Tumgik
#Dört Kapı
Text
Çok Hızlı! (4) (Orhan 36 Y., Bursa)
Karımla bir anlaşma yapmıştık. İşe yeni girdiğim için iş arkadaşlarımla daha iyi kaynaşayım ve ekip içine kabul edileyim diye bir süre onlarla takılacaktım. O da zaten kızımızı büyütmekle meşguldü. Sülaledeki ilk torun olunca da, anası, babası, dedesi, ninesi hiç bitmiyor, sürekli birileri oluyordu etrafında, benim yokluğum şimdilik anlaşılmıyordu. O yüzden de rahattım.
Perşembe günü Sevgi'ye, "Ben rakı içerim bira değil, rakımı alır gelirim, siz ne istiyorsanız için!" dedim. Sevgi, "Rakı mezesi bilmem ki ben!" dedi. "Kolay!" dedim ve internetten birkaç meze tarifi çıkarıp verdim. "Birkaç şey de ben getiririm!" dedim. Cuma akşamı saat 20:00 gibi arabamı kapının önüne parkedip evlerindeydim. Sevgi yine o sarı elbiseyi giymiş, hem üstten hem de alttan birer düğmeyi açık bırakmıştı. Hafif makyaj yapmış, muhteşem görünüyordu. Dar elbise kalçalarına yapışmış, G-Stringini belli ediyor, göğüsleri birer füze gibi ileriyi gösteriyordu. Bacaklarına bebe yağı sürerken foto yollamıştı akşam üzeri, pırıl pırıl parlıyordu bacakları.
Kapıda karşılarken yanında Hikmet olmasa oracıkta saldırırdım. Hoşgeldin faslında gayet mesafeli tokalaştık. Yemek masasının üzerinde tariflerini verdiğim mezeler, ortada bütün bir tavuk, altında pilav vardı. Rakı kadehleri hazırlanmıştı. Dikkatimi çeken, 3 tane rakı bardağı, 3 tane de su bardağı vardı, demek ki onlar da rakı içecekti. İyi ki 100'lük almışım dedim içimden... Sohbet başladığında ilk yudumlarda Sevgi'nin de Hikmet'in de yüzleri buruşmuş, rakıya alışkın olmadıkları ortaya çıkmıştı. "Acı!" dedi Sevgi. Ben de, "Birkaç yudum sonra tatlılaşır!" dedim. Hikmet de, "Acı yoksa zevk yok :)" dedi. Adam Arap atı gibi sonradan açılmış, ama şimdi boylarca fark atmıştı :)
İlk yarım saatte ilk kadehler bitti. İlk saatin sonunda ben ve Hikmet üçüncü kadehleri bitirmiştik, Sevgi daha ikinci kadehteydi. Masaya otururken 'Orhan Bey' idim, ama bir saatte 'Orhancığım' olmuştum. Fabrikadan, havadan sudan konuşup gülüşüyorduk. Ama Sevgi birşeyler servis etmek, ya da mutfaktan birşeyler almaya her kalkışında sürekli kocasına da göstere göstere bana frikikler veriyordu. Ben bir şey bilmiyordum ya (Hikmete göre), o yüzden çaktırmadan kaçamak bakışlar atıyordum :) Yalnız hikmet'in şimdiden dili gevşemiş (4 birada sarhoş olan adam 3 kadeh domuz sıkısı rakıya iyi bile dayanmıştı), hareketleri rahatlamıştı.
Dört kişilik masada ben ve Hikmet karşılıklı otururken, Sevgi benim sağımda, ortamızda oturuyordu. Ama misafir olarak benle ilgilendiği için hafif bana dönük, kocası yan arkasında kalacak şekilde oturuyordu. Bir ara Hikmet'in sol elinin, Sevgi'nin de sağ elinin masanın altında olduğunu farkettim. Hareketlerden Hikmet'in Sevgi'nin bacağını okşadığını, Sevgi'nin de kocasının yarağını avuçladığını anladım...
Sevgi, "Ben soğuk su alayım!" diye kalktı masadan. Ardından Hikmet, "Abi ben de buz getireyim!" deyip mutfağa yollandı. Benim duymamı ister şekilde Sevgi'nin sesi geliyordu, "Offf yapma kocacığım, içerde Orhan duyacak!" diye. Hikmet'in de, "Çok fenayım, biraz sürteyim kız dur!" diyen kısık sesi geliyordu. Kikirdeşmeleri sürerken, mutfak kapısına gittim ve "Tuvalet nerede arkadaşlar?" dedim. İkisi de toparlandı, ama tam da değil :) Tuvalette 5 dakika oyalanıp çıktım, onlara zaman vermiştim. Kapı sesiyle toparlanmaya çalıştılar, ama Sevgi'nin elbise düğmesi hem alttan hem üstten birer tane daha açılmış, sadece göbek kısmında 2 düğme tutuyor, sağ göğsü sütyenden çıkık dışarıdaydı. Mutfak kapısına dayanıp, "Rakı fena azdırdı herhalde, ben sizi yalnız bırakayım da tadını çıkarın!" dedim gülerek.
Sevgi Hikmet'in elinden tutup bana doğru yürüdü. Diğer eliyle de benim elimi tutup, bizi yatak odasına götürdü. Biz karşılıklı dikilirken, Sevgi aramıza diz çöktü, fermuarlarımızı açıp yaraklarımızı dışarı çıkardı. İki eliyle iki yarağı sıvazlarken, kafasını kaldırıp, en sexy ve şuh haliyle, kocasına, "Aşkım beni birlikte siker misiniz?" dedi. Ben soran bir yüzle Hikmet'e baktım, Hikmet de gözlerine far tutulmuş tavşan gibi bana baktı, ama karısının yarağını sıvazlarken verdiği zevk sanırım herşeyi unutturdu, devam et der gibi gözlerini kapadı. Sevgi ayağa kalkıp, "İzin verdiğin için teşekkür ederim!" deyip kocasını dudaklarından öptü. Sonra da bana dönüp, "Orhancığım, kocamın izniyle beni sikmek ister misin?" deyip dudaklarıma yapıştı.
Dudaklarımız nefessiz birleşip, dillerimiz tanıdık hareketler yaparken, kalan 2 düğmesini de açtım, Hikmet de karısına arkadan yanaşıp elbiseyi çıkardı. Sevgi kalçalarını geri çıkarıp kocasının yarağını kalçaları arasına aldı. Benimle öpüşmeye devam ederken de eliyle yarağımı ve taşaklarımı okşamaya devam ediyordu. Uzanıp sütyenin kopçalarını açtım. Kollarından küçük hareketle düşürdüğünde sütyen aramızda yarağımı okşayan elinin üzerine düştü. Kocasını kalçasıyla itip domaldı ve kocasına, "Aşkım sok!" deyip, yarağımı ağzına aldı. Hikmet karısının külodunu yana çekip amcığına soktuğunda da, Sevgi benim yarağımı yalayıp yutmaya başladı. Pørnø filmde gördüğü gibi, hem yalayıp grıtlağına kadar alırken elleriyle de okşamaya devam etti...
Ağzı dolu olmasına rağmen çıkardığı zevk sesleri adamı kendinden geçirmeye yetiyordu. Ahlar Ohlar hepimizin dudaklarından dökülürken, Sevgi, "Sikin kocalarım, ağzımı, amımı, götümü, tüm deliklerimi doldurun!" diye inliyor küçük çığlıklar atıyordu. Hikmet çoktan karısının amına boşalmıştı bile. (Ben evden çıktığımda bir adet daha önce de performans için denediğim ve müthiş verim aldığım bir bitkisel ilaçtan yutmuştum). Sevgi yarağımı bırakıp kocasına döndü ve yarağının ucundaki dölleri yalayıp, "Götüme sok o güzel yarağını Orhanım!" diye inledi. Hikmet'in gözler faltaşı gibi büyümüştü, karısının nasıl bu kadar açıldığına şaşırmıştı. Sevgi, "Ne oldu aşkım, kızlığımı sen bozdun, götümün kızlığımı da yeni kocam bozsun!" dedi. Sevgi, tüm ortama tek başına hakim olmuş, kendini kaptırmış ve bir şekilde yıllar sonra gelen bu hakimiyet hissinin tadını çıkarıyordu. Hikmet ise ona ayak uydurmaya çalışıyordu.
Götüne yarağımın kafasını sürtüp, sonra da sokmaya başladım. Daha yarrağımın kafasının yarısı girmeden, Sevgi yüzüne, sanki götten ilk kez alıyormuş acısını öyle bir yükledi ki, defalarca sikmemiş olsam ilk kez aldığını düşünecektim. Birkaç dakika sonra ise, sanki acısı geçmiş gibi, "Ohhh, çok güzelmiş götten sikilmek, bundan sonra hep sikin götümü ikiniz de!" dedi. Kocasının inmiş yarağını avuçlarının içinde kaldırmaya çalışırken, bana götünü kıvırıyor, "Daha derine, daha hızlı!" diye bağırıyordu. Epey bir siktikten sonra ben boşalmak üzereydim. "Offf çok dar götün var güzelim, bu götü ben mi açtım şimdi, harikaymış!" diye diye götüne boşalttım döllerimi. Bu arada Sevgi defalarca orgazm olmuş, "Bitirdiniz beni, harikasınız!" diye inliyordu.
Sonra yine aramıza girip ellerimizi tuttu ve "Aşklarıma mola şimdi, biraz daha içip sonra devam edeceğiz!" dedi. Hikmet'e baktım, karısının içinden çıkan bu yeni kadına itaat etmesinin kendine yepyeni zevkler yaşatacağını anladığından mı, yoksa şaşkınlığından mı, sessizce itaat eder durumdaydı. Bense misafirliğe gelip sürpriz yaşamış rolümü oynuyordum.
