#Bu dünyanın altı çatlak
Explore tagged Tumblr posts
nevzatboyraz44 · 2 years ago
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
BİR PATLAMAYLA BAŞLAR
Al Naslaa kaya oluşumu, Dünya'nın en tuhaf jeolojik özelliğidir
Suudi Arabistan çölünde, Al Naslaa kaya oluşumu tamamen doğal görünmüyor. Mükemmel dikey bölünmesi bir sır olarak kalır.
Al Naslaa kaya oluşumunun bu önden görünümü, yaklaşık 6 metre yüksekliğinde ve 9 metre genişliğindeki muazzam kayayı, merkezi çatlağıyla birlikte sergiliyor: belirleyici ve tartışmasız en benzersiz özelliği.
TEMEL ÇIKARIMLAR
Binlerce yıl öncesine dayanan petroglifler ve Tunç Çağı'na kadar uzanan insan sakinlerinin kanıtları ile Al Naslaa kaya oluşumu, çevresi üzerinde yükselir. Bununla birlikte, en sıra dışı özelliği, kayanın her bölümü ince, küçük bir kaide üzerinde dengelenmiş olarak, ortadan ikiye bölünmüş olmasıdır. Çoğu kişi doğanın böyle bir özelliği yaratmış olup olmadığını merak etse de, dünyanın en muhteşem kaya oluşumlarından birinin ardında başlıca üç jeolojik özellik vardır.
Suudi Arabistan'da bulunan Al Naslaa kaya oluşumu , Dünya'nın en büyük gizemlerinden biridir.
Suudi Arabistan'da bulunan Al Naslaa kaya oluşumu, yüksek yoğunluklu tortul kayadan yapılmıştır ve önemli ayrışma ve erozyon belirtileri göstermektedir. Ancak altındaki kaide daha çabuk aşınmış, üzerindeki petroglifler binlerce yıllık ve ortasındaki son derece düzgün çatlak henüz tam olarak açıklanabilmiş değil.
Altı metre (20 fit) yüksekliğindeki iki kaya, mükemmel pürüzsüz bir çatlakla ayrılmış kendi kaidelerinin üzerinde durmaktadır.
30 notes · View notes
t-iagz · 5 years ago
Text
Anneleri hep kadınlardan seçiyorlar, ne ilginç. Size annemi hiç anlatmadım mesela. Pek konuşmazdı ama saçları ıhlamur kokardı. Pek kitap okumazdı ama harika çamaşır asardı. Annem gidince kalbime iyi bakamadım, erken kurudu Albay'ım. Kalbimde bir sızı, bilincimde bir çatlak, zihnimde bir uyuşma… Aşık olduğum ilk kadın coğrafya öğretmenim. Karadeniz'de dağlar denize paralel uzanıyor ama biz onunla yan yana uzanamıyoruz. Televizyon hala tek kanal, Varşova Paktı, soğuk savaş, nükleer tehtitler… İnsanlar ölüyor. İnsanlar ölüyor, ben büyüyorum. Büyüdükçe kafam da büyüyor, ellerim büyüyor. Büyüdükçe hayallerim küçülüyor. Görüyorum, insanlık kan kaybediyor. Ben insanlığa kan vermek istiyorum, kan gruplarımız uyumsuz çıkıyor. Yıkılıyorum. Her şey siliniyor, her şey. Tam bitti diyorum, ufuktan Ayşegül doğuyor.
Ayşegül,
dünyanın en güzel şiiri. Saçları, burnu, gözleri hepsi tam kafiye. Keşke az sonra ölmeyecek olsaydım. Yalan yok, içten içe hayatım boyunca ben hep ölmeyi istedim. Bazen durur, düşünür, yaşıyor olmanın ne kadar saçma olduğunu fark ederdim. Size olmuyor mu ya? Yaşamak ağır gelmiyor mu? Hayat böyle sırtınıza bir kambur gibi binmiyor mu? Bana oluyor. Düşün ki altı milyar insan var dünyada. Peki bana ne gerek var? Gerek yok, bana gerek yok. Tamam o zaman, tamam. Bırakın beni öleyim. Nasıl olsa unutuluruz be. Ne mühendisler ne doktorlar unutulmuş. Bir Ayşegül üzülür bir de Sinan. Ama o da ertesi güne unutur, çocuk ne de olsa. Ayşegül ağlar, çok ağlar, sonra daha çok ağlar ama sonra unutur. Hepimiz unutulmak için yaratılmadık mı?
Siz, siz yine de beni hemen unutmayın be. Arada bir resmime falan bakın, söylediğim havalı sözleri bir kenara not edin.
Ben unutulacak adam mıyım be.
Son sözü ne oldu diye sorarlarsa şu şiiri okuyun:
Ölüyorum Tanrım!
Bu da oldu işte.
Her ölüm erken ölümdür.
Biliyorum Tanrım!
Ama ayrıca aldığın şu hayat fena değildir,
Üstü kalsın.
