#Bu dünya beni yerle bir etti
Explore tagged Tumblr posts
gaiaxxxxx · 6 months ago
Text
Önce bana olan sevgisi bitti. Sonra nefreti başladı. Nefret etti benden. Hiç dinlemedi beni. Bu kız ne diyor, farketmedi bile. Kendimden nefret ettirdi. Önce ona olan güvenimi, sonra özgüvenimi yerle bir etti bir bir... Ona olan kırgınlığımı farketmedi. Ne kadar zor durumda olduğumu görmedi, pskolojisi bozuk bunun dedi. Neden bozuk peki sence dedim, nankör dedi.
Neden benden nefret ettin anne... Neden bunun olmasına izin verdin? Hani anneler evlatlarını koşulsuz severdi... Tüm dünya onun karşısına dikilse dahi bir tek o yanında olurdu... Annesi. Sen benim hiç yanımda olmadın. Hiç.
Ve lanet olsun ki her defasında umut etmeye devam ediyorum...
2 notes · View notes
busarkiyildizlara · 2 years ago
Text
Çevremdeki sevgi her geçen gün azalıyor gibi. Bana karşı olanından değil, insanların birbirlerine olan sevgilerinden bahsediyorum.
0 notes
kaanozer · 3 years ago
Text
"Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır, intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusun­da bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir. Gerisi, dünyanın üç boyutlu olup olmadığı, düşüncenin dokuz mu, yoksa on iki ulamı mı bulundu­ğu, sonra gelir. Oyundur bunlar; önce yanıt vermek gere­kir. Nietzsche'nin istediği gibi, bir filozofun, saygımızı hak etmek için, başkalarına öğütlediğini önce kendisi yapması gerektiği düşünülürse, bu yanıtın önemi iyice anlaşılır, çünkü yanıt kesin davranıştan önce gelecektir. Gönlümüzle sezdiğimiz şeyler bunlar, ama aklımıza da aydınlık gelmeleri için derinleştirilmeleri gerekir.
Bir sorunun bir başka sorundan daha önce sonuçlan­dırılması gerektiğini neye göre kararlaştırmalı diye soru­lursa, yol açtığı eylemlere göre diye yanıt veririm. Hiç kimsenin varlıkbilimsel bir kanıt uğruna öldüğünü gör­medim. Önemli bir bilimsel gerçeğe varmış olan Galilei, bu gerçek yaşamını tehlikeye sokar sokmaz, büyük bir rahatlıkla donuverdi ondan. Bir bakıma iyi de etti. Uğ­runda yakılıp ölmeye değmezdi bu gerçek. Dünya mı güneşin çevresinde döner, güneş mi dünyanın çevresin­de, hiç mi hiç önemi yok bunun. Kısacası, değersiz bir sorun bu. Buna karşılık, yaşamın yaşanmaya değmediği düşüncesine vardıkları için ölen nice insanlar görüyo­rum. Çelişkin bir biçimde, kendileri için bir yaşama nedeni olan (yaşama nedeni denilen şey, aynı zamanda çok güzel bir ölme nedenidir de) düşünceler ya da düşler uğ­runda ölüme giden başka insanlar görüyorum. Böylece de ivedilikle yanıtlanması gereken sorunun yaşamın an­lamı olduğu yargısına varıyorum. Nasıl yanıtlamalı bu­nu? Tüm temel sorunlar üzerinde -kişiyi başkalarını öl­dürtmeye yönelten ya da onun yaşama tutkusunu on ka­tına çıkaran sorunları söylemek istiyorum- yalnız iki dü­şünce yöntemi bulunabilir; La Palisse yöntemi(1) ve Don Quichotte yöntemi. Coşkunlukla aydınlığa aynı zamanda erişmemizi sağlayacak bir şey varsa, o da açıklıkla içlilik arasında kurulan dengedir. Aynı zamanda hem alabildi­ğine alçakgönüllü, hem de alabildiğine dokunaklı bir ko­nuda, bilgiç, alışılmış eytişim, sağduyu ile sevecenlikten doğan, daha alçakgönüllü bir düşünce tutumuna bırak­malı yerini, bunu tasarlamak hiç de zor değil.
İntihar şimdiye kadar yalnızca toplumsal bir olay olarak ele alınmıştır. Buradaysa, tam tersine, bireysel dü­şünceyle intihar arasındaki ilişki söz konusu. Böyle bir edim, yüreğin sessizliğinde, tıpkı büyük bir yapıt gibi ha­zırlanır. İnsan kendi de bilmez bunu. Bir akşam tetiğe basar ya da kendini sulara bırakır. Bir gün bana intihar etmiş bir emlak yöneticisinden söz ederken, beş yıl önce kızını yitirdiğini, o zamandan beri çok değiştiğini, bu olayın onu "için için yediğini" söylemişlerdi.
Bundan da­ha uygun bir sözcük bulunamaz. Düşünmeye başlamak, için için yenmeye başlamaktır. Bu başlangıçlarda toplu­mun fazla bir etkisi yoktur. Kurt insanın yüreğindedir. Yürekte aramak gerekir onu. Yaşam karşısında uyanık­lıktan ışık dışına kaçışa götüren bu ölümcül oyunu izle­mek ve anlamak gerekir. Bir intiharın pek çok nedeni vardır, genel olarak da en çok göze çarpanları en etkenleri olmamıştır. İnsanın bir düşünce sonucu intihar ettiği enderdir (ama bu varsayımı da konu dışında bırakmamak gerekir). Bunalımı başlatan şeyi denetleyebilmek hemen her zaman olanak­sızdır. Gazeteler sık sık "gizli kederlerden" ya da "iyileşmez hastalıklardan" söz eder. Geçerlidir bu açıklamalar. Ama o gün umutsuz kişinin bir dostu kendisiyle ilgisiz bir tavırla konuşmuş mudur, konuşmamış mıdır, bilmek gerekir. Suçludur o. Çünkü böyle bir davranış henüz as­kıda bulunan tüm hınçlar��, tüm bıkkınlıkları hızlandırıvermeye yetebilir.
Ama aklın hangi dakikada, hangi davranışla ölümü seçtiğini saptamak güç olsa bile, eylemin gerektirdiği so­nuçları bu eylemin kendisinden çıkarmak o kadar güç değil. Kendini öldürmek, bir anlamda, melodramlarda olduğu gibi içindekini söylemektir. Yaşamın bizi aştığını ya da yaşamı anlamadığımızı söylemektir. Ama örnekle­meleri fazla ileri götürmeyelim de bilinen sözcüklere dö­nelim. Yalnızca "çabalamaya değmez" demektir kendini öldürmek. Yaşamak, hiçbir zaman kolay değildir kuşku­suz. Birçok nedenlerden dolayı yaşamın buyurduklarını yapar dururuz, bu nedenlerin birincisi de alışkanlıktır. İsteyerek ölmek, bu alışkanlığın gülünçlüğünün, yaşa­mak için hiçbir derin neden bulunmadığının, her gün yi­nelenen bu çırpınmanın anlamsızlığının, acı çekmenin yararsızlığının içgüdüyle de olsa benimsenmiş olmasını gerektirir.
Varlığı yaşaması için zorunlu olan uykudan yoksun bırakan bu çok önemli duygu nedir? Kötü nedenlerle de açıklansa, açıklanabilen bir dünya bildik bir dünyadır. Buna karşılık, birdenbire düşlerden, ışıklardan yoksun kalmış bir dünyada insan kendini yabancı bulur. Yitiril­miş bir yurdun anısından ya da adanmış bir toprağın umudundan yoksun olduğu için, bu sürgünlük çaresiz­dir. İnsanla yaşamı, oyuncuyla dekoru arasındaki bu kopma, uyumsuzluk duygusunun ta kendisidir. Sağlam insanlar arasında bile kendi intiharını düşünmemiş bir kimseye rastlanamayacağına göre, bu duyguyla hiçliği istemek arasında dolaysız bir bağ bulunduğu fazla açık­lama yapılmadan da benimsenebilir.
İşte bu denemenin konusu, uyumsuz ile intihar ara­sındaki bu bağıntı, intiharın uyumsuz için tam olarak hangi ölçüde bir çözüm olduğudur. Hileye kaçmayan bir insanın eylemi -doğru bildiğine göre ayarlaması gerekti­ği- ilke olarak benimsenebilir. Öyleyse davranışını var olmanın uyumsuzluğu konusundaki inancı yönetmelidir. Böyle bir sonuç, anlaşılmaz bir koşulun en kısa zamanda bırakılmasını gerektirir mi, gerektirmez mi? Bu soruyu yapmacık içlenmelere kapılmadan, açık açık sormak haklı bir merakın sonucudur. Ama, söylemek bile fazla, ben burada kendi kendileriyle uzlaşmaya hazır insanlar­dan söz ediyorum. Açık terimlerle ortaya konulunca, bu sorun aynı za­manda hem basit hem de çözülmez görünebilir. Yanlış olarak, basit soruların basitlikte kendilerinden geri kal­mayan yanıtlar getirdikleri, açıklığın açıklığı gerektirdi­ği tasarlanır. Deneye başvurulmadan ve terimlerin yerle­ri değiştirilerek bakılınca, insanın kendini öldürmesinde de, öldürmemesinde de felsefe açısından yalnız iki çö­züm varmış gibi görünür; biri evet, öteki hayır. Ama ne­rede? Herhangi bir sonuçta karar kılmadan, durmamacasına soru soranların da hakkını vermek gerekir. Pek de alay etmiyorum burada; çoğunluk söz konusu. Hayır ya­nıtını verenlerin, evet diye düşünüyormuş gibi davran­dıklarını da unutmuyorum. Nietzsche'nin değer ölçüsü­ nü benimsersek, şu ya da bu biçimde, evet diye düşünü­yorlar demektir. Buna karşılık, intihar eden kişilerin ya­şamın anlamından kuşku duymadıkları da çok olur. Bu çelişkiler süreklidir. Hatta mantık özleminin en çok du­yulduğu bu noktada, görülmedik ölçüde canlı oldukları bile söylenebilir. Felsefe kuramlarını bu kuramları yayanların davranışlarıyla karşılaştırmak beylik bir şey, ama yazının malı olan Kirilov, söylenceden doğan Peregrinos,(2) varsayımdan gelen Jules Lequier bir yana bırakı­lırsa, yaşamanın bir anlamı bulunduğunu yadsıyan dü­şünürlerden hiçbirinin, mantıklarını yaşamayı da yadsı­maya kadar götürmediğini söylemek gerek. Schopenhauer'in çok zengin bir sofra başında intiharı övdüğünü sık sık anlatıp gülerler. Şakaya alınacak hiçbir şey yok bunda. Acıklıyı ciddiye almamak o kadar da ağır bir şey değil ama bu tutumu benimseyen kişi hakkındaki yargı­yı eninde sonunda tutumun kendisi verir.
Öyleyse, bu çelişkiler ve belirsizlikler karşısında, ya­şama konusundaki kanı ile onu bırakmak için yapılan edim arasında hiçbir ilişki bulunmadığına mı inanmalı? Hiçbir şeyi büyütmeyelim. Bir insanın yaşama bağlanı­şında dünyanın tüm düşkünlüklerinden daha güçlü bir şey vardır. Bedenin yargısı, aklın yargısından hiç de aşa­ğı değildir, beden de yok oluş karşısında geriler. Düşün­me alışkanlığını edinmeden yaşamaya alışırız. Bizi ölü­me her gün biraz daha yaklaştıran bu koşuda, bedenin bu önlenmez önceliği sürüp gider. Kısacası, bu çelişkinin özü "sıvışma" diye adlandıracağım şeydedir, çünkü Pascal'ın anladığı anlamdaki oyalanmadan hem daha az hem de daha fazladır. Bu denemenin üçüncü konusu olan ölümcül sıvışma umuttur. "Hak edilmesi" gereken bir başka yaşam umudu ya da yaşamın kendisi için değil de onu aşan büyük bir düşünce için, en yüce olan için yaşa­yanların hilesi, ona bir anlam verir ve ona "ihanet eder'-'. Her şey işi karıştırıyor böylece. Buraya kadar söz­cükler üzerinde oynanılması, yaşama bir anlam vermeyi yadsımanın ister istemez yaşamın yaşama çabasına değmediğini söylemeye götürdüğüne inanılıyormuş gibi davranılması boşuna değil. Gerçekte, bu iki yargı arasında zorunlu hiçbir ölçü yok. Ne var ki şimdiye kadar belir­tilen karışıklıklara, kopmalara, tutarsızlıklara kapılarak yolumuzu şaşırmaktan kaçınmamız gerek. Her şeyi bir yana atıp dosdoğru gerçek soruna yönelmek gerek. Ya­şam yaşanmaya değmediği için insan kendisini öldürür, işte bir gerçek kuşkusuz, ama kısır bir gerçek, çünkü faz­lasıyla açık. Ama yaşamaya yöneltilen bu aşağılama, içi­ne daldırıldığı bu yalanlama, hiç anlamı olmamasından mı geliyor? Uyumsuz olması, umut ya da intihar yoluyla kendisinden sıyrılmayı mı gerektiriyor? Geri kalan her şeyi bir yana atmalı ve bu konuyu gün ışığına çıkarmalı işte, bunu izlemeli, bunu açıklamalı. Uyumsuz ölmeyi mi buyurur, tüm sorunlardan önce bu sorunu ele almak, bu­nu yaparken de tüm düşünce yöntemlerinin, ereksiz us oyunlarının dışında kalmak gerek. "Nesnel" düşüncenin ne yapıp yapıp her soruna karıştırdığı tinbilimin, ince ay­rımların, çelişkilerin bu araştırmada, bu tutkuda yeri yok. Yalnızca haksız, yani mantıklı bir düşünce gerek ona. Bu da kolay bir şey değil. Mantıklı olmak her zaman kolaydır. Sonuna kadar mantıklı olmaksa, nerdeyse ola­naksız bir şey. Kendi ellerinden ölen insanlar böylece duygularının eğimini sonuna kadar izlerler. İntihar üze­rinde düşünmek, beni ilgilendiren biricik sorunu ortaya atmak olanağını veriyor bana; ölüme kadar süren bir mantık var mıdır? Bunu ancak kaynağını belirttiğim us­lamlamayı, düzensiz tutkuya kapılmadan, yalnız açıklı­ğın ışığında sürdürmekle bilebilirim. Bu da benim uyumsuz uslamlama dediğim şey. Birçokları başladılar buna. Ama, bağlı kaldılar mı, şimdilik bilmiyorum. Kari Jaspers, dünyayı birlik içinde kurmanın olanak­sızlığını belirterek "Bu sınırlama, kendi kendime getiri­yor beni, ancak belirlemekte kaldığım nesnel bir görüş açısının ardına çekilemeyeceğim yere, kendi kendimin de, başkasının yaşamının da benim için artık nesne ola­madığı yere getiriyor," diye haykırdığı zaman, düşünce­nin sınırlarına ulaştığı bu ıssız ve susuz yerleri anar. Başka birçoklarından sonra. Başka birçoklarından sonra, evet, kuşkusuz, ama başkaları buradan çıkmakta ne ka­dar acele etmişlerdir! Düşüncenin bocaladığı bu son dö­nemece birçok insan varmıştır, hem de en alçakgönüllü­leri. Bu kişiler o zaman en değerli şeylerinden, yaşamla­rından vazgeçiyorlardı. Başkaları, düşünce prensleri de vazgeçtiler, ama düşüncelerinin intiharında, düşüncele­rinin en arı ayaklanmasında gerçekleştirdiler bu el çeki­şi. Oysa gerçek çaba burada elden geldiğince fazla kal­mak, bu uzak bölgelerin abartılı bitkilerini yakından in­celemektir. Direnç ile açık görüşlülük, uyumsuzun, umu­dun ve ölümün birbirlerine karşılık verdikleri bu insandışı oyunun ayrıcalıklı izleyicileridir. O zaman us, bu hem ilkel hem de alabildiğine incelmiş dansın betilerini daha örneklendirmeden ve daha kendisi yaşamadan da çözümleyebilir."
1 Fransızcadaki "vérité de La Palisse" La Palisse gerçeğine gönderme. “Ölmesinden çey­rek saat önce yaşıyordu gibi", söylenmesi gülünç olacak kadar açık gerçek. (Ç.N)
2 Peregrinos'a özenen bir adamdan, bir savaş sonrası yazarından söz edildiğini işitmiştim: Bu adam, yapıtına dikkati çekmek için, birinci kitabını bitirince intihar etmiş. Dik­kati çekmiş, ama kitabı beğenilmemiş.
_ Albert Camus, Sisifos Söyleni "Uyumsuz ve İntihar"
Can Yayınları, 1997 1975 Nobel Edebiyat Ödülü Çev.: Tahsin Yücel
5 notes · View notes
traveler313 · 4 years ago
Text
Bismillahirrahmanirrahim
AREFE DUASI
Galib Esedî'nin Bişr ve Beşir adındaki iki oğlu şöyle rivayet etmişlerdir:
Arefe günü (Arafat'ta) İmam Hüseyin'in (a.s) huzurundaydık. İmam, gayet huşu ve vakarla ailesi, çocukları ve hizmetçilerinin beraberinde bulunduğu çadırından dışarı çıktı. İmam Arafat Dağı'nın sol tarafında durdu ve yüzünü Kâbe'ye çevirerek yiyecek isteyen bir yoksul gibi ellerini yüzünün hizasına kadar kaldırarak şu duayı okumaya başladı:
İmam Hüseyin’in (a.s) arefe duası:
"Hamd Allah'a mahsustur; öyle bir zattır ki O'nun hükmünü geri çeviren, verdiğini engelleyen olmaz. Hiçbir sanatkârın yaptığı O'nun yaptığı şey gibi değildir. O'dur büyük cömert. Her çeşit mahluk yarattı. Hikmetiyle yarattıklarını sağlam kıldı. Hiçbir sır O'na gizli kalmaz. O'nun katında emanetler (ameller) asla zayi olmaz. Herkesi yaptığına karşılık mükafatlandıran; kanaat edenin işini düzene koyandır; kendisine yakarana merhamet eden, (kullarına) yararlı şeyleri ve kapsamlı Kitab'ı (Kur'ân'ı) yayılan nuruyla indirendir. Duaları duyan (kabul eden), kederleri gideren, dereceleri yükselten ve zorbaların kökünü kazıyandır. O'ndan başka ilâh yoktur. Hiçbir şey O'na denk olamaz. Eşi ve benzeri yoktur. İşitendir, görendir, latif ve habirdir (hiçbir şey O'na gizli kalmaz ve her şeyin inceliğinden haberdardır, agâhtır).
Allah'ım! Ben sana yöneliyorum; rabbaniyetine şahadet ediyor ve ikrar ediyorum ki Rabbim sensin, dönüşüm sanadır; ben anılacak bir şey değilken kendi nimetinle beni var ettin. Beni topraktan yarattın; sonra beni sulplere yerleştirdin. Beni -varolmamı engelleyebilecek- her türlü vakıa, asırların ve yılların değişiminden ve olaylarından korudun.
Böylece geçmiş günlerde ve asırlar boyu beni baba sulbünden anne rahmine aktardın. Bana karşı şefkat, lütuf ve ihsanınla davranıp, senin ahdini bozan ve peygamberlerini yalanlayan küfür ve dalalet önderlerinin saltanat sürdükleri bir zamanda dünyaya getirmedin. Sen beni, senden şefkat ve bana da lütuf olsun diye, hidayette benden öne geçenlerin (Hz. Muhammed'in s.a.a) zamanında dünyaya getirdin, hidayetini bana kolaylaştırdın ve bu hidayetle beni yoğurdun. Bundan önce de, güzel yaratılışın ve bol nimetlerinle bana şefkat gösterdin. Beni -ikinci merhalede- nütfeden yarattın. Et, kan ve deriden ibaret olan üç zulmet arasına yerleştirdin. Yaratılışımı bana göstermedin ve bu hususta bana hiçbir şey bırakmadın. Sonra beni, önceden gerçekleştirdiğin hidayet için tam ve mükemmel bir yaratılışla dünyaya getirdin. Beşikte küçük bir çocuk iken beni her türlü tehlikeden korudun. Beni, en temiz gıda maddesi olan anne sütüyle rızıklandırdın. Dadıların kalplerini bana şefkatli kıldın. şefkatli annelerle beni her türlü tehlike ve cinlerin nüfuzundan korudun.
Beni kusur ve noksanlıktan salim kıldın. şanın yücedir ey Rahim ve Rahman; konuşmaya başladığımda bana bol nimetlerini tamamladın, her geçen yıl beni daha ziyade terbiye ettin; yaratılışım kemale ulaşıp aklım mutedil olunca, hüccetini bana farz kıldın; şöyle ki seni tanımayı kalbime ilham ettin ve beni kendinin acayip hikmetlerine hayran bıraktın. Gökte ve yerde yarattığın varlıklar hakkında beni bilinçlendirdin. Bana, şükrünü ve zikrini yerine getirmeği tembih ettin; sana itaat ve ibadet etmeği üzerime farz kıldın. Bana peygamberlerinin vasıtasıyla gönderdiğin hakikatleri anlama gücü verdin. Rıza ve teslim makamını kabullenmeyi (bu makama ulaşmayı) bana kolaylaştırdın. Bu hususlarda, bana yardım edip lütufta bulunarak üzerime minnet bıraktın. Sonra beni en üstün topraktan yaratınca, benim için sadece bir çeşit nimete razı olmadın; en yüce lütufla ve sonsuz ihsanınla çeşitli geçim vesileleri, nimet ve yiyeceklerle beni rızıklandırdın. Bana tüm nimetlerini tamamlayıp benden bütün belaları uzaklaştırdığında yine de cehaletim ve sana karşı cüretim, beni sana yaklaştıracak vesileyi bana göstermene ve beni, katına yaklaştıracak şeye muvaffak etmene engel olmadı. Seni çağırdığımda bana icabet ettin, hacet istediğimde hacetimi verdin, sana itaat ettiğimde beni mükafatlandırdın, şükrettiğimde bana nimetini artırdın. Bütün bunların nedeni bana nimetini tamamlayıp lütufta bulunmandır. Sen her türlü kusur ve noksanlıktan münezzehsin; varlıkları yaratan ve meydana getiren ve tekrar kendine döndüren sensin.
Hamda lâyık olan sensin; şanın yücedir; isimlerin mukaddestir; nimetlerin büyüktür. Allah'ım! Hangi nimetini sayabilirim, hangisini hatırlayabilirim?! Veya hangi bağışlarının şükrünü yerine getirebilirim?! Ey Rabbim! Senin bana verdiğin nimetler, sayanların sayıp bitiremeyeceği ve bilmek isteyenlerin bilemeyeceği kadar çoktur.
Allah'ım! Benden giderdiğin ve uzaklaştırdığın zorluk, zarar ve ziyanlar, sahip olduğum nimet ve afiyetten çoktur. İlâhi! Ben imanımın hakikatiyle, kalbimde yer eden yakinle, ihlaslı tevhidimle, içimde saklı hakikatlerle, gözümün nurunun mecrasının bağlarıyla, anlımın hatlarıyla, solunum yolumun delikleriyle, burun kemiğimin yumuşak bölümüyle, kulak perdemin ses algılayan organıyla, dudaklarımın içinde gizli olan şeyle, dilimin ses hareketiyle, üst ve alt çenemin irtibat merkezleriyle, dişlerimin çıktığı yerlerle, yiyecek ve içeceklerimi tatma duyumla, beynimi kapsayan kafatasımla, boyun damarlarımla, göğüs kafesimin kapsadığı organlarla, şah damarımla, kalbimin perdesinin avizesiyle, ciğerimin kenarına bitişen parçalarla, kaburgalarımın kapsadığı şeylerle, kaslarımın bağlandığı yerle, faal uzuvlarımın açılıp kapanışıyla, parmaklarımın ucuyla, etimle, kanımla, saçımla, derimle, asabımla, bağırsağımla, kemiğimle, beynimle, damarlarımla, tüm uzuvlarımla ve bebek oluşumdan itibaren oluşan uzuvlarımla, yeryüzünün benden aldığı şeylerle, uykumla, uyaklığımla, sükunetimle ve yine rüku ve secdelerimin hareketleriyle şahadet ediyorum ki, eğer asırlar boyu yaşasam ve senin nimetlerinden birinin şükrünü yerine getirmeye çalışsam, yine buna gücüm yetmez; bunu ancak senin lütfünle yerine getirebilirim ki bunun kendisi de yeni, ebedi ve köklü bir şükrü gerektirmektedir.
Evet, ben ve nimetlerini sayanlar senin geçmiş ve gelecek nimetlerini saymaya veya nimetlerinin zamanlarını hesaplamaya çalışsak hiçbir zaman sayamayız. Ben kim, senin nimetlerini saymak kim? Oysa sen konuşkan Kitabında ve sadık haberinde, "Allah'ın nimetlerini saymaya çalışsanız, sayıp bitiremezsiniz" buyurmuşsun. Allah'ım! Peygamberlerin ve elçilerine iblağ edilen ve vahiyle onlara indirdiğin ve bu vasıtayla dini onlara yasadığın Kitabın ve haberlerin doğrudur.
Ancak ben tüm çabam ve gayretimle kapasitemce inanarak ve yakin ederek diyorum ki: Hamd ve övgü, kendine miras alacak bir evlat edinmeyen, yaratılışta kendisine muhalefet edecek mülkünde ortağı olmayan ve dünyayı yaratışında kendisine yardım edecek bir yardımcısı olmayan Allah'a mahsustur. Münezzehtir. Eğer o ikisinde (gökte ve yerde) Allah'tan başka bir ilâh olsaydı fesat çıkardı ve dağılırlardı.
Tek, bir, ihtiyacı olmayan, doğmayan ve doğrulmayan, eşi ve benzeri olmayan Allah münezzehtir. Allah'a hamdolsun; öyle bir hamt ki mukarrep meleklerin ve gönderilmiş peygamberlerin hamtlarına denktir. Allah'ın salat ve selamı seçtiği kulu, peygamberlerin sonuncusu Muhammed'e ve onun tertemiz, arınmış ve muhlis kılınmış Ehlibeyt'ine olsun.