Masaya geçtiğimizde Sevgi kendi elleriyle rakılarımızı doldurup, sonra da dudaklarımıza birer öpücük kondurup yerine oturdu. Hikmet tüm olay boyunca ilk kez ağzını açıp, "Bu hayal ettiğimden öte, ama hayal edemeyeceğim kadar zevkliydi, karıcığım sende ne cevherler varmış!" dedi. Ben de, ikisinin de muhteşem olduğunu, bana harika anlar yaşattıklarını, buraya gelirken bunu değil düşünmek hayal bile edemeyeceğimi söyledim. Sevgi ikimize de gülümseyerek bakıp, masa üstünden ikimizin de elini tutup, bunu yaşayabilen nadir kadınlardan olduğu ve buna müsaade ettiği için, önce kocasına, sonra da onlara katıldığım için bana sonsuz teşekkür ettiğini söyledi.
Sonra muzipçe gülümseyerek masanın altına kaydı, kocasıyla aramıza diz çöküp, kocasını ve benim yaraklarımıza uzanıp avuçlarının arasına aldı. Sonra da sırayla bir benim, bir kocasının yarağını yalamaya başladı. O an içimden geldi ve kadehimi Hikmet'e uzatıp, "Şerefe ortak!" dedim. Hikmet kadehini kaldırıp, "Halen şaşkınım!" deyip kadehini tokuşturdu. Sevgi masa altında yaraklarımızı emerken rakıları yudumladık. Hikmet biraz mayışmıştı, ortam adrenalin dolu olsa da, rakı çarpmıştı. Sevgi kocasının tekrar boşalması, benim yarağımın halen dimdik durması üzerine, masa altından çıktı. Yarı baygın bakan kocasına, "Aşkım yeni kocamla duş alabilir miyim?" diye sordu, boynunu büküp şımarık kız çocuğu edasıyla. Hikmet yarı kapalı gözleriyle kafasını emme basma tulumba gibi salladı :)
Sevgi'nin götünü avuçladım öpüşerek banyoya giderken. Hikmet, rakı kadehi elinde, yaşadıklarının şokundan olsa gerek, sandalyesinde kaykılmış, bize kadeh kaldırıyordu. Sevgi ile banyoya girip kapıyı arkamızdan kapatınca, Sevgi ağzını kapatarak güldü ve usulca, "Kocamın içinde emredilmesini seven biri varmış, yıllardır çözememişim!" dedi. Sonra ılık duşun altında heryerimi sabunlayıp öperek temizledi. Ben de aynısını ona yaptım. Birbirimizin vücudunu ilk kez bu kadar rahat ve yakalanma korkusu olmadan, rahatça okşuyor, emiyor, birbirimizi öpüyorduk. Sevgi'ye, "Şimdi rol yapmadan şu götünü bir kez daha sikeceğim yavrum!" dedim. "Sik aşkım, hangi deliğimi istersen sik, hepsi her zaman emrine amade, bundan önce de, bundan sonra da!" dedi.
Az sonra kapı açıldı, Hikmet içeri girdi. Klozete oturup bizi izlemeye başladı. Ben bu arada çoktan götünü doldurmuş pompalıyordum, sevgiden de zevk inlemeleri yükseliyordu. Bir ara Hikmet geveleyerek birşey söyledi, ben sikmeye devam ediyordum, ama anlamadık ve ne diyor diye ona baktık. Hikmet, "KISKANDIM!" dedi resmen zorlanarak. O an ben ne diyeceğimi bilemezken, Sevgi yine o yüzüne keskin ifadeyi yerleştirip, "Şimdi mi kıskandın, ben zevkten geberirken mi, kalk siktir git, yatak odasına yat, biz işimiz bitince geliriz!" dedi.
Ben şaşkınlıktan pompalamayı durdurup, kıyamet kopacak diye beklerken, Hikmet azar işitmiş çocuk gibi, "Peki karıcığım!" deyip banyodan çıktı. Beni bir korku sarmıştı, adam şimdi banyoya bıçakla dalarsa ne bok yerim diye kafamda plan yaparken, Sevgi'nin bir amına bir götüne sokar olmuştum. Kaç dakika oldu bilmiyorum, zevk aldığım da yoktu, kafamda plan kuruyor, bıçakla gelir saldırırsa, çamaşır makinasının üzerindeki deterjan paketini suratına çarparım diye taktik oluşturuyordum.
Sevgi'nin, "Aşkım, yeter ne olur, dağıldım, bittim yeter!" dediğini duydum. Yarağımdan kaçıyordu. Ben halen boşalmamıştım, çünkü artık zevk değil, Hikmet olay çıkaracak diye göt korkusu sarmıştı. Sevgi'in sözlerini yinelemesi üzerine kendime geldim. Kurulanıp, Sevgi önde ben arkasında, çıktık banyodan. Koridorda da, salondaki içki masasında da Hikmet yoktu. Yatak odasına gittik. Hikmet yatakta sızmıştı. Biz tekrar salona geçtik, Sevgi birer bira getirip açtı. Sevgi, "Ben 2 kadeh rakı içip üstüne bira içiyorum, ilk kez!" dedi. Ben de, "Bu akşam ilklerin gecesi, ilk kez 2 yarak aynı anda yedin!" dedim. "Evet!" dedi. Koltuğa yanyana oturmuştuk. Birbirimizi okşuyor, öpüşüyor, biralarımızı yudumlayıp sigara içiyorduk...
İçerden, Hikmet'in, "Sevgiiii!" diye seslendiğini duyduk. Sevgi kalkıp gittiğinde, ben de peşinden gittim, ne olur ne olmaz diye. Hikmet yatakta yarı açık gözlerle, "Ben size katılamadığım için kıskandım, rakı ve iki kez boşalmak hızımı kesti diye kendime kızdım, ondan dedim, aşkım, karıcığım affet beni!" diye geveliyordu, yarı sızmış yarı ayık :) Sevgi yine buyurgan bir sesle, "Uyu şimdi!" dedi. Adam anında sızdı.
Salona geçtik yine. Üçlü koltukta otururken biralarımızı yudumlayıp sigaralarımızı içerken (ilaç etkisini gösterdi), yarağımın taş gibi olduğunu gören Sevgi yarağımı amına alarak üzerine oturdu. Dudakları dudaklarımda, arada göğüslerini ağzıma verip, kucağımda zıplamaya başladı. Arada uzanıp sehpadan bira ve sigarasını alıp, sigaradan nefesler çekip, kerhane karıları gibi kucağımda zıplıyor, kalçalarını oynatıp harikalar yaratıyor, arada da birasından yudumlar alıp dudaklarını dudaklarıma hapsediyordu...
Gece saat 01.45'de kimseye görünmeden çıktım evlerinden.
[Orhan]
90 notes · View notes
iyigecelerdeniz · 9 months
Text
Ev Kırıntısı.
Niye geldin? Ne diye geldin? Dönüp dolaşıp sana evin ne olduğunu hatırlatanlara mı geldin? Kimin için geldin? Kime geldin? Kimlere “ben burdayım” dedin veya demek istedin? Kapı pencere mi indirdin? Niye denedin? Kimlere isyanını gösterdin? “Derdin ne ki senin?” “Dört duvar değil mi derdin?” “Otur geç ne bu beklentin?” Ya evi olmayanlara NE DERSİN? “Otur geç ses çıkarma, sen gibi olamayan var mı” DERDİN? Soğuk duvarlara ne söyledin? Dinlemeye mi geldin? Dinlenmeye mi, ha ne dersin? Nereye geldin? Evine mi geldin? Hoş geldin…
İyi geceler Deniz’im.
148 notes · View notes
okuryazarlar · 4 months
Text
Tumblr media
Genel Yayın Yönetmenimiz Önder Deniz Çavuşlar'ın annesini kaybedişine dair yazısı...
Henüz ellili yaşların ortasındaydı. Altmış bile değil. Soğuk ve fırtınalı beş ocak sabahına karşı, yağmurlara karışan ve hanımeli kokusu eşliğinde “beni unutma yavrum” deyip gözlerini sonsuza değin yuman annem...
Beş yaşındaydım.
İstanbul'da tarihin en yoğun kar yağışı yaşanmıştı. Yaşıtlarım sokaktaydı. Ben de çıkmak istiyordum. Ama “Yavrum üşürsün, olmaz bugün” demiştin. Pencereden arkadaşlarımı izlemiş, dışarı çıkamamış, sana küsmüştüm. O gün canını dişine takıp kalın mavi renkli kardan adam figürlü kazak ile eldivenler diktin. Ertesi gün doyasıya kartopu savaşı yapmıştım. Hem sıcacık kazağım ve eldivenlerim vardı. Çok mutlu etmiştin.
Yedi yaşındaydım. Okula başlayacaktım, korkuyor ve çekiniyordum insanların arasına karışmaktan! Ortama adapte olamayacağımı anladın. Annelik içgüdüsü! Öğretmenimden izin alarak benimle aynı sırada oturdun.
İlk işime girdiğim dönem, maddi sıkıntılar nedeniyle, çamaşırları elinde yıkadığın günlere dek gelmişti.İlk aylığımı aldığımda beyaz eşya satıcısı Asım Abi'nin mağazasından çamaşır makinesi alıp bir sürü senete imza atmıştım, makine eve geldiğindeki tebessümün hala hafızamda...
Bir gün rahatsızlandın. Hastanede tetkikler, kanser dediler. Durum ciddiydi. Ameliyat dediler, oldun. İyileşecek dedi doktorlar, iyileşemedin. Bütün müdahaleleri yapmışlar ve eve göndermişlerdi artık. Bir sabah fenalaştın. Ambulans geldiğinde, bakışlarını unutamam. Son kez baktın hayatının geçtiği, bizi büyüttüğün evimize sanki hiç dönmeyecekmiş gibi. Dönemedin...
