaktım.
Ne var ki Genelkurmay'a gitmeden üç aylık bir kıta hizmeti vardı. Beni Haber Merkezi'ne verdiler. O zamanlar lise, meslek lisesi, vb. mezunları da yedek subay oluyorlardı; bizim 48. dönemde yüksek öğrenimliler toplamın yüzde 10'u kadardık. Benim işim, gelen yazıları kaydetmek ve alay komutanına götürmekti. Bir ay sonra çift aylı zarfların birinden pek de hoş olmayan bir yazı çıktı: "Asteğmen İsmail Naci Kalpakçıoğlu'nun Genelkurmay'a tayini iptal edilmiştir. Kıtada kalacaktır. Dosyası ayrıca gönderilecektir." Bir saat sonra, beni bir bölük komutanının emrine verdiler. Bana bir oda ayırmışlardı. Bir şey yapmadan oturuyordum. Askerle ilişkide bulunmamı istemiyorlardı. Bir gün, bir rastlantı sonucu, eğitim malzemesi olarak tüfek, vb. resimlerine gereksinim olduğunu öğrendim. Bölük komutanına eğitim için gerekli resimleri yapabileceğimi söyledim. Bir örnek verdi. Yaptım. Çok beğenildi. Beni başka taburlardan da çağırmaya başladılar. O zaman rahatladım: Ankara'dan sürülmek tehlikesi yoktu. Bizden önceki dönem yedek subaylar (Cevat Çapan da onlar arasındaydı. Her ay başı görüşürdük; çünkü maaşını almak için bizim alaya gelirdi.) terhis edilince beni "levazım" bölümüne verdiler. Büsbütün rahat ettim: Çünkü "levazımcı"lar nöbet tutmuyorlardı.
Mütercimlik tayinimin iptal edildiğini kimseye söylememiştim. Sonradan Edip Cansever anlattı: Orhan Kemal, "Bu ne biçim komünistlik! Herif, Genelkurmay'da mütercim!" diye dedikoduya başlamış. "Fethi Naci" imzasıyla yazdığım ilk yazıda, Orhan Kemal'in bir hikâyesini eleştirmiştim. Ataç da o ilk eleştiri için Ulus'ta bir yazı yazmış, beni övmüştü. Bunlar yetmiyormuş gibi Yaşar Kemal'in 1955'te yayımlanan Teneke'si için de coşkulu bir yazı yazmıştım. Bütün bunlar Orhan Kemal'in bana fena halde kızması için yeterliydi. Bir aylık izinle İstanbul'a gittiğim zaman Edip, Çengelköy'de eşi dostu topladı, Orhan Kemal de gelmişti. Bir öğle yemeği yedik. Orhan Kemal'le karşılaştıktan beş-on dakika sonra buzlar erimiş, karşılıklı espriler başlamıştı.
Ankara'da kaldığım bir yıl hayal edemeyeceğim kadar güzel geçti. O zamanlar evler arası ilişkiler çok iyi idi: Her hafta bir evde buluşulurdu: Can Yücel'lerde, Turgut Uyar'larda, İlhan Berk'lerde (İlhan'a giderken hep yedek rakı götürürdük!), Sabahattin Batur'larda, Bilge Karasu'da, Salim Şengil'lerde...
Dost ve Pazar Postası dergilerinde yazıyordum. Askerlikte yazdığım yazılar bir kitap dolduracak kadar olunca, Muzaffer Erdost, Açık Oturum Yayınları'nda ikinci kitabımı yayımladı: Gerçek Saygısı. Yıl, 1959. Bir hayli endişeli başladığım askerlik umulmadık bir rahatlık içinde geçti.
38 yaşımda ilk defa seçme özgürlüğümü yaşayacağım
1964'te Yön dergisinde hem siyasal yazılar yazıp hem de sanat sayfalarını yönettiniz. Türkiye solunun geçmişinde önemli bir iz bıraktı Yön. Yön günlerini biraz anlatır mısınız?
- Yön dergisinin iki dönemi var: 20 Aralık 1961'de ilk sayısı yayımlanan Yön, 5 Haziran 1963'te yayınını durdurmuştu; Yön'ün ikinci dönemi, 25 Eylül 1964'te başladı ve 30 Haziran 1967'de sona erdi.
İkinci Yön'ün hazırlık döneminde Doğan Avcıoğlu İstanbul'a geldi; şimdiki Nimet Abla gişesinin yanında Ege Lokantası vardı, bir akşam yemeği için orada toplandık. Davetliler arasında Rauf Mutluay, Ayperi Akalan ve daha birkaç kişi vardı. Doğan, Yön'de yazmamı istedi; sayfa düzenini bile yapmıştı kafasında: Derginin arka sayfasında yazacaktık: Üstte ben, altta Mehmed Kemal!
Kurucuları arasında olduğum Türkiye İşçi Partisi organı Sosyal Adalet'ten kopmuştum, ayrıca, o günlerde (anımsadığım kadarıyla) Sosyal Adalet Sıkıyönetim'ce kapatılmıştı. Türkiye İşçi Partisi'nden de ihraç edilmiştim. "Yazmak", her zaman kurtarıcı olmuştur benim için; Doğan'ın önerisini kabul ettim. Rauf Mutluay da yazacaktı; devlet memuru olduğu için "Samih Emre" takma adıyla yazacaktı.
Bir süre sonra Yön'ün sanat sayfalarını yönetmemi istedi Doğan. Selâhattin Hilav ve Edip Cansever'le konuştum; bana yardım etmeyi kabul ettiler.
Bir süre sonra da "Üçüncü Dünya Konuşuyor" diye bir köşe hazırlamaya başladım. O yıllarda dört-beş Fransızca dergiye aboneydim. Az gelişmiş ülkelerin sorunlarını inceleyen Marksistlerin yazılarını çeviriyor (Bazen de arkadaşlarıma çevirttiriyordum.) ve bu köşede yayımlıyordum. Hikmet Özdemir, Yön üzerine hazırladığı doktora tezinde Yön'de en çok yazan yazarın adını verdikten sonra, beni atlamış, üçüncü sıradaki yazarın adını yazmıştı!)
Yön'de yayımlanan bütün yazılar Doğan'ın denetiminden geçerdi; benim yazılarımla yukardaki paragrafta sözünü ettiğim yazarın yazıları denetim dışıydı. Üstelik, Türkiye İşçi Partisi'nden atılmama rağmen hep TİP çizgisinde ve TİP'i tutan yazılar yazıyordum. 8 Ekim 1965 tarihli Yön'de yayımlanan "Öbür Gün..." başlıklı yazımdan bir parçayı aktarmak istiyorum:
"Öbür gün TİP'e oy vereceğim. İkide bir kendi kendime bunu tekrarlıyorum: Öbür gün TİP'e oy vereceğim.
"10 Ekim 1965: Kızımın yaş günü; o, 10 yaşını bitirecek; ben, 38 yaşımda ilk defa seçme özgürlüğümü yaşayacağım. Ve kızım, benim yaşımda, gerçekten özgür, gerçekten imkân eşitliğine sahip insanların yaşadığı bir Türkiye'de yaşayacak. Biz belki görmeyeceğiz o günleri. Nitekim 10 Ekim'i göremeyenler de çok. 10 Ekim, nice kahırlardan, nice çilelerden sonra ulaşılan bir gün. Geride hapisler var, sürgünler var, işkenceler var; uzak şehirlerde 'Bir garip öldü diyeler' var. Geçmişin acıları içinden geleceğe umutla bakış günü olacak 10 Ekim..."
Yaşamalı günlerdi o günler, umutlu günlerdi.
Sanat sayfalarında ilginç soruşturmalar yapmıştık. Genç yazarların çoğu o sayfalarda yazıyorlardı. Sonradan ünlenen kimi yazarlar da o sayfalardan adım atmışlardı edebiyat dünyasına. Yön'ün baskıya girdiği akşamlar Doğan'ın ağabeyi Hamdi Avcıoğlu, Raif Ertem (Biz "Yöncü Raif" derdik, çünkü Yön'ün bir yığın işi Raif'in üzerindeydi.) ve ben Kumkapı yolunu tutardık
Naci Kalpakçıoğlu'nun Fethi Naci olduğu öğrenilince işten çıkarıldım
Hemen ardından, 1965'te Gerçek Yayınevi'ni kurdunuz. Onun da üstünden otuz iki yıl geçmiş. Gerçek Yayınevi sonraki yaşamınızda belirleyici bir yer tutmuş olmalı. İlkin, bir yayınevi kurma düşüncesi nerden geldi?