Sonra İmam (a.s) gözlerinden yaşlar aktığı hâlde daha fazla bir rağbetle şöyle devam etti:
Allah'ım! Seni görüyormuşum gibi beni kendinden korkut ve beni takvayla saadete kavuştur; sana karşı günah işleyerek kalbimi katılaştırma, takdirlerinde bana hayır ve bereket ver ki geciktirdiğin şeyin bana acele verilmesini ve acele verdiğin şeyin de geciktirilmesini istemeyeyim.
Allah'ım! Nefsime zenginlik, kalbime yakin, amelime ihlas, gözüme nur, dinimde basiret ve bilinç ver ve azalarımı güçlü kıl, kulağımı ve gözümü (işiten ve gözümün nuru çocuklarımı) benim iki mirasçım kıl ve hakkımda zulmedene karşı bana yardım et ve bunda intikam ve galibiyetimi bana göster ve gözlerimi aydınlat.
Allah'ım! Sıkıtımı gider, kusurumu ört, hatalarımı bağışla, şeytanı benden uzaklaştır, zimmetimi serbestliğe çıkar (üzerimde hiçbir hak kalmasın); ve ey Rabbim, dünya ve ahirette benim için yüksek bir derece ver.
Allah'ım! Beni yaratıp, duyan ve gören yaptığın için sana hamdolsun. Beni yaratmaya ihtiyacın olmadığı hâlde hakkımda bir rahmet olarak beni yarattığın ve azalarımı birbirine uygun, düzgün kıldığın için sana hamdolsun.
Rabbim; beni icat ettiğin ve yaratılışımı dengeli kıldığın gibi; Rabbim, beni yarattığın ve yüzümü güzel kıldığın gibi; Rabbim, bana ihsanda bulunduğun ve afiyet verdiğin gibi; Rabbim, afetlerden koruduğun ve muvaffak kıldığın gibi; Rabbim, nimet verdiğin ve hidayet ettiğin gibi; Rabbim, seçtiğin ve bütün hayırlardan verdiğin gibi; Rabbim, beni yedirdiğin ve içirdiğin gibi; Rabbim, ihtiyaçsız kıldığın ve hoşnut ettiğin gibi; Rabbim, bana yardım ettiğin ve izzet verdiğin gibi; Rabbim, bana keramet elbisesi giydirdiğin ve yarattığın şeylerden yeteri kadar bana verdiğin gibi Muhammed ve Ehlibeyt'ine rahmet eyle ve bana zamanın sıkıntıları, gece ve gündüzün çekişmeleri karşısında yardım et. Beni dünyanın ıstıraplarından ve ahiretin kederlerinden kurtar ve yeryüzünde zalimlerin yaptıkları kötülüklerden beni koru.
Allah'ım! Endişelendiğim şeylerden bana güven ver, korktuğum şeylerden beni koru, nefsimi ve dinimi koru, yolculuğumda beni koru, mal ve ailemde benden geriye salih bir evlat bırak. Bana verdiğin rızklara bereket ver. Beni kendi yanımda alçak gönüllü kıl ve halkın gözünde ise yücelt; cinlerin ve insanların kötülüğünden beni selamet kıl; günahımdan dolayı beni rezil etme, içimde gizli olan şeyden dolayı beni cezalandırma, amelimden dolayı beni (azap ve belalara) müptela etme, nimetlerini benden alma ve beni kendinden başkasına bırakma. Rabbim! Beni kime bırakıyorsun? Akrabalık bağını koparacak olan bir akrabaya mı? Yoksa bana öfkelenen uzak ve yabancıya mı? Ya da beni zayıf düşürecek olan birine mi? Oysa sen benim Rabbimsin, işlerimin sahibisin; garipliğimi, kimsesizliğimi ve menzilimin uzaklığını ve işlerimin sahibi kıldığın kimse karşısında zilletimi sana şikayet ediyorum.
Allah'ım! Gazabını bana helal kılma; eğer sen bana gazap etmezsen başkalarından endişem olmaz. Münezzehsin sen. Senin bana afiyetin geniştir; o hâlde senden diliyorum ki ey Rabbim, yeryüzünün ve göklerin kendisiyle aydınlandığı, karanlıkların aydınlığa kavuştuğu ve öncekilerin ve sonrakilerin kendisiyle ıslah olduğu veçhinin nuru hürmetine beni kendi gazabın üzerine öldürme, öfkeni benim üzerime indirme, bundan (ölmeden) önce benden razı olmamak için istediğin kadar bana zorluk göster. Senden başka ilâh yoktur. Mekke'nin, Meş'ar'ul-Haram'ın, bereketli ve insanlar için güvenli kıldığın Beyt'ul-Atik'in Rabbisin.
Ey sabrıyla çok günahları bağışlayan, ey lütfüyle nimetleri indiren, ey kendi keremiyle çok büyük bağışlarda bulunan, ey zor günlerimde dayanağım, ey yalnızlığımda arkadaşım, ey sıkıntılarımda imdadıma koşan ve ey velinimetim benim!
Ey benim Rabbim ve babalarım İbrahim, İsmail, İshak ve Yakub'un Rabbi ve ey Cebrail, Mikail ve İsrafil'in Rabbi ve ey peygamberlerin sonuncusu Muhammed'in ve onun seçkin Ehlibeyt'inin Rabbi ve ey Tevrat, İncil, Zebur'u ve Furkan'ı (Kur'an'ı) indiren, Kâf Ha Ya Ayn Sâd, Tâ Hâ, Ya Sîn ve Kur'an-ı Hekim'in Rabbi! Yollar tüm genişliğine rağmen bana zorlaşınca ve yer tüm bolluğuyla bana daralınca sığınağım sensin; eğer senin rahmetin olmasaydı kesinlikle ben helak olanlardan olurdum. Beni hatalardan alıkoyan sensin; eğer benim -günahlarımın- üzerini örtmeseydin kesinlikle rezil olanlardan olurdum.
Yardımınla düşmanlarıma karşı beni destekleyen sensin; eğer senin yardımın olmasaydı mağlup düşenlerden olurdum. Ey yücelik ve üstünlüğü kendine has kılan, izzetiyle dostları aziz olan, ey padişahların boynuna zillet halkasını geçiren ve heybetinden padişahların kendisinden korktuğu zat; ey gözlerin ihanetini ve göğüslerde gizli olanı, zaman ve asırların geleceklerini bilen; ey nasıl olduğunu kendisinden başka hiç kimse bilmeyen, ey ne olduğunu kendisinden başkası bilmeyen, ey yeryüzünü su üstünde tutan ve gökyüzüyle havayı kapatan, ey en güzel isimler kendisinin olan, ey hiçbir zaman kesilmeyen ihsan sahibi, ey -Mısır- kervanını Yusuf'u kurtarmak için Kafr çölünde tutup onu kuyudan çıkaran, ey Yusuf'u kölelikten sonra padişah yapan, ey üzüntüden gözleri ağardıktan sonra üzüntüsünü sabırla gizleyen Yakub'a Yusuf'u döndüren, ey Eyyub'tan zorluk ve sıkıntıyı gideren ve yaşlandıktan sonra çocuk sahibi olan İbrahim'in elini, oğlunu kesmekten alıkoyan, ey Zekeriyya'nın duasını kabul ederek ona Yahya'yı veren ve onu yalnız ve kimsesiz bırakmayan, ey Yunus'u balığın karnından dışarı çıkaran, ey denizi İsrailoğulları için yarıp onları kurtaran, Firavun ve ordusunu boğan, ey rüzgarları rahmet -yağmuru- müjdeleyicisi olarak gönderen, ey kendine karşı günah işleyen kullarını cezalandırmada acele etmeyen, ey sürekli senin nimetlerinle nimetlendikleri ve senin rızkını yedikleri hâlde diğerlerine tapmakta olan sihirbazları, uzun bir zaman inkâr edip sürekli kendisine düşmanlık etmeleri, karşı çıkmaları ve peygamberlerini yalanlamalarından sonra kurtaran; ya Allah, ya Allah; ey kainatı yoktan var eden, ey eşi olmayan yaratıcı, ey hiçbir zaman fani olmayacak sürekli, ey hiçbir diri olmadığı zaman diri olan, ey ölüleri dirilten, ey herkesin başına kazandığını getiren, ey kendisine az şükrettiğim hâlde beni mahrum etmeyen, hatalarım çok olmasına rağmen beni rezil etmeyen, beni günah işlerken gördüğü hâlde insanlara tanıtarak haysiyetimi kırmayan, ey bana sayısız bağışlarda bulunan ve nimetlerini telafi edemediğim; ey bana hayır ve ihsanla yönelen, benim ise kendisine günah ve isyanla yöneldiğim, ey nimetine şükretmeyi öğrenmeden beni imana hidayet eden, ey hastayken çağırdığımda bana şifa veren, çıplakken beni giydiren, açken beni doyuran, susuzken beni suya doyuran, zelilken bana izzet veren, cahilken beni bilgilendiren, yalnızken -yalnızlığımı- çokluğa dönüştüren, gaip ve vatanımdan uzakken beni geri döndüren, fakirken beni zenginleştiren, yardım istediğimde bana yardım eden, zenginken nimetini benden almayan ve bütün bunları senden istemekten sakındığım hâlde kendiliğinden vermeye başlayan!
O hâlde hamt ve şükür sana mahsustur; ey sıkıntılarımı gideren, duamı kabul eden, kusur ve ayıbımı örten, günahımı bağışlayan, beni isteklerime kavuşturan ve düşmanıma karşı zafere ulaştıran; eğer senin nimetlerini, bağışlarını ve değerli ihsanlarını saymaya kalkışsam, sayıp bitiremem.
Ey Mevlam! Bağışta bulunan sensin, nimet veren sensin, ihsanda bulunan sensin, güzelleştiren sensin, üstün kılan sensin, mükemmelleştiren sensin, rızıklandıran sensin, muvaffak kılan sensin, bağışta bulunan sensin, zengin yapan sensin, sermaye veren sensin, sığınak veren sensin, yeterli olan sensin, hidayet eden sensin, hatalardan koruyan sensin, (ayıbımı) örten sensin, bağışlayan sensin, mazeretimi kabul eden sensin, güç veren sensin, izzet veren sensin, yardım eden sensin, destek veren sensin, teyit eden sensin, zafer veren sensin, şifa veren sensin, afiyet veren sensin, ikram eden sensin, üstünsün, yücesin; o hâlde hamt sürekli sana hastır, sabit ve ebedi şükür sana mahsustur.
Ben ise ya Rabbim, günahlarımı itiraf ediyorum, günahlarımı bağışla; kötü yapan benim, hata yapan benim, günahına ısrar eden benim, cahillik yapan benim, gaflet eden benim, yanlışlık yapan benim, kendine dayanan benim, -günahında- kasıtlı olan benim, söz veren ve sözünde durmayan benim, ahdini bozan benim, -misakını- ikrar eden benim, nimetlerini itiraf eden ve sonra yine günahlarına dönen benim; o hâlde günahlarımı bağışla; ey kullarının günahları kendisine zarar vermeyen, kullarının itaatine ihtiyacı olmayan ve kullarından iyi amel yapanı kendi yardım ve rahmetiyle ona muvaffak kılan!
O hâlde hamt sana mahsustur ey Rabbim ve Mevla'm. Ey Rabbim! Sen bana emrettin, ben ise sana itaatsizlik ettim; sen beni sakındırdın, ben ise senin sakındırdığın şeyi işledim; şimdi ise artık ne mazeret gösterebileceğim bir bahanem var ve ne de yardım alabileceğim bir desteğim. O hâlde hangi vesileyle sana geleyim ey Mevla'm?! Kulağımla mı, gözümle mi, dilimle mi, elimle mi, ayağımla mı? Bunların hepsi, kendileriyle sana karşı itaatsizlik ettiğim senin nimetin değil mi?! Ey Mevla'm! Sen hücceti tamamladın ve yolu ben kendime kapadım (haklısın ve ben sorumluyum).
Ey günahımı babalardan ve analardan örterek onların bana eziyetini önleyen, akrabalarımdan ve kardeşlerimden örterek beni kınamalarını engelleyen, sultanlardan örterek beni cezalandırmalarına mani olan! Ey Mevla'm! Eğer senin benim hakkımda bildiğin şeyi onlar da bilseydiler bir daha bana bakmaz, beni kendilerinden uzaklaştırır ve ilişkilerini benden keserlerdi. Ey Rabbim, şimdi ben ey Mevla'm, senin huzurunda huzu içinde, zelil, çaresiz ve hakirim; ne mazeret getireceğim bir bahanem, ne yardım alabileceğim bir desteğim, ne sebep gösterebileceğim bir delil var; ne de günah işlemediğimi ve çirkin bir iş yapmadığımı söyleyebilirim ve eğer inkar edecek olsam da ey Mevla'm, bunun bir yararı olmaz bana! Nasıl yapabilirim ki bunu, oysa tüm uzuvlarım aleyhime tanıktırlar ve ben kesinlikle biliyorum ki büyük günahlarımdan dolayı sen beni sorguya çekersin; sen zulmetmeyen adil bir hâkimsin; senin adaletin beni helak edecek olursa; ben senin adaletinden sana sığınıyorum.
Rabbim! Bana hücceti tamamladıktan sonra beni cezalandıracak olursan, bu benim günahlarımdan dolayıdır ve eğer beni affedecek olursan, bu da senin sabrın, bağışın ve ihsanından dolayıdır. Senden başka ilâh yoktur, tenzih ederim seni, ben zalimlerden oldum; senden başka ilâh yoktur, tenzih ederim seni, ben bağışlanma dileyenlerden oldum; senden başka ilâh yoktur, tenzih ederim seni, ben seni tek bilenlerden oldum; senden başka ilâh yoktur, tenzih ederim seni, ben korkanlardan oldum; senden başka ilâh yoktur, tenzih ederim seni, ben (senin azabından) endişe edenlerden oldum; senden başka ilâh yoktur, tenzih ederim seni, ben ümit edenlerden oldum; senden başka ilâh yoktur, tenzih ederim seni, ben yönelenlerden oldum; senden başka ilâh yoktur, tenzih ederim seni, ben "lâ ilâhe illallah" söyleyenlerden oldum; senden başka ilâh yoktur, tenzih ederim seni, ben isteyenlerden oldum; senden başka ilâh yoktur, tenzih ederim seni, ben tesbih edenlerden oldum; senden başka ilâh yoktur, tenzih ederim seni, ben tekbir söyleyenlerden oldum; senden başka ilâh yoktur, tenzih ederim seni; sen benim Rabbim ve geçmiş babalarımın Rabbisin.
Allah'ım! Bu, seni ululayan övgümdür, senin tekliğini anmakta benim ihlasımdır, senin saydığım nimetlerine ikrarımdır; her ne kadar ikrar etsem de onların çokluğundan, fazlalığından, açıklığından ve varlıklarının benden önceliğinden dolayı onları saymaya gücüm yetmez; beni yarattığın andan itibaren onların tümü için benden ahit aldın ve hayatımın başından beni fakirlikten zenginliğe ulaştırdın, ben kendime zulmedenlerden oldum; sıkıntımı giderdin, kolaylık ve rahatlığa sebep oluşturdun, zorlukları defettin, çaresizliğimi giderdin, bedenime sağlık verdin, dinime selamet verdin ve eğer nimetlerini saymam için dünyanın başından sonuna kadar bütün herkes bana yardımcı olsa, ne ben ve ne de onlar nimetlerini sayıp bitirmeye gücümüz yetmez.
Sen mukaddes ve yücesin; kerim, ulu ve Rahim bir Rabbisin. Nimetlerin sayılmaz, senaların söylenip bitirilmez, ihsanların telafi edilmez; Muhammed ve Ehlibeyt'ine rahmet eyle ve bize nimetlerini tamamla, sana itaatle bizi saadete erdir; Sen münezzehsin, senden başka ilâh yoktur.
Allah'ım! Sen sıkıntısı olanlara icabet edersin, kötülüğü giderirsin, kederi olanlara yardım edersin, hastaya şifa verirsin, fakiri zenginleştirirsin, kırığı onarırsın, küçüğe merhamet edersin, büyüğe yardım edersin; senden başka destek yoktur, senden üstün bir kudret yoktur, sen yücesin, büyüksün; ey esirleri kurtaran, ey küçük çocuğa rızk veren, ey korkup sığınak dileyenlerin sığınağı, ey ortağı ve veziri olmayan! Muhammed ve Ehlibeyt'ine rahmet eyle ve bu ikindi vakti kullarından birine verdiğin nimetlerin en üstününü bana da ver. Kullarına verdiğin zahirî nimetlerden ve sürekli yenilediğin batini nimetlerden, bertaraf ettiğin belalardan, giderdiğin sıkıntılardan, duyduğun (kabul ettiğin) dualardan, kabul ettiğin iyiliklerden ve örttüğün günahlardan (bana da bu nimetlerden ver); gerçekten sen lütuf sahibisin, her şeyden haberin var ve sen her şeye kadirsin.
Allah'ım! Sen kendisinden istenilen en yakın zatsın, en süratli icabet edensin, en cömert ve affedensin, en fazla bağışta bulunansın, kendisinden istenileni en iyi duyansın; ey dünya ve ahiretin esirgeyen ve bağışlayanı; senin gibi bir istenilen yoktur, senden başka bir hedef ve arzu yoktur. çağırdığımda bana icabet edersin, senden istediğimde bana verirsin, sana yöneldiğimde bana şefkat gösterirsin, sana yakardığımda bana yetersin. Allah'ım! Kulun, elçin ve peygamberin Muhammed'e ve onun tertemiz Ehlibeyt'inin tümüne rahmet eyle, nimetlerini bize tamamla, bağışlarını bize tatlı kıl, bizi sana şükredenlerden ve senin nimetlerini ananlardan yaz; amin ey âlemlerin Rabbi!
Allah'ım! Ey malik olan ve güç yetiren, güç yetiren ve kahreden, kendisine karşı günah işlenen ve -günahı- örten, kendisinden bağışlanma dilenen ve bağışlayan, ey talep eden yönelenlerin hedefi, ümit edenlerin ümidinin zirvesi, ey ilmi her şeyi kuşatan ve rafeti, şefkati ve sabrı özür dileyenleri kapsayan. Allah'ım! Peygamberin, elçin, yaratıklarının arasından seçtiğin, vahyine emin kıldığın, müjdeleyici ve korkutucu, parlak hidayet meşalesi olan ve kendisiyle Müslümanlara minnet bıraktığın ve âlemlere rahmet kıldığın Muhammed'le şereflendirdiğin ve yücelttiğin bu ikindi vakti sana yöneliyoruz.
Allah'ım! Muhammed ve Ehlibeyt'ine rahmet eyle; nitekim Muhammed senin rahmetine lâyıktır. Ey yüce! Ona ve seçkin, tertemiz Ehlibeyt'ine rahmet eyle ve bizi af hediyenle ört. Feryat ve figanlar çeşitli dillerle sana yükselmektedir. O hâlde Allah'ım, bu ikindi vakti kulların arasında taksim ettiğin bütün hayırlardan, hidayet ettiğin nurdan, yaydığın rahmetten, giydirdiğin afiyet elbisesinden ve yaydığın rızktan bize de pay ver; ey merhametlilerin en merhametlisi.
Allah'ım! Bu anda bizi kurtuluşa ermiş, saadete kavuşmuş, iyiliğe ulaşmış ve faydalanmış kıl; bizi ümitsizliğe kapılanlardan kılma, bizi rahmetinden mahrum etme, bizi arzuladığımız lütfünden nasipsiz etme, bizi rahmetinden mahrum etme, ihsanından ümit ettiğimiz lütfünü bizden engelleme, bizi meyus geri çevirme, kapından kovulmuşlardan etme; ey cömertlerin en cömerdi ve ey kerimlerin en kerimi! Yakinle sana yüz tuttuk, Beyt'ül-Haram davetine lebbeyk dedik ve onun ziyaretini koştuk; o hâlde onu ifa etmekte bize yardımcı ol, haccımızı kemale erdir, bizi affet ve bize afiyet ver; elimizi sana uzattık ve zilletle günahlarımızı itiraf etmekteyiz.
Allah'ım! Bu ikindi vakti senden istediğimiz şeyi bize ver ve senden yapmanı niyaz ettiğimiz şeyi yap; bize senden başka yetecek yoktur, senden başka Rabbimiz yoktur; hükmün hakkımızda geçerlidir, ilmin bizi kuşatmıştır, hakkımızda hükmün adalettir; bizim için hayrı takdir et ve bizi hayır ehlinden kıl. Allah'ım! Cömertliğinle bize büyük mükafat, iyi birikim ve sürekli huzur ver; bizim tüm günahlarımızı bağışla, bizi helak olanlarla helak etme, rahmetini ve rafetini bizden çevirme; ey merhametlilerin en merhametlisi.
Allah'ım! Bu anda bizi, senden hacet istemeleri peşinden hacetlerini verdiklerinden, sana şükretmeleri peşinden kendilerine nimetlerini artırdıklarından, sana tövbe ettiklerinde tövbelerini kabul ettiklerinden, bütün günahlarından uzaklaştıklarında bağışladıklarından eyle; ey celal ve ikram sahibi. Allah'ım! Bize başarı ve güç ver; ey kendisinden istenilenlerin en hayırlısı, yakarışımızı kabul et, ey merhametlilerin en merhametlisi. Ey kirpiklerin kapanışı, gözlerin kırpışı, içlerde gizli olan ve kalplerde saklı olanlar kendisine gizli olmayan; evet, senin ilmin bütün bunları saymış ve hilmin kapsamıştır; sen zalimlerin söylediklerinden münezzeh ve çok yücesin. Yedi kat gökler, yerler ve bunların arasındakiler seni tesbih etmekteler; seni tesbih etmeyen hiçbir varlık yoktur.
O hâlde hamt, yücelik ve üstünlük senindir, ey celal ve ikram sahibi, ey lütuf ve ihsanların ve büyük bağışların sahibi! Sen cömert ve kerimsin, latif ve rahimsin. Allah'ım! Helal rızkını bana artır, vücuduma ve dinime afiyet ver, korkuma emniyet ver ve beni cehennem ateşinden kurtar. Allah'ım! Beni hilene müptela etme (tedbirinle beni cezalandırma), ansızın gelen azaba duçar etme, beni rezil etme; cinlerin ve insanların kötülüğünü benden uzaklaştır.
Sonra İmam, mübarek başını gök yüzüne doğru kaldırdı ve gözlerinden yaşlar aktığı bir hâlde yüksek sesle şöyle devam etti:
Ey duyanların en iyi duyanı, ey görenlerin en iyi göreni, ey en süratli hesaba çeken ve ey merhametlilerin en merhametlisi! Muhammed'e ve değerli ve kutlu Ehlibeyt'ine rahmet eyle. Allah'ım! Senden, bana verdiğinde, benden alıkoyduğun şeylerin artık bana zarar dokundurmayacağı ve benden alıkoyduğunda artık verdiğin şeylerin bana yararı olmayacağı hacetimi istiyorum. Beni cehennemden kurtar; senden başka ilâh yoktur; teksin, ortağın yoktur; mülk senindir, hamt sana mahsustur ve senin her şeye gücün yeter; ey Rabbim, ey Rabbim, ey Rabbim!
İmam (a.s) "ey Rabbim, ey Rabbim" kelimesini tekrarlarken, öğrencileri âmin diyor ve göz yaşı döküyorlardı.
İlâhi! Ben zenginliğimde fakirim (sana muhtacım); o hâlde fakirliğimde nasıl fakir (muhtaç) olmayayım? İlâhi! Ben bilgimde cahilim, o hâlde cahilliğimde nasıl cahil olmayayım? İlâhi! Tedbirinin farklı ve taktirlerinin süratli oluşu seni tanıyan kullarının senin bağışın karşısında susmalarına ve bela karşısında senden ümit kesmelerine engel olmuştur. İlâhi! Kınanmama neden olan şey benden, senin bağış ve keremine yakışan şey ise sendendir. İlâhi! Benim zayıf varlığımı yaratmadan önce kendini bana rahmet ve keremle tavsif ettin; şimdi zayıf bir vücuda sahip olduktan sonra lütuf ve şefkatini benden engelleyecek misin?!
İlâhi! Eğer benden güzellikler görünse, bu senin bana ihsan ve lütfündendir ve eğer bende çirkinlikler belirse, bu da senin adaletinden ve bana hücceti tamamlamandandır. İlâhi! Nasıl kendime bırakırsın beni, oysa işlerimi sen üstlendin ve nasıl biri bana zulmedebilir, oysa yardımcım sensin veya lütfünden nasıl mahrum olurum, oysa hakkımda şefkatlisin.
Evet, ben sana muhtaç olduğum hâlde sana tevessül ediyorum, beni sana ulaştırması imkansız olan bir şeye nasıl tevessül edeyim? Veya hâlim sana gizli olmadığı hâlde onu sana nasıl şikayet edeyim? Sözüm sana açık olduğu hâlde onu sana nasıl açıklayayım? Veya arzularım sana ulaşmışken nasıl ümitsizliğe düşeyim? Hâllerim senin vasıtanla oluştuğu hâlde onları nasıl iyileştirmezsin?
İlâhi! Cehaletimin büyük olmasına rağmen bana ne kadar da lütufta bulunuyorsun, amellerim kötü olduğu hâlde bana karşı ne kadar da şefkatlisin?! İlâhi! Sen bana ne kadar da yakınsın, oysa ben senden ne kadar uzağım. Bana karşı o kadar şefkatli olmana rağmen beni senden alıkoyan şey nedir?! İlâhi! Etkilenmelerden ve etraftaki değişimlerden her şeyde kendini bana tanıtmak istediğini ve böylece hiçbir şeyde senden gafil olmamamı istediğini anladım. İlâhi! Her ne kadar zilletim beni dilsizleştirse de kerem ve bağışın beni konuşturmaktadır ve her ne kadar sıfatlarım beni ümitsizliğe düşürse de, ihsan ve nimetlerin beni tamahlandırmaktadır. İlâhi! İyilikleri kötülük olan kimsenin kötülükleri nasıl kötü olmasın?!