Medicana Hastanesi. Bir gece önce acile kaldırdığımızda beklemeyin yoğun bakımda, bir gelişme olursa haber veririz dendi. Dayanamadım. Akşam sekiz gibi geldim sana. Rahatsız oldum yalnız bıraktım diye. Saat dört kere dört. Gecenin körü. Dışarıdayım, yağmurda sigara içmiyor yiyorum. Danışmadan çocuk kapıya çıktı. "Abi, yoğun bakımdan çağırdılar seni" dedi. Koridora koştum. Kat dört, kapı açıldı. "Üzgünüm, başınız sağ olsun" dedi doktor...
Ahh yosun gözlü annem...
Kalbimi yırtan sızım...
Şairin dediği gibi:
"Ben zaten o ilk acıyla ölmediğimde çok gücenmiştim hayata."
Önder Deniz Çavuşlar
58 notes · View notes
yasamasancisi · 1 year
Text
"geçen gece çocuk hastaydı. ilacı bitmiş, almak için dışarı çıktım. sağa sola saldırıp nöbetçi eczane arıyoruz. birden durup dururken içim cız etti. bi baktım gene aynı karın ağrısı. öyle özlemişim ki seni. dönerken bi meyhane gördüm. bi tek içeri girdiğimi hatırlıyorum bi de rakıya yumulduğumu. arkasından en az dört cigaralık…sonra gözümü bir açtım karşıdan karlı dağlar geçiyor. bi daha açtım başımda bi çocuk: “kalk abi.” diyor “kars’a geldik.” otobüsten indim, yürümeye başladım. dedim, allah’ım nerdeyim ben? burası neresi? sonra güç bela burayı buldum. kapının önünde durup düşündüm. dedim bekir, bu kapı ahiret kapısı. burası sırat köprüsü. bu sefer de geçersen bi daha geri dönemezsin. iyi düşün dedim. düşündüm, düşündüm…ama olmadı, dönemedim. sonra, bak oğlum dedim kendi kendime. yolu yok çekeceksin. isyan etmenin faydası yok, kaderin böyle. yol belli, eğ başını usul usul yürü şimdi."
200 notes · View notes
nesrin-c · 6 months
Text
hücredeki adalının hikayesi
Taş duvar, demir, karyola ve yerlerde sayısız izmaritler,
Helanın pis kokusu, rutubetli, sıkıntılı, nikotinli,
İnsanı serseme çeviren kurşun gibi ağır bir hava,
Duvarlar sanki soğuk dalgaları imal ediyor.
İstediğiniz kadar üzerinize kalın şeyler giyinin,
Oligarşinin hücresinde soğuğu yenmek imkansız.
Ranzanın karşısında kafesli demir kapı,
Arkasında Mehmet.
Görevi dakikası dakikasına beni denetlemek
Mehmedim utanıyor, kahroluyor.
“Askerim ağam n'aparsın” diyor.
Aslında o’ da tutsak.
Ben hücre içinde, o hücre önünde.
Günde beş kez büyük başlar bakar içeriye;
Yüzlerinde tecessüs.
“Çılgın adam, 3-5 kişi ile koskoca karanlıklar
imparatorluğuna kafa tutan adalılar”
Ama yine de “çılgın adamın” karşısında
Bir eziklik duyuyorlar, o başka,
Gündüz, gece diye bir ayrım yoktur hücrede,
Zaman ve mekan özümlenmiş artık.
Sadece koldaki saattir, geceyi gündüzü bildiren.
Işık yirmi dört saat yanar.
Bir nefes, bir dumandır yoldaşım.
Cigaramı her çekişimde duman olur,
Uçar giderim, ta uzaklara,
Çoğu kere Ada'ma giderim,
Cigaramın dumanı, beni memleketime;
Ada'ma götürür.
Kahpe İstanbul'un, kahpe bir bölgesinde,
Bir evdeyim yoldaşlarımla beraber.
Bu ev, yoldaşlık- dostluk-kardeşlik-mertlik-kazanç ve sevgi evidir.
Bu evde, her şey o kadar güzel ve o kadar anlamlıdır ki…
Ev de değil ada, ada!
Satılmışlığın, kahpeliğin, riyakarlığın, adiliğin
ve her çeşit
aşağılık ve her çeşit yabancılaşmanın karışımı olan,
karanlık denizi'nin ortasında,
Güneşi batmayan bir ada.
Ben ne şuralıyım, ne buralı,
Adalıyım adalı,
Ada’m ormanlıktır.
Dostluk, yoldaşlık, mertlik ormanı,
bütün Ada'mı kaplar.
Erdemin güneşi, yirmi dört saat aydınlatır adamı
Biz ada sakinleri bilmeyiz karanlığı.
Ben Adalıyım ey kahpe hücre, Ada'lı
Doğru ya sen nereden bileceksin Ada'mı.
asırlık, feodal,
militarist, hücre.
Ya sen, öküze benzemek için kasılan, şişen
haset kurbağa hilkat garibesi bilir misin Adamı?
Dünya karanlıktır, güneşi batmayan böyle bir Ada
yeryüzünde yoktur.
Değilmi ki karanlıklar cücesi, zavallı acuze?
Ya sen yarasalar şairi, pişkin Cacomcho?
Değil şiirlerde, masallarda bile böyle bir ada yoktur.
böyle bir ada eşyanın tabiatına aykırıdır.
Senin için değil mi karanlıkların kapkara şairi?
Senin dediğin eşyanın değil,
karanlığın tabiatına aykırıdır.
Karanlık cüceleri, acuzeler, dürzüler…
Yarının Türkiyesi'nin hayvanat bahçesinde teşhir edilecekler…
Ada’m kalabalıktır hain hücre:
Elde mitralyözüyle,
Sierra Maestra'da, Falcon'da, Vietnam'da
Mozambik'te, Angola'da, Sina çöllerinde…
Özgürlüğün türküsünü söyleyenler.
Zulme, kahpeliğe, sömürüye karşı…
Dişiyle, tırnağıyla üç kıtada karşı koyanlar
benim evlatlarımdır kahpe hücre.
Benim adamın ormanlıklarından aldıkları fideleri,
“birer birer dikiyor, kahpeler koalisyonunun dünyasına
Kel dünya, Ada'mın ağaçlarıyla ayıbını örtüyor,
güzelleşiyor artık.
İyi bak bana feodal duvar, iyi tanı beni.
Seni yerle bir edecek Adalılar'ı iyi tanı.
Ada’m ve hemşerilerinin çoğu ne halde diye
dudak bükme, o…punun dölü utanç duvarı
Evet Ada'mı karanlığın suları bastı.
Evet, benim gibi birçok Adalı çirkef suların altında,
ama boşuna sevinme, Ada’m batmaz, yok olmaz
Ada’m sadece karanlık denizinde yerini değiştirdi.
Hepsi o kadar.
MAHİR ÇAYAN.
Tumblr media
84 notes · View notes
hermes-0 · 1 month
Text
18. BÖLÜM
SEVGİ
Gece yarısı geldiğinde, Merlin büyülü sözlerle Ehriman şehrine açılan bir kapı oluşturur. Kapı, parıldayan bir ışıkla çevrilidir ve içinden hafif bir rüzgar eser. Merlin, T’ye dönerek ciddi bir ifadeyle konuşur:
“Bu kapıdan geçtiğinde, karanlıklar şehrine girmiş olacaksın. Orada neyle karşılaşacağını tam olarak bilmiyoruz, bu yüzden çok dikkatli olmalısın. Her adımını düşünerek at ve gözlerini dört aç.”
T, Merlin’in sözlerini dikkatle dinler ve kararlılıkla başını sallar. “Sen merak etme Merlin,” der T, gözlerinde kararlılığın parıltısıyla. “S’yi almadan geri dönmeyeceğim.”
T, Ehriman şehrine girdiğinde, karanlık ve sisli bir koridorda ilerler. Bu koridor, T’nin sevgi ve bağlılığını test etmek için büyülerle doludur. T, ilerledikçe, aniden karşısına annesinin görüntüsü çıkar. Annesi, T’ye sıcak ve sevgi dolu bir sesle seslenir:
“T, oğlum geri dön. Bu tehlikeli yolculuğa devam etme. Seni çok özledim ve endişeleniyorum. Lütfen eve dön ve güvende ol.”
T, annesinin sesini duyduğunda, içi sevgi ve özlemle dolar. Ancak, annesinin illüzyon olduğunu fark etmek zorundadır. T, annesine olan sevgisiyle mücadele ederken, gerçek sevginin ne olduğunu anlamaya çalışır. Annesinin görüntüsü, T’nin zihninde beliren anılarla daha da güçlenir. Annesi, T’ye çocukluğundan kalma anıları hatırlatır ve onu geri dönmeye ikna etmeye çalışır.
T, derin bir nefes alır ve annesinin gözlerine bakarak konuşur: “Anne, seni çok seviyorum ve seni özlüyorum. Ama bu yolculuğu tamamlamak zorundayım. S’yi kurtarmadan geri dönmeyeceğim. Gerçek sevgi, fedakarlık ve cesaret gerektirir.”
Bu sözlerle, T annesinin illüzyonunu aşar ve yoluna devam eder. Annesinin görüntüsü yavaşça kaybolurken, T’nin içindeki sevgi ve kararlılık daha da güçlenir. T, gerçek sevginin sadece bir duygu olmadığını, aynı zamanda fedakarlık, sabır ve bağlılık gerektirdiğini öğrenir.
25 notes · View notes
dolunay66 · 2 months
Text
Zihnimizin sahip olduğu en büyük beceri belki de acıyla başa çıkmak. Klasik yaklaşım bize herkesin ihtiyacı doğrultusunda geçtiği dört kapı olduğunu gösterir.
Birinci kapı uykudur. Uyku bize dünyadan ve onu dolduran tüm acılardan kaçabileceğimiz bir sığınak sağlar. Bir insan ağır yaralandığı zaman genellikle kendinden geçer. Aynı şekilde travmatik haberler alan birinin bayıldığı olur. Zihin ilk kapıdan işte böyle geçerek kendini acıdan korur.