- Sümerbank, 141. maddeden tutuklandığım için beni işten attı. Yıl, 1951. O yıllarda işsiz kalan solcular genelikle muhasebeci olurlardı; ben de Ayvansaray'da, bir fabrikada yıllarca muhasebecilik yaptım. Askerlik dönüşü, Bakırköy-Yenimahalle'deki Emayetaş fabrikasına girdim. Personel işlerine bakıyordum, ayrıca murahhas azanın yardımcısıydım. 1960-1964 arasında rahat rahat çalıştım o fabrikada, ama 1964'te işler değişti; toplu iş sözleşmeleri ve grevler dönemi başlamıştı. İşverenlerin toplantılarına murahhas aza ile birlikte katılıyordum. Ve işverenler, toplantılara katılan Naci Kalpakçıoğlu'nun Yön'de yazan Fethi Naci olduğunu öğrendiler. Murahhas azaya beni toplantılarda görmek istemediklerini söylemişlerdir. İşten çıkarıldım. On bin lira tazminat verdiler. O ayın aylığı, yıllık ücretli izin ve bankadaki parayı da bu on bine ekleyince 17.000 liram oluyordu. Arkadaşım Enver Aytekin Tanin gazetesinden ayrılınca Sosyal Yayınlar'ı kurmuştu, pekâlâ yürütüyordu da. Patronlar bana artık iş vermezlerdi, bunu biliyordum. Düşündüm taşındım, yayıncılıktan başka bir şey yapamayacağımı gördüm. Elimde hazır bir kitap vardı, çünkü yazıları daha önce Yön'de yayımlanmış olan Az Gelişmiş Ülkeler ve Sosyalizm. Ama önce bir işyeri kiralamak gerekiyordu. Aradım aradım, bulamadım. Doğan Avcıoğlu, "Yön'ün bürosunu kullan, doğru dürüst bir yer buluncaya kadar idare ederiz." dedi. (İşten atılıncaya kadar yazdığım yazılar, "Üçüncü Dünya Konuşuyor" köşesinin hazırlanması ve sanat sayfalarının yönetimi için Yön'den hiç para almamıştım; işten atılınca Doğan ayda 600 lira ödemeye başladı.)
Az Gelişmiş Ülkeler ve Sosyalizm, 1965 Mayısı'nın sonunda, Gerçek Yayınevi'nin ilk kitabı olarak çıktı. 17.000 liralık "sermaye"nin 12.000 lirası bu kitaba gitmişti! Altı ayda 6000 sattı ve ikinci baskı yaptı. Ama yayımlanacak başka kitap yoktu; 1965 yazında Emperyalizm Nedir'i yazdım. 1968'de "100 Soruda" dizisine başladım. Galiba ölünceye kadar da yayıncılığı sürdürmek zorundayım.
Gerçek Yayınevi olmasaydı, günlük yaşamınızın iş güç bölümünü neyle doldurabilirdiniz?
- Gerçek Yayınevi vardı, şimdi de var. Bunun için sorunuzu hiç düşünmedim.
Edebiyatın yerini siyasanın alması mutluluk veren bir duyguydu
Özellikle 1960'tan sonra edebiyat yazılarından gitgide uzaklaşıp siyasaya yöneldiniz. Ülkenin siyasal ve toplumsal sorunlarına değgin yazılar yazdınız, kitaplar yayımladınız. Edebiyatın yerini siyasanın alması nasıl bir duyguydu?
- Ben yıllarca iyi bir Marksist olmaya çalıştım. Klasik iktisat öğrenimi görmenin yararları oldu. Gerçi 25 Şubat 1966 tarihinde Yön'de "... Sosyal bilimler okuyan öğrencilerin de, bilim adamlarının konferanslarını dinleyenlerin, yazdıklarını okuyanların da (özellikle sendikacıların) unutmamaları gereken bir gerçek vardır: Bugün, ekonomi bilimi diye önlerine sürülen burjuva ekonomi politiğidir, devrini tamamlamış bilgiler, fosilleşmiş bilgiler toplamıdır. Ben de şu bizim İktisat Fakültesi'ni bitirenlerdenim, ödüm kopuyor bir yazımda o fakülteden öğrendiklerimi -farkında olmadan- tekrarlarım diye!.." yazmışım; ama İktisat Fakültesi'nde hiç olmazsa "mal"la "meta" ya da "kullanım değeri" ile "değişim değeri" arasındaki farkları öğrenirsiniz; bunları öğrenmeden Kapital'i okumak, olanaksızdır demeyeyim, ama çok zordur.
27 Mayıs 1960'tan sonra, o eski deyişle, "nispî bir özgürlük ortamı" doğmuştu. Vatan'daki yazıişleri müdürü dostum Turhan Tükel'den söz etmiştim; öteki yazıişleri müdürü Ali Gevgilili de dostumdu. Bana makaleler yazmayı ilk öneren Ali'dir. Sonraları Turhan da desteklemiştir.
Konya Ereğlisi'nde on dört ay boyunca durmadan Marksizmin klasiklerini okumuştum. Muhasebe servisindeydim ve muhasebe müdürüne İktisat Fakültesi'ne asistan olarak gideceğimi, doktora tezimi de Marksizm konusunda yapacağımı söylemiştim. Bütün gün o kitapları okuyordum ve bana "misafir" gözüyle bakan müdür ve memurlar bunu olağan karşılıyorlardı. Yalnız klasikleri okumakla yetinmiyor, Cahiers Internationaux adlı aylık bir dergiyi de izliyordum; bu dergi Marksist açıdan günlük olayları değerlendiriyor ve kuramsal incelemeler de yayımlıyordu. 27 Mayıs'tan sonra şu dergilere de abone olmuştum: La Pensée, Démocratie Nouvelle, Economie et Politique, Recherches Internationales, La Nouvelle Revue Internationale. (Daha sonraları Yön'de "Üçüncü Dünya Konuşuyor" köşesini hazırlarken bu kaynaklardan yararlanmıştım.)
Cemal Süreya, bir yazısında, "Edebiyatın nabzı dergilerde atar." demişti; ekonomi, politika, toplumsal gelişmeler konusunda da yeni düşüncelerin nabzı dergilerde atar; bunları izlemezseniz, farkında olmadan, "hâlâ anneannenizin margarinini kullanırsınız".
Gazete yazılarını kitaplar izledi: Az Gelişmiş ülkeler ve Sosyalizm (1965), Emperyalizm Nedir (1965), Az Gelişmiş Ülkelerde Askeri Darbeler ve Demokrasi (Derleme, 1966), Kompradorsuz Türkiye (1967)
"Edebiyatın yerini siyasanın alması", mutluluk veren bir duyguydu. Türkiye'de bir seyirci gibi yaşamadığınızı, bir şeyler yapabildiğinizi görüyordunuz. Ben yıllarca kendimi buna hazırlamıştım. Sonunda düşlediğim şeyleri gerçekleştiriyordum.
Solun ilk bölünüşü ile politika yazılarından edebiyata döndüm
10 Türk Romanı ve Edebiyat Yazıları sizin edebiyata kararlı bir dönüş yaptığınızı gösteriyor. Siyasanın odağındaki yıllarınız, sonra yeniden döndüğünüz edebiyata bakış açınızı da etkilemiş miydi?
- Politika yazılarını, sol'un ilk büyük bölünüşünün ortaya çıktığı, 1968 yılında bıraktım. Ondan sonra edebiyata "kesin dönüş" yaptım.
10 Türk Romanı'na 1960'ta başlamıştım. Dört ya da beş roman üzerine yazdıklarım İstanbul'da yayımlanmaya başlayan Pazar Postası'nda çıkmıştı. Memet Fuat beni yazı için sıkıştırıyordu. Memet'in ve Edip Cansever'in "baskılarıyla" 10 Türk Romanı'nı tamamladım. Edip, kalan yazıları yazdırmak için öylesine dostça bir ilgi gösterdi ki, ben de kitabı Edip'e ithaf ettim.
Daha önce bazı kitaplarda yayımlanmış birkaç yazımı da aldığım Edebiyat Yazıları'ndaki (1976) yazılar 1971-1975 arasında yazılmış yazılar. Kitabın ilk yazısı, İsmail Cem'in çıkardığı Politika adlı gazetenin ilk sayısında (15 Eylül 1975) yayımlanmıştı: "Hem Dersini Bilmiyor Hem de Şişman Herkesten". Yazı, adını, Ülkü Tamer'in bir dizesinden alıyordu; şairler için, yazarlar için kurallar koymaya, giderek yasaklar koymaya çalışan bazı şairlere, bazı yazarlara karşı çıkan bir yazıydı:
"... edebiyatın görevini basit bir pedagojik görev durumuna getirdiniz mi, yani, şiirin, hikâyenin, romanın en güzelini yazmak yerine, halka bilinç vermek ya da sömürü koşullarını ortadan kaldırmak adına şiirin, hikâyenin, romanın en sıradanını yazmaya giriştiniz mi, istediğiniz kadar yüksek ülkülerden söz açın, bu sıradanlığı kimseye yutturamazsınız. Dahası var: Edebiyata yüklediğiniz göreve de yan çizmiş olursunuz..."
