#Egemen devlet
Explore tagged Tumblr posts
Text
1970’li YILLARDA TUNCELİ’DE GÖREV YAPMIŞ, EDİRNELİ KADIN ÖĞRETMEN
"Boşuna uğraşmayın, ne derseniz deyin... Ne yaparsanız yapın, beni vaz geçiremeyeceksiniz" diyorum.
"Ama sen çok güzelsin " diyor Annem..
-Ne olmuş güzelsem!!!..
-Seni orada rahat bırakmazlar!!
Malum... Erkek egemen toplumda, güzel kadın olmak suç... Erkeklerse. Pürü pak... Kadın olmaktan kaynaklı bir olumsuzluk yaşandığında; eee.... o da o kadar güzel olmasaydı gibi, saçma sebepler aranabiliyor.
Yıl 1976 Ağustos....20 li yaşların başındayım...Yeni mezun genç ve güzel Matematik öğretmeniyim.. Atamam Tunceli Endüstri Meslek Lisesi’ne yapılmış... Ailem gitme diye diretiyor... Edirne nere... Tunceli nere diyorlar. Hem sen Edirne gibi çağdaş bir şehirde çok rahat ya-şamaya alışmış bir genç kızsın...orada yapamazsın.. hem rahat bırakmazlar.. seni..
Kim bırakmaz???..
Erkekler..
Oysa ben, hiçbir mecburiyetim... devlete hiçbir borcum olmamasına karşın.. İdealist bir nefer olarak, ülkemi tanımak adına, bir köy okuluna bile hazırlamıştım kendimi. Her ne kadar şehirde doğup büyümüş olsam da... Ama zaten atamam şehir merkezine yapılmıştı.
Anneme göre .... Trakya’dan ötesi...tu.. kaka şeklinde..
Hııııh!!.. işte ... Anadolu... çünkü en uzak mesafesi. İstanbul anneciğimin.
Sanmayın ki; bu düşüncede olan sadece annem... Öğretmenlerim de aynı düşüncede... bir belge almak için gidiyorum okula..
"Gel bakalım, seninle biraz konuşalım, gideceğin okul, yetişkin erkek öğrencilerin eğitim aldığı bir okul.. sen de çok dikkat çekicisin...şöyle giyin.. böyle davran.." gibilerden uyarılar.
Kimsenin uyarılarını dikkate almıyorum...ben kendimden eminim.. Gidicem ve öngörülen hiçbir olumsuzluk yaşamıycam..
Kararlılığımı gören babam; Adliyeci olmanın getirdiği bağlantıları kullanarak. HAMİLİ KART YAKINIMDIR... tarzında..tüm yönetim kademelerinden.. selamlar.. mektuplar.. kartlar topluyor.
Validen .. vali yardımcısına, Emniyet amirinden ..
emniyet amirine, başhekimden.. Başhekime,
savcıdan ...savcıya,. Hâkimden... Hâkime.
Hani kızıma, göz kulak olsunlar oralarda... babından...
Ailecek çıkıyoruz yola... İstanbul’dan öte yolculuk yapmamış biri olarak, yolculuk çok yorucu gerçekten. İstanbul’dan 24 saat... Gözümü kırpmadan iniyorum otobüsten... Sarhoşluğun ne demek olduğunu anlamış biçimde...
Çok iyi karşılanıyoruz. Tuncel’inin en güzel okulu, şehrin göbeğinde... Lojmanları da var. Ama şöyle bir sorun var.. Lojmanda tek başıma kalmam gerekecek...
Çünkü okulda benden başka DİŞİ ..SİNEK BİLE YOK!!!.
Bol öğretmenli.., bol öğrencili...büyük ve yatılı bir okul. Eğitim binası, atölyeler, yatakhane, yemekhane, geniş yeşil alanlar..40 dönümlük bir alana yayılmış.. dört tarafı ana yollarla çevrili.. Adeta bir kampüs. Ama dedim ya...dişi olarak benden başkası yok!!!... koca okulda.
Ana yola ve atölyelerin bahçesine cepheli lojmana yerleşiyorum. Bütün ev ihtiyaçları zaten yatılı olan okuldan karşılanıyor, yemeklerimi okulda yiyebileceğim söyleniyor. Okulun karşısında..(.sonraki yıllarda koli tartıcısında kızımı da tartmak zorunda kalacağım...)
Şehir postanesi...200 metre mesafede Devlet Hastanesi...yani hayal ettiklerimin çok..çok..ötesinde.
Annem biraz ikna olmuş gibi...Babam hamili kart görüşmelerini de yapınca .. beni bırakıp dönüyorlar.
Okullar açılıyor...el bebek, gül bebek tarzındayım.. Hani yaz gecelerinde, bir ışık kaynağının etrafında dönen pervane kelebekleri vardır ya...aynı o şekil....herkes etrafımda pervane...her şey çok güzel... hiçbir olumsuzluk yok.. Evli olan öğretmen arkadaşlarımın, eşleriyle de arkadaş oluyorum, zaten hepsi lojmanlarda. Her gece, başka biri beni yemeğe alıyor.. Ama halktan henüz uzağım.
Tunceli’de de düşünce değişmiyor. .arkadaşlarımın eşleri; "Seni ilk gördüğümüzde ..saçtığın ışıltıdan korkmuştuk...ayyy...bu hoca hanım bu kadar genç delikanlının içinde ne yapacak, bari bir önlük giyse üzerine de...derse girerken demiştik,.. bir sabah evden beyaz bir önlükle çıktığını görünce rahatlamıştım.. ama...aynı gün önlüklü halinle kapımı çaldığında...ışıltının daha da çoğaldığını gördüğümde.. yapacak bir şey yok!!! Allah vergisi... dedim" diyordu. İşte...ister doğu.. ister batı.. her toplumdaki fikir; erkeği eğitmek yerine.. hep kadının kendini kollaması üzerine kurulu.
Ama ..ben ne yapıyorum...
"Hocam....valeybol turnuvamız var seyretmeye gelirsiz?? dediklerinde.." Ne demek seyretmek beni de oyuna alın" diyorum.. Hepsinin gözleri faltaşı...
Hocam siz valeybol oynirsiz???..oynuyorum elbet deyip sınıf öğretmeni olduğum sınıfın takımında turnuvaya katılıp kazanıyoruz sınıfça... Hiçbir erkek öğretmen arkadaşımın ilgilen-mediği turnuvalarla çok ilgiliyim..
Başka bir gün...öğle arası.. nöbetçiyim.. bütün anahtarlar bende.. bir öğrencim;
-Hocam...masa tenisi odasının anahtarıni verin de oyniyalim ..diyor
- Bir şartla ..beni de oynatırsanız..
- Ne dirsin hocam!! ping pong oynirsiz???
-Oynuyorum elbet...hem de ..derslerimi kırıp... oynayacak kadar hastasıyım...
Gene şoktalar...hepsini de kırıp geçirince.. NAMIM alıp yürüyor ..hem okulda.. hem Tunceli’de..
Hem çok güzel...hem spordan anlir!!!
Artık neredeyse cinsiyetsizim gözlerinde..
Hepsinin sevgili öğretmeni, arkadaşlarımın kardeşi, neredeyse emeklilikleri gelmiş, muhasebecimiz Mahmut Amca’nın ve aşçıbaşımız Bekir Amca’nın kızıyım...
Bana onlardan zarar gelmesini bırakın...etrafımda görünmeyen ...ama.. hissettiğim.. koca bir koruma ordum var.. Hattâ...erkeklerden çok.. kadınların ilgisini çekiyorum.. Siyasi yanları ağır basan, başka okullardaki bayan arkadaşlarım.. hafta sonları mahallelerde kadınlarla yapacakları toplantılara beni de götürmek istiyorlar..
-"Senin de geleceğini duyan kadınlar.. seni görmek için olsa da toplantıya katılıyor.. ne olur bu sefer de gel bizimle...sen olunca kolayca toplanıyorlar.." diyorlar.
Öğrencilerimin anneleri okula gelip "Hoca hanim!! bizim oğlan, bi anlatir...bi anlatir...seni.. merakımdan görmeye geldim".. diyor.
Sonuçta;
hakkımda yapılan öngörülerin hiçbiri gerçekleşmiyordu...en ufacık bir rahatsızlığım dahi yoktu.. ne bir olay...ne bir söz..
Tunceli bambaşka bir şehir çünkü...adi suç oranı SIFIR diyor, hakim tanıdığımız.. sadece siyasi suçlar var..
Eğitim düzeyi en yüksek seviyedeki illerimizin başında geliyor... Ayrıca siyasi yanlarından kaynaklı Devrimci bir yüksek ahlâk seviyesine sahipler.
Tek başına yaşayan bekâr ve dikkat çekici ben, evlenip eşim 18 aylık askerlik görevini yaparken de.. gene tek başına evli bir bayan olarak.. En ufacık bile olsa beni rahatsız edecek bir olay asla yaşamadım.
Tunceli hakkındaki bütün önyargılar yıkılmıştı artık ..
O, yüksek ahlâk sahibi Tuncelililer.. halâ kalbimin en güzel yerindeler..
Haaa!!!!...hamili kartlar ne oldu diye merak ediyorsanız söyleyeyim... onların hemen hemen hepsi.. EVLİLIK TEĶLİFİ OLARAK dönüş yaptı.. Vali muavininden başlayıp sırasıyla hakimi, doktoru, mühendisi...sıraya girdi.. Sanırım yanlış anladılar.. Babacığım. Hani göz kulak olun babında demişti ama...onlar işi tek başlarına sahiplenmeye kadar götürdüler..
Rahatsız ettiler mi???..Asla..
Red cevabı aldıklarında.. YA BENİMSIN ..YA TOPRAĞIN DEMEDİLER... Hepsi de çok beyefendiydi de.. benim evlenmek gibi bir derdim yoktu..
Yıllarca evimizde espri konusu oldu, teklifler...
-Baba bak!!!...kıymetini bil...Annemi ne doktorlar.. ne mühendisler... ne hakimler.. ne valiler istemiş te ..o seni seçmiş.
Karşı saldırı gecikmiyor..
-Siz biliyor musunuz ??...bana kaç tane kız Aşk mektubu yazdı da. Ben Annenizi seçtim...
Önyargıları yıkmak ..atomu parçalamaktan zordur ..denir ya...ben inanmıyorum... Yeter ki yıkmak isteyelim...
Selâm olsun...Tunceli’ye ve yüksek ahlâklı Tuncelilere..
Naciye Akay Ocak 2021 Urla
12 notes
·
View notes
Text
Büyük erk transferi. 1999 depremi ne merkezi devlet ne yerel belediyeler iyi kamu yönetimi sağlayabildiğini ortaya koyunca, kamu erklerini topyekun özel sektöre devretme bahanesi oldu. Arjantin ile eş zaman (tesadüf mü?) maliye krizi ekonomiyi yerle bir etti, devlet (TMSF) birçok iştiraki eski elitlerin elinden aldı, bir alt tabakaya ucuza devretti, bununla kalmadı kamu sorumluluğu olan her faaliyet alanını bu yeni kalbur üstü kitleye devretti.
