#Artık geri ver
Explore tagged Tumblr posts
Text
youtube
Zamanın eli değdi bize, Çoktan değişti her şey
Aynı değiliz ikimiz de
Zaaflarına bir gece, Hatalarına bir nilüfer
Sevgisizliğine bir kalp verdim
Artık geri ver........!!
Geri veremezsin aldıklarını
Artık geri ver.........!!🥀🌹🦋💙
Yeniden yaşanmaz eski günler yıllar bilirsin ama, Yeniden yeni günler yıllar için hazırlarsın kendini, Yorgun savaşçı misali......
Ahraz snr
104 notes
·
View notes
Text
Sevgisizliğine bir kalp verdim'
9 notes
·
View notes
Text
Merhabalar Hasan kardeşim ben Arzu beni tanıyan herkes ismim ile aynı olan Arzu okay a benzediğimi söyler gerçekten Arzu okay ya çok benziyorum ben şuan 39 yaşımdayım size anlatmak istediğim hatıram başımdan geçeli tahmini 17 yıl kadar oldu 22 yada 23 yaşımdaydım 16 yaşımda amca oğlum ile nikahsız olarak zorla evlendirildim. Ne o beni ne ben onu istiyorduk amca oğlum ile bir anlaşma yaptık aynı odayı paylaşacak fakat cinsel ilişkiye asla girmek dahi istemeyecektik ilk amcam vefat etti ardından annem kocam olacak amcaoğlu askere gidene kadar annem ve amcam vefat etmişti Vahit diye bir amcamız daha var o da kocam askerdeyken öldü diyeceksiniz ki neden nasıl bu kadar ölüm birden oldu Rusya ya çok yakın bir yerde oturuyorduk Çernobil nükleer santrali patladığında etkilenmişler ben dahil bütün köy halkı kanser kocam askerlik görevini tamamlamış eve geri dönmemişti bana artık başının çaresine bak ben İstanbul a gidiyorum diye mesaj attı babama mesajı gösterdim babam çok kızdı benim bakire olduğumu bilmiyordu belliydi bu şerefsizin seni yarı yolda bırakacağı keşke evlendirmeseydim seni bu şerfsizle dedi İstanbul da bulunan bütün akrabaları aradı gelirse vurun şerefsizi dedi o sırada yaşım 21 felandı babam iş kurmak için şehre gitti o zamana kadar pek evden çıkmayan ben köyde dolaşmak için dışarı çıktım gezerken çok yakışıklı uzun boylu esmer bir adam bana burası neresi diye sordu bende Artvin Hopa bilmem ne köyü dedim adam Gürcistan da yaşayan bir Türkmüş ismi Hasan Hüseyin miş adam nasıl buraya geldiğini hatırlamıyordu koluma girdi biraz aksıyordu demek ki ya dövmüşler yada düşmüştü evimize götürdüm adamın bütün cepleri parayla doluydu balya balya paralar çıkıyordu akşam üzeri babam geldi Hasan Hüseyin ile tanıştılar o gece sabaha kadar sohbet ettik babam başımıza gelenleri tek tek anlattı ertesi gün uyandığımda babam yoktu kahvaltı hazırladım Hasan Hüseyin i kaldırmak için odasına gittim aman Allahım adam 31 çekiyordu çok uzun ve çok kalın bir siki vardı beni görünce saklamaya çalışıyordu kahvaltı hazır banyo yapıp gel dedim aklımdan siki çıkmıyordu utanmıştı ama benim aklım oradaydı babam evde yoktu ama heran gelebilirdi hayvanları otlatmam lazımdı ve geç bile kalmıştım kahvaltı yapıp çıktım Hasan Hüseyin de peşimden geldi 2 inek 1 dana 4 te keçimiz vardı suyun kenarında yeşilliği uzandım o sabah gördüğüm siki düşünerek hayellere