#Büyük Doğu Dergisi
Explore tagged Tumblr posts
pazaryerigundem · 5 months ago
Text
Dokuz Eylül'den çarpıcı NBA araştırması
https://pazaryerigundem.com/haber/179266/dokuz-eylulden-carpici-nba-arastirmasi/
Dokuz Eylül'den çarpıcı NBA araştırması
Tumblr media
Dokuz Eylül Üniversitesi’nde (DEÜ) “Sirkadiyen Ritmin NBA Takımlarının Performanslarına Etkisi” üzerine bir bilimsel araştırma yürütüldü.
İZMİR (İGFA) – Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ), “Sirkadiyen Ritmin NBA Takımlarının Performanslarına Etkisi” üzerine bir araştırma yürüttü. Üniversitenin Necat Hepkon Spor Bilimleri Fakültesi ve Sağlık Bilimleri Enstitüsü öğretim elemanları tarafından yürütülen bilimsel çalışmada, Amerikan Profesyonel Basketbol Ligi’nde (NBA) 2000-2021 yılları arasında gerçekleşen 21 ardışık sezonu kapsayan 25 binin üzerinde karşılaşma incelendi.
DEÜ’nün kısa sürede yüksek erişim rakamlarına ulaşan ve çarpıcı sonuçlar ortaya koyan makalesi, çok sayıda uluslararası basın kuruluşu tarafından da haber bültenlerine taşındı. Makalede, ileri yönde jetlag etkisi altında olan ev sahibi takımların performansının arttığı tespit edildi.  
Araştırmaya yönelik açıklamalarda bulunan DEÜ Necat Hepkon Spor Bilimleri Fakültesi Beden Eğitimi ve Spor Öğretmenliği Anabilim Dalı’ndan Öğretim Görevlisi Dr. Fırat Özdalyan, DEÜ’nün küresel boyutta adının geçtiği bir makale ortaya koymalarından duyduğu mutluluğu dile getirdi. Araştırmanın kısa sürede yayıldığına ve önemli erişim rakamlarına ulaştığını belirten Özdalyan, “NBA takımlarının sirkadiyen ritimden nasıl etkilendiklerini inceleyen bir araştırma gerçekleştirdik. Bu süreçte büyük bir yüzölçümü kapsayan Amerika kıtasında, bilindiği gibi farklı saat ve zaman dilimleri mevcut. Takımlar sürekli seyahat halindeler ve dolayısıyla sıklıkla jetlag ve sirkadiyen ritim bozulmalarına maruz kalabiliyorlar. Bu durumun takım oyuncularının performanslarına etkilerini inceleyen araştırmamızda çarpıcı sonuçlar elde ettik. Bu kapsamda yapılan analizler sonucu ileri yönde jetlag etkisi altında olan ev sahibi takımların performansının arttığını tespit ettik. Örneğin deplasman maçları nedeniyle sirkadiyen ritmi Doğu’daki zaman dilimine adapte olmuş bir Batı takımı, kendi şehrine döndüğünde ileriye doğru bir jetlag etkisine maruz kalıyor ve bu durum takım performansını pozitif etkiliyor. Bu tür bir durum sadece Batı’daki takımlarda söz konusu olabildiği için bu takımlar kendi evinde oynadığı maçlarda sirkadiyen ritim avantajını elinde tutuyor. Bu da tabii takımların galibiyet oranlarına yansıyan bir sonuç olarak dikkat çekiyor. Mesela en batıdaki zaman diliminde takımlar kendi evinde doğu zaman diliminden takımlarla oynadığında kazanma oranı yüzde 63,5’i buluyor. Doğu zaman dilimindeki takımlar kendi evinde batı zaman diliminden takımlarla oynadığında galibiyet yüzdesi yüzde 55’te kalıyor” dedi.
Tumblr media
25 BİN KARŞILAŞMA İNCELENDİ
Açıklamalarını sürdüren Özdalyan, makaleye yönelik gerekli verilerin toplanması ve analizlerin ortaya çıkmasının yaklaşık iki yılda tamamlandığı belirtti.
Özdalyan, “21 ardışık sezon kapsamında 25 binin üzerinde normal sezon karşılaşmasını incelediğimiz araştırmamız, dünya çapında saygın dergilerde ve haber kuruluşlarında yer aldı. Örneğin araştırmamız, son derece değerli bir fizyoloji dergisi olan Taylor & Francis tarafından çıkarılan ChronobiologyInternational dergisinde yayınlandı. Bu haberleşme sürecinin ardından global çapta birçok yayın ve medya organı da araştırmamızı haber haline getirdi. Fizyoloji biliminin, sporun ön planda olduğu Amerika Birleşik Devletleri (ABD), İngiltere, Avusturalya, Güney Kore ve İspanya gibi farklı ülkelerde gerek görsel gerek yazılı medyada farklı dillerde haberler yapıldı. ABD’de bir sabah programında canlı yayında çalışmamızdan bahsedildi. Bunların hepsinde DEÜ’nün adının geçmesi bizleri çok mutlu etti. Üniversitemizi bu şekilde küresel boyutta temsil etmek bizleri gururlandırdı” bilgisini paylaştı.
Tumblr media
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
dokmimarlik · 7 months ago
Text
Ayasofya -Tarihin Mabedi
Tumblr media
Ayasofya, İstanbul'un tarihi dokusunun en parlak mücevherlerinden biridir. Hem mimari açıdan hem de tarihi önemiyle, bu muhteşem yapı sadece bir kilise veya cami olarak değil, aynı zamanda insanlık tarihindeki dönüm noktalarından biri olarak da kabul edilir. Ayasofya'nın mimari incelenmesi, binanın kendine özgü özelliklerini, tarih boyunca geçirdiği değişimleri ve etkileyici estetik değerini anlamak için önemlidir. 6.yüzyılda Bizans İmparatoru I. Justinianus tarafından Miletli İsidoros ve Trallesli Anthemios mimarlığında inşa ettirilen Ayasofya, Doğu Ortodoks Kilisesi olarak hizmet vermeye başladı ve 15. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nun fetihleriyle camiye dönüştürüldü. Daha sonra 20. yüzyılda, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk tarafından müzeye çevrildi ve 2020'de tekrar cami olarak kullanılmaya başlandı. Ayasofya'nın mimari incelenmesinde dikkate değer bir unsur, kubbenin büyüleyici yapısıdır. O dönem için oldukça yenilikçi olan kubbe tasarımı, mühendislik açısından büyük bir başarıyı temsil eder. Kubbenin yüksekliği ve genişliği, ziyaretçileri etkileyen bir görkem sunar. Ayrıca, iç mekandaki devasa sütunlar, mermer işçiliği ve mozaik süslemeler de Ayasofya'nın mimari şaheserlerindendir.. - Ayasofya, İstanbul'un sembolü haline gelmiş bir yapıdır ve Bizans İmparatorluğu'nun en önemli yapılarından biridir. - İlk olarak 537 yılında İmparator I. Justinianus döneminde kilise olarak inşa edilen Ayasofya, daha sonra Osmanlı İmparatorluğu döneminde camiye dönüştürülmüştür. - Ayasofya'nın mimari açıdan en dikkat çekici özelliği, kubbesinin devasa boyutudur ve yapı, bu kubbe etrafında şekillenir. - İç mekanındaki mozaikler ve freskler, hem Bizans dönemine ait dini figürleri hem de Osmanlı dönemine ait geometrik desenleri barındırır. - Yapının mimari yapısı, döneminin en ileri mühendislik başarılarından biri olarak kabul edilir ve mimarlık tarihinde önemli bir yere sahiptir. - Ayasofya'nın mimari tarzı, hem Bizans hem de İslami mimariyi bir araya getirir ve farklı kültürel etkileşimlerin bir yansımasıdır. - İstanbul'un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından camiye dönüştürülen Ayasofya, Osmanlı İmparatorluğu'nun en önemli dini merkezlerinden biri haline geldi. - Yapı, mimari açıdan çeşitli onarımlar geçirmiş olsa da, özgün özelliklerini büyük ölçüde korumuştur ve günümüzde hala ziyaretçilerin ilgisini çekmektedir. - 20.yüzyılın başlarında Türkiye Cumhuriyeti tarafından müzeye dönüştürülen Ayasofya, 2020'de tekrar cami statüsüne geri dönerek tartışmalara yol açmıştır. - Ayasofya, sadece mimari bir yapıdan çok daha fazlasıdır; tarihi, kültürel ve dini açıdan büyük öneme sahip bir simgedir ve dünya çapında tanınmış bir mirastır. Gelin yüzyıllara müze, cami ve kilise gibi farklı işlevler ile tanıklık eden bu muhteşem yapıyı hep beraber inceleyelim..
Tumblr media
Ayasofya / Dök Mimarlık
Ayasofya'nın Tarihi Yapısı
Ayasofya, Bizans İmparatoru I. Justinianus döneminde 6. yüzyılda inşa edilmiştir. İhtişamlı yapısı ve mimari detaylarıyla dikkat çeker. Ayasofya'nın iç ve dış tasarımı, dönemin sanat ve mimari anlayışının bir örneğidir. Bu yapı, zaman içinde farklı kültürlerin etkisiyle şekillenmiştir. Ayasofya'nın tarihi yapısı, etkileyici bir geçmişi temsil eder. İmparator Justinianus'un emriyle inşa edilen bu muhteşem yapının her bir taşı, geçmişten günümüze kadar birçok olaya tanıklık etmiştir. Ayasofya'nın mimari detayları da büyüleyicidir. İç mekanında bulunan mozaikler, freskler ve ikonalar, dönemin sanatının en önemli örneklerinden bazılarını sunar. Özellikle kubbeli yapısı ve süslemeleri, Ayasofya'nın estetik değerini artırır.
Tumblr media
Ayasofya’nın 1880’lerdeki görünümü (Pascal Sebah, 1823-1886)
Tumblr media
Karikatürlü "İskra" resimli sanat, edebiyat ve mizah dergisi. 37 numara. Ayasofya, sanat tarihi açısından büyük bir değere sahiptir. İhtişamlı mimari yapısı ve detayları, bizlere tarih ve sanatın birleştiği bir zaman dilimi sunar. Ayasofya'nın yapısını ayrıntılı olarak incelediğimizde, büyük kubbesi ve yan kubbeleri, mermer sütunları, mozaikleri, freskleri ve süslemeleriyle dikkat çeken bir yapı olduğunu görürüz. Bu yapı, hem dini hem de mimari açıdan birçok öneme sahiptir. Ayasofya'nın Mimari Detayları - Ayasofya'nın kubbesi, Bizans mimarisinin en önemli özelliklerinden biridir. İhtişamı ve teknik mükemmelliğiyle dikkat çeker. - İç mekanında bulunan mozaikler ve freskler, Hristiyanlıkta önemli dini sahneleri ve figürleri betimler. - Sütunlarının büyük bir kısmı, antik dönemden kalan yapılardan alınmış ve Ayasofya'ya monte edilmiştir. Ayasofya'nın mimari detaylarına yapılan analizler, Bizans dönemi sanatının zirvesini temsil ettiğini göstermektedir. Bu yapı, hem tarihi hem de sanatsal açıdan büyük bir değere sahiptir.
Ayasofya'nın Mimarisi
Ayasofya, karma bir mimari tarza sahip nadir yapılarından biridir. İnşa edildiği dönemde kilise olarak kullanılan Ayasofya, daha sonra camiye dönüştürülmüştür. Bu geçiş sürecinde yapıya bazı yapısal değişiklikler yapılmıştır. Ayasofya'nın mimari özellikleri, Türk, Bizans ve Osmanlı dönemlerinin etkilerini yansıtmaktadır. Ayasofya'nın en dikkat çeken özelliği kubbe yapısıdır. Büyük bir ustalıkla inşa edilen kubbeler, Ayasofya'nın görkemli bir görüntüye sahip olmasını sağlamaktadır. Ayrıca iç mekanda yer alan mozaikler, özenle yapılmış süslemeler ve sütunlar da yapıya estetik bir değer katmaktadır. Ayasofya'nın aydınlatma sistemi de dönemin teknolojisine göre oldukça ileri seviyede bir tasarıma sahiptir.
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Ayasofya'nın mimari özelliklerini ayrıntılı bir şekilde incelediğimizde, bu yapının İstanbul'un tarihindeki önemli bir yere sahip olduğunu görebiliriz. Ayasofya, mimarisiyle sadece bir dini yapı olarak değil, aynı zamanda bir kültürel ve tarihi miras olarak da büyük bir değer taşımaktadır. Bu yapı, ziyaretçilerini geçmişe götürerek farklı dönemlerin izlerini taşımaktadır. Ayasofya'nın mimari tasarımı, İstanbul'un Ayasofya Camii'ne dönüşümü sonrasında da büyük bir önem taşımaktadır. Bu yapı, hem dini hem de kültürel bir cazibe merkezi olmaya devam etmektedir. Ayasofya'nın Mimarisi Hakkında Bilgilere Örnekler - Ayasofya'nın kubbe yapısı, Bizans mimarisinin en etkileyici örneklerindendir. - Ayasofya'nın iç mekanındaki mozaikler, sanatseverleri büyülemektedir. - Sütunlar ve kemerler, Ayasofya'nın mimari yapısında önemli bir role sahiptir. - Ayasofya, mimari açıdan büyük bir ustalıkla inşa edilmiştir ve dünya çapında bir örnek olarak kabul edilmektedir.