İkinci kapı unutmaktır. Bazı yaralar kısa zamanda kapanamayacak, hatta belki de asla iyileşemeyecek kadar derindir. Ayrıca bazı anılar o kadar azap vericidir ki, onlara alışmak mümkün değildir. “Zaman tüm yaraları iyileştirir” sözü yanlıştır. Zaman çoğu yarayı iyileştirir. Geri kalanlar bu kapının ardında saklıdır.
Üçüncü kapı deliliktir. Bazen insanın aklı öyle bir darbe alır ki kendini delilikte saklar. Bu ilk bakışta faydalı gözükmese bile öyledir. Gerçekliğin acıdan başka bir şey getirmediği zamanlar vardır ve bu acılardan sakınmak için zihnin gerçekliği geride bırakması gerekebilir.
Dördüncü kapı ölümdür. Son sığınak. Öldükten sonra bizi hiçbir şey incitemez. Ya da en azından bize öyle söylenir."
Rüzgârın Adı, sayfa 145
Patrick Rothfuss
Tumblr media
45 notes · View notes
hisboslugu · 2 months
Text
sen de anla artık, başka yolu yok bunun. yazıkmış, kılmış, tüymüş hepsi hesap edildi bunların ya. her şeye hazırım diyorum sana. de ki, iyilik ediyorsun; de ki, sevap işliyorsun. herkesin inandığı bir şey vardır bu amına koduğumun hayatında. benimkisi de sensin, ne yapayım… geçen gece çocuk hastaydı. ilacı bitmiş, almak için dışarı çıktım. sağa sola saldırıp nöbetçi eczane arıyoruz. birden durup dururken içim cız etti. bir baktım gene aynı karın ağrısı… öyle özlemişim ki seni, dönerken bir meyhane gördüm. bir tek içeri girdiğimi hatırlıyorum bir de rakıya yumulduğumu. arkasından en az dört cigaralık… sonra gözümü bir açtım, karşıdan karlı dağlar geçiyor. bir daha açtım, başımda bir çocuk, kalk abi diyor kars’a geldik. otobüsten indim yürümeye başladım. dedim allah'ım nerdeyim ben, burası neresi? sonra güç bela burayı buldum, kapının önünde durup düşündüm. dedim bekir, bu kapı ahiret kapısı, burası sırat köprüsü. bu sefer de geçersen bir daha geri dönemezsin, iyi düşün dedim. düşündüm, düşündüm ama olmadı. dönemedim. sonra bak oğlum dedim, kendi kendime, yolu yok çekeceksin, isyan etmenin faydası yok, kaderin böyle. yol belli, eğ başını, usul usul yürü şimdi.
22 notes · View notes
purgatoireau · 3 months
Text
"Ve bir kapı görmediğinde artık dört duvar arasında
anlayacaksın,
yalan söylediler
küçüğüm,
bize yalan söylediler.
Bu dünya gerçek cehennemdi
ve senin kolların
cennete hiç yetişemedi."
8 notes · View notes
romanlar · 3 months
Text
kulağıma eğreti duracağını düşündüğüm birkaç söz fısıldamak niyetindeyim. bu denli yalancı olduğumun bilincindeyken buna nasıl cesaret edeceğimden haberim yok. bazı duyguların mesuliyetiyle ilgilenmiyorum. karnımda sofist sancılar, gözlerim kısık.
ellerimi sıkıştırdığım kapı boşluğu, dindirmesini planlamadığım yine de 'bi umut' diyebileceğim dualarıma evcimen. dudaklarım arasındakiler dört kutsaldan. ki ben ne isa ne musa iken böylesine bencil gözükebilirdim. ibrahimsem ateşi cehenneme çevirirdim.
eğri ve parçaları göğsüme canhıraş dikenlerini batıran -ne kadar dik tutsam da- yerçekimine karşı koyamayan bi' omurgaya sahip oldukça gök kubbeden ufacık bir dallanmaya izin verip çiçekler yeşertebilmeyi dilerdim. yeni yaşımın getireceği her türlü sorumluluktan kaçmak, sonsuzluğa çocuk kalabilmeyi diretirdim.
öyle ki hâlâ kendini yetiştirememiş bir sabiden eksiksizdim.
ayaklarımın üzerinde tepinmeyi kestiğimde, kesik soluklarımın her biri için -içimden- yediye kadar sayarak gözlerimi açıp daha üç saniyemin olduğunu görmenin heyecanını artık kaybettiğimde, kulağıma yine, yine, yine fısıldayacağım; aynadakinden ibaret değilsin, olmadın.
herkese güzel bir gülümseme bahşedip kendine katran küfürler ettiğinde kayboldun sen. yolu bilmiyorsun. yolların çetrefilli. mecalsiz görünüyorsun. başını göğsüme yasla.
zati beni sev.
16 notes · View notes
Text
Annemin Teyzekızının Götü! (Yılmaz 45 Y., İstanbul)
Lise sona yeni geçmiştim, Fatih'te dedemden kalma ahşap evin üst katında oturuyorduk. Babam memurdu, annem ev kadını. Ablam iktisat fakültesine o yıl girmişti. Annemin teyzekızı Sacide abla sık sık Adapazarı'ndan İstanbul'a gelir, bizde kalırdı. Senelerdir Sacide abla gelince benim odamda yatardı, ben de salondaki kanepede. Şikayetçi olmazdım hiç bu durumdan; odamdan almam gereken bir şey olduğunda serbestçe girebiliyordum nasıl olsa. Hele Sacide Abla uyuyorsa... Gecelik giymezdi hiç; uyurken sütyen de takmazdı. Açık kumral saçları, bembeyaz teni, dolgun göğüsleriyle güzel sayılabilecek bir fiziği vardı. Uzun uzun seyrederdim onu uyurken, sonra da onu siktiğimi hayal ederek 31 çeker boşalırdım tabii.
Okula devam ederken aynı zamanda büyük kulüplerimizin birinde basketbol yıldız takım oyuncusuydum; babam okulu aksatmamam şartıyla razı olmuştu spor yapmama. Bir maç sırasında ciddi bir sakatlanma yaşadım; sol bacağımda lif kopmuştu. Babam çok bozulmuştu bu sakatlığa, tam da Mayıs ayında imtihan döneminde oluşumuz sinirlendirmişti onu. Çalan kapı ziliyle Hızır gibi yetişmişti Sacide Abla! Ama sakatlığım, ciddi bir yatak istirahati gerektirdiği için, odamı verememiştim sevgili Sacide ablaya, bu kez salonda yatan o olacaktı mecburen...
Ertesi sabah uyandığımda, Sacide abla bornozla benim odamdaydı, herkes salonda kahvaltı masasında olduğundan mecburen benim odamda giyinecekti! Önce benim uykuda olduğumdan emin olmak için üzerime doğru eğilip baktı; nemli sabun kokusu beni çıldırtmaya yetmişti, taş gibi olan sikimde nabız atışlarımı hissediyordum. Bana arkası dönük bornozu çıkarttı, apışarasını iyice kurulayıp, külodunu giymek için domaldı. Açık kaherengi göt deliğinin altında kılsız amcığının etli dudaklarını görünce sikim külodumu yırtacak hale gelmişti. Sacide Abla giyinip odamdan çıkınca, sikime ufak bir dokunuşla inanılmaz bir patlama ile boşalıp tekrar yatıp uyudum.
Akşam saatlerinde gelen bir telefonla anneannemin rahatsızlanıp hastaneye yatırıldığı haberiyle, annem ve babam ani bir kararla Adapazarı'na gitmek zorunda kalmışlar. Sabah uyandığımda, ablam da çoktan okula gitmişti. Elimi yüzümü yıkayıp topallayarak salona doğru yürürken, fısıltı halinde konuşmalar duydum. Sessizce salona yaklaştığımda, Sacide ablanın telefonla konuştuğunu duydum, "Evett! evettt! Sok artık yarrağını içime! Geçirrrr! Amımı götümü doldur o koca sikinle!" diye konuşuyordu. Salonun kapısını hafif araladığımda, elindeki hıyarı götüne sokup çıkarmaktaydı...
Şaşkınlıkla kapıyı kapamamla çıkan gürültü Sacide ablanın paniklemesine yetmişti. Odama dönüp yatağa uzandıktan sonra uzun bir sessizlik oldu. Yarım saat kadar sonra odamın kapısı yavaşca açıldı. Az önce gördüğümde çırılçıplak olan Sacide ablam giyinik olarak karşımdaydı. Bana, "Ne diyeceğimi bilemiyorum..." derken sesi titriyordu, "Kimseye birşey söyleme n'oolur Yılmaz!" dedi. Hiç konuşmadan elimi uzattım. Yanıma geldi, yatağımın kenarına oturup elimi tuttu. Ben de yan dönüp diğer elimi apışarasına koydum, titrediğini hissettim. Yüzüme eğilip dudaklarımdan öpmesiyle ok yaydan çıkmıştı artık, bacağımdaki sakatlığı bile hissetmez olmuştum.
İkimiz de süratli bir şekilde çırılçıplak soyunduk. Sacide ablam deneyimlerini kullanıp idareyi ele almıştı; önce üzerime ters uzanıp 69 oldu, yarağımı yalamaya başladı. Ben de onun amını çılgın gibi yalıyordum. Amının dolgun dudaklarını ağzıma doldurup emdikçe, Sacide abla üzerimde inleyerek kıvrana kıvrana orgazm oldu, çığlıklar atarak... Ablamın okuldan gelmesi yaklaşınca kalktı yatağımdan, her yanı titriyordu.
Annemlerin dönüşüne kadar, her sabah Sacide ablayla, ablamın okula gidişiyle sevişmeye başlıyorduk. Sacide abla ikinci günden itibaren götünü de siktirdi bana, ama bakireliğini korudu kararlılıkla! Telefonda seks yaptığı sevgilisi hakkında sorduğum soruları yanıtlamamıştı, ama dört gün boyunca götünden çılgınca sikişmişti benimle...