dalmıştım ki Hasan Hüseyin yanıma geldi öpmeye başladı karşılık veriyordum bir çırpıda soyunduk sevişmeye başladık o kadar güzel yalıyordu ki kendimi ona bıraktım altında kollarımı yana açıp onun yapacaklarını bekliyordum bacak arama başını soktu yok böyle bir zevk resmen zevkten dört köşe olmuştum doğruldu sikini amıma sürtüp birden yüklendi ahhhh diye bir ses çıkarttım hızlı girip çıkıyordu ben zevkin en üst noktasındaydım bir ara sikini çıkardı önüne baktı sen bakiremiydin dedi evet dedim devam etti girmeye o girdikçe zevkin ne olduğunu anlamaya başladım artık kadındım hava kararana kadar seviştik hayvanları ahıra koyduk eve girdik babam gelmişti TV izliyordu Hasan Hüseyin babama 300 milyon para vereyim bu kızı bana ver nikahlı karım yapayım dedi babam bana hiç sormadan kabul etti o gece sabaha kadar yine seks yaptık 6 gün daha köyde kaldık sonra önce Gürcistan Batum a gittik oradan İstanbul a gittik nikah kıydı babam göremedi nikahımı ama . Şunuda belirteyim o ilk kocam salak amcaoğlu şimdi kocamın şoförü şimdilerde çok lüks bir hayat sürüyorum iyi ki adamla karsılaşmışım.
30 notes
·
View notes
Text
Heaven Official's Blessing ▪︎
249. BÖLÜM - Ekselanslarının Merak Uyandıran Olayı - Veliaht Prensin Hatırası Kaybolup Gidiyor 4- Seninle Yeniden Karşılaşacağız -
Hayalet maskeli kişinin verdiği talimatlar karmaşık değildi: sadece birkaç li güneye, belirli bir dağdaki belirli bir ine doğru ilerleyin. Xie Lian, normal bir insanın şu anda olduğu gibi hız konusunda kendisiyle boy ölçüşemeyeceğinden ve San Lang'ın yardımcısından daha hızlı bir şekilde o yere varacağından da emindi.
Gerçekten de bir saat sonra, dağdaki ruhların ve canavarların çığlıkları ve ulumaları eşliğinde, dağa girdiği andan itibaren çılgınca bir savaşa tutuşmuş ve birkaç canavarı öldürmüştü. Sonunda, o malum dağ ile o malum ini buldu.
Her ne kadar canavarın bir etkisi varmış gibi görünse de, üç yüz ila dört yüz güçlü uşak onun için girişi koruyor olsa da, Xie Lian’a göre bunun girişi koruyan üç veya dört güçlü uşaktan hiçbir farkı yoktu. İlk başta düşmanın son derece güçlü olacağından endişe etmiş ve aceleci davranmamıştı, ancak bir süre sabırla inin çevresini gözetledikten ve uşakların boş gevezeliklerini dinledikten sonra, canavarın son birkaç gündür gereğinden fazla şey yaşadığını keşfetti.
"... bu doğru, bu doğru, shanzhu sadece kokuşmuş bir xiulian uygulayıcıdan zorlukla kaçmayı başardı. Ölümüne korkmuşlardı ve yaralı olarak geri döndüler. Geri döndükleri anda, büyük bir panik içinde orijinal inlerini terk ettiler ve buraya kaçtılar."
"Anlıyorum! Neden aniden hepimizi çağırdıklarını merak ediyordum - demek ki uygulayıcının intikam almak için geri dönmesinden korkuyorlar!"
"Korkmaları için bir sebep yok. O uygulayıcı shanzhu tarafından birkaç kez ısırıldı. Şimdi uyansa bile, kuzey yönünün nerede olduğunu bile bulamayacak kadar kafası karmakarışık olacaktır."
