#Belgelerle Gerçek Tarih
Explore tagged Tumblr posts
gunerkan · 13 days ago
Text
İngiltere Aile Birleşimi Vizesinde Başarısızlık Yok Kesin Çözüm Yöntemleri
Tumblr media
İngiltere aile birleşimi vizesi başvuru süreci birçok kişi için karmaşık ve stresli görünebilir. Ancak doğru bilgi ve hazırlık ile bu süreci kolaylıkla yönetebilir ve başarıyla sonuçlandırabilirsiniz. Bu yazıda, İngiltere aile birleşimi vizesinde başarı sağlamanın püf noktalarını adım adım açıklıyoruz.
Finansal Gereksinimleri Eksiksiz Karşılayın
Başvuruda en kritik konulardan biri, finansal gereksinimlerin karşılanmasıdır. İngiltere hükümeti, sponsorun yıllık minimum £18,600 gelir göstermesini şart koşar. Bu tutar, başvuruya dahil edilecek her çocuk için £3,800 artırılır.
Gelir kanıtlarınızı eksiksiz sunmak için şu adımları izleyin:
Maaşlı çalışanlar için: Son 6 aylık maaş bordroları, banka hesap dökümleri ve işveren yazısı.
Serbest çalışanlar için: Son mali yıla ait muhasebe kayıtları ve vergi beyannameleri.
Ek gelir kaynakları: Kira gelirleri veya yatırım getirileri gibi tüm gelirlerinizi organize bir şekilde belgelendirin.
İpucu: Belgelerinizi düzenli bir dosya halinde hazırlayın. Tüm bilgilerin güncel ve net olmasına özen gösterin.
Konaklama Şartlarını Detaylı Belgelendirin
İngiltere’de yaşayacağınız konutun uygunluğunu belgelemek, vize onayı için önemli bir adımdır. Bu gereksinimleri karşılamak için:
Ev sahibiyseniz: Tapu belgesini,
Kiracıysanız: Kira sözleşmesini başvuru dosyasına ekleyin.
Ek belgeler: Evin büyüklüğü, oda sayısı ve kişi sayısına uygunluğunu gösteren belediye raporları, fotoğraflar ve ev planını dosyanıza ekleyin.
İpucu: Detaylı bir konaklama dosyası, başvurunuzun güvenilirliğini artıracaktır.
İlişki Gerçekliğini Kanıtlayın
İngiltere aile birleşimi vizesinde, ilişkinizin gerçek ve devamlı olduğunu göstermek için somut kanıtlar sunmanız gereklidir:
Düzenli iletişimlerinizi gösteren mesajlaşma kayıtları,
Birlikte çekilmiş fotoğraflar ve seyahat belgeleri,
Ortak finansal sorumlulukları gösteren banka hesap hareketleri veya faturalar,
Düğün fotoğrafları ve sosyal etkinliklerden görseller.
İpucu: Belgelerinizin tarih sırasına göre düzenlenmesi incelemeyi kolaylaştırır.
İngilizce Dil Yeterliliği
Başvuru sahibinin, en az A1 seviyesinde İngilizce dil yeterliliğini belgelemesi gerekir. Aşağıdaki sınavlardan birinden alınan sertifikayı sunabilirsiniz:
IELTS Life Skills
Trinity College sınavları
Dil becerilerinizi geliştirmek için online kurslardan veya özel derslerden faydalanabilirsiniz.
İpucu: Sertifikanızın geçerlilik süresine dikkat edin ve başvuru öncesinde kontrol edin.
Online Başvuru Formunu Eksiksiz Doldurun
Online başvuru formunu doldururken:
Önceki seyahatler, vizeler ve ret geçmişini eksiksiz beyan edin.
Verdiğiniz bilgilerin, sunduğunuz belgelerle tamamen tutarlı olmasına özen gösterin.
İpucu: Formu doldurmadan önce taslak oluşturun ve eksik bilgi kalmadığından emin olun.
Profesyonel Destek Almayı Değerlendirin
Özellikle karmaşık durumlarda veya daha önce ret aldıysanız, bir göçmenlik danışmanından profesyonel destek alabilirsiniz. Bu uzmanlar:
Belgelerinizi doğru hazırlamanıza,
Başvuru stratejisi oluşturmanıza,
Potansiyel sorunları önceden tespit etmenize yardımcı olabilir.
İpucu: Danışman seçerken sertifikalı ve deneyimli kişilerle çalışmayı tercih edin.
Zamanlamayı Doğru Planlayın
Başvuruyu zamanında yapmak ret riskini azaltır. Belgelerinizin eksiksiz olduğundan emin olduktan sonra başvuru sürecini başlatın. Aceleyle yapılan başvurular, genellikle eksik bilgi ve belge nedeniyle reddedilir.
Hayalinize Adım Adım Yaklaşın
İngiltere aile birleşimi vizesi başvurusu, detaylı bir planlama ve titiz bir hazırlık süreci gerektirir. Yukarıdaki adımları izleyerek, başvurunuzun onaylanma şansını artırabilirsiniz.
Unutmayın, her başvuru süreci kendine özgüdür. Gerektiğinde profesyonel destek almaktan çekinmeyin. Doğru hazırlanmış bir başvuru, sevdiklerinizle İngiltere’de bir araya gelme hayalinizi gerçeğe dönüştürmenize yardımcı olacaktır.
0 notes
banasorarsan · 5 years ago
Text
📽️📺
Merhabalar...
Gündemde olan bir yapım hakkında düşüncelerimi paylaşacağım bu postta. Aslında hem burada hem de diğer bloğumda paylaştıklarıma hakimseniz öyle kutuplaşmaların olduğu şeylerden pek hoşlanmam. Otu boku politikleştirmeye bayılıyoruz çünkü. Bazı yapımlar, bazı olaylar görüşlerimizi kenara itip o şekilde yorumlanmalıdır. Bu da o şekilde yorumlanması gereken bir yapım;
Rise of Empires: Ottoman
Tumblr media
Netflix için ilk belgeselimiz.
Hepimizin tee ortaokul yıllarından lisenin sonuna kadar gördüğü hikaye fakat bu belgeselimizde tarihi belgelere dayandırılmayan şeyler yok. Yani bizim hakim olduğumuz efsaneler dizide anlatılmıyor. Adı üstünde efsane! Yazılı belgelerle kanıtlanmamış, kulaktan kulağa anlatılarak bugünlere gelmiş hikayeler. Yahu ben bizim mahalleden birine bir şey anlatınca o hikaye üst mahalleye gidene kadar bile şekil değiştiriyor, burada yüzyıllardan bahsediyoruz. Bence sadece tarihi belgelerin söylediklerini belgesele aktarmak çok doğru bir hareket.
Lise yıllarımda dersimize giren Tarih Öğretmeni'miz araştıran bir tarihçi olduğu için zaten efsane kısımlarını bize belirtiyordu. Mesela yıllarca bize Fatih Sultan Mehmet'in 13 yaşında tahta geçtiği sıralarda babasına "Ben padişahsam emrediyorum gel tahta geç, yok eğer sen padişahsan görevinin başına geç." diye attığı mektubun tamamen efsane olduğunu öğretmenimiz bize anlatmıştı. Hatta "Fatih Sultan Mehmet, öyle başına buyruk, öyle cesur bir insandı ki zaten tek istediği bir an önce tahta geçmekti. Böyle bir kişilik neden oturduğu tahtı devretsin ki" derdi. Bu belgeselde de zaten olaylar tam da bu şekilde gerçekleşiyor.
Tumblr media Tumblr media
Belgeselin yönetmeni Emre Şahin'in kafasında hep böyle bir proje varmış. "Muhteşem bir tarihimiz var ve bunu dünyaya anlatmalıyız." kafasında bir insan. Eğer evrensel bir şey anlatmak istiyorsak tarafsız olmamız gerekir. Olayı iki cepheden de anlatmalıyız ki ciddiye alınalım. Yahu zaten tarihimizi övüp, göğsümüzü kabarttığımız yapımlarımız var. Bir kere de tarafsız dinlesek hikayeyi ölmeyiz! Siz karşı tarafın gözünden tamamen kendini yücelttiği bir hikaye dinleseniz "ne diyor ya bu mal?!" diyip kafanızı çevirmez misiniz? Bu belgeseldeki amaç da tarihimizi anlatmak, anlatırken de izletmek. Tabii ki de tarafsız olunacak. Aptal olmayın! Ayrıca karşı taraf bize İstanbul'u "alın, sizin olsun." diyip vermedi herhalde. Tabii ki de savaştı, mücadele etti vermemek için. Her iki taraf da korktu, ümitsizliğe kapıldı, savaştı, pes etti, tekrar ayağa kalktı... Olayların gerçek insanlar arasında geçtiğini unutmayalım.
Tumblr media Tumblr media
Açıkçası ben de başta dilin İngilizce olmasına tutuldum. "Ne alaka ya? Biz milletin dilini alt yazılı izliyoruz. Onlar da izlesin." diye çıkıştığım da oldu. Ufak bir araştırma sonucu Emre Şahin ve yabancı biri tarafından senaryo -Netflix Türkçe bilmiyor sonuçta.- İngilizce olarak yazılmış. Daha sonra da bu şekilde çekilmeye karar verilmiş. Hakan:Muhafız'dan, İngilizce'den Türkçe'ye çevrilmiş bir senaryonun ne kadar yavan olduğunu anlamışızdır herhalde. Bu senaryo da Türkçe'ye çevrilseydi bence kulak tırmalayacaktı. Gerçi Birkan Sokullu'nun İngilizcesi de kulak tırmaladı ama genel olarak oyuncularımızın mimikleri ile İngilizce fonetiğinin birleşmesi ortaya daha da güzel oyunculuklar çıkartmalarına vesile olmuş. Özellikle Selim Bayraktar ve Osman Sonant show yapmış.
Tumblr media Tumblr media
Sahnelerdeki renkler, oyuncuların o kirlenmiş yüzleri, kıyafetlerin fabrika yapımı gibi durmaması çok ince detaylar. Savaş sahneleri falan gayet iyi. Kesinlikle ortalamanın üstünde bir yapım olmuş. Dediğim gibi at gözlüğümüzü çıkarmayı bi' başarsak -ah bi başarsak- on numara insanlarız aslında. (Merhaba buraya kadar okuyan insan. Teşekkürler.🌻)
Tumblr media Tumblr media
17 notes · View notes
the-mustache-guy-la · 5 years ago
Text
P.4. The History of Byzantium Podcast Incelemesi
Tumblr media
Bu haftanın podcast incelemesi 7 Aralık 2019 tarihli yazımda incelediğim ‘‘The History of Rome’’ podcast serisinden etkilenen Robin Pierson adındaki İngiliz bir TV eleştirmenin 1 Mayıs 2012′den beridir devam eden ‘‘The History of Byzantium’’ podcast serisi üzerine olacak. Robin ilk bölüm’ün başında The History of Rome podcastinde harika işler yapmış olan Mike Duncan’a olan saygı duruşundan sonra yaptığı açıklamada, aslında Mike Duncan’ın bıraktığı yerden alıp Doğu Roma İmparatorluğunu anlatmak amacında olduğunu açıklıyor.
Roma Krallığı, Roma Cumhuriyeti ve Roma İmparatorluğu tarihlerini ele alınca yaklaşık 1200 yıllık (MÖ 8. yy ve MS 5.yy) bir aralığı incelemişti Mike Duncan. Her ne kadar Doğu Roma İmparatorluğu 4. ve 15. yy arasında 1058 yıllık nispeten daha kısa bir zaman aralığını kapsasa da, unutmamak lazım ki Roma Krallığı hakkında son derece kısıtlı ve temel de İmparatorluk döneminde yazılmış olan bilgiler ile aydınlanıyoruz. Aslına bakacak olursak, Cumhuriyet ve İmparatorluk dönemi (Yaklasık 900 yıl) ciddi anlamda fikir sahibi olduğumuz zamanlar ve bu fikirlerin de çoğunluğu İmparatorluk döneminden kalan belgelere dayalı. Doğu Roma tarihi biraz daha az zamanı kapsamış olsa da Roma İmparatorluğuna kıyasla gerek daha geç bir dönem olması gerekse göçler, dini hareketler, askeri ve siyasi gelişmelerden kaynaklı oldukça fazla ve çeşitli kaynaklardan belgeler kalmıştır günümüze, ki bu da Doğu Roma hakkında çok daha derin ve detaylı bilgiler edinmemizi sağlıyor. 
Mike Duncan yaklaşık 1200 yıllık Roma tarihini 179 bölümde toparlamayı gayet güzel ve doyurucu şeklide başarmıştı. Robin Pierson Doğu Roma’nın tarihine 459 yılından başladı ve Şu ana kadar (1 Mayıs 2012′den beri) 1100′lü yıllara daha yeni ulaşabildi, toplam 199 bölümde. Önümüzde oldukça hareketli bir 353 yıllık tarih daha olduğunu düşünecek olursak, daha 100 150 bölüm gelecektir diye tahmin ediyorum. 
Robin’in Doğu Roma tarihini bu kadar çok bölümde anlatmasının sebebi elimizde Erken Roma Dönemine kıyasla çok daha fazla kaynak bulunmasıyla açıklanabilir. Çünkü Doğu Roma tarihi boyunca Sasanilerle, yükselişte olan Müslüman Araplarla, Batı Romanın yıkılmasından sonra gücü ele alan Vizigotlar, Lombardlar, Normandiyalılardan ve daha bir sürü millet ve devlet ile ilişkilerinden ötürü İmparatorluğun farklı dönemleri hakkında detaylı bilgiler sağlayan farklı kaynaklara ulaşmak mümkün. 