-Ahmet Poyraz Karayel
2 notes · View notes
mp3yukle · 5 years ago
Photo
Tumblr media
Derya Uluğ - Göremedim Bi de Sen Bak mp3 şarkı indir
"Göremedim Bi de Sen Bak" şarkı sözleri:
Nerde tokluk orda ahlak
Nefse mahkum bilse ahmak
Sona doğru yürüyordu
Anlamadan yaşlanarak
Sonsuz gibi nedir yaşamak
İnsanoğlu sonu toprak
Üzüyorlar düşünmeden
Bu dünyanın altı çatlak
Göremedim bi de sen bak
Hata gırla haya yok bak
İnsanların içi kaç kat
Üstü ak pak Altı çapak
Kötülerin ardındakileri savunup İyileri iliğine dek soydurttu
Anlattı anlattı anlattığının tersini yapıp durdu
Hayvanı sevdi göründü vurdu kadına sövdü susturdu durdu
Doğaya balta vurdu sonra insan ol dedi durdu
Görmedi kendini hep başkasına sağına soluna önüne  baktı
Hayvanı koru derken koluna taktığı neden timsahtı
İnsanlık mı bu şimdi durmadan ona buna yalan sattı
Sigara içme dedi oğluna önünde bi sigara yaktı
Sevdiklerini sattı daha da daha da çok para yaptı
Günahları abarttı sonra övündüğü parayla kapattı
Yokluğu yaşayanlara sormadı, durdu tokluğu anlattı
Utanmadı uyanmadı gerçek öteki dünyaydı
Unuttu öleceğini, sanki bu yalan hayat, ona sonsuz
Bilenler konuşsun zaten hep cahiller korkusuz
Sustukların başına gelecek izle sonun çok umutsuz
Çünkü bu dünyada adalet, hep kanunsuz
Zayıfa vurmak kolay güçlüye vursana öyle korkusuz
Senden olmayanı da hadi yanına alsana kuşkusuz
Müsade etmiyor eksiği yokmuş öyle diyor
Nasıl olsa bu gezegendeki herkes kusursuz
Göremedim bi de sen bak
Hata gırla haya yok bak
İnsanların içi kaç kat
Üstü ak pak Altı çapak
"I Couldn’t See, You Try"
Where is fullness there is moral
Imprisoned to selfishness, only if knew fool
Walking to the end
Not realizing, aging
Just like infinity, what is living?
Human ends in old soil
Hurting not considering
The bottom of this world is cracked
I couldn’t see, you try
Faults loads of but no sound of shame
How many layers on hearts?
Shown is bright inside is dark
Defended the violators
Had the good stripped off
Scolded scolded but
Did the opposite
Portrayed animal lover, slaughtered
Cursed at women, shut
Chopped the forests, advised
Act with morals
Never self checked but watched
Others here there and there
Claimed protects animals
Wears crocodile
How humane is it that he
Lied lied and lied
Told his son not to smoke
Lit one right in front
Sold out the loved ones
Made more money out of
His sins put him in shame
But covered with his proud money
Didn’t care for needs of poor
Bragged his richness
Had no shame no awareness
But truth comes after death
Ignored death as if he is immortal in this fake world
Knowing should speak anyways
But ignorants are fearless
Submissiveness will hit you
Your end is hopeless
Cause I this world Justice
is injustice
Easy to bully the weak
Try the strong, you fearless
Accept a stranger to your side
If you dare you careless
Doesn’t allow, says
He is just fine
Anyhow isn’t every single
one impeccablet
2 notes · View notes
yeniyeniseyler · 5 years ago
Text
Derya Uluğ - Göremedim Bi de Sen Bak (Video Klip)
Derya Uluğ – Göremedim Bi de Sen Bak (Video Klip)
Derya Uluğ‘un Noya Yapım etiketiyle çıkan yeni single çalışması “Göremedim Bi de Sen Bak”ın video klibi yayınlandı. Sözleri Derya Uluğ’a, müziği Asil Gök’e ve düzenlemesi Asil Gök ve Görkem Oker’e ait olan şarkının video klibini Derya Uluğ yönetti. Şarkının klip çekimleri İstanbul Sarıgöl Mahallesi, Küba Mahallesi ve Arnavutköy’de tamamlandı. Derya Uluğ, farkındalık yaratmayı amaçladığı bu…
View On WordPress
0 notes
kaanozer · 7 years ago
Photo
Tumblr media
Satranç sonsuz eski, ama aynı zamanda sonrasız yenidir; kuruluşu mekanik, ancak sadece hayalgücü ile etkilidir; geometrik açıdan sabit bir alanla sınırlı olmakla birlikte kombinasyonlarında sınırsızdır, sürekli kendini geliştiren, ancak yine de verimsiz, hiçbir yere götürmeyen bir düşünme eylemidir; hiçbir şey hesaplamayan bir matematik, esersiz bir sanat, temelsiz bir mimaridir.
Stefan Zweig’ın, 1942 yılında, Hitler iktidarından kaçarak sürgün hayatı yaşadığı Buenos Aires’te yayımladığı Satranç adlı romanı, hem yazarın intiharından önce bıraktığı bir veda mektubu hem de doğrudan Nazizm’i hedef aldığı tek kurmaca eseridir. New York’tan Buenos Aires’e yapılan bir gemi yolculuğunda, dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic, kendisi için beklenmedik bir rakip olan Dr. B. ile karşılaşır. İsimsiz bir amatör olan bu gizemli rakibin satrançla tanışmasının olağanüstü bir hikâyesi vardır. Bir Nazi kurbanı olan Dr. B., o kara günlerde sadece satranç sayesinde ayakta kalabilmiştir.