"Nasıl korkmazlar? Shanzhu birkaç yüzyıl önce yaşamış ve ünlü bir canavar olmasına rağmen, bu uygulayıcının aniden ortaya çıktığını ve iki vuruşla onları burnu yamulana ve gözleri şaşı olana kadar dövdüğünü duydum. Eğer uygulayıcının vücudunda bazı yaralar varmış gibi görünmeseydi ve Shanzhu'na birkaç ısırık atma fırsatı vermeseydi, korkarım Shanzhu geri dönemezdi."
"Lanet olsun, vahşi bir uygulayıcı nasıl bu kadar güçlü olabilir!"
Buraya kadar dinledikten sonra, Xie Lian az çok yeterli olduğunu hissetti.
Rahatça dışarı çıktı ve onları sıcak bir şekilde selamladı, "Merhaba."
Küçük canavar uşaklarından oluşan kalabalık büyük bir şaşkınlık yaşadı ve "kim var orada!" diye bağırarak ayağa fırladı.
"Bu güzel çocuk nereden geldi?"
Xie Lian küçük bir gülümseme takındı ve açıklama yapmak için hiç vakit kaybetmeden doğrudan ine doğru yol aldı. Yakalamak için gelişigüzel uzandığında birkaç on tanesini yakaladı; ve gelişigüzel kenara fırlattığında birkaç on Zhang fırlattı.
Büyü olmadan bile, uşak kalabalığına öyle bir korku vermeyi başardı ki, tiz çığlıkları havayı durmaksızın doldurdu; “Bu tatlı oğlanın sorunu ne!!! Çok kibar gibi görünüyor!!! Neden bu kadar kaba ve vahşi!!!”
Ve böylece, yabani otları koparmaya benzer bu şekilde, Xie Lian ine engelsiz bir şekilde adım attı. Büyük bir canavarla büyük bir savaşa girmeye hazırlanıyordu ama ine girdiğinde gördüğü şeyin insan formuna bürünmüş, yerde yuvarlanan, karnına sarılıp inleyen ve feryat eden bir yaratık olduğunu kim bilebilirdi?
İlk başta Xie Lian bunun sadece bir numara olduğunu düşündü ama bir kez daha baktığında durumun hiç de öyle olmadığını gördü. Karnı inanılmaz derecede şişmişti, sanki inanılmaz derecede korkunç bir şey yutmuş gibiydi ve bu yüzden Xie Lian çömelip, "Neyin var?" diye sordu.
Belki de canavar o kadar acı çekiyordu ki sayıklıyordu, çünkü Xie lian'ı görünce büyük bir çığlık attı, "Doğru zamanda geldin! Sen! Artık yemeyeceğim! Artık yemeye cesaret edemiyorum! Bir daha asla cesaret edemeyeceğim! Yuttuğum şeyi sana geri vermeme izin ver! Hazmedemiyorum, hazmedemiyorum!"
Xie Lian dedi ki, "Beni başkasıyla mı karıştırıyorsun? Bana ait hiçbir şey yutmadın, öyleyse bana ne geri veriyorsun?"
Ancak canavar büyük bir acı içinde yerde yuvarlanmaya devam etti ve cevap verme zahmetine bile katlanamadı. Ne yapacağını şaşıran Xie Lian, önce bir tılsım çizerek ilerledi ve onunla bir şeyleri açıklığa kavuşturmadan önce onu yakalamaya karar verdi. Ancak ilginç bir şekilde, tılsımı taktığı anda canavar beklenmedik bir şekilde diğer budaowenglerden çok daha büyük ve yuvarlak bir mideye sahip, inanılmaz derecede komik, büyük ve tombul bir budaoweng'e dönüştü. Xie Lian bunu hem komik hem de başlangıç olarak gördü. Çizdiği tılsımı inceledi, acaba HATA İLE bu hale gelmiş olabilir miydi, birkaç vuruşu yanlış mı çizmişti?
Ancak bu da çok büyük bir sorun değildi. Bu savaş aşırı derecede kolaydı ve Xie Lian dağın derinliklerinden çıktığında gün aydınlanmıştı. Budaoweng'i kolunda tuttu ve aceleyle şehre doğru geri döndü.
