Tumgik
#Ben aşık olabilirdim
Text
Ben aşık değilim... Ben büyük bir insan değilim... Ben çok tanınmış biri değilim... Ben sevmiş biri de değilim... Ben çok güzel biri değilim... Ben mükemmel biri değilim.. Ben şair değilim... Ben deli de değilim... Ben.. öylesine biriyim... Ben aşık olabilirdim Ben büyük bir insan olabilirdim Ben çok tanınmış biri de olabilirdim Ben sevmiş biri de olabilirdim... Her şeyden öte Ben bir insanım... Ben yeryüzünde belki hiç göremeyeceğin, veyahut Görsen bile tanımayacağın Belki de tanıyacağın... Ama öylesine biriyim... Ben kimsesizlerin kimsesiyim.. Ben dokunulmamış kalplerin Kalplerin en masumlarındayım.. Ben bir çocuk ruhluyum.. Ben karşılıksız sevenlerin kalbindeki ukdeyim... Aşık olsam neye yarar.. Çok tanınsam neye.. Sevsem... Mükemmel olsam Şair olsam... Deli olsam... Çok güzel olsam neye? Bitmiyor muydu hepsi? Bitiyor işte. O yüzden ben bir Hiçim... Sadece bir HİÇ... Ayak basmam gerekiyordu bu gezegene. Ve bastım. Belki hiç bir yere değmedan, Kimseyi kırmadan, Dökmeden, Geri gideceğim. Ama gideceğim işte... Hem... Mevlanın düzenidir bu Yaprak bile komutsuz düşer mi hiç? İnsan ki duygu hazinesi kul.. Dünyaya değmeden gider mi hiç... Bilmem.. Yaşarım ben.. Bir yerlerde, bir şekilde... Ama nerde, nasıl İşte onu ben de bilmiyorum...
1 note · View note
uisare · 2 years
Text
senden uzağa beş adım attım, defolup giderken hiç pişman değildim, çok uzun süre yüzünü görmedim, sesini duymadım ve kafanın içinde dinlenmedim, seni kafama hiç davet etmedim ve çokça kendimden kaçtım, sana tanıttığım insandan. öyle biri değildim ben, beni öyle hatırlayacağını çok iyi biliyorum fakat hiç öyle biri değilim ben, korkak olduğum çok doğruydu fakat ne yüksekten korkardım ne düşmekten, kendimden korkardım çünkü yalanlarımın hiç haddi hesabı olmadı, konuştuğum on kelimemden birinin yalan olduğunu biliyor muydun, sana hiç gerçeklerden söz etmedim, sana hiç gerçek anneden ve babadan söz etmedim, sana hiç aldığım nefesin neden canımı yaktığını söylemedim, neden diye sorduğunda gerçekleri hiç anlatamadığım için hep yalan söyledim, bana küçükken şöyle böyle yaptılar şu an daha fenasın yapanlar var diyemediğim için hiçbir gerçekliği olmayan, yalnızca üzgünlüğüme bahane hikayeler anlattım, babam saçımdan tutup kafamı yere vurdu diyemedim, birisine söyle derdin, rahatım bozulmasın diye katlandığım her bir şeyi yüzüme vurmaktan çekinemezdin sen, çünkü bildiğin tek şey, hiçbir zaman her şeyi anlatmayacağımdı, anlatmazdım, tanıyorsun, hala anlatmam. sadece iki adım atsan sana dönebilirim ben, çünkü çok yalnızım, hiç arkadaşım yok. gün boyu ne yaptığım hakkında en ufak bir fikrim yok, içtiğim ilaçların sayısını bilmiyorum, saçlarımı en son ne zaman uzattım hatırlamıyorum, ne yazdığımı ve ne okuduğumu, en son kiminle konuştuğumu anımsayamıyorum, en son ne zaman dışarıya çıkıp karpuzlu soda içtim hatırlamıyorum, yıllardır sinamaya gitmiyor ve yıllardır bowling oynamıyorum, hamburger yemiyorum ve kola içmiyorum, pipeti dişimle ezmiyorum, çizmiyorum, susmuyorum ama hiç konuşmuyorum, bakıp duruyorum ama hiçbir şey görmüyorum, algılayamıyorum, tramvaya binmiyorum, paten sürmüyorum ve bisiklet sürmüyorum, dolaşıyorum çok fazla dolaşıyorum ama vardığım hiçbir yer yok, her dolanbaçlı yolun sonunda araba yolu vardır derler ama benim yollarımın ucu hep bir eve çıkıyor, evin bahçesinden ilerleyip başka bir sokağı buluyorum, dolanbaçlı yollar bitmek biliyor ama bahçeli evler bitmek bilmiyor, döngü kırılmıyor, isyankar olamıyorum, evin çatısına balkondan tırmanıp kendimi aşağıya atamıyorum çünkü ümidim hala var, merak ediyorum, iki adım atacak mısın merak ediyorum, kusursuz görünüyorsun, kusursuzlar adım atmazlar. ama seni tanımıyorum, aylarca konuştuk fakat hiç yıllara varmadık, seni hiç tanımıyorum çünkü söylediklerine hiç inanmadığım için hiç aklımda tutmadım. doğum gününü hatırlamıyorum, sen unutmadın, bedenimin en ücra köşesinin en tozdan grilemiş kısmı dahi titredi, en son bir bebekken teyzemin kucağında titredim ben, ilk onun kucağına vermişler beni, övünür durur, annem sen büyütseydin belki diğer teyzesi gibi olmazdı der, diğer teyzesi kim bu çocuğun, o teyzemi hiç tanımadım ben, en büyük abla, hep iyi abla, kendini hiç sevmeyen abla, biraz deli çokça üzgün abla, anneannemin ölüsünü bulduğu abla, teyzem, hiç tanımadım ben onu. senin hissettiğini bilmiyorum, beni ölürken de sever misin bilmiyorum, beni ölmezken sevdin mi bilmiyorum, en çok da bu yüzden şimdi yanıyorum çünkü ben seni çok sevebilirdim, çokça aşıkta olabilirdim, deli divanen de olurdum, dudaklarını da öperdim ve elini de tutardım, sana seni sevdiğimi de, aşık olduğumu da, deli divane olduğumu da söyleyebilirdim, ama hiçbirinin imkanı hiç olmadı, çünkü ben her şeyi yapabilirdim ama tek bir şeyi yapamadığım için hiçbir şey yapamadım. senin beni sevdiğine hiç inanmadım, eskiden inandıramadın derdim, büyüdüm, kavradım, şimdi inandıramazdın ve inandıramazsın diyorum. sana yazık ettim ben, ama sen yazık oldun mu, bilmiyorum.
15 notes · View notes
ayni-gecenin-altinda · 5 months
Text
Aşık değildim? Platonik de değildim? Dünyanın en sap insanı olabilirdim ki bundan memnunum fakat niye şarkı dinlerken benim bile farketmediğim birisine platonikliğim varmış gibi hissediyordum? Bence ben delirdim
0 notes
olafkardanadam · 6 months
Text
“Senin duymak istediğin kelimeleri söyleyemez. Sen de ona duymak istediklerini duyuramazsın. Aşkın dili bazı zamanlar sessizlikten ibarettir.”
“Arzuladığım aşk böyle bir şeydi. Tıpkı dedem ve nenemin aşkı gibi. Gerçek aşk.. Beraber yaşamak ve beraber ölmek. Birbirinin kollarında. Arkada gözü yaşlı kimse bırakmadan. Onlar gittiler…beraberce… Beni yalnız bıraktılar. Jhilmil’in yerinde ben olabilirdim. Ama Barfi’ye Jhilmil sahip oldu. Çünkü o aşık olmayı planlamamıştı. Sonuçlarını düşünmedi. Hayatının nasıl olacağını düşünmedi. O sadece koşulsuz sevdi. Ve sonunda her şey güzel sonuçlandı.”
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
76 notes · View notes
deccal31 · 1 year
Text
Birazdan gün ağaracak. Başım ağrıyor. Kelimelerimin sonunu bilemiyorum. Ölümsüz olarak görüyorum kendimi. Ölmek istemiyorum. Eğer ben ölürsem yukarısı çok karışır. Yeryüzünde tanrıyı öldürdüm yukarıdaki düzenini de bozarım diye o da korkuyor benden. Zaman ve mekandan ayrılalı belli bir zaman geçti. Bir kıza aşık olmuştum. Sonra vazgeçtim. Az yedim, çok içtim. İçiyorum halen. Yakıştırdım alkolü kendime. Hiç birini ayırmadım. Yeni bir beslenme biçimi geliştirdim, kendi üzerimde test ettiğim. Yeni bir düzen kurdum.