Ayasofya'nın Sanat Tarihi Analizi
Ayasofya, İstanbul'un önemli bir sanat ve kültür merkezi olarak görev yapmış ve birçok sanat eserine ev sahipliği yapmıştır. Bu eserler, Ayasofya'nın zengin sanat tarihini yansıtmaktadır. Mozaikler, freskler ve ikonalar gibi değerli eserler, Ayasofya'nın sanatsal ve tarihi önemini vurgulamaktadır. Ayasofya'nın sanat tarihi analizi, yapılan araştırmalarla gerçekleştirilmiştir. Bu analizde, Ayasofya'nın sanatsal detayları, renk paleti, kompozisyonları ve sembolik ifadeleri incelenmiştir. Ayasofya'nın farklı dönemlerdeki sanat akımlarına olan etkileri ve sanatsal gelişimine katkıları da değerlendirilmektedir. Ayasofya'da Bulunan Sanat Eserleri Ayasofya, birçok etkileyici ve değerli sanat eserine ev sahipliği yapmaktadır. Aşağıda, Ayasofya'da bulunan bazı önemli sanat eserleri listelenmiştir: - Birinci Kottabos Taşı - Dekoratif Fildişi Plak - İmparator VII. İoannis ve İsa İkonası - Meryem Ana ve İsa İkonası - Meryem Ana ve Çocuk İsa Mozaikleri - İmparator Justinianus ve İmparatoriçe Theodora Mozaikleri Bu eserler, Ayasofya'nın zengin sanat koleksiyonunun sadece birkaç örneğidir. Ayasofya'nın içinde yer alan bu değerli eserler, sanat tarihçileri ve araştırmacılar için büyük bir hazine niteliğindedir. Ayasofya'nın sanat eserleri, üstün zanaatkarlık ve estetik anlayışını yansıtmaktadır. Bu eserler, Bizans döneminin zengin sanat mirasını günümüze taşımaktadır.
Tumblr media Tumblr media
İmparatoriçe Zoe Mozaiği, Ayasofya (İstanbul, Türkiye)
Tumblr media
Komnenos Mozaiği, Ayasofya (İstanbul, Türkiye)
Tumblr media
İmparatorluk Kapısı Mozaiği, Ayasofya (İstanbul, Türkiye)
Tumblr media
Mosaïques de l'entrée sud-ouest de Sainte-Sophie (Istanbul, Turquie)
Tumblr media Tumblr media
Latin İstilası esnasında Venedik Doçu Enrico Dandolo anısına konulan sembolik yazıt Ayasofya'nın sanat tarihi analizi, yapılan kapsamlı araştırmalarla Ayasofya'nın sanatsal değerini ortaya koymayı amaçlamaktadır. Bu analiz, sanatseverlere ve tarih meraklılarına Ayasofya'nın zengin sanat koleksiyonunu ve kültürel mirasını keşfetme fırsatı sunmaktadır.
Ayasofya'nın Restorasyon Süreci
Ayasofya, tarihin derinliklerinden günümüze uzanan bir yapıdır ve zamanla birçok restorasyon sürecinden geçmiştir. Bu süreçler, özgün yapının korunması ve gelecek nesillere aktarılması için oldukça önemlidir. Ayasofya'nın restorasyon geçmişi oldukça zengindir ve birçok dönemde gerçekleştirilen müdahaleleri içermektedir. Bu çalışmaların amacı, yapıyı hem fiziksel olarak restore etmek hem de tarihi özelliklerini korumaktır. - Ayasofya'nın restorasyon sürecinde yapılan çalışmalar, uzman ekip tarafından titizlikle yürütülmüştür. Tarihi belgeler, arkeolojik buluntular ve diğer kaynaklardan elde edilen veriler, restorasyonun doğru ve güvenilir bir şekilde gerçekleştirilmesini sağlamıştır. - Restorasyon çalışmaları sırasında, Ayasofya'nın ana yapı elemanları olan duvarlar, kubbeler, sütunlar ve mozaikler detaylı bir şekilde incelenmiş ve hasar gören bölgeler onarılmıştır. - Ayasofya'nın restorasyonu sırasında, orijinal malzemelerin kullanılmasına büyük önem verilmiştir. Bu sayede yapının tarihi ve sanatsal değeri korunmuş, özgün atmosferi yeniden oluşturulmuştur. - Restorasyon süreci boyunca, Ayasofya'nın dini ve kültürel önemini vurgulayan detayların özenle işlenmesine özellikle dikkat edilmiştir. Böylece yapı, ziyaretçilere geçmişin büyüleyici atmosferini canlı bir şekilde sunmaktadır.
Tumblr media
Ayasofya'nın içi
Tumblr media
Ayasofya'nın içi
Tumblr media
Ayasofya'nın içi
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Esliha (silahlar) Müzesi’nde sergilenen Ayasofya çanı. (Abdullah Biraderler, 1880-1893) Ayasofya'nın restorasyonu, mirasımızı koruma ve geleceğe aktarma konusundaki taahhütlerimizin bir göstergesidir. Bu çalışmalar, Ayasofya'nın hem bugünümüzdeki önemini korumasına hem de gelecek nesillere aktarılmasına yardımcı olmaktadır. Ayasofya'nın restorasyon süreci, tarihi ve kültürel mirasımızın önemini vurgulayan bir çaba olarak değerlendirilmelidir. Bu süreç, yapıyı döneminin ihtişamıyla yeniden canlandırarak, ziyaretçilere unutulmaz bir deneyim sunmaktadır.
Ayasofya'nın Dini ve Kültürel İşlevleri
Ayasofya, İstanbul'un en önemli dini ve kültürel yapılarından biridir. Tarihi boyunca hem Hristiyanlık hem de İslam dini için büyük bir öneme sahip olmuştur. Farklı dönemlerde kilise ve cami olarak kullanılan Ayasofya, bu farklı dini işlevleriyle tarihine derinlik katmıştır. Ayasofya'nın Hristiyanlık döneminde kilise olarak kullanılması, Bizans İmparatorluğu'nun merkezi olan İstanbul'da Hristiyan inancının önemli bir sembolü olduğunu göstermektedir. Kilise olarak kullanıldığı dönemde Ayasofya, dini ayinlere ev sahipliği yapmış ve önemli kilise liderlerinin düzenlediği merasimlere tanıklık etmiştir. 1027 yılında gerçekleştirilen Bizans dönemi restorasyon çalışmaları sonucunda Ayasofya yenilenmiş ve muhteşem ikonalar ve fresklerle süslenmiştir. Bu dönemde Ayasofya, Bizans İmparatorluğu'nun dini etkinliklerine ev sahipliği yapmanın yanı sıra sanatın da merkezi haline gelmiştir.
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Ayasofya, yüzyıllardır sadece bir yapıdan çok daha fazlasıydı. Hem Hristiyanlık hem de Bizans İmparatorluğu'nun sembolü olarak tarihe kazınan bu muhteşem yapı, kültürel ve dini mirasımızın önemli bir parçasıdır. Ayasofya, 1453 yılında Osmanlı İmparatorluğu'nun İstanbul'u fethetmesiyle birlikte cami olarak kullanılmaya başlanmıştır. Cami döneminde Ayasofya, İslam ibadetlerine ev sahipliği yapmış ve önemli cami liderleri tarafından yönetilen dinî etkinliklere ev sahipliği yapmıştır. Ayasofya'nın dini işlevleri sadece ibadetlere hizmet etmekle kalmamış, aynı zamanda İstanbul'un dini ve kültürel yaşamını da şekillendirmiştir. Ayasofya, şehrin sakinlerinin dini ve kültürel faaliyetlerine katkıda bulunmuş ve İstanbul'u İslam ve Hristiyanlık arasında köprü görevi görmüştür. Ayasofya'nın tarihi önemi, hem dini hem de kültürel açıdan büyük bir değere sahip olduğunu göstermektedir. Hem Bizans İmparatorluğu dönemindeki kilise hem de Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki cami olarak hizmet veren Ayasofya, İstanbul'un simgelerinden biri haline gelmiş ve kültürel mirasımızın önemli bir parçası olmuştur.
Ayasofya'da Bulunan Önemli Sanat Eserleri
Ayasofya, İstanbul'un en ünlü ve tarihi yapılarından biridir. Bu muhteşem yapının içinde birçok önemli sanat eseri bulunmaktadır. Mozaikler, freskler ve ikonalar gibi dini ve sanatsal öneme sahip eserler, Ayasofya'yı gerçek bir sanat hazinesi haline getirmektedir. Ayasofya'nın mozaikleri, Bizans İmparatorluğu dönemine ait önemli sanat eserleridir. Bu mozaikler, Hristiyanlıkla ilişkili sahneleri ve figürleri betimler. İncelikli işçilikleri ve canlı renkleriyle dikkat çeken Ayasofya mozaikleri, mimari tarzın yanı sıra dönemin sanatını da yansıtmaktadır.
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Read the full article
0 notes
tatilgez · 2 years ago
Text
Baran Dergisi: Türkiye’nin Önde Gelen Siyasi Dergilerinden Bir Tanesi
Baran Dergisi: Türkiye’nin Önde Gelen Siyasi Dergilerinden Bir Tanesi   Baran Dergisi, Türkiye’nin önde gelen siyasi dergilerinden bir tanesidir. Baran Dergisi, son yıllarda inanılmaz bir popülerlik kazanmıştır.  Baran Dergisi, fikir, siyaset, dünya, ekonomi, toplum, büyük doğu-ibda ve kültür-sanat gibi birçok konuda bilgi verir.   Siyasi sorunlara, olaylara, tartışmalara ve güncel konulara dair…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
habernerde · 2 years ago
Text
Türkiye’nin Önde Gelen Siyasi Dergilerinden Bir Tanesi - Baran Dergisi
Baran Dergisi: Türkiye’nin Önde Gelen Siyasi Dergilerinden Bir Tanesi   Baran Dergisi, Türkiye’nin önde gelen siyasi dergilerinden bir tanesidir. Baran Dergisi, son yıllarda inanılmaz bir popülerlik kazanmıştır.  Baran Dergisi, fikir, siyaset, dünya, ekonomi, toplum, büyük doğu-ibda ve kültür-sanat gibi birçok konuda bilgi verir.   Siyasi sorunlara, olaylara, tartışmalara ve güncel konulara dair…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
habersonik · 2 years ago
Text
Baran Dergisi: Türkiye’nin Önde Gelen Siyasi Dergilerinden Bir Tanesi
Baran Dergisi: Türkiye’nin Önde Gelen Siyasi Dergilerinden Bir Tanesi   Baran Dergisi, Türkiye’nin önde gelen siyasi dergilerinden bir tanesidir. Baran Dergisi, son yıllarda inanılmaz bir popülerlik kazanmıştır.  Baran Dergisi, fikir, siyaset, dünya, ekonomi, toplum, büyük doğu-ibda ve kültür-sanat gibi birçok konuda bilgi verir.   Siyasi sorunlara, olaylara, tartışmalara ve güncel konulara dair…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
haberhizli · 2 years ago
Text
Baran Dergisi: Türkiye’nin Önde Gelen Siyasi Dergilerinden Bir Tanesi
Baran Dergisi: Türkiye’nin Önde Gelen Siyasi Dergilerinden Bir Tanesi   Baran Dergisi, Türkiye’nin önde gelen siyasi dergilerinden bir tanesidir. Baran Dergisi, son yıllarda inanılmaz bir popülerlik kazanmıştır.  Baran Dergisi, fikir, siyaset, dünya, ekonomi, toplum, büyük doğu-ibda ve kültür-sanat gibi birçok konuda bilgi verir.   Siyasi sorunlara, olaylara, tartışmalara ve güncel konulara dair…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
mondokozmikova · 2 years ago
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Necip Fazıl'ın 1948'de çıkardığı Büyük Doğu dergisi
0 notes
doriangray1789 · 2 years ago
Text
Diyarbakır’da bugünlerde Özel uçakların biri inip biri kalkıyor. Rothschild ve Rockefeller ailelerinin 3. kuşak temsilcileri, BM yetkilileri ve büyükelçilerin de yer aldığı pek çok isim, Zerzevan Kalesi’nin altındaki gizli Mithras Tapınağı’nı görmek için kente geliyor...Mithras Tapınağı’nın önemli özellikleri nelerdi? Nasıl bir inanç sistemi idi ve kalıntılar bize o döneme ait neler söylemekte?Zerzevan Kalesi’ndeki Mithras Tapınağı yeraltına ana kaya oyularak inşa edilmiş Roma’nın gizem dinine ait bir yapıdır. Yapının doğu duvarında ana kayaya oyulmuş sütunlar ve ortada büyük, yanlarda iki küçük niş bulunmaktadır. Ortadaki büyük niş etrafındaki iki sütunun üzerinden yükselen kuşak üzerinde ve diğer iki küçük kuşakta boya kalıntıları görülebiliyor. Mithras’ın boğayı kurban ettiği sahnenin yer aldığı plaka da yine bu ortadaki büyük nişe konulmaktaydı. Ayrıca doğu duvarda ışın tacı motifi de günümüze kadar korunmuştur. Küçük nişlerden birisinde oldukça düzgün oyulmuş su çanağı ve hemen önünde yapının zemininde havuz bulunmaktadır. Su çanağı ile havuz duvarın içinden geçen bir kanal ile bağlantılıdır ve Mithras dini törenlerinde su ya da kan kullanıldığı bilinmektedir. Ayrıca tavan kısmında simetrik olarak yapılmış dört adet bağlama yeri de bulunmaktadır. Yapının giriş kapısında ise yazıt ve semboller açık bir şekilde görülmektedir. Hıristiyanlığın yayılması ile birlikte Mithraeum tahrip edilip kapatılmıştır.Hint-Pers kökenli olan tanrı Mithras güneş tanrısıdır ve kültü güneşe tapınmaya dayanır. Ayrıca ışığın, savaşın, adaletin ve inancın da simgesidir. Öğretisi dünyanın yaratılışı üzerinedir ve evreni kontrol eden tanrı olarak da bilinir. Mithras gizem dini Romanın egemen olduğu bütün topraklarda özellikle askerler, aristokratlar ve tüccarlar arasında oldukça yaygındır. M.S. 2. ve 3. yüzyılda Roma İmparatorluğu’nda etkili olmuş, M.S. 4. yüzyılda Hıristiyanlığın yayılmasıyla birlikte yasaklanmıştır. Yapı, Roma İmparatorluğu’nun doğu sınırındaki ilk, dünyada ortaya çıkarılmış son önemli Mithraeumdur. Yapının ortaya çıkarılması törenleri büyük bir gizlilik içinde ve dışarıya kapalı yapılan dinin öğretilerinin anlamlandırılması açısından oldukça önemlidir.Zerzevan Kalesi. İnancın Hikayesi (The Story of God with Morgan Freeman) belgeselinin 3. Sezon çekimlerini Zerzevan Kalesi’nde yapmayı planladığı ve gerekli girişimlerde bulunduğu söylendi. History Channel 6 ülkede çekeceği Lost Worlds belgesel serisi için yine Zerzevan Kalesi’ne yer vereceği söylendi.