Gerçekleri batıl olan birinin batıl iddiaları nasıl batıl olmasın?! İlâhi! Geçerli hükmün ve galip meşiyyetin ne konuşana konuşma ve ne de hâl sahibine sabit bir hâl yeri bırakır. İlâhi! Nice zamanlar bir itaate karar verdim ve azmettim de senin adaletin ona güvenimi yıktı; hatta lütfün beni ondan geri çevirdi.
İlâhi! Sen iyi biliyorsun ki eğer sürekli sana itaat etmesem de kalbimde sürekli muhabbet ve itaat azmi var. İlâhi! Sen galipken ben nasıl itaate azmedeyim ve sen emrettiğin hâlde ben nasıl senin itaatine azmetmeyeyim?!
İlâhi! Teker teker tüm nişanelerine bakmam, sana ulaşmamın uzamasına neden oluyor; o hâlde beni sana ulaştıracak bir hizmet ver bana. Kendi varlığında sana muhtaç olan bir şey senin varlığına nasıl delil olsun ki?! Acaba senin zuhur etmediğin bir zuhur ve açıklık var mı ki seni zahir etsin?! Sen ne zaman gaiptin ki seni açığa çıkaracak bir delile ihtiyaç olsun? Sen ne zaman uzaktın ki nişaneler sana ulaştırsın? Sürekli gözettiğin hâlde seni görmeyen göz kör olsun, senin aşk ve sevginden bir pay almayan bir kul ziyan görsün.
İlâhi! (Seni tanımak için) nişanelerine müracaat etmeyi emretmişsin; ancak beni nurlarının tecellisine ve müşahede kılavuzluğuna götür ki onları görerek sana döneyim (seni müşahede edeyim) ve onların vasıtasıyla senin (marifet sınırına) girdiğimde kalp gözüm onlara teveccüh etmekten masun ve onlara güvenmekten yüce olsun; her şeye ancak sen kadirsin.
İlâhi! Huzurunda açık olan zelilliğim budur; sana gizli olmayan hâlim budur; sana ulaşmayı senden diliyorum ve senin varlığına senden delil istiyorum; o hâlde beni kendi nurunla sana yönlendir; halis ve samimi bir kullukla beni kendi huzurunda sabit kıl.
İlâhi! Bana gizli ilminden öğret, korunmuş örtünle beni koru. İlâhi! Ruhumu sana yakın olan kullarının gerçekleriyle donat ve cezp olanların gidişatında götür beni. İlâhi! Kendi tedbirinle, tedbirime ve kendi ihtiyarınla öz ihtiyarıma ihtiyacımı gider (beni kendime bırakma) ve ıstırar durumlarına beni vakıf kıl.
İlâhi! Beni nefisimi zilletinden çıkar; ölümüm gelip çatmadan beni sana karşı şirk ve şüpheden temizle. Senden yarım diliyorum; o hâlde bana yardım et. Sana tevekkül ediyorum; beni kendime bırakma. Senden diliyorum; ümidimi kesme. Lütuf ve fazlına yöneliyorum; beni mahrum etme. Kulluğumu sana nispet veriyorum; beni uzaklaştırma. Senin kerem kapında durdum; beni kovma.
İlâhi! rızan, kendi tarafından bir kusuru olmaktan münezzehtir; o hâlde benim tarafımdan nasıl bir kusuru olabilir?! İlâhi! Sen kendi zatında sana bir yarar ulaşmasına muhtaç değilsin; o hâlde bana nasıl ihtiyacın olsun?! İlâhi! Kaza ve kader beni arzulandırmakta, nefsimin hevesleri beni şehvet bağlarına esir etmektedir. O hâlde sen benim yardımcım olarak nefsime karşı beni zafere ulaştır, bana basiret ver. Kendi lütfünle beni zenginleştir ki senin lütfünle isteklerime ihtiyacım olmasın.
Velilerinin kalplerine nurları ışıldatan, böylece seni tanımalarını, bir ve tek bilmelerini sağlayan sensin. Sevgililerinin kalbinden senden başkalarını çıkartan ve böylece senden başkalarını sevmemelerini ve senden başkasına sığınmamalarını sağlayan senisin. Varlıklar dehşete düşürdüğünde onların munisi sensin. Bütün nişanelerden uzak olduklarında onları hidayet eden sensin. Seni kaybeden neyi bulmuştur?! Seni bulan neyi kaybetmiştir?!
Senin yerine bir bedel dileyen mahrum olmuştur. Senden yüz çevirip istemeyen zarar etmiştir. İhsan ve bağışını hiçbir zaman kesmediğin hâlde senden başkasına nasıl ümit beslenebilir?! Sen nimet verme alışkanlığını değiştirmediğin hâlde senden başkasından nasıl istenebilir?! Ey muhiplerine ünsiyetinin tadını tattıran ve böylece sadece kendi huzurunda sevgilerini dile getirmelerini sağlayan! Ey velilerine heybetinin elbisesini giydiren ve böylece istiğfar dilemelerine neden olan! Ananlar seni anmadan sen onları anarsın. Abitler sana yönelmeden sen onlara ihsanda bulunmaya başlarsın. Talep edenler talep etmeden, onlara bağışta bulunan cömert sensin. Sen karşılıksız bağışlayan ve sonra bize bağışta bulunduğu şeyden borç isteyensin.
İlâhi! Sana ulaşmam için beni merhametinle talep et, sana yönelmem için nimetlerine çek beni. İlâhi! Sana karşı itaatsizlik etsem bile senden ümidim kesilmez; nitekim sana itaat etsem bile içimden senin korkun çıkıp gitmez; tüm âlem beni sana doğru itiyor; kerem ve yüceliğin hakkında bilgim beni senin huzuruna sürüklüyor. İlâhi! Sen benim arzum olduğun hâlde nasıl ümidimi keseyim veya sana tevekkül ettiğim hâlde bana nasıl ihanet edilebilir?!
İlâhi! Beni zillette tuttuğun hâlde nasıl izzet davasında bulunabilirim veya kendimi senin kulun saydığım hâlde nasıl izzet davasında bulunmayayım?!
İlâhi! Beni muhtaçlar arasında tuttuğun hâlde nasıl muhtaç olmayayım veya kendi zenginliğinle beni zenginleştirdiğin hâlde nasıl muhtaç olabilirim?!
Sen kendisinden başka bir ilâh olmayan zatsın. Sen kendini her şeye tanıtın ve hiçbir şey seni tanımaktan cahil değildir. Sen bütün şeylerde tecelli ederek kendini bana tanıttın ve böylece her şeyde seni aşikâr gördüm; her şeyde aşikâr olan sensin.
Ey geniş rahmetiyle tüm âleme ihata eden ve arş kendi zatında gizli kalan! Varlık nişanelerini başka varlık nişaneleriyle yok ettin ve nurlarının tecellisinin ihatasıyla gayrları mahvettin. Ey arşının galip nurunun perdelerinde gözlerin görmesinden gizli kalan! Ey mükemmel nuruyla tecelli eden ve azameti tüm varlık âlemini kapsayan! Yegane apaçık olduğun hâlde nasıl gizli olursun sen veya hazırdaki gözetici olduğun hâlde nasıl gaip olursun sen?! Doğrusu senin her şeye gücün yeter. Hamt yalnız tek olan Allah'a hastır.
Hicaz güneşi Arafat tepelerinin ardından yavaş yavaş batmak üzereydi... İmam Hüseyin (a.s), öğrencileriyle birlikte Arafat tepesinin eteğinden yavaşça aşağı indi ve Arafat çölünü Meş'aru'l-Haram'a doğru terk etti...
Mefatihul Cinan
Selam ve dua ile...
2 notes · View notes
ahlals · 4 years ago
Text
Dünya'dan, kendisinden olmamak şartıyla umudu kesen, basit bir kızın düşlerinde.
Hayatın gittikçe karamsarlaşması.
    Hava güzeldi, mevsimin getirisiyle değişmiş tüm çalkantıların aksine hava o gün olması gerektiğini düşündüğünden  katbekat daha sakin, huzurlu baharın tadını çıkartacağı türdendi. Belki de tek sıkıntı, arkada vahşileşmiş öfkesini tetikleyen rüzgarın varlığıyla coşmuş denizdi. Kıyı yakındı, kayalar dikti. Etrafı normalin üstünde seyreden sıcak havanın boğuculuğu etkisi altına almıştı ancak hala deniz çalkalanmaya, rüzgarsa şiddetlenerek arka taraftan esmeye devam ediyordu. Tuhaf, adlandırılamaz manzara değildi görünüşteki, nitekim dünya dönmeye insanlarda yaşamaya devam ediyorsa, etrafta birbirini tutmayan doğal karmaşanın hüküm sürmesi gayet beklenildikti. Yani, en azından onun düşüncesi az önce düşündüğü ve değinmekten asla kaçınmadığı insanlık sorunları adlı Kapatılmamış Meseleler dosyasındaki gizli  doğrultudaydı. O, iyiydi. Günü güzel geçmiş, hayatı şu güne dek mükemmel yollardan geçerek şekillenmişti.
Taşlı, tozlu, insanı girdiye çıktıya sokan yollar hiç var olmamıştı onun hayatında. Hayatı, asfaltı yeni dökülüp şekillendirilmiş, gıcır gıcır bir yolu andırıyordu. Kusursuzdu, görünüşü insanın kalbini pır pır ettiriyordu. Her şey iyiydi. İyi kelimesinin bile anlamının samimiyet barındırdığı türde hafifliği vardı.  Her şey çok tıkırında ilerliyor, yaşayanda dahi acayiplik, bir sorun sezme durumu saptanıyordu. Ona göre bunun tarifi buydu. Beyaz, saydam baloncukların köpürerek taştıkları yolda görünmez kılındığı devrimsel savaşta, her halükarda yenilen deniz, güvertede  midesi bulanmış  sıradan yolcular gibi usulca sallanan geminin durmasını bekliyordu. Sallananın kendisi olduğundan bihaber dalgalanıp kıyıdaki taşlaşmaya yüz tutmuş sert  görünümüne hınca hınç darbeler gönderiyordu. Kalbi soğumuş insana yapılan her bir darbe gibi, etkisizce ama boşa çaba sarf edildiğinin farkında dahi olmadan daha da onu buzlaştırmaya çalışan hayatı sembolize ediyordu.
Yorgundu, deniz çok yorgundu. Tıpkı onun suratına nemli, tuzlu suyu taşıyarak çarptıran ağır, bazen şiddeti aşırı içeren rüzgar kadar yorgundu.  Ağır havayı soluyan rutubetli ciğerleri kadar bitkin ve soğuktu. İçine çektiği tuzun yılışık kokusu, tenine her esişte  nüfuz eden rüzgar taşımacılığındaki denizden kopup ona ulaşan damlacıklar, uzaktan kopup gelen kum taneleri gerçeklik algısını tazeleyip duruyordu. Klasik insanlar gibi değildi o, “Bu da ne? Burada ne arıyorum?”demiyordu. Ne yapacağının bilincindeydi, şüphe kırıntısı ya da azami miktarda pişmanlık duymuyordu. Ruhu içinden sökülüp alınmış, baştan dibe dikliği sabit tutturulsun diye yanına çakılmış çıtasına dayanmış yeni, minik bir fidan gibi, onunda ayağından kafatasının en üst noktasına değin düz çizgi olarak indirilmiş düz bir direği vardı sanki.  Dimdik, içi boş bir et parçasıydı. Boştu, mükemmeldi ancak oldukça, en mühiminden kusurluydu. Yapımında hata vardı sanki.  Kendini göremiyor, etrafı seçemiyordu.  Maviden laciverte dönmekteki karanlıkla aydınlığı sonraki teslimiyetine bırakmış gökyüzü, arkada tüm renk cümbüşünü saklayan taşlık yükseltinin bitiş çizgisinden yukarıya doğru parlayarak, bulaşarak yükseliyordu.  Leylak rengi, turkuaz , kırmızı, açık mavi tümüyle görünmezdeydi. Şimdi sadece lacivertti.
   “Bir anlaşma yapalım.” Sırtını tüm manzaraya verip arkasındakine döndü.  Yeşillik, bu halde bakılınca ne denli cezbediciydi. Tipi, onun hayalindekine kıyasla hiçlikle kutsanmış ağaçlık alandı fakat o, orada birilerinin olduğuna kendisini, görmese dahi inandırmıştı. Oradaki hiçlikte, gizlenen büyük sırlar, kutsal varlıklar bulunuyordu. O biliyordu.  Hepsini baştan sona görmüştü, izlemişti.  “Beni insanlara geri vermeyeceksin.” Soğuk rüzgarın çarptığı çatlamış derilerinin kaşındığı ellerini umarsızca paltosunun cebine attı.  Burnu ucundan kızarmış, elmacıklarının üstündeki parıltılar sönmeye yüz tutmuşlardı. Zamanı, ona göre çok gelmişti. Lakin karşı taraf konuşmayı devralmadı.  Sessizlik bahçenin kuytu köşesine bahşedilmiş  kanla beslenen bir çeşit kamelya gibi açıverdi benliği. Kimse görmedi ama güzelliği, görünmeyen bahçede, esir aldığı büyülü aurasıyla herkesi bahçeye hayran kıldı. Uzun, dalgalı saçlar arkasında salındı bir süre.  “Bırak beni sana teslim olayım, beni bulmalarına izin verme.” Soluksuzca, arkadan gelen rüzgarın çarpışına teslim olup gözlerini yumdu. “Ve ben de, karşılığında… Senin içinde , tüm intikamının hedefi olurca çürüyüp gideyim.”
“Anlaştık mı?” Kızı başka sessizlik yanıtladı. Arkaya doğru hareket etti ve gülümsemesi suratına yayılırken ürpermişti. “Bence, bu en mantıksız ama çıkış yoluma en yakın anlaşma.” Ve kendisini arkaya vererek yerle temasını kesti. 
Zaman:Belirsiz bir dönemden, ancak geçmişin derinliklerinden.
Alıntı: Areus/ Alıntılar 2 bölümünün alternatifi, daha sonra farklı bir hikayede kullanılacaktır.
Tumblr media
1 note · View note
etaali · 5 years ago
Text
Arefe Duasını bugün/yarın mutlaka OKUYALIM
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
Hamd Allah'a mahsustur; öyle bir zattır ki O'nun hükmünü geri çeviren, verdiğini engelleyen olmaz. Hiçbir zanaatçının yaptığı O'nun yaptığı şey gibi değildir. O, büyük cömerttir. Her çeşit mahluku yarattı. Hikmetiyle yarattıklarını sağlam kıldı. Hiç bir sır O'na gizli kalmaz. Onun katında emanetler (ameller) asla zayi olmaz. Herkesi yaptığına karşılık mükafatlandıran; kanaat edenin işini düzene koyandır; kendisine yakarana merhamet eden, -kullarına- yararlı şeyleri ve kapsamlı Kitab'ı (Kur'an'ı) yayılan nuruyla indirendir. Duaları duyan (kabul eden), kederleri gideren, dereceleri yükselten ve zorbaların kökünü kazıyandır. O'ndan başka ilah yoktur. Hiç bir şey O'na denk olamaz. Eşi ve benzeri yoktur. İşitendir, görendir, latif ve habirdir (hiç bir şey O'na gizli kalmaz ve her şeyin inceliğinden haberdardır, agâhtır).
Allah'ım! Ben sana yöneliyorum; rabbaniyetine şehadet ediyor ve ikrar ediyorum ki Rabb'im sensin, dönüşüm sanadır; ben anılacak bir şey değilken kendi nimetinle beni var ettin. Beni topraktan yarattın; sonra beni sülblere yerleştirdin. Beni -var olmamı engelleyebilecek- her türlü vakıa, asırlar ve yılların değişimi ve olaylarından korudun.
Böylece geçmiş günlerde ve asırlar boyu beni baba sülbünden anne rahmine aktardın. Bana karşı şefkat, lütuf ve ihsanınla beni, senin ahdini bozan ve peygamberlerini yalanlayan küfür ve dalalet önderlerinin saltanat sürdükleri bir zamanda dünyaya getirmedin. Sen beni, senden şefkat ve bana da lütuf olsun diye, hidayette benden öne geçenlerin (Hz. Muhammed'in) zamanında dünyaya getirdin, hidayetini bana kolaylaştırdın ve bu hidayetle beni yoğurdun.
Bundan önce de, güzel yaratılışın ve bol nimetlerinle bana şefkat gösterdin. Beni -ikinci aşamada- nütfeden yarattın. Et, kan ve deriden ibaret olan üç zulmet arasına yerleştirdin. Yaratılışımı bana göstermedin ve bu hususta bana hiç bir şey bırakmadın. Sonra beni, önceden gerçekleştirdiğin hidayet için tam ve mükemmel bir yaratılışla dünyaya getirdin. Beşikte küçük bir çocuk iken beni her türlü tehlikeden korudun. Beni, en temiz gıda maddesi olan anne sütüyle rızıklandırdın. Dadıların kalplerini bana şefkatli kıldın. Şefkatli annelerle beni her türlü tehlike ve cinlerin nüfuzundan korudun.
Beni kusur ve noksanlıktan salim kıldın. Şanın yücedir ey Rahim ve Rahman; konuşmaya başladığımda bana bol nimetlerini tamamladın, her geçen yıl beni daha çok terbiye ettin; yaratılışım kemale ulaşıp aklım mutedil olunca, hüccetini bana farz kıldın; şöyle ki seni tanımayı kalbime ilham ettin ve beni kendinin acayip hikmetlerine hayran bıraktın. Gökte ve yerde yarattığın varlıklar hakkında beni şuurlandırdın, bilinçlendirdin. Bana, şükrünü ve zikrini yerine getirmeği tembih ettin; sana itaat ve ibadet etmeği üzerime farz kıldın. Bana peygamberlerinin vasıtasıyla gönderdiğin hakikatleri anlama gücü verdin. Rıza ve teslim makamını kabullenmeyi (bu makama ulaşmayı) bana kolaylaştırdın.
Bu hususlarda, bana yardım edip lütufta bulunarak üzerime minnet bıraktın. Sonra beni en üstün topraktan yaratınca, benim için sadece bir çeşit nimete razı olmadın; en yüce lütufla ve sonsuz ihsanınla çeşitli geçim vesileleri, nimet ve yiyeceklerle beni rızıklandırdın. Bana tüm nimetlerini tamamlayıp benden bütün belaları uzaklaştırdığında yine de cehaletim ve sana karşı cüretim, beni sana yaklaştıracak vesileyi bana göstermene ve beni, katına yaklaştıracak şeye muvaffak etmene engel olmadı. Seni çağırdığımda bana icabet ettin, hacet istediğimde hacetimi verdin, sana itaat ettiğimde beni mükafatlandırdın, şükrettiğimde bana nimetini artırdın. Bütün bunların nedeni bana nimetini tamamlayıp lütufta bulunmandır. Sen her türlü kusur ve noksanlıktan münezzehsin, münezzehsin; varlıkları yaratan ve meydana getiren ve tekrar kendine döndüren sensin. Hamda lâyık olan sensin; şanın yücedir; isimlerin mukaddestir; nimetlerin büyüktür. Allah'ım! Hangi nimetini sayabilirim, hangisini hatırlayabilirim?! Veya hangi bağışlarının şükrünü yerine getirebilirim?!
Ey Rabb'im! Senin bana nimetlerin sayanların sayıp bitiremeyeceği ve bilmek isteyenlerin bilemeyeceği kadar çoktur. Allah'ım! Benden giderdiğin ve uzaklaştırdığın zorluk, zarar ve ziyanlar, sahip olduğum nimet ve afiyetten çoktur. İlahi! Ben imanımın hakikatiyle, kalbimde yer eden yakinle, ihlaslı tevhidimle, içimde saklı hakikatlerle, gözümün nurunun mecrasının bağlarıyla, anlımın safhasının hatlarıyla, solunum yolumun delikleriyle, burun kemiğimin yumuşak bölümüyle, kulak perdemin ses algılayan organıyla, dudaklarımın içinde gizli olan şeyle, dilimin ses hareketiyle, üst ve alt çenemin irtibat merkezleriyle, dişlerimin çıktığı yerlerle, yiyecek ve içeceklerimi tatma duyumla, beynimi kapsayan kafatasımla, boyun damarlarımla, göğüs kafesimin kapsadığı organlarla, şah damarımla, kalbimin perdesinin avizesiyle, ciğerimin kenarına bitişen parçalarla, kaburgalarımın kapsadığı şeylerle, kaslarımın bağlandığı yerle, faal uzuvlarımın açılıp kapanışıyla, parmaklarımın ucuyla, etimle, kanımla, saçımla, derimle, asabımla, bağırsağımla, kemiğimle, beynimle, damarlarımla, tüm uzuvlarımla ve bebek oluşumdan itibaren oluşan uzuvlarımla, yeryüzünün benden aldığı şeylerle, uykumla, uyaklığımla, sükunetimle ve yine rüku ve secdelerimin hareketleriyle şehadet ediyorum ki, eğer asırlar boyu yaşasam ve senin nimetlerinden birinin şükrünü yerine getirmeye çalışsam, yerine getiremem; bunu ancak seni lütfünle yerine getirebilirim ki bunun kendisi de yeni, ebedi ve köklü bir şükrü gerektirmektedir.
Evet, ben ve sayanlar senin geçmiş ve gelecek nimetlerini saymaya veya nimetlerinin zamanlarını hesaplamaya çalışsak hiçbir zaman sayamayız. Ben kim senin nimetlerini saymak kim? Oysa sen konuşkan Kitab"ında ve sadık haberinde, Allah'ın nimetlerini saymaya çalışsanız, sayıp bitiremezsiniz buyurmuşsun.
Allah'ım! Peygamberlerin ve elçilerine iblağ edilen ve vahiyle onlara indirdiğin ve bu vasıtayla dini onlara yasadığın Kitab'ın ve haberlerin doğrudur. Ancak ben tüm çabam ve gayretimle kapasitemce inanarak ve yakin ederek diyorum ki: Hamd ve övgü, kendine miras alacak bir evlat edinmeyen, yaratılışta kendisine muhalefet edecek mülkünde ortağı olmayan ve dünyayı yaratışında kendisine yardım edecek bir yardımcısı olmayan Allah'a mahsustur. Münezzehtir, münezzehtir -çocuğu ve ortağı olmaktan-. Eğer o ikisinde -gökte ve yerde- Allah'tan başka bir ilah olsaydı fesat çıkardı ve dağılırlardı.
Tek, bir, ihtiyacı olmayan, doğmayan ve doğrulmayan, eşi ve benzeri olmayan Allah münezzehtir. Allah'a hamdolsun; öyle bir hamd ki yakınlaştırılmış meleklere ve gönderilmiş peygamberlere denktir. Allah'ın salat ve selamı seçtiği kulu, peygamberlerin sonuncusu Muhammed'e ve onun tertemiz, arınmış ve muhlis kılınmış Ehl-i Beyt'ine olsun.
Sonra İmam (a.s) gözlerinden yaşlar aktığı halde daha fazla bir rağbetle şöyle devam etti:
Allah'ım! Seni görüyormuşum gibi beni kendinden korkut ve beni takvayla saadete kavuştur; sana karşı günah işleyerek kalbimi katılaştırma, takdirlerinde bana hayır ve bereket ver ki geciktirdiğin şeyin bana acele verilmesini ve acele verdiğin şeyin de geciktirilmesini istemeyeyim. Allah'ım! Nefsime zenginlik, kalbime yakin, amelime ihlas, gözüme nur, dinimde basiret ve bilinç ver ve azalarımı güçlü kıl, kulağımı ve gözümü (işiten ve gözümün nuru çocuklarımı) benim iki mirasçım kıl ve hakkımda zulmedene karşı bana yardım et ve bunda intikam ve galibiyetimi bana göster ve gözlerimi aydınlat. Allah'ım! Sıkıtımı gider, kusurumu ört, hatalarımı bağışla, şeytanımı benden uzaklaştır,zimmetimi serbestliğe çıkar (üzerimde hiçbir hak kalmasın); ve ey Rabb'im, dünya ve ahirette benim için yüksek bir derece ver.
Allah'ım! Beni yaratıp, duyan ve gören yaptığın için sana hamd olsun. Beni yaratmaya ihtiyacın olmadığı halde hakkımda bir rahmet olarak beni yarattığın ve azalarımı birbirine uygun, düzgün kıldığın için sana hamdolsun. Rabb'im; beni icat ettiğin ve yaratılışımı dengeli kıldığın gibi; Rabb'im, beni yarattığın ve yüzümü güzel kıldığın gibi; Rabb'im, bana ihsanda bulunduğun ve afiyet verdiğin gibi; Rabb'im, afetlerden koruduğun ve muvaffak kıldığın gibi; Rabb'im, nimet verdiğin ve hidayet ettiğin gibi; Rabb'im, seçtiğin ve bütün hayırlardan verdiğin gibi; Rabb'im, beni yedirdiği ve içirdiği gibi; Rabb'im, ihtiyaçsız kıldığın ve hoşnut ettiğin gibi; Rabb'im, bana yardım ettiğin ve izzet verdiğin gibi; Rabb'im, bana keramet elbisesi giydirdiğin ve yarattığın şeylerden yeteri kadar bana verdiğin gibi Muhammed ve Ehl-i Beyt'ine rahmet eyle ve bana zamanın sıkıntıları, gece ve gündüzün çekişmeleri karşısında yardım et. Beni dünyanın ıstıraplarından ve ahiretin kederlerinden kurtar ve yeryüzünde zalimlerin yaptıkları -kötülükler-den beni koru.
Allah'ım! Endişelendiğim şeylerden bana güven ver, korktuğum şeylerden beni koru, nefsimi ve dinimi koru, yolculuğumda beni koru, mal ve ailemde benden geriye salih bir evlat bırak. Bana verdiğin rızklara bereket ver. Beni kendi yanımda alçak gönüllü kıl ve halkın gözünde ise yücelt; cinlerin ve insanların kötülüğünden beni selamet kıl; günahımdan dolayı beni rezil etme, içimde gizli olan şeyden dolayı beni cezalandırma, amelimden dolayı beni (azap ve belalara) müptela etme, nimetlerini benden alma ve beni kendinden başkasına bırakma. Rabb'im! Beni kime bırakıyorsun? Akrabalık bağını koparacak olan bir akrabaya mı?