Sadece alkol insanların ihtiyacı. Alkol her derde deva çünkü. Götüyle içenler hariç tabi. Onlara da terapiler düzenleyip nasıl içmeleri gerektiği anlatılmalı. Okullar ve meslek örgütleri kurulmalı ağzıyla içemeyenlere öğretmek için. Kimyasallara gerek yok, antidepresan yada uyuşturucu. Psikologlar insan bedenine ve bünyesine göre içki çeşidi reçete etmeli hastalarına. Doktorlar anestezi yerine ameliyata gelmeden önce yetmişlik rakı için gelin demeli hastalarına. Kanser hastalarına absinthe. Devlet karşılamalı reçete bedellerini. Kapitalist düzene karşı ilk adım olur muhtemelen. Yemek yemekte kısıtlanmalı. İnsan, bok üreten bir biyolojik form olmaktan çıkarılmalı. Yemek için yaşayanları, özel terapilerle fit bir vücuda kavuşturmalı sivil toplum örgütleri. Etlerini yemek için hayvan büyütenlere, ağır yasaklar getirmeli devletler. Bir anneden kuzusunu ayırmanın ve onu ateşlerde yakarak çevirmenin ne kadar acı verdiği anlatılmalı insanlara.
Her neyse.
Bitmeyen bir öfkem ve mutsuzluğum var insanlara karşı. Kızgınım yaşadıklarına, yaşamaması gerekenlerin.
Ben mi farklıyım, farklı olmak için mi doğdum bilmiyorum.  Ama emin olduğum nokta konuştuğum ve tartıştığım hiç kimseyle aynı görüşü paylaşmıyor oluşum.
Fakat gerçek olan benim. Dünyanın en gerçek adamı! Bana ait bir başka gezegen varmı bilmiyorum fakat o gün gezegeni bulana kadar  insanlara ve kendime zarar vermeye devam edeceğim...
 Artık kendimi anlatacak ya da insanları kandıracak kadar zamanım kalmadı. İçimdeki ütopya ile öleceğim. İnsanlara yalan söylemek için açtığım ağzımdan dökülen pisliği, içimdeki ses temizlemez biliyorum. Kendimi dünyanın en iyi yalancısı olarak yetiştirmeye çalışıyorum, basit zevklerden çok, rahatsız edilmemek uğruna sahte kelimeler türeten. Birbirlerine gün ve gece kadar zıt olan iki sesin de aynı dudakların arasından çıkıyor olmasından rahatsız değilim. Düşüncelerime ve beynimden geçenlere en yakın cümlelerin ağzımdan çıktığı gün, yavaş yavaş yok oluşum başlayacak. Ve nefes alıp vermemi durduracak fiziksel bir hareket yapamayacağım.
 Yalan güzel şey aslında, Yalan ancak ayrıntılarla gerçek olur. Birini kandırmanın en iyi yolu ayrıntılardır. Tabiî bu ayrıntıların sayısı arttıkça, daha sonra hatırlanması gerekenlerin de sayısı artar. Ama birine bir hikâye ancak bütün ayrıntılarıyla anlatılmalı, yoksa inanmaz. İnandırıldıktan sonra herşey yaptırılabilinir birilerine, kötü alışkanlıklar kazandırıabilinir, ihtilaller çıkartılabilinir, aşık edilebilir mesela.
 O kadar istedim ki birine aşık olmayı, gerçek bir duyguyu içimde hissetmeyi. Eğer pişmanlık hissedersem devamı da gelir, diyordum kendime. Sevmeyi bile öğrenebilirim yeniden, diyordum. Yeniden bir insan olabilirdim. Ama şimdi anlıyorum ki benim için artık çok geç. Ne bir pişmanlık duyuyorum, ne de gözpınarlarım ıslanıyor. Hiçbir şey hissetmiyorum.
 Şimdiyse sınav kâğıdını doldurmuş ve zilin çalmasını bekleyen bir öğrenci gibiyim. Ve o öğrenci gereksiz, nedensiz ne kadar hareket yapıyorsa dakikaların üstünden atlayabilmek için, ben de en az o kadar nedensiz davranıyor ve bekliyorum. Zilin çalmasını.
 Yıllarca sevişmemiş birinin orgazmına benzerdi, şimdiye kadar hiç harcamadığım bedenimdeki olanca sevgiyle birini sevmek.
 Fakat tanıdım ben kadınları. Biliyorum nasıl yaşadıklarını. Neler içip neler yediklerini. Rimelli gözleriyle süzdükleri hayatı nasıl elekten geçirip yaşadıklarını da biliyorum.
Ama yetmedi. Hiçbiri yetmedi. Kadınlar bana fazla geldi. Belki de varlıklarından şüphe ettiğim bütün duygular içimde ama onları uyandıracak olanlar ortada yok. Belki ben de normal bir insanım ama ilgilendiklerim ne bu dünya üzerinde, ne de bu yüzyılda. Beni korkutabilecek kadar korkunç bir insan yok, bir olay yok. Bende birini çok severdim. Eğer insan olsaydım
 Hiç uykum yok. Hiç uyuyamıyorum. Domuz gibi içiyorum. Ama gözlerimi kapalı bile tutamıyorum. Sabaha beş saat var. Annemi düşünüyorum. Nerededir şimdi?
 Mutsuzluğuma hiçbir çare aramıyorum. Ve en büyük acının kendiminki olduğunu düşünen biri gibi davranmıyorum. Dünyadan haber olmayan bütün geri zekâlılar gibi.
 Yarar yok bu dünyada! Ölüm varsa yarar yok! Ölüm bütün sihri bozar. Kurtardığın hayatlar da ölür.
 Ama benim, her zaman için hatam çok soru sormam oldu. Bu huyum çok meraklı olmamdan değil, yanıtları bilemeyişimden. Bana yöneltilen sorulara yine sorularla yanıt verebiliyorum ancak.
Gölgesinden hızlı silah çeken o çizgi film kahramanı gibi.
Hayatı anlattım bir süre yakınımdakilere, hayatın matametiğini.
Hayatın irrasyonalitesini. İrrasyonel sayılar varken bir sayıdan sonra diğer bir tam sayının gelemeyeceğini. Eğer 1’den sonra virgül konursa ve bunun da kıçına sonsuz sayı konabiliyorsa 2 nasıl gelir. Yanıtsız bir soru. Ve işte matematiğin hatası! Dolayısıyla matematik yok. Onun üzerine kurulmuş dünya düzeni de yok... Ama ben anlayabilirim. Anlayabilirim bu sorunu. Ve o zaman ortaya yaklaşık sayılar çıkar. Yani hiçbir sayı tam değildir. Hepsi tama yaklaşır. Ama varamaz.
 Ve dünya da aslında tam gibi görünürken, aslında bir irrasyonellik harikası. İşte bunun için hayat yoktur. Olsa dahi o da irrasyoneldir! Yani anlamsızdır. Ne bir başlama nedeni, ne de bir oluş nedeni vardır. Evrende uçuşan kocaman bir irrasyonellik.
 İnsanların ilişkilerini matematiğin değil kendilerinin belirlediğini anlattım. Ama beni dinlemedi. Bir türlü anlayamadı
 Ben hayata değil, ama ölüme inandım. “Hayat yok ama ölüm var!” dedim kendime. Ve boşalmanın, seks ne kadar uzun sürerse o kadar zevkli olduğunu düşünerek, hayat ne kadar sürerse ölümün de o kadar muhteşem olacağına inandım. Ve elimden geldiğince hayatla sevişmemi uzatmaya çalışıyorum. Tek kurtuluşum bu.
 Hiçbir zaman fazla konuşmadım. Konuşmayı çok sevmem çünkü. Kendini bu dünyada bu kadar yalnız hisseden biri sıradan bir insanla ne konuşabilirki. Dinliyorum sadece. Dinlemek ve tartışmaya girmemek en güzeli. Çünkü dünya üzerinde herhangi bir insana kendi düşüncelerini benimsetmenin hiçbir yolu yok. Saf ve salt düşüncelerini. Bir şeyler verebilirsin, ama insan onu yontar. Evirip çevirir. Kendine göre düzenlemeye çalışır.