Doğu Roma Tarihinin bir önemi ise Roma İmparatorluğunun aksine bütün varlığı boyunca Ortodoks Hristiyan olması. Ve Hristiyanlık doktrinlerinin oluşturulduğu Konsüllerinde hep aktif olarak yer almış olması oldu. Ve bu sebeple dini kaynaklarda da Doğu Roma’nın o konsüllerdeki duruşu ve görüşü, o konsüllerde alınan kararların Doğu Roma mimarisine, siyasetine ve sosyal yaşantısına yansımaları gibi detaylar da bugün elimize ulaşan belgelerle kayıt altına alınmıştır. Kilisenin Ortodoks ve Katolik Kilisesi olarak ayrılması, Avrupanın Katolik olması fakat Doğu Roma’nın kontrol sahasında kalan Balkanlar, Slav milletler, Kafkaslar ve Orta Doğu’daki Hristiyan gruplar Ortodoks olarak kalmıştır. Kiliselerin ayrılması aynı zamanda Katolik Dünyanın Latin kültürüne sıkı sıkıya bağlanmasını sağlarken, Ortodoks olan Doğu Romada da zamanla Latin kültürün ortadan kalkıp değişen hanedanlar ile daha Yunan kültürü baskın bir yapının ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.
Tumblr media
Robin podcast içerisinde bütün bu süreçleri detaylıca ele almakta ve o gün alınan birtakım kararların gerek tarihte ki olaylara, gerekse bugün ki bazı dini ve sosyal dinamiklere yansımasını incelemektedir . Bu olayların mimariye etkisiyle ilgili ilginç örnekler vermek gerekirse Aya Sofya (bkz. yukarıdaki resim) ve Aya İrini (bkz. yukarıdaki resim) kiliselerine bakılabilir. Hristiyanlık konsüllerinin birinde Müslümanlık ve Yahudilik’te ikonların olmamasından kaynaklı çıkan tartışmada kiliselerde de ikonaların olmaması gerektiği kararı alınır (İkonoklazm). Bu dönemde de 740 yılında İstanbulda olan bir deprem 2. kez yapılmış olan Aya İrini kilisesinin yıkılmasına sebep olur ve tekrar dikildiğinde ikonoklastik döneme denk gelmesinde ötürü Aya Sofyanın aksine tek bir ikona görülemez, sadece kubbesindeki haç mevcuttur.
Tumblr media
Hristiyanlık içerisindeki güç mücadelelerinden bahsederken bir taraftan da yükselmekte olan Emevi Devleti ve Arap akınlarının etkileri, Balkanlardan sıkıştıran Avarların atlı okçuları ve Doğu Roma Piyadelerinin savaşları, Slavlaşmamış Bulgarlarla olan mücadele ve Doğu Roma Patriğinin Bulgarların isteğiyle Bulgar kilisesini kurması bunun sonucu olarak Bulgarların step kültüründen kopup slavlaşmaları, Sasanilerle Orta ve Doğu Anadoludaki mücadeleler ve Orta Asya’dan gelen Türk göçleriyle değişen sosyal ve askeri yapı da detaylarına inilerek anlatılıyor. 
Bir başka önemli kıyas ise, Hristiyan Doğu Roma ile Roma İmparatorluğundaki yönetici algılarındaki farklarda görülüyor. Roma İmparatorluğunda, İmparatorun kalıcılığı kendisine sadık asker sayısı ve askeri başarılara bağlıydı. Beceriksiz bir İmparator güçlü lejyonerlere sahip bir general tarafından devrilip öldürülebilir veya sürgüne gönderilebilirdi. Ve deviren general İmparator olurdu. Roma tarihinde bir yılda 3 4 darbe ve devrilen İmparator olduğu zamanlar da olmuştur. Bu sebeple sürekli bir hanedandan bahsetmek pek de mümkün değildir. Doğu Roma da ise İmparatorluk hanedan üzerinden ilerliyor, arada darbelerle hanedanlar değişebiliyor. Ama Hanedan’ında kendini kabul ettirmek gibi bir derdi var. Çünkü Hristiyanlık etkisiyle, artık Roma İmparatorluğu kişilere Tanrı tarafından veriliyor, diye düşünülüyor. İşte tam da bu noktada işler çirkinleşiyor. Kısa sürede oluşan algı, ‘Tanrı tarafından seçilmiş bir İmparator kusurlu olamaz’. Bu fikir üzerinden ilerleyen süreçte devrilen İmparatorlar öldürülmezse, fiziksel deformasyonlar (dil, burun, kulak kesme; gözlere mil çekme yada hadım etmek gibi) yapılıyor ki yeniden güç toplasa ve geri gelse dahi ‘‘bu çirkin suretinle Tanrı seni İmparator seçmiş olamaz’’ denilebilsin. Bununla birlikte modern tıbbın olmadığı bir dönemde bu deformasyonlara maruz kalan kişiler genellikle kapılan ciddi enfeksiyonlar sebebebiyle acı dolu uzun süreçler sonunda ölüyorlar. 
Bir taraftan da, kimi zaman ilginç dönemler yaşanıyor beklenmedik bir İmparator ölümü ve tahtın bir çocuğa kalması durumunda İmparatoriçe vekaleten Doğu Roma tahtına geçiyor, çocuk yetişkin yaşlara gelene kadar. Bu durumlarda sıkıntı olmadan tahtı devreden İmparatoriçeler olduğu gibi sıkıntı çıkaranlar da oluyor. Misal İmparatoriçe İrene tahtı bırakmak istemediği için kendi oğluna bir takım fiziksel deformasyonlar yatırıp sürgüne gönderiyor. Veya yeri geliyor İmparatorluktaki zengin ve güçlü aileler arasında güce ulaşmak için rekabetler oluyor ve iç savaş sonrası hanedan değişiyor. Tabii bu süreçlerde devlet oldukça zayıflıyor. 
Dominant dinin değişiminden kaynaklı Roma ile Doğu Roma İmparatorlukları arasında bir takım farklar görülse de bazı şeyler de isim değiştirerek kendilerini sürdürmeye devam ediyor. Misal Roma da özel elit askeri birlikler vard, Roma şehrinde bulunan ve gerekli koşullarda müdahaleye hazır olan. Bu birliklerin adı Praetorian birlikleriydi. Doğu Roma döneminde Germanik kabilelerden ve İskandinav diyarlarından gelen paralı askerlerden oluşan elit birlikler vardı. Bu adamlar kuzeyde fakir bir köyden erken yaşta kalkıp İstanbul’a gelen ve yıllarca İmparatora hizmet edip belli bir yaştan sonra zengin bir şekilde köylerine dönen kişilerdi. Ve bu gelenek iki taraflı hem Doğu Roma hem de bu paralı askerler için güzel kazanç sağladığı için bir insan trafiği oluşturulmuştu zamanla ve uzunca bir süre devam etmişti. Bu birliklere de Varangian birlikleri deniyordu. Bu gelenek Selçuklu, Memlük, Eyyubi ve Safevi Devletlerine Gulam birlikleri, Osmanlıya ise Kapıkulu (Yeniçeriler, Acemiler vs.) Birlikleri olarak girmiş ve bu elit birlik geleneği devamlılığını sürdürmüştür Akdeniz Coğrafyasında yüzlerce yıl sürdürmüştür.
Neyse tarihi detaylarda çok da boğmayayım sizleri, Robin podcast serisi boyunca çok daha detaylı (bazen takibi imkansız hale getirecek kadar yoğun olabiliyor.) bilgiler verip derin analizler yapıyor. Kimi bölümlerde Doğu Roma tarihinin özel bir döneminde uzman akademisyenleri konuk aldığı da olmuştu. Bundan iki sene kadar önce de İstanbul’dan ayarladığı rehberlerle ‘‘The History of Byzantium’’ turlarına başladı Pierson. Ve bu turlarda normalde pek de bilinmeyenler yerler de dahil olmak üzere İstanbuldaki Doğu Roma kalıntılarını geziliyor.
Yazımı bitirmeden önce değinmek istediğim üç önemli nokta daha var. Tıpkı Robin’in Mike’dan etkilendiği gibi Lynn Perkins adında bir New Yorklu da bu ikisinden etkilenip Doğu Roma İmparatorluğunu yıkan Osmanlı Devletinin (kimilerine göre 3. Romanın) tarihini anlatan ‘‘The History of Ottoman Empire’’ serisine başlamıştı bir kaç sene önce. Ama gerek telaffuzuyla gerekse başka konularla ilgili gelen eleştirilerden sonra Kanuni Sultan Süleyman’ın hikayesinin ortasında seriyi yapmayı bıraktı. 
İkinci bahsedeceğim konu, İmparatorluğun adıyla ilgili. Dikkatinizi çekmiştir, başından beri Bizans İmparatorluğu demedim. Çünkü tarihte kendine Bizans İmparatorluğu diyen bir devlet yok. Roma ikiye bölününce iki devlet de kendine Roma İmparatorluğu demeye devam ediyor. İstanbul’un fethinde İmparator olan XI. Constantine dahil. Bizans ismi 16. yy’da (yanlış hatırlamıyorsam) Avrupa kökenli kaynaklarda ortaya çıkmaya başlıyor. Artık Doğudaki İmparatorluk olmadığı ve toprakları Müslüman Osmanlıların eline geçtiği ve Avrupa’da da Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu olduğu için, Kutsal Roma Germen İmparatorluğunu, Roma İmparatorluğunun gerçek varisi olarak gösterip Doğu Roma ve Osmanlıyı ekarte etmek adına kullanılmış bir isim, Bizans ismi. Lakin, yazılı kaynaklarda Romalılık artık Anadoludaki kültürle de özdeşleşmiştir. Rumeli, Mevlana Celaleddin Rumi vs gibi adlandırmalar ‘Roma’lılık kavramı üzerinden türediği düşünülüyor. Ayrıca Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u alınca kendini ‘Kayzer-i Rum’ (Romanın Sezarı) ilan etmesi ve hatta Fatihten önce Yıldırım Bayezid’den de (Halil İnalcık’ın dedediğine göre) döneminin bazı kaynaklarında ‘Kayzer-i Rum’ diye bahsedildiği görülmektedir. O dönemde Roma İmparatoru olmak Kralların Kralı olmak anlamına geldiği için o ünvana sahip olmak ve bunun haklı varisi olduğunu kanıtlamak önemliydi. Osmanlı Sultanlarının kullandığı İran kökenli bir diğer ünvan olan Padişah ünvanına da bakılacak olursa bu da Şahların Pederi anlamındadır, ki yönetenler arasında üstün olan anlamını taşır. Bu da Roma’dan beri gelen bir geleneğin devamıdır, ki Romadaki deyişler ‘‘Primus Inter Pares’’ yani eşitler arasında birinci anlamını taşımaktadır. Bu ünvan Akdeniz ve Mezopotamya coğrafyasında her zaman çok önemli olmuştur. Bir de Kutsal Roma Cermen İmparatorluğunun Romanın gerçek varisi olması mevzusuyla ilgili Voltaire’in şöyle bir yorumu vardı: ‘‘Ne kutsal, ne Roma, sadece bir avuç Cermen.’’. 
Üçüncü olarak da şehrin adlandırılmasıyla alakalı. Roma gelmeden önce tarihi yarım adanın adı Byzantion. Ruma Cumhuriyeti buralara kadar genişleyip şehri alınca, Yunanca kökenli olan Byzantion adını Latinleştirerek Byzantium yapıyor. I. Constantine burayı Romanın başkenti yapınca şehir önce Nova Roma (Yeni Roma) diye adlandırılıyor. Ama daha sonra Konstantin’in Şehri anlamına gelen Yunanca kökenli Constantinopolis adı veriliyor şehre. Osmanlılar şehri aldıklarında Konstantiniye diyorlar. Osmanlıların içinde ki Rumlar İstanbul’u ‘şehre doğru’ anlamına gelen ‘Es Tan Poli’ diye adlandırıyorlar. Tarihler 1930 yılını gösterdiğinde ise bir isim değişikliğine gidiliyor. Ve Konstantiniye adı yürürlükten kaldırılıp İstanbul adı veriliyor şehre. 
Bu hafta ki yazımın da sonuna geldik böylelikle. Bu konudan çok sık saptığımın farkındayım, ve bu sebeple okuması güç ve yorucu bir yazı olmuş olabilir, ama anlatmak istediğim çok şey olmasından ötürü ipleri biraz daha gevşek tutum bu seferlik, kı buna rağmen aklımdakilerin çok azını anlatabildim. Umarım okurken benim yazarken eğlendiğim kadar eğlenmissinizdir. Haftaya bir Youtube kanalının tanıtımında görüşmek üzere.
Esenlikler ve keyif sizinle olsun. 
tmg
1 note · View note
mustafakemalimcom · 7 years ago
Text
Atatürk: Duayı Ben Yaparım!
Atatürk: Duayı Ben Yaparım!
1924 yılında Atatürk, Kayseri’deki bir hastanenin açılışına katılmıştı. Hastanenin kapısındaki kırmızı beyaz kurdeleleri keserek açılışı yapmak için uzatılan makası eline aldıkları sırada hazır olanlardan biri, Zeynel Abidin namında bir zatın türbedarını işaret ederek şöyle bir teklifte bulundu:  -Efendim, müsaade buyurursanız bir dua yapsın.  Atatürk şöyle cevap verdi:  -Hoca Efendinin dua…
View On WordPress
0 notes
antikemalist2023 · 2 years ago
Text
.