"Siyasanın odağındaki yıllar"ım edebiyat anlayışıma zarar vermemiş; çünkü siyasetle uğraşırken Yön'ün de, Ant'ın da edebiyat sayfalarını yönetiyordum, edebiyattan kopmamıştım.
Siyasetin en kötü etkisi, sanatçılara yukardan bakmak olur, sanatçıları "gütmeye" kalkışmak olur; bütün kötü siyasetçiler böyledir: Siyasetçi olamadan siyasal yaşamım sona erdi.
'40 kuşağı şairleri yeteneksiz oldukları için gölgede kaldı
Bugünkü edebiyat anlayışınızla 1970'lerin başlangıcındaki edebiyat anlayışınız arasında farklar var mı?
- Önce "yazarın özgürlüğü" açısından büyük bir fark var. Adam Sanat dergisinde Moskova-Tiflis, 1972 başlığıyla anılarımı yazarken belirtmiştim: 1972'de Moskova'da ve Tiflis'te beni rahatsız eden gerçeklerle karşılaşmıştım ama bunları yazmaya cesaret edememiştim, kendi kendimi sansür etmiştim, susmuştum; hiç olmazsa Moskova'ya giden bütün solcular gibi Moskova'yı övmeye kalkışmamıştım. Moskova-Tiflis izlenimlerimi ancak 25 yıl sonra, 1997'de yazabildim.
"Yazarın işi muhalefettir." diyorduk; ama ben ilk defa, dostum Engin Cezzar'ın bir TV programında (yılını anımsayamıyorum), "Yazarın işi elbette muhalefettir, ama yalnızca kapitalist düzende değil, sosyalist düzende de yazarın işi her zaman muhalefettir." diyebildim.
Her alanda bu böyle. Mehmed Kemal'in 1983'te çıkan bir yazısı için yazdıklarımı anımsıyorum: "... '40 kuşağı şairleri' gölgede kalmışlarsa bunun suçunu Garip şairlerine yüklemek gülünç olmuyor mu? Eş dost hatırı dinlemeyip bir gerçeği söylemenin sanırım sırası gelmiştir:
40 kuşağı şairleri gölgede kalmışlardır, çünkü yeteneksiz şairlerdi. (...) Siyasal ve toplumsal bir savaşa katılmakla, bu savaş uğruna hapislere girmekle, sürgünlere gitmekle övünmek, hiçbir devrimciye yakışmayacak çirkin bir davranıştır." (Eleştiri Günlüğü, I. Kitap, 1986, s. 62)
Yahya Kemal için şu satırları ancak 1983 yılında yazabilmişim: "Yahya Kemal, içinde yaşadığı dönemin, Edebiyat-ı Cedide dilinin, Tanzimat dilinin üzerinden atlayarak, eski şiirimizin birkaç yüz dizelik birikiminden yararlanmasını bilmiş, böylece, hem bir yeni şiir dili kurmuş, hem de 'geleneksel şiirimizin sesi'ni bulmuştur." (age, s: 142)
Bugün, yazarken, kendimi "özgür" hissediyorum.
1958 yılında "Bir autocritique (özeleştiri) denemesi"ni yazarken gerçek bir yazar özgürlüğüne doğru ilk adımlarımı atıyordum. Ancak şimdi, 1997'de, kendimi gerçekten özgür hissediyorum. Edebiyata da "özgürce" bakabiliyorum. "Özgürlük" bana bağışlanmadı, özgürlüğümü ben kazandım.
Bunun öyle pek de kolay gerçekleşmediğini söyleyebilirim.
Benim için "yazar" değil, "eser" vardır
Haklarında yazdığınız yazılar yüzünden size darılan pek çok yazar var. Önceleri darılmayanlar da sonradan size çok kızdılar. Bir tek Yaşar Kemal ile dostluğunuzun bozulmadığını söylüyorsunuz. Ben gene de şunu sormak istiyorum. Sizin de bazen "o kadar da sert yazmasaydım" ya da, "Kantarın topuzunu bu kez kaçırmışım" ya da, "Yanlış yazmışım, haksızlık etmiştim," dediğiniz oldu mu? Varsa eğer böyle durumlar, okurlarınız bunu sizden duymak isteyecektir.
- Benim için "yazar" değil, "eser" vardır. Bir yazar, bir eserini beğendiğim zaman bütün eserlerini de beğeneceğimi sanıyor. Keşke öyle olsa! O zaman kimse bana darılmaz. Ama bunun böyle olması için, o yazarın beğendiğim eserinden sonra yayımladığı eserlerin de en azından beğendiğim eser düzeyinde olması gerekir; o düzeyin altında ise niçin beğeneyim o eseri.
Bir örnek: Mehmet Eroğlu'nın Issızlığın Ortasında adlı romanı yayımlanınca "Bir roman olayı: 'Issızlığın Ortasında'" başlıklı bir eleştiri yazmıştım. (Eleştiri Günlüğü I. Kitap, s. 163-167) Hiç tanımadığım biriydi Mehmet Eroğlu, kitabını beğenmiştim, yazmıştım. Arkadan Geç Kalmış Ölü çıktı. Kötü bir romandı. Arkadan Yarım Kalan Yürüyüş çıktı. O da kötü bir romandı. Sonra Adını Unutan Adam çıktı. O da berbat bir romandı. Düşünün, Mehmet Eroğlu'nun ilk romanını beğenmişim, övmüşüm, sonra üç romanı çıkıyor, hiçbirini beğenmiyorum ve susuyorum... Olacak şey değil! Benim de okurlara karşı bir sorumluluğum var. O ilk yazıyı yazmasam mesele yoktu; ama o övgüden sonra susmak mümkün değildi. Adını Unutan Adam için bir eleştiri yazdım ve romanın "insansız bir roman" olduğunu gösterdim. Epey zamanımı aldı o eleştiri, ama şimdi içim rahat. Artık Mehmet Eroğlu'nun bundan sonra çıkacak romanlarını okumasam da olur. Ha, Mehmet Eroğlu da sürüye uydu: O eleştiriden sonra bir daha aramadı beni. Özetlersek, sizin o sıraladığınız durumlar (Sert yazmak, vb.) hiç olmadı.
* Aslında yazılarınızda şiirden çok söz ettiniz ya da şiir üstüne yazdınız. Sonunda şiir üstüne yazılarınız da yakında bir kitap olarak yayımlanacak. Şiirin yeri sizin için roman ya da öykünün ardı sıra mı geliyor?
- Hayır. Ne var ki günümüzde yazılan şiirlerin çok azını seviyorum. Eskiden çok şiir okurdum, sayısız dize, beyit vardı belleğimde; son zamanlarda fazla şiir okumadığımı itiraf etmeliyim. Okuduğum zaman da eskiden sevdiğim şiirleri okuyorum. Bir de kendimi romana çok verdim. Roman, çok fazla zaman isteyen bir eleştiri alanı. Düşünün, Ahmet Haşim'in yazdığı bütün dizelerin toplamı 1436! Ben yalnızca Yaşar Kemal'den 8000-9000 sayfa kadar okudum...
Yazdıklarını artık merak etmediğim yazarlar var
Yeniden romana dönelim dilerseniz. İlk okuduğunuzda çok önemsediğiniz ve olumlu şeyler yazdığınız kitaplar ya da yazarlardan sonradan vazgeçtiğiniz, yargılarınızın değiştiği oldu mu?
- Sonradan vazgeçtiğim yazarlardan birini daha önceki sorulardan birine cevap verirken açıklamıştım: Mehmet Eroğlu. Vazgeçtiğim, yazdıklarını artık merak etmediğim başka yazarlar da var.
Vedat Türkali'nin 1975'te yayımlanan Bir Gün Tek Başına adlı romanını çok sevmiştim; ama bu romandan sonra yayımladığı Mavi Karanlık ve Tek kişilik Ölüm adlı romanları berbattı. Hele Tek Kişilik Ölüm! Bu kadar berbat bir roman çok az yazılmıştır. Bu iki romanı okuduktan sonra, arada çıkan Yeşilçam Dedikleri adlı romanını okumadım.
Bir zamanlar pek umut bağladığım Selim İleri'nin cinsellik sömürüsünden medet umar hale geldiğini görünce ("Orhan'ı deli gibi arzuluyordu. Hatta, korkunç ama, sevişmek de yetmiyor, (...) pislikte debelenmek, boğulmak için çırpınıyordu. Öyle çırılçıplak yataklara uzanmış, Orhan yaklaşıyor, boydan boya bu çıplak gövdeye işiyor! İşiyor! İşiyor!") yazdıklarını okumamaya karar verdim.