O yüzden kimse anlatmasın bana anarşist, kapitalist, Marksist, faşist gibi düzenlerin varlığını. Hiç birini kabul etmiyorum. İnsan eliyle çıkmış hiçbir yazıyı veya toplum yönetme düzenini kabul etmiyorum. Eğer geçmeseydi Kuranıkerimin üstünden onlarca kuşak, ben inanırdım yazılanların hepsine. Ama inanmıyorum o onlarca kuşağın dürüstlüğüne. O onlarca kuşağın dinine sadakatine inanmıyorum. Çünkü insanı tanıyorum. Çünkü kendimi tanıyorum. Canı öyle çektiği için duaları değiştirecek her dinden kuşaklar tanıyorum. İnsan dokunduğu her şeyi kirletmiştir bugüne kadar. Dinin kendini bundan koruması o kadar uzak bir ihtimal ki! Kimse gelip anlatmasın bana insanın iyiliğini, din kitaplarını. Ben sadece mucizeleri kabul ederim. Onlara inanmak, insan zekâsının kötü tarafından çıktığı belli olan yazılara inanmaktan daha kolay. Kızıldeniz’in yarıldığına, gerektiğinde kadının dövülebileceğinden daha çok inanıyorum. Çünkü mucize bana daha temiz geliyor. Ne birinin çıkarına, ne de bir başkasının zararına binlerce yıl önce bir denizin yarılmış olması. Ya da bir mağara girişinin örümcek ağıyla kapatılması, dört kadınla yatılan aynı yataktan daha inanılabilesi. İnanılanın bu dünya dışından gelmesi gerekir beni benden alabilecek bir şey. İsmi fark etmez. Her neyse, benden olmamalı! Bendeki çıkarcılığı, kıskançlığı, hırsı onda da gördüm mü, soğurum yazdırdıklarından. Ama ben bilirim ki yine insandır onları ortaya serpiştiren. O kutsal kitaplara kanlarını karıştıran. İnanırsam bir gün boyun eğerim iyiliğe. Ama matbaadan çıkmış bir kitaba inanmamı beklemek, zekâmla alay etmek dışında benden insanın kötülüğünü de unutmamı beklemek olur. Tanıdığım o iğrenç türü de unutursam bir gün, inanırım elbet yazılanların hepsine... Dürüst olalım. Dinler ve Tanrılar! Hepsi ben ölünceye kadar.
 Eskiden kendimden geçerdim. Kendimi çiğneyip geçerdim. Ama şimdi, bedenim çelikten bir duvar gibi. Kırıp geçmenin imkânı yok. Ve çok yükseklerden düşeceğim. Unutuyorum. Hissetmiyorum. İstemiyorum. Yaptıklarım, daha çok eski alışkanlıklar. Konuşmalarım, elli kelimelik bir bulmaca. Çok fazla tanıdım hayatı. Şimdi kusma zamanı! Ama her tükürdüğüm pislik, yanında benden bir parça da götürüyor..
 Kimse bana tecavüz etmedi dokuz yaşımdayken. Kendiliğinden geldi acılarım. Yerleştiler içime. Sonra alıştım ve kabullendim. Sanki dünyada başka türlü bir hayat yaşanamazmış gibi... Ben ki saplantılardan nefret ederim, kendim taşlaşmış bir pislik haline geldim.
 Alkolik bile olamadım, diye düşünüyorum... Daha gidecek yolum var. Asfalt bitti. Toprak başladı
 Ama biliyorum, izin vermeyecek insanlar rahatça kendimi yok etmeme. Arkadaş olacaklar. Âşık olacaklar. Sırdaş kesilecekler başıma. Robinsonun bile yanına Cumayı veren dünya, üzerinde yaşayan bütün insanları tanıştırma gibi hastalıklı bir saplantıya sahipken uzak kalmak çok zor olacak gündüzün ve gecenin seslerinden. Ve o yeri bulana kadar gideceğim. Toprak yolda bitene kadar.
 Düşündüm her şeyi. Kaybettiklerimi... Bir gece, çok sarhoşken değer verdiğim nadir insanlara nasıl hakaretler yağdırıp gittiğimi düşündüm.
Ama dediğim gibi, en büyük hatam insanlardan cümlelerimi bitirmelerini beklemekti. Hayatımın belli bir dönemine kadar hep böyle yaptım zaten. Gözlerinin içine baktım beni bilsinler diye. Kadınlardan bunu bekledim. Birisi gelip, “Evet, ben seni tanıyorum” desin diye bekledim. Ve o kadına âşık olacaktım. Sırf bu sihirli gün için bir sürü diyalog hazırlamıştım kafamda. Ama sonra anladım ki böylesine bir kadın yoktu. Düşünmeye başladım. Temel olarak bir yaratıcıyı kabul ederek. “Benden” dedim. “Bir tane yollamış yeryüzüne. Yalnız kalmamı istercesine. Sadece bir tane.
 Gözlerim açık öleceğim ben. Uyurmuş gibi değil. Midem boşken öleceğim. Boğazım kupkuruyken. Hiçbirine ihtiyacım yok. Büyük oynuyorum çünkü. Tanrılığa oynuyorum. İnsan olmamaya...
  Konuşmaktan nefret eden ama aynı derecede güzel ve etkileyici konuşan biriyim. İnsanları kendi silahlarıyla vuran bir uzaylı. Doğru zamanda dünyaya gelmiş olsaydım, sıkıntıdan, bir peygamber ya da büyük bir siyasî lider olabilirdim.
 Bazen kapatıyorum gözlerimi ve bembeyaz bir ekran hayal ediyorum. Gördüğüm lekesiz bir beyazlık. “Hayat” diyorum. “İşte bu! Bembeyaz. Hiçbir şey yok üstünde, altında. Zihnim bembeyaz. Bildiğim her şeyi unutmuşum. Tereddüt ettirecek bir bilgi kırıntısı bile yok kafamda. Sadece iç organlarım var derimin altında. Tek bir düşünce yok
 Ve sonra araladığımda gözkapaklarımı küfrediyorum iradesizliğime. Küfrediyorum insanlığıma. O kadar çok renk var ki içine düştüğüm çukurda, her yer kararıyor ve simsiyah oluyor gözlerimi açınca. Aslında gözlerim kapalıyken iyi bir insan oluyorum ben. Hiçbir şeyi fark edemeyen, duygularından yoksun, bitkisel hayatta olan... Aralamaya başladığımda gözkapaklarımı, başlıyor cehennem tiyatrosu.
 Bir zamanlar benim de dostlarım ve beni sevdiğini söyleyen kadınlar vardı. Gerçek olanlar. Ağızlarından çıkacak olanları merak ettiğim. Sonra anlayamayacakları kadar kötü oldum yanlarında. Daha doğrusu, kontrolüm altında giden ilişkilerimizin bazı anlarında gerçek yüzümden birkaç parça gösterme hatasını yaptım. Bazen yüksek dozda alkolün yüzünden, bazen de yüksek dozda sıkıntının. Korktular, yada iğrendiler. Acıyanlar da vardı birkaç tane ama onların dürüst olduklarını düşünmüyorum, çünkü olsalardı beni çözmeye çalışarak, sahip olduğumu varsaydığım sorunlarımı anlamak için çabalarlardı. Aslında acıdıklarını söyleyenler de iğrenenlere dahildi. Sonuçta teker teker yok oldular. Geriye kimse kalmadı. Gidenler gider geriye birkaç hatıra kalır. rüyada görülür en fazla iki yıl. ölümden on yıl sonra ne yüzü hatırlanır, ne yaşananlar, ne de konuşulanlar.
Bu kadar basit olduğu için hiç sevemedim dostlukları, aşkları. Romeo ve Julietin yaptıkları gibi beraber ölmeyi tercih edenlerin sayısı çağımızdaki kadar az olmasaydı, belki inanırdım ben de sadakate. Ama bir insanı gömmek dostluğunu, aşkını da gömmek olduğundan yapacak bir şey yok. Fazla bir tercih imkânı yok. Canlıların birbirlerini öldürüp yemelerini ana hareket edinmiş ekolojik sistem ne kadar faşistse, öleni gömmek de o kadar canavarca. Doğanın gereği faşistlik. Güçlünün zayıfı yemesi faşizan ve doğal. Ölüyü gömmek de dostluk, aşk gibi kavramları yalanlayan en büyük doğa geleneği. Ki bu gelenek hayatta kalana unutmayı emrediyor. Unutmak için toprağa gömmeyi. Yoksa kokutuyor cesedi. Çürütüyor gözlerinin önünde artık nefes almayan dostunu, sevgilini. Kesinlikle bir tercihi yok. Hiçbir şeyi seçemeden de gömülüyor toprağa. Yerin iki metre altındayken de bin bir böceğe lunapark oluyor daha önce bin bir dudağın öptüğü bedeni. Ölenleri unutuyoruz. Yas tutmak bir hayal. İnsan ve doğa. Biraz geç yatmak yeter bütün bunları görmek için. Eğer bir önemi olsaydı gittiğim yerlerin, tanıştığım insanların, yaptığım uzun konuşmaların, bir farkı olurdu anlattığım zihinlere. Ölümlerini göstermezdi hayat bana. Bende anlatırdım her ayrıntıyı. Ama ben doğanın bana emrettiğini yapıyor ve unutuyorum. Bütün fazlalıkları unutuyorum.
seni unutuyorum...