Gidişine alışamamıştım, rüyamda sikişiyordum Sacide ablamla sürekli. Yıllar sürecek bir ilişkinin başladığını bilemezdim. Sacide ablayla yaşadıklarımızın üzerinden iki ay kadar geçmiş, yaz tatili başlamış, sakatlığım epey düzelmişti. Son rahatsızlığından sonra anneannem maalesef yatalak durumdaydı, Adapazarı'nda oturan Hacer Teyzem, annemin teyze kızları Macide ve Sacide ablamlar dönüşümlü olarak ilgileniyorlardı anneannemle.
Temmmuz başlarında anneannemi ziyaret bahanesiyle Adapazarı'na gittim, esas amacım Sacide abla'mı sikmekti tabii ki! Anneannem felç nedeniyle tam konuşamıyordu, ama beni görünce ne kadar sevindiği gözlerinden okunuyordu. Anneanemin evi tek katlıydı; bir oda, bir banyo, bir oda da çatı katında vardı. Ben orada kalmayı istedim, teyzemin ısrarlarına direnip kaldım da...
İkinci gecenin sabahında sikimde serin bir ıslaklıkla uyandım; Sacide abla yanıma diz çökmüş, boxerimden çıkardığı sikimi yalamaktaydı! Uyanıp irkilmemle gülerek, "Korkma kimse yok evde! Teyzem zaten kalkamaz!" dedi. Doğrulup dudaklarına yumuldum, aceleyle soyunduk. Biribirimizi açlıkla yalarken inliyorduk. Sacide abla, "Yılmaz'ım, hep seni düşledim! Beni bağırta bağırta sikkk!" diyordu. Sacide abla sikimi ve götünü iyice tükürükleyip beni yatırdı, üzerime çıkıp yarağımın üzerine aniden çökmesiyle inledik beraberce. Hızlı bir tempoyla adeta o beni sikti! Sonunda ikimiz de boşaldığımızda üzerime abandı kaldı nefes nefese...
Sikiş arası sohbetlerde bu kez açıldı bana, sevgilisi İstanbul'da üniversitede okuyan İran'lı zengin bir ailenin oğluymuş! Bir sene sonra mezun olacakmış, evlenip Tahran'a yerleşeceklermiş! Şok olmuştum; Sacide ablamı artık karım gibi görüyorken, başka bir ülkeye gelin gitmesi bir balyoz gibi inivermişti başıma! Sinir basmıştı birden; giyinip sokağa attım kendimi, hızlı adımlarla nereye gittiğimi bilmeden amaçsızca yürüyordum...
"Yılmaaazz! Yılmaazz!" diye seslenen kadın sesini farkedince durup döndüm. Gelen Macide ablanın büyük kızı Nurdan'dı, "Deminden beri bağırıyorum! Sağır mısın!" diye azarladı beni. Arkamdan koşmaktan nefes nefese kalmıştı, "Ne bu halin? Karadeniz'de gemilerin mi battı?" dedi gülerek. "Yoo, nereden çıkardın bunu?" dememle sarıldı sımsıkı, "Ulan buraya geldin, beni görmeden mi gideceksin!" deyip, bir daha sarıldı. Sütyensiz memelerinin sertleşmiş uçlarını göğsümde hissetmemle sikim esas duruşa geçmişti bile...
Macide abla annemin teyzesinin ilk çocuğuydu, arada iki erkek, üç düşük derken, en son olarak Sacide ablayı doğurmuştu, tekne kazıntısı olarak. Macide Abla 42 yaşındaydı, 20 yaşındayken, baba tarafından akraba Ali abiyle evlendirilmişti, iki kız doğurmuştu. Nurdan 20, Nurcan 18 yaşındaydı. Kızlarının ikisi de okumamış, koca bekliyordu.
Nurdan'ın dişiliğini hissedince rahatlamıştım. Halen Sacide ablaya kızgındım, içimden, (Ulan Sacide abla, ben de senin yeğenin Nurdan'ı sikmez miyim!) diyerek, bir elimi arkadan Nurdan'ın başına atıp saçlarını okşadım. Saçlarının kokusunu içime çekip, "Seni görmeye geldim ben, görmeden gider miyim?" diye gülerken, belinden vücudunu sikime doğru yasladım. Benden yaşca büyüktü ama, spor yaptığım için gelişmiş olan vücudum bu farkı kapatıyordu. Nurdan koluma girdi, sohbet ederek epeyi yürüdük. Nurdan geçen yıl kazanamayınca tekrar üniversite sınavına girmiş, falan filan...
Akşam anneannemin evine girer girmez, Sacide abla üzerime öfkeyle atıldı; "Nurdan'la sürtmeye mi geldin buraya!" diye bağırdı. Şaşkınlıkla karışık bir öfkeyle bir tokat attım, sustu. Ama hemen pişman olmuştum, ne diyeceğimi bilemiyordum. Birden boynuna atılıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım, "Affet beni lütfen, birden kendimi kaybettim!" dedim. O gece birbirimize sarılıp yattık, sevişmedik. Sabah uyandığmızda susuzluğumuzu doyasıya giderdik, dillerimiz, ellerimiz dumaksızın çalıştı, bağırta bağırta siktim Sacide ablanın götünü defalarca.
Sonunda dönüş günü geldi çattı tabii, döndüm İstanbul'a. Yaz bitti, okul antrenmanlar derken günler geçiyordu. Bir akşam eve gittiğimde bizimkiler yemeğe oturmuştu. Onlara katılmak için içeri girince donup kaldım, benim sofradaki yerimde Nurdan oturuyordu! Bana, "Selam!" diyerek gülümsedi, "İstanbul Üniversitesi'ni kazandım, kutlamayacak mısın beni?" dedi. Eczacılık okuyacakmış haspa, yurt falan ayarlayıncaya kadar da bizdeymiş! İçimden, (Hoşgeldin teyzesini siktiğim!) dedim, sevinmiştim gerçekten :)
[Yılmaz]
137 notes · View notes
mcanylm34 · 1 year
Text
Yeniden doğmak
Ey sevgili, seni düşünürken bir huşu indi tepeden, elim ayağım kesildi yaşamdan.
Güçlü bir el beni derinlere çekiyordu,
''dur'' diyemiyordum.
İçim geçmiş olduğum yerde; kapı çalıyordu, uykuyla uyanıklık arası duyuyordum.
Açınca, biranda kokun odaya doluyordu.
Rüyamda sen bana geliyordun, ne güzel gülüyordun.
Atlatmıştın celladı ve tahtında oturuyordun
Ben kahve yapıyordum! sen, ''şekeri yok, serçe parmağını bandır ''diyordun.
Radyoda eski bir şarkı çalıyordu, sen eşlik ediyordun! Sevda sözlerini usulundan bana yolluyordun, elinle ritim tutup beni coşturuyordun.
Canım siğara çekiyordu sen bakışlarınla yakıyordun.
Ben yazdığım son şiiri okuyordum, sen saz çalıyordu! ''Bugün ben bir güzel gördüm'' ezgileri dünyayı sarıyordu.
Söz istemiyorduk çünkü aşk makamındaydık ve bütün yalnızlıklar mahremini yitiriyordu.
Saate baktım saat durmuştu,
Zamana baktım devran dönmüştü.
Yanmıştı elemin kemikleri, külü uçmuştu.
Camdan dışarı baktık; hem bahar, hem sabahtı.
İki kuş dalda öpüşüyordu.
Hafif bir yağmur başlıyor ve birden bir toprak kokusu rüyamı sarıyordu.
Bütün çiçekler aynı anda toprağın göğüsünü catlatiyordu
Ilık bir rüzgar kapıyı aralıyor, savrulan saçlarım gülüşünde dalgalandırıyordu...
''Artık gitmeliyim,'' dedin.
Ben duymuyordum.''Kalayım mı,'' diye sordun?
Ben lal oluyordum.
Güzel başlayan bir rüya yerini kabusa bırakmamalıydı bunu sende biliyordun.
Herkes bizi unutuyordu biz rüyada kalıyorduk.
Eğilip kulağıma bir şeyler fısıldıyordun, ben anlamıyordum.
Acemiydim, prova yapmamıştım, ne diyeceğimi bilmiyordum.
Ama sen ustaca mutluluğun oyununu oynuyordun...
Çıkarıp yüreğimin duvarında asılı duran resmini sana g��steriyordum, "Benim mutluluğum bundan ibaret başka mutluluk tanımıyorum diyordum"
Sözler dökülüyordu dilimden, kalem aramıyordum,kağıt istemiyordum.
Tüm sevda sözlerini dört duvara haykırıyordum.
Gözlerim çakılmıştı gözlerine, şerbet içiyordum.
Ellerim terliyordu ellerinde, umursamıyordum.
Sahi ahtını mı bozmuştu hayat hanım, yoksa aldıklarını geri mi veriyordu bilmiyordum?
İlk defa dünyayı bu kadar güzel görüp şaşırıyordum.
Kitaplarım saçılmıştı ortalığa, toplamıyordum.
Yüreğim coşkun bir deniz gibi dev dalgalar yoluyordu, durdurmuyordum.
Gülüyordu yüzümün her karesi, bedenimin her zerresi, duygularımın silsilesi, gizlemiyordum.
Sen sessizce beni izliyordun.
Konuşmanı istiyordum çünkü sen konusunca dünya susuyordu ve hiçbir söz susuşun kadar yaralamıyordu beni.
Eğilip muhabbet çeşmesinden bir tas su veriyordun, Ben kana kana içiyordum...
Nisan sonu Mayıs başı yer erguvan gök maviyi ağırlıyordu.
Gözlerindeki sabahta çok kalmışım, farketmemişiz birden akşam oluyordu.
Dışarıda grup demi kızıl bir ufuk çizgisinde gün batıyordu, İnanmak akla zarar akşamdı ve sen gitmiyordun...