Erhan Bener'in, Ayla Kutlu'nun sevdiğim birer romanları vardır, ondan sonra o kadar çok sıradan romanlar yazdılar ki artık okumuyorum yazdıklarını.
Bir de değişik bir durum var: Tahsin Yücel'in Aykırı Öyküler'ini 1991'de okumuş, "Son Yılların En Güzel Hikâye Kitabı" başlığıyla bir eleştiri yazmıştım. Peygamberin Son Beş Günü adlı romanını 1992'de okudum, en uzun eleştirimi o roman için yazdım: Kitap sayfasıyla tam 37 sayfa! Tahsin Yücel'i "Kurulu düzeni eleştirmekten kurulu düzene muhalefet edenlere muhalefet eden bir çizgiye" geçmekle eleştiriyordum. Bu yıl okuduğum Vatandaş ise nefis bir "anlatıydı": Yazımın başlığı da "Tahsin Yücel'den bir başyapıt" idi. Bende önyargı yoktur!
Bazen ilk okumada beğendiğim bir romanı yeniden okuyunca beğenmediğim de olmuştur. Geçenlerde Turgay Gönenç anımsattı: Yakup Kadri'nin Ankara adlı romanını ilk okuduğum zaman beğendiğimi yazmışım: 1960'ta. Oysa, 1981'de yayımlanan Türkiye'de Roman ve Toplumsal Değişme adlı kitabımı yazarken yeniden okudum ve çok kötü bir roman olduğunu gördüm.
Postmodernizm, gerçeklikten uzaklaşmak için bir sığınak oldu
Bugünkü Türk romanının, içinde devindiği toplumsal koşullarla ilişkisini nasıl görüyorsunuz?
- Günümüz Türk romanı, çok kalın çizgilerle bir değerlendirme yaparsak, "toplumsal koşullarla ilişkisini", bu ilişkinin büsbütün dışına çıkamayacağına göre, en düşük düzeyde tutmaya çalışıyor.
Türkiye'nin üzerinden bir buldozer gibi geçen "12 Eylül", edebiyat dünyasını da etkiledi. Bunu açıkça görmek için "12 Mart romanları" ile "12 Eylül romanları"nı karşılaştırmak yeter.
12 Mart romanları, soylu davalar için kendilerini harcayan gençlere ağıtlar yakar, onlara sevgiyle yaklaşır, onları yüceltir. Oysa 12 Eylül romanları, genellikle, o gençlerle alay eder, onları aptal yerine koyar; yani 12 Eylül romanları, bir bozuk düzene muhalefet eden gençlere muhalefetin romanıdır. Bu durum, edebiyatımızın nereden nereye geldiğini açıkça göstermektedir.
Postmodernizm, yaşanan gerçeklikten uzaklaşmak için bir sığınak oldu.
"Kurmaca gerçeklik düzleminden yola çıkmak", yazarın, çağından kaçması olmuyor mu?
Son dönem romancılarının insana uzak düştüğünden, insansız romanlar yazdıklarından; bunun yerine yeni biçim arayışlarını, postmodern yazma biçimlerini öne aldıklarından söz edilebilir mi?
- Yıldız Ecevit, Orhan Pamuk'u Okumak adlı kitabında şöyle yazıyor: "'Metinlerarasılık (Intertextuality) 'legal' bir edebiyat ögesi durumuna gelmiştir son dönem romanında. Yazar, okuyup etkilendiği bir başka metinden yola çıkarak, ondan birçok öge içeren anlatılar ortaya koyuyor ve bunu, Dante'nin 'Yeni Hayat' başlıklı kitabından esinlenerek aynı isimde bir roman yazan Orhan Pamuk gibi göğsünü gere açıklayabiliyordur. Metinlerin içinde, Alman tiyatro yazarı Heiner Müller'de olduğu gibi Hamletler, Macbethler kol geziyordur artık. Yazar, katkıda bulunmakta zorluk çektiği, kendine giderek yabancılaşan dış gerçeği yeniden üretmek yerine, çoğu kez daha önce üretilmiş kurmaca yapıtların dünyasında gezinmeyi, kurmaca gerçeklik düzleminden yola çıkarak üretmeyi yeğliyordur postmodern romanda. Gerçeği ikinci elden üretmek demektir bu." (s. 19)
Şimdiye kadar yazar, "dünyayı ve insanları" yazıyordu; yazarın hareket noktası dünya ve insanlardı, "metinler" değil. "Metinler", eleştirmenin hareket noktasıydı. Bunun içindir ki Roland Barthes, yazarın ürününe "nesne-dil" diyordu ve ekliyordu: "Eleştiri bu nesne-dil üzerinde yükselen üst-dildir." Postmodernizmde, "nesne-dil", "üst-dil"e dönüşüyor. Bu bir bakıma, romanın romanlıktan çıkması olmuyor mu?
Ayrıca, "kurmaca gerçeklik düzleminden yola çıkmak", yazarın yaşanan gerçeklikle ilişkisinin kesilmesi olmuyor mu? Yazarın yaşadığı çağdan kaçması olmuyor mu?
Öyle bir çağda, öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, yazarın bu kadar lükse kendinde hak görmesi ne ölçüde doğrudur? Ve aslî işlevi insanlara insanları tanıtmak olan roman, bu yoldan işlevini yerine getirebilir mi? Bunları düşünerek Goethe'ye bir kere daha hak veriyorum: "Hayatın yeşil ağaçları karşısında her kuram kül rengi kalır."
Bunun içindir ki Orhan Pamuk'un 275 sayfalık romanında, iki sayfada "Kürt" sözcüğünün geçmesi bende sadece bir "dekoratif öğe" etkisi bıraktı, "kül rengi" kaldı: "İlan edilmemiş savaş yüzünden boşaltılmış hayaletimsi Kürt köylerini ve uzaklardaki kayalık dağların karanlıklarını döven topçu birliklerini gördüm." (s. 256) ve "Kürt isyancıları yüzünden Viranbağ şehrine tren sefereri kaldırılmıştı." (s. 258)
Romancı bilgilerinin ne kadarını yazmazsa, o kadar iyi romancıdır
Yaşadığını ya da yaşananları yazmanın romanda nasıl bir yeri olmalıdır?
- Bir romancı, romanını yazarken, özyaşamından da, başkalarının yaşamından da yararlanabilir; olağandır bu; ama romanını özyaşam üzerine kurmaya kalkışırsa gündelik yaşamın ayrıntılarıyla kurmaca dünyanın ("roman"ın) kuralları çatışır, hem başarılı bir kurgu sağlanamaz, hem de roman -yazarına ne kadar ilginç, ne kadar vazgeçilmez gelirse gelsin- okuru ilgilendirmeyen bir yığın ayrıntıyla dolar. Çünkü günlük yaşamın ayrıntılarıyla kurmaca dünyanın ayrıntıları benzemez birbirine; kurmaca dünyanın ayrıntılarının o dünya içinde belirli işlevleri vardır, işlevsel olmayan ayrıntıya yer yoktur bir romanda; oysa gündelik yaşam işlevsel olmayan ayrıntılarla doludur.
Roland Barthes, Anlatıların Yapısal Çözümlemesine Giriş adlı incelemesinde, "Eğer Flaubert, Un coeur simple'de, belirli bir anda, görünüşte üzerinde durmadan, Pont-Evêque Kaymakamının kızlarının bir papağanları olduğunu bize öğretiyorsa, bu daha sonra Félicité'nin yaşamında bu papağanın büyük bir önemi olacağı içindir." diyor.
Oysa Ayla Kutlu, Hoşça Kal Umut adlı romanında, roman kahramanına (Oruç), babası hakkında şunları söyletiyor: "Babam, görevli olarak güneyde bir yere gitmişti. Görevi gizliydi. Gizliliğe gerçekten uyardı." Ve roman boyunca Oruç'un babasının "gizli görev"ine bir daha dönülmüyor!
Rus formalisti Tinyanov, "Yaşamın yazına girdiği yerde yaşamın kendisi yazın olur" diyor; eklemek gerek: İşlevsel ayrıntı olarak girince.
Yaşar Kemal, Orta Direk, Yer Demir Gök Bakır, Ölmez Otu üçlüsü için, "Bu üçlü benim yaşantım ve tanıklığımdır." demişti ama yaşantısından bu üç romana aktardıkları, o pek "müstamel" benzetişle, buzdağının suyun üstünde görünen parçası kadardır; buzdağının görünmeyen o büyük ana gövdesini görüp incelemeseydi görünen o küçük parçayı yazamazdı; ama görüp tanıdığı o ana gövdeyi olduğu gibi yazmaya kalksaydı yazdığı "roman" olmazdı. Romancı nice emekler sonucu elde ettiği bilgilerin ne kadar çoğunu yazmazsa o kadar iyi romancıdır.