1 note · View note
thecemeteryofsouls · 3 years
Text
"Bir keresinde ben de aşık olmuştum," dedi gülerek. Fakat bu öyle bir gülüştü ki canının yandığını hissettmiştim. "Bakma bana öyle çocuk, ben de çocuktum bir zamanlar..
Fransızdı... Annesinin ve babasının Burgonya bölgesinde bağları vardı...
Ailesinin yanına gitmişti... Noel'de ise Boston'a, yanıma dönecekti. Dönmesini istemiyordum. Garip açıklanamaz bir sebepten ötürü, Noel'de ailesiyle kalmasını istiyordum. O vakitler biraz aramız açıktı... Aslında onun benimle arası açıktı. Kanser tedavisi görüyordu, saçlarını kaybetmişti. Bu onun psikolojisini öyle bozmuştu ki, kıskançlık krizlerine giriyordu. Herkesten kıskanıyordu beni, ne söylesem yanlış anlıyordu, devamlı ağlıyor ve artık onu sevmediğimi söyleyip duruyordu.
Acıydı... O vakitler, yaşadığımız şey oldukça acıydı..." dedi John düşünceli bir şekilde. Yüzüne küçük bir tebessüm yerleşti. "Yanlış anlamasından korktum Nina, kıskanmasından korktum ve içimdeki o hissi yuttum. 'Gelme' diyemedim"
"Bir şey mi oldu? Geldiğinde bir şey mi oldu?" "Bindiği uçak düştü, ve ben o vakit büyüdüm çocuk.
Terapi görmem gerektiğini söylediler, dinlemedim. Benden alkolik diye bahsettiler, umursamadım. Kumara başladım. Ne bileyim, iyi geldi.
Ama benim için en kötüsü, babamın ne hissettiğini en içeriden anlamaktı... Fakat benim hesap soracağım kimse yoktu. Tanrı? Dine pek bağlı biri değilimdir ben Nina, ama sanırım şuna inanıyorum: Tanrı kalbimizdedir. Ve bazen bize kalbimizden seslenir. Biz buna 'his' deriz. Bazı hisler, yabana atılmaması gerektiği kadar kudretlidir. Ben Tanrının sesine kalbimi kapatmasaydım, şimdi evimde, karımla, belki de çoktan doğmuş çocuklarımla oturuyor olabilirdim.
Joseph seni affetmeyebilir. Ve sana bir ceza kesebilir. Bu beklediğinden daha kötü bir ceza da olabilir. Veya atacağın adım sana başka zararlar da getirebilir. Hangisinin acısının büyük olduğunu hesaplamak senin elinde Nina. Ben eğer ona gelme deseydim, benden ayrılırdı sanırım. Alınırdı. Kırılırdı. Kızardı. Altında bir şeyler arardı. Benden ayrılmasını tercih ederdim. Keşke korkak davranmasaydım..."
🪸
22 notes · View notes
busonsozum · 3 years
Text
Ben senin bana yansıttığın kişiliğine aşık olmuştum, belki de hiç olmayan birine.. ben beni mutlu edicek tarafına aşık olmuştum, mutluluğuma engel olucak tarafına değil. Beni gerçeğinle yüzleştirip gitmeseydin, kafamda kurduğum tarafınla mutlu olabilirdim belkide...
4 notes · View notes
grinin-koyu-tonu · 4 years
Text
...İlk konuşmaya başladığında bile bişeyler hissetmiştim ama emin olamamıştım. Sesini duyduğum anda nasıl aşık olabilirdim ki? Yada, bi insanın sesine nasıl aşık olabilirdim? Oldum, bi sebep aramadan görünüşünü bile görmeden sevmiştim ben... Bana o kadar km öteden hiç yaşamadığım duyguları yaşattı, onun için ağlarken onu aklıma getirip gülebiliyodum işte caresizlik:/ Tanıştığımızdan itibaren tek istediğim onun yaşadığı yeri, o şanslı yeri görmek isterdim. Aslında kolayca güvenen biri değildim onun sesini duyana kadar... Güvendim işte. o kadar mesafeye rağmen tek kelimesi ile mutluluktan sırıtabiliyodum:) hiç canlı göremediğim, saatlerimizin bile farklı olduğu birine aşık oldum bende... Ama bi kez daha anladım kolay kolay güvenilmemesi gerektiğini. gülüm derdi hep, o kelimeyi sevmezdim ama sevdirdi o kadar yakışıyordu, o kadar içime işliyodu ki sadece bana özel demediğini bildiğim halde özel hissettiriyodu ki bence öyleydim onunla tanışabildiğim için. Neyse o naptı? Hiçbişey demeden gitti merak ettim, elimden bişey gelmedi ve hergece ağlattı:") Mesafeler yüzünden benim hakkım sadece sesini duyabilmekti artık o da yok. Sevmek zorunda değildi ama neden üzdü ki?? O belki hiçbişey olmadan hayatına devam etti ama aslında cok şey değişti o farkında olmadan... Herşeyin eskiye dönmesini cok bekledim ama hiçbişey eskisi gibi olmadı aynı kalan tek şey yine üzülüp yıpranan ben olmuştum:")
23 notes · View notes
falling--the--dark · 4 years
Text
"Bir keresinde ben de aşık olmuştum," dedi gülerek. Fakat bu öyle bir gülüştü ki canının yandığını hissettmiştim. "Bakma bana öyle çocuk, ben de çocuktum bir zamanlar..
Fransızdı... Annesinin ve babasının Burgonya bölgesinde bağları vardı...
Ailesinin yanına gitmişti... Noel'de ise Boston'a, yanıma dönecekti. Dönmesini istemiyordum. Garip açıklanamaz bir sebepten ötürü, Noel'de ailesiyle kalmasını istiyordum. O vakitler biraz aramız açıktı... Aslında onun benimle arası açıktı. Kanser tedavisi görüyordu, saçlarını kaybetmişti. Bu onun psikolojisini öyle bozmuştu ki, kıskançlık krizlerine giriyordu. Herkesten kıskanıyordu beni, ne söylesem yanlış anlıyordu, devamlı ağlıyor ve artık onu sevmediğimi söyleyip duruyordu.
Acıydı... O vakitler, yaşadığımız şey oldukça acıydı..." dedi John düşünceli bir şekilde. Yüzüne küçük bir tebessüm yerleşti. "Yanlış anlamasından korktum Nina, kıskanmasından kokrtum ve içimdeki o hissi yuttum. 'Gelme' diyemedim"
"Bir şey mi oldu? Geldiğinde bir şey mi oldu?" "Bindiği uçak düştü, ve ben o vakit büyüdüm çocuk.
Terapi görmem gerektiğini söylediler, dinlemedim. Benden alkolik diye bahsettiler, umursamadım. Kumara başladım. Ne bileyim, iyi geldi.
Ama benim için en kötüsü, babamın ne hissettiğini en içeriden anlamaktı... Fakat benim hesap soracağım kimse yoktu. Tanrı? Dine pek bağlı biri değilimdir ben Nina, ama sanırım şuna inanıyorum: Tanrı kalbimizdedir. Ve bazen bize kalbimizden seslenir. Biz buna 'his' deriz. Bazı hisler, yabana atılmaması gerektiği kadar kudretlidir. Ben Tanrının sesine kalbimi kapatmasaydım, şimdi evimde, karımla, belki de çoktan doğmuş çocuklarımla oturuyor olabilirdim.
Joseph seni affetmeyebilir. Ve sana bir ceza kesebilir. Bu beklediğinden daha kötü bir ceza da olabilir. Veya atacağın adım sana başka zararlar da getirebilir. Hangisinin acısının büyük olduğunu hesaplamak senin elinde Nina. Ben eğer ona gelme deseydim, benden ayrılırdı sanırım. Alınırdı. Kırılırdı. Kızardı. Altında bir şeyler arardı. Benden ayrılmasını tercih ederdim. Keşke korkak davranmasaydım..."
"Bilemezdin.."