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Zerzevan Kalesi’nde ilk olarak Uluslararası Dünya Anıtlar Sitler Konseyi ICOMOS’un uluslararası bilimsel komitesi ICORP tarafından hayata geçirilen “ICORP-On The Road” projesi kapsamında belgesel çekimleri yapılmıştır. Dünyada 6 ülkede kültür mirası ile ilgili ilham verici çalışmaların hikayeleri kayıt altına alındığı proje kapsamında Zerzevan Kalesi çekimleri tamamlamıştır. History Channel’ın 6 bölüm halinde 6 ülkede çekeceği belgesel serisinde yer alan Zerzevan Kalesi ve Mithras Tapınağı çekimleri ise yeni yapıldı. Ayrıca İnancın Hikayesi (The Story of God with Morgan Freeman) projesi kapsamında Zerzevan Kalesi’nde çekimler yapılması planlamaktadır ve bu konuda gerekli girişimlerde bulunmuşlardır. Kazı çalışmaları ile elde edilen verilerin değerlendirildiği çok sayıda bilimsel yayınların yanı sıra Tourmag turizm dergisine kapak olan çalışmalar National Geographic Dergisi, Atlas ve Magma dergilerinde de yayınlanmıştır. Dünyanın en iyi korunmuş garnizonlarından birisi olan Zerzevan Kalesi yaklaşık 1.400 yıl boyunca el değmemiş hiçbir çalışma yapılmamış bir alandır. Kazı çalışmalarına baktığımız da hem askerlerin hem de sivillerin yaşadığına dair her türlü kalıntıyı bulabiliyoruz. Romalıların kullandığı ameliyat aletlerine, orda ki yaşayan askerlerin kemer tokalarına, ailelerin takılarına, kadınların saç iğnesine, erkeklerin elbiselerinde kullandığı fibulalarına, kandillere, seramik kaplara kadar hem günlük hem de askeri yaşama dair her türlü eser iyi korunmuş bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Şu ana kadar hem pagan Roma hem de Hıristiyan Roma’ya ait büyük bir koleksiyon ele geçmiştir. Ayrıca kazılar ile ortaya çıkarılan Asur mührü de ön plana çıkmıştır. Asur Dönemi ile ilgili ele geçen taş, metal ve seramik eserler de vardır. Fakat dönemi için önemli buluntu olan silindir mühür ayrıcalıklı bir kişiye ait olmalıdır. Üzerindeki figürler çok iyi korunmuş ve klorite işlenmiştir. Yakın zamanda kazılar ile ortaya çıkarılan binlerce eserin sergileneceği Zerzavan Müzesi’nin yapılması planlanmaktadır ve bu konuda çalışmalar devam etmektedir.
3 notes · View notes
dramatik-buluntular · 3 years ago
Photo
Tumblr media
Sezai Karakoç: Biraz şiir üzeri bol İslami diriliş!
Son yıllarda bir moda ortaya çıktı, İslamcı hareketin militanları şair, yazar, mütefekkir kimlikleri anılmak ve gömülmek istiyor. 1983’te Necip Fazıl bir şairden çok bir İslamcı militan olarak gömülmüştü halbuki. Arada şiir de yazmıştı ama ününü siyasi dergisi “Büyük Doğu”dan almıştı. Sezai Karakoç’un hayatı da onunkine çok benziyor. Zaten Necip Fazıl’ın öğrencisi o. “Büyük Doğu”nun yerine Diriliş dergisi, arada şiir yazma denemeleri falan. Tabii burada bir de “Diriliş Partisi” girişimi var. Hepsinde ortak payda İslamcılık.
Ortak payda İslamcılık olunca bu “mütefekkir” taifesi de İslamcı hareketin tamamının malı haline dönüşüyor zorunlu olarak. Korunup kollanıyor, ödüle boğuluyor, devletin resmi yazar-çizerlerine dönüştürülüyor.
Geçen yıldı. İstanbul Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü'nün Sezai Karakoç'un “Diriliş Neslinin Amentüsü” adlı kitabından binlerce alıp dağıttığı ortaya çıktı. Şiir falan değildi tabii kitabın içeriği, “mütefekkir” o kitapta “Sağcıların Allah topluluğu, solcularınsa şeytan topluluğu” olduğunu iddia ediyordu. Şöyle diyordu kitapta: “İnsanları da şöyle bölümlüyorum: Hakikate uyanlar; sağcılar, karşı çıkanlar; solcular, bu uğurda bütün çıkarlarını hatta canlarını feda edenler, hakikat yarışçıları, öncüler. İşte bu anlamda sağcıyım. Batılı anlamda sağcılık solculuktur benim gözümde. Gerçek sağ, Kuranda tanımlanmıştır. ‘Kuran’da sağcılar; Allah topluluğu, solcular da şeytan topluluğu olarak, sağcıların topluluğu uğurlu topluluk, solcu topluluk da uğursuz topluluk’ olarak vasıflandırılmıştır.” Yani “diriliş neslinin amentüsü” dediği bildiğimiz sıradan pespaye bir sağcılıktı.
Sağcılar seviyor haliyle. Şair ve mütefekkir olarak sağ mahallede kabul ve saygı görüyor. Sağcılığının yanında “İslam Birliği” taraftarı bir de, Panislamist hatta. Bütün dünya Müslümanları birleşirse sorun hallolacak diyor özetle.
Cemal Süreya'nın sınıf arkadaşı
Diyarbakır Ergani doğumlu ama Kürt değil dediğine göre. Derinlemesine ümmetçi olduğundan sevmiyor bu tür nitelemeleri. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye Bölümünde Cemal Süreya’nın sınıf arkadaşı.
1950’li yıllarda iki sayı süren “Şiir Sanatı” adında bir dergi çıkarmayı başardı. Dergisinde yazanlar arasında Cemal Süreya, Gülten Akın, Orhan Duru, Muzaffer Erdost, Erdal Öz, M. Nuri Pakdil, Güner Başar, Nahit Güçlü, Baha Galip Tunalıgil, Abdullah Rıza Ergüven gibi isimler de vardı.
Ama bu serüvenlerinin ardından bambaşka yol tutturdu. Necip Fazıl hayranıydı, tutkulu bir Büyük Doğu okuru oldu. Dergide düzenli yazmadı ama çevresinden de hiç ayrılmadı. Necip Fazıl’la, senetlerine kefil olacak kadar yakınlık kurdu. SBF’den mezun olduktan sonra 1955’te Maliye Bakanlığında, Hazine Genel Müdürlüğü Dış Tediyeler Muvazenesi bölümünde çalışmaya başladı. 1956’da maliye müfettiş yardımcısı oldu, İstanbul’a gelirler kontrolörü olarak atandı. Edebiyatla uğraşmak için istifa edip ayrıldı, canı istedi geri döndü ve gelirler kontrolörü oldu. Sonra tekrar istifa etti. Devletin kapıları ona ve yol arkadaşlarına sonuna kadar açıktı ama dediğine göre ezanın Türkçe okunduğunu duymuş çok mağdur olmuştu.
Pek çok gazetede günlük yazılar yazdı. Diriliş dergisini çıkarınca yazmaktan da vaz geçti. 1967’de “İslâm’ın Dirilişi” kitabı hakkında toplatma kararı çıktı 163. maddeden yargılanmaya başladı. 163. Madde şeriatçılığı suç olarak kabul ediyordu. Küçük bir ceza aldı, o da 1974’teki genel afla düştü.
1990’da Panislamizmini yaymak amacıyla “Diriliş Partisini” kurdu. Yedi yıl bu partinin genel başkanlığı görevini yürüttü. Diriliş Partisi 1997’de Türkiye’deki il sayısının yarısında şubelerini açmadığı ve üst üste iki seçime katılmadığı gerekçesiyle kapatıldı. Sonra başka adlarla yeniden açıldı.
Az Mehmet Akif, biraz Necip Fazıl
Yarattığı mistik şiir tarzıyla Cemal Süreya tarafından “Mehmet Akif ve Necip Fazıl karışımı bir şair” olarak tanımlanmıştı. Az Mehmet Akif biraz Necip Fazıl’dır gerçekten de.
Bilinen ilk şiiri “Mona Rosa” adını taşıyor. Akrostişle yazılmış bir gizli aşk şiiri bu. Aslında sınıf arkadaşı Muazzez Akkaya’ya yazılmış bir ilan-ı aşk şiiridir anlayacağınız. Hikayesi şöyle: Muazzez Akkaya Sezai Karakoç ve Cemal Süreya'nın sınıftan arkadaşıdır. Karakoç, Muazzez'e büyük bir aşkla bağlıdır ve Muazzez'in anlattığına göre ona kitaplar, şiirler hediye eder. Ama o sırada Cemal Süreya da Muazzez'e tutulmuştur. Cemal Süreya açık, Sezai Karakoç gizli sevgilisidir Muazzez’in. Monna Rosa dönemi çabuk kapandı tabii, iş İslamcılığa döndü. Haliyle Cemal Süreya ile bağları da böylece koptu.
İlginç, Cemal Süreya sadece arkadaşını İslamcılığa kaptırmadı, oğlu da aynı yola girdi yıllar sonra. Eşinin anlatımına göre Cemal Süreya’nın akrabaları biraz dincilerdi. Oğulları Memo Ankara’ya akrabalarının yanına gide gele İslamcı oldu, bir gün oradan İslamcı olarak döndü. Ebeveynlerinin rakı içmesine müdahale etmeye başladı. O müdahaleler zaman zaman itiş kakışa yumruklaşma dönüştü. İddialara göre Cemal Süreya oğlundan yediği bir yumruğun kurbanı oldu.
Düzenin resmi müttefikleri
AKP’nin iktidara gelişiyle kaderleri de değişti haliyle. Ezanın Türkçe okunması ihtimali kalmadı. Birkaç vakit de zam yapıldı sayılarına. Seza Karakoç da Necip Fazıl, Nuri Pakdil, Fesli Kadir gibi isimlerle birlikte devletin resmi yazar-çizerlerine dönüştü. 2006 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafında Kültür ve Sanat Büyük Ödülü Sezai Karakoç’a verildi. 2011’de Cumhurbaşkanlığı Edebiyat Ödülünü verdiler. Şimdi kutsadıkları bu unsurları Türkiye’nin ilerici düşüncelerinin karşısına dikmeye çalışıyorlar.
Sezai Karakoç bunu AKP’den önce yapmaya kalkışmıştı aslında. Karakoç, metinlerinde Tanzimat ile girilen batı eksenindeki Osmanlı-Türk modernleşme serüveninin edebiyat literatüründeki temsilcisi Tevfik Fikret’in “Haluk’un Defteri” şiirindeki Haluk karakterinin karşısına, Mehmet Akif’in “Asım’ın Nesli” kitabının karakterini çıkarmaya çalışıyordu. Yani Fikret’in karşısına Akif’le çıkmaktaydı. Amaç batılılaşma karşısında yerli düşünceye, geleneğe ve asıl köklere vurgu yapmaktı. Bugün de Nazım’ın karşısına Necip Fazıl’la dikilmeye çalışmıyorlar mı?