Fatih Altaylı demişken:Erol Mütercimler ve Fatih Altaylı’nın Yalanı / Cehaleti: M.Kemal Meclis’i kapatmak istemiyor muydu? – Belgelerle Gerçek Tarih
https://belgelerlegercektarih.com/2020/04/29/erol-mutercimler-ve-fatih-altaylinin-yalani-cehaleti-m-kemal-meclisi-kapatmak-istemiyor-muydu/
1 note · View note
adnan-oktar-olmasayd · 4 years ago
Text
ADNAN OKTAR OLMASAYDI...
ALLAH'IN RIZASINI KAZANMAYA ADANMIŞ 40 YIL
Tumblr media
Sn. Adnan Oktar, 80'li yıllardan bu yana insanları Allah'ın varlığı, birliği, ahiret, güzel ahlak gibi temel imani konular üzerinde düşünmeye sevk etmek, İslam’ın tebliğini tüm dünyaya ulaştırmak ve inkarcı ideolojilerin sapkın uygulamalarını yerle bir etmek duasıyla imani, bilimsel, sosyal ve siyasi konularda 350'ye yakın eserkaleme almıştır. 73 yabancı dile çevrilen ve dünya çapında büyük ilgi gören bu eserlerinin yanı sıra ulusal ve uluslararası basında yayınlanan makalelerinde, televizyon programlarında, röportajlarında ve sosyal medya paylaşımlarında devletimizin, milletimizin ve tüm dünya insanlarının iyiliğine, faydasına, ihtiyacına yönelik son derece değerli, hikmetli, özlü ve ufuk açan anlatımlarda bulunmuştur.
Sn. Adnan Oktar’ın 40 yıllık ilmi mücadele tarihini ele almadan ve gerçekleştirdiği çalışmaların Türkiye’ye ve dünyaya sunduğu katkıları incelemeye geçmeden önce, kitaplarını kaleme almaya başladığı ilk yıllarda ülkenin içinde bulunduğu durum ve şartlara kısaca değinmekte fayda vardır.
70-80'lerde "Komünizmin Kalesi" Olarak Bilinen Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Darwinist-Materyalist İdeolojiye Vurulan İlk Darbe
Sn. Adnan Oktar ilmi çalışmalarına başladığı yıllar, komünizmin Türkiye’de çok büyük bir ivme kazandığı yıllardı. Komünist Enternasyonal tüm dünyada toplumları içten çökertme ve ele geçirme çalışmaları yürütüyor, devlete, millete, semavi dinlere ve kutsal değerlere düşman olan Marksist, Leninist, Maoist ideolojileri körükleyerek toplumların anayasal düzenlerini yıkmaya çalışıyordu. Türkiye’deki sol grupları da kontrolüne alan örgüt, bu gruplar üzerinden ülkede yoğun bir komünist propaganda faaliyeti yürütmekteydi. Bu propagandanın etkisiyle toplum kısa sürede komünizmin etkisi altına girmişti. Komünist devrim hayaliyle devlete karşı silahlanan örgütler, ülkeyi terör batağına sokup kan gölüne çevirmişlerdi.
Resmi kayıtlara göre 34 kişinin katledildiği, yüzlerce kişinin yaralandığı 1 Mayıs 1977'deki Taksim mitingi dönemin kanlı komünist terör örneklerinden yalnızca bir tanesidir.
Tüm dünyayı saran komünist ideoloji üniversitelerde de oldukça büyük bir zemin bulmuştu. Ders programlarına büyük oranda materyalist-komünist literatür hakimdi.
O yıllarda Adnan Oktar’ın eğitim gördüğü Mimar Sinan Üniversitesi de çeşitli Marksist-komünist örgütlerin etkisi altındaydı. Öğretim üyelerinin bir kısmı derslerde açıkça materyalist felsefe ve Darwinizm propagandası yapıyorlardı. Öğrenciler arasında da Darwinist-materyalist inanç çok yaygındı.
İşte bu vahim manzara karşısında Sn. Adnan Oktar, Türkiye’yi kaçınılmaz bir felakete doğru sürükleyen komünizm belasının sözde bilimsel dayanağı olan Darwinizm’e karşı bilimsel bir mücadele yürütme kararı aldı. Zira, Darwinizm’in bilimsel olarak çökertilmesinin komünist çevreler için büyük bir yenilgi anlamına geleceğini henüz lise yıllarında fark etmiş, dünyayı saran felaketlerin, savaşların, karışıklıkların, anarşinin, isyanların, ihtilallerin ardında Darwinizm ve materyalizm belası olduğunu, komünizmin ve tüm sol ideolojilerin temel dayanağını ortadan kaldırmak için Darwinist-materyalist felsefeyi ilmen ve fikren çürütmek gerektiğini görmüştü.
Nitekim, o yıllarda din karşıtlığının ve "komünizmin kalesi" olarak ünlenmiş Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ni özel olarak tercih etme sebebi de, Marksist görüşün hakim olduğu o ortama girerek materyalizmin ve Darwinizm’in geçersizliğini anlatabilmekti.
Bu amaç doğrultusunda Sn. Adnan Oktar öğretim üyeleri de dahil olmak üzere üniversite ortamındaki herkese Darwinizm'in bilimsel geçersizliğini, Allah'ın varlığını bilimsel olarak ispatlayan Yaratılış mucizelerini anlatmaya başladı. Bu arada, tüm masraflarını ailesinden kendisine kalan gayri menkulleri satarak kendisinin karşıladığı ve üniversitede ücretsiz olarak dağıttığı Evrim Teorisi isimli bir kitapçık çıkardı.
Gerek dağıttığı kitapçık, gerekse üniversitedeki sözlü anlatımları kısa sürede büyük etki oluşturmuştu. Bazı öğretim görevlileri de dahil olmak üzere, önceden katı Darwinist-materyalist dünya görüşüne sahip çok sayıda kişinin Allah'a, dine ve yaratılış gerçeğine yönelik kanaatlerinde olumlu gelişmeler meydana gelmişti. Kaldı ki o dönemde hiçbir Müslümanın yapmaya cesaret edemediği bu tebliğ faaliyetini, akademiyi abluka altına almış, giriş çıkışlarını bile denetleyenen komünist terör örgütlerinin engellemeleri ve ölüm tehditleri altında sürdürmüştü.
Görüldüğü gibi, Sn. Adnan Oktar daha üniversite yıllarından tüm zamanını, enerjisini ve imkanlarını Allah’ın varlığını ve İslam ahlakını en inatçı din ve yaratılış karşıtlarına dahi anlatmaya azmetmiştir. Müslümanların fikri anlamda en çok ezildikleri, hiçbir şekilde seslerini duyuramadıkları, kendilerini ifade etmekten çekindikleri, namaz kıldıklarını, oruç tuttuklarını dahi gizleme gereği duydukları bir dönemde solun ve komünizmin sözde bilimsel temeli olarak kabul edilen Darwinizm’e karşı en büyük bilimsel mücadeleyi sergilemiştir. Bu çok kapsamlı ve yoğun ilmi ve kültürel mücadele sonucunda Darwinizm’in dünya tarihinin en büyük bilim sahtekarlığı olduğu tüm delilleriyle gözler önüne serilmiş ve bunun sonucunda sol ideolojinin felsefi zemini ülke çapında tamamen çökmüştür.
Sn. Adnan Oktar, o yıllardan bugüne Darwinizm’in savaşların, katliamların, kıyımların, çatışmaların felsefi zeminini hazırladığını açıklayan, Kuran'da Rabbimiz'in bildirdiği ahlaki değerleri, Yaratılış mucizelerini, Peygamber Efendimiz (sav)'in örnek ahlakını anlatan, devlete bağlılığın önemini ve bunlar gibi pek çok önemli konuyu ele alan 350 civarında eser kaleme almıştır. Dünya çapında itibar ve rağbet gören dev bir külliyat haline gelen bu eserlerle Adnan Oktar, Kur'an ayetlerinde yer alan çok önemli ilimleri, hikmetleri ve sırları en akılcı, en etkili, en sade ve en bilimsel şekilde çağımızın anlayışına sunmuştur.
Sn. Adnan Oktar’ın Allah’ın varlığını ve birliğini, Kuran mucizelerini, kainattaki yaratılış delillerini ve iman hakikatlerini bilimsel delilleriyle insanların gözleri önüne serdiği, Kuran ayetleri ve Peygamberimiz (sav)’in sahih hadisleri ışığında bağnazlık ve hurafelerden arınmış gerçek İslam’ı anlattığı, Türk insanına vatan, millet ve Atatürk sevgisini aşıladığı, dünya üzerindeki siyasi gelişmelerin ve tarihi olayların perde arkasındaki gizli yönlerini gün ışığına çıkardığı bilimsel, kültürel, imani ve siyasi içerikli kitapları ve makaleleri, bu eserlerinden faydalanılarak hazırlanan belgesel filmler ve internet siteleri bugün dünyanın hemen her ülkesindeki her dil ve dinden milyonlarca insana hitap etmektedir. İnternetten ücretsiz indirilip okunabilen eserlerinin yanı sıra Sn. Adnan Oktar'ın, on yılı aşkın bir süredir aralıksız sürdürdüğü televizyon sohbetleri, yerli yabancı kanallara verdiği röportajlar vesilesiyle sayısız insan hidayet bulmuş, imanla şereflenmiş, Kuran’a dayalı güzel ahlakı öğrenmiş, kalbi Allah sevgisi ile dolmuştur.
ADNAN OKTAR OLMASAYDI...
İşte, buraya kadar çok özet halinde aktardığımız, aşağıda da ana başlıklar altında biraz daha detaylandırarak ele aldığımız, 40 yıldan bu yana Türk toplumuna, uluslararası topluma ve tüm insanlığa ulaşmış maddi-manevi sayısız fayda, katkı ve hizmet Sn. ADNAN OKTAR OLMASAYDI GERÇEKLEŞEMEYECEKTİ. Çünkü;
ADNAN OKTAR...
Tüm Dünyayı Etkisi Altına Alan Darwinizmi Bilimsel Olarak Yerle Bir Etmiş, Allah'ın Varlığını ve Yaratılış Gerçeğini Bilimsel Delillerle Gözler Önüne Sermiştir
Sn. Adnan Oktar, Evrim Teorisi'ni çürüten eserlerinde evreni ve canlıları Allah’ın yarattığı gerçeğini, modern bilimsel bulguların Darwinizm’i geçersiz kıldığını, canlılığın kökeninin ‘Yaratılış’ olduğunu insanlara en akılcı ve etkili bir biçimde anlatmıştır. Darwinizm’in bilimin bütün dalları tarafından çürütüldüğünü ve bilimsellik kılıfı altına gizlenen bir pagan felsefesi olduğunu somut delil ve belgelerle ortaya koyan ve Darwinizm sahtekarlığını yerle bir eden Sn. Adnan Oktar, gerek ülkemizde, gerekse dünya çapında çok sayıda insanın Allah’ın varlığını ve Yaratılış gerçeğini fark etmesine vesile olmuştur.
Sn. Adnan Oktar, Darwinizm karşıtı eser ve anlatımlarında;
- Darwinizm’in hiçbir bilimsel delilinin olmadığını,
- Darwinizm’i ispatlayan tek bir fosil örneği bulunmadığını,
- 700 milyon fosilin tek bir tanesinin dahi Darwinizm’e delil teşkil etmediğini,
- Tek bir proteinin bile tesadüfen oluşamadığını ve bunun da Yaratılış’ın net delili olduğunu,
- Canlılardaki mükemmel mimari ve mühendisliğin Darwinist düşünceyi yerle bir ettiğini,
- Darwinizm’in bilimsel bir teori değil, hiçbir bilimsel delili olmayan, akıl ve mantık dışı bir hurafe olduğunu,
- Darwinizm’in biyoloji dersinde değil, “eski kültürlerde batıl dinler” başlığı altında tarih dersinde okutulması gerektiğini,
- Darwinizm’in Sümerler devrinden kalma putperest bir inanç, tesadüfleri ilah edinen bir pagan dini olduğunu,
- Darwinizm’in ruhu açıklayamadığını,
- Darwinizm’in kadını evrimini tamamlamamış hayvan olarak gördüğünü,
- Kuran’ın Darwinizm’i reddettiğini,
- Komünizm, faşizm gibi ideolojilerin sözde bilimsel zeminini teşkil ettiğini,
- Dünyadaki sevgisizliğin, bencilliğin ve materyalist zihniyetin, her şeyi tesadüflerin eseri olarak gören Darwinizm’den kaynaklandığını,
- Terörün ve terörist bölücü örgütlerin Darwinizm’den beslendiğini,
- Terörün ve terörist bölücü örgütlerin önünü kesmek için Darwinist eğitimi durdurmak gerektiğini,
- Bilimsel delillere dayanmayan ve dünya üzerinde yaygın bir kitleyi etkisi altına almış olan Darwinizm’in insanlığa isabet eden fitne ve belalarda büyük rolünün olduğunu,
- Allah'ın varlığını ve Yaratılış gerçeğini kabul etmek istemeyen bilim adamları tarafından ısrarla ayakta tutulmaya çalışıldığını ve Darwinist bir diktatörlük tarafından tüm dünyada körüklendiğini dile getirmiştir.
- Sapkın Darwinist düşüncenin yol açtığı ciddi tehlikelerin fark edilmesini sağlamıştır.