Yoksa bana öfkelenen uzak ve yabancıya mı? Ya da beni zayıf düşürecek olan birine mi? Oysa sen benim Rabb'imsin, işlerimin sahibisin; garipliğimi, kimsesizliğimi ve menzilimin uzaklığını ve işlerimin sahibi kıldığın kimse karşısında zilletimi sana şikayet ediyorum. Allah'ım! Gazabını bana helal kılma; eğer sen bana gazap etmezsen başkalarından endişem olmaz. Münezzehsin sen. Senin bana afiyetin geniştir; o halde senden diliyorum ki ey Rabb'im, yeryüzünün ve göklerin kendisiyle aydınlandığı, karanlıkların aydınlığa kavuştuğu ve öncekilerin ve sonrakilerin kendisiyle ıslah olduğu veçhinin nuru hürmetine beni kendi gazabın üzerine öldürme, öfkeni benim üzerime indirme, bundan (ölmeden) önce benden razı olmamak için istediğin kadar bana zorluk göster. Senden başka hak yoktur.
Mekke'nin, Meş'ar-ul Ham'ın, bereketli ve insanlar için güvenli kıldığın Beyt-ul Atik'in Rabb"isin. Ey sabrıyla çok günahları bağışlayan, ey lütfüyle nimetleri indiren, ey kendi keremiyle çok büyük bağışla bulunan, ey zor günlerimde dayanağım, ey yalnızlığımda arkadaşım, ey sıkıntılarımda imdadıma koşan ve ey veli nimetim benim! Ey Rabb'im ve babalarım İbrahim, İsmail, İshak ve Yakub'un Rabb'i ve ey Cebrail, Mikail ve İsrafil'in Rabb'i ve ey peygamberlerin sonuncusu Muhammed"in ve onun seçkin Ehl-i Beyt'inin Rabb'i ve ey Tevrat, İncil, Zebur'u ve Furkan'ı (Kur'an'ı) indiren, Kâf Ha Ya Ayn Sâd, Tâ Hâ, Ya Sîn ve Kur"an-ı Hekim'in Rabb'i! Yollar tüm genişliğine rağmen bana zorlaşınca ve yer tüm bolluğuyla bana daralınca sığınağım sensin; eğer senin rahmetin olmasaydı kesinlikle ben helak olanlardan olurdum. Beni hatalardan alıkoyan sensin; eğer benim -günahlarımın- üzerini örtmeseydin kesinlikle rezil olanlardan olurdum.
Yardımınla düşmanlarıma karşı beni destekleyen sensin; eğer senin yardımın olmasaydı mağlup düşenlerden olurdum. Ey yücelik ve üstünlüğü kendine has kılan, izzetiyle dostları aziz olan, ey padişahların boynuna zillet halkasını geçiren ve heybetinden padişahların kendisinden korktuğu zat; ey gözlerin ihanetini ve göğüslerde gizli olanı, zaman ve asırların geleceklerini bilen; ey nasıl olduğunu kendisinden başka hiç kimse bilmeyen, ey ne olduğunu kendisinden başkası bilmeyen, ey yeryüzünü su üstünde tutan ve gökyüzüyle havayı kapatan, ey en güzel isimler kendisinin olan, ey hiçbir zaman kesilmeyen ihsan sahibi, ey -Mısır- kervanını Yusuf'u kurtarmak- için Kafr çölünde tutup onu kuyudan çıkaran, ey Yusuf'u kölelikten sonra padişah yapan, ey üzüntüden gözleri ağardıktan sonra üzüntüsünü sabırla gizleyen Yakub'a Yusuf'u döndüren, ey Eyyub'tan zorluk ve sıkıntıyı gideren ve yaşlandıktan sonra -çocuk sahibi olan- İbrahim'in elini, oğlunu kesmekten alıkoyan, ey Zekeriyya'nın duasını kabul ederek ona Yahya'yı veren ve onu yalnız ve kimsesiz bırakmayan, ey Yunus'u balığın karnından dışarı çıkaran, ey denizi İsrailoğulları için yarıp onları kurtaran, Firavun ve ordusunu boğan, ey rüzgarları rahmet -yağmuru- müjdeleyicisi olarak gönderen, ey kendine karşı günah işleyen kullarını cezalandırmada acele etmeyen, ey sürekli senin nimetlerinle nimetlendikleri ve senin rızkını yedikleri halde diğerlerine tapmakta olan sihirbazları, uzun bir zaman inkâr edip sürekli kendisine düşmanlık etmeleri, karşı çıkmaları ve peygamberlerini yalanlamalarından sonra kurtaran; ya Allah, ya Allah; ey kainatı yoktan var eden, ey eşi olmayan yaratıcı,
Ey hiçbir zaman fani olmayacak sürekli, ey hiçbir diri olmadığı zaman diri olan, ey ölüleri dirilten, ey herkesin başına kazandığını getiren, ey kendisine az şükrettiğim halde beni mahrum etmeyen, hatalarım çok olmasına rağmen beni rezil etmeyen, beni günah işlerken gördüğü halde insanlara tanıtarak haysiyetimi dökmeyen, ey bana sayısız bağışlarda bulunan ve nimetlerini telafi edemediğim; ey bana hayır ve ihsanla yönelen, benim ise kendisine günah ve isyanla yöneldiğim, ey nimetine şükretmeyi öğrenmeden beni imana hidayet eden, ey hastayken çağırdığımda bana şifa veren, çıplakken beni giydiren, açken beni doyuran, susuzken beni suya doyuran, zelilken bana izzet veren, cahilken beni bilgilendiren, yalnızken -yalnızlığımı- çokluğa dönüştüren, gayıp ve vatanımdan uzakken beni geri döndüren, fakirken beni zenginleştiren, yardım istediğimde bana yardım eden, zenginken nimetini benden almayan ve bütün bunları senden istemekten sakındığım halde kendiliğinden vermeye başlayan; o halde hamd ve şükür sana mahsustur; ey sıkıntılarımı gideren, duamı kabul eden, kusur ve ayıbımı örten, günahımı bağışlayan, beni isteklerime kavuşturan ve düşmanıma karşı zafere ulaştıran; eğer senin nimetlerini, bağışlarını ve değerli ihsanlarını saymaya kalkışsam, sayıp bitiremem.
Ey mevlam! Bağışta bulunan sensin, nimet veren sensin, ihsanda bulunan sensin, güzelleştiren sensin, üstün kılan sensin, mükemmelleştiren sensin, rızıklandıran sensin, muvaffak kılan sensin, bağışta bulunan sensin, zengin yapan sensin, sermaye veren sensin, sığınak veren sensin, yeterli olan sensin, hidayet eden sensin, -hatalardan- koruyan sensin, -ayıbımı- örten sensin, bağışlayan sensin, mazeretimi kabul eden sensin, güç veren sensin, izzet veren sensin, yardım eden sensin, destek veren sensin, teyit eden sensin, zafer veren sensin, şifa veren sensin, afiyet veren sensin, ikram eden sensin, üstünsün, yücesin; o halde hamd sürekli sana hastır, sabit ve ebedi şükür sana mahsustur. Ben ise ya Rabb'im! Günahlarımı itiraf ediyorum, günahlarımı bağışla; kötülük yapan benim, hata yapan benim, günahına ısrar eden benim, cahillik yapan benim, gaflet eden benim, yanlışlık yapan benim, kendine dayanan benim, -günahında- kasıtlı olan benim, söz veren ve sözünde durmayan benim, ahdini bozan benim, -misakını- ikrar eden benim, nimetlerini itiraf eden ve sonra yine günahlarına dönen benim; o halde günahlarımı bağışla; ey kullarının günahları kendisine zarar vermeyen, kullarının itaatine ihtiyacı olmayan ve kullarından iyi amel yapanı kendi yardım ve rahmetiyle ona muvaffak kılan!
O halde hamd sana mahsustur ey Rabb'im ve mevlam. Ey Rabb'im! Sen bana emrettin, ben ise sana itaatsizlik ettim; sen beni sakındırdın, ben ise senin sakındırdığın şeyi işledim; şimdi ise artık ne mazeret gösterebileceğim bir bahanem var ve ne de yardım alabileceğim bir desteğim. O halde hangi vesileyle sana geleyim ey mevlam?! Kulağımla mı, gözümle mi, dilimle mi, elimle mi, ayağımla mı? Bunların hepsi, kendileriyle sana karşı itaatsizlik ettiğim senin nimetin değil mi?! Ey mevlam! Sen hücceti tamamladın ve yolu ben kendime kapadım -haklısın ve ben sorumluyum-. Ey günahımı babalardan ve analardan örterek onların bana eziyetini önleyen, akrabalarımdan ve kardeşlerimden örterek beni kınamalarını engelleyen, sultanlardan örterek beni cezalandırmalarına mani olan! Ey mevlam! Eğer senin benim hakkımda bildiğin şeyi onlar da bilseydiler bir daha bana bakmaz, beni kendilerinden uzaklaştırır ve ilişkilerini benden keserlerdi. Ey Rabb'im, şimdi ben ey mevlam, senin huzurunda huzu içinde, zelil, çaresiz ve hakirim; ne mazeret getireceğim bir bahanem, ne yardım alabileceğim bir desteğim, ne sebep gösterebileceğim bir delil var; ne de günah işlemediğimi ve çirkin bir iş yapmadığımı söyleyebilirim ve eğer inkar edecek olsam da ey mevlam, bunun bir yararı olmaz bana! Nasıl yapabilirim ki bunu, oysa tüm uzuvlarım aleyhime tanıktırlar ve ben kesinlikle biliyorum ki büyük günahlarımdan dolayı sen beni sorguya çekersin; sen zulmetmeyen adil bir hakimsin; senin adaletin beni helak edersin; ben senin adaletinden sana sığınıyorum. Rabb'im! Bana hücceti tamamladıktan sonra beni cezalandıracak olursan, bu benim günahlarımdan dolayıdır ve eğer beni affedecek olursan, bu da senin sabrın, bağışın ve ihsanından dolayıdır. Senden başka ilah yoktur, tenzih ederim seni, ben zalimlerden oldum; senden başka ilah yoktur, tenzih ederim seni, ben bağışlanma dileyenlerden oldum; senden başka ilah yoktur, tenzih ederim seni, ben seni tek bilenlerden oldum; senden başka ilah yoktur, tenzih ederim seni, ben korkanlardan oldum; senden başka ilah yoktur, tenzih ederim seni, ben -senin azabından- endişe edenlerden oldum; senden başka ilah yoktur, tenzih ederim seni, ben ümit edenlerden oldum; senden başka ilah yoktur, tenzih ederim seni, ben yönelenlerden oldum; senden başka ilah yoktur, tenzih ederim seni, ben lâ ilahe illallah söyleyenlerden oldum; senden başka ilah yoktur, tenzih ederim seni, ben isteyenlerden oldum; senden başka ilah yoktur, tenzih ederim seni, ben tesbih edenlerden oldum; senden başka ilah yoktur, tenzih ederim seni, ben tekbir söyleyenlerden oldum; senden başka ilah yoktur, tenzih ederim seni; sen benim Rabb"im ve geçmiş babalarımın Rabb'isin. Allah'ım! Bu, seni ululayan senamdır, senin tekliğini anmakta benim ihlasımdır, senin saydığım nimetlerine ikrarımdır; her ne kadar ikrar etsem de onların çokluğundan, fazlalığından, açıklığından ve varlıklarının benden önceliğinden dolayı onları saymaya gücüm yetmez; beni yarattığın andan itibaren onların tümü için benden ahd aldın ve hayatımın başından beni fakirlikten zenginliğe ulaştırdın, ben -kendime zulmedenlerden oldum; sıkıntımı giderdin, kolaylık ve rahatlığa sebep oluşturdun, zorlukları defettin, çaresizliğimi giderdin, bedenime sağlık verdin, dinime selamet verdin ve eğer nimetlerini saymam için dünyanın başından sonuna kadar bütün herkes bana yardımcı olsa, ne ben ve ne de onlar nimetlerini sayıp bitirmeye gücümüz yetmez.
Sen kutsal ve yücesin; kerim, ulu ve Rahim bir Rabb'sin. Nimetlerin sayılmaz, senaların söylenip bitirilmez, ihsanların telafi edilmez; Muhammed ve Ehl-i Beyt'ine rahmet eyle ve bize nimetlerini tamamla, sana itaatle bizi saadete erdir; Sen münezzehsin, senden başka ilah yoktur. Allah'ım! Sen sıkıntısı olanlara icabet edersin, kötülüğü giderirsin, kederi olanlara yardım edersin, hastaya şifa verirsin, fakiri zenginleştirirsin, kırığı onarırsın, küçüğe merhamet edersin, büyüğe yardım edersin; senden başka destek yoktur, senden üstün bir kudret yoktur, sen yücesin, büyüksün; ey esirleri kurtaran, ey küçük çocuğa rızk veren, ey korkup sığınak dileyenlerin sığınağı, ey ortağı ve veziri olmayan! Muhammed ve Ehl-i Beyt'ine rahmet eyle ve bu ikindi vakti kullarından birine verdiğin nimetlerin en üstününü bana ver. Kullarına verdiğin zahiri nimetlerden ve sürekli yenilediğin batini nimetlerden, bertaraf ettiğin belalardan, giderdiğin sıkıntılardan, duyduğun (kabul ettiğin) dualardan, kabul ettiğin iyiliklerden ve örttüğün günahlardan (bana bu nimetlerden ver); gerçekten sen lütuf sahibisin, her şeyden haberin var ve sen her şeye kadirsin. Allah'ım! Sen kendisinden istenilen en yakın kişisin, en hızlı icabet edensin, en cömert affedensin, en fazla bağışta bulunansın, kendisinden istenileni en iyi duyansın; ey dünya ve ahiretin esirgeyen ve bağışlayanı; senin gibi bir istenilen yoktur, senden başka bir hedef ve arzu yoktur. Çağırdığımda bana icabet edersin, senden istediğimde bana verirsin, sana yöneldiğimde bana şefkat gösterirsin, sana yakardığımda bana yetersin.
Allah'ım! Kulun, elçin ve peygamberin Muhammed'e ve onun tertemiz Ehl-i Beyt'inin tümüne rahmet eyle, nimetlerini bize tamamla, bağışlarını bize tatlı kıl, bizi sana şükredenlerden ve senin nimetlerini ananlardan yaz; amin ey alemlerin Rabb'i. Allah'ım! Ey malik olan ve güç yetiren, güç yetiren ve kahreden, kendisine karşı günah işlenen ve -günahı- örten, kendisinden bağışlanma dilenen ve bağışlayan, ey talep eden yönelenlerin hedefi, ümit edenlerin ümidinin zirvesi, ey ilmi her şeyi kuşatan ve rafeti, şefkati ve sabrı özür dileyenleri kapsayan. Allah'ım! Peygamberin, elçin, yaratıklarının arasından seçtiğin, vahyine emin kıldığın, müjdeleyici ve korkutucu, parlak -hidayet- lambası olan ve kendisiyle Müslümanlara minnet bıraktığın ve alemlere rahmet kıldığın Muhammed'le şereflendirdiğin ve yücelttiğin bu ikindi vakti sana yöneliyoruz.
Allah'ım! Muhammed ve Ehl-i Beyt'ine rahmet eyle; nitekim Muhammed senin rahmetine lâyıktır; ey yüce. Ona ve seçkin, tertemiz Ehl-i Beyt'ine rahmet eyle ve bizi af hediyenle ört. Feryat ve figanlar çeşitli dillerle sana yükselmektedir. O halde Allah'ım, bu ikindi vakti kulların arasında taksim ettiğin bütün hayırlardan, hidayet ettiğin nurdan, yaydığın rahmetten, giydirdiğin afiyet elbisesinden ve yaydığın rızktan bize de pay ver; ey merhametlilerin en merhametlisi. Allah'ım! Bu anda bizi kurtuluşa ermiş, saadete kavuşmuş, iyiliğe ulaşmış ve faydalanmış kıl; bizi ümitsizliğe kapılanlardan kılma, bizi rahmetinden mahrum etme, bizi arzuladığımız lütfünden nasipsiz etme, bizi rahmetinden mahrum etme, ihsanından ümit ettiğimiz lütfünü bizden engelleme, bizi umutsuz geri çevirme, kapından kovulmuşlardan etme; ey cömertlerin en cömerdi ve ye kerimlerin en kerimi!
Yakinle sana yüz tuttuk, Beyt-i Haram'ına davetine lebbeyk dedik ve onun ziyaretini kastettik; o halde onun amellerinde bize yardımcı ol, haccımızı kemale erdir, bizi affet ve bize afiyet ver; elimizi sana uzattık ve zilletle günahlarımızı itiraf etmekteyiz. Allah'ım! Bu ikindi vakti senden istediğimiz şeyi bize ver ve senden yapmanı niyaz ettiğimiz şeyi yap; bize senden başka yetecek yoktur, senden başka Rabb"imiz yoktur; hükmün hakkımızda geçerlidir, ilmin bizi kuşatmıştır, hakkımızda hükmün adalettir; bizim için hayrı takdir et ve bizi hayır ehlinden kıl. Allah'ım! Cömertliğinle bize büyük mükafat, iyi birikim ve sürekli huzur ver; bizim tüm günahlarımızı bağışla, bizi helak olanlarla helak etme, rahmetini ve rafetini bizden çevirme; ey merhametlilerin en merhametlisi. Allah'ım! Bu anda bizi, senden hacet istemeleri peşinden hacetlerini verdiklerinden, sana şükretmeleri peşinden kendilerine nimetlerini artırdıklarından, sana tevbe ettiklerinde tevbelerini kabul ettiklerinden, bütün günahlarından uzaklaştıklarında bağışladıklarından eyle; ey celal ve ikram sahibi. Allah'ım! Bize başarı ve güç ver; ey kendisinden istenilenlerin en hayırlısı, yakarışımızı kabul et, ey merhametlilerin en merhametlisi.
Ey kirpiklerin kapanışı, gözlerin kırpışı, içlerde gizli olan ve kalplerde saklı olanlar kendisine gizli olmayan; evet, senin ilmin bütün bunları saymış ve hilmin kapsamıştır; sen zalimlerin söylediklerinden münezzeh ve çok yücesin. Yedi kat gökler, yerler ve bunların arasındakiler seni tesbih etmekteler; seni tesbih etmeyen hiçbir varlık yoktur. O halde hamd, yücelik ve üstünlük senindir, ey celal ve ikram sahibi, ey lütuf ve ihsanların ve büyük bağışların sahibi! Sen cömert ve kerimsin, yumuşak ve rahimsin. Allah'ım! Helal rızkını bana artır, vücuduma ve dinime afiyet ver, korkuma emniyet ver ve beni cehennem ateşinden kurtar. Allah'ım! Beni hilene müptela etme (tedbirinle beni cezalandırma), ansızın gelen azaba duçar etme, beni rezil etme; cinlerin ve insanların kötülüğünü benden uzaklaştır.
Sonra İmam, mübarek başını gök yüzüne doğru kaldırdı ve gözlerinden yaşlar aktığı bir halde yüksek sesle şöyle devam etti:
Ey duyanların en iyi duyanı, ey görenlerin en iyi göreni, ey en süratli hesaba çeken ve ey merhametlilerin en merhametlisi! Muhammed"e ve değerli ve kutlu Ehl-i Beyt"ine rahmet eyle. Allah'ım! Senden, bana verdiğinde, benden alıkoyduğun şeylerin artık bana zarar dokundurmayacağı ve benden alıkoyduğunda artık verdiğin şeylerin bana yararı olmayacağı hacetimi istiyorum. Beni cehennemden kurtar; senden başka ilah yoktur; teksin, ortağın yoktur; mülk senindir, hamd sana mahsustur ve senin her şeye gücün yeter; ey Rabb'i, ey Rabb'i, ey Rabb'i!
12 notes · View notes
belkidebirharfimben · 5 years ago
Text
Yalnız sana mı caiz spesifik?
Tamam, elbette müctehid-i izamı, muhaddisin-i kiramı bir nefesiyle yerle yeksan edecek bir Mustafa İslamoğlu, bir Abdülaziz Bayındır, bir Mehmet Okuyan, bir Caner Taslaman, bir Emre Dorman, bir Yaşar Nuri Öztürk değiliz, ama az buçuk mürekkep yalamış insanlarız. Kalemi, defteri, ders kitaplarını, fiziği, kimyayı, biyolojiyi vs.  görünce tanıyabiliyoruz. Bilim dünyasında işler nasıl yürüyor az-çok biliyoruz. Örneğin: Şöyle birşey olmadığını biliyoruz en azından: "Hey, naber, ben Graham! Dostum bugün birşey oldu. Anlatsam aklın durur. Dinle: Elimde birkaç elektronik şey vardı, 'Canım sıkılıyor, biraz oyalanayım!' dedim, onları birleştirdim, bil bakalım ne oldu? Telefon! Evet. Bir telefonum var artık! Muhtemelen birinde daha telefon olsa, ben konuşunca o da duyacak, ama şimdilik birtek bende var. O yüzden test edemiyorum."
Bilim dünyasında işler böyle yürümüyor. Birşey önce teori düzeyinde varoluyor. Sonra iş sahada olurluğu-olmazlığı seviyesinde tartışılıyor. Ardından da deney aşaması geliyor. Deneylerde de öyle olursa ne âlâ. Bediüzzaman'ın Lemaat'ta belirttiği şekilde maddelendirirsek, daha sahaya inmeden, dimağdaki meratip şöyle: Tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz'an, iltizam, itikad.
"Dimağda meratib var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir."
Sözgelimi: Bilimsel birşey ortaya çıkıyor. Ne olsun mesela? Televizyon olsun. Olsun dediğiniz anda köşedeki bayiden evinize bir dev ekran televizyon bırakılmıyor. Ya? Şöyle: Önce görüntünün nakledilebileceğini hayal ediyorsunuz. Sonra bu hayalin detaylarını biraz daha derinleştirip tasavvura dönüştürüyorsunuz. Sonra olabilirliğin kalıplarından geçiyor. Sonra aklınız da bunu onaylıyor. Sonra kalbiniz de buna inanıyor, yani iz'an ediyor. Sonra bu sizde muhkemleşiyor, artık olabileceğine kesinkes inanıyorsunuz, iltizam ve itikad dairelerine geçiliyor. Beynin işleyişi birazcık böyle.
Dolayısıyla bilimsel olan ne varsa böylesi eşiklerden geçmek zorunda. Kanun olarak keşfedilen veya teknoloji olarak kullanılan birçok şey bir zamanlar birilerinin hayaliydi desek yanlış olmaz. Yani sahada bunlar gerçekleşmeden ve sonuçları kullanılır hale gelmeden önce birileri böyle birşeyler olabileceğini umut etti, sonra zannetti, sonra hayal etti ve gereğince akletti. Ta, ta, ta, taaaa: Ve artık ben bir 'bilgisayar' kullanarak size yazılarımı 'internet' vasıtasıyla ulaştırabiliyorum.
Bütün bu gevezeliği niye yapıyorum? Oraya geleceğim. Biliyorsunuz, Jules Verne bilimkurgunun babası olarak bilinir. Neden böyle söylenir? Çünkü hayal edip olabileceğini düşündüğü çoğu şey hakikaten onun ölümünün ardından icad edilmiştir. Denizaltı, hava taşıtları, vs. Bunlar Jules Verne'nin hayalleriydi bir zamanlar. Ama o hayalleri bugün somut birer gerçek olarak görüyor ve yaşıyoruz. Demek onun hayalleri bizim için inanç oldu. İman oldu. Şahitlik oldu. Belki de bizim hayallerimiz de birilerinin inancı olacak.
Buradan 'spesifik' kelimesine gelelim. Aslında 'kendine özgü, özellikli, özel, kendine has' gibi anlamları barındıran spesifik kelimesi bizde biraz daha subjektifliğe yakın kullanılır. Bizim terminolojide tam karşılığı olamaz belki ama 'keşf' gibi birşeydir aslında. Yani umuma gösterilemeyen veya belki umuma kabul ettirilebilecek kadar somut da ifade edilemeyen şeydir spesifik.
Belki 'kaziye-yi makbule' dahi bir yönüyle spesifiktir denilebilir. Yani bir meslekte uzman olan kişinin deneylerine şahit kılmadan size "Bence bu iş şöyledir" demesi ve sizin de kabulünüz bir tür spesifiklik içerir. Çünkü ona olan itimadınızdır söylediğinin delili. Onun dışında somut başka bir delil gösterememiştir henüz. Hadi, sizin için spesifik olmasa da, dışarıdan bakan için bir parça spesifiktir.
Peki, spesifik bilgi, sırf böylesi bir sınırlı isbatı içerdiği için aşağılanmayı hakeder mi? Kesinlikle hayır. Elbette mümkünse bir burhan-ı yakîni ile meselenin vuzuha kavuşturulması ve herkes görecek derecede gösterilmesi makbuldur. Herkes görebilecek derecede gösterilebilen hakikate daha yakındır. Ancak yine de sırf herkese gösterilemediği için bir bilginin yanlışlığına hükmedilmez. Teori düzeyinde kaldığına hükmedilir. Ve bütün teoriler yalan değillerdir. İsbat edilememiş görüşlerdir daha çok. Zaman birçoğunu sonradan doğrular.
Bazı teoriler vardır ki bir zan olarak ortaya atılışı ile isbatı arasına asırlar sığar. Yani demek istiyorum ki özetle: Her teori kolayca İslamoğlu'nun spesifik çöplüğüne atılsaydı şu an bilim denilen şey olmazdı. Çünkü her bilimsel bilgi başta bir parça spesifiktir. Kişinin kendi hayali, zannı, umudu ile ortaya çıkar; sonra herkese gösterebildikçe, isbat edebildikçe hakikate yaklaşır. Verne'nin hayali o gün için gerçek bulunmasa da mutlak bir şekilde gerçeklikten azledilemez. Onun subjektifi, bir nevi bizim objektifimizdir artık.