Bu karşı duruş zadece yazıyla, şiirle, edebiyatla olmuyor tabii. Sıklıkla devlet desteğine başvurmak gerekiyor. AKP yandaşı gerici vakıflar aracılığıyla da veriliyor bu destek. Örneğin TÜGVA, kimi okullarda “Medeniyet ve Düşünce Kulübü” adı altında faaliyet gösteriyor. Medeniye ve Düşünce Kulüpleri müfredatı şöyle: "Büyük Doğu fikriyatı ve Necip Fazıl etkisindeki neslin Yeni Türkiye ideali", "Sezai Karakoç'un hayatı ve diriliş neslinin sonsuzluk nöbeti", "Nurettin Topçu'nun ahlak söylemi", "Diriliş neslinin amentüsü", "Mehmet Akif'in Süleymaniye kürsüsünden şiirleri", "Çöle İnen Nur adlı kitabın tahlili…"
Ama ne yazık mütefekkirler de ölümlü. Püsküllü Kadir, Nuri Pakdil derken Sezai Karakoç da hakkın rahmetine kavuştu. İslami diriliş hayali kaldı yadigâr!
(https://haber.sol.org.tr/haber/sezai-karakoc-biraz-siir-uzeri-bol-islami-dirilis-318549)
12 notes · View notes
derdiderun · 5 years ago
Text
Tumblr media
Gençliğimizi Tehdit Eden, K-pop Akımı!!!
Gençlik çağı bilindiği gibi, kimlik arayışının yoğun olduğu bir dönemdir. Anne babalar çocuklarından sadece okul başarısı bekleyip, milli ve mânevî değerlerini öğretmediği durumlarda, onlar da kendilerine pazarlanan alt kimliklere yöneliyorlar.
Son zamanlarda gençler arasında yaygınlaşan akımlardan biri de, K-pop diye bilenen kültür akımı. Güney Kore tarafından dünyaya pazarlanan bu kültür, daha çok müzik gruplarıyla tanınıyor.
Uzak doğu kültürünün daha duygusal olması, Anadolu insanına yakın geliyor. Bir süreden beri Kore dizileri de gençler arasında oldukça popüler.
Uyuşturucu karşıtı olmak gibi bazı olumlu özellikleriyle gençler arasında yaygınlaşan bu kültürün de bazı tehlikeleri var. Bunlardan biri, aşırıcı derecede bedenine, dış görünüşüne odaklanan bir insan tipi yetiştirmek.
K-pop gruplarının üyeleri, çok zayıf olmalarıyla tanınıyor. K-pop müziği yapımcı şirketlerinin, grup üyelerini zayıflatmak için aşırı diyet yapmaya zorladıkları biliniyor. Hatta şirket isterse şarkıcı ve dansçıların estetik ameliyat yaptırmaları da zorunlu tutuluyor. Bu akımdan etkilenen gençler de, grup üyelerini örnek alarak mükemmel dış görünüşüne sahip olmayı hayatın gayesi haline getiriyor.
K-pop gruplarının yaygınlaştırıldığı bir başka tehlike de cinsiyetsiz ve ara cinsiyette insan tipini özendirmeleri. Genellikle K-pop grubu üyesi erkekler pürüzsüz cilde sahip, makyaj yapan, saçları boyalı ve aşırı dar giyimli, adeta erkek değilmiş gibi görünen tipler. Kızlar da siyah renkli dar kıyafetlerle ve öfkeli, asi hal ve hareketlerle kadınsılıktan uzak durmaya çalışıyor.
Genellikle ergenlik çağındaki çocukları hedef seçen gruplar, bu dönemi cinsiyetsiz veya ara cinsiyette geçirmeyi telkin ediyor. Bazı araştırmacılar, K-pop gruplarının sadece bir müzik akımı olmadığını, kişinin kendi cinsiyetini ergenlik çağından sonra kendisinin seçmesini savunan bir akım olduğunu söylüyorlar. Grupların dans gösterilende LGBT adı verilen sapkınların renklerini kullandıkları görülüyor.
K-pop üyeliği, önce sadece bir müzik beğenisi gibi başlıyor ama gitgide hiç sorgulanmayan körü körüne bir bağlılık haline geliyor. Doğu kültüründeki sadakat ve fedakarlık anlayışının da etkisiyle fan üyeleri bu gruplara adeta bir gizli tarikat gibi kuvvetle bağlanabiliyor. Hatta grup üyesi gençler sanal medya hesaplarında kendi isimlerini kullanmayıp sadece gruplarının isimlerini ve fotoğraflarını paylaşacak kadar özdeşleşiyorlar.
Üsküdar Üniversitesi Rektörü Psikiyatri Uzmanı Prof. Dr. Nevzat Tarhan, bu akımın gençler arasında yayılmasının sebeplerini anlayabilmek için öncelikle gençlik döneminin psikolojisini iyi anlamak gerektiğini söylüyor. Gençlerin ergenlik dönemlerindeki kimlik karmaşası sırasında hayranlık duyduğu, mükemmel örneklere ilgi duyduğunu ve onlarla özdeşim kurmaya çalıştığını söylüyor.
Kendi nesillerimizi hakiki kahramanlarla ve örnek insanlarla buluşturmadığımız için başka arayışlara giriyorlar. Güney Kore hükümeti, yapımcı şirketlere devlet desteği sağlayarak, bu suni ve bayağı kültürü pazarlamaya teşvik ediyor.
Gençlerimizin bu gibi dış kaynaklı fan gruplarına ilgi duymasının bir sebebi de dijital bağımlılığın pençesine düşmüş olmaları. Ne yazık ki birçok aile çocuklarını hiçbir yere göndermeyerek koruduğunu zannederken internette çok daha tehlikeli gruplara meyletmesine sebep oluyor.
Bilindiği gibi zamanımızda gençler, sanal alem de dijital dünyada çok çeşitli tehlikelere maruz kalıyorlar. Batı kaynaklı müzik ve kültür ürünleri ne kadar zararlıysa doğu kaynaklı gibi gösterilen ama aslında dejenere bir kültür olan bu uzak doğu kültür ürünleri de bir o kadar tehlikeli...
Japonya, Güney Kore ve Çin teknoloji geliştirme yarışını, dijital dünyada içerik üretme alanına da taşımış durumda. Gençlerin teknoloji bağımlılığını çok iyi değerlendiren bu ülkeler, Z kuşağı denilen bu çağın gençlerine çok kolay ulaşıyor.
Bilindiği gibi, İslam dünyası genç bir nüfusa sahip. Ama sadece çocuk dünyaya getirmek yetmiyor. Eğer İslam alemi, çocuklara, ergenlik çağındaki gençlere ve yetişkinlik çağına adım atan gençlere ulaşmanın bir yolunu bulamazsa, bu nesilleri kaybedeceğiz. Anne, baba, eğitimci ve münevverlerimizin bu ciddi sosyal mesele üzerine mutlaka bir çözüm üretmesi gerekiyor.
Çocuklarımızı bu akımlardan korumanın birinci şartı, onlarla sağlam ve güçlü bağlar kurmaktan geçiyor. Aile içi iletişimi ve iyi ilişkileri kuvvetlendirecek çocuğun kendi ailesinin ve milletinin değerlerine aidiyet duymasını sağlamak, büyük önem taşıyor.
İkincisi, çocuklarımızın ilgi duyduğu konulardan haberdar olmamız ve onlar hakkında bilgilendirmemiz gerekiyor. Böyle zehirli modalar ve akımlara karşı şuurlandırmak için, bunlardaki tehlikeleri anlatmak gerekiyor.
Çocuklarımızın kendi aidiyetiyle, kimliğiyle ve cinsi rolüyle barışık olmaları için mutlu hissetmeleri de önemli. Bunun için anne babalarının onlara güzel hitaplarla seslenmeleri, mesela “Benim güzel kızım,” “Benim aslan oğlum,” gibi...
Çocuklarımızın kendi rollerine uygun davranmaları için kızların anneleriyle, erkeklerin babalarıyla daha çok zaman geçirip, arada güçlü bağlar kurmaları da çok faydalı olacaktır. Mesela bir aile pikniğinde baba oğul birlikte ateş yakmak, askerlik hatıraları anlatmak, arabalardan söz etmek gibi... Kızların da anneleriyle birlikte yeni bir yemek denemeleri, yardımlaşmaları, yaşadığı sorunlar varsa onlar hakkında sohbet etmeleri iyi olur.
Çocuklarımızı tehdit eden bozuk fikirlere karşı kendi fıtratlarının saflığını korumak en iyi çaredir. Bunun için onların terbiyesinde dengeyi korumamız da önemlidir. Onları kendi kimliğinden nefret ettirecek baskılarla, eleştirilerle değil, müsamahalı ve güzel davranışlara teşvik edici sözlerle terbiye etmeliyiz.
~Gülistan Dergisi 229.Sayı~
23 notes · View notes
yusufserkan · 5 years ago
Text
Mustafa Kemal her zamankinden daha güçlü durumda… Kemalistlerle anlaşmaya varılamaz, çünkü Anadolu'nun tam bağımsızlığını istiyorlar.” (İngiliz Yüksek Komiseri Rumbold'un 7 Ocak 1922 tarihli raporundan)
2020'nin ilk haftasında gündem çok yoğundu. Ancak gelin görün ki bu yoğun gündeme rağmen Atatürk ve Cumhuriyet düşmanları işi gücü bırakıp Atatürk'e ve Cumhuriyete saldırmaya devam ettiler. Adını anmak istemediğim bir “akademisyen”, bir tv programında Türkçe ezan ve din üzerinden Atatürk'ü ve Cumhuriyeti hedef alıp Kemalizm'e saldırdı. İşte bugün, öteden beri Kemalizm'i gerçek bağlamından koparıp adeta bir “küfür” gibi kullanarak Atatürk'e ve Cumhuriyete saldıranların kara propagandasına karşı Kemalizm'i anlatacağım.
KEMALİZM'İN DOĞUŞU
“Kemalizm” kavramı ilk olarak Türk Bağımsızlık Savaşı sırasında 1919'da ortaya çıktı. “Kemalizm”, adını millî direnişin önderi Mustafa Kemal'in adından aldı. Bu direnişi kırmaya çalışan emperyalist güçler ve onların işbirlikçisi Padişah Vahdettin ve Damat Ferit hükümetleri, Mustafa Kemal'in önderliğindeki tüm direnişçileri, biraz da küçümser bir yaklaşımla, “Kemalistler”, “Kemalîler”, “Kemalciler” diye adlandırdı. (1)
Örneğin;
21 Temmuz 1920'de Mr. Fitzmaurice, Türk esirleri hakkında düştüğü bir notta şöyle dedi: “Buradaki esirlerin hepsi Kemalist milliyetçilerin yanındadır. Eğer bunları serbest bırakırsak İngiltere'nin düşmanı Kemalistlerin bir zaferi sayılacaktır.” (2)
10 Kasım 1920'de Sir H. Rumbold, Lord Curzon'a gönderdiği telgrafta şöyle diyor: “Kemalist-Bolşevik başarısından sonra milliyetçiler Sevr Antlaşması'nı büsbütün kabul etmeyeceklerdir. Yunan ordusunu tam anlamıyla harekete geçirmek lazımdır.” (3)
İngiliz Yüksek Komiseri Rumbold, 7 Ocak 1922 tarihli raporunda aynen şöyle diyor: “Mustafa Kemal her zamankinden daha güçlü durumda. Türkler, ‘Anadolu Türklerindir' düşüncesinde. Kemalistlerle anlaşmaya varılamaz, çünkü Anadolu'nun tam bağımsızlığını istiyorlar.” (4) Sömürgeler Bakanı Chamberlain, 10 Mayıs 1922'de Avam Kamarası'nda yaptığı konuşmada, “Müttefikler şimdi ne yazık ki Kemalistlere karşı etkili tedbirler alacak bir durumda değil” diyor. (5)
Milli Mücadele yıllarında yabancı basında Türk Bağımsızlık Savaşı'ndan “Kemalist hareket”, milliyetçi direnişçilerden ise “Kemalistler” diye söz ediliyor. Örneğin Asia dergisinin Kasım 1923 sayısında Robert Dunn, Türk-Yunan savaşından: “Anadolu'daki Yunan-Kemalist Savaşı” diye söz ediyor. (6)
İşbirlikçi saray hükümeti ve yandaşları da saray hükümetine isyan ederek işgalcilere direnen Kemalistleri, yüzyıllar önce, Osmanlı'ya karşı ayaklanan Celalîlere ve Yeniçerilere benzetiyorlar. “Celali” adından esinlenerek Mustafa Kemal'in etrafında toplanan bütün Kuvayı Milliyeciler için “Kemaliler” veya “Kemalciler” deyimini kullanıyorlar. II. Mahmut nasıl “isyancı Yeniçerileri” ortadan kaldırdıysa, VI. Mehmet Vahdettin de “isyancı Kemalileri” ortadan kaldıracak diyorlar. Alemdar ve Peyamı Sabah gibi işbirlikçi gazeteler Padişah Vahdettin'in, Kuvayı Milliyecilerin üstüne gönderdiği Anzavur Ahmet'in “Kemalileri bastırdığını” yazıyor.