"Hissetmiştim.. Hissetmiştim çocuk..."
32 notes · View notes
insanlardan · 3 years
Quote
Dünyanın En Meşhur Münzevisi
İnanmak gerçekten güç!<br><br>Adam güzel, ilik gibi.
Erkekler için böyle denir mi bilmiyorum ama ilik gibi.
Bakıyorsun, kalıyorsun.
Kafanı çeviremiyorsun.
Hatta ona ayıp oluyor ama sen bakmaya devam ediyorsun.
Ancak biri seni dürterse kafanı çeviriyorsun.
“Allah neler yaratmış!” diyorsun.
Bedeninin her milimini inceliyorsun.
Ama adam sana diyor ki, “Ben ormanda yaşıyorum.”
Şok oluyorsun, kalıyorsun!
Nasıl yani, nasıl oluyor yani!
Adam Prada’nın, Hermes’in, Ferre’nin, Gaultier’in, Kenzo’nun, Ungaro’nun yüzü olmuş, İngiliz GQ dahil bir sürü dergiye kapak olmuş, para oluk gibi akıyor...
Adam parayı alıyor, ormana akıyor...
Şaka değil mi?
Değil. Patrick Petitjean böyle biri.
O öyle seviyor, cep telefonu yok, laptop, internet, pardon ne dediniz, hak getire, bir nevi münzevi...
Modelliğini yaptığı markalarla alakası olmayan bir münzevi.
Ama yine de erkek modellerin en başarılı olanlarından biri.
Bu yıl onu sık sık göreceğiz, çünkü geçen sene olduğu gibi bu yıl da Network’ün erkek yüzü. Beni Patrik’le Mehmet Acar tanıştırdı.
Mehmet, Network&Que Erkek Tasarım Direktörü.
Dünyanın en eğlenceli, en tatlı adamlarından biri.
Huzurlarınızdan ayrılmadan önce, şunu da söyleyeyim, Patrick gerçekten samimi, ellerine bakınca anlıyorsunuz, elleriyle çalışan insanın eli, mankenden çok marangoz eli gibi.
Ve çekim biter bitmez, kendini büyük şehrin içinde bir uzaylı gibi hissediyor, hemen köyüne kaçmak istiyor...
Nerede yaşıyorsunuz?
- Fransa’da bir köyde.
Nasıl yani?
- Sadece 160 kişi yaşıyor.
Şaka yapıyorsunuz!
- Neye şaşırdınız? Köyde yaşamama mı, nüfusun 160 kişi olmasına mı?
İkisine de. Nasıl bir hayat?
- Bak, dur dinle, bu şehir ne kadar gürültülü (Londra’dan söz ediyor) benim yaşadığım yer böyle değil, sakin, huzurlu. Bizim orada, doğanın sesini duyarsın, bir de kendi iç sesini. Ailem yakınımda. Ormanım da var, daha ne isterim?
Annenizle, babanız ne işle meşguller?
- Babam artık melek, ne yaptığını tam bilmiyorum.
Çok özür dilerim.
- Önemi yok, epey oldu kaybedeli. Annem emekli. Üç kız kardeşim var. Ben en küçüğüm.
Ailedeki herkes sizin gibi güzel mi?
- Fena değiller.
Bu gözlerin gerçek sahibi... Kimden almışsınız gözlerinizi?
- Dedemden.
Bütün köy, ona aşık mıymış?
- Nereden biliyorsunuz?
Bilmiyorum, uyduruyorum...
- Gerçekten öyleymiş. O derin okyanus gözlere bakan, bir daha gözünü alamazmış, mıknatıs gibi çekermiş.
Sizinki de öyle. Çocukken hayalleriniz neydi?
- Çocukluğum yalnız geçti. Annemle babam bir restoranda çalışıyordu, hep çok meşgullerdi, hep çok işleri vardı. Ben kendimi oyalamayı çok erken yaşta öğrendim. Yalnızlığı severim. Kalabalıkları sevmem.
İyi de sebebi ne?
- Siz neden bu kadar meraklısınız mesela... Kişilik değil mi? Benimki de böyle bir kişilik. Yaratılışım diyelim. Doğayı ve doğal olanı seviyorum.
Beni şaşırtan, dünyanın en havalı ve en pahalı mankenlerinden birinin, böyle Crocodile Dandy gibi konuşması!
- Niye şaşırıyorsunuz ki? Benim dinim doğa. Zaten hayatta gerçek olan tek şey doğa. Başka ne realite var ki? Doğum, ölüm, doğa. Kendimi doğada buluyorum; en çok, doğada yaşadığımı hissediyorum.
Eğitim?
- Okudum bir miktar...
Herkes büyük şehirlere kapağı atıp, üniversite filan okumak ister. Görmek ister, gelişmek ister, öğrenmek ister. Yanılıyor muyum?
- Biraz. Ben de dünyaya gezmek istedim. Macera yaşamak istedim. Harita üzerinde parmaklarımla dokunduğum ülkeleri, adaları keşfetmek istedim...
Edebildiniz mi?
- Edebildiğim kadar ettim. Gemilerde çalıştım. Karayipler’de yaşadım. 25 yaşına kadar. Serseri zamanlar... Sonra ülkeme döndüm askerliğimi yaptım, bir restoranda çalışıyordum...
Peki bu modellik işi nereden çıktı?
- Kız kardeşimin marifeti. “Modellik yapmalısın, çok para kazanırsın!” dedi. Her şey onun başının altından çıktı. Fotoğraflarımı yollamış, Milano’da bir ajansa.
O zaman sizi bir manken avcısı yollarda durdurmadı? Genelde öyle oluyor mankenlerin keşfedilmeleri...
- 160 kişinin yaşadığı bir yerde, kim kimi durduracak?
İtiraf etmeliyim ki, anlattıklarınıza inanmak kolay değil. Fere, Ungaro, JP Gaultier, Prada, Hermes, Kenzo neredeyse bütün ünlü markaların yüzü olmuşsunuz. Dünyanın en rağbet gören, en çok aranan erkek modellerinden birisiniz.
Şöhretin, paranın, kadınların, parıltı bir hayatın tadını çıkarma zamanı... İnzivaya çekilmek de nereden çıktı?
- İyi ama benim için önemli olan bunlar değil ki. İşimi düzgün, kusursuz yapıyorum. İşim bittiği andan itibaren de, fotoğraflardaki o model değilim ki ben artık. O bir imaj.
Peki nasıl olur da, ünle, güçle filan alakanız olmaz...
- Meşhur olmak özgürlüğünüzü vermek demek. Ben bunu istemiyorum. Para kazanmak için bu çekimleri yapıyorum, sonra paramı alıp, köyüme dönüyorum. Orada basit ama iyi bir hayatım var. İnsan görmek istediğim zaman da pazarda antika satıyorum.
Antika dükkanınız mı var?
- Yok, hayır. Tezgahta satıyorum. Küçük bir hayat, küçük bir tezgah, küçük bir orman. Ama çok yürürüm...
Odun da keser misiniz?
- Tabii, gerekiyor çünkü. Doğada yaşıyorum neticede. Bir de bitkileri seviyorum. Farklı farklı bitkiler yetiştiriyorum. Onlara gözüm gibi bakıyorum. Özen ister, incelik ister. Bitkiler, onu seveni bilir...
Öyle bir anlatıyorsunuz ki, sanki modellikle filan da alakanız yok.
- Yok zaten. Ben manken değilim, yürümeyi filan bilmem, herhangi bir eğitim almadım. Duruyorum zaten, “Oraya, buraya bak” diyorlar, bakıyorum, “Şunu bunu yap” diyorlar, yapıyorum. Hepsi o kadar.
Peki kazandığınız parayla ne yapıyorsunuz? Londra’da, Paris’te daire almak gibi niyetiniz yok mu?
- Allah korusun! Ben şehirden kaçıyorum. Alsam alsam, ormanımın yanında yeni toprak alırım.
Kendi fotoğraflarınızı basılmış olarak görünce ne hissediyorsunuz?
- Hiçbir şey. Başarı değil ki bu.
Ne peki?
- Bilmiyorum.
Bütün o kapak olduğunuz dergileri ne yapıyorsunuz?
- Ben hiçbir şey yapmıyorum. Annem saklıyor, arkadaşlarına gösterip hava atıyor.
Modelliğini yaptığınız bu ünlü markaların ürünlerini kullanmak istemiyor musunuz hiç?
- Benim böyle şeylerle alakam yok.
Peki bu anlattıklarınız biraz garip. Sizin gibi insanlar yok bu yüzyılda. Bizim dünyamızı ait değilsiniz. Uzaydan gelmiş gibi?