Umuma gösterememek meselesi mühim. Bediüzzaman ebced/cifir meselesine girmezden önce, bazı işaretler hissettiğini ancak bunu umuma gösteremediğini ifade eder. 28. Mektup'ta geçen bu ifadeler, yanlış anımsamıyorsam, Sikke-i Tasdik-i Gaybî'de yer alan ebced/cifir hesaplarından önce telif edilmiştir. Burada hassas olan nokta Bediüzzaman'ın 'umuma gösterememekten dolayı' beyanından çekindiğini ifade etmesidir: "Elbette, böyle mübârek bir cemaatte, tevafukat-ı gaybiyeden daha ziyade kuvvetli bir işaret-i gaybiye var ve ben görüyorum, fakat herkese ve umuma gösteremiyorum."
Ve yine Bediüzzaman'ın bir mektubunda, meslekçe, burhan-ı yakîni yolunu, kazıye-yi makbuleye tercih ettiğini de okuyoruz: "Hatta ilm-i mantıkta 'kaziye-i makbule' tabir ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir; mantıkça yakin ve katiyyeti ifade etmiyor, belki zann-ı galiple kanaat verir. İlm-i mantıkda; bürhan-ı yakini, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerh edilmez delile bakar ki, bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu bürhan-ı yakini kısmındandır."
Peki, ne olmuştur da Bediüzzaman ebced/cifir meselesine girip böylesi spesifik(!) ve kendisinin de 'şarlatanların suistimal ettiklerini' beyan ettiği bir dalda bilgi üretmiştir? Bunun cevabını da eserlerinde verdiğini görüyoruz:
"Müdafaatımda onlara cevaben demiştim ki: Onlar bana ait değil ve o kerametlere sahip olmak benim haddim değil. Belki, Kur'an'ın mucize-i maneviyesinin tereşşuhatı ve lem'alarıdır ki, hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur'da kerametler şeklini alarak, şakirdlerinin kuvve-i maneviyelerini takviye etmek için ikramat-ı İlahiye nevindedir. İkram ise, izharı bir şükürdür, caizdir, hem makbuldür."
Bu metinden ve devamından da anlıyoruz ki: Bu alanda çalışmasındaki maksad, bu işaretlerin veya hesapların bütün müslümanlarca kabul edilir olması değil. Ya ne? Kendisine saldırı olan bir dönemde talebelerinin kuvve-i maneviyelerini takviye etmek. Hatta devamında daha da detaylandırıyor izahını:
"(...) beni herşeyden ve temastan ve yardımcılardan menetmekle beraber, aleyhimizde olanlar bütün kuvvetleriyle arkadaşlarımın kuvve-i maneviyelerini kırmak ve benden ve Risale-i Nur'dan soğutmak ve benim gibi ihtiyar, hasta, zaif, garip, kimsesiz, biçareye binler adamın göreceği vazifeyi başına yüklemek ve bu tecrid ve tazyiklerde—maddi bir hastalık nevinde—insanlarla temas ve ihtilattan çekilmeye mecbur olmak, hem o derece tesirli bir tarzda halkları ürküttürmekle kuvve-i maneviyeyi kırmak cihetleriyle ve sebepleriyle ihtiyarım haricinde ve bütün o manilere karşı Risale-i Nur şakirdlerinin kuvve-i maneviyelerinin takviyesine medar ikramat-ı İlahiyeyi beyan ederek Risale-i Nur etrafında manevi bir tahşidat yaptırmak ve Risale-i Nur, kendi kendine, tek başıyla başkalarına muhtaç olmayarak bir ordu kadar kuvvetli olduğunu göstermek hikmetiyle, bu çeşit şeyler bana yazdırılmış."
Ve hemen akabinde bir uyarı daha ekliyor Bediüzzaman. Şunları yazmaktaki amacının kendisine veya talebelerine bir seçilmişlik yüklemek olmadığını vurguluyor: "Yoksa, haşa, kendimizi satmak ve beğendirmek ve temeddüh etmek ve hodfüruşluk etmek ise, Risale-i Nurun ehemmiyetli bir esası olan ihlas sırrını bozmaktır. İnşaallah, Risale-i Nur, kendi kendine, hem kendini müdafaa ettiği, hem kıymetini tam gösterdiği gibi, bizi de manen müdafaa edip kusurlarımızı affettirmeye vesile olacaktır."
En başa dönelim. Neden bu yazıyı yazdım? el-Cevap: İslamoğlu ve benzerleri 'spesifik' şeyleri pek sevmiyorlar. Hatta ne ki salihlerin keşfine bakıyor üzerine 'spesifik' kaşesini vurup çöpe atmayı pek beğeniyorlar. Bu yönleriyle engizisyona çok benzetiyorum onları. Onlar da bu ümmetin engizisyon mahkemesi gibiler. Galileo gelse ve "Dünya güneşin etrafında dönüyor!" dese isbatına nefes aldırmadan boynunu vuracak gibiler. Neden? Çünkü bu bilgi onlarca spesifik. Galileo, Graham Bell, Edison veya bir başkası... Her bilimsel bilgi, deney aşamasına gelmeden önce birilerinin hayali, zannı, teorisi, taakkulu, yani bir parça spesifik bilgisiydi. Nasıl yapılacağı bilinmiyordu ama olabileceği biliniyordu. Sahada sınanmamıştı henüz. Sadece o öyle düşünüyor veya öyle olduğunu kanaat getiriyordu. Herkese ve umuma gösteremiyordu o an için.
O aşamanın ve o tarz bilginin sorumluluğu bu değildi çünkü. Mertebesinin hakkı "Bana öyle geliyor" demekti. Kanaat etmekti. Ona öyle gelmeden öyle olabileceğinin adımları atılamazdı. Kainatta ve insanda bilgi böyle ilerliyordu.
Peki şimdi İslamoğlu'nun spesifik lanetlemesini bu bilimsel ve bir o kadar fıtrî halin içinde nereye koyacağız? İnsanlara 'ona öyle gelmesini' yasaklayacak mıyız? Başımıza geçerse, Allah korusun, yeni bir 1984 mü yazdıracak bize İslamoğlu? Halbuki bu modern zaman engizisyon yargıcı kendi derslerinde de gırla şöyle ifadeler kullanıyor: "Fakire öyle geliyor ki... Muhtemelen... Fakire göre..." Hatta kitabında da bunları söylüyor:
"Kanaatimiz o ki, Pisagor bunu kendisi icat etmemiş, Mısır'da intisap ettiği sır dininin rahiplerinden öğrenmiştir. Muhtemelen Babil büyücülüğünün temelinde de bu kült vardır. Daha sonra Yahudi kabalacılığına geçmiş ve büyü formülleri ebced/cifir üzerinden yapılmıştır."
Behey atanmamış müçtehid senin 'kanaatin' ve 'muhtemelen'in ile ilim oluyor da Bediüzzaman'ınkiyle niye olmuyor? O da kanaati gelip, değil herkesin tasdik etmesini, yalnız saygı göstermesini bekleyerek kanaatini belirtse, bu kanaat belirtme işinin tapusu sizde mi ki, müsaade edilmiyor:
"(...) Mucizat-ı Ahmediye, Onuncu Söz ve Yirmi Dokuzuncu Söz ve Âyetü'l-Kübrâ gibi çok risaleleri dahi herbiri kendine mahsus kerametleri bulunduğunu çok emâreler ve vakıalar bana kat'î bir kanaat vermiş."
"Bu rüya-yı sadıkadan herbiri, gerçi rüyadır, delil ve hüccet olamaz; fakat herbirinin aynı mealde ittifakları bir müjde veriyor ve Risale-i Nur'un makbuliyetine ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın daire-i rızasında bulunduğuna bizlere kanaat veriyor."
"Birden, otuz üç ayetin mana-i sarihinin teferruatı nevindeki tabakatından ınana-i işari tabakasından ve o mana-i işari külliyetinde dahil bir ferdi, Risale-i Nur olduğunu ve duhulüne ve medar-ı imtiyazına bir kuvvetli karine bulunmasını bir saat zarfında hissettim ve bir kısmını bir derece izahlı, bir kısmını mücmelen gördüm. Kanaatime hiçbir şek ve şüphe ve vehim ve vesvese kalmadı; ve ben de, ehl-i imanın imanını Risale-i Nurla takviye etmek niyetiyle, o kati kanaatimi yazdım ve has kardeşlerime mahrem tutulmak şartıyla verdim."
"(...) ve bu âyetin umum cümlelerinin muvafakatlerini ve mutabakatlarını en ziyade kazanan elektrikle Resâili'n-Nur olduğundan, doğrudan doğruya mânâ-yı remziyle bakar diye bana kanaat-i kat'iye verdiğinden, çekinmeyerek kanaatimi yazdım. Hata etmişsem, Erhamürrâhimînden rahmetiyle affetmesini niyaz ediyorum."
Fakat ey İslamoğlu, sen bunlardan anlamadıysan, ki anlayasın da yoktur, senin muhatabın şu mektuptur:
"(...) Necmeddin-i Kübra, Muhiddin-i Arabî gibi binler ehl-i işârât gibi cifrî ve riyazî hesabıyla beyan edilen bir müjde-i işariye-i Kur'âniyeyi kendine gelen bir kanaat-i tamme ile, hem mahrem tutulmak şartıyla, beyan ettiğim ve o içtihadımda 'en muannid dinsizlere de ispat etmeye hazırım' dediğim halde beni gıybet etmek, dünyada buna hangi mezheple fetva verilebilir, hangi fetvayı buluyorlar? Ben herşeyden vazgeçerim, fakat adalet-i İlâhiyenin huzurunda bu dehşetli gıybete karşı hakkımı helal etmem. Titresin! Bütün sâdâtın ceddi olan Fahr-i Âlem Aleyhissalatü Vesselamın Sünnet-i Seniyesini muhafaza için hayatını ve herşeyini feda eden bir mazlumun şekvâsı, elbette cevapsız kalmayacak!"
1 note · View note
kalmamfazla · 3 years ago
Text
Sen benim hiç birşeyim değilsin
Ben mi kaldı Allah aşkına
Benim herşeyim vardı üstelik
Aklım, kalbim, ruhum bedenim
Çok zengin ve cahildim
Güzeldi dünya!
Sorma bana işte "senin neyinim" diye
Ben mi kaldı Allah aşkına
Tumblr media
Ne güzelde gelirdim, kendi kendime
Güzelliğini görmek için verdim,
Güzel bakıp güzel, gördüğüm ne kadar güzel varsa, hepsinden çektim bakışlarımı..
Yetmedi senin güzelliğini tam görebilmeye.
Ben güzel bakıp güzel görürdüm oysa
Bi bak etrafına ne güzellikler var deme
Başka yöne güzel bakacak
Bem mi kaldı Allah aşkına
Seni daha güzel görmek için
Anlamını unuttum.
Yok vallaha yok öyle bir şey
Sen varsın ve senin tanımın sadece: Sensin
Eksik kalmıyor bir kelimeyi senin için söylemek
Bilakis her kavram fazla, gereksiz
Gönle, akla, ruha yük
Sen varsın ve
Benim hiçbirşeyim değilsin
Ben mi kaldı Allah aşkına
Bende ben kalmaya kadar sana geldim
Tüm benler dayanamadı bu yolculuğa
İyi olanlar daha erken ayrıldı benden
Sana yaklaştıkca kötüler ve almanı umduğum öz kaldı.
Beni sana verebilmek için
İki harf için bu kadar kayboluş
Bu kadar ölüm, bu kadar gidiş
Sorma bana ne olur sence nasıl diye
Ben mi kaldı Allah aşkına
Kaç ben öldürdün bende
Kaçı terk etti, kaçı dayanamadı gitti
Veda bile etmedi bazıları
Bir sabah uyandığımda baktım içime
O da gitmiş dedim sadece
Sen benim herşeyim olmuştun bi ara
Senin güzelliğini görmek için
Az az verdim, ama yok
Kardeşim olmana gerek yok
Kardeşe gerek yok, anneye, babaya
Evlada,
Bi sınırı yok güzelliğinin
Ben güzel miyim deme bana
Onu sana anlatacak
Ben mi kaldı Allah aşkına
Sadece adımın başına gelecek bir kelime içindi bu kadar çaba
Ben senin dudaklarından dökülmeliyim
Adımdan bile vazgeçerim bir ek için bu kadar parcalanmak
Beni benden almadın
Alırsın ümidiyle oldu,
Ardımda nereden başladığımı bile hatırlayamadığım o yolculuk
Ne olur al, al da dudaklarından dökülsün
Ama bemim hiçbirşeyim değilsin
Ben mi kaldı Allah aşkına
Karşında kimse yok bakma, görmeye çalışma
Boşuna güzelim, beyhude olmacak bir istek
Sen beni benden almadıkca
Ben mi kalacak Allah aşkına
Sen göremezsin beni
Ama umut işte
Bu kaybolmuş ruh kimin
Der de yoldan geçemlerden biri
Belki o zaman bakarsın
Bana değil, halime bak görürsün belki
Yola çıkmama sebep bakışlarla bak bana
Beni görmeye çalışma göremezsin artık
Ben mi kaldı Allah aşkına
Bazen söyledin
Aaaaahhhhh
Güzellik geçici, akıl gider bi gün baştan ne olacak
Kalp bile kirleniyor öğrendik dünyada
Ama O
Aşkın, sevginin, yaşanım, özgürlüğün, teslimiyetin herşeyin sırrı
Herşeyi teyit edersin
Sevgisini, aşkını
Yanıldığın bile olur şu hayatta
Ama bunda yanılamazsın
Tek teyit kalp kırılmasında vedalar da olur
Çok mutlu anlarda ara ara hisseettirse de kendini
Söyletse de
Gidişlerde anlarsın
Yaşadığın neydi, akıl yoktu ya o yolda
Tecrübe etmedi tabi bazı halleri
İşte o yüzden ahkam kesme zamanı onun
Bulandırma zamanı kalbi ruhu
Sen sende kaldın tabiki toparlarsın
Her şey olur
Sende iyi ol, iyi bak deme bana
Ben de ben mi kaldı Allah aşkına
Yolculuk
Ne aşk içindi
Ne sevgi ne de
Seninle dünya da belli bir zaman
Herşey bu dünyaya gelirken ilk okuduğun
İlk hissettiğin, ilk duyduğun o ses
en güvendiğin o kalpteki gibi
Hani hastalara şahit olursun aklı gitmiş
Kendinde değil hatırlamaz hiçbirşey
Ama birini görür tek hatırladığı
Evet O işte
Onu kimse alamaz ondan
Kendi bile alamaz, akıl gitsin ne olacak
Akılla bir kere bakmadı ki o gözlere
Şaşırma onun için herşeyi unuttu ama bi... Unutmadı denilen insanlara
Öyle sever ki saf sevgiye ulaşır.
İşte en zirve sevgide
Anla! herşey onun içindi
O ek için
Ben beni alman için geldim sana
Al beni ve koy kalbine
Eşiğine kadar gelşmişi
"Benim"sin de bitsin bu yol
1 note · View note
seslimeram · 3 years ago
Text
Çürüme Sınır Tanımıyor
Tumblr media
Çürüme Türkiye sathı mahallindeki yerini buldu. Düzenin abecesi, oluşturduğu cerahati iş bu sahada her gün yeniden kurguladığı yeni ülke şablonunun gereği olarak var ettikleriyle ve tahakküm etme halleriyle bir çürüme istemi bugünün hakikati kılındı, kılınıyor. Belirli bir çürüme bu fecaatler sarmalında kör karanlıkların var edildiği bir düzlemde tek kalıcı sonucu oluşturuyor. Demokrasi sizlere ömür, insan hakları hem eksik, hep harap, hürriyet deseniz paçavradan hallice bir gazete adı olmaktan ötesi değil. Kurucu önderin söylevinde yer edindiği zikredilen sayısız diskurdan birisi olan egemenlik kayıtsız şartsız milletindir bahsi bir kalemde zilletin kılındığı yer gerçektir.
Açılım, gelişim, dönüştürme, iyileştirme ve dahası normalleşme bahislerine dair kelamlar var edilirken olmakta olan derin bir çürümenin bilmiyoruz kaçıncı etabı olmaya devam edilmesidir mesele. Baş efendinin şanlı, güçlü, büyük ülke tiradı her günü çok daha fazla ezen, yeren, yutan, yıkan bir toplamdır. Çürüme artık sınır tanımayandır. Cerahatin, bütün o cürümle bütünleşik bir şekilde kurumsallaştırılmış tahakkümünün bütün o biyopolitik deneylerin mimarı siyasetle var ettiği yegane şey çürümedir. Ekonomik dengeleri alt üst, asgari yaşam hakkı çoktan zayi edilmiş, sosyal politik tahayyüllerin karşılıksız konulduğu bir zeminde çürüme tek istikamet kılınmaktadır. Yaraların varlığında ulu orta bir menzilin çukura dönüşümü hiç kesintisizdir. Birbiri ardına var edilmiş her eylem, hamle, tavır, tüm o nizam, kanun seslenişleri arasında bu hal kalıçılaştırılır. Çürüme herkesi kuşatır. Çürük, çürüten hep rolünü var edendir, gel gelelim hayatın yıkımı otomatiğe bağlanmıştır. Artık iş işten geçmektedir.
Düzenin başındaki temsillerin, madun siyasetin pratiklerinin her takvim yaprağını hemen hiç aralıksız on dokuz yıldır zehirlediği bir menzilin hikayesidir çürüme. Ekranlardan bol keseden atılıp tutulan, kürsülerden sallanırken pek cimri davranılmayan bir yeni ülke hali, şablonları kesilirken olmakta olan sıradanın düzeninin biraz daha eksiltmektir. Demokrasi bahsini insansız kılabilmek, yeni dünya düzeninde piyon olarak ancak varlığını gösteren bir büyük ülke etiketinin hakkını verebilmek için atılan her adım, içte, dışta, şurası burası her yerde her şekilde apayrı bir cerahati tanımlar. İpleri ellerinde tuttuğunu zikredenlerin var ettikleri her şey bir biçimde normatif olanın yıkımını işaret eder. Gel gelelim, artık bir sınır, bir düzey, bir son bırakılmadığı için her şey son sürat yerle bir edilmektedir. Bütün bir menzilin deney sahası kılınmasının istikametinde her gün bir parça / her gün bir etap daha aşılır. Varılacak yer diye 2023 öne sürülüyor olsa da, aslında gerilemenin tarihselliği sağlama alınmak istenir. Yüzüncü yılda, düşünde, izanda, akılda, fikirde gerilemesini tam anlamıyla kurmuş / sabitlemiş bir yer tek gaile kılınandır.
Mafya tiplemesinin açığa düşürdüğü, tanımlamalardan ötede bir hakikat olarak gösterdiği ve ifşa ettiği şeylerin bizatihi bu cürüm hali içinde debelenen, halkı soyup soğana çevirip, kendileri için müstakbel yarınlar kurmaktan ötesi olmadığı görünürdür. İçişleri Bakanlığı koltuğunu kaplayan kütlesi insan görünümlü varlığı iç ettiklerinin yol haritası o meseller, bütün o ifşalar dahilinde ortaya saçılır. Lakin memleketin baş efendisinden, baş faşistine kadar dipsiz karanlık temsiliyetinin kol kanat germesi neticesinde ne kendisi, ne emir eri olanları, ne şu ne bu hiç kimse hesaba çekilmez. Çalınan, yağmalanan, arsızca sömürülen varlıklara, pazarı kurulan silah, insan ve benzeri ticaret hallerinde iç edilmiş milyonlardan söz açılmaz. Çürütmenin her ne olduğu zaten bu barizlik / bu açık gösteri içinde alenidir.
Bu gösterinin, ulu orta yirmi koca yıllık iktidar pratiğinin çökmesi, gasbı, hayatlara gölge düşürmesinin devamlılığı bir de o beka beka diye çıkagelen koltuk sevdasının varlığının korunması nefret köpürtülerek, kendi var ettikleri rezillikler, uçurumun kıyısına taşınmış ülke konuşulmasın diye cerahat palazlandırılıp kötülük savunulur. Baş faşistin tonlaması her hafta daha çirkefçe ortaya çıkan “nefret söylemi”, kimilerinin hala var etmek isteğini hiç saklamadıkları “sözde” denilip “özde” arzu nesnesine dönüştürülen “soykırım”, hala bir normali kalmış her şey rutinindeymiş gibi bu ülke bizim sadece biz Türklerin lafzının ve nicesinin bağrında halklar hedefe konulur. Cerahat öylesine pratiklere dökülür ki HDP İzmir İl Örgütü’nde katledilmiş Deniz Poyraz’ın davası apar topar sümen altı olunur. Ol katil diye teslim alınan, adın ne abicim diye geçiştirilen, yerli ve milli kötülüğün arkasını, ardındaki karanlığı kimse sorgulamaz / sorgulatmaz. İktidar pratiğinin çürümeyi hemen her yere taşımasının olasılıklarının konuşulmasındansa, kaybedilen canların ardından bu kötülük süreğen sahip çıkılır. Devlet / devletlinin rezilliklerinin örtbası da bu gümbürtüde sağlama alınır. İyi de yaraların hesabını kim nasıl / ne şekilde / hangimize verecektir! Ne zaman?
Berna Kişin’in Mezopotamya Ajansındaki haberidir: “Konya’nın Meram ilçesinde bulunan Bahçeşehir Mahallesi'nde yaşayan bir Kürt aile, 12 Mayıs’ta aynı mahallede yaşayan 60 kişilik ırkçı grubun saldırısına uğradı. 4’ü kadın 7 kişilik Karslı Dedeoğulları ailesinin evi, komşuları olan aile tarafından basıldı. Çoğu aynı aileden olan saldırganlar, “Biz ülkücüyüz, sizi burada yaşatmayacağız” diyerek, bıçak, taş ve sopalarla Dedeoğulları ailesine saldırdı. Saldırı sonucu aile bireylerinden Metin Dedeoğulları, beyin kanaması geçirdi, diğer aile üyeleri ise çeşitli yerlerinden aldığı darp sonucu ağır yaralandı.
Saldırıda ağır yaralanan aile fertlerinden Barış Dedeoğulları, yaşananları anlattı. Bütün aile bireylerinin evde olduğu 12 Mayıs gecesi saat 22.00’de 60 kişilik grubun evin bahçesine girerek, “Biz ülkücüyüz, sizi burada yaşatmayacağız” tehditleriyle kendilerine saldırdığını söyleyen Dedeoğulları, “Saldırı sonrası abim beyin kanaması geçirdi. 3 gün yoğun bakımda yattı. Kız kardeşim ağır yaralanma sonucu 4 gün hastanede kaldı, sol koluna platin takıldı. Ömrünün sonuna kadar sol elini kullanamayacak. Babam 66 yaşında, kafasına dikiş atıldı ve bileğinde yanlış kaynama var. Geriye kalan 3 kişi, ben ve iki kız kardeşim ağır yaralar aldık” dedi.
Irkçı grubun içinde yer alan bazı saldırganlarla uzun yıllardır komşu olduklarını belirten Dedeoğulları, daha öncede bu kişilerin “Biz burada Kürtleri istemiyoruz” şeklindeki tehditlerine maruz kaldıklarını söyledi. Kürt aile oldukları için mahallede istenmediklerini dile getiren Dedeoğulları, “Olayın gerçekleştiği gün olay yerine gelen polisler adeta bizi suçladı” diye belirtti.
Dedeoğulları ailesinin avukatı Abdurrahman Karabulut, saldırı sonrası ifadeleri alınan saldırganlardan Ali Keleş, Ayşe Keleş, Yahya Çalık, Lütfi Keleş, Şerife Çalık ve Veli Keleş’in tutuklandığını, A.K., R.Ç., A.Ç., ve İ.K.’nin ise adli kontrol şartıyla serbest bırakıldığı bilgisini verdi. Olaydan iki gün sonra tutuklanan Ali Çalık, kısa bir süre sonra “Kavgaya karıştığına dair yeterli delil olmaması” sebebiyle adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı. 60 kişinin yer aldığı saldırıyla ilgili sadece 6 kişi tutuklandı.
Aile avukatı Karabulut, soruşturmanın genişletilmesi ve saldırıda yer alan diğer isimlerin de tespit edilerek, “Nitelikli olarak kasten öldürmeye teşebbüs etme”, “Nitelikli kasten yaralama”, “Nitelikli konut dokunulmazlığını ihlal etme” ve “Hakareti tehdit ve kişilerin huzur ve sükutunu bozma” suçlarından tutuklanması talebiyle 17 Haziran’da Konya Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurdu.”
Mayıs ayından çıkagelen bir biçimde ancak haber yapıldıktan sonra öğrenebildiğimiz şu kaçıncı öteki sanılan ev sahibine saldırıdır. Bir biçimde ana akım medyanın, düz anlamda o madun siyaset kademelerinden her bir insanın var ettiği cerahat, ötekileştirme bir kere daha insanların canlarının yakılmasına neden olur. O bahçesiz devletin var ettiği şiddeti övmeler, birbiri peşi sıra Kürd, Alevi, Ermeni ve benzerlerine karşıtlığın nefret eylemleri, şiddet pratiklerine dönüşümü bir kere daha Konya’da çıkagelir. Düpedüz bariz bir lincin, tek satır “sizi burada yaşatmayacağız” diklenmesi, gözdağı niyetine insanların canlarına kasıt, işkencenin var edilmesi ve sonrasındaki derin sessizlik çürüme değilse her nedir ki sahiden? Yirmi beş milyonluk nüfusun varlığı, altı milyon oy almış bir iradenin hedefe konulabildiği bir yerde gün aşırı bambaşka saldırılar, gözdağı bahisleri, nefret hamleleri ve bu cüret varken hayatın hakkı her ne olacaktır. Bu aileye adaleti kim verecektir, bu da mı çürümek değildir, onca zaman sonra hala kem küm, hala gak guk denilerek unutturmak istenen bir meselin aslında bir asır evvelinin de bir tekrarı olduğunu anlamaya daha çok var mıdır?