Milli Mücadele'de “Kemalci”, “Kemali” ve “Kemalist” kavramı “milliyetçi” kavramıyla eş anlamlı olarak kullanılıyor. Dolayısıyla “Kemalizm”, Milli Mücadele'de emperyalist işgale karşı “bağımsızlık savaşı” verenlerin “ortak adı” olarak doğuyor.
Emperyalist işgalcilerin ve yerli işbirlikçilerin küçümsedikleri “Kemalistler”, Sakarya'yı, Büyük Taarruz'u kazanıp emperyalist işgale son verdiler, bu toprakları yeniden vatan yaptılar. Öyle ki 1922'den sonra tüm dünyada Türk Zaferi “Kemalist Zafer” olarak adlandırıldı.
Ezilen, sömürülen Doğu milletleri de maddî ve manevi destek verdikleri bu savaşın başarısını “Kemalist Zafer” olarak adlandırdılar. Onlar da “Kemalist Zafer”den ilham alarak emperyalizme başkaldırdılar. Böylece Kemalizm, tüm mazlum milletlerin kurtuluş umudu oldu.
KEMALİST DEVRİM
Atatürk, kazandığı askeri zaferi, siyasi, kültürel, sosyal, ekonomik zaferlerle tamamlamak istedi. Bunun için peşi sıra devrimler yaptı. İşte kazanılan zafer nasıl ki Mustafa Kemal'in adından dolayı “Kemalist Zafer” diye adlandırılmışsa yapılan devrimler de yine Mustafa Kemal'in adından dolayı “Kemalist Devrim” diye adlandırıldı.
Atatürk'ün el yazısıyla ‘Kemalizm Prensipleri' notu (1937).
Batılı bilim insanları 1930'larda Atatürk'ün devrimlerini ve ilkelerini “Faşizm”, “Komünizm“ ve “Nazizm” dışında “üçüncü bir yol” olarak görüp “Kemalizm” diye adlandırdılar.
1931'de CHP Üçüncü Büyük Kurultayı'na kadar Atatürk ilkelerinin sayısı 4'tü. Bu kurultayda Atatürk ilkelerine “Devletçilik” ve “Devrimcilik” de eklenerek ilkelerin sayısı 6'ya çıkarıldı. Böylece “Altı Ok” ortaya çıktı.
İşte Cumhuriyet aydınları ve devlet adamları, Türkiye Cumhuriyeti'ni şekillendiren bu “Altı İlke”yi, “Altı Ok”u 1931'den itibaren “Kemalizm” diye adlandırdılar.
1931'de Denizli Milletvekili Mazhar Müfit Kansu, mecliste yaptığı konuşmada “Kemalizm mektebinin evlatları” olduklarını söyledi. “Kemalizm Demokrasisi” kavramını kullandı. (7)
Türkiye'de “Kemalizm” kavramı ilk kez 1931'de ders kitaplarına girdi. İlk baskısı 1931'de Türk Tarih Kurumu tarafından yapılan 4 ciltlik tarih serisinin Türkiye Cumhuriyeti Tarihini anlatan “Tarih IV” adlı son cildinde, “Altı İlke”den “Kemalizm” diye şöyle söz edildi: “İşte yabancı müelliflerin (yazarların) Büyük Milli Reisin adına nispetle ‘Kemalizm' dedikleri Türk inkılâp hareketinin temel prensipleri bunlardır. Bu prensiplere dayanan devlet sistemi Türk milletinin tarihine, ihtiyacına, içtimaî bünyesine ve mefkûresine (ülküsüne) en uygun olduğu kadar, bütün dünyadaki sistemler içinde de en sağlam ve en mükemmel olanıdır.” (8)
1932'de Halkevleri Genel Merkezi'nce yayımlanan Ülkü Dergisi'yle Kemalizm'in kuramsal çerçevesi belirlenmek istendi. Ülkü Dergisi'nin neredeyse her sayısında, “Kemalizm”i halka benimsetmek amacıyla yazılar yayınlandı. Örneğin; Nusret Köymen, “Kemalizm ve Politika Bilgisi” başlıklı yazısında “Kemalizm'in ilmini yapmaktan” şöyle söz ediyordu: “Bugün Türk münevverine düşen büyük vazifelerden biri Kemalizm'in ilmini yapmak ve politika üzerinde her müsbet bilgi şubesinde çalışıldığı gibi, ilim metotlar ile çalışmaktır…” (9)
1932'den itibaren Kemalizm'in kuramsal çerçevesini belirlemek amacıyla Atatürk'ün çevresindeki Yakup Kadri (Karaosmanoğlu), Şevket Süreyya (Aydemir), Vedat Nedim (Tör), İsmail Hüsrev (Tökin), Burhan Asaf (Belge) gibi aydınlar Kadro Dergisi'ni çıkardılar. 1934'te yayım hayatına son veren Kadro Dergisi'nin “Kemalizm” yaklaşımı, daha sonraki kuşakları etkiledi. Örneğin; 1960'larda Doğan Avcıoğlu ve arkadaşlarının yayımladıkları Yön Dergisi, bu etkileşimin bir eseriydi.(10)
Kemalizm'in CHP Parti Programı'na Girişi
Kemalizm'den Atatürk Yolu'na
1923'te CHP kurulurken Yakup Kadri Karaosmanoğlu Atatürk'e “Fakat Paşam, bu partinin doktrini yok” deyince Atatürk “Doktrin istemem, donar kalırız, biz yürüyüş halindeyiz” diyor. (11) Bu nedenle “Kemalizm” toplumsal ilerlemeyi donduran bir “doktrin” olarak hiç görülmedi.
13 Mayıs 1935'te kabul edilen CHP Parti Programı'nın Giriş bölümü, ‘Kemalizm Prensipleri'nden söz ediliyor.
1935'te CHP Dördüncü Büyük Kurultay'ında “Kemalizm”, CHP parti programına girdi. 13 Mayıs 1935 Pazartesi günü yapılan oturumda kabul edilen CHP Parti Programı'nın giriş bölümünde aynen şöyle denildi: “Yalnız birkaç yıl için değil, geleceği de kapsayan tasarılarımızın ana hatları burada toplu olarak yazılmıştır. Partinin güttüğü bu esaslar Kamalizm Prensipleridir.” (12) Böylece Atatürk'ün “Altı İlke”si, “Altı Ok”, çok açıkça “Kemalizm Prensipleri” olarak parti programına girdi. Dahası bu tanımlama hiçbir değişikliğe uğramaksızın, 5 Şubat 1937 tarihinde anayasanın ikinci maddesine koyuldu. Böylece “Kemalizm” fiilen anayasaya da girmiş oldu.
Görüldüğü gibi parti programındaki “Kemalizm Prensipleri”nin “yalnız birkaç yıl için değil geleceği de kapsayan tasarılar olduğu” belirtiliyor. Böylece Atatürk CHP'si, resmi ideolojiyi “Kemalizm” olarak adlandırmış oluyor.
Bugün bu gerçeği reddetmek isteyenler, Kemalizm'i tamamen Atatürk'ten soyutlayarak “Atatürk değil, çevresindekiler Kemalizm'i kullandı!” diyorlar. Ancak bu iddia doğru değil. Grace Ellison, 1923'te Atatürk'ün, kendisine verdiği röportajda, “Bu sözcük hareketin ruhunu anlatmıyor” dediğini aktarsa da (13) zaman içinde Atatürk'ün bu konudaki düşünceleri değişmiş olmalı ki 1931'de liselerde okutulan “Tarih IV” adlı kitaba ve 1935'te de parti programına Kemalizm'i koydurdu. Dahası 1934'de Soyadı Kanunu'yla “Atatürk” soyadını almasına karşın, 1937'de, CHP'nin 1939 kurultayı için program çalışması yaparken kendi el yazısıyla “Partinin güttüğü bütün bu esaslar Kemalizm Prensipleridir” diye yazdı. (14)
“Kemalizm” kavramı 1953'teki CHP Onuncu Büyük Kurultayı'nda parti programından çıkarıldı. “Kemalizm” yerine ”Atatürk Yolu” ifadesi kullanılmaya başlandı. (15)
1933-1949 arasında çıkan “La Turquie Kemaliste” dergisinin bir sayısı.
Atatürk döneminde Kemalizm
1933'ten itibaren Kemalist Devrimi dünyaya anlatmak için Matbuat Umum Müdürlüğü üç ayda bir Türkçe ve Fransızca olarak “La Turquie Kemaliste” adlı bir dergi çıkardı. Dergi, 1933-1949 arasında 49 sayı çıkarıldı.
1936'da Türkçe, 1937'de Fransızca olmak üzere Tekin Alp'in “Kemalizm (Le Kémalisme)”, Edirne Milletvekili Şeref Aykut'un “Kamalizm” ve M. Saffet Engin'in “Kemalizm İnkılâbının Prensipleri” ( 2 cilt) adlı kitapları basıldı.
Atatürk'ün Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, 1940'ta “Atatürk İhtilali” adlı kitabında “Kemalizm”i anlattı. “Türk ihtilalinin verimi sembolik Altı Ok içindedir ki buna Kemalizm diyoruz ve diyorlar” diye yazdı. Kemalizm'in komünizmden ve faşizmden ayrıldığını, Milli Sosyalizmden ise ayrıldığı ve birleştiği noktalar olduğunu belirtti. (16)
1936'da CHP Genel Sekreteri Recep Peker, görevden ayrılırken yayımladığı bildiride “Hepimiz için en büyük şeref, son nefese kadar Kemalizm eserinin sadık hizmetçisi kalmaktır” dedi. (17)
Celal Bayar, 1 Kasım 1937 tarihli meclis konuşmasında birkaç yerde “Kemalist Rejim” ifadesini kullandı. Bayar, Atatürk'ün ölümünden sonra Kasım 1938'de yapılan ilk meclis toplantısında da şunları söyledi: “Milletimiz on beş yıldan beri denenen Kemalizm rejiminin kendisine verdiği huzur ve sessizlik içerisinde çalışmak ve kuvvetlenmek istiyor. Ulusal sınırları içinde mutlu olmak istiyor.” (18)
Kemalizm; bu topraklarda Atatürk'ün önderliğinde emperyalizme karşı “bağımsızlık”, saraya, sulatana karşı “milli egemenlik”, geri kalmışlığa karşı “çağdaş uygarlık”, paylaşım savaşlarına karşı “barış” mücadelesidir. Bu toprakları yeniden vatan yapanların ve bu Cumhuriyeti kuranların ortak adıdır Kemalist… Onurdur, gururdur.
10 notes · View notes
tatilgez · 2 years ago
Text
Baran Dergisi: Türkiye’nin Önde Gelen Siyasi Dergilerinden Bir Tanesi
Baran Dergisi: Türkiye’nin Önde Gelen Siyasi Dergilerinden Bir Tanesi   Baran Dergisi, Türkiye’nin önde gelen siyasi dergilerinden bir tanesidir. Baran Dergisi, son yıllarda inanılmaz bir popülerlik kazanmıştır.  Baran Dergisi, fikir, siyaset, dünya, ekonomi, toplum, büyük doğu-ibda ve kültür-sanat gibi birçok konuda bilgi verir.   Siyasi sorunlara, olaylara, tartışmalara ve güncel konulara dair…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
hariomyogamerkezi · 5 years ago
Text
Cemal Süreya’nın Mahasamadhisi / Bora Ercan
Türkçe’nin kendine özgü dilini kurabilmiş büyük bir şairidir Cemal Süreya. Bu yazıda, Cemal Süreya şiirine pek de bakılmamış bir açıdan bakmaya çalışacağım. Bu açı, şairin bilgeliği üzerinedir. Aslında bu (ruhani) bilgelik hali sadece Süreya’ya ait değil bütün büyük şairler için de geçerlidir. Şairlerin gençlik, olgunluk ve yaşlılık dönemi şiirlerine bu açıdan bakılabilir.
Tumblr media
Bununla birlikte, yazarı bilinsin ya da bilinmesin bütün eski yazıtların, destansı metinlerin birer şiir olduğunu söyleyebiliriz. Gılgamış Destanı, Vedalar, Bhagavadgita, Odyssea birer şiirdir. Bu metinleri yazanlar birer şair ve bilgedirler.  
Cemal Süreya’ya, bundan sonra imzasındaki gibi sadece Süreya dememde umarım bu sakınca yoktur. Süreya’nın, döneminin birçok şairi gibi ideolojik olarak sol / sosyalist düşüncede olduğunu, bu durum ‘Doğu Öğretileri’yle ilgilenmeye engel olmasa bile, belki de kaynak azlığından ve anlaşılabilir önyargılardan dolayı, şairin bu öğretilere pek de yakın olmadığını söyleyebiliriz. Bununla birlikte, şiirlerinin bir çoğunda, bir Zen şiir formu olan Haiku’ya biçimsel değil, ama içerik olarak olarak yakınlık da söz konusudur. Örneğin, Yeni Yaprak Dergisi’nin Ocak 1989 sayısında yayımlanan ‘kısa’ adlı şiiri, 5-7-5 haiku hece formatında olmasında tam bir haiku tadındadır.