Yaşar Kemal'in bu "üçlü"de gösterdiği romancı davranışını Kemal Tahir 1958'de yayımlanan Yediçınar Yaylası adlı romanında gösterememişti. 1959'da, Ankara'da yayımlanan Dost dergisinde yazdığım "1958'in Romanları" başlıklı yazımda, (Önce Gerçek Saygısı -1959- adlı kitabımda yer alan bu yazı, Gerçek Saygısı'nı ekleyerek yayımladığım İnsan Tükenmez'de var), Yediçınar Yaylası için şöyle diyordum:
"Kemal Tahir'in Yediçınar Yaylası'nda yazarın üç ayrı yanını bir arada, ama bir Kemal Tahir olarak değil de yan yana üç Kemal Tahir olarak görüyoruz. Başlangıçta araştırıcı Kemal Tahir var; romanını belirli bir tarihsel, ekonomik, toplumsal temele oturtmak için gerekli bilgileri, roman haline getirmeden, bir masal diline, bir masal havasına yaslanarak veriyor. Sonra romancı Kemal Tahir, daha doğrusu araştırıcı Kemal Tahir'le birleşmiş romancı Kemal Tahir geliyor. Son bölümde de düşünür-politikacı Kemal Tahir'i buluyoruz. (...) Ne var ki romanda bir değer bütünlüğü yok; başlangıç, roman değil; son bölüm, çok açık bir yama."
O zamanlar Kemal Tahir'le pek dosttuk. "Başlangıç, roman değil." yargısı üzerinde Kemal Tahir'le epey tartışmıştık, sonunda bana hak vermiş. "Çıkaracağım." demişti. Bu satırları yazmadan romanın Adam Yayınları'ndan çıkan yeni baskısına baktım: Evet, Kemal Tahir çıkarmış o "Başlangıç"ı.
Özyaşamın romana psikolojik açıdan da zenginlik kattığını belirtmek gerek. İnsanlar bazı psikolojik gerçekleri ancak yaşayarak öğrenebilirler. Romanlarda böyle yaşanmış gerçeklerle karşılaşmak iç dünyamızı zenginleştirir. Dostoyevski'yi düşünüyorum: Babasından o kadar nefret etmeseydi İvan Karamazov'a, "İçimizden hangimiz babamızın ölümünü dilememiştir?" dedirtebilir miydi?
Psikolojik gerçekler toplumsal gerçeklerden de önemlidir romanda. Ve "yaşananları yazmak" konusunda romana değerini asıl kazandıran da onlardır.
Kitabül Hiyel büyükler için "hafif", çocuklar için "ağır"
Bir de İhsan Oktay Anar'ın iki romanı var: Puslu Kıtalar Atlası ile Kitabül Hiyel. Bu iki romanın roman sanatımız içindeki yeri, geleceğe dönük olarak bıraktığı ipuçları için neler dersiniz?
- Puslu Kıtalar Atlası'nı okudum. Kitabül Hiyel'i yarısında bıraktım. Bana, büyükler için "hafif", çocuklar için "ağır" geldi. O yoldan bir yere varılabileceğini sanmıyorum.
Romanda da "kendi geleneğimizin özgün sesi"nden söz edebilir miyiz? Değilse, niçin?
- Şiirde "kendi geleneğimizin özgün sesi"nden söz edebiliyoruz, çünkü bir şiir geleneğimiz var. Nitekim Yahya Kemal, Edebiyat-ı Cedide dilinin, Tanzimat dilinin üzerinden atlayarak, eski şiirimizin ya da şiir geleneğimizin birkaç yüz dizelik şiir birikiminden yararlanmasını bilmiş, böylece, hem bir yeni şiir dili kurmuş, hem de "geleneksel şiirimizin sesi"ni bulmuştur. Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler'de şöyle diyor: "Yahya Kemal'i başka bir milletten bir şaire benzetmek lazımsa Puşkin'e benzetebiliriz. Onun gibi gelecek nesillerin hesabına kapılar açmış, bize, dilimizle milletimizin şuurunu getirmiştir." Bu düşünceye katılmamak olanaksız; hatta bu düşünceye şunu da ekleyebiliriz: Üstelik uluslaşma sürecinden önce getirmiştir bu ulusal dili.
Oysa bir "roman geleneği"miz yok. Anayasadan demokrsiye kadar, teknolojiden romana kadar birçok şeyi Batı'dan aldık. Batı'da Stendhal, Goethe, Dickens, Dostoyevski o unutulmaz romanlarını yazarlarken bizim atalarımızın seçkinleri, Leylâ ile Mecnun'u, Yusuf ile Züleyha'yı vb. okuyorlardı; halkımız da Battal Gazi'yi, Hazret-i Ali Cenkleri'ni vb. DİNLİYORDU.
Gerçek roman, yani on sekizinci, on dokuzuncu yüzyılın romanı, Batı'da, burjuva yaşama biçiminin belirmesiyle birlikte ortaya çıkan bir edebiyat türü. Oysa 1872'de ilk Türk romanı, Şemsettin Sami'nin Taaşşuk-ı Talât ve Fıtnat'ı yayımlanıdğı zaman ülkemizde burjuvazi yoktu; yani başka bir coğrafyanın, başka bir tarihin ürününü ithal etmiştik. Batılılaşma çabalarıyla girişilen romanlar, edebiyatın da Batı'ya açılması sonucunu doğurmuştu.
Bunalım edebiyatı gibi, "postmodern" romanlar da ithal ikamesi ürünler
İlk romancılar, bu ithal malı edebiyat türünü eski Türk hikâyeciliğinin deneyimleriyle kaynaştırmışlar, romanlarında çağlarının önemli sorunlarıyla ilgilenmişler (Kölelik, esir ticareti, kadın hakları...) daha da önemlisi, ithal malı edebiyat türünü kullanarak ithal malı yaşama biçimine karşı çıkmışlardır. Bu roman anlayışı, Servet-i Fünun dönemine kadar sürmüştür; Servet-i Fünun dönemiyle birlikte, bu edebiyatın içinde oluştuğu siyasal, toplumsal koşulların etkisiyle, o ilk dönemin savaşçı edebiyatı gitmiş, yerine, karamsar, umutsuz, hayallerle avunan bir edebiyat gelmiştir.
1960-1980 arasında uygulanan sanayi politikasına "ithal ikamesi politikası" dendiği bilinir: Yabancı sanayi mallarının ithalini bırakarak bunların benzerlerini ülkemizde üretmek. Bugün edebiyatımızda da böyle bir "ithal ikamesi" sorunu var: Çoğu edebiyatçı, eserinin özünü de Batı'dan ithal ediyor. Yıllar önce Sartre'ın, Camus'nün etkileriyle ortaya çıkan bunalım edebiyatı nasıl bir ithal ikamesi idiyse, bugün de "postmodern" romanlar ithal ikamesi ürünlerdir.
Kendi geleneğimizin özgün sesini, bulsanız bulsanız, Yaşar Kemal'in İnce Memed'lerinde bulabilirsiniz.
Bir Yaşar Kemal vardır romanımızda köylüleri olduğu gibi gösteren
Burada Yaşar Kemal'den söz açabiliriz sanırım. Sizce nedir Yaşar Kemal'i "büyük romancı" yapan?
- Fransız, İngiliz, Alman ya da Rus denince hemen belirli kişisel özellikler gelir aklımıza. Peki, "Türk" denince ne geliyor aklımıza? "Türkiye" denince "Şiş kebabı çok güzel, Boğaz harikulâde!" diyen yabancılar gibi, biz de, en çok, "Konukseverlik, tevekkül" gibi sözcükleri tekrarlamaktan başka bir şey diyebiliyor muyuz?
Gerçekte, artık, "Türk insanı" denince aklımıza belirli niteliklerin gelmemesini olağan karşılamak gerek; çünkü, yüzyılımızda, Türkiye ve Türk insanı çok hızlı bir değişim içinde:
Kapitalizm, değer yargılarını, beğenileri, kimi insanî duyguları alt üst ediyor. Bu, bir Türkiye'de böyle değil, bütün dünyada böyle. Çağımızın Fransız'ı, İngiliz'i, Alman'ı, Rus'u bizim bildiğimizi sandığımız Fransız, İngiliz, Alman, Rus değil. Bizim bildiğimizi sandıklarımız, on dokuzuncu yüzyıl romanının bize öğrettikleri. Bir Dostoyevski çıkıp da "Rus halkı Hamlet'ler çıkaramaz, bizden Karamazov'lar çıkar ancak!" dediği içindir ki "Rus" denince aklımıza belirli özellikleri olan kişi geliyor. Ama bunlar geçen yüzyılda kaldı. Geçen yüzyılda güçlü bir Türk romanı olsaydı, "Türk" denince herkesin aklına belirli özellikleri olan bir kişi gelebilirdi. Ama geçti artık.