Etkin Haber Ajansı’ndan aktaralım: “10 Ekim Ankara katliamı anmasına katılmak için Ankara'ya gelen ve polis saldırısıyla işkenceyle gözaltına alınan SGDF MYK üyesi Yaren Tuncer uğradığı işkenceyi aktardı.
"Suruç için adalet 10 Ekim için adalet" demek için toplandıklarını söyleyen Tuncer, her ay düzenlenen 10 Ekim anmasına saldırmayan polisin önlerine barikat kurarak engel olduklarını kaydetti. Slogan attıkları anda polisin saldırdığını söyleyen Tuncer, "Darp edilirken bir pet şişede bulunan gazlı su suratıma doğru atıldı. Sol gözüm tamamen gazlı suyla doldu ve bir süre göremedim. Bu sırada yerde sürüklendim, tekmelendim, cinsiyetçi küfürlerle araca fırlatıldım" dedi.
Araç içinde de işkencenin sürdüğünü söyleyen Tuncer, "10 Ekim tanığı olan yaşı oldukça büyük ve felç geçirmiş Mehmet Ali Tosun da darp edilerek araca bindirildi, araç içinde de darp edildi. Buna müdahale ettiğimizde bize darp devam etti" diye konuştu.
Tuncer, şöyle devam etti: "Saçlarımı çekmeye, tekme atmaya devam etti. Bir tanesi boğazıma sarıldı ve koluyla beni boğmaya başladı. 'Nefes alamıyorum' dediğimde daha da çok boğazımı sıktı ve cinsiyetçi küfür etmeye devam etti. Bir noktadan sonra dizlerim çözüldü bu sırada boğazımı sıkmayı bıraktı araçtan çıkarıp, başka bir gözaltı aracına darp edilerek işkenceyle bindirildim."
İşkenceyi belgelediklerini ve darp raporu aldıklarını söyleyen Tuncer, "Onların işkencelerine karşı IŞİD-devlet işbirliğiyle katledilenleri anmaya devam edeceğiz. Yılmıyoruz, saldırıları boşuna. Mutlaka adalet kazanacak, adaleti biz getireceğiz" diye vurguladı.”
Biteviye bir çürümenin yolu ve rotası her gün muktedirin kılavuzluğunda devam olunuyor iş bu sathı mahalde. Düzenin suna geldiği, herkesin payına düşürdüğü şey çok daha ağır acı, elem, yıkım silsilesinden gayrısı olmuyor. Yaren Tuncer’in başına getirilmiş olanın da bu minvalde bir tahakküm etme hali olduğu bir kere daha teyitleniyor. Ayrımcılığın bir de kadına yönelik şiddetin öne çekildiği, her zamankinden de ağır bir yıkımın rehini edilen bir yurt sahnesinde, neden sorusunun sorulması, Pirsus katliamına dair hesap verilsin nidasına karşılık darpla çıka geliyor. İşkencenin ulu orta sergilenmesi de cabası oluyor. Çürüme artık devletli eliyle biçimlendiriliyor. Çürüten temsilin, attığı hemen her adım başka bir kaosu / yıkımı / karanlığı var ediyor. Bugün emin olduğumuz yegane şey o hayat ediminin artık sıradanın elinden çalındığı bahsidir. Bir çürüme güncelleniyor ki hayat meseli artık söz konusu değildir. Bir çürüme sabitleniyor ki, her evre yepyeni bir kuşatmanın habercisidir. Bütün bu meramın ortaya serdiği, hiçbir biçimde görülmüyor ki denilen / bahsi açılmayan kötülüğün, kırımın, fecaatler dizisinin bu çürümeyi hemen hemen her yere taşımasıdır. Bunların olduğu yer de bir ülke değildir. Hayatın esamesinin yerle yeksan olunduğu zeminde, bütünüyle devletli abecesi, eylemselliği yıkımı / tükenişi kesintisiz kılar, kesin bilgi.
Misak TUNÇBOYACI �� İstan’2021
Görsel: Kaynakça: Hukuk Yaratan Bir Öfke: Nefes Alamıyorum
0 notes
cikolatayiyenpanda · 4 years ago
Text
Merhaba güzel Zezé'm. Nasılsın? Ben biraz hayırsızım bu aralar. Çok ihmal ettim seni. Konuşmayı kestim hepinizle. Amirime dert yandım birkaç kez yazıya dökmeden de Adelé ve seni yakmaya yüreğim yetmedi. Çok yandım Zezé, bir bardak su uzatan olmadı. Ellerim titrekleşti tövbe ettiğim parçayı son ses dinlemeye başladım kendimi harlamak ister gibi. Keşke dedim. Keşke bu kadar bilmeseydim dünyayı, görmeseydi gözüm her şeyi duymasaydı kulaklarım her şeyi. Çok ağladım, avazım çıktığı kadar bağıramadım ama sessiz sessiz çok ağladım. Duyuramadım kimseye. Sana hep derdim Zezé, taş değmesin ayağına diye. Sana değmeyen taş benim yüreğimde koca bir dağ oldu benim yine sesim çıkmadı. En çok güvendiğim yerden vurulmadım bu sefer çünkü olmaz demedim. Keşke yapmaz etmez deseydim. Belki de bu kadar yaralamazdı. Yapabilir dedim, öyle bir yaptı ki bildiğim her şey sıfırlandı sanki. O günkü kırıklığımı o ölse yaşayamam. Beni çok kötü bir insan haline getirdi. Keşke ölseydi dedim. Bir insan başka birine bunu dedirtmemeli bence. Ben kimim ki birinin ölmüş olmasını bu yaptığına tercih edeceğim? Ama etti. En azından mezarının başında oturur ağlardım karşısında sus pus olmaktansa. Daha çok gülüyorum artık şeker portakalı. Onun karşısında ne kadar ağlayamıyorsam o kadar çok gülüyorum. Kolumu kanadımı aldı benden. Iki basamaklı yaşlarına girmeyen o küçük kızın en büyük duvarını yerle bir etti. Ikimiz de on yıl önceki insanlar değiliz. Ne ben ona on yıl önceki gibi bakarım ne de o on yıl önceki gibi kol kanat gerebilir bana. Çocukluğumun en güzel anılarındaki adam mahvetti beni. Anladım ki bu dünya bana güvenebileceğim bir insan dahi bırakmayacak kadar kötü bir yermiş ben de bu dünyada birine güvenebilecek kadar saf biri değilmişim. Çaresizlik çok kötü bir şeymiş. Yapabileceğin tonla şey varken susup oturmak ölmekten de betermiş, yaşayıp gördüm. Amirimi özledim. Zihnimin bir köşesinde rakısını yudumlarken saçlarım kadar kara gözlerime bakıp bunlar da geçecek ey karam dediği günleri elimde mumla avare avare arıyorum şimdilerde. O bile şaşkın o bile küskün ben daha ne yapayım? Yıllar sonra ilk kez o öğle vakti ağla dedi bana. Sanki ben yıllardır o günü bekliyormuşum gibi yatağımda duvar köşesine sinip yaşadığıma ağladım. Ben devam edemiyorum Zezé. Konuşamıyorum, anlatamıyorum. Karşıma çıkıp anlat deseler sesim çıkmıyor. Sana, amire anlatamadığımı daha kime anlatayım ben? Zamanında canımı verebileceğim insanın yüzüne bakmaya tiksindim. En çok buna yanarım.
0 notes
elestirikosesi · 7 years ago
Text
18 Mart: Zaferler dolu bir gün
18 Mart, tarihsel yönüyle bir zafer günüdür. 18 Mart, dünya üzerinde en çok kahramanlığın gösterildiği bir gündür. Bugün o zaferlere bir yenisi eklendi.
Dünya bütün devrimleri vatan savunması ile olmuştur. 1905 Rus Devrimi, 1908 Türk Devrimi, 1911 İran Devrimi, 1917 Ekim Devrimi, 1920 Cumhuriyet Devrimi, Çin, Küba, Laos, Kamboçya, Vietnam devrimleri vatan savunması içinde gerçekleşti. Bugün, Batı Asya ülkeleri emperyalizme karşı direnişiyle ilerliyor. Latin Amerika'da yükselen Bolivarcı devrim akımları vatan savunması temelinde gelişip serpiliyor. Devrimcilerin ilk başarısı, Paris Komünü de, vatan savunması temelinde inşa edilmiştir.
Vatanını işçiler savunur
İlk işçi sınıfı iktidarı, vatan savaşıyla kazanıldı. 18 Mart 1871 günü Fransız işçi sınıfı Alman saldırganlığına karşı direnişle iktidarı ele geçirdi.
III. Napolyon’un imparatorluğundaki Fransa, 19 Temmuz 1870 günü Prusya’ya savaş ilan etti. III. Napolyon, başkomutan ilan edildi. Ordunun başına geçti. Ancak 2 Eylül 1870 günü Fransız ordusu Sedan’da Prusya’ya yenildi.100 bin kişilik ordu, başlarında III. Napolyon’la birlikte Almanlara teslim oldu. Bunun üzerine 4 Eylül günü Paris’te işçiler, öğrenciler, askerler ve Milli Muhafızlar ayaklanarak Fransa’da cumhuriyet ilan etti.
18 Eylül günü de Alman ordusu Paris’i muhasara altına aldı. Bunun üzerine Paris’in yetişkin tüm erkekleri, bir milis gücü olan Ulusal Muhafızlar’a katıldı. İşçilerin silahlanması Paris’teki sermayedarları ürküttü. Bu arada Auguste Blanqui ve arkadaşlarının başarısız darbe girişimleri oldu. Fransız hükümeti, Almanlarla gizlice görüşerek 28 Ocak 1871 günü gizli bir anlaşma imzaladı. 8 Şubat günü yapılan seçimlerde, sermayedar sınıf iktidarını pekiştirdi.
200 topla direndiler
Paris işçileri, kendi aralarından topladıkları paralarla kenti savunmak için 200 top almışlardı. Bu toplar Ulusal Muhafızlar’ın kontrolü altındaydı. Almanlara teslim olmaya çalışan Hükümet, 18 Mart 1871 günü bu toplara el koyarak, işçileri teslim almaya çalıştı. Ancak önce kadınlar buna tepki gösterdi. Daha sonra Milli Muhafızlar yetişti ve askerleri püskürttü. Ardından da ilk işçi iktidarı kuruldu. İşçiler, burjuvazinin Almanlara teslim olma çabalarına karşı vatan savunmasını üstlendi.
Almanlar ise vatan savunması yapan işçi iktidarına karşı Fransız burjuvazisini ve esir askerlerini kullandı. Fransız burjuvazisiyle Almanlar işbirliği yaptı.
Almanların yeniden silahlandırdığı Fransız askerleri, sermayedarların önderliğinde 2 Nisan günü Paris’e saldırdı. Saldırılar 21 Mayıs’a kadar pek etkili olmadı. Ancak 21-28 Mayıs 1871 günleri yaşanan yoğun çatışmaların ardından, komüncüler yenildiler, vatan savunması sona erdi. Son gün öldürülen komüncülerin sayısı 17 bindi!
O Jöntürk'ün Mektubu
Paris Komünü, burjuvazinin vatana ihanet ettiği, vatan savunması yapan işçi sınıfının iktidarının yaşandığı ilk olaydı. Paris Komünü'nde barikatlarda pek çok ülkeden destekçi, Fransız işçi sınıfının haklı mücadelesini omuzladı. O destekçilerin içinde üç Türk devrimcisi de vardı. Yeni Osmanlılar Cemiyeti'ne üye üç Jöntürk, o dönem komüne destek vermişti. Paris'te Saint Michele bulvarında ikamet eden Menapirzade Mustafa Nuri Bey, Kayazade Reşat Bey, ve Mehmet Emin Bey gönüllü olarak Paris Komünü'nde görev almışlardı. Hatta, Reşat Bey, General Trochu’ya hitaben şu mektubu kaleme almıştı:
Paris, 4 İlkteşrin 1870
General,
Türküm ve vatanıma Fransa’nın yaptığı hizmetleri unutmadım [ Kırım muharebesi kast edilmekte]. Minnet durgusunun ve büyük bir millete zaruri olan demokratik ruhun heyecanlarıyla, general, siz- den rica ederim, Fransız Cumhuriyeti’nin düşmanlarıyla harbetmek için beni gönüllü olarak Fransız ordusuna alınız.
Vatanperverliğiniz hakkındaki hayranlığımı ve cumhuriyetçi Fransa için beslediğim bağlılık duygularımı lütfen kabul ediniz general.
Reşat.
Paris Komünü'nden Çanakkale'ye
Paris Komünü gibi, dünyanın kaderini değiştiren bir başka vatan savunması 18 Mart 1915'te Çanakkale'de yaşandı. Tarihin o ana kadar gördüğü İngiliz ce Fransızların en büyük donanması, Türk siperlerine bomba yağdırmaya başladı. Fakat Mustafa Kemal önderliğinde, Seyit Onbaşıların, Mehmet Çavuşların yürekle mücadelesiyle emperyalistler yenilerek geri çekilmek zorunda kaldı.
Bu zafer sonucu, Ekim Devrimi gerçekleşti, işçi sınıfı yeniden iktidara geldi ve dünyanın en güçlü devletlerinden birini kurdu. Çanakkale ruhu, Kurtuluş Savaşı'nı da etkiledi. Çanakkale Zaferi ile kurulan Sovyetler, Türkiye'nin kurtuluş savaşına omuz verdı. Türkiye, emperyalizme karşı savaşıyla büyük bir devrim yaptı, mazlum milletlere yol gösterdi.
Ezilen milletlerin zaferi
18 Mart'ta ezilen dünya zaferler kazanmaya devam ediyor. Dün ABD'nin başına çuval geçirdiği, Ergenekon-Balyoz kumpaslarıyla denetim altına almayı çalıştığı Mehmetçik, bugün Afrin'de ABD'nin kara ordusunu temizliyor. TSK, Afrin'i terör unsurlarından temzileyerek ABD'nin Batı Asya üzerindeki planlarını da bozguna uğratıyor.
12 Eylül darbesinden sonra CIA yetkilileri şöyle diyordu: "Our boys do it!" Yani, bizim oğlanlar yaptı. Ergenekon'dan çıkan bu millet ordusuyla bugün ABD'nin bütün planlarını yerle bir ediyor. Mehmetçik Afrin'e girerek, ABD'yi BOP haritasına gömüyor. Şimdi aynı sözlerle yanıt veriyoruz: "Our boys do it!"
Bugün, devletler bağımsızlık, milletler kurtuluş, halklar devrim istiyor. Ve işte bu bilimsel formülü hayata geçirecek dünyanın bütün iklimlerinden gençler, bugün İstanbul'da buluştu. Ortak sorunlarını ve çözüm önerilerini konuşuyorlar. ABD rüyasına karşılık Avrasya gerçekliği. Artık yeni bir dünya kuruluyor.
6 notes · View notes
diliminalti · 4 years ago
Text
Güzel Prens
Bir zamanlar vaktiyle ve elbette buradan çok çok uzakta, etrafını saran beş adacığın orta yerinde, güneşin bile batmalara kıyamadığı bir krallık vardı. Verimli toprakları, olağanüstü çeşitliliğiyle tabiatı ve kör edici parlaklıkta madenleriyle hayli zengin ve görkemli bu ülkenin üzerinde yaşayanlarsa türlerinin en güzelleriymiş. Haşmetli lakin mütevazi bir kral ve hürmetli eşi elegans bir kraliçe tarafından yönetilen bu adacıklar topluluğunu bir defasında dünya gözüyle görme şansı bulduğum için çok şanslıyım. Tanışmamız, benden sadece üç yaşçık büyük olan iki numaralı prensin doğum kutlamasına denk gelir. Evet, evet. Doğduğu gün bende oradaydım.
Ülkenin etrafındaki beş adacıktan seçilmiş, en yetenekli insanları, en güçlü titanları, en zeki elfleri, en kurnaz cüceleri ve her bir hayvandan en besilisi yola çıkmıştı. Ve tabii koruyucu perilerde... Yollar kalabalıklarla doluydu. Şarkılarla ve danslarla yüzlerce ve nedensiz kahkahalar atarak, hokkabazların provalarını izleyerek gidiyorduk... İnanın bana Pinder Bernard’lar henüz yoktu fakat daha fiyakalıydık. 
Koruyucu periler henüz daha yolculuk başlamamışken bir araya gelmiş, bir önceki doğum hediyesini yeterince beğenmeyen Kraliçe’yi bu defa memnun edebilme telaşı içinde büyük büyük büyük büyücünün huzuruna çıkmışlardı. Büyücü, Kraliçeyi tastamam edecek arzusunu biliyordu. ‘Mükemmelliği’ bir şişeye doldurabilirdi elbet. Her bir perinin yaşamlarından yıllar eksiltmesi, kanlarıyla bu arzunun bedelini ödemeleri gerekiyordu. Bu telaş ve fedakarlık fazla gelmiş olacak ki kazanın üzerinde uçuşup dururken birbirine çarpan perilerden birinin kanadı kırılıp içine düşüvermişti işte! Zavallı pericik, ne işitme ne dokunma... O, görme perisi olduğu için, bunu içecek olan prensin göz perdeleri hepten kalkacaktı! Mükemmelliğine, insanüstü bir görme eşlik edecekti anlayacağınız. 
Hediyeler ve gösteriler hazırlana dursun, bizim gösteriş düşkünü kraliçe doğum sancılarına aldırmaksızın, ha çatladı ha çatlayacak göbeğini tuta tuta tüm gece boyunca kutlama alanının süsüne, dekoruna ve hatta ziyafetine kadar ne varsa bir bir ilgileniyordu. Kralınsa çoktan tahtında gözleri kapanmış, horlaya horlaya uyuyakalmıştı. Hem Kral bu kadar ayrıntılı ve estetik zevklere sahip biri değildi, uyuyabilirdi. Doğacak olan prensin abisi ise yatağında sıkıca tuttuğu altın topunu gözünü tavana devirmiş küçücük aklının yettiğince düşünüyordu ‘Ölümsüzlükten daha güzel bir hediye var mıydı kardeşine verilebilecek?Çünkü eğer varsa artık o kadar da ölümsüz sayılmazdı. Peki ya kendisi içinde bu kadar büyük bir hazırlık yapılmamış mıydı? Neyi eksikti? Neden bir başka çocuğa daha ihtiyaç duymuştu annesi ve babası? En önemlisi, artık daha mı az sevilecekti? ‘ Aslında pek yanıldığıda söylenemez ya, neyse. Düşünceler içerisinde rüyalara dalıp kayboldu. 
Gelgelelim gün iyiden iyiye açılmış, yollar artık kent meydanında varmıştı. Size gördüklerimi, tattıklarımı, yaşadıklarımı nasıl anlatsam bilemiyorum. Her bir yanda eğlendiren şaklabanlar, kat kat pastalar, taze mi taze yiyecekler, fıçı fıçı şaraplar, kıvrak dansçılar, kamikazeler...  Sanki Dünya’nın en büyük karnaval alanındaydım.
Bütün bu sevinç, perilerin hediyesini içer içmez Kraliçenin çığlığıyla yarıldı. Aklıma birden Musa’nın sopasıyla denizi ortadan ikiye ayırdığı o gün geldi. Kulaklarım en son o zaman böyle bir dehşet çağrısı duymuştu inanın. Kraliçe, Tanrıların ona verdiği lütfu avazı çıktığı kadar duyuruyordu. Yuvalarını delip geçen bakışları neredeyse gözbebeklerini patlatacaktı. Bakın, bakın der gibiydi. Ve hepimiz bakakaldık sahiden. 
Küçük yarığın arasından ufacık bir baş peydah oldu. Onu size doğruca anlatmak gerekirse, sanki güneş sımsıcak elleriyle okşamıştı tepesini, parladıkça parlamıştı saçları, altınlardan daha sarı yıldızlardan daha parlak hem de. Hafif bir meltem yalayıp geçmiş sonra, yumuşacık dalgalar bırakmış değip geçtiği tellere teker teker. Bulutlar bir araya gelip sıkıca sarılmışlar. Gözlerine hüzünlü bir ağlayıştan hemen sonra oturuveren bulutsuz bir göğün rengini indirmişler. Baharın masum kokusu, fırından şimdi çıkmış bir kurabiyede saklanmıştır. Bir bardak sütle size bunu uzatan, burnunuza kondurduğu noktayla korkunun yerini güvene bıraktığı o an, baharlar bile sizden masum kokamaz. Her şeyden vazgeçersiniz. İyi ki oradasınızdır, varsınızdır ve şefkat usulca kalbten pompalanır..  Var olmak, varlığınızı sürdürmesini istediğiniz birinin içinde durabilmek o kadar özeldir ki göz bebekleriniz büyük birer düğmeye döner, minicik avuçlarınız terler, tek bir şut çekmeden takımın en iyisi kimmiş gösterirsiniz. Size bu haz banyolarını yaptıran kadına ya orkide ya papatya vermek isteyebilirsiniz. Ya da en değerli taşları. Onun tüller giyinmiş incecik bedenine de bu çiçeklerden başkası yakışmaz zaten. Ya da beyaz yaseminler, yaşam kokulu yaseminler. Yeni bir yaşam kokan hem de. Hafif bir esintiyle bütün bahçeye naifliği yayan o bembeyaz masumiyetin ve gizli şehvetin sarmaşıkları. Onun bir parçası kalabilmek adına.. Bunları nereden mi biliyorum, çünkü ben de bundan çok uzun zamanlar önce bir bebek olarak dünyaya gelmiştim.
İşte gerçekten beklenildiği gibi tastamam kendini saklandığı keseden çıkaran sonra da ölümün göbeğine düğümlenmiş boğumunu bir cesaret koparıveren prens, sarayın orta yerine onlarca ebenin eline böyle doğuverdi! 
Günler geceler ve haftalarca eğlence devam etti. Bizler de bir süre sonra eski önemsiz hayatlarımıza dönmek üzere gerisin geri yollara düştük. 
Aradan geçen senelerde binbir türlü hikayeye şahit oldumsa da, yıllar sonra tekrar uğradığım bu ülkenin hikayesi henüz bitmiş değil. Oraya bir sonraki gidişimde, hiç bıraktığım gibi bulmadığım bir halle karşılaştım. Yıllar ne getirdiyse getirmiş, ülkeyi bir yokluk almış, büyük prens adalardan bir kız alıp içgüveysi pozisyonunda saraylarına kurulmuş, zavallı Kraliçe ise amansız bir hastalığın pençesine düşmüştü.Yeni doğan bebekler bile sessizce çiseleyen yağmur gibi düşüyorlarmış analarının rahminden artık. Onların bu hali beni pek üzdü. 
Kral ne yapsa da işin içinden çıkamadığından olsa gerek son çare Kraliçe hasta yatağından ayaklanmış, üzerlerindeki bu kara bulutu dağıtmak için son gücüne kadar didinmeye başlamış. Durum böyle olunca kendine pek bir ihtiyaç kalınmadığını anlayan zavallı kral, hem sürekli karısının sert sözlerinden hem de giderek azalan özgüveninden içine kapanmış iyice. Tüm saraylının gözünde itibarı iyiden iyiye yerle bir olmuş. Tabii ona böyle bakmayan bir çift göz hariç. Aşçı başının kızı ilgileniyormuş, senelerdir Kral’ına, önüne getirdiği her yemeği koyarken uzun uzun, başka başka bakarmış. Onun iyiliğini, sağlığını, sıhhatini gözler, öylece etrafında pervane gibi dönüp dururmuş. Kralda zayıflığı bir tek zamanlar unutur, gücünü bu kıza borçlu olduğunu içten içe bilirmiş. Bilirmiş bilmesine ya, eşini böyle bir halde bırakamaz, sarayı satıp savuramazmış ki. Yani sizin anlayacağınız, Kral başka dallara tutunmaya çalışırken, Kraliçe günden güne soluyormuş. Ben bunları sarayın çalışanlarından öğrendim elbet...
Gelgelelim bizim küçük prensimiz yeni yeni büyüyüp serpiliyor, aklı artık her olan biteni incelikle kavrıyor, kalbi de sevgili annesine bir parça olsun derman olabilmek umuduyla atıp duruyormuş. Fakat Kraliçe’ye bir şey beğendirmek, hele ki aklı elden gitti gidecek krallıklarındayken, ölümün pençesindeyken ne fayda.. Ona kalsa oğullarıda aynı babaları gibi ne yapsalar yarım, ne etseler eksikmiş . Annesinin günden güne eridiğini gören prens, ölümü istemeye istemeye kabul etmek zorunda kalmış. Madem zamanı alıp veremiyorum, ona hayatında görebileceği en güzel hoşçakal hediyesini vermeye karar vermiş. Hayatındaki en mutlu günü... Perilerin hediye ettiği bu mükemmeliği, kendi gözlerinden gördüğü perdesiz hayatı, annesine de gösterebilirse, işte o zaman dünyanın en mutlu insanı olacağına eminmiş. Fakat bunun için önce bir makineye ihtiyacı varmış.
Hemen en iyi camcı ustasını, en becerikli oyma ustasını, en kuvvetli demir döven adamı bulup çağırtmış. Onlara nasıl bir makineye ihtiyacı olduğunu anlatmış ve sadece üç gününüz var demiş. Başaramazlarsa kent meydanında idam edileceklerini söylemiş. Üç günde canını dişine takıp bir icat yapmış ustalar. Nereye uzun uzun tutsan, onu içine alıp hapseden yuvarlak bir mercek yapmışlar.  
Sırada, merceği de tıpkı prensin gözleri gibi perdesiz bırakacak sihri elde etmek varmış. Prens hemen perileri toplatmış, ne yapıp edin, üç gün içinde bu merceği büyüleyin demiş. Yoksa sizi öldürtürüm! Periler yıllar yıllar sonra tekrar biraraya gelmiş, büyük büyük büyük büyücünün huzuruna çıkmışlar ve ölmekte olan Kraliçeye oğlunun vermek istediği hediyeyi anlatmışlar. Büyücünün kalbi yumuşamış, ‘verin bakalım gözyaşlarınızı’ demiş, ‘bir de sen, diğer kanadını da alayım’. Canından olacağını bilen zavallı peri çaresiz kırmış öteki kanadını da. Nihayet merceği bu karışıma bulayıp prenslerine vermişler üç gün geçmeden.