Hayat kısa, Kuşlar uçuyor.
Süreya 1931 doğumludur. Bu şiiri yayımladığı yaşı, günümüz için çok da ileri bir yaş değildir. Bununla birlikte, bu şiirin yayımlanmasından bir yıl sonra yaşamını yitirmesi başka türlü düşünmemizi sağlayabilir. Bu, nasıl olur bilinmez elbette, ancak şair bir şeyler hissetmektedir, bu açıktır.[1] Bir yanda uçarılık bir yanda hayatın kısalığının farkındalığı…
Süreya, acının ne olduğunu bilir. Küçük yaşta yurdundan sürgün edilen şairde bu izlek her dizede neredeyse derinden fark edilir. İnsanın kendisinin ölümü pek de gerçek bir şey değildir. Bunu, Epikür ben varsam ölüm yok, ölüm varsa ben yokum, diyerek çok da güzel açıklamıştır. Ölüm yaşayanlar için vardır ve bu da başkalarının ölümüdür. En zorlusu da evlat, kardeş, eş, anne, baba ölümüdür. Türkçe’nin en çarpıcı şiirlerinden birinde bu konu şairde şu şekilde dile gelmiştir:
Sizin Hiç Babanız Öldü Mü?[2]
Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum
Yıkadılar aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç hamama gittiniz mi?
Ben gittim lambanın biri söndü
Gözümün biri söndü kör oldum
Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak
Söylelemesine maviydi kör oldum
Taşlara gelince hamam taşlarına
Taşlar pırıl pırıldı ayna gibiydi
Taşlarda yüzümün yarısını gördüm
Bir şey gibiydi bir şey gibi kötü
Yüzümden ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç sabunluyken ağladınız mı?
 Bu şiiri, İslami ritüelller gereği babasının cansız bedenine su ve sabun dökmek durumunda kalan erkekler çocuklar daha iyi anlayacaktır. (Elbette bunun anne / kadın durumu da benzerdir, ama bilemiyorum işte…)
Şairin Ölüm adlı şiiriyse şöyledir:
Ölüm geliyor aklıma birden ölüm
Bir ağacın gövdesine sarılıyorum.[3]
 Günümüzde, özellikle sosyal medyayla dünyada popüler olan ağacın gövdesine sarılma eylemini şair yıllar önce öngörmüş. Ağaç; köklenme, güven, dinginlik, bilgelik ve uzun ömürle (normal şartlar altında) ilişkilendirilebilir. Şair, ölüme karşı bir ağaca sığınmaktadır.
‘Düşüncesi değil kendisi’ başlıklı şiirinde bir dörtlük şairin Doğu’daki ölüm hakkındaki düşüncelerinin ifadesidir:
‘Ölüm güney yarımkürede Çok sığ ve sonsuz geniş Bir ırmaktır Ganj da derler ona’[4]
Süreya’nın Hint ellerine gittiğini sanmıyorum. Ganj halkındaki bilgisi, yanılmıyorsam kulaktan dolma, galiba Ara Güler’in fotolarından, anlatılarından… Ganj, güney yarımkürede değil tabii ama bu bir şiir, şiirin kendi gerçekliği vardır, mantıkla düşünürsek çok da haz alamayız şiirden. Ganj ve Hint altkıtasındaki birçok akarsu kutsaldır. Doğuda ölüm daha çok geçiştir. Bu geçişkenliği de yakma törenleri ve küllerin Ganj’a atılması bütünler. Sadece ölü yakma değil bütün bir yıl boyunca Hindular için önemli bir hac yeridir Ganj. Her gündoğumu ve batımı ateşler dualarla suya bırakılır, o suya girilir, arınılır.  Su aynı zamanda anne’dir. Ganj da anne olarak anılır. Süreya’nın annesini yedi yaşında kaybettiğini burada belirtelim.
Aralık 1989’da geldiğimizde Yeni Yaprak’ta yayımladığı şiir şöyledir:
Ölüm mü, Bir gölün dibinde durgun uykudasın. Denizler? Tanrılar karıştırır durur denizleri..
Burada iki kavram ön plandadır: Ölüm ve Tanrı.
Göl daha çok durgunluktur. Belki de güvenli bir yuva. Uyku ise şüphesiz ölümle bağlantılıdır. Tanrılar ise denizleri karıştırırlar, denizler daha güvensizdir, bu yaşamın devingenliğini işaret eder. Burada, ayrıca, yine az önceki su ve anne imgesi belirebilir. Belki de içten içe bir reenkarnasyon düşüncesi…
Maha, Sanskrit dilinde büyük demektir. Samadhi ise birçok anlama gelmekle birlikte mükemmel zihin, zihnin zirvesi, zihnin son mükemmel halidir. Birçok Samadhi aşaması vardır. Mahasamadhi ölüm aşaması ve ölümdür. Bilgeler öleceklerini anlarlar, çoğu da meditasyon halinde geçiş yapar.
Süreya’yı 59 yaşında, Ocak 1990’da kaybettik. Yaşasaydı daha ne şiirler yazacaktı. Olsun biz eldekilerin değerini bilelim ve olur olmaz yerde, facebook’ta mesela, kaynak göstermeden şiirleri paylaşıp, deforme etmeyelim. Şair’e saygı, bilgeye ve bilgiye saygı lütfen.
Gelelim bilgemizin son şiirine. Bu şiir o dönem için ülke çapındaki bir şiir dergisi olan Yeni Yaprak’ta yayımlandı. Bu satırları yazan kişinin de ilk şiiri o dergideydi. Bu nedenle, Süreya için her ocak ayında kendimce bir şiir ritüeli yaparım. Kimse bilmez bunu. Bu yazıyla, bu yıl otuzuncu yılda başka bir borç ödendi sanki. Aşağıdaki şiirde bakın şair nasıl hesaplaşıyor Tanrı’yla ve gönlü rahat, huzur içinde, zaten rakı masalarında da hep hesabı fazlasıyla ödermiş. Böylece yazıyı sözünü ettiğim yayımlandığı son şiirle bitiriyor, bundan sonrasını size bırakıyorum:
Üstü Kalsın
Ölüyorum tanrım
Bu da oldu işte.
 Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum tanrım.
Ama, ayrıca, aldığın şu hayat
Fena değildir
Üstü kalsın
                   [1] Burada şairin o çok sözü edilen ailevi, özel sorunlar��na hiç girmek istemiyorum.
[2] Sevda Sözleri, S. 26.
[3] Sevda sözleri S. 183.
[4] Sevda Sözleri, S.230.
7 notes · View notes
griserin · 6 years ago
Video
youtube
Հայոց Ցեղասպանութիւն
Tumblr media
AVRORA MARDİGANYAN (1901 – 1994)
Avrora Mardiganyan, 1901 yılında Dersim’de Arshaluys Martikyan ismiyle dünyaya gelir. 1915 Soykırımı başlandığında Amerika’ya gitmek üzeredir. Arshaluys babasının ve erkek kardeşinin öldürüldüğüne tanık olur. Dersim dağlarında çıplak ayak yürüyerek, mağaralarda saklanarak, 18 ayın ardından yarı çıplak ve aç bir şekilde Erzurum’a ulaşır. New York’ta yaşayan Ermeni bir aile tarafından evlat edinir. Arshaluys’un Soykırım’a dair tanıklıkları New York ve Los Angeles’taki gazetelerde basılır, kapağında geleneksel Ermeni kıyafetleri içindeki fotoğrafı yer alır. 1918 yılı daha sona ermeden Selig Polyscope Company kitabın sessiz filminin yapımına hazırlanmaya başlar. Film sayesinde elde edilen 30 milyon dolarlık kar Yakın Doğu Yardım Teşkilatı aracılığıyla 60 bin Ermeni yetime gönderilir.
(...)
Tumblr media
MARİ BEYLERYAN (1877 - 1915) 
Mari Beyleryan, 1877 yılında Beşiktaş'tadünyaya gelir. Mari, Kalipso takma adıyla Arevelk (Doğu) gazetesinde yazmaya başlar, genç Ermeni kadınların yaşamına dair konuları işler. Sosyal Demokrat Hınçak Partisi'nin yayın organı Hınçak’ta muhabir olarak çalışmaya başlar. Kadın özgürlük mücadelesiyle de ilgilenir. Mari, parti tarafından 15 Temmuz 1890 tarihinde Aldülhamit’e karşı düzenlenen ilk büyük yürüyüşü muhabir olarak takip eder. 1895 yılında Mari, Bab-ı Ali gösterisinin örgütleyicilerinden biri olur. Bu, kadınların taleplerini haykırmak istediği eylem, hükümetin talimat verdiği polislerin saldırısıyla kanlı bir çatışmaya dönüşür. “Ya özgürlük, ya ölüm” talebiyle Bab-ı Ali Nümayişi’ni düzenleyen Mari artık sadece Hınçak Partisi’nin saflarında yer alan bir aktivist, gazeteci ve yazar olarak kalmakla yetinmez. Hükümet her yerde eylemin düzenleyicisi Mari’yi aramaya başlar. Ve böylelikle artık Mari için saklanarak yaşayacağı bir hayat başlar. Ve Mari 1896 yılının güzünde Mısır’a gider. Gittiği vakitlerde İstanbul’da hükümet kendisi için ölüm fermanını çıkarmıştır. Mari Ardemis adında bir kadın dergisi çıkarır. Mari, 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’da esen ‘ılımlı rüzgarların’ etkisiyle ülkeye geri döner. Mari’nin tam olarak nerede öldürüldüğü ise bugün hala bilinmemektedir. 
(...)
Tumblr media
ELBIS GESARATSYAN (1830) 
Elbis Gesaratsyan 1830 yılında Beşiktaş’da doğmuş olup, Türkiye’de ilk Ermeni kadın gazeteci olarak kabul edilir, 1862-63’te ilk Ermenice Kadın dergisi olan aydınlık GİTAR’ı yayımladı. Cinsler arası eşitsizliğin nedenlerini çözümlediği ve toplumun ileri gitmesi için “kadının özgürleşmesini” savunan ilk kadın yazardır. "Çoğu kez tanık olmuşsunuzdur, kendi erkeğinden daha düşünceli, daha öngörülü ve daha işbilir kadınlar vardır; ama bilerek, yol yordam bilmez erkeğe körü körüne boyun eğmek zorunda kalırlar; çünkü kurallar gereği, kadın dili kesilmiş kuş olmalıdır ve erkek, karga da olsa, kendi ötmeli, kurum kurum hükmetmelidir… Evet, sevgili kız kardeşim, işte benim düşüncelerim böyle. Bizim fikirlerimiz çiçek açmalı. Yetenekli kişiler bunu görev edinmeli, uyuşuk kafaları meşru yollarla harekete geçirmeli, uyanık olup özgürlüklerine sahip çıkmalı, eğitim çağrısı yapmalıdır. Okuma salonları, meclisler oluşturup yüreklere ve beyinlere seslenen bilgiler öğrenmeli ki ilerleme yolunda adımlar atabilelim ve insan sayılabilelim..." 
(...)
Tumblr media
ZABEL YASEYAN (1878 – 1943) 
1878 yılının 4 Şubat’ında Üsküdar’da oldukça varlıklı bir ailede doğan Yesayan, hayatı boyunca yoksulluk, zulüm ve katliamların en önemli tanıklarından biri oldu.  1894 yılında Sorbonne Üniversitesi’nde felsefe ve edebiyat eğitimine başlar. Fransız ve Ermeni dergilerinde makaleleri, şiirleri ve kısa öyküleri yayımlandı. İstanbul ve İzmir’de çıkarılan Arevelyan Mamul’de çeşitli edebiyat eleştirileri ve yazı dizileri yazdı. 1915 Ermeni halkına karşı girişilen tehcirin yılında İttihat ve Terakkiciler’in sakıncalı Ermeniler listesinde yer alan bir kadındı Zabel Yeseyan. Bulgaristan, Azerbeycan, Mısır, Fransa, Yesayan’ın bilinen sürgün durakları oldu. 1920'lerde, eşinin vefatına dek, Fransa'dan Bakü'ye seyahat etti. 1926 yılında Sovyet Ermenistan'ı ziyaret eden Yesayan, izlenimlerini, Prométhée déchaîné (Zincirsiz Prometheus; Marsilya 1928) isimli romanında anlattı. 1933 yılında Sovyet Ermenistan'a yerleşti ve Moskova'da gerçekleştirilen ilk Sovyet Yazarlar Birliği kongresinde yer aldı. Kesinleşmemekle birlikte 1943 yılında Sibirya’da öldüğü iddialar arasında. 
(...)