- Bu dünya, tüketim dünyası, modern dünya... Tamam, anlıyorum, saygı da duyuyorum ama ben almayayım. Ben bu dünyanın parçası değilim, olmak da istemiyorum. O yüzden kendimi koruyorum.
BEBEK YAPMAK İSTİYORUM
Gelecek planlarınız?
- Kafama uyacak bir kadın arıyorum. Aşık olup bebek yapmak istiyorum. Bir ya da iki. Gerçek şeyler yaşamak istiyorum.
Yaşadığınız yerde sizin için özel olan ne?
- Kökü olmayan ağaç kurur, benim köklerim orada.
Kız kardeşleriniz de hayata sizin gibi mi bakıyor?
- Yok, hayır. Onlar benim gibi akıllarını kaçırmış durumda değiller. Bir kere onlar daha sosyal; giysi, araba, eşya seviyorlar. Böyle şeyler benim derdim değil, 40 yıl aynı paltoyu giyebilirim.
Ailenize maddi olarak destek oluyor musunuz?
- Olmaya çalışıyorum.
Sizin aslında bu kafayla ‘loser’ (kaybeden) olmanız gerekiyordu. Nasıl oldu da böyle oldu?
- Dedem sağ olsun, ondan ödünç aldığım gözlerle hayatım kurtuldu. Sizin anladığınız anlamda. Kendimi bu yüzden şanslı hissediyorum. Ama ben bütün bunlar başıma gelmeden de ormanımda mutluydum. Odun kırıyor olabilirdim ama hayat bu, ünlü markaların yüzü oldum.
Dalilah bir gece ansızın saçınızı kesiverse, Samson gibi bütün gücünüzü kaybeder misiniz?
- Galiba.
Size, “Saçını uzat daha vahşi bir güzelliğin olur” diyen kim?
- Altı yıl kısa saçla modellik yaptım. Sakalım da yoktu. Bir gün kafama esti, modelliği bıraktım, beş yıl yapmadım. Sonra bir moda stilisti beni tekrar başlamaya ikna etti, saçımı uzatmamı da istedi. Kırmadım, herkesin hoşuna gitti, benim de. Bu saçlar ruhumu da yansıtıyor.
TERİM TENİMİN KOZMETİĞİ
Bu endüstri sizden sıkılıp, sizi bir kenara atınca ne hissedeceksiniz? Hep yeni yüzler yeni bedenler arıyorlar?
- Hayat uzun bir yolculuk, öğrenecek çok şey var. Modellik yolu biter, benim kendi kişisel yolum devam eder?
Size İsa’ya ya da Che Guevare’ya benzediğinizi söyleyen oldu mu?
- Onlar özel insanlar, ben onlar gibi değilim. Basit, sıradan bir köylüyüm.
Sizi hiç reddeden bir kadın oldu mu?
- Bütün erkekler reddedilir. Benim de onlardan bir farkım yok.
İlişkileriniz uzun sürer mi?
- Ortalama 3-4 yıl. Ama bir sonraki ilişkimin sonsuza kadar sürmesini istiyorum. Bunu gerçekten arzuluyorum.
Şehirli kadınlarla birlikte olabilir misiniz?
- Benimle o hayatı yaşamayı sevecek biri olmalı.
En vazgeçemeyeceğiniz şey...
- Altı kedim var, müthişler, bana aşıklar, ben de onlara...
Gerçekten mi cep telefonunuz yok?
- Yok. Üzerimi arayabilirsiniz.
iPad, laptop...
- Yok. Yaşadığım yerde bir faks var oraya faks çekiyorlar, ben de geri dönüyorum.
Bir ay filan alıyormuş haberleşmek sizinle, doğru mu?
- Niye şaşırdığınızı anlamıyorum, cep telefonu kaç yıldır hayatımızda var ki, teknolojiyi de bu kadar hayatımıza sokmak iyi mi? Ben halimden memnunum.
Bütün bunlar bir imaj mı yoksa? Sizi ilginç yapmak için mi size böyle bir imaj çizdiler?
- İmaj-mimaj yok. Bu benim; gerçek ben. Ha, ama şu var, benim hikâyemi insanlar sevdi. Aslına bakarsan, işi daha da ileri götürüp Aborjinler gibi yaşamak isterdim. Belki ileride bir gün o da olur...
O zaman bu soruyu sormaktan vazgeçeyim: Yüzünüze krem filan sürüyor musunuz diyecektim...
- Dalga mı geçiyorsunuz? Terim, tenimin doğal kozmetiği!
Ayşe Arman
1 note · View note
nekrotikpulpa · 3 years
Text
22 nisan 2021
başka şeyler hissediyorum. daha önce hissettim mi hatırlamıyorum ama başka gibi geliyor bana. tek kelimesini kovaladığım, gözünün içine baktığım biri var. şimdiye kadar yaşamadığım güzelliği yaşatıyor bana. değer veriyor. değerli hissettiriyor. kızıymışım gibi bakıyor gözlerime, bakarken bile kıyamıyor gibi. babam olsaymış gibi mi seviyorum yoksa daha mı farklı emin değilim. ama biraz düşününce babamı böyle sevmeyi, babamın böyle sevmesini çok istediğimi anlıyorum hep.
iftar sonrasında gelecek hastalara kaldık. az biraz uyudu, çok fazlaca izledim. güzeldi. bir annenin çocuğunu izlemesi gibiydi.
babası anlattığı kadar ürkütücü biri değil, aksine şahane tabirini kullanacağım şekilde. gözü her yerde olan, işten kaçmayan, kibar, oldukça cool ve çok samimi biri. çok sevdim. şimdi yazacağım şeylere annemden biraz özür dileyerek başlamak istiyorum. annesi muhteşem bir kadın. evet bizim gibi değil, hayatını oğluna ve işine adamışlığından sanırım. baba kadar eli her yerde olan biri değil ama size kibarlığını, anaçlığını, sevgisini, merhametini, gözüme bakarkenki şefkatini anlatsam anlayamazsınız. bu kadar az zamanda bu kadar hayran kalacağım bir çift ebeveyn tanıyacağımı hayal bile edemezdim. orda yarım saat durduysam 10 dakikası acaba ailem beni böyle sevse ne kadar çok başka biri olabilirdim diye düşündüm. evleri, arabaları, eşyaları, aksesuarları hepsi alışılagelmişin dışındaydı mesela ama onların içlerine bakmaya çalışmaktan, gözüme bakarken verdikleri sevgiyi almaya çabalamaktan hiçbirine çok dikkat edemedim, ki zaten bir önemi de yok gözümde.
şimdi dua ediyorum allahım ne olur bu günü büyüsem,aşık olsam,evlensem, ayrılsam, gülsem, ağlasam, düşsem, kalksam, kan kussam, bal akıtsam hatta ve hatta ölsem unutturma diye. nolur allahım unutturma.
şimdi teşekkürlerin hepsi sana;
öncelikle beni ailenle tanıştıracak kadar yakın gördüğün için, kebap için, samimiyetin için, babam dahil kimseden görmediğim değeri hissettirdiğin için, beni kızın gibi sevdiğin için - ki sanırım ben de bu yüzden bu kadar çok seviyorum seni, bu yüzden bu kadar hayranlığım sana- bir şeyleri benimle paylaşacak kadar güvendiğin için, bu kadar çok konuşmama vesile olduğun için, gözüme anestezi kaçırdığın için,çocukluklarımı alttan aldığın için, mutluluktan ağlattığın için,ağlasam omuz olacağını hissettirdiğin için,kısacası her şey için çok teşekkür ederim. laf olsun diye söylemeyeceğim gerçekten iyi ki tanıdım seni. her şey insanın kendi içinde, kendine olan kötülüklerine üzüldüğüm kadar bana iyiliklerine seviniyorum ki vardır allahın bir bildiği.
seni seviyorum ve bu öyle herkesin bildiği gibi bir sevgi değil.
1 note · View note
ucankusaahtimvar · 4 years
Text
Aslında ben aşka aşık, sevgiye meftun biriyim. Sıcaklığa açım.Fazlaca savrulan bilinmezde bir çocuğum bedenim bunu ne kadar inkar etse de.Ve aşığım bu şehire, hayata ve bana heyecan katan canlı hissettiren her şeye.Belki insanlara da aşık olabilirdim bana ihanet etmeyeceklerini bilsem. Ona da ellerimi korkusuzca teslim edebilirdim, korkup kaçmayacağını bilsem.