Gene de edebiyatımızda, "Türk insanı"nı demeyeyim, kapitalizm öncesi dönemin belirli bir bölgede yaşayan "Türk köylüsü"nü belli başlı nitelikleriyle betimleyen bir romancımız var: Yaşar Kemal.
Romancılarımız, Türk köylüsünü ya idealize etmişlerdir, ya köylülerin kimi davranışlarını, düşünüşlerini saklamışlar, kentlilere karşı "kol kırılır yen içinde" havasına girmişlerdir, ya da köylülere "büyük mal" diye, "kavat" diye bakmışlardır. Bir Yaşar Kemal vardır romanımızda köylüleri olduğu gibi gösteren; Yaşar Kemal, yaşantısına ve tanıklığına bağlı kalmış, gerçekçilikten sapmamıştır. Bunun içindir ki Türk köylüsünü "olduğu gibi" tanımak için elimizdeki tek kaynak, Yaşar Kemal'in romanlarıdır.
Yaşar Kemal'in büyüklüğü, roman okurunu ve toplumbilimcileri doyurabilmesinde
Ortadirek'i düşünüyorum: Değişik olaylar ve kişiler karşısındaki tepkileriyle tanıdığımız Meryem'in, Ali'nin, Elif'in ilişkileri, bu üç kişinin aralarındaki ana-oğul, gelin-kaynana, karı-koca ilişkileri, ancak o ilkel tarımsal üretim düzeyinde yaşayan Türk köylüsünün ilişkileridir; başka ülkelerde o ilişkilere rastlanabileceğini sanmıyorum. Yaşar Kemal'in büyük başarıbı burada, bence: Hem roman okurlarını, hem de toplum ve insan gerçekliğimizi araştırmak isteyen toplumbilimcileri doyurabilmesinde.
Yaşar Kemal, yazdığının roman olduğunu hiçbir zaman unutmaz; anlattığı çevrenin ekonomik-toplumsal yapısını bütün ayrıntılarıyla bilir, ama bu geniş bilginin romana girmemesi gereken büyük kısmını yazmamak ustalığını gösterir. Yaşar Kemal, romancı olduğunu hiçbir zaman unutmaz; bunun için uzaktan bakılınca hep birbirlerine benzer görünen köylülerin hiç de birbirlerine benzemediklerini, akla kara gibi şematik tasniflerle köylülerin anlatılamayacağını, hepsinin ayrı bir iç dünyası olduğunu, bireysiz olduğu söylenen köy topluluklarında unutulmaz bireysel dramların yaşanabileceğini gösterir. Bunun içindir ki bir görev, giderek bir tutku haline gelen öldürme saplantısı, bocalamalar, korkular, kaygılar, düşle gerçek arası bocalamalar, kurtulmak için çabalamalar içindeki Memidik'i anlattığı Ölmez Otu'nda bir köylü Hamlet yaratabiliyor, bir Türk köylüsünde de bir Shakespeare kişisinin yaşayabileceğini gösteriyor.
Köyü, köylüyü anlatan Yaşar Kemal, köy toplumunun durağan bir toplum olmadığını, köyde de "bir şeylerin değişmekte olduğunu gören ve gösteren bir romancı. Değişen ekonomik-toplumsal koşullar, köy insanını, bu insanın inanışını, töresini değiştirmektedir. Bunu en iyi Yusufçuk Yusuf adlı romanında görürüz. Yaşar Kemal, bu romanında, "astığı astık, kestiği kestik" derebey artığı ağa tipinin çöküşünü, yok oluşunu ve bu çöküşle, bu yok oluşla birlikte giden bir gelişmeyi, yani tarımdan para kazanan ağaların -Demokrat Parti'nin de kredi yardımlarıyla- sanayi alanına yatırım yapmalarını, eski toprak ağalarının yavaş yavaş sanayici olmaları sürecini betimler. Değişen yaşam koşulları, gelenek ve görenekleri de değiştiriyor: Kan davası güden iki ağanın çocukları, aynı şirketin idare meclisinde artık birlikte çalışabilmektedirler.
İnce Memedlerin dili ayrı, Deniz Küstü'nün dili apayrı
Yaşar Kemal'den söz edip de Yaşar Kemal'in dili üzerinde durmamak olanaksız.
Yaşar Kemal, Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor'da, "dil"i hakkında şöyle diyor: "Herkesin söylediği, benim şiirli dilim var ya, birkaç romanımda bunun tam tersine, romanların kupkuru olduğunu görürsünüz. Örneğin İnce Memedlerin dili ayrı, Akçasazın Ağaları'nın, Deniz Küstü'nün dili apayrı..."
Gerçekten, bu üç romanda da Yaşar Kemal'in dili ayrı özellikler gösterir, benzemez birbirine.
Otuz iki yıl gibi büyük bir zaman dilimi içinde yayımlanan dört cilt İnce Memed'de Yaşar Kemal hep aynı dili kullanır, hep aynı anlatımı sürdürür: Anlatıcı ile anlattığı kişiler hep aynı dünyanın insanlarıdır sanki; sanki özdeşleşmişlerdir, dilleri aynıdır, inançları aynıdır, aynı mucizelere inanırlar. Sözgelimi İnce Memed yeniden eşkıyalığa dönünce Yaşar Kemal, "Başında o sarı ışık dönüyor, şavkıyor, savruluyordu." (İnce Memed IV) diye yazar; Anacık Sultan'ın gömülüşünü anlatırken, "Bu sırada ölünün üstüne ak bir bulut geldi durdu, o her zaman Ocağın üstünde duran bulut." diye yazar (a.g.e.); "O ak bulutla, o üç kuş doruğun üstünde süzüldüler kaldılar. Gece de bir yıldız kümesi, ışıkları savrularak doruğun üstüne indi." (a.g.e.) diye yazar. Yaşar Kemal mi yazıyor, halk mı söylüyor, karışır birbirine: Yaşar Kemal de halkın düşündüğüne inanır gibidir.
Bu dili, bu anlatımı hiçbir romancımızda bulamazsınız. Çünkü Batı'dan romanı aldığımız günlerde Ahmet Mithat gibi, daha sonra, Hüseyin Rahmi Gürpınar gibi romancılar eski Türk hikâyeciliğinden, meddah hikâyelerinden yararlanmışlar, ama Servet-i Fünun romancılarıyla birlikte eski gelenekler geçmişe gömülmüştür. Cumhuriyet döneminde, bildiğim kadarıyla, ilk defa bir romancı halkın sözlü anlatı geleneğini araştırmış, özümsemiş ve romanında bu gelenekten yararlanmıştır. Yaşar Kemal'dir bu romancı; İnce Memed'ler bu kadar çok sevilmişse, bunu, Yaşar Kemal'in gelenekten yararlanmasıyla açıklayabiliriz. "Âşık hikâyecilerle onun (Yaşar Kemal'in) ortak bir özelliği de, geleneğin hikâyecileri gibi anlattığı şeye 'inanması'dır." (Pertev Naili Boratav)
Yaşar Kemal'in "dil"den söz ederken adını andığı iki romandan Akçasazın Ağaları, bir toplumsal değişimin romanıdır, elbette İnce Memed'lerin diliyle yazılamaz o roman; Deniz Küstü ise Yaşar Kemal'in tek kent romanıdır, İstanbul'un pisliği, rezilliği sinmiştir o romana, dil de buna uygun bir dildir.
Asıl ilginç örnek Yer Demir Gök Bakır'dır: Bu romanda birçok efsane anlatır Yaşar Kemal, ama anlatışı İnce Memed'lerdeki gibi değildir, çünkü anlatıcı, anlattıklarından ayırmıştır kendini.
Yaşar Kemal'in, Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor'da, dil konusundaki o birkaç satırı bile bu konuda ne kadar bilinçli olduğunu göstermeye yetiyor.
İlk kez basın savcısının odasında karşılaştığım soru
Eleştiride yararlandığınız düşünce kaynakları üzerinde duralım mı? Lukacs'tan söz ediyorsunuz, sözgelimi; sonra, "şimdilerde en çok ilgimi çeken düşünür ise Bahtin," diyorsunuz; daha yakın bir geçmişte Roland Barthes var, bir de Gerçek Yayınları'nda Anlatıların Yapısal Çözümlemesine Giriş'i yayımladınız ondan, sonra da sık söz ettiniz bu kitaptan... Ben uzatmadan, sizden dinleyelim mi uzandığınız, yararlandığınız, sizde iz bırakan kaynaklarınızı?