Tumblr media
SIRPUHİ DÜSAP 
Sırpuhi Düsap, bilinen ilk Ermenice yazan kadın romancıdır. Ermenice deneme, makale ve romanlarında, kadınların yaşam modellerini seçimde ataerkil sistemin kurallarından bağımsız karar vermelerinin önemi konusunu işlemiştir.Döneminin çok ilerisinde sözleri hala kadın mücadelesine ışık tutmaktadır; “İki cins arasında eşitlik olduğunda, yani hayatın zevklerinde, cezalarında, çalışmada ve ödüllendirmede eşitlik sağlandığında zincirler kırılacak, riyakârlık son bulacak ve toplum, güçlerin eşitsizliğinden kaynaklanan kayıpları telafi edip dengeye ulaşacaktır.” Sırpuhi Düsap, İstanbul ve İzmir'de yayımlanan çeşitli gazetelere yazdığı makalelerde, ekonomik ve toplumsal özgürlüğü olmayan kadının durumunu sorgulamıştır. 
(...)
Tumblr media
ZARUHİ KAVALJYAN (1877-1969) 
Türkiye’nin ilk kadın doktoru. Kavlajyan, 1875 yılında Boston Tıbbı Üniversitesi’nden mezun olan ve Adapazar ile İzmit’te doktor olarak çalışan Serop Kavaljyan’ın ailesinde doğdu. Osmanlı İmparatorluğu’nda kadınların tıbbı öğrenmeleri yasak olduğu için Kavaljyan, Adapazar'ın Amerikan Kız Kolejinden mezun olduğu 1989 yılında eğitimini devam etmek için ABD’ye gitti. 1903 yılında İllinois Üniversitesi’nin Tıbbı Fakültesi’nden mezun olduktan sonra Adapazar’a dönüp babasıyla doktor olarak çalıştı. Birinci Dünya Savaşı yıllarında doktor, yaralılara ve maruz kalanlara yardım çalışmalarına katıldı. Daha sonra İstanbul’a yerleşen Kavaljyan ders vermeye devam ettiği Üsküdar’daki Amerikan Kız Kolejinde Doktor Kaval adıyla biliniyordu. Türkiye’nin ilk kadın doktoru. Kavlajyan, 1875 yılında Boston Tıbbı Üniversitesi’nden mezun olan ve Adapazar ile İzmit’te doktor olarak çalışan Serop Kavaljyan’ın ailesinde doğdu. Osmanlı İmparatorluğu’nda kadınların tıbbı öğrenmeleri yasak olduğu için Kavaljyan, Adapazar'ın Amerikan Kız Kolejinden mezun olduğu 1989 yılında eğitimini devam etmek için ABD’ye gitti. 1903 yılında İllinois Üniversitesi’nin Tıbbı Fakültesi’nden mezun olduktan sonra Adapazar’a dönüp babasıyla doktor olarak çalıştı. Birinci Dünya Savaşı yıllarında doktor, yaralılara ve maruz kalanlara yardım çalışmalarına katıldı. Daha sonra İstanbul’a yerleşen Kavaljyan ders vermeye devam ettiği Üsküdar’daki Amerikan Kız Kolejinde Doktor Kaval adıyla biliniyordu.
6 notes · View notes
ibokumus · 5 years ago
Text
HANGİ TARİH ? - AVRUPA,TÜRKİYE VE ATATÜRK
AHMET TANER KIŞLALI
Kışlalı'nın, 11.7.1997 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan bu makalesi güncelliğini koruduğu için 21.10.2000 tarihinde bir kez daha yayımlanmıştı.
Şu sözler daha çok yeni. Prof. Justin McCarty'ye ait:
"...Atatürk olmasaydı, Türk belki Özbekistan'da olurdu, ama Trakya ve Anadolu'da kalmazdı. 100 yılda tüm civar büyük coğrafyadan sürülmüş ve katledilmiş Türklerin Konya Ovası'ndan sürülmeleri ve atılımları ne kadar sürerdi sanıyorsunuz?"
Ve Amerikalı tarihçi devam ediyor:
"...Ne Türk ne de Türkiye kalırdı. Mustafa Kemal sadece ülkeyi kurtarmadı, Türk neslini de kurtardı!"
Bu sözler İstanbul'da, Haliç Rotary Kulübü'nün düzenlediği bir toplantıda edildi. Konuşmacı somut konuştu. Rakamlar verdi. Kanıtlar gösterdi.
Tarihin nasıl tersyüz edildiğini sergiledi.
Ama basın, numaracı cumhuriyetçilerden esirgemediği ilgiyi, bu olaydan esirgedi.
Prof. McCarty'ye göre, Türkler Hıristiyanları katletmedi. Tersine, Hıristiyanlar Türkleri ve Müslümanları katlettiler.
1821'de patlak veren Yunan milliyetçiliği; bulunan, yakalanan her Türkün öldürülmesine neden olmuştu. Yunan etkisiyle, Arnavutluk ve Romanya'da da ele geçen tüm Müslümanlar katledilmişlerdi.
O dönemde öldürülen Türklerin sayısının 25 bin dolayında olduğu tahmin ediliyordu.
Bulgaristan'daki 1876 ayaklanmasında da Türkler kitle halinde yok edilmişlerdi. Türk köyleri yakılıp yıkılırken bir-iki kişinin kaçmasına izin veriyorlardı. Amaç, onların olanları diğer köylerde anlatmaları ve Türklerin kaçıp topraklarını terk etmelerinin sağlanmasıydı.
Savaş bittiğinde 675 bin Türk sürgüne zorlanmış ve yüzde 17'si yollarda ölmüştü. Manastır'da ve Kavala'da yapılan katliamı, İngiliz elçileri de raporlarında doğruluyorlardı.
Ermeni katliamını ise Fransız kaynakları belgeliyordu.
Prof. McCarty'ye göre, Doğu Anadolu'daki nüfusun yaklaşık yüzde 7-9'u Ermenilerce öldürülmüştü.
Amerikalı tarihçinin kanıtlara dayanarak çizdiği tablo çok açık.
19'uncu yüzyılın başlarından 20'nci yüzyılın başlarına kadar, Balkanlar'dan Kafkaslar'a kadar 5 milyon 60 bin Türk öldürülmüş. 5 milyon 381 bini de sürgün edilmiş, yerinden yurdundan olmuş.
Peki bu vahşet ne zaman ne kadar sürmüş?
Yanıtını Prof. McCarty çok net veriyor:
"...Türk bağımsızlık savaşında bir şey oldu ve plan artık yürümedi!.. Yunanlılar bozguna uğrayınca, kaçarken her yeri yaktılar, yıktılar, herkesi öldürdüler. Amerikan elçisi ve Amerikan kaynakları bu olayı doğruluyorlar... Sadece Batı'da Rumlar tarafından 1 milyonun üzerinde Türk öldürüldü, 1-2 milyonu da sürgüne zorlandı."
Ve ekliyor:
"...Çok kötü bir yüzyıl olmuştur. Müslüman ülkesi yok edilmiştir. 1800-1922 arasında Yunanlılar 950 bin göçmen, 320 bin ölü verdiler. Ermeniler 910 bin göçmen ve 580 bin ölü verdi. Oysa aynı dönemde 5 milyon Müslüman göç etmek zorunda kaldı, 5 milyondan fazlası da öldü."
Sonuç?
"...Bu ibret tablosunun karşısında, kim suçlu diye sormak gerekiyor. Mustafa Kemal'in itildiği Konya Ovası'nı gözler önüne getirin. Bir yüzyılda nereden nereye gelinmiş! Ben size diyorum ki, Atatürk olmasaydı, Türk kalmazdı... Diyebilirdi ki, ben Selanik'e kadar gidiyorum. Herkes arkasından giderdi. Hayır, büyük önder Türklerin ne kadar acı çektiğini, ne bedel ödediğini biliyordu. O tam tersine düşmanlıkları, nefreti unutmasını ulusa telkin etti. Ve sadece büyük bir insanın söyleyebileceği 'Yurtta barış, dünyada barış' dedi."
Prof. McCarty, "Kürt sorunü'na da -alışılmış Batı'dan- farklı bir açıdan bakıyor.
1926'dan sonra "Kürt liderler'in güçlerini korumalarına izin verilmesinin hata olduğunu söylüyor. Kürtlerin Türkiye'de cumhurbaşkanı, başbakan, bakan, general bile olabildiklerini Batı'ya anlatmak gerektiğini savunuyor.
Ve konuşmasını noktalarken şöyle diyor:
"...Yüzyıllık tarihte Türkler hakkındaki yalanların iki kaynağı var. Misyonerler ve İngilizler. İngilizler -propaganda büroları aracılığı ile- bugün bile inanılan yalanlar yayıyorlar... Benim söylediklerimi bir Türk söylese, kimse inanmaz. İnsanlar dışarıda Türklere karşı önyargılılar."
Amerikalı tarihçi, Atatürk'ün diktatör olduğunu söyleyenlere de karşı çıkıyor. Ve Attilâ İlhan'ın "Hangi"li kitap dizisine bir yenisini eklemek gerektiğini düşündürüyor:
Hangi Tarih?
1 Eylül 2000 tarihli Müdafaa-i Hukuk gazetesinin birinci sayfasına, vaktiyle Atatürk'ün Hâkimiyeti Milliye gazetesinde neşredilen şu sözlerini koymuşlar. Atatürk diyor ki: "Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir. Ben milletimin ve büyük ecdadımın en kıymetli mirasından olan istiklal aşkı ile yaratılmış bir adamım. Bence bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın kalıcı olması, mutlaka o milletin istiklale sahip olmasıyla mümkündür. Ben şahsen bu saydığım niteliklere çok önem veririm. Ben yaşayabilmek için mutlaka bağımsız bir milletin evladı kalmalıyım. Bu sebeple milli istiklal benim için bir hayat meselesidir. Milletimin menfaatleri gerektirdiği takdirde her milletle medeni ölçüler içinde dostluk yapmaya özen gösteririm. Ancak benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin de bu arzusundan vazgeçinceye kadar amansız düşmanı olurum."
Necip Mirkelâmoğlu, adı geçen eserinde şu bilgileri de veriyor:
Atatürk, henüz yirmi üç yaşında bir yüzbaşıdır, bir toplantıda arkadaşlarına, "Bu bedbaht memlekete karşı mühim vazifelerimiz vardır, onu kurtarmak yegâne hedefimizdir" sözleriyle "tarihi misyonunun" ilk işaretlerini verdikten sonra, 1907 yılında, 27 yaşında, 'kolağası' (ön yüzbaşı) rütbesinde iken "yegâne hedefimiz" dediği "misyon"un detaylarını, Bulgar Türkologu İvan Manolov'a, şu sözlerle açıklamıştı:
"Gün gelecek, şimdi hepinizin hayal sandığınız reformları ben gerçekleştireceğim. Mensup olduğum millet bana inanacak. Sultanlık kaldırılmalıdır. Devletin yapısı mütecanis (tek türlü) bir temele dayanmalıdır. Din ve devlet birbirinden ayrılmalıdır. Doğu medeniyetinden ayrılıp Batı medeniyetine yönelmek zorundayız. Erkekle kadın arasındaki farkı kaldırmalıyız. Böylece yeni bir toplum düzeni kurmalıyız. Batı medeniyetine girmemizi zorlaştıran yazıyı kaldırmalıyız. Latin alfabesini kabul etmeliyiz. Kıyafetimize kadar her noktada Batıya yönelmeliyiz. Emin olunuz ki, bir gün, bu hedeflere ulaşacağız." (Atatürk Bir Çağın Açılışı, Prof. Dr. Sadi Irmak, s. 5.)
1951'de Amerika'da yayımlanan Caucasus dergisinde "Hayret verici siyasi kehanetler" başlığı altında bir yazı yayımlanıyor. Bu yazı Atatürk'le General McArthur arasında 1932 yılında yapılmış olan bir konuşmayı naklediyor. Generalin sorusu üzerine Atatürk, yakın gelecekteki savaş ihtimalleri üzerine şu tahlil ve tahminlerde bulunuyor:
"Almanya, kısa sürede büyük bir ordu meydana getirebilecek ve İngiltere ile Rusya hariç, bütün Avrupa'yı işgal edebilecek yetenektedir. Savaşın patlaması 1940-1945'ten daha sonraya kalmayacaktır. Fransa büyük bir askeri güç oluşturma yeteneğini kaybetmiştir. İngiltere artık, adalarının savunması bakımından Fransa'yı hesaba katamaz. İtalya Mussolini'nin yönetiminde şüphesiz önemli ölçüde yükselmiş ve ilerlemiştir. Mussolini, gelecek savaşa katılmaktan kaçınırsa, İtalya'nın dış görünüşündeki büyüklüğün yarattığı tehditten yararlanarak, barış konferansı masasında ana rollerden birini oynayabilir. Ama, korkarım ki, İtalya'nın bugünkü şefi, bir Sezar rolü oynamanın cazibesine dayanamayacak ve İtalya'nın bir askeri güç olma yeteneğinden uzak olduğu gerçeğini hemen ortaya koyacaktır. Amerika, tıpkı geçen savaşta olduğu gibi, tarafsız kalamayacak ve Almanya, Amerika'nın savaşa katılması sonucu yenilecektir. (...) Avrupa'da patlayacak savaşta, zafer kazanacak olan İngiltere, Fransa ve Almanya değil, fakat, Bolşevik Rusya olacaktır." (Cemal Erginsoy, Atatürk'ü Araştırma Merkezi Dergisi, sayı 2, s. 538.)