 Ne kadar garip değil mi aslında ailemizleyiz, arkadaşlarımızdayız ve en çok kendimizleyiz ama o neden yalnız hissediyoruz bunca şeye rağmen.Aslında kuşlar gibi olabilseydik özgürce uçabilseydik birine ihtiyaç duyar mıydık, sevgi arar mıydık yoksa sonsuzluğun ve zevklerin içinde kendimizi mi kaybederdik.
Garip hissediyorum hem var gibiyim ama bir o kadarda yok gibiyim. O kadar aşkla doluyum ki bunu hissettirmek isterdim fakat o kadar hissedemiyorum ki bunu gerçekliğini sorguluyorum. Kelimelerimi korkmadan söylemek isterdim şu bile yazmaya korkarken ve en çok şu an şefkatli kollarda ısınmak isterdim. Ne kadar kolay gelse de bir o kadar zorken her şey, ben aç gözlü bir şekilde hislerin hepsini aynı anda yaşamak hepsini sindirmek ve sonra tekrar onları elde etmek isterdim. Sanırım asla geçmeyecek bir açlıkta yaşayan ufak bir çocuğum.
1 note · View note
mavihayaller · 5 years
Text
Bazı mekanlar kendi zaman algısını doğuruyor. Kemoterapi salonlardaki üç saat, üç ışık yılı.  Seansların tek çekilir yanı, içeride müzik çalıyor olması… Radyoda bir ara Louis’in What A Wonderful World şarkısı çıktı, peşinden bir de Sinatra’dan Killing Me Softly. Bu muhteşem dünyada yumuşakça ölüyordum…  Yanıma gelen hemşireye, ‘’Radyoda çok manidar parçalar çalıyor.’’ dedim. ‘’Evet ama radyo değil benim playlistim bağlı hoparlöre’’ dedi. ‘’O zaman sikeceğim yapacağın işi. Yumuşakça beni öldürüyorsun adlı şarkı kanser hastalarına dinletilirim mi amcık?’’
Kemoterapiden çıkmış, sahildeki taksi durağına doğru yürüyordum. Mide bulantıma artık şaşıramadığım evredeydim. Her şeye rağmen, bütün kaygılara, bütün dertlere, mevcut koşullarda herhangi bir değişiklik olmadığı sürece, yarın yaşayacak olduğunu bilmek büyük bir lüksmüş. Mevcut koşullarda herhangi bir değişiklik olmazsa, mesela midendeki tümör yığını azalmaz, küçülmez ya da yok olmaz ise, yarının meçhul durumu pek tuhafmış. Bildiğim her şeyi unuttum; müzik dinlemek istiyordum. Yarın da, beş yıl sonra da, beş ışık yılı sonra da…  
Yanımdan hızla geçen boş taksi, kaldırım kenarında yerde duran kimseye zararı olmayan su birikintisini üstüme sıçrattı. Boş taksiyi görememiş olmama mı, sırılsıklam olmama mı üzüleceğimi şaşırmıştım. O anda koluma giren kadın elindeki havluyu bana uzattı;
-          Yardıma ihtiyacın var mı?
Var. Vallahi var… Bugün de, yarın da, beş yıl sonra da, beş ışık yılı sonra da yardıma ihtiyacım var. Biraz sendelediğimi görünce, elini omzuma attı;
-          Gel istersen şu bankta oturalım, güneşte kurursun.
Banka oturduk. Güneş muhteşem bir açıdan vuruyordu. Kendimi ninemin köy evinde balkona asılı biberler gibi hissediyordum.  Ben kadının verdiği havluyla saçlarımı ve yüzümü kurutmaya başladım. O da yanıma oturdu, cebinden kuş lokumu çıkarıp yemeye başladı;
-          Yer misin? Kururken iyi gider.
-          Sağol. Bana yasak.
-          Doğru. Ama bence saçma… İçinde kuş ve lokum kelimelerinin geçtiği bir şey kanser hastasına ne kadar zarar verebilir ki?
Bir anda dönüp yüzüne baktım, kanser olduğumu nasıl anladığını sorguladım kısa süre… Şapkasını çıkardı, saçları yoktu;
-          Öyle bakma! Ben bu saçları Pierluigi Collina’ya hayranlığımdan kazıtmadım. Boynunda asılı ilacın askısı gözüküyor.
Benim kemoterapi seansım hastanede bitmiyordu. Bir de köprücük kemiğimin altına yerleştirilen porta iki gün süren bir büyük tüp ilaç takılıyordu. Onu boynuma asıp iki gün boyunca onunla yaşıyordum;
-          Yaşıyorsun diye onu takıyorlar sana üzülme. Bir olimpiyat madalyonu gibi düşün… Yaşadığın için hemşireler tarafında ödüllendiriliyorsun. Ve bir gün sen dördüncü olacaksın, sana madalyon takmayacaklar. Yani dereceye giremediğin gün, dünyanın en mutlu insanı olacaksın.  O gün de gelecek…
-          Senin madalyonun yok mu?
-          Ben diskalifiye oldum…
Gözlerindeki mavilik biraz solmuş olsa da, gözleri mavi bir kadındı. Aklıma Sezen geldi; ‘’dökülür yedi verenler, teninden rengarenk…’’.
-          Adım Gül bu arada.
-          Kemal.
-          Yani Kemo?
Kahkaha atmaya başladı, sonra sustu;
-          Özür dilerim. Kaderinden kaçamamışsın resmen…
-          Biraz öyle oldu sanırım. Diskalifiye oldum ne demek?
Sigara yaktı, bana da uzattı;
-          Sağol içmiyorum. Çok özledim ama içmiyorum.
Paketini geri koydu cebine, bir duman aldı;
-          Doktorlar artık müsabakalara girmeme gerek kalmadığını söyledi. Yeterince derece almışım, bu saatten sonra bir şey değişmezmiş.
-          Anladım… Üzüldüm senin adına.
-          Neden üzülüyorsun? Üzülme. Bazı savaşların sonunda ölecek olsan bile kazanan sen oluyorsun.
-          Nasıl mesela?
-          Ben kendimi tanıdım. Bu süreçte kim olduğumu öğrendim… Keyif aldım. Her andan… Nefes almaktan keyif aldım… Üstümde bir keşiş doygunluğu var artık. Ve bu doygunluk bana yeterli.
Ölecekti sanırım, benimde yaşayıp yaşamayacağım belli değil. Ölmeyecek olsak aşık olabilirdim Gül’e. Benim asimetriğimdi. Düşünemediğim her şeyi düşünmüş, kabul etmediğim her şeyi kabul etmiş, yüzleşmişti sanki her şeyle. Omzuma parmak ucuyla dokundu;
-          Şimdi geçmişine gidebilsen hangi döneme giderdin?
-          Bilmiyorum ki… Lise olabilir.
-          Neden?
-          Boş derste müdür yardımcısından top almak isterdim.
Gülümsedi;
-          Gerçekten mi ya?
-          Evet. Tam bir mutluluk kombinasyonu. Boş ders, futbol topu, taşlardan kale…
-          Sevdim… Ben Frank Sinatra’nın yaşadığı dönemlerde, Killing Me Softly’i dinlemek isterdim. Canlı canlı…
-          Hay sikeceğim…
-          Noldu be?
-          Sabahki hemşire aklıma geldi. Bu şarkıyı kemoterapi salonunda çalıyordu. Küfür ettim…
-          Hemşirenin adı Mürvet mi?
-          Evet…
-          Ben isterdim ondan. Benim için eklemişti playlistine. Sen de Okmeydanı’ndasın demek ki.
-          Evet… Hadi ya… Karıya boşuna küfür ettim o kadar…
Gülümsedi. Ama bu gülümseme ‘’kalkıyorum’’ gülümsemesi biliyorum;
 -          Kemal ben kalkayım artık. Havlu sen de kalabilir…
-          Tamamdır, çok sağol.
-          Ne demek. Dikkat et kendine.
Banktan kalkıp yürümeye başladı, ayağa kalktım;
-          Gül bir dakika… 15 gün sonra kemoterapime benimle gelir misin?
-          Bir yere gitmezsem gelirim.
-          Nereye gideceksin ki?
-          Valla bilmiyorum… Gidenlerden hiç haber gelmedi.
-          Anladım… 15 gün sonra saat sabah 9’da.
-          Okmeydanı.
-          Okmeydanı.
‘’Açarsın mevsimli mevsimsiz birtanem…’’
13 notes · View notes
benibanabirakyeter · 6 years
Text
Mükemmel biri değilim ama bir şans verilseydi ben de birini sevip ona aşık olabilirdim
148 notes · View notes
ozgena · 7 years
Text
17 yaşımdan beri son birayı fondip içerdim.