1999'da vatandaş devlete insan hakları mahkemesinde dava açabiliyordu. 2023 depremi oldu, suçlu aramak herkese fuzuli geldi, çünkü devlet tüm sorumluluklarını özel sektöre ve TANRI ya ( işin fıtratında var, madenlerde önlem alınmaz madenciler ölür fıtrat, imar barışı meydanlarda övüne övüne anlatılır fıtrat, ormanlar yanar fıtrat, dere havzalarına ev yapılır dereler taşar insanlar ölür fıtrat ama kimse de demekki yahu kardeşim fay hattı belli yapıda kullanacağın malzeme belli madenlerde alacağın önlemler belli bile bile neden lades deyip sonrada bunu TANRI nın üzerine atıyorsun ) devretmişti, insanlar bunun doğruluğuna inanmıştı ve ticari yasaya göre Anonim Şirket sahiplerinin adeta dokunulmazlığı var. Firma bünyesinde ise adalet çok basit: ahlaki davrandın mi değil, firma sahibine geçen seneden daha fazla kazanç sağladın mı, yani performans yönetimi.
Bu durumda, ne merkezi ne yerel seçimlerde oy vermek fayda ediyor: göz boyama. Madem ki halkın hayatını etkileyen kuruluşlar özel sektör, vatandaşlar firmalara hissedar olup genel kurul toplantılarında oy verirse ancak kendi ülkesinde egemen olabilir. Hisse sahibi değilsen, seçimlerde sözü geçmeyen basit tüketicisin, söz sahibi hissedarlar maaşına da karar verir, oturduğun eve de, yediğine içtiğin de.
İşte böyle, eskiden "komünizm alkolde erir mi" sorusunu sorardık, şimdi "kapitalizm demokrasiyi eritir mi" soruyoruz ve öyle görünüyor. Bu yeni derebeylik düzeninde (dış güçlerin sermayesi padişah, hissedarlar derebeyi, yöneticiler ağa, tüketiciler kul) "delil istersen Kuran yeter, ibret almak istersen ölüm yeter, meşgul olmak istersen ibadet yeter, zengin olmak istersen kanaat yeter, bunlar da yetmezse cehennem yeter" diyen Ramazan Hoca neden katli vacip görüldüğü daha iyi anlaşılıyor: Müslümanlar tüketimin ebedi büyümesine dayalı materyalist özel sektörün derebeylik düzenine tehdit.
11 notes
·
View notes
Text
"Az önce, bürokratlar çoğaldıkça hükümetin tembelleştiğini kanıtladım. Daha önce da halk ne kadar kalabalıksa baskı gücünün o kadar büyük olması gerektiğini kanıtlamıştım. Dolayısıyla, bürokratların hükümetle ilişkisi, bireylerin egemen güçle olan ilişkisinin tersine işlemelidir. Bu demektir ki devlet büyüdükçe, hükümet daraltılmalıdır. Halkın nüfusundaki artışa oranla liderlerin sayısı azalmalıdır."
10 notes
·
View notes
Text
İNSANLAR DELİRMEZ
"DEVLET DELİRTİR"
ilginç bir gazete yazısı;
“Jack her gece evdeki gaz lambasını bir önceki güne göre giderek daha fazla kısar.
Karısı Bella ışığı onun kıstığını bilmez ve devamlı kocasına sorar:
“Gaz lambası giderek daha mı az ışık veriyor?”
Jack ona sinirlenir “Sana öyle geliyor” der.
Bella ne olduğunu anlayamaz.
Işığın her gün biraz daha azaldığından emindir ama kocasının tepkisi yüzünden ışığın azalmadığına inanır.
Kendisinden şüphe duymaya başlar.
Bu şekilde karısını delirtmeye çalışan Jack’in uyguladığı bu yöntemi Gaslight isimli bir tiyatro oyununda izleriz. Oradan bir filme aktarılır. Ve nihayetinde psikiyatride bir terime evrilir.
Gaslighting, ikili ilişkilerde bir tarafın diğer tarafa uyguladığı psikolojik şiddeti tarif eden bir terim. Karşısındakini çeşitli hileli tavırlar ve ithamlarla güçsüz, muhtaç, sorunlu ve hatalı olduğuna inandıran taraf, onu bu yöntemle yönetir, özgüvenini zedeler ve kendine bağımlı hale getirir.
Aslen bir egemen ve mağdur ilişkisinin tanımıdır.
Kadın erkek ilişkisinde sıkça rastlanır.
Aynı zamanda dini ve sivil tüm iktidarların en güçlü silahı da budur.
Devletler de halklara gaslighting uygular.
En iyi devlet de en kötü devlet de bu yöntemi sever.
Otoritelerin hepsi, karşılarındaki bireyleri tek başlarına değersiz, hatalı, tehlikeli, günahkâr olduklarına ve başlarında güçlü bir kontrol mekanizması olmazsa felakete sürükleneceklerine inandırırlar.
Kendinden şüphe duyan insan, o yüzden devlete kayıtsız şartsız güvenir ve güçlü olmakla kötü olmak arasındaki ayrımı yapamaz hale gelir.
Mevcut devletten memnun olmadığı durumlarda bile bir benzerinin daha iyi olabileceğine ikna olur. O yüzden yıkar, yıkar ve yerine hep bir benzerini kurar.
İnsanlar devletsiz bir toplum hayal edemezler. Lidersiz bir hareket, babasız bir aile, kırbaçsız bir mutluluk... düşünemezler.
Otoritenin toplumda düzeni sağladığına, dünyayı daha yaşanır kıldığına ve olmadığı takdirde büyük bir kaosun ortasında bir başına kalacağına kanarlar.
Böylece babadan devlete, iktidarların baskıcılığını sorgulamaz, saldırganlığından şüphelenmez, yargılama ve cezalandırma yöntemlerini eleştirmezler.
Devlet ya da baba şiddetiyle yüzleşmek bile onları uyandırmaz.
Işığı, otorite kısar onlar ışığın kısıldığını zannettiklerini sanırlar.
İnsanlar, iktidarların zulmünde bile suçu hep kendilerinde ararlar.
İkili ilişkilerden toplumsal ilişkilere kadar irili ufaklı iktidarların çeşitli manipülasyonlarına kolayca kurban giden insan aklı;
Korkularla ve çaresizlikle donatıldığı bireysel hapishanesinden kurtulmak için, ya hırçınlaşıp büyük bir savaşı ölümüne göze alması gerektiğini ya da her şeyden vazgeçip erkenden kendi mezarına kendi kendine girmesi gerektiğini zannedecek kadar aklını kaybeder.
Oysa yapması gereken tek şey vardır.
Oturduğu yerden kalkması...
Gaz lambasının düğmesini yoklaması...
Gerçekten kısılmış mı yoksa tamamen açık mı bakması.
Hepsi bu kadar.
Şiddete başvurmadan, büyük savaşlara girmeden, dünyayı yakıp yıkmadan sadece sorunun merkezine odaklanıp, gerçeği görebileceği hamleyi yaparak kendi kaderini de dünyanın kaderini de değiştirebilecek olan insan...
Her seçim döneminde kendi iradesiyle seçtiğini zannettiği ama aslen ona dayatılan korkularının ve özgüvensizliğin rehberliğinde tercih ettiği iktidarların baskısı ve zulmü karşısında yaşadığı kısırdöngüden çıktığı gün gerçeği görecek.
Halklar delirmez, devletler delirtir.
3 notes
·
View notes
Text
Kadınlığın Dayanılmaz Ağırlığı Üzerine
Erkeklik gibi kadınlık da ideolojik bir kimliktir; topluma egemen olan ideolojik akıl üzerinden tarifi yapılır, rol verilir; bu rol üzerinden ödüle ya da cezaya layık görülür.
Tabii ki bu hep böyle değildi, özel mülkiyetin, ailenin ve devletin tarih sahnesine çıkmasıyla ortaya çıkmasıyla vücut bulmuştur. O günden bu yana kadın önce babanın, sonra kocanın, sonra geniş ailenin (aşiret, sülale) sonra da toplumun malı olarak görülür. Tabii bunların en tepesinde de devlet ve eğer dindar bir toplum ise din bulunmaktadır; zira kadının hukuk ve sosyal yaşamdaki yeri din ya da devlet tarafından "yasal" bir hal alır.
Kadın, esasında içine doğduğu topluluk açısında tıpkı herhangi bir mülk olarak kabul görür; alınabilir, satılabilir, el konulabilir, kullanılabilir ve hediye edilebilir.
Tarihte ülkeler, aşiretler, kılanlar birbirleriyle dostluk kurmak ya da aralarındaki düşmanlıklara son vermek için kadın takası yapmışlar. Keza birbirlerinden intikam almak için de karşı taraftan kadınlara tecavüz etmişler, el koymuşlar. Neyse ki bu saydıklarım dünyanın birçok bölgesinde artık yaşanmıyor, biçim değiştirerek kadının meta hali devam etse de bu bile kadınlar bakımından bir kazanımdır.
Ortaçağ üretim ilişkiler tasfiye edilmiş olsa da kültürü birçok toplumda, toplulukta varlığını sürdürmeye devam ediyor.
Aşiret, ulus, din, gelenek adı altında Ortaçağ değerleri yaşatılmak istenmekte; kadınlara nasıl yaşamaları gerektiği, ne giyecekleri, kimlerle arkadaş, sevgili olacakları, ne için içmeyecekleri vaaz edilmektedir. Mesela 6 yaşındaki bir kız çocuğunun bir erkekle evlendirilmesini kendi kültürü açısından kabul edilir bulan bu zihniyet, yetişkin bir kadının başka milletten ya da dinden bir erkekle evlenmesini "ahlaksızlık, ihanet, günahkârlık" olarak ilan ediyor. Aynısını bir erkek yapsa, bu bir övünç vesilesi oluyor; çünkü bu zihniyete göre kadın ele geçirilen ganimettir; dolayısıyla da erkek, başka toplumdan bir kadınla birlikte olursa, bu durumda düşmandan bir toprak parçası fethedilmiş oluyor.
Ebru Gündeş bunun bir örneğidir: Bilindiği gibi Ebru Gündeş, MHP'li bir Türk Milliyetçi, yeminli bir Kürt düşmanıdır, şimdilerde Güney Kürdistanlı zenginlerden Rassan Khoshnaw ile birlikte. Bu haber basında yer aldığında birçok Kürt, sanki savaşta bir mevzi kazanılmış gibi keyif almıştı. Eğer Ebru Gündeş Kürt, sevgilisi de Türk bir zengin olsaydı, o vakit ağza alınmayacak hakaretlere maruz kalacaktı. Bu tepkinin sömürge ulus olmakla değil, sömürge ulus erkeği olmakla alakası var.
Tabii ki sömürge ulustan kadınların (eğer kadın kendisini sömürge ulusun bir ferdi olarak görüyorsa) sömürgeciliği savunan sömürgeci ulustan erkeklerle İlişki kurmaları yanlıştır ama aynı şey kendisini sömürge ulusun bir ferdi olarak gören erkekleri için ahlak, kadını "orospu, düşkün" ilan ediyor; bu da "ulusalcılık" olarak pazarlanarak meşru kılınmak isteniyor.
Geneleve giden erkeğe göz kırpan, genelevdeki kadını "orospu" ilan eden erkek ahlakıdır bu, bunun ulusalcılıkla alakası yoktur.
Aynı ahlak, kendisinin uygun görmediği bir hayat yaşayan kadını "fahişe" ilan ederken, sokakta karşılaşıp da zihninde onlarca kez tecavüz ettiği kadının kendi milletinden olup olmadığıyla ilgilenmiyor. Geneleve gidince hiç de kendi milletinden olan kadınları ayırmıyor; "Bacım, sen bizim millettensin, seninle olmaz" demiyor." Sonuç olarak demek istediğim şudur: Kadınlar şu ya da bu milletin, babanın, kocanın, erkek kardeşin, mahallenin, dinin mülkü ya da "namusu" değildirler; her şeyde önce her kadın bir bireydir; hiçbir kadın, ne adına olursa olsun bedeni, cinselliği ya da yaşamı dolayısıyla hiçbir erkek tarafından yargılanamaz, zora, zorbalığa maruz bırakılmaz. İranlı kadınlar ne güzel ifade etmişler: "İnsanları zorla kendi cennetinize götüremezsiniz." Evet, kimse kimseye "öteki dünyadaki cennetini" de bu dünyadaki cehennemini de dayatamaz.