- "Kitabınızı hazırlarken hangi düşüncelerden yararlandınız?" Bu soruyla ilk defa 1956 yılında, ilk kitabım İnsan Tükenmez dolayısıyla, basın savcısının odasında karşılaşmıştım. O yıllarda Adliye, Büyük Postane'nin üstündeydi. Savcı, bizim yazarlarımızın adlarıyla yetinmiyor, ille de yabancı adlar istiyordu. Ben de hep Sainte-Beuve'ün iki ciltlik Pazartesi Konuşmaları'nı, Anatole France'ın o yıl yayımlanmış Edebiyat Hayatı'nı ileri sürüyordum, ama savcı "yemiyordu".
Kimlerden yararlanmıştım İnsan Tükenmez'deki yazıları yazarken? İlk kaynak Plehanov'du. Çünkü Les questions fondamentales du marxisme'i daha üniversite öğrencisiyken edinmiştim; ders çalışır gibi okuduğum bir kitaptı. Editions Sociales'in yayımladığı kitaplar çok ucuzdu, bunları öğrenci harçlığı ile alabiliyorduk. Fakülteyi bitirdikten sonra o yayınevinin birçok kitabını getirtmiştim; aralarında gene Plehanov'un ünlü L'art et la vie sociale'i de vardı. Ama şimdi İnsan Tükenmez'i gözden geçirirken Plehanov'un adına rastlamıyorum; sanırım o yılların etkisiyle... Anımsarım, Asım Bezirci de Plehanov'un bir yazısını, Plehanov'un küçük adını soyadı gibi kullanıp, "P. Georges"dan diye çevirip yayımlamıştı. Ben de Plehanov'un "maddeci eleştiri" hakkındaki düşüncelerini, 1952'de, Beraber dergisinde yayımlamıştım; çevirenin adı olarak "Fikret Güney"i kullanmıştım, ama Plehanov'un adını yazmış mıydım, anımsamıyorum.
İnsan Tükenmez'de adını andığım düşünürler o dönemde (O kitaptaki yazılar 1953-1956 arasında yazılmıştı.) durmadan okuduğum Fransız Marksistleriydi: Roger Garaudy (Özellikle Grammaire de la liberte'yi anımsıyorum), Henri Lefebvre (Contribution à l'esthétique çıkınca ne çok sevinmiştik!), G. Politzer (Cours de philosophie'nin daktilo edilmiş çevirileri elden ele...), Auguste Cornu (Cornu'nün kitabının adı Karl Marx et la la pensée moderne idi; ben, bir önlem olarak kitabın adını sadece La pensée moderne diye yazmıştım), J. Kanapa, vb... İnsan Tükenmez'de bir de "Bir Fransız romancısı", "Bir düşünür" diye adını açıklamadığım yazarlardan alıntılar var. Ama Ataç'la ilgili bir yazıda Engels'in adını anmışım: Ataç'ın Engels'i yanlış aktardığını belirtmek için. Üstelik kaynak da vermişim: Jean Fréville, Sur la littérature et l’art, Cilt I, S. 145. Ama yazarlardan da önemli olan dergilerdi: La Pensée, La Nouvelle Critique... (27 Mayıs 1960'tan sonra edebiyatı bir yana bırakıp ekonomik, toplumsal sorunlar üzerine yazmaya başlayınca bunlara Economie et politique, Démocratie nouvelle, Recherches internationales, La nouvelle revue internationale gibi dergiler eklendi. Bu dergilerden yararlanarak iki kitap derledim: Az Gelişmiş Ülkelerde Askerî Darbeler ve Demokrasi ile Japon Kalkınması ve Türkiye; ikinci çevirinin "Türkiye" bölümünü Prof. İdris Küçükömer yazmıştı.)
1959'da yayımlanan Gerçek Saygısı'nda ise hiç kaynak göstermemişim. Bu da çok doğal; çünkü o yazıları Ankara'da askerliğimi yaparken yazmıştım; kitaplığım İstanbul'daydı; Ankara'da okuduğum kitaplardan, dergilerden (Bazı Fransızca dergileri Ankara'da bulabiliyordum.) yararlanarak yazmıştım o yazıları.
1961-1967 yılları edebiyatı iyice boşladığım yıllardı. 27 Mayıs hareketinin getirdiği göreceli özgürlük ortamında ben de, çoğu arkadaşım gibi, politikadan başka bir şey düşünmüyordum: Vatan gazetesinde önce makale, sonra köşe yazarlığı, Sosyal Adalet dergisinde, Akşam gazetesinde, kurucularından olduğum Ant dergisinde siyasal, ekonomik konularda yazılar... Az Gelişmiş ülkeler ve Sosyalizm gibi, Emperyalizm Nedir gibi, Kompradorsuz Türkiye gibi kitaplar...
Yeniden edebiyata dönüş yılım 1968 oldu
1968, yeniden edebiyata dönüş yılım oldu. O gün bugündür, varsa edebiyat yoksa edebiyat...
1971'de yayımlanan On Türk Romanı adlı kitabımda ilk kez rastlıyorum Lukacs'ın adına: Kemal Tahir'in Büyük Mal adlı romanı üstüne yazdığım yazıda Lukacs'tan iki alıntı var. Cevat Çapan'ın çevirdiği Çağdaş Gerçekliğin Anlamı'ndan. O yazıyı 1970'te yazmıştım, o yıl Yeni Dergi'de yayımlanmıştı. (Ahmet Oktay, 23 Aralık 1986 tarihli Milliyet'te, "Lukacs ve eleştirimiz" başlıklı yazısında, "Naci, Lukacs'ın bu konudaki (roman kişisi konusu - F.N.) düşüncelerine Avrupa Gerçekçiliği'nin 1977 yılında yayımlanmasından sonra başvurmaya başlıyor (...) Fethi Naci (...) 1978'lere kadar Lukacs'ın yapıtlarına ulaşamamışlardı belki de" diyordu. Ahmet Oktay o yazıyı görmemiş.)
Ama Lukacs'tan ilk okuduğum kitap La théorie du roman'dır. Şimdi bu satırları yazarken o kitap yanımda; üçüncü sayfada alt kısmı kesmişim. Çok iyi anımsıyorum: O sayfada güzel bir "g" harfi vardı (Editions Gonthier'nin amblemi); o harfi keserek rahmetli Mehmet Ali Ermiş'e vermiştim, o da "Gün Yayınları"nın amblemi olarak kullanmıştı. Bu iki kitaptan sonra Lukacs'tan hâlâ Türkçe'ye çevrilmemiş iki kitap okumuştum: 1974'te Ecrits de Moscou, 1976'da Problèmes du réalisme. İlk kitabın adını Ömer Polat'ın Saragöl romanı için yazdığım eleştiride anmıştım; o yazı 1975'te yayımlanmıştı. (Sonra, 1976'da yayımladığım Edebiyat Yazıları adlı kitabıma almıştım. Ahmet Oktay o yazıyı da görmemiş.) Problèmes du réalisme'in adını, 1976'da, İsmail Cem'in Politika'sında yazdığım "Yazar ve Eleştirmen" adlı bir yazıda anmıştım. (Ahmet Oktay o yazıyı da görmemiş.)
Roman Jakobson'un Questions de poétique adlı kitabı bana çok şey öğretmişti. Mayakovski üzerine yazdığı incelemeden eleştiri günlüklerinden birinde söz etmiştim.
Bahtin'in Esthétique et théorie du roman ve Esthétique de la création verbale adlı kitapları, ders çalışır gibi okuduğum kitaplarıdır. Tzvetan Todorov'un derleyip Fransızca'ya çevirdiği Théorie de la littérature'ü de öyle; mutlaka okunması gereken bu kitap, Sema Rifat-Mehmet Rifat ikilisinin nefis çevirisiyle Türkçe'ye çevrildi (Yapı Kredi Yayınları).
Adını andığımız Roland Barthes severek, yararlanarak okuduğum bir yazar. Hiç çeviri yayımlamadığım halde, bana çok şey öğreten Anlatıların Yapısal Çözümlemesine Giriş'i (Sema Rifat-Mehmet Rifat ikilisinin çevirisiyle), yazarlarımıza yararlı olur diye çevirtip yayımladım. Ama yazarlarımızın bu kitaba ilgi duydularını söyleyemem.
Yararlandığım başka kaynaklara gelince; yazılarımda, kitaplarımda adlarını anmışımdır. Burada iki Türk yazarını da anmak isterim. Ataç'ı hep Türkçe öğretmenim gibi görmüşümdür; Türkçe'ye saygıyı ondan öğrendiğimi söyleyebilirim. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Türkçesi pek parlak değildir, ama onun da gerçekten "özgün" düşüncelerinden çok yararlanmışımdır.