- Dinsizliğin dini olan Darwinizm’in sözde dayanaklarını bilimsel olarak geçersiz kılmayı hayati bir mesele olarak görmüş, bu sahte teoriyi bilimsel olarak yerle bir etme sorumluluğunu tek başına üstlenmiş ve bu önemli görevin yerine getirilmesinde öncü rol oynamıştır.
- Evrendeki her şeyin kusursuz bir plan üzerine yaratıldığını ispatlamıştır.
- Dinsizliğin tarihte ilk defa bu kadar fazla yayılma imkanı bulduğu bir zaman diliminde, dinsizliğin dini olan Darwinizm yerle bir olmuştur.
Günümüz bilim ve teknolojisi ile elde edilen bulgular her geçen gün Darwinizm'e yeni bir darbe indirmekte, teorinin bilimsel bir geçerliliği olmadığı bilim çevreleri tarafından da teyit edilmektedir. Bu büyük gerçeğe teorinin bütün dünyada haraketle savunulduğu ve sahip çıkıldığı yıllarda karşı çıkmış olmak, bu bilim sahtekarlığına karşı bütün insanlığı uyarmış olmak Adnan Oktar’a nasip olmuştur.
0 notes
hetesiya · 4 years ago
Text
Darbeci M. Kemal Atatürk’ün Darbe Teşebbüsleri – Belgelerle Gerçek Tarih
0 notes
umutfakirinbirasi · 8 years ago
Text
Tarihin her zaman her an, bir bulgu, bir parça ile tekrar şekillenebileceğini bilmek, bunu kabullenmek öncelikle olması gerekendir.
Güzel kardeşim, seni bu kadar yormak istemezdim ama çok teşekkür ederim.
Öncelikle şunu belirtmek isterim, onu ne için ve neden savunulduğunu belirtmek isterim. Nitekim ben her hangi bir savunma zaten yapmadım, yapmam. Çünkü insanı mi savunmak gerek yoksa yapılan davranışı mi savunmak gerek bunun ayrımını bizim insanımız yapamıyor. Bende o yüzden bu tartışmalara girmem.
Tarih konumuza dönersek, tarihin bir bulgu ile değişeceğini bize okulda öğretmiyorlar, ama değişince de “değişti o artık öyle değil böyle” diyorlar. Aklımızı çorba yaptıktan sonra bunlar doğru bunu bilin yeter diyerek ne merak ne de bilgi aşılıyorlar. Bu yüzden kimse sen, ben, ya da tarih üzerinde eğitimli kişiler hariç araştırma yapmıyor. Merak da etmiyorlar.
Aslında hala arada kalan boşluklar var fakat bunları tartışma haline getirmek istemiyorum. Kullandığımız istanbul bile yeni ve TDK ya göre yazılırken şu an albafede olmayan bir harfle onu ifade etmek isim vermek ne kadar doğru bilemiyorum. Okka, kilo mevzusu gibi düşünebilirsin. Mesela aslının Kamal olduğunu da senden öğrendim. Bu zamana kadar hiç bir evrakta da Kamal olduğunu görmemem de ayrı bir muamma zaten.
Paylaştığın evrakların internet tabanlı oluşu içime şüphe bırakmıyor dersem yalan olur. Kaynakları inceledin mi ? Asıl evraklardan bahsediyorum yani.
Lakin, eğer bu evraklar doğru ise ve kaynaklarda da belirtiliyor ise bu zamana kadar neden değişmedi bu da ayrı bir konu. Çünkü tarih sadece bir heykel kafası bulunduğu anda bir millet tarihi yeniden oluşturulup kabul ediliyorsa, bu kadar evrak varken neden bu doğrular kabul edilmedi ? Yaptıklarını, kendisini savunmak başka bir yana, bu belgelerle tarihi anlatmak çok başka bir yana. Kadir Mısırlıoğlu yerine İlber Ortaylı ‘dan son yüzyıl isimli bir kitabı vardı sanırım. Adını şu an hatırlamıyorum. Okumanı tavsiye ederim.
Ama gerçekten belgelere ve kanıtlara dayanarak yorum yapabilmen bu dönemde hala ümidin olduğunun göstergesidir. Kimi için araştırma sonucu çıkacaklar, kimi için kendi düşünce ve doğrularına çıkan sonuçtur.
Yani gerçek belgelerle değişebilir, durumlar şartlara göre değişebilir, ama doğru her zaman doğrudur.
Dikkat ettiysen asıl konuyla yorum yapmadım onu da sana açıklayayım:
Bilgi olmadan fikir olmaz.
Boş konuşmaktansa hiç konuşmamalı. Bu belgelerin doğruluğunu öğrendikten ve neden tarihten saklandığının kesinleşmesinden sonra yorum yapmak isterim. Çünkü doğruyu bilmedikten sonra her yorum varsayımdır-teoridir.
Vakit ayırıp belgeleri benimle paylaştığın için teşekkür ederim. Belgeleri doğruladıktan sonra tekrar yazacağım.
Umarım bu yazdıklarımı savunma-tartışma olarak anlamazsın. Sevgilerimle.
@kendince-yazar
1 note · View note
osmaniyemhaber2 · 4 years ago
Text
Bakan Akar: 'Ayasofya Türk milletinindir'
https://osmaniyemhaber.com/?p=39759 Bakan Akar: 'Ayasofya Türk milletinindir' 15 Temmuz Demokrasi ve Ulusal Birlik Günü dolayısıyla düzenlenen bir etkinliğe katılan Ulusal Müdafa Bakanı Hulusi Akar, “Harbord Askeri Heyeti Raporu” hakkında sunum da yapmış oldu. 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin yenilmesiyle ortaya çıkan tabloda büyük güçlerin kendi çıkarları halinde bölgede nüfuz ve hakimiyetlerini tesis etmeye çalıştığını anımsattı. Ermenilerin ise Osmanlı topraklarının bir bölümünü de içine alacak şekilde “Büyük Ermenistan” oluşturmayı amaçladığını ifade eden Akar, “Ermeniler, büyük güçlerin desteğini alabilmek için her çeşit manipülasyon ve propagandaya başvurarak yoğun lobi faaliyetleri gerçekleştirmekteydiler. 1. Dünya Savaşı sonrası, ABD’deki lobi gruplarından destek alan Ermeniler, İngiltere’nin de teşvikiyle kurulması planlanan Büyük Ermenistan için ABD mandasını da istek etmişlerdi” ifadelerini kullandı. Ermeni lobisinin baskı ve girişimlerinin ile birlikte bölgedeki ABD çıkarlarını genişletmek talep eden Başkan Wilson’ın Ermeni iddialarını araştırmak için Türkiye’ye bir kurul göndermeye karar verdiğini özetleyen Akar, şunları söylemiş oldu: “Harbord Askeri Tahkik Heyeti, bölgedeki kapsamlı incelemeleri sonucunda, Türk tezleri ve Ermeni iddialarına ilişkin detaylı bir rapor hazırlamıştı. Harbord Raporu şeklinde öteki heyetlerin raporları da son aşama dikkat çekici olup yaygın kanaat, Ermenilerin suçladıkları Türklerin değil aslolan kendilerinin kırım yapmasıydı. Harbord Raporu, Türk tezlerinin doğruluğunu ve Ermeni iddialarının aslı astarı olmayan bulunduğunu ortaya koymasına karşın, ABD’deki Ermeni lobisi ve Ermeni destekçilerinin katkılarıyla kamuoyuna olduğu şeklinde açıklanmamıştı. Netice olarak 100 yıl ilkin olduğu şeklinde zamanı süreçten günümüze kadar olan dönemde ABD’de, aslı astarı olmayan Ermeni iddialarına, tarihsel gerçekler temelinde değil siyasal olarak yaklaşılmakta ve Ermeni diasporasının propagandalarına saygınlık edilmektedir.” Bu iddialara karşı zamanı önemi haiz Harbord Raporu ve öteki raporlar başta olmak suretiyle, ABD Ulusal Arşivleri’nde yer edinen belgelerle bu mevzularda araştırma yapan ABD’li tarihçilerin objektif çalışmalarının da incelenmesi icap ettiğini söyleyen Akar, şu şekilde belirtti: “Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı Osmanlı Arşivi ve Askeri Tarih ve Stratejik Araştırmalar Enstitüsü arşivindeki belgeler ile ilgili devletlerin tüm arşiv kayıtları da Ermenilere yönelik bir soykırım olmadığını, aksine Ermenilerin birçok bölgede masum, sivil Müslüman halkı katlettiğini fazlaca net bir halde ortaya koymaktadır. Bu doğrultuda Türkiye olarak arşivlerimizi açtığımızı ve tarihçiler tarafınca oluşturulacak objektif kurullara açık olduğumuzu, Sayın Cumhurbaşkanımız internasyonal platformlarda dile getirmektedir. Bu konudaki ısrarlı çağrımızı bir kez daha yineliyoruz. Ermenistan da Türkiye şeklinde arşivlerini internasyonal ölçekte tarihçilere açmalı, çıkacak sonuçlara tahammül göstermeli ve bu mevzuda kaygı etmemelidir.” “Can kardeşimiz Azerbaycan’ın yanında olmaya devam edeceğiz” Ermenistan’ın tüm bu iyi niyetli çağrılara karşın gerek Türkiye’ye yönelik mesnetsiz iddialarını gerekse Azerbaycan’a yönelik husumet ve düşmanca tavrını sürdürdüğünü söyleyen Akar, “Yukarı Karabağ’ı haksız ve hukuksuz bir halde işgal altında bulunduran Ermenistan, geçtiğimiz günlerde Azerbaycan’ın Tovuz bölgesine yönelik boyunu ve haddini aşan bir saldırı gerçekleşmiştir. Azerbaycan bizim canımızdır. Bu acıyı derinden hissetmekteyiz. Bu menfur saldırıyı en ağır şekilde, şiddetle kınıyoruz” şeklinde belirtti. Saldırıda şehit olanlara rahmet, yaralılara acil şifa dileklerini ileten Akar, “Biz Türkiye olarak daima can kardeşimiz Azerbaycan’ın yanında olmaya devam edeceğiz” diye belirtti. FETÖ ile savaşım 15 Temmuz’da FETÖ’nün hain militanlarının millete, devlete, TSK’ya ve demokrasiye karşı tarihteki en büyük ihaneti gerçekleştirdiğini ifade eden Akar, şanlı zamanı süresince karşılaşmış olduğu zorlukları, kederde ve kıvançta bir ve birlikte olarak aşan asil milletin bu ihanet karşısında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın çok fazla siyasal liderliğinde 7’den 70’e tüm fertleriyle tek vücut olarak hain darbe girişimini akamete uğrattığını, gelecek nesillere, bir demokrasi mirası bıraktığını söylemiş oldu. FETÖ ile savaşım bazında Türk Silahlı Kuvvetlerinde 15 Temmuz’daki hain darbe girişinin peşinden bugüne dek 20 bin 70 kişinin ihraç edildiğini ifade eden Akar, “Elde edilmiş yeni informasyon, belge ve verilerle bir tüm halinde mücadeleye kararlılıkla devam ediyoruz. TSK’nın şanlı üniformasını hiçbir hainin taşımasına müsaade etmeyeceğiz” diye belirtti. Akar, kahraman Türk ordusunun 15 Temmuz’dan sonrasında meydana getirdiği operasyonlarla “girilemez” denilen bölgelere girdiğini, “ulaşılamaz” denilen bölgelere ulaştığını belirterek, “Operasyonlarımız artan bir sertlik ve ritmde aynı hassasiyetle sürüyor. Terör belasını bitirmekte kararlıyız” şeklinde belirtti. “Hiçbir oldubittiye de asla izin vermeyiz” Sınır ötesinde meydana gelen operasyonlarla Türkiye’nin cenup sınırlarında oluşturulmak istenen terör koridorunu yerle bir edildiğini, halkın ve hudutların güvenliğinin sağlandığını söyleyen Akar, “Türkiye olarak Suriye’de yaşananları bir strateji oyunu olarak değil, insani trajedi olarak görüyoruz. Bugüne dek, akan kan ve göz yaşını durdurmak için elimizi taşın altına koyduk, koymaya devam ediyoruz” ifadesini kullandı. Terörle mücadelenin ile birlikte Kıbrıs dahil, mavi vatanda ve semalarında asil milletin hak, ilgi ve menfaatlerini savunmak için mücadeleyi sürdürdüklerini söyleyen Akar, “Doğu Akdeniz’deki faaliyetlerimiz, internasyonal hukuka ve ikili anlaşmalara uygun olarak iyi komşuluk ve diyalog temelinde sürdürülmektedir. Hepimiz için Türkiye ve KKTC’nin Doğu Akdeniz’deki hak ve menfaatlerinin korunması esastır. Ege ve Akdeniz’de Türkiye ve KKTC’nin yer almadığı bir projenin yaşama şansı yok. Hiçbir oldubittiye de asla izin vermeyiz” diye belirtti. Danıştay sonucu ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın imzaladığı kararla tekrardan ibadete açılmasını yönelik bazı ülkelerden meydana getirilen karşı açıklamalara da değinen Akar, “Ayasofya, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, Türk milletinindir. Dolayısıyla burada söz söyleyebilecek yer Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk milletidir. Bunun haricinde hiçbir kişinin, kurumun, devletin söz söyleme hakkı yoktur. Her insanın haddini, yerini bilmesi lazım” şeklinde belirtti. “Haklılığımız kanıtlandı” Libya ile meydana getirilen “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması” ve “Güvenlik ve Askeri İş Birliği” mutabakat muhtırasını, Akdeniz’deki hak, ilgi ve menfaatlerin korunmasına yönelik “stratejik öneme haiz bir adım” olarak nitelendiren Akar, şunları kaydetti: “TSK, BM’nin tanımış olduğu tek meşru hükumet olan Ulusal Mutabakat Hükumeti’nin resmi daveti ve TBMM’nin de onayıyla Libya’da bulunuyor. TSK mensubu buradaki eğitim ve danışmanlık faaliyetlerini başarıyla yerine getiriyor, getirmeye devam edecektir. Libya’daki gayemiz ‘Libya, Libyalılarındır’ anlayışından hareketle Libya’daki sulh ve istikrarın bir an ilkin sağlanarak zamanı kardeşlik bağlarımız mevcut olan Libya halkının hak etmiş olduğu huzura kavuşmasıdır.” “Fransız gemisinin rahatsız etme edilmiş olduğu”ne yönelik iddialara da değinen Akar, “Bu mevzuyla söz konusu tüm informasyon, belge, video ve fotoları NATO’nun sivil-askeri makamlarıyla paylaştık. İddialar tamamen gerçek dışı olup haklılığımız kanıtlandı” şeklinde belirtti. Türkiye’nin başlangıçtan itibaren dostane, yapıcı, iş birliğine açık, destekleyici bir tutum sergilediğini söyleyen Akar, “Bizim gemilerimiz Fransız gemisine talepleri üstüne yakıt ikmali dahi sağlanmıştır” diye belirtti. Akar, mevzuya ilişkin şu değerlendirmelerde bulunmuş oldu: “Fransız gemisi rahatsız etme edilmediği şeklinde Fransa gemisi Türkiye’nin üç gemisinin ilerlediği konvoya 20 deniz mili sür’atle söze girmek suretiyle fazlaca tehlikeli bir manevra yapmış, mevcut NATO usullerini de dikkate almayarak, muhabere irtibatı dahi kurmamıştır. Ek olarak NATO makamlarına iddiaları destekleyecek teknik verileri sunamamışlardır. Türkiye NATO’nun merkezinde tüm ortak değerlerini paylaşan, sorumluluklarını daima yerine getiren ve yerine getirmeye de devam edecek olan bir ittifak üyesidir. NATO makamları Türk personelin vaka sırasındaki ustalaşmış ve ihtiyatlı yaklaşımına teşekkür etmiştir. Dolayısıyla ikimiz de Fransız müttefiklerimizden hala bir özür bekliyoruz.” Fransızların bu mevzuda NATO’daki tüm çalışmaları tıkamaya çalıştığını ifade eden Akar, “Kapatmalarına izin vermeyecek, sonuna kadar götüreceğiz. Türkiye’nin, her aklına gelenin efelik yapacağı bir ülke olmadığını görsünler” diye belirtti.