5 notes
·
View notes
Text
KAPİTALİZMİN FELSEFESİ
Söylemi özgürlük iken eylemi bireyci yarar ve mutluluk olan liberal felsefenin bileşenlerinden söz edeceğim. Kapitalizm ve onun yönetimindekiler, insanı "mutluluk mu, özgürlük mü" ikilemine sokarken bu tuzağa düşen gerçek özgürlükçüleri (liberalleri değil) mutsuz kılmayı da başarabilir. Bu ikileme dikkat etmeliyiz. Ayrıca liberalizmin varacağı noktadan da söz edeceğim. Liberalizmin yarattığı narsist birey ve narsist bireyin varacağı nokta olarak bilimsel görünmeye çalışan hastalık "sosyal darwinizm" çıkmazından söz edeceğim. Irkçılık, genetikle ulusların arasında ilişki olduğu yanılgısı üzerinden var oldu. Fakat medeniyet ve bilim tarihinin, ulusları dillerin oluşturduğu, dillerin doğadan öğrenilerek oluştuğu gerçeğini ortaya çıkarması ile insanı insana yabancılaştıran ırkçılık da çöktü. Bütün bunlara değinirken kapitalizmde psikolojik olarak düzelmeye de değineceğim.
Burjuvazinin felsefesi ve ideolojisi liberalizmdir. Çoğu ülkede ise "ideoloji" kaygan bir kavramdır. Bu kayganlık egemen sınıfın istediği şeydir. Liberalizmin temelinde mutluluğu en yüksek seviyeye çıkaracak şekilde tüketim yapan insan vardır. Her şey daha fazla mutluluğu hedefleyen ve daha fazla yarar amaçlayan insan tanımı üzerinedir. Çünkü kapitalizm, liberalizmi tüm bileşenleriyle bayrak edindi. Liberal felsefe, insanın özgür ve eşit olduğunu iddia eden bir felsefe, ancak aynı zamanda mülkiyeti temel alan liberal ekonomi, yani kapitalizm de söz konusudur. Liberal felsefe, aydınlıklar yüzyılı denilen 17.yy’ın sonunda ortaya çıktı. Liberal ekonomi ise kolektivizm ile çelişiyor, ayrıca özel mülkiyeti doğal bir hak sayıyor. Lİberal ekonomiye göre bireyler ayrı ayrı haklarına ulaşmaya çalışarak, kolektif çıkarlarını da gerçekleştirebilir. Liberalizme göre, piyasa işleyişine hiçbirşey engel olmamalı, devlet kurallara göre ekonomiye müdahale etmeli ve kurallara uymayanları cezalandırmalıdır. İşte bu tam olarak kapitalizmdir. Liberalizm kapitalizmdir ve felsefesi de kapitalizmin felsefesidir. Politik felsefe olarak liberalizm insanı merkeze alıp, insan özgürlüğüne vurgu yapmakla birlikte, özgürlüğü bir amaç olarak görmez ve erteledikçe erteler. 1920'ler boyunca savaşın zararlarını yaşayan, ekonomik koşulların zorlaştığı, işsizliğin arttığı, toplumsal hoşnutsuzluğun arttığı süreçte Naziler "Neşeyle Kuvvetlenme" ilkesiyle bir çeşit mutluluk propagandası yaptılar. Nazilerin popülerliğini arttıran en önemli kuruluşlardan biri KdF (Kraft durch Freude), yani "Neşeyle Kuvvetlenme" idi. 1939'a kadar milyonlarca insanın katıldığı organizasyon, özellikle işçilere ve ailelerine yönelik politikalar geliştirdi. Eğlence, boş zaman ve tüketim üzerine kurulu bir organizasyondu. Devletin popülerliğini öven örtük bir propaganda aracıydı. Her gün yaşanan ve felaket olarak görülen her şeye rağmen, devletin pozitifliğine dair propagandasını sürdürdü. KdF'nin hedefinde ücretli çalışan kesimler, işçiler vardı. Devlet tarafından, eğitimli ve daha üretken bir ülke için iş gücü propagandası yapılıyordu. Kurulan sistemin herkes için avantajlı olduğu yönde propaganda yapılıyordu. Sınıfsal çelişkilerin önemli olmadığı vurgulanıyordu. Devlet, pozitif yönetim teknikleri geliştirmeye çalıştı. Yaşamın boş zamanına hazzı, mutluluğu ve keyif alınan olguları koymaya çalıştı. Böylece hayatından ve işinden (devletten) keyif alan mutlu bir ulus devlet görünümü oluştu. Vatandaşlar için en iyi yönetimin bu olduğu propagandası yapıldı. Mutsuz olmak, muhalif olmaktı. Mutluluk çok geniş bir kavramdır. Yaşam biçimleri, kültürler, yaşamdan beklentiler, zevk ve tutkular, inançlar ve daha bir çok nedenle herkese göre değişiklik gösteriyor. Fakat bilimsel olarak tek bir şey ifade ediyor. Mutluluk bir beden durumudur ve bedenden geri bildirim geldiğinde mutlu olursunuz. Nefes almak gibidir. Times dergisine göre bilim insanları diyor ki; mutluluk hissinin %40'ını düşüncelerimiz, hareketlerimiz ve karakterimiz belirler, geri kalanın %50'si ise genetik faktörlerle ilgilidir. Yani bu bilgiye bakarsanız mutlu olmanın sadece %10'u çevre gibi insan beyninden bağımsız faktörlerden etkilenmektedir. Fakat insanlara nasıl "aklını kontrol et ve mutlu ol" diyebiliriz? İnsanların yaşayabilmeleri için gıda, barınma, eğitim sağlık ihtiyaçları var. Emekçiler bu ihtiyaçları karşılamakta zorlanıyor. Savaşlar, krizler, çevre kirliliği gibi sorunlar da var. Bunlardan dolayı mutsuz olmaya sebep olan şey kapitalizm iken insanlara nasıl "aklını kontrol et ve mutlu ol" diyebiliriz? Kapitalizm kendi krize girdikçe burjuvazi insanları birçok amaçla kalıba sokuyor. Medyayı kullanıyor.
Bu mutsuzluk durumlarında, dizi ve filmlerde konu fakirlik de olsa fakir olan sonunda zenginleşiyor. Herkes zengin mi olacak, kapitalizm medya aracılığıyla topluma bunu mu vaat ediyor? Filmlerdeki çağa uyan insan felsefesi, para kazanmak ve harcamaktır. Kişi sürekli kendisi için düşünmelidir, çünkü kapitalizmin felsefesi olarak liberalizme göre mutluluk bu formülde gizlidir. Reklamlarda bir çikolatayla mutlu olabiliyorsunuz ya da bir otomobille ayrıcalıklı sayılıyorsunuz veya lüks bir rezidans ile yaşama meydan okuyorsunuz. Emekçiler, bu tüketim kışkırtması sonucunda, maddi olanaklara kavuştuklarında değer göreceklerine inandırılıyorlar. Kapitalizm insanları o kadar küçük beklentilere razı etti ki, büyük idealler ve amaçlar insan aklından uzaklaştı. Küçük metalar satın almak insanları tutsak etti. Bencillik, bireycilik, rekabeti arttırıyor ve arttırdıkça insanların duygu durumları daha da sarsılıyor. Gerçek olansa, mutluluk bir duygu durumudur ve sürekli aynı duygu durumunda kalmak sağlıklı değildir. Psikolojik sağlığın en önemli göstergelerinden biri, kişinin tüm duyguları hissetmeye açık, herhangi bir duyguda çok kalmadan ve hiçbirinden kaçmadan duyguları deneyimlemesidir. Times dergisindeki bilim insanlarının aksine mutluluk bir bilimdir ve pozitif psikolojidir.
Pozitif psikolojinin amacı olması amaçlanana odaklanmaktır. Mutluluk bilimi ya da pozitif psikoloji, kişilerin güçlü olan yanlanlarıyla ilgilenir. Böylece kişiler kendilerini daha iyi durumlara ulaşmak için motive eder. Günümüzde pozitif psikoloji ders olarak okutulmakta ve mutluluk bilimi sosyal alanlarda başarılı olmak için öğretilmektedir. Bu psikolojiyle uğraşanlar, herkes için genel geçer çözüm olmadığını belirtiyor. Sosyal ilişkileri güçlü ve başarılı olanların mutlu olduğunu ekliyor ve sosyal ilişkileri arkadaşlık sayısıyla ilişkilendirmiyor. Mutlu insanın akıl sağlığı düzgün insan olduğunu, kendisiyle barışık olduğunu ve doğayla iyi ilişkiler kurduğunu belirtiyor. Amacı olan insanların, insanlığa yararlı olabilmeyi hedefleyen kişiler olduğunu belirtiyorlar. Anlaşılıyor ki mutluluk için, Times dergisinin söylediğinin aksine çaba göstermek gerekiyor. Mutluluk konusunda ise felsefenin önermelerinin yerini kesinlik aldı. Fakat yine de felsefeye değinmeden edemeyiz. Bilimden önce felsefe bu konuda akıl yürüttü. Aristo "mutluluk anlık hislerden oluşmaz, nihai hedeftir" derdi. Kant "mutluluk tüm eğilimlerin memnuniyetidir" derdi. Nietzche "mutluluk insanların çevrelerine uyguladıkları bir güçtür" derdi. Sokrates "mutluluk kişinin kendine bahşettiği başarılarından gelir" derdi. Platon mutlu olmanın yolunu "bir önceki yıla göre edindiğimiz başarı" olarak görürdü. Felsefenin, bilimin gelişmesinde yararını göz ardı etmesek de, artık bilim bu çıkarımları gereksiz kılıyor. Ben yine de liberal felsefenin ağacına su akıtan her oluğu eşeleyeceğim ve size meyvesini göstereceğim. Roma imparatorluğunun egemen felsefesi olan Stoacılık, örgütlü bir hareket olarak yaklaşık 500 yıl devam etti. Bu süreçte uluslar arası boyut kazandı ve günümüzde de liberalizm tarafından teşvik ediliyor. Daha çok ahlak felsefesi olarak ön plana çıksa da yaşamın bütününü kucaklayan bir felsefedir. Stoacılığın bize sunacağı iki yardım var: İlki, endişelendiğimizde, çoğu insan bizi neşelendirmeye çalışırken ve en akıllıları bile "neşelen" derken Stoacılar umut vermezler. Çünkü umut duyguların afyonudur ve kişinin iç huzurunu sağlamak için kesinlikle yok edilmelidir. Stoacılık bunun yanında, anın kıymetini bilmek, geçmişe takılmamak, bugünü pişmanlıklarda bulandırmamak, olaylara bakış açımızı değiştirerek, kendimizi tanıyarak ve sınırlarımızı bilerek bunu kabullenerek mutlulu��a erişebileceğimizi öğütler. Stoacılık, dünyayla ilgili teorilerle ilgilenmez ve sonsuz bir tartışma için değil, eylem için vardır. Adını Zenon'un derslerini verdiği stoa isimli direkli galeriden alır. Stoacılar, dört önemli erdem aracılığıyla öz-gelişim amacı güderler. Pratik bilgelik, aşırıya kaçmama, adalet, cesaret. Bütün bunlara rağmen, Stoacı öğreti, ahlaklı olmanın koşulunu dışsal değil de içsel özgürlüklere bağladığı yerde, sosyal eşitsizliklerle ilgili herhangi bir eleştiri sunmaz. Hatta Roma Anayasası'nı doğal anayasa olarak gördüğünden, köleliği de doğallaştırır. Belki de liberalizmin bugün Stoacılığı teşvik edişi bundandır. Eudaimonizm, Antik çağda insan davranışlarının mutluluk isteğiyle belirlendiğini ileri süren ahlak felsefesidir. Buna göre en üstün iyi, mutluluktur. Sokrates'e göre, en üstün iyi olan mutluluk, ahlaki mutluluktur ki bu da bilgiyle elde edilir. Bu durum Sokrates'ten sonra bütün Yunan düşünürlerince kabul edildi. Mutluluk, bütün öğretilere göre iyi yaşama anlamındadır. Bu konuda toplumsalı bireysele indirgemek, mutluluk koşullarını her zaman ve her yerde aynı ve geçerli saymak gibi, temelsizce mutluluğu ölümden sonrasına aktaran teolojik anlayıştan çok daha bilimsel olan eudaimonizmin, insanları bu dünyada mutlu kılmak gibi yüce bir gücü vardır. Fakat Fransız burjuva materyalistleriyle, İngiliz ve Amerikan pragmatistleri, bütün idealist yanılgılarıyla temelde eudaimonizmden yola çıktılar. Liberalizmin eudaimonizmi teşvik edişi, burjuva materyalistlerin ve idealistlerin ellerinde yücelmesindendir.