Hikâyenin diğer kahramanı Czentovic ise iletişim kurmakta zorlanan, yaşamında satranç dışında hiçbir şey olmayan, kazanmaya kurulu bir saat, soğuk, küstah, kuralcı, yüzeysel, kültürsüz, karacahil bir “dahi”dir. Bu kısa anlatıda, Zweig’ın tüm izleklerini bulmak mümkün: dünün dünyasından bugünün dünyasına geçiş, marazi tutkular, sapkın zekâlar, felaketlerini yaşamları boyunca taşıyan bireyler, fazişm ve kaba şiddet karşısında Avrupa’nın ve dünyanın kaderi…
Elimden her nesneyi almışlardı. Zamanı bilmeyeyim diye saati, yazı yazmayayım diye kalemi, bileklerimi kesmeyeyim diye bıçağı; sigara gibi en ufak bir sakinleştirici bile benden esirgendi. Tek bir söz söylemesine ve tek bir soruyu yanıtlamasına izin verilmeyen gardiyandan başka bir insan yüzü görmedim, bir insan sesi duymadım; göz, kulak bütün duyular sabahtan geceye, geceden sabaha kadar en ufak bir besin almıyordu, insan kendi kendisiyle, kendi bedeniyle ve masa, yatak, pencere, leğen gibi dört-beş dilsiz nesneyle çaresizlik içinde tek başına kalıyordu.
Suskunluğun siyah okyanusundaki cam fanuslu bir dalgıç gibi yaşıyordu insan, kendisini dış dünyaya bağlayan halatın kopmuş olduğunu ve o sessiz derinlikten hiç bir zaman yukarı çekilmeyeceğini ayrımsayan bir dalgıç gibi hatta…
Yapacak, duyacak, görecek hiçbir şey yoktu, her yerde ve sürekli hiçlikle çevriliydi insan, boyuttan ve zamandan tümüyle yoksun boşlukla. Bir aşağı bir yukarı, bir aşağı bir yukarı yürüyüp durdu.
Ama ne kadar soyut görünürse görünsünler, düşünceler de bir dayanak noktasına gereksinim duyarlar, yoksa kendi çevrelerinde anlamsızca dönmeye başlarlar; onlar da hiçbir şeye katlanamaz. İnsan sabahtan akşama kadar bir şey olmasını bekler ve hiçbir şey olmaz.
Bekleyip durur insan. Hiçbir şey olmaz. İnsan bekler, bekler, bekler, şakakları zonklayana dek düşünür, düşünür, düşünür. Hiçbir şey olmaz. İnsan yalnız kalır. Yalnız. Yalnız.
Bize hiçbir şey yapmadılar, bizi tümüyle hiçliğin içine yerleştirdiler, çünkü bilindiği gibi yeryüzünde hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar baskı yapmaz.
Satrancın çekiciliği tek bir şeyden kaynaklanır; stratejinin farklı beyinlerde farklı biçimlerde gelişmesinden.
Ancak her ne kadar maddeye bağlı değil gibi görünseler de, düşünceler bile bir dayanağa gereksinim duyarlar, aksi durumda öteye beriye çark etmeye ve anlamsız bir şekilde kendi etraflarında dönmeye başlarlar; düşünceler de hiçliği kaldıramaz.
İnsan kendisini ne kadar sınırlarsa o kadar yakınlaşır sonsuzluğa; bilhassa da dünyaya sırt çevirmiş gibi görünen insanlar, kendilerine has maddelerle termitler misali tuhaf ve kesinlikle eşsiz bir dünya maketi inşa ederler.
Ama en kötüsü sorgulama değildi. En kötüsü, sorgulamadan sonra hiçliğime geri dönmekti; aynı masanın, aynı yatağın, aynı leğenin, aynı duvar kağıdının olduğu aynı odaya.
Sözcüklerle anlatılamayacak bu durum dört ay sürdü. Eh, dört ay, yazması kolay: Altı üstü birkaç harf! Söylemesi de kolay: dört ay, iki hece! Çeyrek saniye içinde dudaklar böyle bir sesi çabucak uyduruvermiş: dört ay! Ama boşlukta, zamansızlıkta geçen bir dört ayın ne kadar sürdüğünü hiç kimse ne bir başkasına, ne de kendine anlatamaz, ölçemez, gözünde canlandıramaz; insanın çevresindeki bu hep aynı hiçliğin, bu hep aynı masa, yatak, leğen ve duvar kâğıdının ve hep aynı suskunluğun, insana bakmadan yemeğini içeri iten hep aynı gardiyanın, insanı çıldırtana kadar boşlukta dönüp duran hep aynı düşüncelerin insanı nasıl yiyip bitirdiğini ve yıktığını kimse kimseye anlatamaz.
Yeryüzünde beni sorgulamayan, bana işkence yapmayan bir insan var mıydı gerçekten?