Amerikan dergisi, bu konuşmayı "hayret verici kehanet" olarak vasıflandırıyor. Sonradan gelişen olayların, bu yorumları 'yüzde yüz' oranında doğrulamış olması karşısında, dergi, daha başka nasıl bir niteleme yapabilirdi?
Arnold Toynnbee diyor ki:
"Bir an için tahayyül ediniz ki: Batı dünyasındaki rönesans, reformasyon, bilim ve düşünce ihtilali, Fransız inkılabı ve sanayi devrimini, Atatürk, bir insan ömrüne sığdırmıştır." (s.559)
Prof.Dr. Herbert Melzig diyor ki:
"Büyük Yunan filozofu Platon'un, 'Krallar filozof olsa ve filozoflar kralların tahtında otursaydı...' şeklindeki dileği, iki bin yıllık tarihte gerçekleşmedi. Halbuki, 20. yüzyılda ilk defa olarak Atatürk'ün şahsında Platon'un istediği gibi kelimenin tam anlamıyla bunu görmekteyiz. O, dâhi bir fikir adamı olarak bir miletin, yani Türk milletinin mukadderatını ele almış ve bu milletiyle atıldığı Kurtuluş Savaşı, bu milletin medeni durumunu değiştirmiş bir inkılap ve diğer milletlerin haklarını da koruyan barış ile insanlığa muhteşem bir örnek vermiştir."
Kaynak : Bilimbilmek
2 notes · View notes
mehmetkali · 2 years ago
Text
SANAYİ VE TEKNOLOJİ BAKANI VARANK: “SENE BİTMEDEN UZAYA GİDECEK İLK VATANDAŞIMIZI KAMUOYU İLE PAYLAŞACAĞIZ” https://ift.tt/2CtL1oB
SANAYİ VE TEKNOLOJİ BAKANI VARANK: “SENE BİTMEDEN UZAYA GİDECEK İLK VATANDAŞIMIZI KAMUOYU İLE PAYLAŞACAĞIZ”
TÜBİTAK’ın her yaştan gökyüzü meraklısını buluşturduğu Gökyüzü Gözlem Etkinlikleri’nin bu yılki son durağı Antalya Saklıkent oldu. Türkiye’nin aktif haldeki en büyük gözlem evi olan ve en donanımlı teleskoplarının bulunduğu TÜBİTAK Ulusal Gözlem Evi’nde (TUG) başlayan etkinliğin açılışını Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank yaptı.
  Seçilecek bir Türk vatandaşının bilimsel faaliyetler gerçekleştirmek üzere Uluslararası Uzay İstasyonu’na gideceğini belirten Bakan Varank, “Bakalım ülkemizi gururla uluslararası uzay istasyonunda kim temsil edecek, bayrağımızı Uluslararası Uzay İstasyonu’na ilk kim taşıyacak? İnşallah bu sene bitmeden uzaya gidecek ilk vatandaşımızı da kamuoyuyla paylaşmış olacağız” dedi.
  Bakan Varank, 29 Ekim’de Togg fabrikasının açılışını yapacaklarını, ilk seri üretim araçları üretim bandından indireceklerini kaydederek “Otomotiv sektöründe Togg’la tarih yazmaya hazırlanıyoruz. Doğuştan elektrikli bu teknolojik aracımızla değişen ve dönüşen otomotiv sektöründe yeni bir merkez olma yolunda kararlılıkla ilerliyoruz.” diye konuştu.
TÜBİTAK KOORDİNASYONUNDA
  Bilim Teknik Dergisi tarafından ilk kez 1998 yılında Antalya Saklıkent’te düzenlenen Gökyüzü Gözlem Etkinliği, bu yıl Sanayi ve Teknoloji, Gençlik ve Spor, Kültür ve Turizm bakanlıkları himayelerinde TÜBİTAK koordinasyonunda gerçekleştiriliyor.
  BU YILKİ 4. DURAK
  9-12 Haziran’da Zerzevan Kalesi / Diyarbakır’da, 3-5 Temmuz da Van’da ve 22-24 Temmuz’da Erzurum’da düzenlenen gökyüzü gözlem etkinliklerinin bu yıl 4.’sü Antalya Saklıkent’te Antalya Valiliği, Kepez Belediyesi, Akdeniz Üniversitesi, Türkiye Turizm Tanıtım ve Geliştirme Ajansı  (TGA), Antalya OSB, Adana Hacı Sabancı OSB, Gaziantep OSB, Mersin Tarsus OSB, PAKOP Plastik İhtisas OSB ile Kapaklı İkitelli 2 OSB Derneği ve ECA – SEREL katkılarıyla hayata geçiyor.
  Etkinliğin açılışına Bakan Varank’ın yanı sıra Antalya Valisi Ersin Yazıcı, AK Parti Antalya milletvekilleri Atay Uslu, Kemal Çelik ve Tuba Vural Çokal, TÜBİTAK Başkanı Prof. Dr. Hasan Mandal, Akdeniz Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Özlenen Özkan, Kepez Belediye Başkanı Hakan Tütüncü ve çok sayıda davetli yer aldı.
SAKLIKENT’İ ÖZLEMİŞİZ
  Açılış töreninde konuşan Bakan Varank, pandemi ve orman yangınları nedeniyle gözlem etkinliğinin 2 yıldır düzenlenemediğini anımsatarak “Gördüğüm coşku ve heyecandan anlıyorum ki, aslında hepimiz Saklıkent’te göğe bakmayı özlemişiz. Burası ülkemizdeki ilk gözlem etkinliğine ev sahipliği yapan çok özel bir yer. Gökyüzü meraklılarıyla burada tutuşturduğunuz bilim ve teknoloji meşalesi şimdi Anadolu’nun birçok şehrine yayıldı” dedi.
    KALAŞNİKOF YERİNE TELESKOP
  Diyarbakır’daki gökyüzü gözlem etkinliğinin ardından Van’da terör örgütünün dağa eleman devşirmek için kullandığı mekanda gökyüzü gözlem etkinliği düzenlediklerini vurgulayan Bakan Varank, “Birileri gençliğin eline kalaşnikoflar verip, onları dağa ölüme gönderirken, biz çocuklarımızın ellerine teleskoplar vererek onları uzaya ve bilime yönlendiriyoruz. Biliyorum ki bu sözlerim birilerini oldukça rahatsız ediyor. Ama ben bu gerçeği her yerde söylemeye, haykırmaya devam edeceğim. Çünkü biz terörün kökünü kazıdığımız gibi, her yerden terörün bütün izlerini de silip atacağız. O bölgeler artık kan ve gözyaşıyla değil, bilim ve teknolojiyle anılacak.” diye konuştu.
  AVRUPA’NIN EN BÜYÜK TELESKOBU
  Bakan Varank, Van’ın ardından gözlem etkinliklerinin üçüncüsünün bu yıl Erzurum’da düzenlendiğini belirterek, “Yakın gelecekte Erzurum’un adı uzay çalışmalarında daha sık duyulacak. Çünkü biz yaptığımız dev bir yatırımla Avrupa’nın alanındaki en büyük teleskobunu Erzurum’da inşa ettiğimiz Doğu Anadolu Gözlemevi’ne kuruyoruz. Yüksek çözünürlüğü ve sahip olduğu teknolojiyle Hubble teleskobuyla yarışabilecek bir teleskop olacak. Böylece dünya çapında ses getirecek işlere inşallah Erzurum’da imza atılacak” dedi.
500’E YAKIN PROJE
  Diyarbakır, Van ve Erzurum’da düzenlenen gökyüzü gözlem etkinliklerine 30 binden fazla kişinin katıldığını vurgulayan Bakan Varank, Antalya’daki etkinlikleri ilgili olarak “Burada ikisi robotik olmak üzere tam otomatik 4 optik teleskobumuz gözlemevinde bulunuyor. 500’e yakın ulusal ve uluslararası gözlem projesiyle çok sayıda keşfe de burada imza atıldı. Bu teleskopları ziyaret edebileceksiniz. Ay, Satürn, Jüpiter, Güneş’i incelediğimiz teleskobu sizler de inceleyebileceksiniz. Sadece gece değil, gün boyunca devam eden etkinliklerimiz var. Uzay ve astronomi dolu 4 gün sizleri bekliyor.” diye konuştu.
  TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE
  Varank, bir ülkenin bağımsızlığının teknolojik ve ekonomik bağımsızlığıyla eş değerde olduğunun altını çizerek “İşte biz de tam bu noktada tam bağımsız Türkiye’yi inşa etmek üzere sayın Cumhurbaşkanımızın liderliğinde milli teknoloji hamlesi vizyonumuzu ortaya koyduk. Bu vizyon Türkiye’yi teknoloji üretiminde global bir üs yapmanın adımıdır. Savunma sanayiinden otomotiv sektörüne, uzay bilimlerinden yazılım teknolojilerine kadar ortaya koyduğumuz politikaların bir bütünüdür” dedi.
  29 EKİM’DE ÜRETİM BANDINDAN İNİYOR
  Savunma sanayinde Türkiye’nin başarılarının bilindiğini belirten Varank, “Bayraktar’dan TCG Anadolu gemisi ve milli muharip uçağa kadar birçok kritik teknolojiyi artık yerli ve milli imkanlarımızla kendimiz geliştirebiliyoruz. Ürettiğimiz İHA’lar şimdiden savaşların kaderini değiştirmeye başladı. Otomotiv sektöründe Togg’la tarih yazmaya hazırlanıyoruz. Doğuştan elektrikli bu teknolojik aracımızla değişen ve dönüşen otomotiv sektöründe yeni bir merkez olma yolunda kararlılıkla ilerliyoruz. 29 Ekim’de Togg fabrikasının açılışını yaparak ilk seri üretim araçları üretim bandından indireceğiz. Cumhuriyetimizin kuruluş yıl dönümünde 100 yıllık bir hayali gerçekleştirerek insanımızın aslında inandığında neleri başarabileceğini bir kez daha tüm dünyaya göstermiş olacağız.” diye konuştu.
  UZAYA KİM GİDECEK?
  Varank, Milli Uzay Programı’nın da hız kesmeden devam ettiğini , milli gözlem uydusu İMECE’nin 2023 yılı başında yörüngesine fırlatılacağını anlatarak “Seçilecek bir Türk vatandaşını bilimsel faaliyetler gerçekleştirmek üzere 10 günlüğüne Uluslararası Uzay İstasyonu’na göndereceğiz. Buradaki seçim süreci büyük titizlikle devam ediyor ve bu topluluk içerisinde oraya canla başla gitmek isteyen gönüllüler var. Bakalım ülkemizi gururla Uluslararası Uzay İstasyonu’nda kim temsil  edecek, bayrağımızı Uluslararası Uzay İstasyonu’na ilk kim taşıyacak? Biz de heyecanla bu süreçleri takip ediyoruz. İnşallah bu süre bitmeden uzaya gidecek ilk vatandaşımızı da kamuoyuyla paylaşmış olacağız” dedi.
2023 UZAY YILI OLACAK
  TÜBİTAK Başkanı Mandal da Cumhuriyetin 100’üncü kuruluş yıl dönümünde TÜBİTAK koordinasyonunda iki uydunun uzaya fırlatılacağını belirterek, “Yerli ve milli olarak koordinasyonumuzda gerçekleşen gözlem uydumuz İMECE ve ve haberleşme uyduuz TÜRKSAT 6A. 2023 yılına çok hazırlıklı bir şekilde giriyoruz, 2023 yılı, Türkiye’nin artık uzayda varım dediği bir yıl olacak” dedi. Açılış töreninde Antalya Valisi Ersin Yazıcı ve Kepez Belediye Başkanı Hakan Tütüncü de birer konuşma yaptı.
  30 TELESKOP VE 5 GÖZLEM İSTASYONU
  Türkiye’nin dört bir yanından astronomi meraklıları, 21 Ağustos’a kadar 2 bin 500 metre yükseklikteki Saklıkent’te kurulan 5 gözlem istasyonunda, 30 teleskop ve 78 astronomun rehberliğinde gökyüzünü izleme fırsatı bulacak.
  ÇADIRINI AL SEN DE GEL
  Kepez Belediyesi, 19 Ağustos’tan itibaren “Çadırını al sen de gel” sloganıyla uzay tutkunlarını programa davet etti. Etkinlik ikinci gününden itibaren halka açık olarak gerçekleştirilecek.
The post SANAYİ VE TEKNOLOJİ BAKANI VARANK: “SENE BİTMEDEN UZAYA GİDECEK İLK VATANDAŞIMIZI KAMUOYU İLE PAYLAŞACAĞIZ” first appeared on 0 554 1730000 I [email protected] / Güncel Havacılık Haberleri.
from 0 554 1730000 I [email protected] / Güncel Havacılık Haberleri https://ift.tt/RxBhNLS via IFTTT
0 notes