Artık San Lang için bir şeyler yapmış olan Xie Lian kendini mutlu hissediyor ve yakaladığı canavarı San Lang'a nasıl sunacağını düşünmeye başlamıştı bile. San Lang'ın şaşkın bir ifade takınması durumunda, yine de çekingen bir tavır takınması ve sevincini belli etmemesi gerektiği konusunda kendini gizlice uyarmıştı. Bütün gece dışarıda dolaşıp koşturduğu için Xie Lian’ın bacakları ağrıyordu ve bu yüzden yol üzerindeki bir tezgâha oturup bedava bir kâse içki aldı.
İçerken birden arkasından birinin ona doğru koştuğunu ve "Xie Lian!" diye bağırdığını duymuş.
Ana caddenin ortasında doğrudan adını haykıracak kadar cüretkâr olan bu kişi kimdi? Kraliyet hanesi içinde bile çok az kişi bu kadar saygısız olabilirdi; herkes ona büyük bir hürmet ve saygıyla "veliaht prens hazretleri" diye hitap etmiyor muydu?
Xie Lian derhal çay kasesini indirdi.
Başını çevirip baktığında, bu kişinin beklenmedik bir şekilde halktan biri olduğunu gördü. Büyük bir tahta kutu taşıyordu ve büyük adımlarla ilerleyerek "Bekle! Bekle! Xie Lian'ı unuttun! Onu da getirin!"
Yani ona değil, onunla aynı adı taşıyan birine sesleniyordu! Ancak Xie Lian bu durumu daha da ilginç bulmuştu, her ne kadar isimlerden kaçınmak gibi tabuları pek umursamasa da, birinin kendisiyle aynı isme sahip olmaya cesaret edebileceğini düşünmek şaşırtıcıydı!
Ama hemen fark etti ki, o kişinin bahsettiği "Xie Lian" bir insan değildi.
Xie Lian'ın yanında bir adam oturuyordu. Kutuyu taşıyan kişi yürüdü ve bu adamın yanına oturdu. Tahta kutuyu okşadı ve "Xie lian'ı yanımda getirdim. Bugün ailenizin hizmet ettiği o kişiye onu götürmeyi unutmayın! Batıl inançları göz ardı etmeyin. Eğer ikisini birlikte göstermezseniz, çok fazla kötü şans olacaktır!"
"Evet, evet. Doğal olarak biliyorum..."
Xie Lian daha fazla dayanamadı ve ağzını açarak, "Affedersiniz..." dedi.
İki kişi birden başlarını çevirip ona baktılar. Xie Lian, "Lütfen küstahlığım için beni affedin. Affedersiniz, bu kutuda ne var?"
O kişi, "Ben zaten söylemedim mi?" dedi. İçinde Xie Lian var."
Xie Lian anlamadı: "Ama... Xie Lian veliaht prens değil mi, ekselansları?"
İki kişi bunu çok komik bulmuşa benziyordu: "Kimse onun veliaht prens olmadığını söylemedi. Başından beri hep öyleydi. Bakın!" Bunu söyleyerek kutuyu açtılar.
Xie Lian’ın gözleri büyüdü. Beklenmedik bir şekilde, ahşap kutunun içinde küçük bir tapınma sunağı vardı ve bu sunağın içinde sade ve rustik görünümlü bir tanrı heykelciği, beyaz giyimli ve sırtında hasır şapka olan bir uygulayıcı vardı. Onu tanıyamadı.
"..." Xie Lian bunu tamamen anlayamadı ve "heykelciğin XianLe veliaht prensi Xie Lian’a ait olduğunu mu söylüyorsun?" dedi.
"Başka kim olabilir?"