Siyah ve beyazdan oluşan her iki ben de yarışa girişmeden edemiyordu ve her ikisi de yenmek, kazanmak için kendine göre bir hırsa, bir sabırsızlığa kapılıyordu; siyah olan ben, beyaz olan ben’in yapacağı her hamleyi heyecanla bekliyordu. Bir tanesi bir yanlış yapınca, öteki ben sevinçten havalara uçuyor ve aynı anda da kendi beceriksizliğine kızıyordu.
Satrançta kendine karşı oynamak, kendi gölgenin üstünden atlamak gibi bir çelişkidir.
Besbelli ruhumuz için yorucu ve tehlikeli olabilecek şeyleri kendiliğinden yok eden gizemli güçler var beynimizde, çünkü ne zaman geriye dönüp hücre günlerimi düşünmek istesem, sanki beynimde ışık sönüyordu.
Benim gibi insanları yok edecekler, yaşamak için birazcık hava bile bırakmayacaklar. Peki nereye kaçmalı? Dünya bize kapılarını kapatacak, bense yabancı ve düşman olarak hor görüleceğim bir devletin tutsaklığında yaşamayı istemiyorum.
Gerçi kendi deneyimlerimden “kralların oyunu”nun gizemli çekiciliğini biliyordum; insanoğlunun düşünüp bulduğu oyunlar arasında, rastlantının her türlü despotluğuna karşı koyan ve zafer kupalarını yalnızca akla ya da daha çok tinsel yeteneğin belirli bir biçimine veren tek oyun. Ama satranca oyun demekle, haksız bir kısıtlama yapmış olmuyor mu insan? Satranç aynı zamanda bir bilim, bir sanat değil mi, yerle gök arasında süzülen Muhammed’in tabutu gibi bu iki kategori arasında gidip gelmiyor mu, bütün karşıt çiftlerin bir kerelik bileşimi değil mi? Hem çok eski hem de yepyeni, düzeneği hem mekanik hem de hayal gücüne bağlı, hem sabit geometrik bir alanla sınırlı hem de bileşimleri sınırsız, hem sürekli gelişen hem de kısır, hiçbir şeye götürmeyen bir bir düşünme, hiçbir şeyi hesaplamayan bir matematik, yapıtları olmayan bir sanat, maddesi olmayan bir mimari, bununla birlikte varlığıyla tüm kitap ve yapıtlardan daha dayanıklı olduğu su götürmez, bütün halklara ve bütün zamanlara ait olan tek oyun; can sıkıntısını öldürmesi, zihni açması, ruhu canlandırması için tanrı’nın onu yeryüzüne gönderdiğini kimse bilmez.
Başlangıcı ve sonu nerededir?
Böyle olağanüstü, dahice bir oyunun ister istemez göreceli ustalar yaratacağı gerçeğini uzun zaman önce anlamıştım; ama dünyayı yalnızca siyah ile beyaz arasındaki dar yola indirgeyen, otuz iki taşı bir oraya bir buraya, bir ileri bir geri oynatarak hayatının zaferini kazanmaya çalışan kıvrak zekalı bir insanın yaşamını kafada canlandırmak ne kadar güç, ne kadar olanaksızdı; bu insanın yeni bir oyuna başlarken piyon yerine atı yeğlemesi olay yaratır ve bir satranç kitabının ufacık bir köşesinde adının geçmesiyle ölümsüzlüğe ulaşmasını sağlar; bu insan, bu akıl insanı, aklını kaçırmadan on, yirmi, otuz, kırk yıl boyunca bütün düşünme gücünü tekrar tekrar aynı gülünç amaca yöneltir: bir tahtanın üzerinde tahta bir şahı köşeye sıkıştırmak!
Şimdi siyah ile beyaz tek ve aynı kişilikte birleştiklerinde, ortaya tek ve aynı beynin eşzamanlı olarak bir şeyi bilmesinin ve ama bilmemesinin gerekmesi, beyaz olarak hareket ettiğinde daha bir dakika önce siyah tarafken istemiş ve amaçlamış olduğunu bir komutla bütünüyle unutmayı başarabilmesi gibi saçma bir durum ortaya çıkar.
Bu tür bir çifte düşünme eylemi, bilincin mutlak anlamda bölünmesini, beynin işlevinin sanki mekanik bir aygıtmışçasına istendiği zaman açılıp kapatılabilmesini koşul kılar; demek ki satrançta insanın kendi kendisine karşı oynamak istemesi, kendi gölgesinin üzerinden atlamak istemesi gibi anlamsız bir zıtlık durumudur.
İşte o zaman bir Rembrandt, bir Beethoven, bir Dante, bir Napoleon hakkında en ufak fikri olmayan birinin, kendini büyük bir insan olarak düşünmesi, aslında o kadar kolaydır ki. Alternatif çeviri
Arkadaşım bana Czentovic’in çocuksu kendini beğenmişliğinden birkaç klasik örnek verdikten sonra, “Ama böyle hızla gelen bir ün, böyle boş bir kafayı nasıl sersemletmez ki?” diye bağladı sözü.