0 notes
osmaniyemhaber · 4 years ago
Text
Bakan Akar: 'Ayasofya Türk milletinindir'
https://osmaniyemhaber.com/?p=39759 Bakan Akar: 'Ayasofya Türk milletinindir' 15 Temmuz Demokrasi ve Ulusal Birlik Günü dolayısıyla düzenlenen bir etkinliğe katılan Ulusal Müdafa Bakanı Hulusi Akar, “Harbord Askeri Heyeti Raporu” hakkında sunum da yapmış oldu. 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin yenilmesiyle ortaya çıkan tabloda büyük güçlerin kendi çıkarları halinde bölgede nüfuz ve hakimiyetlerini tesis etmeye çalıştığını anımsattı. Ermenilerin ise Osmanlı topraklarının bir bölümünü de içine alacak şekilde “Büyük Ermenistan” oluşturmayı amaçladığını ifade eden Akar, “Ermeniler, büyük güçlerin desteğini alabilmek için her çeşit manipülasyon ve propagandaya başvurarak yoğun lobi faaliyetleri gerçekleştirmekteydiler. 1. Dünya Savaşı sonrası, ABD’deki lobi gruplarından destek alan Ermeniler, İngiltere’nin de teşvikiyle kurulması planlanan Büyük Ermenistan için ABD mandasını da istek etmişlerdi” ifadelerini kullandı. Ermeni lobisinin baskı ve girişimlerinin ile birlikte bölgedeki ABD çıkarlarını genişletmek talep eden Başkan Wilson’ın Ermeni iddialarını araştırmak için Türkiye’ye bir kurul göndermeye karar verdiğini özetleyen Akar, şunları söylemiş oldu: “Harbord Askeri Tahkik Heyeti, bölgedeki kapsamlı incelemeleri sonucunda, Türk tezleri ve Ermeni iddialarına ilişkin detaylı bir rapor hazırlamıştı. Harbord Raporu şeklinde öteki heyetlerin raporları da son aşama dikkat çekici olup yaygın kanaat, Ermenilerin suçladıkları Türklerin değil aslolan kendilerinin kırım yapmasıydı. Harbord Raporu, Türk tezlerinin doğruluğunu ve Ermeni iddialarının aslı astarı olmayan bulunduğunu ortaya koymasına karşın, ABD’deki Ermeni lobisi ve Ermeni destekçilerinin katkılarıyla kamuoyuna olduğu şeklinde açıklanmamıştı. Netice olarak 100 yıl ilkin olduğu şeklinde zamanı süreçten günümüze kadar olan dönemde ABD’de, aslı astarı olmayan Ermeni iddialarına, tarihsel gerçekler temelinde değil siyasal olarak yaklaşılmakta ve Ermeni diasporasının propagandalarına saygınlık edilmektedir.” Bu iddialara karşı zamanı önemi haiz Harbord Raporu ve öteki raporlar başta olmak suretiyle, ABD Ulusal Arşivleri’nde yer edinen belgelerle bu mevzularda araştırma yapan ABD’li tarihçilerin objektif çalışmalarının da incelenmesi icap ettiğini söyleyen Akar, şu şekilde belirtti: “Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı Osmanlı Arşivi ve Askeri Tarih ve Stratejik Araştırmalar Enstitüsü arşivindeki belgeler ile ilgili devletlerin tüm arşiv kayıtları da Ermenilere yönelik bir soykırım olmadığını, aksine Ermenilerin birçok bölgede masum, sivil Müslüman halkı katlettiğini fazlaca net bir halde ortaya koymaktadır. Bu doğrultuda Türkiye olarak arşivlerimizi açtığımızı ve tarihçiler tarafınca oluşturulacak objektif kurullara açık olduğumuzu, Sayın Cumhurbaşkanımız internasyonal platformlarda dile getirmektedir. Bu konudaki ısrarlı çağrımızı bir kez daha yineliyoruz. Ermenistan da Türkiye şeklinde arşivlerini internasyonal ölçekte tarihçilere açmalı, çıkacak sonuçlara tahammül göstermeli ve bu mevzuda kaygı etmemelidir.” “Can kardeşimiz Azerbaycan’ın yanında olmaya devam edeceğiz” Ermenistan’ın tüm bu iyi niyetli çağrılara karşın gerek Türkiye’ye yönelik mesnetsiz iddialarını gerekse Azerbaycan’a yönelik husumet ve düşmanca tavrını sürdürdüğünü söyleyen Akar, “Yukarı Karabağ’ı haksız ve hukuksuz bir halde işgal altında bulunduran Ermenistan, geçtiğimiz günlerde Azerbaycan’ın Tovuz bölgesine yönelik boyunu ve haddini aşan bir saldırı gerçekleşmiştir. Azerbaycan bizim canımızdır. Bu acıyı derinden hissetmekteyiz. Bu menfur saldırıyı en ağır şekilde, şiddetle kınıyoruz” şeklinde belirtti. Saldırıda şehit olanlara rahmet, yaralılara acil şifa dileklerini ileten Akar, “Biz Türkiye olarak daima can kardeşimiz Azerbaycan’ın yanında olmaya devam edeceğiz” diye belirtti. FETÖ ile savaşım 15 Temmuz’da FETÖ’nün hain militanlarının millete, devlete, TSK’ya ve demokrasiye karşı tarihteki en büyük ihaneti gerçekleştirdiğini ifade eden Akar, şanlı zamanı süresince karşılaşmış olduğu zorlukları, kederde ve kıvançta bir ve birlikte olarak aşan asil milletin bu ihanet karşısında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın çok fazla siyasal liderliğinde 7’den 70’e tüm fertleriyle tek vücut olarak hain darbe girişimini akamete uğrattığını, gelecek nesillere, bir demokrasi mirası bıraktığını söylemiş oldu. FETÖ ile savaşım bazında Türk Silahlı Kuvvetlerinde 15 Temmuz’daki hain darbe girişinin peşinden bugüne dek 20 bin 70 kişinin ihraç edildiğini ifade eden Akar, “Elde edilmiş yeni informasyon, belge ve verilerle bir tüm halinde mücadeleye kararlılıkla devam ediyoruz. TSK’nın şanlı üniformasını hiçbir hainin taşımasına müsaade etmeyeceğiz” diye belirtti. Akar, kahraman Türk ordusunun 15 Temmuz’dan sonrasında meydana getirdiği operasyonlarla “girilemez” denilen bölgelere girdiğini, “ulaşılamaz” denilen bölgelere ulaştığını belirterek, “Operasyonlarımız artan bir sertlik ve ritmde aynı hassasiyetle sürüyor. Terör belasını bitirmekte kararlıyız” şeklinde belirtti. “Hiçbir oldubittiye de asla izin vermeyiz” Sınır ötesinde meydana gelen operasyonlarla Türkiye’nin cenup sınırlarında oluşturulmak istenen terör koridorunu yerle bir edildiğini, halkın ve hudutların güvenliğinin sağlandığını söyleyen Akar, “Türkiye olarak Suriye’de yaşananları bir strateji oyunu olarak değil, insani trajedi olarak görüyoruz. Bugüne dek, akan kan ve göz yaşını durdurmak için elimizi taşın altına koyduk, koymaya devam ediyoruz” ifadesini kullandı. Terörle mücadelenin ile birlikte Kıbrıs dahil, mavi vatanda ve semalarında asil milletin hak, ilgi ve menfaatlerini savunmak için mücadeleyi sürdürdüklerini söyleyen Akar, “Doğu Akdeniz’deki faaliyetlerimiz, internasyonal hukuka ve ikili anlaşmalara uygun olarak iyi komşuluk ve diyalog temelinde sürdürülmektedir. Hepimiz için Türkiye ve KKTC’nin Doğu Akdeniz’deki hak ve menfaatlerinin korunması esastır. Ege ve Akdeniz’de Türkiye ve KKTC’nin yer almadığı bir projenin yaşama şansı yok. Hiçbir oldubittiye de asla izin vermeyiz” diye belirtti. Danıştay sonucu ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın imzaladığı kararla tekrardan ibadete açılmasını yönelik bazı ülkelerden meydana getirilen karşı açıklamalara da değinen Akar, “Ayasofya, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, Türk milletinindir. Dolayısıyla burada söz söyleyebilecek yer Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk milletidir. Bunun haricinde hiçbir kişinin, kurumun, devletin söz söyleme hakkı yoktur. Her insanın haddini, yerini bilmesi lazım” şeklinde belirtti. “Haklılığımız kanıtlandı” Libya ile meydana getirilen “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması” ve “Güvenlik ve Askeri İş Birliği” mutabakat muhtırasını, Akdeniz’deki hak, ilgi ve menfaatlerin korunmasına yönelik “stratejik öneme haiz bir adım” olarak nitelendiren Akar, şunları kaydetti: “TSK, BM’nin tanımış olduğu tek meşru hükumet olan Ulusal Mutabakat Hükumeti’nin resmi daveti ve TBMM’nin de onayıyla Libya’da bulunuyor. TSK mensubu buradaki eğitim ve danışmanlık faaliyetlerini başarıyla yerine getiriyor, getirmeye devam edecektir. Libya’daki gayemiz ‘Libya, Libyalılarındır’ anlayışından hareketle Libya’daki sulh ve istikrarın bir an ilkin sağlanarak zamanı kardeşlik bağlarımız mevcut olan Libya halkının hak etmiş olduğu huzura kavuşmasıdır.” “Fransız gemisinin rahatsız etme edilmiş olduğu”ne yönelik iddialara da değinen Akar, “Bu mevzuyla söz konusu tüm informasyon, belge, video ve fotoları NATO’nun sivil-askeri makamlarıyla paylaştık. İddialar tamamen gerçek dışı olup haklılığımız kanıtlandı” şeklinde belirtti. Türkiye’nin başlangıçtan itibaren dostane, yapıcı, iş birliğine açık, destekleyici bir tutum sergilediğini söyleyen Akar, “Bizim gemilerimiz Fransız gemisine talepleri üstüne yakıt ikmali dahi sağlanmıştır” diye belirtti. Akar, mevzuya ilişkin şu değerlendirmelerde bulunmuş oldu: “Fransız gemisi rahatsız etme edilmediği şeklinde Fransa gemisi Türkiye’nin üç gemisinin ilerlediği konvoya 20 deniz mili sür’atle söze girmek suretiyle fazlaca tehlikeli bir manevra yapmış, mevcut NATO usullerini de dikkate almayarak, muhabere irtibatı dahi kurmamıştır. Ek olarak NATO makamlarına iddiaları destekleyecek teknik verileri sunamamışlardır. Türkiye NATO’nun merkezinde tüm ortak değerlerini paylaşan, sorumluluklarını daima yerine getiren ve yerine getirmeye de devam edecek olan bir ittifak üyesidir. NATO makamları Türk personelin vaka sırasındaki ustalaşmış ve ihtiyatlı yaklaşımına teşekkür etmiştir. Dolayısıyla ikimiz de Fransız müttefiklerimizden hala bir özür bekliyoruz.” Fransızların bu mevzuda NATO’daki tüm çalışmaları tıkamaya çalıştığını ifade eden Akar, “Kapatmalarına izin vermeyecek, sonuna kadar götüreceğiz. Türkiye’nin, her aklına gelenin efelik yapacağı bir ülke olmadığını görsünler” diye belirtti.