Onunla son görüşmemiz bir barda olmuştu tıpkı ilk görüşmemiz gibi. Demek ki onunla ilk tanıştığımda bistrolar yoktu, lansman kelimesi dilimize bu kadar yapışmamıştı tıpkı devrim kelimesinin yakışmadığı gibi. Yani biz ortada kalan çocuklardık. İlk görüşmemizde kahveli bira istemiştim. İğrençsin demişti. Alışırsın demiştim, bundan üç-beş ay önce ben de senin iğrenç olduğunu düşünüyordum. Suratında çoğu kadının gördüğünde anlayabileceği “ ama sonunda bana aşık oldun.” gülüşü beliriverdi.  İlk görüşmemiz olduğu halde ona aşık olduğumu sormayın, uzun bir mesele.
Gözlerine ne kadar uzun bakarsanız bakın hüzün göremezdiniz. Oysa ilk aşık olduğum adamın üzerinde kederden bir ceket, hüzünden bir maske vardı. Demek ki artık onu unutma vaktim gelmişti. Kadınlar bir erkekle geleceklerinin olup olmayacağını düşünmeden önce o adamın onlara geçmişlerini unutup unutturmayacaklarından emin olmak isterlerdi.  Karşımdaydı ve ona tabiri caizse köpek gibi aşıktım. Acılı bir adam değildi. Zaten bir kaç üzüntüsü oldumu hemen beni arar hepsini üzerime yıkar ve sevişeceği bir kaç kadın bulurdu. Yani ilişkimiz tamamen onun acılarını üstlenmemden ibaretti. Beni dinlemezdi çünkü anlatmazdım. Benimle ilgilenmezdi çünkü talep etmezdim. Bir saksı çiçeği gibi yeterince suyumu ve güneşimi verdikten sonra günlerce eve uğramazdı. Ona aşıktım. Bunun farkındaydı ve bu onu daha güçlü biri yapıyordu karşımda otururken. Bu bir savaş olsaydı daha meydana çıkmadan yenik sayılabilirdim ama bu aşktı ve aşık olarak ona kaç gol attığımın farkında değildi. Gülümsedim. Hemen yüz buldu, başladı anlatmaya. Kaybolmayan sakız gibiydim onun için. Her zaman ağzının içinde, istediği zaman çiğneyebileceği. Günü geldiğinde de çıkarıp fırlatmıştı sokağa, üstüme basanlar beni kirlettiğinde hiç umursamamıştı ama kader buydu ya dönüp dolaşıp onun ayakkabılarına yapışmıştım yine.
Son görüşmemiz bir barda olmuştu tıpkı ilk görüşmemiz gibi.  Fazla içmezdi. Onun yerine ben içerdim. Ben içtikçe o sarhoş olurdu. Durmadan gülümserdi. Sadece bir kere gözleri dolmuştu çünkü gözyaşları paltoma damlamıştı. Soğuk bir kış günüydü, bir bankın üzerinde denizi izliyorduk. Ne düşünüyordu bilmiyorum. Ben ondan nasıl kurtulacağımı düşünüyordum. Belki boğazını kessem? Yahut ayağına bir kaya bağlayıp denize atsam? Ömrümün geri kalanında her gün ölmem için bir sebebim olurdu böylece. Kadınlar aşık olduklarında katil olmaya çok meyilli hale geliyorlardı. Bunun çok içtiğim bir akşamın ertesinde kime ait olduğunu bilmediğim bir aynada kendime bakarken fark etmiştim. Onu öldüremediğim için başka adamlarla beraber olarak kendimi öldürüyordum ve bunu bilmiyordu. Bilse önemsemezdi ve bu beni daha hırçın biri yapıyordu. Bir sigara yaktım. Dumanını yüzüne üfledim, elleriyle itti. Beni itmek için ellerini bile kullanmamıştı.  Kadınlar aşık olduklarında en çok ellerinin tutulmasını istiyorlardı. Sırtımı ona bir kere dayamamıştım ve bu yüzden düşmem an meselesiydi.
Karşımda her şeyden habersiz oturuyordu. Bu onun için doğal bir süreçti. Kalbini kırdığı nice kadınlar yanında bana karşı savunması hazırdı;
“Ben seni hiç üzmek istememiştim inan bana.”
“İnanıyorum” dedim. “Üzmek için bile hiç çaba göstermedin ki.”
Gözlerime dik dik baktı. Bizi dışarıdan gören biri mutlaka iki aşık zannerdi. Oysa ona bana aşık olması için alan bırakmamıştım. Burası benim mekanımdı burada sadece ben aşık olabilirdim, ben özlerdim ve ben yenilirdim. Gözleri hüzünlü adamı aklıma getirmeye çalıştım belki karşımdakinden kurtulabilirim ümidiyle. Ama olmadı. Bu ülkenin en iyi psikiyatrislerine gidip hepsine olmayan insanların hikayelerini anlatmıştım. Bir sürü ilaç kullanmıştım. Bir insanın bir senede tüketebileceği alkolü bir  ayda harcamıştım. Başkalarının ellerini kanayana kadar tutmuştum. Kurtulamamıştım. Ama onu aklıma geldiği ilk gün öldürseydim en azından ölüsüne saygı duyardım. 
Biralarımızı tokuşturduk. İlk kez benden önce yarıladı. Sanırım o da tüm gülümseyişine rağmen benden kurtulması gerektiğini biliyordu. Çünkü tüm irademe karşın karşısında vurulmayı bekleyen bir ceylan gözleriyle huzursuca oturuyordum. Bu mutlaka onu daha büyük biri hissettiriyordu. Normalde buna izin vermemem lazımdı ama bir yarış haline getirdiğimiz bu ilişkinin galibi başından beri belliydi. Artık zorlamaycaktım. Literatürde “aciz’‘lik olarak geçen kelimenin karşısına artık adımı yazabilirlerdi. Tek isteğim barın kapısından çıktıktan sonra evime gidip yıllarca uyuyamadığım kadar rahat bir uyku çekmekti. Bunun için artık ilaçlara ihtiyacım yoktu, yalanlara, başka adamlara ve gereksiz ego tatminlerine gerek yoktu. Kaybetmiştim. 
’'Biranı içtikten sonra siktirip gider misin” dedim.
“Beni artık sevmiyor musun” dedi. 
“Sevmemek için önce sevgiye inanmak lazım. Benim inanacağım hiç bir şey kalmadı’'dedim.
Bardakta geri kalan birasını içti. Gitti. Arkasına bakar mı diye çok bekledim. Bakmadı. Son model arabasına atlayıp nerede olduğunu bilmediğim evine doğru yola çıktı.
Bir bira daha söyledim. yirmi dört yaşındaydım, bir bardaydım, sahip olduğum tek şey; hiç bir şeydi. ve 17 yaşımdan beri son birayı fondip içerdim.
(Ayağımı incittim, günlerdir yatıyorum. Tek iyi şey, şifresini kaybettiğim için artık giremediğim bloğumdaki yazıları toplamam oldu bu süreçte. Bu da 6 yıl öncesinden)
12 notes · View notes
seyfettinkarpuz · 4 years
Text
Biliyorsun. Hala birine aşık olabilirdim. Sana hiç benzemeyen çocuklarım olur. Adının hiç anılmadığı bir hayat kurarım. Hayalimdeki yüzünü eskitir zaman... biliyorsun. Herkes bir yolunu bulup tamamlanır aslında.herkes unutur... babanın cüzdanından çaldığın paralar gibidir bazı şeyler, belli oluncaya kadar devam edilir... biliyorsun.unutabilirim. Zaten ben kimleri unuttum. Onlardan biri olur hayatımın en kullanılmayan yerinde kalır suuretin. Tozlanırsın. Üzerin örtülür... biliyorsun. Seni sevdim. Bir gün kör olsaydında severdim. Ellerin olmasaydı mesela. Ellerin olmasaydı sen bile kendini sevmezdin oysa... biliyorsun. Kimsenin tek bir seçeneği yok bu hayatta. Hala seni bana unutturacak insanlar tanıyabilirim. Başka bir ses kazınır kulaklarıma...biliyorsun. Herkesin kendini kurtaracak bir bahanesi var aslında. Oysa, ölene kadar severim seni, EĞER BİRAZ YARDIM ETSEN BANA... yine severim seni yine bağlanabilirim sana biraz yanımda dursan herşeyin üstesinden geliriz...
0 notes