Nihayet son aşamada prens, üç yıl sürecek olan bir yolculuğa çıkmak için hemen babasının yanına varmış ve ondan kendisine bir gemi, bir tabur asker, yolculuk için yeterince erzak ve en az elli külçe altın istemiş. Kral içten içe sevinmiş. Uzun zaman sonra hem de oğlunun ona ihtiyacı olduğunu düşünüp hemen yerine getirmiş bu isteği. Genç prens böylece yollara düşmüş. Bir çok kıta dolanmış. En soğuklara en sıcaklara en kaçıkların yaşadığı yere ve hiç konuşmayanların ülkesine gitmiş. Dünya da görülmeye değer ne varsa toplamış. Kuzeyden ışıkları, güneyden hiç var olmamış renkleri . . Babil’den ölümü, Mısır’dan gizemleri, Vikinglerden cesareti, Mezopotamya’dan acıları, Amazon Ormanları’ndan vahşiliği ve neler neler.. Öyle çok şeyi hapsetmiş ki merceğine .. 
Üç yıl üç ay üç gün sonra tekrar dönmüş ülkesine. Kraliçe’nin huzuruna sanki ilk kez koşmaya başladığı gün gibi koşmuş. Koşmuş ama bir de görsün, annesi öyle yorgun öyle hastaymış ki artık, oğlunun olmadığı ilk yıl elleri ayakları tutmaz olmuş, ikinci yıl duyamaz konuşamaz olmuş ve üçüncü yıla girdiğinde gözlerini kaybetmiş annesi. O an öyle bir hüzün saplanıvermiş ki yüreğine, oracıkta elinden düşürmüş sihirli merceği prens. Zaten artık bir anlamı da yokmuş. Annesi beğenecek mi diye endişesi de son bulmuş. ‘Görseydi, mükemmel olduğunu söylerdi’ diye avutmuş kendini. Ağlamamaya yeminler etmiş. Tıpkı Kraliçe gibi dimdik durmaya. Günlerce başından ayrılmamış, onu iyileştiremedikleri için herkesi suçlamış. 
Günler sonra, anne Kraliçe can vermiş. Bir süre sonra Krallık devrilmiş.. Sarayı satıp yerine abisinin yaşadığı adaya göçmüşler. O günden sonra Kral’ın hiç bir oğlu tahta çıkamamış. Kendisi de zaten aşçının kızıyla kaçmış. Sihirli merceği kimse tamir etmemiş ve küçük prensin öfkesi hiç dinmemiş. Hatta bu hüzün ve öfke birleşerek, ölüm soğuğunu andıran buzul beyazı bir tene, solmuş bir tarlanın başakları gibi püskülleri uzayıveren saçlara ve donakalmış bir gölü andıran gözlere dönmüş. İçi zifte bulanmış. Gitgide ışığı kararmış, gözlerinin perdesini kalınlaştırmış, kalbine demirden kapılar diline zehirden yılanlar yerleşmiş. Kulakları ne zaman ince bir ses duysa sanki bir cam tırmalanıyormuş gibi içi çizilmiş ve hiç kimseyi sevememiş.
Bir tek, annesinin mükemmel eseri, kendinden başka tabii...
Yani yalan olmasın, ben öyle duydum. Adadaki balıkçılar anlattı.
0 notes
bektassenel · 7 years ago
Photo
Tumblr media
bütün yaşamım, amansız bir hastalığım olduğunu ve bunu er ya da geç bir gün öğreneceğimi bekleyerek geçti. saçma bir kuruntu ya da yersiz bir evham olmaktan uzaktı bu kaygı. yoksa korku mu demeliydim? korku ve kaygı arasındaki tek fark; korkunun sebebi belliymiş, kaygının ki değil. bunu geçen sene girdiğim bir derste öğrenmiştim. bilmek neyi değiştiriyorsa artık, öğretiyorlar. neyse, ne diyordum. yaşamım erken yaşta öleceğimi düşünerek geçti. evet erken. her ölüm erken ölümdür, gerçekliğini göz önünde bulundurursak, bu düşüncemde haklı çıkacağım kesin. çok kere kanser olduğumu düşünerek hastane yollarına düştüm. çok gece ölüyorum sanıp, sabahında sadece ''miyalji'' tanısı konulup eve gönderildim. miyalji: kas ağrısı. tıp hastanın şikayetiyle ilgili fizyolojik bir bulguya rastlayamazsa böyle söyleyip geçiştirir genelde. ben de her seferinde kanser olmadığıma hemen ikna olur ve hızlıca iyileşirim. insan inanmak istediği şeylere öyle kolay inanıyor ki... sigaraya başladım. sigara ama, bu tam da sigara değil aslında, karanfilli bu, diyerek yediğim boku meşrulaştırıyorum kendime karşı. yani çabalıyorum. insan yirmidört yaşında sigaraya başlıyorsa mutlaka geçerli bir nedeni vardır. benim de vardı. birini öldürmekle, sigaraya başlamak arasında gidip geldim bir gece. bu biri, kendim de olabilirdim, orospu çocuğunun teki de olabilirdi. oturup üstüne düşünsem kesinlikle o orospu çocuğunu öldürmek fikrine ikna ederdim kendimi. ama yapmadım. belki de ilk kez, kendim gibi davranmadım ve bir dal sigarayı içime çektim aralıksız. öksürüksüz. sonra bir dal daha. bir dal daha.. anneme yirmi yıl boyunca sigarayı bırakması için baskı yapıp, nihayetinde beş yıl önce sigarayı bıraktırmıştım. bunda hastalığının da etkisi vardı tabi ama büyük pay benimdi. içmeye devam edersen ben de sigaraya başlarım diye tehdit etmiştim. annem de otuz senelik alışkanlığından vazgeçmişti o cümle karşısında. böyle bir gerçeklik varken, o gece annem babama ''şu çocuğa bi dal sigara ver ismet'' demişti kanayan bileğime bakarak. o gece ne babam o sigarayı uzattı ne de ben istedim, ama o sahneyi ölsem unutmam. bu satırları da unutmamak adına yazıyorum. o yaranın acısı hiç geçmesin, hep kanasın. hep kanasın ki, bir daha o duruma düşürmeyeyim kendimi.. insan bir kere ölür diyen bütün kutsal kitapları reddettim ben o gece. insan bir kere doğar, defalarca ölür ve artık insanlar ondan umudunu kestiğinde gömülür. ne acı, insanın kendinden umudu kesmiş olması hiçbir anlam ifade etmezken, başkalarının ondan umudu kesmesi bir sürü şeyi değiştiriyor. çevremde hala benden bir şeyler bekleyen, bir şeyler umut eden insanlar var. bu canımı sıkıyor. kendimi derin bir çukura gömesim geliyor bazen. ama bunun için bile üzerime birinin toprak atması gerek. tek başına olmuyor yani.  insan kötülük etmek için bile başka bir insana muhtaç. kendine, dünyaya, insanlara.. muhtaçlıktan ne kadar kaçarsan kaç, sonuç değişmeyecek. bu gece bu farkındalıkla yazacağım. kendinden umudu kesmek, kesmelerin en acıtanı, en kanatanı. bakın bunu edebi bir şey olarak anlatmıyorum. gayet tıbbi bir terim. insan umut ederek kanserin bile üstesinden geliyor. umut böyle kuvvetli bir şey. umutsuzluk da aynı keskinlikte tabii. o da bir şeyleri değiştirebilir, tersine doğru. bunun için ekstra bir çaba göstermeniz de gerekmez üstelik. bir sigara daha yakar, mahvolan bir şeylerin eşliğinde, aynadan, yalnızca sizin gördüğünüz cansız bedeninizi seyredersiniz. öyle şey olur mu demeyin, olur. bunun kanıtı benim varlığım. şimdi ben böyle şeyler yazıyorum. birileri de kalkıp okuyor. her ne kadar bunun aksini iddia etsem de, birileri okusun diye yazıyorumdur elbette. çünkü bir yangının yangın sayılması için, dumanlarını birilerinin görmesi gerekir. yani öyleymiş. kanun bu. öyleyse okuyun. hem yine takdir görecek bir yazı yazmış say��lırım belki, yanaklarımdan süzülemeyen damlalarla. boğazımda düğümlenip nefes almamı güçleştiren bir takım şeyleri öksürmüş olurum buraya. ben bu şekilde, bu gecelerin üstesinden gelme yetimi kullanmış olurum, siz de yine vasat, anlamsız  bir yazıyı okumuş olursunuz. ya da buna benzer bir şeyler olur. neyse ne işte.  son bir yıl içinde, her gün düzenli olarak görüştüğüm en az onbeş kişiyi çıkarttım hayatımdan. bu insanlar sosyal çevremin neredeyse tamamını oluşturuyorlardı. bunu zorlanarak yapmadım, somut bir neden aramadım. arasam bulurdum, bunu biliyordum. bu yüzden arama ihtiyacı duymadım. ve gayet keyif aldım bu durumdan. her şey vasattı, artık insan ilişkilerinde vasatı yaşamak istemiyordum.  hem biliyor musunuz, eğer kendiniz inşa ediyorsanız, yalnızlık epey yüksek bir makam. başlarda manzaraya alışmak zor olsa da, alıştıktan sonra hemen her şey aşağıda kalıyor penceresinden bakarken. sahte ve eğreti olan her şey. olmaması, bulunmaması gereken her şey. insanlar, ilişkiler. bir kez geldiğimiz dünyada, herkesten kaçarak yaşamak size mantıklı bir tercih gibi görünmeyebilir. ki bence de öyle zaten. ama bu benim tercihim ve ben tercihlerimde mantık aramam. niteliksiz bir gülümsemedense, salt bir sızıyı yeğlerim. hakkımda kimin ne düşündüğü zerre umrumda değil. beni anlamayan, yürüdüğüm yollardan geçmeyen, düştüğüm kuyuların varlığından dahi haberdar olmayan biri benim arkamdan küfür etse ne olur? hayatı boyunca gözlerinin içine bakıp ''sen aşağılık bir adamsın'' bile diyemeyeceği bir adama, arkasından küfretmiş olur en fazla. ben bundan gocunmam. ama mümkünse o mesafede kalsınlar. çünkü ruhum ne kadar ölüyse, bedenim aksine diri. her gün en az bir buçuk saatimi, bir gün bir tehlike anında, kendi adaletimi sağlamam gerekirken bir yumruk daha fazla atabileyim, diye antrenmanlar yaparak geçiriyorum. bunun tek sebebi bu değildir tabi, ama aklımın bir köşesinde bu fikir hep var. ve olmaya devam edecek. etrafa gülümsüyorum ama yumruklarım sıkılı, kalbim çatık. fiziki bir darbeyle kolay kolay yıkılacak adam değilim. çünkü suratım kaldırımlara yeteri kadar temas etti. nasıl düşülür, nasıl yerle bir olunur, her bir adımını kazıdım zihnime. olmak istemeyeceğim her yerde bulundum, düşmek istemeyeceğim her duruma düştüm. bazen düşürüldüğüm de oldu. hatta genellikle öyle oldu. ruhumu bedenime gömdüm yıllar önce. bunun anayasada bir yeri yok. devlet kendini öldürenlerle ilgilenmiyor. öldüremeyenlerle hiç.. seni farketmeleri için kötülüğü başkasına yapman lazım. ne güzel adalet... dedim ya, bedenim ne kadar diriyse, ruhum o kadar ölü. minicik bir kelebeği konduğu daldan uçurmaya yetmeyecek manevi bir silleyle yıkılabilirim. omuzlarım dik, bakışlarım sert, kalbim ağrıyor. ama beni anlamasınlar, bilmesinler düşmüşlüğümü, görmesinler acizliğimi. bu yüzden böyle öfkeliyim.. kimse bana yaklaşmasın, dokunmasın, isteğim sırf bu yüzden. çünkü biri beni tanırsa bütün herkes tanıyacakmış gibi hissediyorum. korkularımı birine açarsam, ki bunu yapabilmeyi her şeyden çok isterdim, bunu aleyhime kullanacaklarını düşünürüm. çocukken de böyle düşünürdüm. aşağıdan yukarıya beş mahalle boyunca benden korkmayan kimseyi bırakmamıştım. yani en azından bana öyle davranıyorlardı. ilkokul, lise yılları da böyle geçti. insanların arasındayken bütün dünya benden korksun istiyor, eve dönünce bir kadının gözlerini, bir çocuğun ağlayışını, büyük ablamın evlenişini falan düşünüp ağlıyordum. -kimse okumuyorsa yazmış, kimse görmüyorsa ağlamış sayılmıyorsun. dünya böyle bir yer.- saygıyı bu şekilde kazanmayı ilke edinmiştim kendime. bunu sağlayacak başka bir yetim yoktu çünkü. donanımım yoktu. kim ne derse desin, umrumda değildi. şimdilerde umursadığım şeyler değişti belki, ama umrumda olmayan şeyler hala aynı. sonra, aynalarda kendimle sohbet etmeye alıştıkça büyüdüm. ölmem gerektiği halde ölemediğim gecelerle büyüdüm. beyhude çabalarla duvarları yumruklarken büyüdüm. sokakları yalnız başına yürüyüp, yolculuklara tek başına çıkmaya alıştıkça büyüdüm. yani insanlar buna böyle diyor. büyümek. ne kolay kelime, oysa içinde ne tehlikeler barındırıyor. büyüdüm. şimdi daha güçlüyüm. insanların görebileceği yerlerde de gözlerim doluyor bazen. ama hala, birinin gözlerinin içine bakarken gözlerimden süzülecek yaşlara engel olmayacak kudrete erişemedim. bir gün olur da bu kalibrede biri olursam, o gün muhtemelen, kendimce dünyanın en rezil, ama totalde dünyanın en mutlu insanı olacağım. onurlu bir mutsuzluğu, rezil bir mutluluğa tercih etmekten bahsetmiyorum. başka bir türlü bir şey bu. benim anlatamayacağım, sizin de anlayamayacağınız türden bir şey. bazı konularda beni anlayabilmeniz için ben olmanız gerekiyor. başka bir yolu yok bunun. bu yüzdendir ki, kendimin en iyi dostu, sırdaşı, ailesi, hatta sevgilisi yine kendimim. bencil, egoist falan diyorlardı böyle insanlara di mi, evet. öyle. şuan bir psikoloğa görünsem, beni acilen akıl hastanesine yatırmayı düşünür muhtemelen. ne olduğumun farkındayım. ve işte onların antidepresanlarla yaptığını ben kağıtlara dökülerek yapıyorum. tıbbi terimlere gerek yok.  güzel yaşamak için vardır belki, ama rutin ve ortalama bir yaşam için kendimden başka kimseye ihtiyacım yok. güçlü olmak için de öyle. çünkü ben vazgeçmiş bir adamım. ve bu farkındalık bana yenilmezlik kudretini veriyor. vazgeçmiş bir adamı öyle sıradan cümlelerle alt edemezsiniz. yerle bir etmek için onu değil, bulunduğu ortamı yıkmanız gerekir. çünkü zaten yerle birdir o. yere paralel uzanmış birini daha ne kadar düşürebilirsiniz? düşürmek için, önce ayağa kaldırmanız gerekir. o da şu şartlarda biraz zor görünüyor. ben ayağa kalkmayı reddederek, kendimce, dünyanın en güçlü insanı kılıyorum kendimi. bu yazdıklarım, yaptıklarımın ve yapacaklarımın teminatıdır. bana küfredin. eleştirin. sikimde değil. hiç birinize ihtiyacım olmadığını biliyorum. mutlu olmak için de, mutsuz olmak için de; sevginize de, nefretinize de lüzum yok. konu nereden nereye geldi diyeceksiniz şimdi. ben de aynı fikirdeyim. çocukken, her gece allaha dua eder, bir gün işlerin düzeleceğine, hayallerimin gerçekleşeceğine inanırdım. şimdilerde ise her gece böyle şeyler karalıyorum. konu nereden nereye geldi.  ayakta kalmaya çalıştığım günlerden, yeniden düşerim diye ayağa kalkmamak için direndiğim, yardım çağrılarına küfrederek karşılık verdiğim günlere geldik. 1992 haziranında, bir öğlen vakti, tanrının da buyruğuyla rahatsız etmişim annemi. mavi kapılı, önünde kırık dökük basamakları olan bir gecekondu odasında doğmuşum. o öğlen babam sevincinden eşe dosta kasa kasa bira dağıttıktan sonra, bahçeye bir kiraz ağacı dikmiş. işte o gecekonduyu da, o mavi kapıyı da, o merdivenleri de, o kiraz ağacını da sekiz sene önce yıktılar. doğumuma sevincinden bira dağıtan babamla şimdilerde birbirimizin yüzüne bakmıyoruz. hakikaten konu nerden nereye geldi.
192 notes · View notes
barkoturktv · 5 years ago
Text
Kılıçdaroğlu'ndan Erdoğan'a mektup tepkisi!
Tumblr media
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, ABD Kongresi'nin alt kanadı Temsilciler Meclisi'nde kabul edilen "Ermeni Soykırımı'nı tanıyan yasa tasarısı"na tepki gösterdi. "Her ülkenin tarihinde acı olaylar vardır. Hiçbir ülke benim tarihimde acı olaylar olmamıştır diyemez" diyen Kılıçdaroğlu, "Tarihte yaşanan acı olayları günümüze taşıyıp onu siyaseten intikam alma aracı haline getirirseniz bu olmaz. Bu hiçbir ülkeye yakışmaz" ifadesini kullandı. Kılıçdaroğlu'nun açıklamalarından öne çıkanlar şöyle: "Elbette ki cumhuriyet kurulurken gazinin başında egemenlik milletindir ilkesi vardır. Bir sınıfın değil, egemenlik kayıtsız şartsız milletindir demiştir ve milletin desteğini her ortamda istemiştir. Bunu yaparken de bütün mazlum ülkelerden destek görmüştür." "Her seferinde söyledim madem demokrasi diyoruz, millet en büyük güçtür diyoruz, neden bazı durumlarda TC devletini seçimle gelen değil de atamayla gelen biri temsil eder? Bunun düzeltilmesi lazım." ABD'ye '1915 tasarısı' tepkisi "Saray'da kurduğunuz dar bir kadroyla dış politika yaparsanız, çıkmaza sürüklenirsiniz. Lobicilik için ödenen 13 milyon dolar çöpe atıldı. Dış politikada Dışişleri Baklanlığı devre dışı bırakıp Saray tamamen dış politikayı yönlendirmeye kalkınca Türkiye'de farklı şeyler de olmaya başladı. Demokratik standartlarda geriye gidişler olmaya başladı. Hapishaneler tıka basa dolmaya başladı. "Her ülkenin tarihinde acı olaylar vardır" Amerikan Kongresi'nde Temsilciler Meclisi'nde sözde Ermeni soykırımı ile ilgili bir yasa tasarısı kabul edildi. Önümüzdeki süreçte Senato'ya gelecek. Her ülkenin tarihinde acı olaylar vardır. Hiçbir ülke benim tarihimde acı olaylar olmamıştır diyemez. Ama tarih siyasetçilerden son tarihçilerin işidir. Tarihte yaşanan acı olayları günümüze taşıyıp onu siyaseten intikam alma aracı haline getirirseniz bu olmaz. Bu hiçbir ülkeye yakışmaz.  Türkiye Cumhuriyeti rahmetli Ecevit döneminde Ermenistan'a çağrı yaptı. Sizin tarihçilerinizle bizim tarihçilerimiz bir araya gelip bunu incelesinler. Kaçacak bir şey yok. Belgeler duruyor zaten. Olayı bütün ayrıntılarıyla öğrenelim. Ama bunu alıp da benim dediğimi yapmadın, 'ben egemen gücüm, söylediğim alanın dışına çıkarsan intikam alırım bak Ermeni olaylarını tekrar gündeme getiririm' derseniz bu doğru değildir. Bunu asla ve asla doğru bulmuyoruz. 6 Şubat'ta ben gene buna bezer bir olayda, Macron sözde Ermeni soykırımı ile ilgili bir açıklama yaptığında ben grupta şu açıklamayı yapmışım; geçmişte yaşanan acı olayların günlük siyasi hesaplara malzeme yapılması iki toplum arasında köprü kurulmasına yardımcı olmamaktadır. Yapılması gereken Türkiye ve Ermenistan halklarının ayrışmasını ortadan kaldıracak adımların ortadan kaldırılması ve yeni nesillerin barışçıl bir anlayış esasına dayalı bir biçimde geleceğe bakmayı sağlamak olmalıdır.' Bu duyarlılık sadece tarihçilerde değil bu duyarlılığı ilk kez altını çizerek dile getirenlerden biri de Gazi Mustafa Kemal Atatürk'tür. 1 Mayıs 1922'de TBMM'de bir konuşma yaptı. Şöyle demiş; Ermeni sorunu denilen  ve Ermeni milletinin isteklerinden çok dünya kapitalistlerinin yararlarına göre çözülmek istenen sorun Kars Antlaşması'ylaen doğru şekilde çözülmüş oldu. Yüz yıllardan beri dostluk içinde yaşayan iki halkın iyi ilişkileri memnuniyetle kuruldu.' der. Egemen güçlerin, dünya kapitalistlerin silah olarak kullandıkları bir olayı 1922'de Gazi Mustafa Kemal Atatürk ifade etmiştir.  "ABD Temsilciler Meclisi'nde kabul edilen tasarı umarım Senato'da kabul edilmez ve iki ülke ilişkileri bir çıkmaza sürüklenmez." "Bütün dış politikasını Trump eksenli yürütüyorsunuz" "İkinci yanlışlık; Amerika'nın ne olduğunu bilmeyen, siyaset yapmanın ne olduğunu bilmeyen bir Saray sosyetesi Türkiye'yi Amerika'da bu noktaya sürükledi. Amerika'da kuvvetler ayrılığı var. Siz bütün dış politikasını Trump eksenli yürütüyorsunuz. temsilciler Meclisi, Senato tamamen devre dışı. Türkiye kaybeden ülke olarak ortaya çıktı. Türkiye uygulanacak olan ambargonun hiçbir sonuç doğurmayacağını buradan söylemek istiyorum. Herkes tarafından bu ambargonun reddedileceğini de söylemek isterim. Kıbrıs Barış Harekâtı'nda da uygulandı ne oldu? Aynı kararlılığı bekliyoruz. Eren Erdem için çağrı Cumhuriyet'i demokrasiyle taçlandırmak. Bunun yolu adaletten geçiyor. Hukuk varsa, hak varsa, adalet varsa demokrasi ile taçlandırırsınız. Hukuk herkese eşit davranırsa orada adaletten söz edebilirsiniz. Türkiye'de adalet yok. En somut örneği Eren Erdem olayıdır. Tam 486 gündür hapiste. Tahliye edildi, ama başka bir mahkeme tutuklanmasına karar verdi. Gizli tanık beyanlarını inkar etti. Bana özel imkanlar sağladılar o nedenle Eren Erdem'in herhangi bir suçu yoktur diye. Gizli tanık beni savcı yönlendirdi deniyor. O savcının da HSK genel sekreteri olduğu daha sonra ortaya çıktı, şimdi görevden alındı. Şimdi dosyası 5 aydır kapağını açmıyorlar. O yargıçlara sormak isterim; bu kadar vicdansızlık olur mu? Hangi gerekçeyle tutuyorsunuz içeride. Eren Erdem içeride kaldı diye hak hukuk adalet demeyecek mi, adaletsizliğe isyan etmeyecek mi, düşüncelerinden vaz mı geçecek? Osman Kavala da 729 gündür içeride. İçerisi tıklım tıklım dolu bir Türkiye gerçeği var. Soma maden işçilerinin eylemi Günlük yaşamımızda da adalete ihtiyacımız var. Soma işçileri haklarını arıyorlar. Haklarımızı nasıl arayalım? Kırıp dökmeyeceğiz Ankara'ya kadar yürüyeceğiz diyorlar. Hayır yürümeyeceksiniz, sopa, biber gazı. AKP'ye oy veren vatandaşların vicdanına seslenmek isterim. Soma faciasında kaç kişi hayatını kaybetti, ya bu işçiler haklı bunların hakları verilmeli diye açıklama yapmadılar mı? Aradan geçti yıllar ya bu işçilerin hakları hangi gerekçeyle verilmiyor? Hakları verilmedi.  "Neden birilerine el bebek gül bebek, birilerine cop biber gazı?" Eskişehir'deki işçiler de hak arıyorlar. Onların da çoluk çocuğu var. Onlar da Ankara'ya yürümek istediler. Onlara da cop, biber gazı. Bolu'da işten atılan işçiler vardı. Biz hiçbir işçinin işten atılmasını istemeyiz, bankamatik işçiler hariç. Onlar da yürümek istediler. Onlar da polis gözetiminde Ankara'ya kadar yürüdüler. Biz yürümesin demiyoruz ama Bolu'daki işçilere yapılanlarla Soma işçilerine ve Eskişehir'dekilere yapılanlar arasında dağlar kadar fark var. Neden birilerine el bebek gül bebek, birilerine cop biber gazı? Birilerine sağladığın imkanları diğerlerine de sağla. Ben Bolu'daki işçiler neden yürüyor demiyorum, hak arıyorlarsa eyvalla, tabii ki de yürüsünler. Hiçbir sorunumuz yok ama diğer işçiler için ciddi sorun var." "Askerlerin sosyal güvenlik pirimini Milli Savunma Bakanlığı ödesin" "Bir görev yapıyor, askerlik yapıyor onu sonra borçlandırıyorlar. Parayla da yapmıyor, ülkesini seviyor, sen de Sosyal Güvenlik Primi'ni yatır. Bunu Milli Savunma Bakanlığı ödesin. Şimdi kanun teklifi hazırlayacağız." "Bütün asgari ücretli kardeşlerime sesleniyorum; hâlâ sen gidip Erdoğan'a oy mu vereceksin? 