Banat’tan gelme bir köylü gencin, ansızın bir tahta üzerinde bir kaç taşı birazcık oraya buraya oynatmakla bütün köyünün odunculuktan ve en yorucu işlerden bir yılda kazandığını bir haftada kazanması durumunda kendini beğenmişlikten başının dönmemesi diye bir şey olabilir mi? Hem ayrıca, bu dünyada bir zamanlar bir Rembrant’ın, bir Beethoven’ın, bir Dante’nin bir Napoleon’un yaşadığı hakkında en ufak bilgisi bulunmayan birinin kendini büyük bir insan sayması son derece kolay değil midir? Bu gencin dünyaya, kapalı beyninde bildiği tek şey, aylardan beri hiç bir satranç oyununu kaybetmemiş olduğu ve dünyamızda satrancın ve paranın dışında daha başka değerlerin de bulunduğunu bilmediğinden, kendine hayranlık duymak için her türlü nedeni var.
Ama her şeye karşın bu ayakta beklemenin çektirdiği işkence aynı zamanda benim için bir iyilikti, bir zevkti, çünkü bu oda hiç olmazsa benimkinden başka bir odaydı, biraz daha büyüktü ve bir yerine iki penceresi vardı; ve yatak yoktu, leğen yoktu, pencerenin pervazındaki, milyonlarca kez baktığım o çatlak yoktu. Kapının rengi başkaydı, duvarın önünde başka bir sandalye duruyordu ve solda bir dosya dolabıyla bir giysi dolabı vardı, bu ikincinin içindeki askılarda üç-dört ıslak asker paltosu, bana işkence yapanların paltoları asılıydı. Yani bakacak yeni, başka bir şeyim olmuştu en sonunda ve açlıktan çılgına dönmüş gözlerim her ayrıntıya hırsla saldırıyordu.
Gelgelelim nasyonal sosyalistler, ordularını bütün dünyaya karşı silahlandırmadan çok önce bütün komşu ülkelerde aynı ölçüde tehlikeli ve eğitimli bir başka orduyu, zarar görmüşlerden, geri plana itilmişlerden, aşağılanmışlardan oluşma bir lejyonu örgütlenmeye koyulmuşlardı.
Yapacak, duyacak, görecek hiçbir şey yoktu, her yerde ve sürekli hiçlikle çevriliydi insan, boyuttan ve zamandan tümüyle yoksun boşlukla. Bir aşağı bir yukarı yürürdü insan, düşünceleri de onunla birlikte bir aşağı bir yukarı, bir aşağı bir yukarı yürüyüp dururdu. Ama ne kadar soyut görünürlerse görünsünler, düşünceler de bir dayanak noktasına gereksinim duyarlar, yoksa kendi çevrelerinde anlamsızca dönmeye başlarlar; onlar da hiçliğe katlanamaz. İnsan sabahtan akşama kadar bir şey olmasını bekler ve hiçbir şey olmaz. Bekleyip durur insan. Hiçbir şey olmaz. İnsan bekler, bekler, bekler, şakakları zonklayana dek düşünür, düşünür, düşünür. Hiçbir şey olmaz. İnsan yalnız kalır.
Yalnız. Yalnız.
5 notes · View notes
olacaklarhepelzem · 7 years ago
Video
youtube
Anneleri hep kadınlardan seçiyorlar ne ilginç. Size annemi hiç anlatmadım mesela. Pek konuşmazdı. Ama saçları ıhlamur kokardı. Pek kitap okumazdı ama harika çamaşır asardı. Annem gidince kalbime iyi bakamadım, erken kurudu albayım. Kalbimde bir sızı, bilincimde bir çatlak, zihnimde bir uyuşma... Aşık olduğum ilk kadın Coğrafya öğretmenim. Karadeniz'de dağlar denize paralel uzanıyor, ama onunla yan yana uzanamıyoruz.
Televizyon hala tek kanal. Varşova Paktı, Soğuk Savaş, Nükleer tehditler. İnsanlar ölüyor. İnsanlar ölüyor, ben büyüyorum. Büyüdükçe kafam da büyüyor, ellerim büyüyor, büyüdükçe hayallerim küçülüyor. Görüyorum insanlık kan kaybediyor. Ben insanlığa kan vermek istiyorum, kan gruplarımız uyumsuz çıkıyor. Yıkılıyorum. Her şey siliniyor. Her şey...
Tam bitti diyorum, ufuktan Ayşegül doğuyor. Ayşegül... Dünyanın en güzel şiiri. Saçları, burnu, gözleri hepsi tam kafiye. Keşke az sonra ölmeyecek olsaydım ya. Yalan yok, içten içe hayatım boyunca ben hep ölmeyi istedim. Bazen durur düşünürüm, yaşıyor olmanın ne kadar saçma olduğunu fark ederdim. Size olmuyor mu ya? Yaşamak ağır gelmiyor mu? Hayat böyle sırtınıza bir kambur gibi binmiyor mu? Bana oluyor. Düşün ki altı milyar insan var dünyada. Peki bana ne gerek var? Bana gerek yok!