Hazza uyum, 1970'li yıllarda iki psikolog tarafından ortaya atıldı. 1971'de bir başkası tarafından basitleştirildi ve mutluluk çarkı biçimini aldı. Bu teoriye göre her insanın mutluluğu, ulaşabileceği en yüksek seviye ve düşebileceği en alçak seviye arasında belirlidir. Olağan ya da olağan olmayan yaşam şartları altında, insanların yaşama uyum sağlarken yakaladıkları mutluluk seviyesi, aslında her zaman aynı döngünün içindedir. Hedone eski Yunancada haz ve zevk anlamına gelmektedir. Hedonizm ise, hazcılık demektir. Haz bireysel olarak ortaya çıkan bir hoşlanma duygusudur. Bireyin haz duygusu sadece o kişinin eylemleri için geçerlidir ve evrensel bir özellik taşımaz. Bu yüzden hedonizme göre evrensel ahlak yasası yoktur. Psikolojik ve ahlaki olarak iki hedonizm vardır. İnsanların psikolojik anlamda yalnızca haz almayı istediği hedonizm ve zevki en yüksek seviyeye çıkarmanın temel ahlaki sorumluluk olduğunu söyleyen diğer hedonizm.
Hedonistler sürekli olarak zevk ve hazzın peşinde koşarlar ve bunun en doğru yaşama biçimi olduğuna inanırlar. Kişinin, anlık istek, zevk ve hazzını, karşısındaki diğer insanları önemsemeden yaşaması gerektiğini savunurlar. Hatta bilginin de anda yaşanan duygulardan oluştuğunu düşünürler. Ayrıca hedonizm, çalışma kültürü açısından da kişinin kendisi için çalışmasını ifade eder. Bu da, bireyin kendisi ve bireysel çıkarlarıyla hedefleri için para kazanması demektir. Hedonistlerde ortak özellikler; bencillik, kendini beğenme, başkalarını kendi çıkarları için kullanma, eleştiriye kapalı olma şeklinde görülür. Günümüzde hedonizm, hayatın tek amacının yeme, içme ve sınırsız eğlence olduğu yanılgısı üzerinden yükseliyor. Liberalizmin istediği bireye ne kadar da benziyor. 400 yılı aşan kapitalist ekonomi, bireyin özellikle hazcı olduğu bilincini topluma yerleştirdi. Kapitalizmin varsaydığı insan tipi yukarıda bahsettiğim hedonist bireydir. Bunun sonucu olarak bu birey için en önemli davranış biçimi, mutluluğun ve hazzın gıdası olan tüketime yönelmektir. Bireyin satın alacağı meta ve hizmetlerden sağlayacağı yarar ile mutluluğu, hazzını perçinleştirecektir. Epikür'ün felsefesini ele alalım: "Yiyelim, içelim çünkü yarın öleceğiz." Epikürcülere göre insanın en yüksek ideali kendi mutluluğu ve hayatın tadını çıkarmaktır. Her hareketi doğru ve adil olana değil, şu sorunun yanıtına dayanmalıdır: Bu şu an keyfime katkıda bulunacak mı? Epikürcülük, fiziksel haz en büyük iyiliktir der, fiziksel acı ise en büyük kötülüktür. Epikür determinist değildir; nedensiz bir sonucun mümkün olduğunu kabul eder. Epikürcülüğün atomlardan anladığı, kaderci oluşuyla birlikte tam da liberalizmin istediği teslimiyet koşullarını oluşturur. Epikür'e göre insan, kadere kayıtsız kalmalıdır. Çünkü insan, ancak kendi iradesinin ürünü olan şeylere ilgi duyabilir. İnsan, yalnızca akıllı davranıp bize sunulan bir yığın şeyden mutluluk sağlayanları ayırmayı bilmelidir. Epikür'ün "akıllıca davranmak" sözündeki amacı, sonunda acı verecek hazlardan kaçınmaktır. Çünkü insan temel ihtiyaçları olmadan yaşayamayacağından, ihtiyaçlarını tatmin etmekten geri durmayacaktır.
İnsan hiçbir şeye gereğinden fazla ilgi göstermemelidir; çünkü fazlalık sonunda her zaman acıya neden olur. İnsan, şan ve şeref gibi görünüşe dayalı değerlerden uzak durmayı da bilmelidir. Bu sahte değerler insanı, hep daha fazlasını istemeye yönlendirirler, ama bunlara yeter derecede sahip olunamayacağı için insan sürekli bir huzursuzluk içine düşer. Bu nedenle sonunda doyumsuzluk ve tiksinti yaratmayacak olan içsel hazlara ilgi göstermelidir. Bir de insan uyuşabildiği, kendisiyle aynı düşüncede ve karakterde olan insanlarla dostluk etmelidir. Bu düşüncenin sonucu olarak Epikürcüler, gerçekten benzerine az rastlanan arkadaş topluluğu kurmuşlardır. Ahlakın amacı, acıları ve sıkıntıları ortadan kaldırmak, aklı dinginliğe ulaştırmaktır. Bilge, isteklerini yaparak, onları doyurarak dinginliğe ulaşır. Epikür ahlakı, amaçta Stoacı ahlaka benzer. Fakat ayrılık amaçlardadır. Epikürcülükte zevkler derece derecedir. Bilge, zevklerin hesabını ustaca yaparak onlardan en çok hoşlanmayı becerebilendir. Her zevk, az çok bir sıkıntıyla birlikte geleceğine göre, Epikürcülük sıkıntıdan kurtulmak için en sonunda dünyadan kopmayı öğütleyecektir. Bilinmezciliğe adanan akıl işlevsizleşir. Bu durum kapitalizmin birey üzerinde en çok istediği durumdur. Utilitarizme göre ahlak, yarara göre ölçülür. Utilitarizm, evrensel ahlak yasasını reddeden, bir şeyin doğru ve yanlışlığını sağladığı yarara göre değerlendiren bir felsefedir. En üstün yarar iyidir ve iyiyi kötüden ayırmak için yararlı olup olmadığına bakılmalıdır. Olayların, yarar ve bir amaca yönelik olması gerekti��ini savunur. Yararlı işler iyidir, yararsızlar kötüdür. Bu felsefeye göre yaptığımız her iş yararlı olmalıdır. İyi davranışı, haz veren yararlı davranış olarak tanımlayan kişi utilitaristtir. Utilitarist ahlak, yararı toplumsal olarak değerlendirmez. Temel aldığı birim bireydir. Bireyin hazzı ve yararı bazen toplumların aleyhine olur. Aynı zamanda toplum içerisindeki bireylerin mutluluğu aynı anda mümkün olmayabilir. Yarar veya haz ile toplumsal ahlak birçok durumda çelişmektedir. Bu durumda birçok ideoloji kişisel yarar yerine toplumsal yararı temel alır. Dinler de dahil olmak üzere kişiler arasındaki ilişkiyi toplumsal değerler üzerine kurmak yaygınlaşır. Bu da kapitalizmde bireyi, istekleri üzerinden teslim almanın başka bir türüdür. Gündelik yaşamımızın ilk bakışta çok dikkat çekmeyen yönlerinden biridir pragmatizm. Dilimize Fransızca'dan giren sözcüğün, felsefenin yanında gündelik dilde yüklendiği "sonuç odaklı yaklaşım" gibi daha somut ve geçerli anlamı da var. Pragmatizm, Amerika'da ortaya çıkan ve daha sonra ülke felsefesi durumuna gelen bir felsefedir. Pragmatizm, felsefe olmaktan çok bir yöntemdir, düşünceyi doğurduğu eyleme göre ölçen bir eylem. Bu yöntemde yeni bir şey yoktur ve günümüze gelinceye kadar evrensel bir görev bilinci yoktu. Pragmatizm, her şeyden önce, başka türlü son verilmeyecek olan metafizik tartışmaların yatıştırılması yöntemidir. Pragmatizm ile kapitalizmin kendine özgü, metafiziği koruma felsefesi de kuruldu. Bu durumlarda pragmatizm, her kavrama kendisinden değer verilebilecek pratik sonuçlar çıkarmak suretiyle yorumlar yapar. Bu tartışmaların sonu gelmez ve bilinmezlik ile pragmatizm hep kazanır gibi görünür. Bilinmeyen-olmayan şeyi eşeler durursunuz. Oysa pragmatizm yalnızca geçiştirme aracıdır. Pragmatizm, "tanrıya inanmak insanlar için yararlı bir eylemdir" derken, onun düşünce sisteminde yaratacağı sis bulutundan hiç söz etmiyor. Bu noktada pragmatizm kendisiyle çelişiyor ve yarar sağlayacağına zarar veriyor. Elbette burada inanç konusunda "kime faydası olmalı" sorusu gündeme gelmektedir ve pragmatizmin bu soruya yanıtı "bana faydası olmalı" oluyor. Bunun felsefede anlamı ise "öznel idealizmin", "tek benciliğin" biçimidir. Pragmatizmde bize sorulan "neye inanmak daha iyi olurdu" sorusu da, soruya soruyla karşılık veriyor: Neye inanmak zorundayız? Bu sorunun pragmatizmde karşılığı şudur: İnanılması bizim için daha iyi olan şeye inanmak zorundayız. Yani pragmatist çıkarına göre inanacaktır.