Anlatacak çok şey vardı, Akıl tutulmasına uğramıştım, konuşamıyordum.
Bu rüya ile hayalin el birliğiyle gerçeğe çelme takmasıydı.
Olmazı oldurmuştu ve ben yeniden doğmuştum.
Birden üç güvercin yükseldi rüyamın semalarına.
Biri hayale, biri mutluluğa, biri umuda.....
Tumblr media
78 notes · View notes
sebperest · 3 months
Text
Kuşlar Bediüzzaman'ı neden heyecanlandırıyor?
Tumblr media
"Acaba, emsalsiz bir tarzda hem serçe kuşu acip bir surette, hem kuddüs kuşu garip bir surette gelip bakması, sonra kaybolması (...) hiç tesadüf olabilir mi? Hiçbir ihtimali var mı ki bir beşaret-i gaybiye olmasın?" Emirdağ Lahikası'ndan.
Nakış bağlantıları görmekle görülebilen birşeydir. Çünkü nakışta kumaşın tekdüzeliğinden başını çıkarmış ipler/ilgiler vardır. Hikmet okumaları nakışları görünür kılar. Detayları bağlayabilirseniz nakış sahibi olursunuz. Yoksa nakışlar gizlenir. Olmadıklarından değil. Göremediğinizden. Mehirleri dikkattir.
Allah onu nihayetsiz rahmetiyle sarsın sarmalasın. Mürşidim Bediüzzaman Hazretleri kuşlardan çok ümitleniyor. Hatta heyecanlanıyor. Evet. Aynen öyle. Abartmıyorum. Onları birtür uğur sayıyor. Birnevi müjdeci görüyor. Bununla ilgili Emirdağ Lahikası'nda çok misaller var. Mesela birisinde diyor ki:
"Dün, birdenbire bir serçe kuşu pencereye geldi, vurdu. Biz, uçurmak için işaret ettik, gitmedi. Mecbur oldum, Ceylan'a dedim: 'Pencereyi aç; o ne diyecek?' Girdi, durdu, tâ bu sabaha kadar... Sonra odayı ona bıraktık, yatak odama geldim. Bu sabah çıktım, kapıyı açtım, yarım dakikada döndüm. Baktım, 'Kuddüs, Kuddüs' zikrini yapan bir kuş odamda gördüm. Gülerek dedim: 'Bu misafir niçin geldi?' Tam bir saat bana baktı, uçmadı, ürkmedi. Ben de okuyordum; ekmek bıraktım, yemedi. Yine kapıyı açtım, çıktım, yarım dakikada geldim, o misafir kayboldu."
Başka birisinde de söylüyor:
"Ben, Berat gecesinden az evvel Asâ-yı Mûsâ tashihiyle meşgulken, bir güvercin pencereye geldi, bana baktı. Ben dedim: 'Müjde mi getirdin?' İçeriye girdi, güya eskiden dost idik gibi, hiç ürkmedi. Asâ-yı Mûsâ üstüne çıktı, üç saat oturdu. Ekmek, pirinç verdim, yemedi. Tâ akşama kaldı, sonra gitti, tekrar geldi. Berât gecesinde, tâ sabaha kadar yanımda kaldı. Ben yatarken başıma geldi, Allahaısmarladık nevinden başımı okşadı, sonra çıktı gitti. İkinci gün, ben teessüf ederken, yine geldi, bir gece daha kaldı. Demek bu mübarek kuş, hem Asâ-yı Mûsâ'yı, hem Berâtımızı tebrik etmek istedi." Üçüncü birisi ise şöyle:
"O mübarek hediyeler odama geldiği zamandan on dakika evvel, serçe kuşuna benzer bir kuş yatağımın ayağı altında gördüm. Halbuki pencereler ve kapı kapalı, hiçbir delik yok ki, o kuş girebilsin. Baktım, benden kaçmıyor. Bir parça ekmek verdim; yemedi. Kalben dedim: Üç dört sene evvel aynı burada kuşların müjde vermesi gibi, bu da müjde veriyor."
Ömrü esarette, sürgünlerde, zindanlarda geçmiş bir ihtiyar âlimin yalnızlığının şiddetinden dolayı kuşlarla bile arkadaşlık etmesi mi dersiniz buna? Alaya mı alırsınız? 'Cık, cık, cık...' mı çekersiniz? Acır mısınız? Fakat sanki fazlası da var. Hatta, ilginçtir, verdiği gıdaları yememelerinden de (önemli bir detaymış gibi) mükerrer bahsediyor. Neden? Niçin? Niye buna ehemmiyet veriyor? Mesela birincide diyor: "Ekmek bıraktım, yemedi." İkincide ekliyor: "Ekmek, pirinç verdim, yemedi." Üçüncü de tekrar altını çiziyor: "Bir parça ekmek verdim; yemedi." Bu mevzuu talebelerine her defada yazmakta acaba ne mana var? Kuşların ekmeği-pirinci yememesi bizler için ne gibi bir hikmet ifade edebilir ki?
Soruları yazdım ama cevabı bende de yoktu arkadaşlar. Ta ki 'İbrahim aleyhisselamla misafir melekleri' kıssasını bu mektuplarla bağlayana kadar. Evet. Kur'an'da Hicr ve Hûd sûrelerinde aktarılan bu kıssada ilginç detaylar var. Mesela: İbrahim aleyhisselam, ziyaretine gelmiş bu mübarek misafirlerin melek olduklarını bilmiyor, en azından başlarda bilmiyor. Ve, o yüce cömertliğine yakışır şekilde, onlara ikramda bulunmaya niyet ediyor. Hâdiseyi ilgili ayetlerin kısacık bir meali üzerinden takip edelim:
“Andolsun ki elçilerimiz İbrahim’e bir müjde ile geldiler ve 'Selam!' dediler. O da 'Selam' dedi ve hemen gidip onlara kızartılmış bir buzağı getirdi. Fakat ellerinin o buzağıya uzanmadığını görünce, onları yadırgadı ve içinde onlara karşı bir korku hissetti. Onlar da: ‘Korkma’ dediler! 'Biz Lût kavmine gönderildik.' O sırada İbrahim’in hanımı ayakta idi. (Bu sözleri duyunca) güldü. Ona da İshâk’ı ve İshâk’ın arkasından da Ya’kub’u müjdeledik.” (Hud, 11/69-71)
İşte burada benim dikkatimi çeken incelik: İbrahim aleyhisselamın yaptığı 'kızartılmış buzağı' ikramına meleklerin ellerini uzatmaması. Gerçi İbrahim aleyhisselam bu hareketsizlik karşısında önce endişeleniyor. Zira misafirlerinin dost olmama ihtimali de var. Bir insanın ikramını reddetmek ona karşı duyulan husumetten kaynaklanabilir. Nitekim, enteresandır, bugün de müslümanlar ikramlarının reddedilmesini tuhaf karşılarlar. Hele İbrahim aleyhisselamın hemşehrileri (yani Urfalılar) daha tuhaf karşılar. Redd-i ikramdan hakaret manası çıkaranlar bile vardır. Osmanlı'da ihsan-ı şahaneyi (yani padişahın hediyesini) reddetmek suçtur. Yine mesela: Seferîlikte namazın kasredilmemesi Cenab-ı Hakkın ihsanını reddetmek sayıldığından hoşgörülmez. Hülasa: Nakış gibidir ahlakımız. Her yere uzanır.
Yalnız burada, Allahu a'lem kaydıyla, şöyle bir hikmet okuması da yapılabilir: Firavunlar çağında bakarperestlik o coğrafyada yaygın olduğundan, İbrahim aleyhisselam, ellerini uzatmamalarını muhataplarının 'buzağı ikramını hoşgörmeyecek itikatta olduklarına' yormuş olabilir. (Belki de onlar bakarperesttirler?) Bugün de Hindistan coğrafyasındaki müslümanlar, sırf kurbanda sığır kestiklerinden dolayı, zulümlere maruz kalmaktadırlar. İbrahim aleyhisselamı da endişelendiren belki buna benzerdir.
Mürşidim, 20. Söz'ünde, hayvanlara tapma hastalığının İsrailoğullarına da tesir ettiğini, bunun delillerinden birisinin de 'icl hâdisesi' olduğunu söyler. Yani, Sâmirî'nin, Musa aleyhisselamın yokluğunda, İsrailoğullarından bir kısmını buzağı heykeline taptırabilmesi, onların seciyelerine kadar işlemiş işte bu HAYvanlara TAPma (büyük harfler klavye hatası değil) teolojisinden kaynaklanmaktadır:
"Mısır kıt'ası, kumistan olan Sahrâ-yı Kebirin bir parçası olduğundan, Nil-i mübarekin feyziyle gayet mahsuldar bir tarla hükmüne geçtiğinden, o cehennem-nümun sahrâ komşuluğunda şöyle cennet-misal bir mevki-i mübarekin bulunması, felâhat ve ziraati, ahalisinde pek mergup bir surete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki, ziraati kudsiye ve vasıta-i ziraat olan bakarı ve sevri mukaddes, belki mâbud derecesine çıkarmış. Hattâ, o zamandaki Mısır milleti, sevre, bakara, ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler. İşte, o zamanda Benî İsrail dahi o kıt'ada neş'et ediyordu; ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, 'icl' meselesinden anlaşılıyor. İşte, Kur'ân-ı Hakîm, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidatlarına işlemiş olan o bakarperestlik mefkûresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhiyle ifham ediyor. İşte şu hadise-i cüz'iye ile bir düstur-u küllîyi, her vakit, hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olduğunu, ulvî bir i'câz ile beyan eder. Buna kıyasen bil ki, Kur'ân-ı Hakîmde bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler, küllî düsturların uçlarıdır."