81 bin lira ile geçinemiyorum diyor sen 2 bin lirayla geçinmeye çalışıyorsun. 2 bin 20 lira alan elektrik, doğalgaz, kira, dolmuş parası ödüyor. Ama Erdoğan bunların hiçbirini ödemiyor. Aylığı 74 bin liradan 81 bin liraya çıkıyor. Asgari ücretliye de sana zam yaptık ekonomi sıkıntıya girdi diyorlar. Bu memleket kimin için, kimin çıkarları için yönetiliyor bunu elinizi vicdanınıza koyup düşünün." "Bazı ürünlere tarımsal destek yapılması. Ay çiçeği, nohut, mercimek, kuru fasulye gibi ürünlerin fiyatları aynı tutuldu. Niçin? Dışarıdan alacaklar. Eğer kanun uygulansaydı çiftçilere 48 milyar 700 milyon lira ödenmesi gerekiyordu. Buradan bütün çiftçi kardeşlerime sesleniyorum, yasal hakkın ola, tarım kanunun 21. maddesini uygulamayarak senin 26 milyar liralık hakkın elinden alındı. Sen de seçimlerde hakkını vermeyenden hakkını soracaksın." AKP'li Konya milletvekiline tepki "17 yıldır iktidardayız, ekonomide kriz yok, işsizlik yok diyor AKP'li Konya milletvekili. Allah akıl fikir versin. İşsizlik yok diyor. 8 milyonu aştı ya işsiz sayısı. Üniversite mezunlarının neredeyse yarısı işsiz. Adamın dünyadan haberi yok. İş beğenmiyorlar diyor. Eminim bu milletvekilinin Konya'daki gazetelerden de haberi yok. Konya yeni haber gazetesi, 13 Eylül 2018'de, 'personel alımı için Konya İş Kur önünde devasa kuyruk' başlığı var. Bunların vatandaşın çektiği sıkıntıdan haberi yok. Bunlar başka telden çalıyor. Asla akor tutmuyor. Gelip vatandaşa açı kaçık yalan söylüyor." "IŞİD terör örgütünden kaçan bir iktidar..." "Terör sıkıntısı yaşıyoruz. Teröristlerin çok sayıda eylemlerini gerçekleştirdikleri bir alana döndü Türkiye. PKK-IŞİD bir taraftan Türkiye'de çok sayıda insanın hayatını kaybetmesine sebep oldu. Badadi öldürüldü. Bütün dünya IŞİD terör örgütünden kurtulduk mu dedi. Hayır, unsurları var. Türkiye'de 76 ilde IŞİD'in örgütlendiğini biliyoruz. IŞİD'in en büyük eylemlerini Türkiye'de yaptığını biliyoruz. Ulukışla'da yol kontrolü yapan emniyet güçlerinden 3 kişi öldü. Bizim Musul'daki Başkonsolosluğumuzu 101 gün esir aldılar. En büyük eylemlerini de Ankara Garı'nda yaptılar 104 kişi öldü. uzun süre iktidar IŞİD terör örgütüdür diyemedi. IŞİD terör örgütünden kaçan bir iktidarı vatandaşlara anlatmak için bunları anlattım. Süleyman Şah Türbesi eleştirisi 14 Mart 2014, dönemin dışişleri bakanı Süleyman Şah Türbesi'nin bulunduğu topraklar Türk toprağıdır diyor. 3 gün sonra 17 Mart 2014, bu kez Milli Savunma Bakanı da aynısını söylüyor. Askerlerimiz tarafından korunur, kimse oraya bir şey yapamaz diyor.5 gün sonra IŞİD Youtube kanalından bir video yayınlıyori, Süleyman Şah Türbesi'ni 3 gün içinde boşaltacaksınız, yoksa orayı yerle bir edeceğiz diyor. Zaman 22 Mart 2014, milliyetçi ülkücü kardeşlerimiz, AKP'ye oy evren kardeşlerim, bayrağımız dalgalanıyor, IŞİD TC'ne üç günlük süre veriyor. Dönemin başbakanı Erdoğan açıklama yapıyor. Türbeye  karşı bir yanlışlık yapılacak olursa gereği neyse yapılır. Buradaki saldırı Türkiye'ye yapılmış bir saldırıdır diyor. 28 Mart yine milli Savunma Bakanı, bizim askerimize saldırıyı asla kabul etmeyiz diyor. 1 Ekim 2014, bu arada IŞİD tarafından türbe kuşatılıyor. Erdoğan, kuşatılması uydurmadır. 3 Ekim 2014'te başbakan söz konusu iddiaların yanlış olduğunu iddia ediyor. 22 Şubat 52015, Türkiye Cumhuriyeti Devleti o dönemin hükümeti kendi topraklarından Süleyman Şah Türbesi'ni kaçırıyor. IŞİD'e teslime diyor. Bana dünyada kendi toprağını ve bayrağını, türbesini bir terör örgütüne teslime dip kaçan bir ülke var mıdır?Arkasından da kahramanlık edebiyatı yapıyorlar. Eğer Türkiye o tarihte verdiği sözlerin arkasında dursaydı IŞİD bizim topraklarımıza ayak bastığı anda orduyu gönderip derslerini verseydi bugün Orta Doğu'da çok farklı bir şey olacaktı. Ben bunu söyleyince bana kızıyorlar. Bana kızan adamın bayrak sevgisi yoktur. Hiç kimse kendisine milliyetçilik unvanını bir yere koyup bu benimdir demesin. Milliyetçili başka bir şeydir. Kendi vatan toprağını bir terör örgütüne teslime diyorsun. Bu soruyu her ortamda soracağız; kendi toprağını bir terör örgütüne teslime dip kaçanlardan hesap soracağız, bu bizim namus borcumuzdur. Biz bunu Cumhuriyet'in 96. yılını kutladığımız dönemde yapacağız.  Konsolosluğumuzu basıyor, memurları esir ediyor. Ankara'da, Gaziantep'te, Niğde'de eylem yapıyor. En son toprağımıza el koyuyor. Bayrağımıza üç günlük süre veriyor. Ve sen gidip türbeyi kaçırıyorsun. Bunu bütün milletin bilmesi lazım. Olay sadece bu değil." "Kendisine 7 soru sordum. Sen bu mektubu neden kabule tin dedim. Beyefendi çok kızmış. 7 soruyu ben kendim için sormuyoruz. 82 milyon ve tarihimiz için soruyorum." 1- Hiçbir şekilde diplomatik teamüllere uymayan ve hakaret dolu ifadeler içeren bu mektubu ‘bu üslup kabul edilemez’ diyerek neden iade etmediniz? 2- Okuduğunuzda bu ifadeleri nasıl hazmettiniz? Neden ve hangi korku, endişe ve ruh haliyle bu mektubu kabul ettiniz? 3-Hakaretler içeren mektubu anında iade etmediğiniz gibi, kamuoyundan da gizlediniz. Neden? 4- Bu mektubu Amerikalılar kamuoyuna duyurmasaydı üstünü örtecek, sessiz mi kalacaktınız? 5- Hakaretler içeren mektubun üstünü artık örtemeyeceğinize göre, milletin onurunu nasıl kurtaracak ve bu yakışıksız üsluba Türkiye ve ABD arşivlerine girecek şekilde nasıl cevap vereceksiniz? 6- Türkiye Cumhuriyeti’nin şan ve şerefini korumak T.C. Cumhurbaşkanlarının anayasal görevidir. 82 milyonun huzurunda ettiğiniz yemini hatırlıyor musunuz? 7- Ettiğiniz yeminde bahsi geçen “namus ve şeref” kavramları sizin için neyi ifade etmektedir?" Read the full article
0 notes
islamiyet · 8 years ago
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Beytü'l Hikmet (Bilgelik Evi) 
(Bağdat, 810)
Müslümanların İslam'ı gerçek anlamda yaşadığı dönemlerde, İslam toplumunda bilim çok önemli bir yere sahipti. Bilime yön veren Müslüman bilim insanlarıydı. İşte o bilim insanlarını yetiştiren önemli bir kurum Beyt'ül Hikmet 810 yılında Bağdat'da kuruldu. Bu kütüphanede 400 bin kitap vardı. Kütüphanede tercümanların yanı sıra, kitapların korunmasını sağlamak amacıyla mücellitler de yetiştiriliyordu.
Aristoteles'in Fizik ve Öklid'in Elementler isimli eserleri çevirisi yapılan başlıca kitaplardır. Beyt'ül Hikmet, asıl sıçrayışını ise Halife Memun önderliğinde yaptı. Yedinci Abbasi Halifesi Memun'a göre, gelecekteki ideal toplum ancak bilim ve akılcılıkla oluşturulabilirdi. Memun, İslam Dünyası'nın en iyi alimlerinin bilgi alışverişinde bulunmak üzere bir araya getirilebilmesi halinde sınırsız imkanların ortaya çıkacağını düşünüyordu. Memun döneminde modern eğitim kurumlarıyla rekabet edebilecek bir kurum haline getirildi. Beyt'ül Hikmet; üniversite, kütüphane, çeviri merkezi, araştırma laboratuvarı, sohbet meclisi gibi farklı kurumların bir arada bulunduğu bir yere dönüştü.
Halife Memun, Dünya'nın farklı yerlerinden alimleri, bilimsel çalışmaları yürütmeleri için Bağdat'a davet etti. İran, Mısır, Hindistan, Afrika, Çin ve Yunanistan başta olmak üzere Dünya'nın çeşitli bölgelerinden alimler ve kitaplar Bağdat'a getirildi. Dünya'nın her yerinden Bağdat'a akın eden alimler, bilimsel çalışmaları tüm Dünya'nın istifade edebileceği şekilde geliştirmek için tarihte ilk kez bir araya getirilebilmişlerdi.
İslam toprakları üzerinde farklı kültürler arasındaki duvarlar yıkılmış, Arapça ortak bilim dili haline gelmişti. Halife Memun, bilim adamlarını Bağdat'a davet etmekle kalmamış, onları korumasına almış ve maaş da bağlatmıştır. Burada çalışan alimler çevirdikleri kitap ve ortaya çıkardıkları akademik eserlerin ağırlığınca altın ile ödüllendirilmekteydi. Ayrıca Halife Memun, burada gerçekleştirilen felsefi, dini, tarihi ve siyasi sohbetlerin yapıldığı meclislere bizzat başkanlık etmiştir. Bu dönemde alimler için en kutsal ilim Matematik'ti. Çünkü Matematik; Fizik, Kimya, Astronomi ve Coğrafya dahil birçok ilimin temelini meydana getiriyordu. Bu alimler matematiği anlayarak birçok sırra vakıf olabileceklerini düşünüyordu. Zaten Beyt'ül Hikmet'te çalışmaya gelen ilk kişilerden birisi, 780 - 850 yılları arasında yaşamış olan büyük matematikçi Musa el-Harizmi'ydi. İbn Nedim'in aktardığına göre Harizmi, Halife Memun'un hizmetinde Beyt'ül Hikmet'te tam gün çalışmaktaydı. Harizmi, Cebir'in temeli olan Hisabü'l-Cebr Ve'l-Mukabele (Cebir ve Karşılaştırma Hesabı) isimli eserini 825 tarihinde burada yazmıştır. Harizmi bu kitabında, miras hukuku, paylaşım, ticaret, arazi ölçümü, kanal açımı gibi birçok günlük sorunun çözümünde cebir denklemlerinin nasıl kullanılabileceğini açıklamıştır. Harizmi, kendisini bu eseri yazmaya Halife Memun'un teşvik ettiğini söyler. “Cebir” kelimesi, “sonuçlandırma” anlamına gelen el-cebir'den gelmektedir. Bunun dışında Harizmi, Hint sayı sisteminin benimsenmesi ve yaygınlaştırılmasında büyük rol oynamıştır. Çünkü ondan önce yaygın olarak kullanılan Roma rakamları matematik için uygun değildi. Hint sayı sistemini almakla kalmayan Harizmi, 0 (sıfır) rakamını icat etmiştir. Halife Memun ve Beyt'ül Hikmet'in himayesi altında astronomik çalışmalar da yapılmıştır.
Astronomiyi, astrolojinin mitoloji ve varsayımlarından ilk kez Müslümanlar ayırmıştır. Harizmi ve Beni Musa Kardeşler'in burada yaptığı astronomik çalışmalar yüzyıllar boyunca kullanılmıştır. Bu arada Beni Musa Kardeşler demişken; bu üç kardeş, (Muhammed, Ahmed, Hasan kardeşler) halifeliği öncesinde Memun'un dostluğunu kazanan Musa bin Şakir'in oğullarıdır.
Beni Musa Kardeşler, kazandıkları paranın büyük bir bölümünü antik yazmalar toplamaya ve Bağdat'ta bir grup tercümanın faaliyetlerini desteklemek için harcadılar. Bağdat'taki en ünlü iki tercüman, Beni Musa Kardeşler tarafından finanse edilen İshak bin Huneyn ve Sabit bin Kurra'ydı. Halife Memun, bu üç kardeşi Eratosthenes ve diğer Antik Yunan bilimcilerinin yaptığı ölçümleri doğrulamak üzere Dünya'nın çevresini ölçmekle görevlendirmiştir. Dünya'nın çevresini ölçen Beni Musa Kardeşler, sonucu 24.000 mil olarak bulmuştur. (Bugünkü ölçümlerin sonucu 24.092 mildir) Sadece Matematik ve Coğrafya değil, Tıp, Fizik, Kimya, İlahiyat, Felsefe ve Edebiyat gibi birçok alanda sayısız çalışmalar yapılmıştı.
Halife Memun ve ona bağlı bilim adamlarının bazı çalışmaları: * Bir derecelik boylam uzunluğunun tam olarak tespit edilmesi. * O güne kadar hazırlanmış olan en geniş kapsamlı Dünya haritası. * Hintçe ve Yunanca başta olmak üzere farklı dillerden onlarca eser çevirisi. * Cebirin, aritmetikten bağımsızlaştırılan birinci ve ikinci dereceden ilk denklemleri. * Dünya'nın farklı merkezleri arasındaki uzaklıkları belirlemek için yapılan ölçümler. * Dünya tarihinde gerçek anlamda ilk gözlemevinin Bağdat'ta kurulması. * Beyt'ül Hikmet (Bilgelik Evi) isimli kurum ile bilim adamlarının çalışmalarının organize edilmesi. * Güneş'in konumunun ve öğlen çizgisinin yönünün belirlenmesi için yapılan ölçümler.
Beyt'ül Hikmet'teki tercüme faaliyetleri, Bağdat'taki kağıt imalathaneleri olmasaydı gerçekleştirilemezdi. Bu imalathaneler, bu dönemde üretilen el yazmalarının bolluğunun da kaynağıydı. 9. yüzyılın sonuna gelindiğinde, sadece Bağdat'ta 200'den fazla sahaf vardı. Bağdat 1258'de Moğollar tarafından yağmalandığında 36 resmi kütüphanenin yanında çok sayıda özel kütüphane de bulunuyordu.
Felsefe, bilim, tarih, edebiyat ve tüm bilgi alanlarında eserler, okuryazar olan herkesin erişim alanındaydı. Talebeler, alimler, tüccarlar, sanatkarlar ve akla gelebilecek her çalışma alanından işçiler Bağdat'a akın ediyordu. Harun Reşid ve Memun dönemlerinde Bağdat, bir milyon nüfusu ile o dönemin en kalabalık şehri haline gelmişti.
Beyt'ül Hikmet'in yaklaşık 4 asır parlayan yıldızı, Moğollar gelene kadar sürebildi. Moğol hükümdarı Hülagü'nün ordusu 10 Şubat 1258'de halifeliğin başkentini ele geçirdi. Bağdat'ın işgali, İslam tarihinin en yıkıcı olaylarından biriydi. Şehrin düşüşünü Moğol katliamı takip etti. 200 bin ile 1 milyon kişi arasında değişen çeşitli rakamların verildiği şehrin Müslüman nüfusunun neredeyse tamamı öldürüldü. Yalnızca şehirdeki Hristiyan nüfusunun canı bağışlandı.
Halife Memun tarafından ilmi çalışmaları yeni ufuklara taşımak için kurulmuş olan Beyt'ül Hikmet yerle bir edildi. Burada bulunan kitaplar Dicle Nehri'ne atıldı ve yüzlerce yıllık bu eserlerden akan mürekkep nehrin suyunu siyaha dönüştürdü. Matematik, fen, coğrafya, astronomi, tarih, ilahiyat ve fıkıh ile ilgili binlerce eser sonsuza dek kayboldu. Bu kayıptan dolayıdır ki, bugün yalnızca Altın Çağ'da yaşamış İbn-i Heysem, Biruni ve İbn-i Sina gibi büyük alimlerin eserlerinin sadece bir bölümüne sahibiz.
Dicle'ye atıldıkları için haberdar olmadığımız daha nice keşiflerle ilgili bir daha hiçbir bilgi elde edilemeyecek. Yüzlerce yıllık bilgi yok edilirken, Hülagü tarafından esir edilen Halife de gösterişli halılardan birine sarılarak Moğol süvarileri tarafından ezilerek öldürüldü. Bağdat'ın yok edilmesinin, bir şehrin işgalinden daha fazla bir karşılığı vardı. Bu, aynı zamanda İslam Dünyası'nın hiçbir zaman eskisi gibi olamayacak olan siyasi, kültürel ve dini merkezinin yok edilmesi anlamına da geliyordu..
*Son resim-ayrıca bakınız; Apple'ın yeni Genel Merkezi 
- İslam Alimleri–>    Osmanlı İslam Alimleri–>   
217 notes · View notes
ruhsalorgazm · 8 years ago
Text
   Biz kaybedenleriz. Çok kaybedenleriz, kendimizi kaybedenleriz, savaşı kaybedenleriz, insanları kaybedenleriz, kısaca bilumum kaybedenleriz.
   Kimimiz çok şanssızdı. Henüz ana rahminden başladı kaybetmeye. Bir doktorun makasında insafsızca ilk nefesini alamadan veda etti bize.  İkizini kaybeden oldu, kimimiz kordonla olan bağını kaybetti, kimimiz daha hayatının ilk saniyelerinde annesini kaybetti -sonradan kendisini suçladığı çok olmuştur- kimimiz ise babasını koşa koşa gelen bir trafik canavarının ellerinde kaybetti hastane yolunda virajı alamayan bir kamyonun altında. Acı. Sakar hemşirenin ‘ölü doğdu’sunda yitip gidenlerimiz oldu. Ölümün eline doğdular. Çatısından bombalar sızdıran evlerin içine doğdular. Karnından kurşun yiyen annelerin gecelerine gün gibi doğanlarımız var. Ne teselli ama... Sahipsizliğe doğanlar var, soy isimleri tertemiz annesininki gibi. Okul tuvaletlerine doğanlar var, ilk tanıştıkları şey bir kahpenin boku. Bir sikiğin anlık hatası yüzünden kaosu kazananlar var, ne kaybetmesi... Ağzındaki emziği, memenin ucunu, alışa durduğun ananın kokusunu kaybetmek nedir bilir misin ? Senin sesini yaşama amacı edinmiş bir adamın koroner arterlerdeki tıkanıklık sonucu kalp kasının ilgili bölümünün beslenememesi ve oksijensiz kalması ile meydana gelen yetersizlik sonucu birden hayattan eksi yemesi nedir ? Sorarım sana insafsızca atılan tokatlar sonucu sessiz bir dünyaya geçiş yapmak nedir ? Ya dünyaya baktığın iki pencereden birini yaramaz komşu çocuğunun umarsızca salladığı bir taş parçasının sana değen ilk parçasında bırakmak nedir ? Lolipopunun tadını çıkarırken koluna çarpan top ve akabinde lolipopunu yerle paylaşıyor olmak nedir ? Kokulu silgini, sevdiğin papatyalar kadar güzel, sınıfın göz bebeği ile paylaştıktan bir teneffüs sonra yerlerde görmek; peki bu nedir ? Sınıf askısında unuttuğun mataranı ertesi gün bulamamak nedir ? Mahallede peşinden bir aşağı bir yukarı koştuğun topun komşunun gülleriyle ufak bir soluklanma partisi vermesi nedir ? Peki daha da tanıdık bir örnek vermek gerekirse; prensesi kurtarmaya gidiyorsun ama ejderhanın ateşinin üstüne zıpladın. Ah be Mario... Kaybettik. 
   Kimimiz spora, kimimiz güzel sanatlara, kimimiz kendine, kimimiz ise hiçbir şeye odaklanamadan hayatın içine atıldı. Dikkatsizce savrulan bir tekmede kaval kemiğini bıraktı bir oğlan, ilk aşkına beste yaparken gelen mesaja gitarının tellerini bıraktı bir oğlan, sevdiğinin portresini çizen oğlan da kağıdını yırttı el ele görünce onları. Okulda popülarite sahibi olup o yaşlarda çok şey kazanan da oldu ama o da başkalarına çok şey kaybettirdi. Zaten yıllar sonra dağlar tepeler kaybeden çoğu adamla birebir aynıdır kendileri. Hayatta şımaracak kimsesi olmayınca daha o gencecik yaşında en büyük kavgası hayat, en büyük ekmeği karton olanlarımız oldu. Yolda görülüp dövüldüler, çalındılar, örselendiler, ötelendiler hatta üç-beş orospu evladı yüzünden görmezden gelindiler. Eksi 10′larda çıplak ayaklarıyla öldü bahtsızlar. Az biraz şanslı olanlar da sığındıkları barakada çıkan yangında baştan aşağı yanarak kimsesizler mezarlığında toprak sahibi oldular. Çoğumuz okulun kaşarları yüzünden özgüvenini kaybetti, bazılarımız sınav kağıdına itiraz ettiği için fazladan aldığı 5 puan beraberinde umudunu ve girişimci ruhunu, az birazımız uyuşturucu partilerinde badtripten badtribe koşarken okul kravatlarında boyunlarından bir parça kaybettiler ve alkolün hadsafhada olduğu saatlerde, yeni tanıştığı bir hatunla 13. katın balkonunda yiyişirken dengesini kaybedenler... Direksiyon hakimiyetini kaybenler de vardı. Birkaç cana, binlerce rüyaya, onbinlerce göz yaşına, asla eskisi gibi olmayacak hayatlara mimarlık yaptılar. Müslüm Gürses şarkılarında da oldu gidenlerimiz, Edith Piaf ölümsüzdür ama ruhumuz da en çok onun yanına yakışır. Ters giden ülke düzenine dur demek için öldü kimilerimiz, ben ise buna dur diyemeyerek ölüyorum. Daha iyi bir yaşamın mümkün olmadığı bir ülkede her gün kaybediyoruz. Kaybetmeye alıştık ve his körü olmuş gibi kaybettiğimizin farkında olmadan her sabah, her akşam, her gece biraz daha adımlıyoruz. Ağaç mevzusu dedi göt beyinli orospu çocukları. Bugün her yerde bir bomba, bir özgürlüğe saldırı, bir psikolojik baskı ve doları 3,75′e alıyor orospu çocukları. Kara siyasetçi orospu çocuklarına vergileriyle hediye ettikleri tankların altında, kurmaca darbe edalarıyla öldü insanlar. Mermiler deldi geçti vücutlarını yağmur damlaları gibi. Biraz indik coğrafyamızdan aşağı, belki birkaç yüz basamak... Etiyopya’da beyaz adam tarafından aç bırakılarak, Kenya’da AIDS yüzünden; Orta Doğu’nun adı dahi duyulmamış şehirlerinde barış adı altında kara siyasetin bir oyuncağı olanlar önce fikirlerini, sonra rejimlerini, sonra ne idüğü belirsiz silahların arpacıklarının ucunda yaşamlarını kaybedenler; Bockscar mürettebatından Japon elemanlara ‘’Bir hediye daha.’’ vardı, ‘30′ların ortalarından ‘40′ların sonlarına kadar rahat nefes yoktu Yahudi çocuğa da, o da çok fazla şey kaybetti  ve kaybetmek kaybetmektir.
   Bir orospunun vajinasından çıkardığı iki parmağını, ona tattırırken kendini kaybetmişti adam. Adam doruklara ulaştığında, aletinin tamamını ağzına alan kadın da işte tam o an kaybetti kendini. Kimi ‘’namus’’ dedi kaybettim, kimi ‘oh’ çekti bi karıyı daha becerdim... Kimini gardırobun arasından izleyen bir kamera oldu, kimi ise inançları doğrultusunda izlendiğini bile bile arzularına karşı koyamadı. Kimi canı gibi sevdiği adam gitmesin diye aldı onu üstüne, kimi sevdiği kadının götünü sikmekten yorulduğu için girdi içine. Herkes sevişirken bir şeyler kaybeder. Sevişmeyle barışan kadın saç tellerini yastıkta kaybeder, terinden birkaç damla ve sıvısından lezzetli bir sel bacak arasına... Sevişmeyi başarı görmeyen adam da bir gece daha bırakır güncesine, birkaç milyon ölü çocuk kadının bedenine ve bir sigara izmariti daha küllüğe... Geçen gece muhteşem bir sex yaptığından bahseder adam, ‘’Öyle siktim, böyle parçaladım’’. Kadın bahseder kendisi gibi bir kaç hanımefendiye ‘’Hayvan gibi sikti beni, muhteşemdi’’. Özel hayatlarının gizliliğini kaybederler ve yeni yaftalarını kazanırlar diğer insanlardan. Bazı dünya güzelleri de orgazm sırasında son nefeslerini verirler. Güzelim tenlerini toprak öper, yağmurlar ıslatır, ormanların en kenarlarında ruhlarının çıktığı soğumaya hazır bedeni kaybederler bir anda. İki cins de doyduğunda birleştirir hayatlarını ve bir şey daha kaybederler. Bu dünyada yarattıkları kısır döngülerin arasına bir birey daha iliştirip eski yaşamlarına kimi zaman sonsuza kadar eyvallah çekerler, kimi zaman ise ‘’Bekle beni İskoçya, geri döneceğim’’ edasıyla bir mola isterler. Kaybettiğini düşündüğün her şeyi cidden kaybettin. Siktir et. Yoluna bak. Daha iyi şeyler kaybedebilirsin. Daha iyi kaybedebilirsin. Daha büyük kaybedebilirsin. Varsa evinde bir silah, şakaklarını onunla tatmin et. 
4 notes · View notes