0 notes
sosyofikir93-blog · 6 years ago
Text
Gizemli Enfield Olayı - İngiltere'nin Konuştuğu Paranormal Olay
Ssosyofikir'den yeni içerik: https://www.sosyofikir.com/tarih/gizemli-enfield-olayi-ingilterenin-konustugu-paranormal-olay/
Gizemli Enfield Olayı - İngiltere'nin Konuştuğu Paranormal Olay
Merhaba Sosyofikir Kanalı izleyicileri ve sosyofikir.com blogu okuyucuları,
Yeni yüzümüzle sizlere ilginç ve farklı olayları, tarihsel, bilimsel, yaşamsal boyutta değerlendirmeye devam ediyoruz. Bu bölümde sizlerle birlikte inceleyeğimiz konu  1977 – 1978 yılları arasında İngiltere’de yaşanan gizemli olaylar zincirini ele alacağız.  Başlıyoruz;
Londra’nın kuzeyinde yer alan Enfield kasabasında küçük bir evde yaşanan garip olaylar, önce İngiltere’yi daha sonra da tüm dünyayı etkileyecek bir gizemler zincirinin başlamasına sebep olacaktı.
Gizemli Olaylar 1977 Yılında Başlıyor
Gariplikler 1977 yılının Ağustos ayında başladı. 1978 yılının sonbaharına kadar devam eden olaylar Eylül ayı başlangıcında durdu. Peggy Harper’in Janett ve Pete isimli kızları odalarından garip seslerin geldiğinden bahsetmekteydi. Ayrıca kızlar bunlardan bahsetmekle kalmamış, geceleri yataklarının sallandığından bahsetmişlerdir. Başlarda kızların ailelerine bir şaka üzerine bu şekilde davrandığını düşünen ebeveynler, olayın daha da artmasından sonra bakış açılarını yeniden düzenlemek zorunda kalmışlardı. Çünkü bazı aile üyelerinin ve akrabalarının ifadelerine göre tanıkların gözleri önünde iki genç kızın havaya yükseldiği ve sonrasında görünmeyen bir güç tarafından fırlatıldığından bahsedilmiştir.
Spiritüel Ruh Araştırmacılar Derneği (SPR) araştırmacısı Maurice Grosse ve yine iş arkadaşı olan Guy Playfair olayların daha fazla artması ve artık işlerin çığrından çıkmasıyla beraber aile ile kalmışlardır. İşte bu beraber kalma seanslarından birinde bu gizemli olaya tanık olurlar. Araştırmacılar eve kalmaya gelirken kamera ve fotoğraflarla olayı belgelerler. Daha sonra bu olay İngiltere’nin önemli gazetelerinden biri olan Daily Mirror gazetesinde yer alır.
Daha sonraki yıllarda tüm dünyada bir çözülemeyen fenomen haline gelen olayı basın Enfield Olayı olarak hatırlayacaktır.  Bu araştırma dünyada spiritüel araştırmaların gelişmesine sebep olmuş bir olaydır. Bu olay konu üzerine çalışan uzmanların bir çoğunun araştırmalarına konu olmuştur.  Bu olayda görüldü ki ergenlik çağında olan kişiler “Poltergeist” olayı adı verilen  bu psişik enerjilerin dünyada bir çıkış noktası olmuştu.
Araştırmalarında kullandıkları ekipmanların çoğunun, Hodgson ailesinin evine girmeden önce düzgün bir şekilde çalıştığını fakat eve girdikten sonra cihazların bozulduğunu iddia ediyorlar.
Enfield’da bulunan evde yaşanan paranormal olayların çoğunun gerçek olduğuna inanıyorlar fakat olayların bir kısmının da Janet tarafından abartıldığını söylüyorlar. Örnek olarak, Playfair, Janet’in ses değiştirme alışkanlıklarına sahip olduğunu belirtiyor. Olaylar sırasında bazen Janet sesini değiştirerek evin eski sahibi olan Bill adındaki bir adam olduğunu söylüyordu. Araştırmacılar bunu Janet’in kasıtlı olarak yapabileceğine inanıyor.
Enfield Poltergeist Olayı Gerçek mi?
Enfield poltergeist olayı hakkında kanıtlar ve teoriler olmasına rağmen birçok insan olayının sorunlu bir genç kızın bir hayallerinden başka bir şey olmadığını düşünüyor.
Araştırmacıların çoğu, hikayenin Janet tarafından uydurulduğunu belirtiyor. Gazeteler, Enfield hayaleti ve Enfield poltergeist (Enfield Perili Evi) olayı hakkında bir çok yazı yazdı. Janet hakkında da birçok yazı kaleme alındı: Janet, hikayenin tam kalbindeki bir genç kız. Yaşanan paranormal olaylar hakkında kısmen veya tamamen yalan söylüyor olsun ya da olmasın olay gerçekliği hakkında sadece yorum yapabiliriz.
Belki de Janet, orta sınıf bir işçi ailesinde yeterince ilgi göremiyordu. Çeşitli hikayeler uydurarak dikkat çekmeyi başardı ve artan ilgiyi takdir etmeye başladı. Bunedenle, i bazı olayları olduğundan farklı anlattı. Janet’in hikayesi diğer hayalet hikayelerini de yansıtıyor. Genellikle genç kadınlar arasında ergenliğe girmeden önce paranormal olay karşılaşmaları yaşanıyor. Janet bu tür bir karşılaşma için tam olarak doğru yaştaydı ve biliyoruz ki Janet bu nedenden ötürü bazı olayları kendisi gerçekleştirmiş olabilir.
Warren araştırmacıları, 1960’larda ve 1970’lerde tanınmış paranormal olay araştırmacılarıydı. Gerçek hikayelerine dayanan ve gişe rekorları kıran üç filme konu oldular : The Conjuring, The Conjuring 2 (Enfield Poltergeist Filmi) ve Annabelle.
Conjuring 2 gerçek hikayesi filmden biraz farklı. Conjuring 2 filminde Warren ailesi neredeyse olayların başından sonuna kadar evde bulunuyordu. Aslında, davadaki soruşturmacılardan biri olan Guy Playfair, Warrenların eve davet edilmediklerini ve sadece bir gece kaldıklarını söyledi.
Ed Warren ayrıca Playfair’e bu davadan çok para kazanılabileceğini söyledi ve bu Warren ailesinin neden bu hikaye ile ilgilendiğini açıklıyor.
Bill, Bill, Bill…
Yaşanan tüm olaylar arasından en ilginç olan Janet’in kullandığı ses tonu ve Bill olduğunu iddia etmesi. Bazı araştırmalar, Janet’in aklına bu fikri Grosse’nin soktuğunu söylüyor. Janet ise gazetecilere Grosse’nin kendisine bu seslerin Bill ile konuşmak için gerekli olduğunu söylediğini belirtti. Tüm bunlara rağmen Bill hakkında açıklanamayan bir nokta var. Janet kendi yatağında uykuya dalmasına rağmen neredeyse her gece alt katta bulunan oturma odasındaki bir koltukta uyanıyordu. Hodgson ailesi bu evi eşyalı olarak tutmuşlardı yani evdeki eşyalar bir önceki sahibine aitti. Janet bu koltukta otururken ailesine kendisinin Bill olduğunu, koltukta otururken kan kaybına bağlı olarak öldüğünü ve evin kendisinin olduğunu söylüyordu. Ailenin eve taşınmadan bu olay hakkında hiçbir bilgisi yoktu. Fakat Janet’in söyledikleri Bill’in oğlu tarafından doğrulandı. Bill gerçekten o koltukta kan kaybına bağlı olarak ölmüştü.
Bill’in hikayesi, Enfield Poltergeist olayına asıl kuşku hissini veren hikayedir. Bu, kuşku insanların hikayenin gerçek mi yoksa bir uydurma mı olduğu konusunda karar vermelerini zorlaştırıyor.
Bir buçuk yıl süren paranormal olaylardan sonra, Enfield evindeki olaylar aniden sona erdi. Kimse bunun nedenini bilmiyordu, tüm hayalet hikâyelerinde olduğu gibi başladı, devam etti ve bilinmeyen bir neden ile sona erdi.
Bir buçuk yıl sırasında bir çok olay meydana geldi: mobilyalar yer değiştirdi, elektrikli aletler bozuldu, Janet Bill’in ağzından konuşmaya devam etti, evin her etrafından çarpma ve çatırdama sesleri duyuldu.
  Yararlanılan kaynak : https://delibilgiler.com/enfield-poltergeist-olayi/
0 notes
mustafakemalimcom · 7 years ago
Text
Atatürk'e 'Dinsiz' Diyenlere, Yine Atatürk Hayattayken Cevap Vermişti
Atatürk’e ‘Dinsiz’ Diyenlere, Yine Atatürk Hayattayken Cevap Vermişti
Bir kış seyahati esnasında Dolmabahçe Sarayı’ndayız. Her zaman olduğu gibi yine sofrada yirmi beş otuz kişi, aralarında zamanın meşhur Yunan film ve ses sanatçısı Zozo Dalmas da yanında gitarist bir bayanla birlikte hazır bulunmakta. Ayrıca saz takımı da yerlerini almış hafiften sanatlarını icra ediyorlardı. Zozo Dalmas’ın gitaristi gitarını eline aldığı zaman, bizim saz takımı sustu ve Zozo…
View On WordPress
0 notes
yenicagkibris · 6 years ago
Text
“kktc” ilanından köfünye olaylarına – Özkan Yıkıcı
https://wp.me/pXsHy-KiK Zaman zaman konuyu ve özellikle Kıbrısla alakalı makale seçkisi yaparken, mutlaka kendimi de sorguluoorum. Kıbrıs konusunda normal gündemli ve amaçsız olup salt gündem doldurma veya algı operasyonlu tetikleme provakasyonlu eksene pek takılmak istemem. Bundandır ki yerel konuda önemli durum olmadıkça, pek yazmak istemem. Hele de ayni nakaratlı döngüdeki sırf birilerine yaranma veya gündemde kalma adına yalanla süslü koşullara pek takılmak istemem. Fakat, dönüp de baktıpımda, direk yaşadığım ve tanıklıklarla yeni belgelerle iyice birikim sağladığım dönemi hala olmamış gibi sırf güncel idolojik faydacılıkla kurgulu tarih yazma resmi tavır sonucu, ben de yeri geldikçe kaçınılmaz olarak bu birikimi doğruları aktarma adına kulanmaktan kaçamam* Yine, direk gerçekler varken, yazılı belgelerden, anlaşılmış kararlara dek belgeler uçuşurken, sıkılmadan hala yanlışlarla gündem yaratıp saptırmalar sürüyorsa, bununla toplumsal potansiyel yanına akademik eksenden de karşılık gelince, istemesem de olanları aktarmak zorunda kalıyorum! Çünkü, gerçekten siyasal yapılanışla tamamlanan bu yanlışlar sonuçta olanı değil, kendince “kurtaranla” yeni kamuoyu oluşturuluyor. Kaldı ki başta onca yerleşime karşın Türkiyede dahi Kıbrıs konusu olanlarla değil yasaklı tabusal idolojik çizgielrle hala devam olarak sürdürülmektedir.Bundandır ki hem yakın tarih, hem günümüz yaşananlar üzerinden enazından gerçekleri kendimce aktarma adına koyduğunm ilkeleri bazen kırarak böylesi makaleler yazıyorum. Yazıyorum, çünkü gerçekten yanlış yalanlarla epey yerleşip siyasal kültürleşen gerçek karşımda dimdik duruyor. Diyeceksiniz, “Bu neyi değiştirir”! Değiştirmese de ilerde çok acıtarak çıkacak gerçekler karşısında, bu dönemde olan duruşların da doğru sorgulanmasına kaynak olsun bulunacaktır. Gerçekler örtülemez* Geciktirilebilinir; fakat, geciken her gerçek, ilerde daha çok acıtarak yaşanacağı da kesindir. Dünya bunun direk kanıtıyla yaşadığımız gezegenin kendisidir. **** Budenli girişle aslında benim yazarken dahi, tartışacak insan karşımda olmasa da, konuyu başlarken kafamda zaman zaman bu karmaşa yaşanıyor. Nitekim, ben bu yazıya başlamadan, okuduğum birçok makale oldu. “KKTC” ilanı özellikle Türkiyede pek raslamadım. Hat ta, açılan iki kapı veya Akıncının yağcılıkla bezenen demeciyle Türkiye mesajı da duyulmadı. Bunlar bizim gerçeğimiz. T 24 sitesinde sadece bir iki kapıyla alakalı makale okudum. Oda, şöylesine başlayıp, yerleşen güncel politik algıların esirliğine düşerek garip “Kıbrıslı Türk” veya kavram fetişizimleştirilen federal sıkışmasında söndü. Dönüp özellikle Derinya kapısındaki Türkiye tutumuna damla koymazken, Anastasiyadise göderme resmiyesinde de yazıyı tamamladı. Bu makale, aslında yazıp yazmama içerikli