Ona göre erdem, yaşayışımız için elverişli olduğu sürece, pratik yarar sağladığı sürece doğrudur. Her şey pratik yarar ölçüsüne göre değerlendirilmelidir. Pragmacılar, soyut düşüncelere, deney öncesi düşüncelere de kendi yöntemlerini uyguluyorlar. Onlara göre doğru düşünce, pratikte doğrulanabilen düşüncedir. Bu düşünce kafamızda dururken doğru olamaz. Ancak olaylar nedeniyle doğru duruma gelebilir. İnsan, davranışlarından ve eylemlerinden sorumlu bir varlıktır. Toplumsal mücadelenin son hedefi "praksisi" ya da "eylemli toplumu" ortaya çıkarmaktır. İnsanı, gelişimini sınırlayan her şeyden kurtararak, toplum yaşamının öznesi durumuna sokmaktır. Bu da ancak kolektif bir özne yaratılmasıyla ve emek etrafında birleşmesiyle mümkündür. İnsan davranışlarından sorumludur. Çünkü insanın davranışları, toplum yaşamını, çevreyi, dünyayı, uygarlığı ve tarihi etkiler. Bunun sonuçları hemen ortaya çıkmasa da bir süre sonra görülecektir. Öznede kolektif davranış çözülerek, yerini siyasallığı dışlayan bireyci çözümler aldığında, insan özne olmaktan çıkarak, bireyci-yararcı arayışlara yönelir. Bu arayışlar üzerlerine yenilerini koyar, kendi pragmatik davranış ve ifade biçimlerini yaratır. Genel olarak, egemen sınıfın çıkarlarını ve bunun ifadesi olarak egemenliğini korumak için yararlı olan her şeyin doğru olduğu mantığından hareket eden pragmatizm, emperyalizm çağında bütün burjuva egemenlerin genel felsefe teşvikidir. Psikologlar narsizmi, psikopatlık ve makyavelizm ile ilişkilenen karanlık bir üçlü olarak görür. Narsistler, empati kurmayan ve utanç-suçluluk duymayan insanlardır. Bireylerin ötekileştirme, kırılganlık ve kendilerini iyi hissetmek için başkalarını aşağılama eğilimleriyle birlikte kendilerini üstün, yetkili ve özel görmeleri olarak tanımlanabilir. Narsist, dış dünya kendisinden ibaret olmadığı ve kendi içselliğinden farklı olduğu için, dünyayı algılamakta zorlanır. Narsist liderin ise en büyük korkusu gücünü kaybetmektir. Herhangi bir topluluktaki bir kişi tarafından da olsa üstü kapalı eleştirilse, bütün dikkatini o kişiye odaklar. O kişiyi düşmanlaştırır. Örneğin; o kişi tarafından kıskanıldığına inanır. Gerçekte ise kendileri, yoğun kıskançlık duyguları yaşarlar ve her türlü başarının kendi hakları olduğuna inanırlar. Küstah, kendini beğenmiş, insanlara tepeden bakan bir duruşları olduğunu kabul eder, ancak bunu hak ettiklerini düşünürler. Bunu da açıkça ifade etmekten çekinmezler. Çevrelerine aşırı öz güvenli görünürler, fakat bu durum derinlerde gizlenmiş güvensizlik duygusu ve düşük öz saygı ile kuşanmıştır. Narsist insanlar sürekli olarak duygusal ihtiyaçlarını kullanmak için sığ ve zayıf ilişkiler içerisinde olurlar.
Dolayısıyla narsistik özellikler bir değer yitimine uğradığı anda, bu durum narsistik kişilik bozukluğuna neden olur. Narsizm; sanayi devrimiyle birlikte toplumda yayılan modern bir salgındır. Toplumsal olandan kişisel olana doğru bir odaklanma söz konusudur. Öz-saygı değişimi için burası önemli bir dönüş noktasıydı. Hayattaki başarı için öz-saygı bir kilit olarak tanımlanmaya başlandı. Bireyciliğin gelişmesi ve toplumun modernleşmesiyle benimsenmiş sosyal kuralların azalmasıyla birlikte, aile ve toplum, bireylere sağladıkları desteği artık sağlayamaz duruma geldi. Ve araştırmalar, sosyal bağlara dayalı olmanın (bulunulan topluma, aileye ve arkadaşlarla bağlılık) sağlık açısından temel yararlar sağladığını ortaya koydu. Sosyal toplum bozuldukça "diğer insanlar için de en iyi olan hangisidir" sorusunun yerini "benim için en iyi olan hangisidir" sorusu aldı. Bu biçimde bir modernleşme; her şeyden önce zenginlik, ün ve şöhreti över duruma geldi. Bütün bunlar, sosyal bağlardaki kırılmalarla birleşince de "sosyal anlamda boş benlik" ortaya çıktı. Yine emperyalizmin istediği oldu. İşte kapitalizmin felsefesinin meyvesine, bizi getirdiği nokta "sosyal darwinizm" ve onun özlemle istediği "öjeniye" geldik. Bütün o mutlulukçuluk ve bencillik isteğinin altında yatan temel sebebe geldik. Sosyal darwinizm, Charles Darwin'in evrim teorisinin oluşturulmasında kanıt olarak sunduğu "ortama uyum sağlamakta güçlük çeken canlılar zaman içinde yerlerini, ortama daha kolay ayak uydurabilen daha güçlü canlılara bırakırlar" görüşünün, bazı düşünürler tarafından sosyolojide veri olarak alınmasıyla oluştu. Sosyal darwinizm, Darwin'in adını taşımasına karşın temel olarak teoriyi geliştirenler H.Spencer, T.Malthus, F.Galton gibi başkalarıdır. Sosyal darwinizm terimi ilk olarak 1879'da Oscar Scmidth tarafından "Popüler Bilim" dergisinde yayınlansa da bilimle ilgisi yoktur. Sosyal Darwinizm ile klasik ekonomi arasındaki ilişkinin arkasında Thomas Malthus ve onun nüfus teorisi vardır. Klasik ekonominin öncülerinden kabul edilen Malthus'un insanlığın nüfus artış hızının kaynakların (özellikle gıda) artış hızından fazla olduğu, matematiksel anlamda ifade edilirse nüfus artışı geometrik bir dizi izlerken, kaynakların artış hızının aritmetik bir dizi halinde artması, bu nedenle uzun süreçte zorunlu bir şekilde var olan kaynakların var olan nüfusa yetmeyeceği ve bununda bir doğal ayıklanma süreciyle beraber dengeye oturması gerektiğini, ve sistemde oluşacak bu gibi dengesizliklerin tamamen çok fazla çoğalan alt sınıflar tarafından kaynaklandığını savundu. Bununla birlikte, burada gözden kaçan durum, evrim teorisinin "en güçlünün hayatta kalması" değil; "en uyumlunun, değişime en açık olanın hayatta kalması" olduğu gerçeğidir.
Güçlünün hayatta kalmasını iddia eden kişi H.Spencer olmasına karşın Darwin ısrarla "güçlülük" değil "değişime açıklık ve uyumluluk" dedi. Hatta kuzeni F.Galton'ın evrim teorisine dayanan ve sadece en sağlıklı/verimli insanların üremesine izin verilip, diğerlerinin üremesine engel olarak daha başarılı insan toplumları yaratılması gerektiği görüşünü ileri süren öjeni düşüncesine de ömrü boyunca sertçe karşı çıktı. Darwin'in kendisiyle ilgili olmayan bilimsellikten uzak "sosyal darwinizm" teorisine karşıtlığına rağmen Alman tarih okulu "güçlü olanın ayakta kalacağı" düşüncesinden yola çıkarak "güçlü olanın haklı da olduğu" düşüncesiyle sistematik ırkçılığın temellerini attı. O süreçte ırkçı Alman tarih okulunun tarih görüşü "tarih bir uluslar savaşıdır ve saf ve güçlü olan ulus bu savaştan galip çıkacaktır" der. Fakat Darwin'deki "ırk" kavramı yaşadığı zamanın gereği olarak kullanıldı, insan için türe karşılık gelir ve ırkçılığı dışlar. Bugünün koşullarında da yaşayan insan "homo sapiens" olarak tek türdür. Peki sosyal darwinizm, dolayısıyla ırkçılık ne getirir? Öjeni getirir arkadaşlar. Öjeni suçtur ve emperyalizmin meyvesidir. 20.yy'ın ilk yarısında taraftarı çok olan öjeni teorisi, sakat ve hasta insanların ayıklanarak, insan ırkının yenilenmesini savunuyordu. Bu teoriye göre, nasıl sağlıklı hayvanlar birbirleriyle çiftleşerek iyi hayvan cinsleri oluşturuluyorsa, insan ırkı da yenilenebilirdi. Amerikalı öjenikçiler İtalya, Yunanistan ve Doğu Avrupa gibi küçük gördükleri toplumlardan gelen göçmen sayısını sınırlamayı da destekliyor, Amerikan vatandaşı olan akıl hastaları, geri zekalılar ve saralıların kısırlaştırılmasını ileri sürüyordu. Bu çabalar sonucunda Amerika'daki eyaletlerin yarısından çoğunda kısırlaştırma yasaları çıkarıldı; 1970'lere değin çok az da olsa, istek dışı kısırlaştırmanın olduğunu biliyoruz.
Öjenikçilerin düşünceleri, 1930'lardan buraya değin çok fazla eleştiriye hedef oldu; Almanya'da Nazilerin Yahudiler, Siyahlar ve eşcinsellerin ortadan kaldırılmasında öjenikten destek almasından sonra bu görüşler unutuldu. Öjeni düşüncesi, soykırım gibi, ırkçılığın en uç noktalarından biri olarak değerlendirilir. Bu iki kavram anılınca akla ilk gelen siyasal yapı faşizmdir. Irkçı teorisyenlerin başında gelen Henry Fairfield Osborn, "insan ırklarının evrimi" başlıklı bir makalesinde ortalama bir siyahinin zeka yaşı, homo sapiens türüne ait on bir yaşındaki bir çoçuğun zekasına ancak ulaşabilir diye yazıyordu. Öjenik denetim ilk kez 1883'te F.Galton tarafından ileri sürülmüştür. Bu görüşü destekleyenler "iyi" özellikleri olan insanların çocuk yapmaya teşvik edilmelerini; "kötü" özellikleri olanlarınsa aile kurmaktan kaçınmalarını önerirler. Ancak hangi özelliğin "iyi" ya da "kötü" olduğuna objektif olarak kimin karar verebileceği de ayrı bir sorundur. Yakın zamanlarda öjeni Avrupa'da ve ABD'de uygulanmıştır. 1926'da kurulan Amerikan Öjenik Derneği, toplumda burjuvazinin genetik yapısı nedeniyle ekonomik olarak güçlü olduğunu ve toplumsal konumunu hak ettiğini ileri sürdü. Emperyalizmin ilerideki planları arasında sınıf öjenizmi söz konusu olabilir. İşte size liberalizm ağacının olukları ve meyvesi öjenizm!
#epikür#epikürcülük#eudaimonizm#hedonizm#liberalizm#narsizm#öjeni#öjenik#sosyal darwinizm#stoa#stoacılık#utilitarizm
2 notes
·
View notes
Text
KADINLAR BİZİM KADINLARIMIZ.
Yüzyıllardır üzerinde çok tartıştığımız kadınlarımız
Yaşamın devam etmesini sağlayan tek sermayemiz.
Yüzyıllardır en büyük cefayı çeken her zorluğa katlanan
evin tüm yükünü sırtlayan
dayak yiyen
işkence gören
tecavüze uğrayan
katledilen
alınıp satılan
evin en ücra köşesinde saklanan misafirlere gösterilmeyen
babası kime verirse ona
gitmek zorunda olan
gittiği yerde susmak
zorunda olan
işkence görse bile
mutlu olmasa bile
babasının namusuna leke
gelmesin diye susan
ömür boyu soluk bir çiçek gibi yaşayan
kocasına köle olan
Hep erkeklerin istediği gibi
yaşamak zorunda olan
Ne giyeceğine erkeğin karar verdiği
nasıl gezeceğine erkeğin karar verdiği
Erkeklerin namussuzluğuna hiç bakılmadan
Sürekli kadının namusu üzerinden hesap sorulan
Tecavüze uğradığı zaman
Bekarsa namusum kirlenmesin diye susmak zorunda kalan
Evliyse kocam beni kovmasın diye susmak zorunda olan kadınlarımız.