Tamam o zaman, tamam... Bırakın beni öleyim. Nasıl olsa unutuluruz be. Ne mühendisler ne doktorlar unutulmuş. Bir Ayşegül üzülür bir de Sinan... O da ertesi güne unutur, çocuk ne de olsa... Ayşegül ağlar, çok ağlar. Sonra daha çok ağlar. Ama sonra unutur. Hepimiz unutulmak için yaratılmadık mı? Siz yine de hemen unutmayın be. Arada resmime falan bakın. Söylediğim o havalı sözleri bir yere not edin. Ben unutulacak adam mıyım be?
Son sözü ne oldu diye sorarlarsa şu şiiri okuyun;
Ölüyorum tanrım. Bu da oldu işte her ölüm erken ölümdür biliyorum tanrım ama ayrıca aldığın şu hayat fena değildir üstü kalsın.
Ahmet Poyraz Karayel.
2 notes · View notes
adam-slx · 7 years ago
Text
Koduğum Adam_slx alkol sana iyi gelmiyor daha anlamadın mı bir gün götünden olacaksın
Sayın okuyucularım yine alkolle aydınlatılmış beynimde düşünürken aklıma geldi, her şeyin sınavı varken, çocuk sahibi olmanın neden sınavının olmadığı? İlkokul birden ikiye geçmenin sınavı var, araba kullanabilmenin sınavı var, herhangi bir makineyi kullanabilmek için sınava girmemiz gerekir, Peki ya anne-baba olmak? Her şeyi sınava bağlarken, adına çocuk yetiştirmek denilen, aslında çocuğu bokun içerisine sokup yüzüne işemekten ibaret olan, bu durum için neden sınav yapılmaz? zekamla dalga geçip denemeye karar verdim... Vücudumda litrelerce alkol, ağzımda mis gibi kusmuk kokusuyla, gecenin 3’ünde nerde ebeveyn bulabileceğimi, bulsam bile nasıl ikna edebileceğimi önce çözemedim. Sonrasında aklıma su tabancam geldi. Siyah şeritlerle kaplayabilirsem, belki bir şeyler ifade edebilirdi. Çoğu insana hayatı boyunca silah doğrultulmamıştır. Bu yüzden silah doğrultulduğu zaman silaha değil, hayatlarındaki pişmanlıklara ve hayallere bakarlar.(Hayatlarını siktiklerim 😡) boktan insanların boktan hayatlarına bu kadar önem vermeleri, işimi kolaylaştıracakdı biliyordum, yalnızca konuşmak istiyordum. Karşıma birkaç cici ebeveyn oturtacak, çocukları hakkında neler düşündüklerini soracaktım. Ancak üzerinde yemek lekeleri olan, ağzı mis gibi alkol ve kusmuk karışımı kokan, her an düşecekmiş gibi yürüyen biriyle konuşacaklarını sanmıyordum. Ama su tabancam, bunu sağlayabilirdi. Siyah bandımla, su tabancamı siyahla kapladıktan sonra, ceketimi kaparak dışarı çıktım. Su tabancası çocuğu olan eski bir sevgilimden kalmıştı. Bant ise kelepçe sevmeyen kadınlar içindi. Cinsel fantezilerimin hayatımı kolaylaştırdığı karşı konulamaz bir gerçekti. Yine de hala çıkıp, cinsel fantezilerin sapıklık olduğunu söyleyebilen, sözde akil adamlar ve kadınlardan geçilmiyor ortalık. (Evet küfür ettim 😝) Hemen sağdaki evin kapısını çaldım. Benden en az 25 santim uzun ve iki katım ağırlığında bir herif yaşıyordu orda. Bol dövmeli, kolları kaslı, göbeği yağlı belalı tiplerdendi. Benim gibi birini itin götüne sokabilirdi afedersiniz tuz varmıydı dedim (sayın okuyucularım gerçekten göt korkusu var) kapıyı suratıma kapattı bende kapısına işedim... Birkaç blok ötedeki bir evi denemeye karar verdim. Şirin bir bahçesi vardı. Şirin bahçeli evlerden, şirin aileler çıkardı. Kapıyı çaldım, önce ışıklar yandı, arkasından perde aralandı. Saçları seyrelmiş, gözlüğünü takmış, beyaz atletli biri belirdi pencerede. Ne istiyorsun diyen gözlerle bakıyordu. Fazla merakta bırakmak istemedim. “kızım hastalandı da,  telefonumuz kesik, sizin varsa kullanabilir miyim diyecektim.” “sizi evimize alamam beyefendi, kusura bakmayın, az ilerde ankesörlü telefon var, oradan arayabilirsiniz” “evet, biliyorum, ben de oradan geliyorum zaten, bozmuşlar telefonu, muhtemelen mahallenin çocuklarıdır” dedim sinirimi belli etmemeye çalışarak. (Evine alamazmış. Kendini beğenmiş küçük burjuva pisliği. Kapının önünde bir Bentley’le duruyor olsaydım, nasıl da açardın o kapıyı sahtekar piç 😡) “lütfen izin verin, iki dakika bile sürmez, kızımın ölümcül bir hastalığı var, müdahale edilmezse ölebilir.” diye ekledim. “tamam, peki, açıyorum kapıyı” dedi. (Tabi ki açacaksın oruspu, çocuğumun ölümünden sorumlu olmayı göze alamadın değil mi? çocuğum ölürse ağzını yüzünü dağıtabileceğimi düşündün değil mi? Şimdi bu yaptığına insanlık mı demeli) “çok teşekkür ederim” diyerek belimden silahımı çıkardım. (Öldürme güdüsüyle dolduğumu hissettim. Silahım gerçek olsaydı keşke diye geçirdim aklımdan) Adam kapıyı açar açmaz, kapıya bir tekme yerleştirdim. Eğer adam geri zekalı olmasaydı daha ilk baştan boku yemişim. İşime konsantre olmalıydım. Silahı adamın kafasına doğrulttum.  