Eleştiri, bir yazarın bütün zamanını ister
Peki, sizi etkileyen bu kaynaklara bakarak, bizde eleştirinin durumunu açalım mı yeniden!
- Eleştiri, bir yazarın bütün zamanını ister. Bir işte çalışayım, artan zamanlarımda da eleştiri ile uğraşayım diyen biri doğru dürüst eleştirmen olamaz.
Eleştirmen, bütün zamanını eleştiriye vermek zorunda olduğuna göre, yazacağı eleştirinin getireceği para ile geçinebilmelidir. Türkiye'de bu koşullar olmadığı için eleştiri de gelişemiyor. Bakın eleştirmenlerin haline; Memet Fuat Adam Yayınları'nda çalışıyor; Doğan Hızlan, Hürriyet'te yayın danışmanı; Ahmet Oktay, yıllarca TRT'de, gazetelerde çalıştı; Atila Özkırımlı, eleştirmenliği ikinci plana atıp edebiyat tarihçiliğine ağırlık verdi; rahmetli Asım Bezirci, emekli oluncaya kadar muhasebe işlerinde çalıştı; Füsun Akatlı, bir reklam şirketinde çalışıyordu, sonra dramaturgluğa başladı, şimdi ne yapıyor, bilmiyorum; siz, Semih Gümüş, bütün gün Adam Yayınları'nda çalışıyorsunuz; ben, bu yaşımda, hâlâ kitap kolisi yapıyorum, hâlâ faturalarla, irsaliyelerle, KDV beyannameleriyle, vb. uğraşıyorum. Asıl işimiz olması gereken eleştirmenlik hep ikincil işimiz oluyor. Bu koşullarda eleştirinin gelişmesi zor.
İki bin-üç bin basılan romanların, hikâye kitaplarının, bin basılan şiir kitaplarının okunmadığı bir ülkede, bunlar için yazılmış eleştiriler, incelemeler okunur mu?
Bir de eleştiriyi ikincil iş olarak yapmayanlar var: Üniversite öğretim üyeleri. Berna Moran'ı kaybettik. Tahsin Yücel var, Yıldız Ecevit var, başkaları var. Onlar bize göre daha talihli: Eleştiri yapabilmek için bir başka işte çalışma zorunlulukları yok; bizden daha verimli olabilirler, bizden daha iyi olabilirler. (Ama üniversite öğretim üyeleri içinde benim Türkiye'de Roman ve Toplumsal Değişme adlı kitabımdan "intihal" (çalma) yapıp da intihali fakültece ödüllendirilen kişiler de var: İntihali yapan doçent, mahkeme kararı Yargıtayca onandıktan sonra profesörlükle ödüllendirildi!) Bu koşullarda bizde eleştiri kolay kolay gelişemez.
Batı'daki eleştirmenle Türkiye'deki eleştirmen ayrı koşullarda yazıyor
Ölçütümüz romanda Batı romanı ise eleştiride de Batı'daki eleştirinin düzeyi olmalı değil mi?
- Batı'da okunan iki romancımız var: Yaşar Kemal'le Orhan Pamuk. Bu iki romancı, romanlarını Batı'ya "ihraç" edebiliyorlar. Ayrıca bu iki romancı Türkiye'de de çok satıyorlar. Yani yazdıklarının parasıyla geçinebiliyorlar, bütün zamanlarını yalnızca romana verebiliyorlar.
Batı'daki eleştirmenle Türkiye'deki eleştirmen büsbütün ayrı koşullarda yazıyorlar. Batılı eleştirmen, Türk eleştirmenin aldığı telif ücretinin kaç katını alıyor, bilmiyorum. İstanbul'da evlere temizliğe gelen hanımlar, galiba üç milyon lira alıyorlar; dört-beş saatlik çalışma karşılığında alıyorlar bu parayı. Bir de eleştirmenin çalışmasına bakalım. Orta boy bir romanın (diyelim 240 sayfa) yalnızca ilk okuması sekiz-on saat sürer. İlk okuma yetmez, yeniden okumak gerekir, notlar almak gerekir, o yazarın başka romanlarına bakmak da gerekebilir; ondan sonra oturup yazarsınız, yazma da üç, dört saat sürer. Sonra bu eleştiri karşılığı eleştirmene ne ödenir biliyor musunuz?
Bana bir dergi üç milyon, bir başka dergi ile haftada bir yazdığım gazete daha fazla ödüyorlar; ama bu "daha fazla", aynı sürede bir temizlikçinin kazandığı paranın ancak yarısını buluyor.
Efendim?
Ey okur! Ne dediğinizi duyar gibiyim... Neyse...
Emek gücünün beyin gücünden daha değerli olduğu tek ülke belki de Türkiye'dir. Emek gücü adına sevinmeli mi, beyin gücü adına yerinmeli mi? Bırakın "eleştirinin düzeyi"ni, hâlâ "eleştiri" varlığını sürdürüyorsa buna şükredin!
Böyle baktığınızda Türkiye'de eleştirinin durumu nedir?
- İnanılmayacak kadar mükemmel!
Siz de belirtiyorsunuz; o zamanlar her yazar, her şair, "Acaba benden söz ediyor mu?" diye Ataç'ın yazılarını dört gözle beklermiş. Aslında bugün de pek çok yazar, özellikle genç romancı ya da öykücüler, "Acaba benden söz etti mi?" diye Fethi Naci'nin yazılarını bekler. Bu nasıl bir duygudur?
- Genç yazarlardan kişisel olarak tanıdıklarım pek az, üç beş kişi. Ama bu tanıdıklarımı tanımış olmaktan mutluluk duyduğumu belirtmeliyim. Haklarında yazdığım gençlerin büyük çoğunluğunu tanımıyorum. Böyle bir beklentileri var, bu, beni hem mutlu eder, hem de zaten var olan sorumluluk duygumu daha da güçlendirir. Kimi genç yazarların, ne kadar aceleci, ne kadar üne susamış olmaları beni ürkütüyor; onların umduklarını bulamamaları (Bir ödül ya da övgü...) durumunda nasıl ağızlarını bozduklarını görünce edebiyat adına umutsuzluğa düşmemek elde değil.
Yazmak benim için her zaman kurtarıcı olmuştur
70. yaş, bana kalırsa, hâlâ yaşlılığın son dönemini anlatmıyor. Belki bir ömrün çoğu yaşandı gitti. Ama gene de yaşanacak yıllar var. Geçen koca bir ömürle gelecek yıllarınızı bir arada değerlendirebilir misiniz?
- Evet, "bir ömrün çoğu yaşandı gitti." Hayatımı karartan düş kırıklıkları: İktisat Fakültesi'ne asistan olarak girip iyi bir iktisatçı olamamak ve bunca hazırlıktan sonra bizi "politika"dan öylesine soğuttular ki, ("politika"yı olumlu anlamda kullanmak istediğim zaman ben de Ataç gibi "yurtyönetimi" demek istiyorum.) bir şeyler yapamayacağımı, "örgüt" adamı olamayacağımı anlamak...
Ve büyük acılar: Deniz'in, Emel'in o "saçma" ölümleri...
O acılara, önce alkolle, sonra çalışmayla direnebildim. "Yazmak", ki "çalışmak" demek benim için "yazmak" demektir, benim için her zaman kurtarıcı olmuştur. O iki aziz ölünün anılarına sunmak için yazdığım Türkiye'de Roman ve Toplumsal Değişme, beni yeniden hayata döndürdü.
O kitabın yayımlandığı günlerde Lâle'yi tanımak, "yazmak" kadar yararlı oldu hayatımda; onunla huzur ve mutluluğu yaşadım, yaşıyorum... 1981'den sonra artan yazılar, kitaplar, hep bu birlikteliğin ürünü...
Gelecek günler, geçmiş günlerden farklı olmayacak: Gene okuyacağım, gene yazacağım, gene her "cuma" dostlarımla oturup kafayı çekeceğim ve bir gün Nâzım'ın dizelerini okuyarak bu dünyaya veda edeceğim:
... Pek de öyle güldürmedinse de yüzümüzü
çalıştık gücümüzün yettiği kadar
seni bahtiyar
kılalım diye.
Devam ediyor bahtiyarlığa doğru gidişin,
devam ediyor hayat.
İçimiz rahat,
gönlümüzde hak edilmiş ekmeğine doymuşluk,
gözümüzde ışığından ayrılmanın kederi,
işte geldik gidiyoruz
şen olasın Halep şehri
(Semih Gümüş / 5 Kasım 1998 / Cumhuriyet Kitap)
0 notes