Diğer taraftan
tüm reklam firmalarının
satış yüzü olan kadınlarımız kadınsız hiçbir şey satamayan kapitalistler
fuhuşa düşürülmüş kader kurbanı kadınlarımız
Hiç bir zaman kendisi olamamış
ne istediğini haykıramamış
egemen devlet sistemlerine
kendini kabul ettirememiş
eşit yaşam ve yasa oluşturamamış devlette işte sokakta toplu taşıma araçlarında eşitliği elde edememiş
hep susturulmuş kadınlarımız
İşte ben tüm bunları red ediyorum ve diyorum ki kadınlar olmasaydı erkeklerden bir nane olamazdı.
Ne çoğalabilirlerdi
Ne aşık olabilirlerdi
Ne neşelenebilirlerdi
Nede yaşamın zorluklarını
tek başına aşabilirlerdi.
O yüzden kadın erkeğin dünyasını renklendiren bir çiçektir
onsuz dünya
siyah beyaz olurdu sanırsam.
İyiki kadınlarımız var ve
dünya onların sayesinde güzel
Siz kadınlar hepiniz birer çiçeksiniz kimsenin sizi soldurmaya hakkı yok.
MİMOZA günlüğü.
4 notes
·
View notes
Text
100 yıl önce 100 yıl sonra…
Firat Aras
Türkiye Cumhuriyeti 100 yıl önce kuruldu.
Temelini Arnavut Kemal attı.
Bir devşirme olan Mustafa Kemal, Osmanlı bakiyesinden Türklere bir devlet kurdu.
Ardından da kendisini Türklerin yeni atası olarak ilan etti.
Kurduğu devlet, onun ölümünden sonra da hep devşirmeler tarafından yönetildi.
Kimi zaman Balkan, kimi zaman da Karadenizli devşirmeler devlete egemen oldu.
Son 20 yılda ise devlete, aralıksız olarak en uzun süre iktidarda kalan Gürcü Erdoğan damgasını vurdu.
Erdoğan 20 yıl önce Arnavut Kemal’in oluşturduğu askeri vesayete karşı olan toplumsal kesimlerin desteğiyle iktidara geldi.
Ancak bastığı zemini sağlama aldıktan sonra, yeni bir vesayetin temelini attı.
Akabinde kendisini devletin tek sahibi ve ümmetin tek temsilcisi olarak gördü.
Danışmanlarından birinin deyişiyle, 80 yılık reklam arasını kapatarak, Ak-Sarayından devleti bir padişah gibi yöneterek Abdülhamid’e dönüştü.
Yarın Erdoğan’ın son beş yılda adeta padişah tahtına dönüştürdüğü koltuk için seçim yapılacak.
Yarış iki aday arasında geçiyor.
Kuruluştan günümüz süregelen gelenek değişmiyor.
Çünkü yarışan her iki aday da devşirme…
Biri mevcut Cumhurbaşkanı Gürcü Recep Tayyip Erdoğan.
Diğeri Kürt-Alevi Kemal Kılıçdaroğlu.
Büyük bir sürpriz olmaz ise, bu kez Kürt-Alevi Kemal Cumhurbaşkanı seçilecek.
Kürt-Alevi Kemal’in kazanması halinde öncelikli hedefi, Gürcü Erdoğan’ın bozduğu devlet düzenini kuruluş ayarlarına yeniden uyarlamak.
Yaklaşık 24 saat sonra kimin kazanacağı belli olacak.
Ancak bir katakulli yaşanmaz ise, Kürt- Alevi Kemal resmî sonuçların kesinleşmesiyle, ilk iş olarak Gürcü Erdoğan’ın kullandığı Saray yerine, Ata’nın Çankaya’sına çıkacak.
Oradan devleti kuruluş ayarlarına mı çekecek…
Yoksa demokratikleştirecek mi…
Hep birlikte göreceğiz…
https://navkurd.net/2023/05/100-yil-oence-100-yil-sonra/
1 note
·
View note
Text
İstanbul Bakırköy'de “Eşitlik Yolunda 90 Yıl” Söyleşisi
https://pazaryerigundem.com/haber/194411/istanbul-bakirkoyde-esitlik-yolunda-90-yil-soylesisi/
İstanbul Bakırköy'de “Eşitlik Yolunda 90 Yıl” Söyleşisi
İSTANBUL (İGFA) – Bakırköy Belediyesi, her alanda eşitliğin sağlanması ve bu bilincin artırılması için çalışmalarını sürdürüyor. Türk kadınına seçme ve seçilme hakkının tanınmasının 90.yılı, Bakırköy’de anlamlı bir söyleşi ile taçlandı. Söyleşiye Bakırköy’ün ilk kadın Belediye Başkanı Doç. Dr. Ayşegül Ovalıoğlu, Devlet Eski Bakanı Önay Alpago, Oyuncu Açelya Akkoyun ve Sosyolog Doç. Dr. Yonca Altındal konuşmacı olarak katıldı. Moderatörlüğünü Gözde Şeker’in üstlendiği söyleşide alanında uzman kadınlar deneyimlerini aktararak vatandaşlara ilham oldu. Leyla Gencer Opera ve Sanat Merkezi’nde gerçekleştirilen buluşmaya çok sayıda vatandaş katıldı.
“Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında fırsat eşitliğini yakalayarak devam ederiz”
2024 yerel seçimlerinde seçilen 75 kadın belediye başkanından 34’ünün Cumhuriyet Halk Partili belediye başkanları olduğunu hatırlatan Başkan Ovalıoğlu, Kolay bir mücadele değil. Kendi hayatımdan da örnek verecek olursak kadın beyin cerrahı olmak kolay değil. Ben ilk defa asistanlığa başladığımda, erkek egemen bir branş olduğu için ön yargılarla karşılaştım. 20 kişinin içinde 3 kadın asistandık. Ancak ben ayrılırken bu sayı yarıya yaklaşmıştı. Yarısı kadın yarısı erkekti. Çünkü orada bir rol model olabildik. Ama bunun için kendi erkek meslektaşlarından daha fazla gayret sarf etmem gerekiyordu. İyi bir özgeçmişiniz olması, yeteneğinizin olması ve çok çalışmanız, çok daha fazla çalışmanız gerekiyordu. Yirmi beş yıl boyunca kamu kuruluşundaydım. Cerrahpaşa Tıp Fakültesini bitirdikten sonra çalışmaya başladım ve ben memnun olsam siyaseti düşünmezdim. Ama görüyorum ki siyaset tarafından alınan kararlar hayatımıza yön veriyor, şekil veriyor ve siyaset, bireysel çıkar aracı değildir. Siyaset bütün toplum için en iyi, en doğruyu eşit, adil, demokratik bir ortamda sunmak için oluşturulan politikaları gerçekleştirmek için bir araçtır. O araç doğru kullanılmalıdır. Kadın-erkek eşitliğine de eşit hizmet etmelidir. Umut ediyorum ki bunlardan sonra Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında fırsat eşitliğini yakalayarak devam ederiz diye düşünüyorum” ifadelerini kullandı.
“Bizi yetiştiren bu ülkeye biz borcumuzu ödüyoruz”
Bir kadın belediye başkanı olarak birtakım farklılıklar yaratması gerektiğini belirten Başkan Ovalıoğlu, “Yüzde 70’e yakın bir oy oranıyla burada halkımız teveccüh gösterdi, takdir etti ve bizi başkan seçti; kadın bir belediye başkanı oldu. Cumhuriyet tarihinde ilk defa bir kadın belediye başkanı seçildi buraya. Şimdi burada yükümüz ağır, sorumluluğumuz yüksek. Biz nasıl beyin cerrahisinde bir rol model oluşturduysak aynı şekilde burada da yerel yönetimlerdeki eşit, kapsayıcı, katılımcı yönetim anlayışımızı burada uygulamak zorundayız. 31 meclis üyesinden 11’i kadın meclis üyesi. Kadın meclis başkan vekilimiz var. Kadın fen işleri müdürümüz var. İçerideki kendi organizasyon şemamızda da şirketlerimizin idarecisi genel müdürümüz bir kadın yönetici. Kendi içimizde de gelir gelmez hukuk tarafımızdan eşitlik birimimizi kurarak bu idareci ve karar verici noktalardaki yöneticilerimizi de seçerken buna uyum sağlamaya, eşitliğe fırsat vermeye çalıştık. Bunu da uygulamalarımızda teker teker hayata geçiriyoruz. Bizi yetiştiren bu ülkeye biz borcumuzu ödüyoruz” şeklinde konuştu.
“Hizmetlerimizi üstüne koyarak artırmaya devam edeceğiz”
Kadın erkek eşitliğinin sağlanması ve kadının üzerindeki yükleri hafifletmek için çalışmalar yaptıklarını söyleyen Başkan Ovalıoğlu, “Önceliği kadının üzerindeki yükü hafifletmeye vermemiz lazım. Kadının özgürleşebilmesi için üzerindeki yükü almamız lazım. Engelli bakım evi de ileri yaş için gündüz bakım evi de çocuklar için ister çocuk etkinlik merkezi deyin ister kreş deyin ister gündüz bakım evi deyin, her ne derseniz deyin. Bunlara biz de destek olmamız gerekiyor. Bütçemizi de bu şekilde doğru bir şekilde yaymamız gerekiyor. Ülkemizin şu an geldiği ekonomik koşul var, hepimizin evine değmiş durumda. Biz kadının yükünü hafifletelim, ne yapalım? Sekiz tane yuvamız var. Sekiz tane yuvamızı dokuza çıkaracağız. 110 kişilik kız öğrenci yurdumuz var. Yetmez, bir tane daha açacağız. Bunu da projelendirdik. Engelli merkezimizi önümüzdeki sene devreye sokacağız. Lise geçiş sınavlarına, üniversiteye hazırlık kurslarımız var. Üniversiteye hazırlık kurslarımız 70-80 öğrenci kapasiteli olarak hizmet vermeye devam ediyor. Yeter mi? Yetmez. Aynı zamanda lise geçiş sınavı içinde yine bir etüt merkezimizin de önümüzdeki haftalarda açılışını yapacağız. Onlara canla başla en iyi eğitimi vermek için çırpınıp duruyoruz ve biz yöneticiler olarak da bunları dertleniyoruz. Ben bunu dertleniyorum, onu söylemek isterim ve onun için, bunun derdiyle de ben daha fazlası ne yapabilirim? Bu etüt merkezinin insanların hayatını rahatlatacağını düşünüyorum. Spor okullarımız var, ücretsiz evde sağlık hizmetimiz var. Okullarımızın temizliğini sağlıyoruz. Ücretsiz mamografi desteğimiz sürüyor. 4 kadın bu sayede erken teşhis alarak tedaviye başladı. Bu hizmetlerimizi üstüne koyarak artırmaya devam edeceğiz” ifadelerini kullandı.
“Kısacası kadın siyasetçi sayısının artması gerekiyor”
Siyasette nezaket dilinin artması gerektiğini ifade eden Eski Devlet Bakanı Önay Alpago, “Avrupa’nın pek çok ülkelerinde Bakanlar Kurulu sayıları, parlamenter sayıları yarı yarıya olabiliyor. Milli Savunma Bakanı kadın olabiliyor, Adalet, Kültür, Eğitim ve Dışişleri Bakanı kadın olabiliyor ama biz de ona çizilen sınırlar, tıpkı rol modellerde olduğu gibi. Çözümleri, bedelleri, umutları, acıları kadınlar anlar. Elbette her işte olduğu gibi muhakkak okulunuzun, geniş bilginizin çok olması gerekiyor ama göreviniz bu konularda kadınlarla ilgili o yaşamsal zorlukların, sıkıntıların giderilmesi için çalışmak gerekiyor. Ülkemizde de fırsat eşitliği açısından bunlara dikkat edilmesi gerekiyor. Kısacası kadın siyasetçi sayısının artması gerekiyor” diye konuştu.