Şaşkınlığını görmeliydiniz. İşaret parmağımı ağzıma götürerek küçük bir sus işareti yaptım. Hemen itaat etti. önümde ben arkasında evi dolaşmaya başladık. Küçük bir evdi. Çocukların odasını ve çocukları gördüm telaşı daha da artmıştı. Karısı yarı çıplak uyuyordu "sessizce uyandır” dedim. Karısının yaşadığı şok, adamınkinden çok daha az oldu. “koli bandı var mı?” “ve tabi bir de araba gerekecek” ikisi de vardı. Şanslı günümdeydim. 1 numaralı ebeveynleri bagaja soktuktan sonra, koli bandıyla etkisiz hale getirdim. (Hep merak etmişimdir, etkisiz hale getirme olayını. Gerçekten zevk verici bir tarafı var. Bir an iki kişilik dünyanın tanrısı olduğum gibi bir kanıya bile vardım.) Aynı taktikle 2 ve 3 numaralı ebeveynlerime de kavuştum. ebeveynlerle evime geldiğimde odada pek yer kalmadı, tıkışmak iyidir dedim tıkıştıkış doldurdum. Böcek ilacı satan şerefsizler, 3 katlı bir evde otururken, ben kötü bir evde (kiralık) kalıyordum. Konu böcek olunca, hayvan severler pek ortada görünmezlerdi. Soyu belli köpekleri, kedileri severek hayvan sever olunuyorsa eğer, hitler’e de insan severlerin en büyüğü ödülü verilmeli. O da insanlar hakkında bundan çok daha farklı bir şeyi savunmadı. Sadece güzel görünenleri, faydalı olanları alalım, gerisini eteklerimizden silkeleyelim demişti. Aradaki farkı göremiyorum. Misafirlerimi yerlerine oturtup kollarını ve bacaklarını bağladıktan sonra, ağızlarındaki bantları çıkardım. Sonra da silahımın bantlarını çıkarmaya başladım. içinde hala su vardı. Gözlerimin içine öfkeyle bakan aptalın suratına sıktım. “orospu çocuğu, bizi bir su tabancasıyla mı kaçırdın?” diye bağırdı. “aaa, lütfen ama, hiç yakışıyor mu küfür kaçırmak felan. Sizi küçük bir geziye çıkardım diyelim, nasıl böylesi daha güzel değil mi?” diye cevap verdim, çatlak katillere özgü bir üslupla. Bir kaçının bağırmaya yeltendiğini fark ettim. Çok bağırmadıkları sürece sorun yoktu aslında. Burda kimse kimsenin işine burnunu sokmazdı. Geçen gün bir vakıfta 35 çocuğa tecavüz edilmişti de bir kişi bile kapısını açıp ne oluyor diye sormamıştı. Bir Polis tacize uğrayan iki genç kızı dövmüştüde kimse niye dövüyorsun dememişti ki hatta kızlara böyle giyinirseniz az bile yapmışlar demişti evet evet Polis işte o yüzden kapıma bir polis dayaması riskini göze alamazdım. )Gerçi tecavüz ediyorum desem Polis ne derdi merak etmiyor değilim.. Nede olsa kadınları yarı çıplak kaçırmıştım pardon geziye çıkartmıştım...) Silahımın su tabancasından ibaret olduğunu bu kadar erken göstermemem gerekirdi diye düşünerek, mutfak niyetine var olan lavabodan ibaret yerden en korkutucu olduğunu düşündüğüm bıçağı aldım. Ağızlarını kapamaları için gözlerine bakmam yeterli oldu. (Onlar da Götlerinden korkuyorlar 😂) Şimdi sizinle küçük bir tartışma yapmamız gerekiyor. Ben size neden çocuk peydahladınız diye soracam, siz de cevaplar vereceksiniz. Gerisi doğaçlama. Verdiğiniz cevaplar aleyhinizde delil olarak kullanılmayacak ve sessiz kalma hakkına da sahip olmayacaksınız. Başka sorusu olan?” “bunları ne yapacaksın?” diye atladı, 3 numara. “kağıda yazıp götüme sokacam dedim” “siktir git, ben sana cevap filan vermem” dedi 2 numara. “gözlerinin önünde karının mastürbasyon yapmasını ister misin?” diye sordum bende, Medeni bir insanı altı kişinin önünde kendisini parmaklamaya zorlamak  en az tecavüz kadar travmatik bir durum yaratırdı (medeniyetlerini siktiklerim😡) “herhangi bir itirazı ya da sorusu olan başka biri var mı?” yoktu. “o zaman söyleyin bakalım 1 numara, derdiniz neydi de çocuk yaptınız?” 