Diğer insanlar birbiri ardına etrafta toplanmaya başlamıştı ve yarısı ona sanki nadir bulunan biriymiş gibi bakıyordu: "Siz gençler gerçekten çok tuhafsınız ve siz de bir uygulayıcı gibi görünüyorsunuz, nasıl oluyor da bu kadar basit bir şeyi bile bilmiyorsunuz?"
Diğer yarısı bu "tanrı heykelciğine" bakıyordu: "Vay canına! Bu hurda toplayan ölümsüzün oyması fena değil! Yeterince acıklı görünüyor."
"Evet, trajedi ve keder dolu. Bir kez baktığınızda bunun bir talihsizlik tasviri olduğunu hemen hissediyorsunuz!"
"Harika, harika! Şimdi ne kadar çirkin görünürse, diğeri onun kaçmasına yardım ettiğinde daha da iyi görünecektir. Onları en fazla sekiz gün birlikte sergileyin ve sonuçlar ortaya çıksın."
"..."
Xie Lian cehaletle şöyle dedi: "Hurda toplayan ölümsüz mü? Nasıl hurda toplayan bir ölümsüz oldu?"
Çevredeki taç dedi ki, "Uygulayıcı, gerçekten çok tuhafsın ah! Xie Lian en başından beri hurda toplayan bir ölümsüzdü!"
"..."
Xie Lian genellikle kolay sinirlenen biri değildi ama o anda biraz sinirlendiğini hissetti.
Hurda topladığı için diğer insanların gülüp kendisiyle alay etmesini dinleyen biri bundan pek de mutlu olmazdı. Bir anda ayağa kalktı ve derin bir sesle şöyle dedi: "Herkesin Xianle kraliyet ailesine karşı bir memnuniyetsizliği mi var? Olsa bile, veliaht prense bu şekilde hakaret etmeniz görgü kurallarına uygun değil."
Kalabalık birbirine baktı ve ona gülerek, "Ne diyorsun sen? Hangi ülkenin görgü kurallarına uygun? Xianle ülkesi sekiz yüz yıldan fazla bir süre önce yok edildi!"
....
Bir saat sonra, Xie Lian ana caddede yürürken hâlâ biraz şaşkındı.
Çok korkutucuydu. Az önce aldığı her şey, ona göre çok korkutucuydu.
"XianLe ülkesi nasıl yok edildi? Kraliyet babam ve annem hâlâ hayatta ve iyi durumda değil mi? Ve benim tarafımdan nasıl yok edilmiş olabilir? Bir savaşı mı kaybettim? Ülkemi ben mi yok ettim? Ve iki kez yere mi serildim? Bir hurdacı mı oldum?"
Kendini tekrar tekrar sorguladı ve kendine tekrar tekrar söyledi: imkansız. İmkânsız!
Kendini ikna etmeye çalıştı: “tüm bunlar gerçek değil, perde arkasında sorun çıkaran bir kötü adam olmalı."
Ancak, her şey tuhaf geliyordu: tuhaf aksanlar, tuhaf kıyafetler ve tuhaf binalar ve hatta tuhaf Feng Xin ve Mu Qing, hepsi ona bunun bir kâbus olmadığını söylüyordu ve bu olanlar da bir illüzyon değildi. Hiçbir iblis ya da canavar böylesine geniş ve gerçekçi bir illüzyon yaratamazdı.
Sekiz yüz yıl gerçekten de geçmişti.
Sekiz yüz yıl gerçekten nasıl geçmiş olabilirdi? Sekiz yüz yıl sonra nasıl bu hale gelmişti?
XianLe Ülkesi yok edilmişti; kraliyet babası ve annesi ölmüştü; Feng Xin ve mu Qing yükselmişti. Ve o bir hurdacı olmuştu.
Nasıl bu hale geldi?
Böyle olamazdı. Böyle olmamalıydı!