“Eşitliğimiz tartışılacak bir konu değildir”
Oyuncu Açelya Akkoyun, “Aslında fırsat eşitliği konuşulmaması bile gereken bir şey. Eşitliğimiz tartışılacak bir konu değildir. Hele buraya bir sanatsal bakış açısıyla baktığımızda bu işin kadını erkeği yok, insanı var. Böyle baktığımızda da meseleye fırsat eşitsizliği ya da işte kadının ötelenmesi, öncelenmemesi ortaya çıkıyor” diye konuştu. Sosyolog Doç. Dr. Yonca Altındal ise kadının hayatın her alanında olması gerektiğinin altını çizerek, “Medyada, siyasette, ailede, eğitimde, kamusal hayatın her yerinde kadınların olabilmesi gerekiyor. Buna da eşitlik demek doğru olmaz. Niteliksel anlamdaki bir görünürlüğe çok ciddi ihtiyacımız var” dedi.
Söyleşi programının ardından sahne alan Sunay Akın, Mustafa Kemal Atatürk’ün zorluklar içerisinde kurduğu Türkiye Cumhuriyetinde ayak izleri olan Türk kadınını tarihsel boyutlarıyla anlattı. Kültürlü, zeki ve güçlü cumhuriyet kadınının etkileyici hikâyelerine ortak olunan anlatım büyük ilgi gördü.
Program sonunda konuşmacılara ve katılımcılara teşekkür eden Başkan Ovalıoğlu, “Her zaman yaptığımız gibi çalışmaya, üretmeye devam edeceğiz. Açıkçası burada da umut ediyorum ki güçlü kadınlar, güçlü insanlara ve güçlü çocuklara ilham kaynağı olsun ve ülkemizde umudu yeşertmeye devam edelim” diyerek çiçek takdiminde bulundu.
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
Text
Putin'in BRICS+ Zirvesinde Ortadoğu ve Küresel Güvenlik Üzerine Açıklamaları
Putin’den BRICS+ Zirvesinde Ortadoğu Açıklamaları Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Tataristan Cumhuriyeti’nin başkenti Kazan’da gerçekleştirilen BRICS Liderler Zirvesi’ndeki “Genişletilmiş BRICS+” toplantısında önemli açıklamalarda bulundu. Daha adil bir dünya düzenine geçişin zorluklarına dikkat çeken Putin, “Bu sürecin oluşumu, her şeye egemen olma mantığıyla düşünmeye ve hareket etmeye…
#Birleşmiş Milletler#BRICS#Filistin#finansal mekanizmalar#güvenlik sistemi#Gazze#Ortadoğu#Putin#uluslararası ulaşım
0 notes
Text
Öyle veya böyle olsa da - Özkan Yıkıcı
Yeniden ayni başlangıç filimini izledik. Şaka gibi gelse de gerçek. Her zaman ayni teraneler fırtınaymış gibi eser: “şunlar kabul edilmezse, ben hiçbir görüşmeğe gitmem”.. ama sonra Gönyeliğe dahi gitmem diyen veya en son “eşit egemen devlet kabul edilmez se veya federasyon görüşmem” lafazanlığı esip gürlerken, birden Nivyork yolunda görünür ve daha ne olduğunu anlamadan da görüşme yapılır. Ama…
0 notes
Text
Bu Millet, O Millet Mi? (1)
✍🏻 Yılmaz Dikbaş
https://www.gundemarsivi.com/bu-millet-o-millet-mi-1/
Önce “O MİLLETİ” kısaca tanıyalım.
1071 Malazgirt Savaşı’ndan sonra Orta Asya’dan kopup dalga dalga Anadolu’ya gelen Oğuz Türklerine, “O MİLLET” diyelim.
Oğuz Türkleri Anadolu’ya geldiklerinde, ülkede kendilerinden çok önce buraya gelip yerleşmiş Yunanlarla (Rumlarla), Ermenilerle, Yahudilerle, Kürtlerle, Süryanilerle ve diğer kavimlerle tanıştılar. Barışçı karakterdeki Oğuz Türkleri bu halklarla konuştu, anlaştı, önce arkadaş ve dost, sonra da kız alıp vererek akraba oldu.
Oğuz Türkleri Müslüman değildi. Tengri adını verdikleri bir tanrıları vardı, tek Tanrı’ya inanırlardı.
Peki, “Bu Millet” derken kimlerden söz ediyoruz?
Günümüz Türkiye’sinde yaşayanlara “BU MİLLET” diyoruz.
Bu yazımda sizlere “O MİLLETİN” nasıl “BU MİLLETE” dönüşmüş olduğunun acı öyküsünü kısaca anlatacağım.
Şimdi, “O MİLLETİ” biraz yakından tanıyalım.
OĞUZ TÜRKLERİNDE KADININ YERİ
İslam’ın çıkış ve ilk yayılış yılları 610 ile 661 yılları arasında gerçekleşmiştir.
Oysa Türkler, İslam ile 800’lü yılların ortasında tanışmaya başlamıştır. Türklerin İslam’ı benimseyişi 1.000’li yıllardadır.
Bu demektir ki, bazı Türkler İslam’ı Hz. Muhammed’in ölümünden yaklaşık 350 yıl sonra benimsemeye başlamıştır.
Hem Batılı hem de Arap tarihçiler şu gerçeği ortaya koymaktadırlar:
İslam dinini kabul etmeden önce Türklerde KADIN, eşit hak ve özgürlüklere sahip saygın bir değerdi.
Önce bu gerçeği gösteren bazı örnekler verelim, daha sonra da İslam dinini kabul ettikten sonra bazı Türkler arasında görülen, düşmanlığa kadar varan kadın karşıtlığının nedenlerini açıklayalım.
Oğuz Türklerinde, özellikle 700’lü 800’lü yıllarda, yani Şamanizm döneminde kadınlı erkekli dini toplantılar yapılmakta, toplantıya katılanlar bir daire halinde yerde oturmakta, sonra kalkıp kadın ve erkekler el ele tutuşarak meydana getirdikleri dairede “hü hü” diyerek dans edip hep birlikte kımız içmekteydiler.
Orta Asya’daki birçok Türk devletinde kadınlar devlet başkanlığı yapmaktaydılar. Örneğin, 8. yüzyılda Buhara, Toksan adındaki bir Hatun Sultan tarafından yönetilmekteydi.
734 yılında Bilge Han adına dikilen Orhun kitabelerinden anlaşılmaktadır ki, eski Türklerde kadın; siyasal, toplumsal ve ekonomik alanlarda özgürlüğe sahip bir varlıktı.
Göktürk devletinin başkanı Gültekin Han’ın annesi Bilge Hatun, devlet yönetiminde doğrudan yer almış ve çok başarılı işler görmüştür. Gültekin Han, iktidarı eşi Kutlulu Sultan ile birlikte kullanmıştır.
Selçuk Sultanı Tuğrul, 11. yüzyılda Bağdat’ı işgal ettikten sonra eski halifelerin sarayında Halife El Kasım Biemrillah’ın kızı ile evlenir; evlendiği kadını büyük bir saygı ile tahta oturtur. Arap tarihçisi İbni Halikan şöyle anlatıyor:
“…Sefer ayının 15. günü Prenses, sarayda kendisini bekleyen kocasına katıldı ve altın kumaşlarla süslü tahta çıktı ve kocasını bekledi. Tuğrul Bey eşinin karşısına diz çökerek geldi… Ona emsalsiz hediyeler vererek tekrar yeri öptü ve büyük bir saygı gösterisiyle ve mutluluk duyarak odasına çekildi.”
12. yüzyılın ünlü tarihçilerinden İbn Cübeyr, 1183–1184 yıllarında Gırnata, Mısır, Irak, Suriye ve Yakın Doğu ülkelerine yaptığı gezilerini anlatırken şöyle der:
“Tüm Arap ülkelerini dolaştım, Irak’taki Abbasi halifelerini ziyaret ettim, Selahattin İmparatorluğu’nu gezdim, fakat hiçbir yerde Türk ülkelerinde olduğu gibi kadına değer verildiğine tanık olmadım.”
Kristof Kolomb ve birçok gezgine esin kaynağı olan ünlü İtalyan gezgin Marco Polo (1254–1324), Türk kadınının özgür yaşamına, bağımsızlığına ve karakter olgunluğuna hayran olanlardan biridir.
Ünlü İtalyan gezgin, yazar, misyoner, keşiş Riccoldo da Montecroce, şunları yazmıştır:
“Türk ülkelerinde ve örneğin Selçuk devletinde egemen olan gelenekler, Arap ülkelerindekinden çok farklıdır ve bu farklılık, özellikle Türk kadınının toplumdaki üstün değeri ve yeri ile ilgilidir.”
Doğuda ve batıda gezip görmediği yer kalmayan Orta Çağın en büyük gezgini, “Seyahatname” adlı ünlü kitabın yazarı İbn Batuta (1304–1377), Türk kentlerine yaptığı gezileri anlatırken şöyle demektedir:
“Tuluktumar Emiri ile birlikte gittiğim bu kent, büyük Kuma nehri kıyılarındaki Türk kentlerinin en güzellerinden biri. Bu ülkede tanık olduğum en ilginç şey, Türklerin kadın sınıfına karşı gösterdikleri saygıdır. Diyebilirim ki Türkler, kadınlarını erkeklerden çok daha şerefli bir kertede tutmaktadırlar. Kiram kentinden ayrılırken Emir’in eşini arabada giderken gördüm. Arabası baştan aşağı süslü ve zengin mavi kumaşlarla örtülü idi; tenteleri açıktı.
… Türk kadınları peçe taşımazlar ve kapanmazlar. Sokakta yüzleri açık ve yalnız dolaşırlar. Ara sıra kendilerine kocalarının eşlik ettiği görülür…”
1331 yılında Sultan Muhammed Özbek Han’ı ziyaret eden İbn Batuta, gördüklerini şöyle anlatır:
“… Özbek Han, büyük bir imparatorluğun başındadır… Yeryüzünün en kudretli yedi hükümdarından biridir… Tahtına kurulmuş olarak otururken sağ yanında Taytugil Hatun ve onun yanında da Kebek Hatun, sol tarafında ise Bayalun Hatun ve yanında Urduca Hatun yer almışlardı. Tahtın hemen aşağı basamağında hükümdarın çocukları oturmaktaydı. Büyük oğlu sağda, küçük oğlu solda ve kızları tam ortada, Sultan’ın karşısında yer almışlardı. Odaya giren her hatunu Sultan ayağa kalkarak karşılıyor, elinden tutarak tahta çıkarıyordu. Ve bu merasim halkın gözleri önünde oluşuyordu.”
İbn Batuta’nın anlattığına göre Sultan’ın eşleri öylesine serbest ve uygar kadınlardır ki, Kuran yasaklarına rağmen, erkeklerin yanına çıkmaktan, yabancı erkeklerle konuşmaktan ve hatta onlarla geziye katılmaktan, hediye alışverişinden geri kalmamaktadırlar.