1: “bilmem ki, seviyorduk çocukları” “yani kendiniz içindi, sırf siz seviyorsunuz diye, bundan mutlu olacaksınız diye” 1: “hayır tabi ki, bizim sevgimizle mutlu olacaklarını düşündüğümüz içindi” “önemli olan çocuğun mutluluğu mu, yoksa senin istediğin gibi bir mutluluk mu?” 1: “anlamadım” “yani diyorum ki, çocuğun mutlu olsun da nasıl mutlu olursa olsun mu, yoksa senin doğru kabul ettiğin yollarla mı mutlu olmalı sadece?” 1: “mutluluğu başkalarının mutsuzluğu olmamalı tabi ki, eğer onu kastediyorsan” “yani çocuğun üniversiteye gitmek istemezse mesela, ya da uyuşturucu kullanmak istiyorsa, mutlu olmasına izin verir misin?” “ne yani uyuşturucu kullanımının insanı mutlu edeceğini mi zannediyorsun” diyerek araya girdi 2 numaranın kadın olanı. Çocuğunun uyuşturucu kullanabileceğini aklının ucundan bile geçirmemişti bugüne kadar anlaşılan. “zannetmiyorum,  bundan eminim. Mutluluk boş bir düşünceden ibarettir. İnsan yenebileceği bir düşman, olduğu sürece mutlu olabilir. Düşmanlarının hepsini  yenmişsen ve eee, şimdi ne olacak diyorsan eğer, mutlu olmanın imkanı yoktur. Ve mutlu olmak için gerektiğinden dolayı eğer yenilecek bir düşman varsa hayatında, bir kötü varsa önünde, bu tam anlamıyla saf bir mutluluğunda var olamayacağı anlamına gelir. Yani mutluluk kötülükle var olabilen, bir kendini kandırmaca halidir. Uyuşturucu mutluluğunun da bundan farkı yoktur. Söylediğim bundan ibaret. Konumuzdan fazla uzaklaşmadan sizinle devam edelim öyleyse.” diye cevap verdim. Çok esaslı olmasa da fena sayılmayacak bir cevaptı. 2: “tanrı neden insanı yarattıysa bizde o yüzden çocuk yapmamız gerektiğini düşündük, elimizdekileri paylaşmak istedik” dedi erkek olanı. Fena değildi, eğer insan tanrı kadar güçlü tanrı kadar kusursuz olabilseydi. Tanrı insanı yarattığına göre kusursuz sayılabilir miydi? Bilemiyorum. “tanrı gibi bir güç olmadığınızın farkındasınız değil mi, yani elinizdekilerin her zaman elinizde olması gibi bir mutlak gerçeğin var olmadığını, hadi diyelim elinizdekiler her zaman elinizde, peki bu elinizdekilerin çocuğunuzun elinde olmasından çocuğunuz için bir önem teşkil edeceğini nerden çıkardınız? Belki çocuğunuz sizin elinizdekilerle hiç ama hiç ilgilenmeyecekti? Bu riski almaya değer miydi çocuk yapmak?” 2: “tanrı insanlara çoğalmalarını söyler, çoğalmamızı istemeseydi, bizi üreyen bireyler olarak yaratmazdı” dedi kadın olanı. “tanrı insanlara akıl ve irade de verdi, bir kıyametten, öteki dünyadan, hemen hemen her din bahseder değil mi? Demek ki tanrı insanların dünya sahnesinden çekilmesini de istemiş. Ne dersin, belki de insanların bu mantığa erişip çocuk yapmaktan vazgeçmesiyle gelecek kıyamet?” “yani çocuk yapmamak gerektiğini mi söylüyorsun” dedi 3 numaranın erkek olanı. “evet, tam olarak da bunu söylüyorum. Belki  çok aşmış olanlar, zannedenler değil, aşmış olanlar. Bu sorumluluğu taşıyabilecek olanlar, yeterince güçlü olanlar. Özgürlüğü tam anlamıyla tatmış olanlar, yalayıp geçenler değil. Belki onlar çocuk yapabilirler. Ama sizin gibiler değil.” Diye cevap verdim. Sinirlendiklerini görebiliyordum. Ancak daha bu başlangıçtı. Daha ne cevaplar verecektim onlara, köşeye sıkıştıracaktım hepsini. Ben bu düşüncelerle egomu okşarken kapının bir tekmeyle kırılışını duydum. Kapıda kapısına işediğim herif duruyordu hani benden en az 25 santim uzun ve iki katım ağırlığındaki herif beni bunları kaçırırken görüp, odama kadar takip etmiş olmalıydı. Yüzüme çarpık bir sırıtış oturtup, su tabancama davrandım. Ardından gelen birkaç yumruk Sanırım hemen orada bayıldım. Peki bunları nerden ve nasıl mı anlatıyorum. Herifin evinden tabi ki. Evet, az da olsa özgürlük var. Arada sırada yazmama izin veriyor polislerin sikinde bile değilim
2 notes · View notes