yazımın yazılmasına yönelmeği de getirdi. Neden biraz da bu makale ile tırmandı. *** Çok fazla değil. Benim gençliğimin en iyi döneminde 1983 yılına dek geriliyorum. Kasımın başından itibaren nedense her konuşulan duyarlı yerlerde “acaba ilan yapılacak mı” kuşkuları biraz da endişe ile konuşuluyordu. Garip ayrışmalar da oluyordu. Görünüşte TKP, CTP ve bazı sol kesimler bu ilana karşı duruyordu. Garipti, Öğretmenler sendikası ulusal bağımsızlık adına Denktaş ekseninin savunduğu duruma destek veriyordu. Sağ partiler de zaten seksen başından bu probagandaya başladılar. Taplonun özü bu. Türkiyeden de gelen rüzgarlar aynen ilanın yapılacağı mesajlıydı. Oysa, bazıları, Türkiye üzerinden aynen şimdilerde yapılan ezberle “uluslar arası koşullar” denilip aldatmaca ile gelmekte olan süreci ötelendirip duyarlılığı kırmaya çalıştılar. Ama, gerçekten ne zaman saray yemek çağrısı olunca herkes ilanın olacağına da inanıyordu. Nitekim, saray yemeğine gitmeden önce, CTP ve TKP vekileri Saray Önünden kuğulu parka taktıkları vekil madalyolarıyla, konuya karşı oldukları ve federal Kıbrıs talepleriyle yürüdüler. Nedense, Öğretmenler sendikası bu tip karşı çıkışlara hep başka telden yanıtlar veriyordu. Bu durumlar kimilerinde “belki kabulenmezler, çoğunlukla ilan edilir” beklentiler şüpelerle seslendirenler de oluyordu. Sonuçta, Saraya gidip yemek yendikten sonra konu gündeme geldi. CTp ve TKP öncelikle Türkiyenin tutumunu sorup olaydaki tamamlayıcı merkezin de onayını duydular. CTP yine de parti meclisini toplayıp ayni gece oylayıp 2 oy farkla kabulendi. TKP ise meclisinden korkarak “çünkü sol kanat güçlüydü” parti meclisine dahi sormadan teslimiyeti çekti. Ertesi gün de Denktaş geceden öteki güçlerin de katgısıyla meclis önünde ahaliyi toplatıp “KKTC” ilanını yaptı. Böylesi basit gelecek adımlarla ilan yapıldı. Tabi günümüze gelince, zamanında ilanla olacaklrı söyleyip karşı olanların da hemen tüm söyledikleri sonuçlar da günümüzde yaşanmaktadır. Bir farkla, o zaman karşı çıkan çoğu kesim kolayca teslim olup bu günü savunur çizgiye de geldiler…. Bu konuda değişen TKP ve CTP değildi, Öüretmen sendikası lideri Arif hoca da bağımnsızlık olmadığını anlayarak, KKTC yapısının bağımlılığın üst derecesi olduğunu savunan küçük sol kesimin yanına geldi…… Aslında 74 Sonrrası iki önemli süreç vardır. İşkal ile başlayıp, ganimet paylaşımlı yapılanma ile genişleyen Kuzey Kıbrısta, teşkilat kesimi yönetimli sivil sıçrama ile direk Türkiye bağları paradan nifus taşımakla sürdürülürken, oluşan boşlukla yeni filizlenen sol da muhalefet ekseninde dalgalı şekilde yerini bulmaya çalıştı. Bunun ilk kırılma tarihi 1981 seçimleri oldu. Çıkan rakamsal taplolara müdahale edildi. Denktaaş kazanfdırılırken, itirazın yapılmaması için de Anayasa başkanı kayıplara karıştı. Hükümet ekseninde de benzer müdahalelerle adeta Türkiye siyasal baskı ile yerel işbirlikci bağları yapısal olarak önemli bir adım atılar. Hele de TKP provakasyonlarla da hükümet baskısından vekil kopartma girişimleri de karşılık buldu. Bu koşullara ek olarak Türkiyedeki 12 Cuntasının adaya yansıması ile cılız solun dağılma veya bir kısmı TKP içi mücadele kayışı ile sol bu tarihle yükselme çizgisini aslında kaybetmekteydi! Bu konuda hem 81 seçimleri ile gelinen aşama veya 83 başında gelemkte olan KKTC ilanı tehklikesi adıyla geniş iki derlemem o dönemlerde yazıldı. Şimdi dönüp okuduğumda tüm öngörülerim neyazık ki acı ve basit şekilde gerçekleştirildi. **** “KKTC ilanıyla, aslında K. Kıbrıs bağımsız değil daha da Türkiyeleşme yapılanışa hız verdi. TKP özellikle hızla sağa kayarken, CTP de Sovyetlerin artık dağılma aşamasında, teslim olup koltuklarla sistemin daha yumuşak teslimiyetine hizmete geçti.. Bu darbe, aslında sol sloganların dahi artımla kısırlığına dek gelindi. Nitekim, bir örnek verelim: KTAMS seçimlerinden birinde 86 yılında Demokrat memur hareketinin “emperyalizme bağlı” ifadesine baştaCTP ve TKP sağ kanadı direk linç derecede karşı çıktılardı. Bu her şeyi anlatır…. Demek ki KKTC ilanı bildik bağımsız ülke olayı ile alakası yok. Bazı sol gösterip aslında teslimiyetle çıkar sağlayan “akademisyen ve politikacılar” sıkılmadan bağımsızlık ilanının Türkiyeden bağımsız olduğunu, Özala Evrenin ateş topu olduğunu söylediler. Breket versin, İlter Türkmen ve inal Batu bunun gerçek yüzüyle Türkiyesiz olmadığını açıkladılar da bu yalakalı teslimiyetci “sol aydınların” konuşmalarını fazla sürdürmesine de engel olundu. ***** Ayni rakam 15 Kasımla 1967 yılına da uzanırsak, eski adı Köfünye veya yeni adıyla Geçitkale olaylarına raslarız. Bu sadece “Rum saldırıları ile öelenler” noktasında brakılır. Bir de deşince kimileri bu konuyla birlikte oluşan diplomatik hamleler sonucu Kıbrısta kapalı olan yolların açılıp, normaleşmenin başlanma tarihinin de olduğu akla gelir. Ayrıca, adada bulunan ve Türkiyenin de onayı ile gelip sola karşı savaşacağı söylenen Grivasın Yunan askerleri ile birlikte adadan ayrılma sonucu getirdiği de görüldü! Dileyen Rumlardaki Grivas Makariyos ayrımı dedi, dileyen ikisi ayni idiler denildi…. Arada Türkiyenin de askeri müdahale hamlesi ile ABD diplomasisinin sonucunda Kıbrısta normaleşme başladı. Türk Rum halkı normaleşmesi sürerken de başka bir çelişki Yunanistan Kıbrıs yolunda tırmanmaya da başladı…. Bunlar şöylesine böylesine konuşuldu. Hat ta, yazanların seçkisine göre de kulanıldı. Şovenizim de kolayca damıtıldı. Politik kazançlar çıkarıldı. Fakat, Köfünye veya Geçitkale olaylarının tümü yine bilgilerde kulanılmadı. kKöfünye olayının nedenleri fazla irdelenmedi. Örneğin Köfünyede olaylar öncesi “Deli Çetin” lakaplı bölge komutanının yaptıkları hiç söylenmez. Hele de saldırı alevlendiricisi “Papazlar” olayına kimse söz kondurtmaz. Hele de Köfünye paşalarından birinin öldürülmesi ile nedenleri yanına gelen sonuçları da pek söylenmez. Özellikle Paşa ölümüyle yaşanan gelişmeler ile katılanların sonradan gelişen genel bazı durumlar bilinirse, çokca sorgulanacak genel sistemsel noktalarına genilecektir. Hele bir isim vardır ki! ****** Bakın, önce yazıp yazmama sorgusuyla başladığım yakın tarih makalesi neleri geliştirdi. Daha bilinip ve unturulmak istenip konuşturulmayanlar eklenince, konuşulanların nedenli yavan olduğu da anlaşılacaktır. Zaten, “KKTC ilanı” ve sonsuza dek bağınsızlık nutukları atılırken, Kıbrıs sorunu konuşulması ve masada türkiyenin etkin tutumu yaşandıkça, olayın kendi özünün de aynası olmaktadır. Dileyen hala istenenin kısgacında kalsın.
0 notes
kitabinipdfindir-blog · 7 years ago
Text
Shoah
Shoah Yahudi soykırımının ardından, Almanların ölüm tesislerini bugün dingin ormanlar, kımıltısız sular, köy yolları ve ekin yığınları örtüyor. Katlin topraklarındaki ilk insan diye anılan Claude Lanzmann, dokuz buçuk saatlik olağandışı filmi Shoah’yla bu sahte cennetin topraklarını eşeleyip altında yatan insan küllerini, gaz odalarını, kemlik yığınlarını, işkence bölmeleri ve ölüm yollarını ortaya çıkararak dünyayı şaşırttı.
Kamplardan sağ kurtulanların ve gizlenmeyi başarabilmiş SS’lerin tanıklıkları ve belgelerle kurulan bu gerçek-kurmaca filmin senaryosu, hem tarih için vazgeçilmez bir kaynak, hem de sinema sanatı için bir başyapıt olarak bir halkın yok oluşunu unutanların belleğini sürekli tazeleyecek.
Shoah
0 notes
guncelpdfindir-blog · 7 years ago
Text
Shoah
Shoah Yahudi soykırımının ardından, Almanların ölüm tesislerini bugün dingin ormanlar, kımıltısız sular, köy yolları ve ekin yığınları örtüyor. Katlin topraklarındaki ilk insan diye anılan Claude Lanzmann, dokuz buçuk saatlik olağandışı filmi Shoah’yla bu sahte cennetin topraklarını eşeleyip altında yatan insan küllerini, gaz odalarını, kemlik yığınlarını, işkence bölmeleri ve ölüm yollarını ortaya çıkararak dünyayı şaşırttı.
Kamplardan sağ kurtulanların ve gizlenmeyi başarabilmiş SS’lerin tanıklıkları ve belgelerle kurulan bu gerçek-kurmaca filmin senaryosu, hem tarih için vazgeçilmez bir kaynak, hem de sinema sanatı için bir başyapıt olarak bir halkın yok oluşunu unutanların belleğini sürekli tazeleyecek.
Shoah
0 notes
utopianatolia · 7 years ago
Text
Kitaplar...
238) Fuat Köprülü - Osmanlı’nın Etnik Kökeni
J. MARQUARTIN "OSMANLILARIN MOĞOLLUĞU" TEORISI VE KAY=KAYI BİRLEŞTİRMESİ Meşhur Alman bilim adamı J. Marquart, 1914'te, W. Bang ile be-raber çıkardığı Komanlar'a ait önemli eserde,' al-B'irânt ve Avfitye da-yanarak, bunlarda adı geçen Kay kavim veya kabilesinin, Osmanlıların mensup olduğu Kaşılardan başka bir kavim olmadığını ve Kayların esasen Türk değil, Moğol olmaları sebebiyle Kayılari da Türkleşmiş bir Moğol kabilesi saymak gerektiğini ileri sürmüş ve Osmanlıların asil hakkındaki ekinde de "Kayıların Anadolu'ya göçleri" hakkında eski Osmanlı kroniklerindeki rivayetleri, az çok eleştirel bir şekilde, diğer bazı İslam kaynaklarının bilgisiyle de karşılaştırarak, Komanlar hakkındaki bu önemli incelemeye eklemişti
Çin ve Moğol incelemelerinin büyük üstadı Prof. Paul Pelliot şüpheli davrandı: Osmanlıların mensup oldukları Kay ların, tarihçi Reşideddin tarafından "yirmi dört Oğuz boyunun başında" anıldığı halde,. al-Binlanin eserinde Kayların Kırgız ve Dokuz-Oğuzlasın doğusunda gösterilmesi, onu, bu Kay=Kayı birleştirmesi hakkında çok haklı bir şüpheye düşürdü; ve güçleri hakkında henüz aşık ve doğru bil-gilere sahip olamadığı= bu Kayı kabilesi hakkındaki hükümlerin, pek "inanılacak nitelikte olmadığını" çok haklı olarak, ileri sürdü.l° Büyük bilim adamı, her zamanki derin görüşüyle bu varsayımın çürüklüğünü hisseder gibi olmuş, fakat bu kitaba ait ileri sürdüğü diğer birçok kuv-vetli eleştiri arasında, bu meseleyi daha fazla derinleştirmemişti. Bu sırada henüz Mahmüd Kaşgari'nin eserinden yararlanmarnış olan P. Pel-liot'nun eleştirisini daha ileri götürmemesi kolaylıkla anlaşılabilir; fakat bu eser üzerinde büyük bir dikkatle çalışmış olduğu, o sıralardaki yaymından açıkça anlaşılan C. Brockelmann'ın, bu "Osmanlıların Moğolluğu" teorisini bu kadar kolaylıkla ve hararetle kabul etmesinin nedenini, ancak J. Marquart'ın geniş ilmi şöhretinde ve genellikle kabul edilen büyük yetkisinde aramak gerekir sanıyorum."