Ünlü İbn Batuta’yı biraz daha dinleyelim:
“Türk hükümdarlarının eşleri olan hatunların, toplum yönetiminde çok önemli bir yer aldıkları anlaşılmaktadır. Zira hükümdar ne zaman bir emir yayınlasa, bu emirnamede mutlaka, ‘İşbu emirname Sultan ile Hatun Sultan’ın ortak kararıdır’ şeklinde bir kayıt görülmektedir. Her hatun sultanın kendi egemenliği altında kentleri ve seyahate çıktıklarında kendilerine ait taşıtları, çadırları ve kampları vardır…”
Değerli Dostlar,
Bu yazının devamını 2. Bölümde yazacağım…
Yılmaz Dikbaş
0 notes
Video
youtube
Kapın Her Çalındıkça - Melihat Gülses ✩ Ritim Karaoke (MuhayyerKürdi Min... ⭐ Video'yu beğenmeyi ve Abone olmayı unutmayın 👍 Zile basarak bildirimleri açabilirsiniz 🔔 ❤ KATIL'dan Ritim Karaoke Ekibine Destek Olun (Join this channel to enjoy privileges.) ✩ ╰┈➤ https://www.youtube.com/channel/UCqm-5vmc2L6oFZ1vo2Fz3JQ/join ✩ ORİJİNAL VERSİYONU 🢃 Linkten Dinleyip Canlı Enstrüman Çalıp Söyleyerek Çalışabilirsiniz. ⭐ 🎧 ╰┈➤ https://youtu.be/LUN26DZ55Qk ✩ (MAKE A LIVE INSTRUMENT ACCOMPANIMENT ON RHYTHM IN EVERY TONE) ✩ Aykut ilter Ritim Karaoke Ekibini Sosyal Medya Kanallarından Takip Edebilirsiniz. ✩ İNSTAGRAM https://www.instagram.com/rhythmkaraoke/ ✩ TİK TOK https://www.tiktok.com/@rhythmkaraoke ✩ DAILYMOTION https://www.dailymotion.com/RhythmKaraoke ⭐ Kapın Her Çalındıkça - Melihat Gülses ✩ Ritim Karaoke (MuhayyerKürdi Minör 8/8 Düyek Yusuf Nalkesen) ❤ @RitimKaraoke Müzisyenlerin Buluşma Noktası.... ESER ADI : KAPIN HER ÇALINDIKÇA O MUDUR DİYECEKSİN SÖZ GÜFTE : YUSUF NALKESEN BESTE - MÜZİK : YUSUF NALKESEN USÜL : 8/8 DÜYEK MAKAM - DİZİ : MUHAYYERKÜRDİ - MİNÖR ARANJÖR : ? Kapın Her Çalındıkça Melihat Gülses Beyaz Köpükler ŞARKI SÖZ ve AKORU Bm C kapın her çalındıkça Em C Am Bm O mudur diyeceksin. Em C Bm O mudur diyeceksin! Bm C Am Bm Bm C Em Beni kaybettin artık Em Bm sen çok bekleyeceksin. C Am Beni kaybettin artık Em C Bm sen çok bekleyeceksin Em B Hele bir yalnız kal da; B C Nasılmış göreceksin, Em B nasılmış göreceksin Bm C Em Beni kaybettin artık Em Bm sen çok bekleyeceksin. C Am Beni kaybettin artık Em C Bm sen çok bekleyeceksin Melihat Gülses Genel bilgiler Doğum 1 Ekim 1958 (65 yaşında) Akşehir, Konya, Türkiye Tarzlar Klasik Türk müziği Etkin yıllar 1981-günümüz Resmî site Melihat Gülses web sitesi Melihat Gülses, (d. 1 Ekim 1958; Akşehir, Konya) Klâsik Türk müziği yorumcusudur. Eğitimi İlkokul ve ortaokulu Anadolu’nun çeşitli illerinde tamamladı. Lise eğitimini Fatih Kız Lisesi’nde tamamladı. Lisedeyken konservatuvara devam etti. 1976’da İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı ses eğitimi (şan) bölümüne girdi ve 1984’te eğitimini tamamladı. Müzik hayatı Melihat Gülses 1981’de TRT İstanbul Radyosu’na girdi. TRT radyo ve televizyonlarında programlar yaptı. Yurt dışında verdiği konserlerde Türkiye'yi ve Türk müziğini tanıttı. Önemli sanatçılarla çalışmalar yaptı. 1996 yılında çıkan Tatyos Efendi albümünün ve 2002 yılında çıkan İncesaz adlı müzik topluluğuna ait İki/Eylül Şarkıları albümünün solistliğini yaptı. Seslendirmiş olduğu birçok eser dinleyenleri tarafından hâlen kabul görmekte ve dinlenmektedir. Melihat Gülses hâlen TRT İstanbul Radyosu’nda çalışmalarına devam etmektedir. Neva adında kızı ve Alihan adında bir oğlu vardır. Albümleri Albüm Yıl Yapımcı Senden Uzakta 2014 Yenikapı Müzik Tuna'ya Hasret 2012 Akustik Yapım Beyaz Köpükler 2007 Akustik Yapım Narçiçeğim 2 2005 Akustik Yapım Narçiçeğim 2005 Akustik Yapım Hüznün Hikâyesi 2004 Akustik Yapım İki/Eylül Şarkıları 2002 Kalan Müzik İstanbul’dan Atina’ya Türküler 2000 Akustik Yapım Tatyos Efendi 1996 Traditional Crossroads gtd Klasik Türk müziği şarkıcıları Ahmet Çalışır · Ahmet Özhan · Ahmet Üstün · Gaye Su Akyol · Alâeddin Yavaşca · Ali Osman Akkuş · Aslı Hünel · Ayla Gürses · Aylin Vatankoş · Ayşe Mine · Ayşe Tunalı · Behiye Aksoy · Bekir Sıdkı Sezgin · Belkıs Özener · Sibel Can · Deniz Kızı Eftalya · Dilek Türkan · Ebru Gündeş · Eda Karaytuğ · Sibel Egemen · Emel Sayın · Ender Doğan · Bülent Ersoy · Esra İçöz · Faruk Tınaz · Gönül Akkor · Gaye Aksu · Gönül Yazar · Hâfız Burhan · Hâfız Post · Hamiyet Yüceses · Seçil Heper · Hüner Coşkuner · İnci Çayırlı · İsmet Yazar · Kâmuran Akkor · Kutlu Payaslı · Mediha Demirkıran · Mehmet Başdurak · Melihat Gülses · Meral Mansuroğlu · Meral Uğurlu · Metin Milli · Mine Koşan · Yılmaz Morgül · Mualla Gökçay · Mualla Mukadder Atakan · Muazzez Abacı · Muazzez Ersoy · Mustafa Keser · Mustafa Sağyaşar · Münip Utandı · Müslüm Gürses · Zeki Müren · Müşerref Akay · Müzeyyen Senar · Nalan Altınörs · Necdet Tokatlıoğlu · Necdet Yaşar · Nesrin Sipahi · Neşe Karaböcek · Nigar Uluerer · Niyazi Sayın · Ömer Altuğ · Semahat Özdenses · Melahat Pars · Perihan Altındağ Sözeri · Pınar Dilşeker · Radife Erten · Recep Birgit · Sabite Tur Gülerman · Safiye Ayla · Safiye Soyman · Şevval Sam · Sami Özer · Samime Sanay · Seniha (şarkıcı) · Adnan Şenses · Serap Acar · Serap Mutlu Akbulut · Sevim Tanürek · Sevim Tuna · Sinan Erkoç · Galip Sokullu · Suzan Güven · Suzan Yakar Rutkay · Şükran Ay · Taner Şener · Tuğçe Pala · Turhan Özek · Yaşar Özel · Yesari Asım Arsoy · Yeşim Salkım · Yıldırım Bekçi · Yıldırım Gürses · Yıldız İrengün · Zekai Tunca · Zeki Duygulu · Ziya Taşkent Kategori: Türk müzisyen taslaklarıTRT sanatçıları1958 doğumlularKlasik Türk müziği şarkıcılarıYaşayan insanlar1990'ların şarkıcıları2000'lerin şarkıcıları2010'ların şarkıcıları2020'lerin şarkıcıları
0 notes
Text
İnsanlar doğası gereği düşünen varlıklardır. Ancak, düşünce dünyaları farklı faktörlerle sınırlandırılabilir. Bu sınırlamalar, insanların kendi düşünceleri yerine belirli egemen düşünceleri benimsemeleri için yapılır. Tarihte bunun en büyük örnekleri, devletlerin varlığıyla ortaya çıkan düşünce manipülasyonlarıdır. Savaşlar ve savunmalar, sadece bir kişinin çabasıyla değil, insanların ortak inançlar ve zaaflar üzerinden yönlendirilmesiyle gerçekleşir.
İnsanların dini, dili, ırkı ve mezhebi gibi özellikleri, yönlendirme için kullanılan en kolay araçlardır. Tarihsel olarak, bu tür manipülasyonların birçok örneği vardır. İnsanlara inanacak bir dava vermek yeterlidir; başıboş topluluklar bu şekilde kolayca yönlendirilebilir.
Günümüzde ise kölelik kalkmış, modern hayat başlamıştır. İnsanlar daha akılcı hareket etse de sermaye sahipleri daha da güçlenmiştir. Devletler, varlıklı sermaye sahiplerine imtiyaz tanımaktadır. Hukuk sistemi, düşünce suçunu tanımlayarak, insanları düşüncelerini ifade etmekten alıkoymaktadır. Bir avuç insan, itirazları nedeniyle bastırılmakta, çoğunluk ise modern köleler olarak devletin zorba gücünden çekinmektedir. Bu durum, siyasetin alanını genişletmek için kullanılmaktadır.
Devletin gerçek varlığını sorgulamak gerekmektedir. Devlet, gerçekten insanların güvenlik ihtiyaçlarını sağlamak için mi var, yoksa başka amaçlarla mı varlığını sürdürmektedir? Türkiye Cumhuriyeti'ne bakıldığında, demokrasi adına eksiklikler göze çarpmaktadır. Yönetimde tek bir kişinin söz sahibi olduğu bir sistem, demokrasiyle bağdaşmamaktadır. Halkın bilinç seviyesi düşük tutulduğunda, eleştiriler de etkisiz hale gelmektedir.
Eğitim sistemi zayıf olduğunda, halk neyi konuştuğunu bilmeyen bir topluluğa dönüşür. Halkın sabit bir konuda kalması engellenir, daldan dala atlaması sağlanır. En önemlisi, ülkenin zenginleri her şeyi süpürmeye devam eder. Halk ne zaman uyanacak? Bu, iktidarın kim olduğundan ziyade, halkın bilinç seviyesine bağlıdır. Önemli olan, kimin haksızlık yaptığını ve kimin buna göz yumduğunu bilmektir.
1 note
·
View note
Text
Egemen
sıfat1.hiçbir kısıtlama, denetleme altında olmaksızın, bağımsız olarak yönetimini sürdüren, yönetimi dışarıdan herhangi bir şeyin güdümünde olmayan, egemenliğini yürüten.“Her devlet egemen sayılmaz”Benzer:hâkim2.MEC.duygu ve davranışlarını kendi istenciyle denetleyebilen (kimse).“O, sinirlerine egemendir”
View On WordPress
0 notes
Text
DMW ve TC. Prag Büyükelçiliğimiz Katkılarıyla, Türkiye-Çekya İş İnsanları Prag Buluşması Gerçekleşti 26 Haziran 2024 tarihinde Türkiye Prag Büyükelçiliği ev sahipliğinde DMW Avrupa ve Türkiye’den iş insanlarının da katılımıyla, TÜRKİYE-ÇEKYA İş İnsanları Prag ...
0 notes