Konuyu dağıttık. Geri dönelim. Ve hemen soralım: Kur'an bize İbrahim aleyhisselamın kıssası üzerinden de başka düsturlar/sırlar öğretiyor olabilir mi? Mesela? Mesela: Melekler başka canlıların, örneğin insanların, sûretlerine girebilirler. Ancak insanlar gibi yeme-içmeleri olmadıklarından ikramları bizim gibi tüketemezler. Peki sadece insanların sûretlerine mi girer melekler? Hayır. Fazlası da var elbette. Mesela: Mürşidim, 15. Söz'ünde, kuşların da meleklerin binekleri olabileceklerini söylüyor:
"Bazı rivâyâtın işârâtıyla ve intizam-ı âlemin hikmetiyle denilebilir ki, bir kısım ecsâm-ı seyyare, seyyarattan tut, ta katarâta kadar, bir kısım melâikenin merâkibidirler. Onlar bunlara izn-i İlâhî ile binerler, âlem-i şehadeti seyredip gezerler. Hem denilebilir ki, bir kısım ecsâm-ı hayvaniye, hadiste 'tuyûrun hudrun' tesmiye edilen Cennet kuşlarından tut, ta sineklere kadar, bir cins ervâhın tayyareleridirler. Onlar, bunların içine emr-i Hak ile girerler, âlem-i cismâniyâtı seyran edip o cesetlerdeki hasselerin pencereleriyle cismânî mucizât-ı fıtratı temâşâ ederler." Eh, evet, toparlayalım: İbrahim aleyhisselamın ikramına dokunmayan misafirleri akabinde ona müjdeler getirmişlerdi. İşte bu dersten hareketle diyorum ki: Bediüzzaman da umulmadık şekillerde misafiri olmuş kuşları ikramlarıyla sınıyordu belki. İkramını reddettiklerindeyse umutlanıyordu. Çünkü hayvanlığın seciyesinde ikramı reddetmek yoktur. Melekliğin seciyesinde vardır. Onlar bir haneye teşrif ettiklerinde arkası müjdedir. Mürşidimin böylesi küçük heyecanları bile ne güzeldir. Arkasını tefekkür etmek Kur'an'a götürür. Elhamdülillah. Cenab-ı Hüda ona gökteki kuşlar adedince rahmet eylesin. Kabrinde kıyamete kadar müjdelerle meşgul kılsın. Bizi de şefaatine kabul buyursun. Âmin. Âmin. Âmin.
5 notes · View notes
f1aner · 8 months
Text
Tumblr media
sen de anla artık başka yolu yok bunun. yazıkmış, kılmış, tüymüş hepsi hesap edildi bunların ya. her şeye hazırım diyorum sana. de ki iyilik ediyorsun, de ki sevap işliyorsun. herkesin inandığı bir şey vardır bu amına kodumunun hayatında.. benimkisi de sensin ne yapayım…
geçen gece çocuk hastaydı. İlacı bitmiş, almak için dışarı çıktım. sağa sola saldırıp nöbetçi eczane arıyoruz. birden durup dururken içim cız etti. Bi baktım gene aynı karın ağrısı… öyle özlemişim ki seni, dönerken bir meyhane gördüm. bi tek içeri girdiğimi hatırlıyorum bir de rakıya yumulduğumu. arkasından en az dört cigaralık… sonra gözümü bir açtım karşıdan karlı dağlar geçiyor. bir daha açtım, başımda bir çocuk, kalk abi diyor Kars’a geldik. otobüsten indim yürümeye başladım. dedim Allahım nerdeyim ben, burası neresi. sonra güç bela burayı buldum. 
kapının önünde durup düşündüm. dedim Bekir, bu kapı ahret kapısı burası sırat köprüsü. bu sefer de geçersen bir daha geri dönemezsin, iyi düşün dedim. düşündüm düşündüm, ama olmadı, dönemedim. sonra bak oğlum dedim kendi kendime, yolu yok çekeceksin, isyan etmenin faydası yok, kaderin böyle. yol belli, eğ başını, usul usul yürü şimdi.
12 notes · View notes
kalp-delenimm · 1 year
Text
gitmek mi istiyorsun? kanayacaksın, kapıdan çıkacak cesareti bulana kadar ve çıktığında küçüğüm, kalacaksın yaraların iyileşene kadar bu kısır döngü nefes aldığın sürece devam edecek zihninde ağlayacaksın, gözyaşlarını silemeyecek duruma gelene kadar kesilecek avuç içlerin kanayacaksın saçların örülemeyecek kadar kısalacak, dudakların öpülemeyecek kadar kuruyacak, ciğerlerin nefes alamayacak kadar sönecek yara bandı tutmayacak açık yaraların, neşter kesti iğne dikmeyecek ipler yeterince uzun değildir, bilirsin kavuşamazlar sevdiklerine bana nasıl bir kalp verdiğinin farkında değilsin, zehir pompalıyor zihnime ve bir kapı görmediğinde dört duvar arasında anlayacaksın, yalan söylediler küçüğüm bize yalan söylediler bu dünya gerçek cehennemdi ve senin kolların cennetine hiç yetişemedi
21 notes · View notes
mihail35 · 7 months
Text
Kendisini karşılayan sekretere;
Nazif Beyle görüşmek istediğini söyledi.
Bunun üzerine sekreter birden ciddileşti: 'Nazif Bey mi?'dedi.
'Evet, Nazif Bey!' diye cevap alınca,
hüzünlü bir ses tonuyla 'Nazif Bey sizlere ömür efendim, onu kaybedeli dört yıl oldu.' dedi.
Hiç beklemediği bu haberle bir acı saplandı yüreğine. 'Ya, öyle mi...?' diyebildi sadece.
Hicranlı bir suskunlukla bir müddet öylece kalakaldı. Gözlerine hücum eden yaşlar yanaklarından süzülüp göğsüne damladı. Kendisini toparlayıp 'Onun adına görüşebileceğim bir yakını var mı acaba?' diye sordu.
'Evet var, oğlu Selim Bey....'.
Titrek bir sesle 'Öyleyse Selim Beyle görüşebilir miyim?' dedi.
Görevli hanım, insanda saygı uyandıran bu kibar beyefendiye,
'Selim Bey oldukça meşgul bir insan, randevusuz görüşmek pek mümkün olmuyor; ama ben yine de kendisine bir haber vereyim”
' Dedi ve telefona yöneldi.. Sonra 'Kim diyelim efendim?' diye sordu.
'Kendimi ona ben tanıtmak istiyorum kızım.' cevabı üzerine sekreter dahili telefonu çevirdi.
Daha sonra, 'Selim Bey sizinle görüşmeyi kabul etti, lütfen beni takip edin.' dedi.
Beraber merdivenden çıktılar. İnce bir zevkle döşenmiş geniş bir salondan geçip büyük bir kapının önünde durdular, sekreter kapıyı açarak, 'Buyurun!' dedi.
O da içeri girdi. Kendisini ayakta bekleyen gence doğru hızlı adımlarla yürüdü, elini uzatarak,
'Merhaba, ben Prof. Dr. Mehmet Baydemir.' dedi.
'Bendeniz de Selim Cebeci... Lütfen buyurun, oturun.' dedi, genç iş adamı.
Mehmet Bey, kendisine gösterilen yere oturur oturmaz:
'Yirmi üç yıl, tam yirmi üç yıl... Vaktiyle bana burs verip okumama vesile olan insanın elini öpmek için bu ânı bekledim.' dedi ve dudakları titredi, gözleri doldu.
'Ama o büyük insanın elini öpmek nasip değilmiş, bunun için ne kadar üzgünüm anlatamam.'
Yaşarmış gözlerini kuruladıktan sonra Selim Beye döndü: 'Fakat en azından o büyük insanın oğlunun elini sıkmaktan da bahtiyarım.' Misafirin bu sözleri üzerine Selim Bey yerinden
fırladı, kulaklarına inanamıyordu. Kelimelerinin her biri birer hayret nidâsı gibi dizildi cümlelerine:
'Mehmet Baydemir demiştiniz değil mi, Tosyalı Mehmet Baydemir mi?' Profesör, delikanlının bu heyecanlı haline bir anlam veremeyerek başıyla 'Evet' dedi. Bunun üzerine Selim Beyin
gözleri sevinçle parladı.
'Babamla sizi uzun yıllar aradık; ama bulamadık.' dedi.
Profesörün yanına gelerek iki eliyle elini tuttu, candan bir dost gibi sıktı ve 'Sizi karşıma Allah çıkardı.' dedi.
Bu sözler profesörü çok şaşırtmıştı
'Uzun yıllar beni mi aradınız? Peki ama neden?' dedi.
Selim Bey gülen gözlerle profesöre bakarak
'Bizdeki emanetinizi vermek için...' deyince, profesörün şaşkınlığı iyiden iyiye arttı.
'Emanet mi?' dedi.
Selim Bey cevap vermeden yerine geçip telefonu çevirdi. Karşısındakine
'Gelebilir misiniz?' deyip telefonu kapattı.
Mehmet Bey, Şaşkın gözlerle Selim Beye bakarken kapı çalındı, odaya iyi giyimli bir bey girdi.
Selim Bey ona yanına gelmesini işaret etti, sonra kulağına bir şeyler fısıldadı. Gelen kişi bir şey söylemeden geldiği kapıya yöneldi. O çıkarken Selim Bey, misafiriyle tatlı bir sohbete başladı.
Sohbetleri koyulaştıkça, çehrelerindeki şaşkınlık, yerini birbirlerine Hasret kırk yıllık ahbapların yeniden buluşmalarındaki sevinç, samimiyet ve güvene bırakmıştı. Mehmet Bey yurt dışındaki tahsilinden, araştırmalarından ve yirmi üç yıl boyunca her yıl büyüyen memleket hasretinden bahsetti. Sonra Nazif Beyin duvardaki portresini göstererek,
'Bu günlerimi şu büyük insana borçluyum.' dedi. 'Bana yalnızca maddî destek vermedi, mânen de beni hiç yalnız bırakmadı. Yurt dışında tahsil görürken yanlışa her yeltendiğimde hayalen yanımda hazır oldu. 'Sana bunun için burs vermedim.'