Mahmüd Kaşgari'nin eserinden yararlanarak, Il. yüzyılda Türk dünyasının doğu sınıflarında bulunan Kay'ların "esasen Türk olmamakla beraber, Türklerle uzun ve sıkı karışıp kaynaşmaları sonucunda dil bakımından Tarkleşmiş, fakat hususi dilleri de daha büsbütün kay-bolmamış bir kavim olduğunu" ve bu kavim ile Mahmüd Kaşgari'nin Oğuz boyları arasında andığı, Kayığ, yani Kaytların birbirine karıştırılmaması gerektiğini ve Marquart'ın bu iki ayrı etnik zümreyi birleştirmekle tamamıyla yanıldığını açıkladım.' Büyük bir cildin küçük bir dipnotunda ileri sürülen bu eleştiriden sonra, Marquart'ın bu kıymetli eseri hakkında yukarıda açıklanan birtakım eleştiriler yayımlandıysa da, Kay=Kavı birleştirmesi ve buna dayanan "Os-manlıların Moğol kökeni" görüşü hakkında, yukarıda söylediğimiz gibi, P. Pelliot'nun kuşku duyarak söylediklerinden başka, hiçbir itirazda bu-lunulmadı; hatta J. Nemeth ve C. Brockelmann gibi Türkologlar buna katıldılar
Z.V. Togan, Avfi ve H. Müstevfi'de mevcut ve 12. yüzyıl Horasan şairlerinden Hakim Küşkakrye ait bir manzumeye dayanarak, Kay larm 12. yüzyıl ortalarında Kara-Hatay ordularıyla beraber Ma-veraünnehir'e, Büyük Selçuklu imparatorluğu sınırlarına geldiklerini, Buhara ve Semerkand'da muhafız kıtaları vazifesi gördüklerini, Ho-rasan'da Sancar ordulanyla savaştıklarını, tarihi bir gerçek olarak kabul ediyor ve işte buna dayanarak, 13. yüzyılda Anadolu'ya Ertuğrul komutasında gelen Kay: aşiretinin genellikle sanıldığı gibi Oğuz 
Gazneliler ve Selçuklular devri şairlerinin, mesela Yagına ve Çigil kabilelerine men-sup Türk kölelerinin güzelliğinden bahsetmeleri, yörelerinden edindikleri gerçek bir izlenim ürünüydü. Halbuki, yalnız bu köleler değil, hatta onları yetiştiren bu ka-bilelerin isimleri bile ortadan silindikten sonra da, yeni şairler, eski üstatların —artık klişe haline gelmiş olan— bu tabirlerini, anlamlannı dahi layıkıyla bilmeyerek kul-landılar. 19. yüzyılda Kaçarlar sarayı etrafındaki şairlerde bile rastlanan bu gibi edebi klişelerin, artık hiçbir tarihi gerçekliği ifade edemeyeceği pek doğaldır. 16. yüzyıldan beri hazırlanan birçok Fars lügat kitabında —örneğin Burhân-ı '<Cin 'da— bu gibi birtakım eski Türk kabile adları, mesela Yagma ve Çigil kelimeleri, "Türkistan'da güzelleriyle meşhur bir yer" tarzında açıklanır ki, bu, bu kelimelerin doğru an-lamlannın artık unutulmuş olduğunu ve sonraki şairlerin bunları sadece bir klişe ola-rak kullandıklarını anlatmaya yeterlidir. Osmanlı şairleri de, o etki altında, ara sıra bu gibi kabile adlarını kullanmışlardır
RumeliSe geçerek, orada da köyler kurmuşlardır. Bu köy adlarından bazılarının daha ilk devirlerden kalmış adlar olduğunu, bazı tarihi belgelerle, de doğrulayabiliyoruz: Örneğin, Yıldırım Bayezid'in vaki. fiyesinde Kayı ili ismi geçtiği gibi,' Mehmed I. devrinde Sultan öyüğti köyleri arasında da Kayt köyüne rastlamaktayız.2 ileride, ()s-ır' anlı hâkimiyeti devıinde Balkanlar'daki köy adları hakkında ciddi incelemeler yapılacak olursa, bugün bildiğimiz Tekirdağ! civarındaki bir Kay' köyünden başka daha birtakım Kayı köylerine rastlanılması da büsbütün ihtimal dışında değildir. 1 Yıldırım Bayezid'in vakflyeleri içici M. Halil Yinanç'ın Islam Ansiklopedisiinde "Ba-yezid In rnakalesinin bibliyografyasına bakınız. 2 Ahmed Refik, "Fatih Zamanında Sultan Öyüğii" (Türk Tarih 'Ilciimeni Mecnwast. sayı 79). Bu önemli belgenin Fatih devrine değil, Mehmed I. zamanına ait olduğunu, Paul Wittek büyük bir dikkatle ortaya çıkarmış ve bana da açıklamıştı; fakat, bu ko-nuda bir şey yazıp yazmadığını hatırlayamıyorum. Meseleyi şimdi burada açıkla-. • maya gerek görmeyerek, sadece kaydetmekle yetiniyorum
Tuğrul Bey'in sikkelefinde bulunan ok ve yay şeklinin (Ahmed Tevhid, Meskirkiit-ı Kadtıne-i İslılıniyye Kataloğu, s.58-59), bunların mensup olduğu Kınık boyunun tanrıgası olduğu tahmin olunabilir. Gerçi, Mahmüd Kaşgari'deki tamga şekli pek de ok ve yay'a berızemese de, bunun "karışık ve bozuk bir şekli" olması da imkân dışında değildir. Bunünla beraber, bunun bütün Oğuz boylarını kapsayan genel bir hâkimiyet timsali olması ihtimali de düşünülebilir. Tuğrul'un tevki, yani rtığ-ra'sının bir çomak şeklinde olduğunu Wavendi söyler (The R-cihat aş-Şuaır, GMS, 1921, c.2, s.98). Ancak, bunda bir yanlışlık olduğunu ve Tuğrul'a ait tuğra, yani belirtinin mutlaka ok ve yay klan oluştuğunu, ‘tanı bir güvenle söyleyebiliriz: Bizans imparatoru, Selçuklulara esir düşen büyük bir kurnandanını Tuğrul'un serbest bırakmasına karşılık, Bizansitaki eski camiyi yenilediği zaman, mihrabına, onun belirtisi olarak, bir ok ve yay resmi koydurmuştu (İbn al-Aşir, c.10, s.455).
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Şerefname, Mohammed Ali Avni yayını, Kahire, s.480). 16. yüzyıla ait olan bu ri-vayetin ne dereceye kadar doğru olduğu, üzerinde çok durulması gereken bir konudur. Biz, sadece, bu gibi geleneklerin daha yüzyıllarca önce bile mevcut olduğunu göstermek için bu rivayeti buraya aktardık. Bununla beraber burada kasaba ve şehirlere yerleşmiş aşiret parçalarından değil, henüz kabile hayatım koruyan zümrelerden söz ediliyor. Ancak, Anadolu, Mezopotamya, iran kasaba ve şehirlerinde de, kabile isim-lerini taşıyan bazı mahallelerin mevcut olduğunu bildiğimiz gibi, bazı şehirlerde bir-takım kabilelerin yerleşmiş olduğuna dair —mesela Tarih—i Güzide gibi-- eski kaynaklar
Türkiye İçişleri Bakanlığı'nın yayımlamış olduğu Köylerimiz adlı eserde de, doğuda, Erzincan'da Refahiye'den başlayarak, batıda Tekirdağ'a kadar "Erzincan, Çankırı, Ankara, Eskişehir, Isparta, Burdur, Niğde, Afyon, Kütahya, Sivas, Çorum, Zonguldak, Giresun, Denizli, Konya, Bolu, Kastamonu, Te-kirdağ" illerinde 27 Kay( köyüne rastlanıyor.32 Bununla beraber bu listenin tam olmadığı ve bugünkü Türkiye sınırları içinde —biraz önce saydıklarımıza ek olarak— Muğla, Aydın, Ödemiş, Fethiye, Düzce, Mihalıç, Orhaneli sahalarındakiler de dahil olmak üzere, tam 58 Kayc adının mevcut bulunduğu, bu konuda haritalar üzerinde yapılmış bazı araştırmalar sonucunda meydana çıkmıştır.33 Bu ismi taşıyan köylere Anadolu'da daha 14. ve 15. yüzyıllarda bile rastlandığı hakkında yukarıda verilen bilgi, bütün bu isimlerin, hatta daha önceki yüzyıllardan kalmış olduğunu gösterebilir. 
. Wittek, bu dev-letin, herhangi bir kabile teşekkülü tarafından değil, doğrudan doğruya "sınırlardaki Gaziler tarafından kurulduğunu" söylemekte ve işte bu te-orisini savunmak için ayrıca uzun anlatımlara girişmektedir. Osmanlı İmparatorluğu'nun kökenleri hakkındaki incelemelerimin sonuçlarını, çok kısa fakat toplu ve açık bir şekilde gösteren kitabımda, bu sınır Gazileıinden ve onların bu husustaki önemli rollerinden de bah-settiğini için, şimdilik, ilgililerin oraya başvurularını tavsiye etmekle ye-tineceğim.
Halbuki, Murad II. devrinde yazılan Yazıcıoğlu Ali'nin Selçuknarne'sinde, Edirneli RCıiıi tarihinde, Luffi Paşa tarihinde ve nihayet Idris Bitlisrnin Heşt-Behişt'inde, Os-manlı hanedanının ve bunların yönetimindeki kabilenin Kayılardan olduğu bejirtilir; Dede Korkut Kitabı'nın Osmanlılar devrinde tespit edilmiş nüshasında da, Osmanlıların Kay/ lardan olduğu, yukarıdaki vakayinamelerde olduğu gibi, bu kabilenin şeref ve asaleti ne ait bazı ri-vayetlerle birlikte ileri sürülür. Sultan Cem'in emriyle hazırlanan Sal-tuknarne romanındaysa, Osmanlıların Oğuz lardan olup Bayezid Han ve Korkut Ata soyundan geldikleri belirtilir.4 idris'in eserinden sonra, Os-manlı kronikçileri arasında, bu Kayı geleneği adeta resmi bir niteliğe bürünmüş, sonraki Doğu .ve Batı tarihçileri tarafından da, yukarıda gösterdiğimiz gibi, genellikle kabul edilmiştir. Bu meşhur rivayetlerin dışında, Osmanlıların alelade bir gemicinin, ya da şölıretli bir korsanın soyundan gelmiş oldukları
Tumblr media
Dastgardi tarafından 1314 hicri-şemside bir tek fena yazma nüshaya göre Tahran'da yapılan 'yayırrunda, bu bilgi mevcut değildir ve Delü Osman yerine Kara Osman yazılıdır). Çok eski çoban Hükümdar motifıni içeren ve Kara Osman'ı Ertuğrul'un babası olarak gösteren bu masalın, tarihi bir önemi olamayacağını söylemeye gerek yoktur; ancak. kabile geleneklerinin çok kuvvetli olduğu Safeviler sarayında, rakipleri olan Os-manlılar' "zengin sürülere .sahip bir çoban-bey'in torunları" olarak gösteren bu türlü bir rivayetin varlığı dikkate değerdir. Bu rivayetin, esas itibariyle Safeviler devrinde İran'a gelen bazı Kızılbaş Türkmen kabileleri tarafından getirilmiş olması, uzak bir ihtimal sayılarnaz. Tarihi gerçekliğe büsbütün yabancı olmayan bu rivayet, şimdiye kadar hiçbir araştırmacının dikkatini çekınediği için bunun üzerinde biraz durmak gereğini duydum. 7 Osmanlıların kökeni ve Anadolu'ya göçü hakkında şimdiye kadar her nedense uz-manların dikkatini çekmemiş olan bu rivayetten, kısaca bahsetmek isterim. Habib'üs-Siyer gibi, 16. yüzyıldan beri Doğu'da ve 19. yüzyılda Batı'da oryantalistler arasında büyük rağbet kazanmış bir eserde mevcut olduğu halde hiç göze çarpmayan bu rivayeti, yazar. "yazılı bir kaynaktan değil, Rum memleketinden gelen ve oraların durumunu bilen kimselerden" öğrendiğini kaydediyor. Rivayetin ozeti şudur: Anadolu Selçuklu sul-tanlannın sonuncusu olan Alâeddin Keykobâd zamanında, Kıpçak sahrasında yaşayan Türkmenlerden  Dâvüd adlı birinin yönetimi altında bulunan 10 bin çadır halkı, herhangi bir nedenle, Kek yoluyla, yani denizden Anadolu'ya geçerek uygun bir yerde yerleştiler.
İkinci bir kanıt daha: Osmanlı tarihçisi Sükrüllâh H. 852'de Murat Il. tarafından sefer sıfatıyla Kara-Koşunlu hükümdarı Mirza Cihanşâh'a gönderildiği zaman, bu hükürndar, Osmanlı padişahıyla akraba olduğunu söylemiş ve iddiasını doğrulamak için, yönetimi altındaki (tarih-han), yani tarih okuyucusu Mevlana ismailsi çağırtmış ve Oğuz soyuna ait Uygur alfabesiyle yazılı bir Oğuz tarihi getirterek ona okutmuştu.I9 Yukarıda söylediğimiz gibi, Kâzi Burhâneddin'in Sa/urrlardan olduğunu unutmaması, sonra A1/4 şıkpaşazâde'nin —hiç şüphesiz, ağız ri-vayetlerine dayanarak— Kilikya Türkmen kabilelerinin, Osmanlıların menkıbevi atası Süleyman Şah'ın ölümünden sonra, başka ka-bilelerden ayrılarak Çukurova'yâ geldikleri ve o zaman Yüregir'in bun-ların başında bulunarak diğerlerine kışlaklar ayırdığı hakkındaki ifa-desi de," bu fıkrimizi doğrulamaktadır.
0 notes