Diyerek bana istikamet verdi. Ona her namazımda dua ediyorum.' dedi ve gözlerini Nazif Beyin duvardaki fotografına mıhladı. Sonra gözleri portrenin altındaki ilk anda mânâ veremediği diğer tabloya kaydı.
Son derece şık bir çerçevenin içinde, bazı yerleri yamalı ve tamir görmüş oldukça eski bir çift çorap duruyordu.
Biraz daha dikkatli baktığında çerçevede bazı cümlelerin de sıralandığını fark etti:
'Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra...'
Selim Bey, kendisine bir soru sorduğu için başını ona çevirdi; fakat aklı tabloda kalmıştı.
Selim Beye cevap verirken tabloya bir daha baktı. İkinci cümle de birinci cümle gibi üç nokta ile bitiyordu:
'Bir müddet sabredeceğiz, sonra...'
İyice meraklanmıştı. Bu ilk görüşmeleri olmasaydı, yanına gidip Tabloyu iyice inceleyecekti; fakat bu uygun düşmez, düşüncesiyle Yalnızca sohbet arasında göz ucuyla merakını gidermeye çalışıyordu.
Ancak her seferinde biraz daha artan bir merakın içinde kalıyordu. Üçüncü cümlede:
'Bir müddet yürüyeceğiz, sonra...'
diye yazıyor ve altta böyle birkaç cümle daha sıralanıyordu.
Artık aklı hep tablodaydı. Sonunda dayanamayıp,
'Selim Bey merakımı mazur görün. Şu tabloya bir mânâ veremedim.' dedi.
Selim Bey kendisine has bir gülüş ile misafirine baktı, derin bir nefes alarak
'Malumunuz, babam varlıklı bir insandı. Oldukça iyi bir hayatımız vardı. Sonra ne olduysa her şeyimizi kaybettik.
O zenginlikten geriye hiçbir şey kalmadı. Köşkümüzdeki hizmetçiler de gitti. Yemekleri artık annem yapıyordu. Hatırlıyorum da bir sabah, kahvaltıya sadece zeytin koyabilmişti. O zengin kahvaltılarımıza bedel, yalnızca zeytin...
Şaşkınlık içinde, 'Başka bir şey yok mu?' diye sormuştum. Bu soru karşısında annemin hüngür hüngür ağlayışı gözümün önünden hiç gitmiyor. Annemin ağlayışı karşısında babam: 'Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra...' dedi ve durdu, güçlü bakışlarını üzerimizde gezdirdi,'Alışacağız.'dedi.
Ve iştahla bir zeytin alıp ağzına attı. Birkaç gün sonra haciz memurları gelip köşkümüzü de elimizden aldılar. Kenar bir mahallede küçük, eski bir eve taşındık. Doğru dürüst bir eşyamız da kalmamıştı.
Annem bezgin bir sesle:
'Bu evde hiçbir şey yok! Burada nasıl yaşayacağız.' Diye haykırdı. Bunun üzerine babam:
'Bir müddet sabredeceğiz, sonra alışacağız.' dedi
Gittiğim özel okuldan ayrılmış, bir devlet okuluna yazılmıştım. Sabahleyin okula servisle gitmeyi umarken, babam elimden tuttu, 'Bu ilk günün, okula beraber gideceğiz.' dedi. Yürümeye başladık.
Okul oldukça uzak gelmişti bana, yorulup geride kaldığımı hatırlıyorum. Babam kim bilir hangi düşüncelere dalmıştı. Geride kaldığımı fark etmemişti. Biraz sonra fark edince bana döndü. İsyan dolu bakışlarımı yüzünde gezdirdim. Bir an bana ızdırapla baktıktan sonra, yanıma geldi. Bir şey söylemesine fırsat vermeden, kızgın aynı zamanda nazlı bir tavırla,
'Yoruldum.' dedim.
Babam oldukça sakin bir şekilde: 'Bir müddet yürüyeceğiz, sonra alışacağız.' dedi.
Babam her sabah erkenden çıkıyor, geç saatlerde ancak dönüyordu. Döndüğünde ise küçük odaya çekiliyor, bazen saatlerce orada kalıyordu. Çoğu zaman buradan gözyaşları içerisinde çıktığını görüyordum.
Bir gün, merakıma yenilip babamın küçük odasına girdim. Yerde bir seccade, seccadenin üzerinde de bir tespih vardı.
Duvarda ise Arapça bir ibarenin altında şu yazı vardı:
'Allah borcunu ödeme niyetinde olanın kefilidir.'
Babamın dediği gibi oldu, zor da olsa zamanla alıştık. Bu hal birkaç yıl sürdü.
Bir gün babam eve çok farklı bir yüz ifadesiyle geldi.
Ağlamaklı bir yüz ifadesi vardı. Her birimize bir paket getirmişti. Köşkten ayrıldığımız günden beri ilk defa paketlerle eve geliyordu. Bizi bir araya topladı.
'Bugün, benim için ne mânâya geliyor biliyormusunuz?' dedi, kelimeleri boğazına düğümlendi, gözlerine yaşlar hücum etti. Sözlerini kesmek zorunda kaldı. Her birimize hediyelerimizi teker teker verdi ve bizi ayrı ayrı kucaklayıp yanaklarımızdan öptü, kendisi de bir koltuğa oturdu. Cebinden gazeteye sarılı bir şey çıkardı. O sırada da ağlıyordu. Hepimiz şaşkınlık içinde babama bakıyorduk.
Gazeteyi açtı, içinden bir çift yeni çorap çıkardı.
Bu gözyaşlarıyla, bir çift çorabın alâkasını kurmaya çalışırken babam, beklemediğimiz bir şey yaptı.
Çorabı burnuna götürdü, kokladı, kokladı. Arkasından hıçkırarak ağlamaya başladı.
Hepimiz şok olmuştuk, tek kelime bile söylemeden bekledik. Babam nihayet kendisini topladı ve 'Bir zaman önce, büyük bir borcun altına girmiştim. Borcumu ödeme niyetiyle yeniden çalışmaya başladığım zaman kendi kendime 'bütün kazancım, borçlarımı ödeyinceye kadar alacaklılarımın hakkıdır. Onların hakkını vermeden ayağıma bir çorap almak bile bana haram olsun.' demiştim. Bugün ise, Allah'ın yardımıyla, borcumu bitirdim. Artık kimseye tek kuruş borcum kalmadı.' dedi. Sonra gözyaşları içinde ayağındaki çorapları çıkarıp yeni çoraplarını giydi. Ben de o eski çorapları hem aziz bir baba yadigârı, hem de bir ibret sembolü olarak sakladım. Bu çoraplar her gün bana: 'Paralarını ödeyinceye kadar bütün kazancım alacaklılarının hakkıdır.' diyor'.
Selim Beyin bakışları bilinmez âlemlere dalarken o, nemlenen gözlerini kuruladı, sonra dönüp duvardaki siyah-beyaz fotografa hayran hayran baktı.
'Babanız sandığımdan da büyükmüş Selim Bey. Ben olsaydım öyle müreffeh bir hayattan sonra anlattığınız gibi bir darlıkta, herhalde çıldırırdım.
'Selim Beye döndü ve
'Siz ne yapardınız?' diye sordu.
Selim Bey kendisine has tebessümü ile:
'Bir müddet zeytin yerdim, sonra...' dedi ve gülümsedi.
O sırada kapı çalındı, biraz önceki beyefendi elinde bir Kutuyla içeriye girdi. Kutuyu elim Beyin masasına bırakıp çıktı. Selim Bey yerinden kalkıp kutuyu alarak Mehmet Beye uzattı.
'Buyurun, yıllarca size vermek istediğimiz emanetiniz.' dedi. Mehmet Bey bilinmez duygular içerisinde kutuyu açtı. İçinden kadife bir kese çıktı. Keseyi açıp içini kutuya boşalttığında merakı iyiden iyiye arttı.
Keseden birkaç tane cumhuriyet altını ile bir not çıkmıştı. Mehmet Bey hassasiyetle katlanmış kâğıdı açıp okumaya başladı.
Sevgili Mehmet Bey oğlum,
Bazen istediğimizi yaparız, çoğu zaman da mecbur olduğumuzu...
Tahsil hayatınız boyunca size burs vermeyi taahhüt etmiştim. Ancak eğitiminizin son altı ayında size burs verme imkânını bulamadım.
Bir müddet sonra imkânlarıma yeniden kavuştum; lâkin bu sefer de size ulaşamadım. Dolayısıyla size borçlandım ve borçlu kaldım. Eğer böyle bir borcu gözyaşı ve ızdırapla ödemek mümkün olsaydı,ben bu borcu fazlasıyla ödemiş olurdum. Zira sevgili oğlum, bu altı aylık zaman diliminde bursunu verememenin ızdırabıyla kaç gece ağladım.
Her neyse, bursunuzu tarihlerindeki değeriyle altına çevirdim. Bu altınlar sizindir.
Bunlar elinize ulaştığında, borçlarımın tamamını ödemiş olacağım.
Sevgilerimle, Nazif Cebeci.
Mehmet Bey neye uğradığını şaşırmıştı.
Bu büyük insanın yüceliği karşısında bir çocuk gibi yalnızca ağlıyor, ağlıyordu. Selim Bey de bir hayli duygulanmıştı. Onun da yanaklarından yaşlar süzülüyordu.
Bir ara yaşlı gözlerle babasının siyah-beyaz portresine baktı.
Kendisine yıllarca hüzünle bakan gözleri, bu sefer sevinçle bakıyor gibiydi.
Peki ya siz olsanız ne yapardınız?
Bir müddet zeytinle idare edebilir miydiniz?
Uzun yazıları sevmeyen bir milletiz ama bu güzel hikayeyi okuyanlar yoruma nokta bırakabilirler mi ?
9 notes · View notes