Xie Lian daha hızlı ve daha hızlı yürüdü, sonunda koşmaya başlamıştı, sanki uçsuz bucaksız ve sınırsız bir karanlık onu yutmak üzereymiş gibi arkasından sertçe bastırıyordu. Aniden kırmızı bir siluet parladı ve gözlerinin önünde sırık gibi bir figür belirdi: "Daozhang, nereye gittin? Seni uzun süre her yerde aradım."
Bu San Lang'dı. Hâlâ gülümsüyordu ve bunu söylerken yanına gelip Xie Lian’ın elini tutmaya çalıştı, ama onu görünce Xie Lian vücudunun her yerinde tüylerinin diken diken olduğunu hissetti ve yüksek sesle bağırdı, "bana yaklaşma!!!"
Çığlığı anında etkisini gösterdi. San Lang durakladı ama yüz ifadesi değişmedi. "Sorun ne?" diye sordu.
Xie Lian yumruklarını sıktı ve so��uk bir şekilde, "Sen de kimsin? Ne yapmayı planlıyorsun?"
San Lang, "Dün oldukça iyi anlaştığımızı ve artık bu küçük rahatsızlıkları umursamadığımızı düşünmüştüm," dedi.
Xie Lian, "Bana yalan söyledin." dedi.
Bir anlık sessizliğin ardından San Lang, "Demek zaten biliyorsun," dedi.
Xie Lian, "Artık biliyorum..." dedi, "sekiz yüz yıl sonra.”
Normalde, bazı şeylerin doğru olmadığını anlaması bu kadar uzun sürmezdi ama bu kişi bazı şeyleri kasıtlı olarak ondan saklamış, hangi yönün kuzey olduğunu bile anlayamayacak hale gelene kadar onu büyülemiş, kandırmış ve kafasını karıştırmıştı: yoksa gerçeği ancak bir gün sonra nasıl keşfedebilirdi?
San Lang ona doğru bir adım attı ve "Ekselansları" dedi.
Xie Lian birkaç adım daha geri çekilerek bağırdı, "Yaklaşma!!! Biraz daha yaklaşırsan, sana vururum!" Ancak vücudu titriyordu. Xie Lian son derece korkmuştu.
Korktuğu şey bir iblis ya da canavar değildi, karşısındaki iyi ya da kötü niyetli adam da değildi. Tüm bu garip dünyadan dehşete düşmüştü. Bu dünyada gurur duyabileceği bir şanı yoktu, sadık tebaası yoktu, onu çok seven anne babası yoktu, kendi ülkesi yoktu, onu seven ve saygı duyan inananları yoktu. Hiçbir şey, hiçbir şey, kesinlikle hiçbir şeyi yoktu!
Ama San Lang ona doğru bir adım daha atarak, "Korkmayın Ekselansları," dedi.
"..."
Bu cümleyi duyan Xie Lian’ın ifadesi değişti
Birden o bölük pörçük anıların içinde, kulağının dibinde derinden gelen bir sesle " Korkmayın Ekselansları " diyen adamı hatırladı.
Bunu nasıl fark edememişti?
Her iki adamın da konuşma tarzı ve sesi aynıydı!
Xie Lian o kadar öfkeliydi ki titreyerek, "Sensin... gerçekten sensin..." dedi.
Bu kişinin onu nasıl kandırdığını ve nasıl etrafımda dolaştırdığını düşündükçe, minnettarlıktan başka bir şey hissetmediği ve iyi duygularla dolu olduğu halde, hatta ona "Gege" dediği halde -Xie Lian buna dayanamadı ve öfkesi tavan yaptı. "Seni yalancı!" diye bağırarak saldırdı.
Saldırı San Lang'ın göğsüne tam isabet etti. Xie Lian ikinci kez vurmak için kendini hazırladı ama bir şekilde hareket edemediğini fark etti.
Onu durduran kendi bedeniydi!
Xie Lian neler olduğunu anlayamıyordu ama San Lang onun elini tuttu. Xie Lian irkildi ve hemen anlamsızca bağırdı, "Bana dokunma! Sen, seni yalancı, bana yalan söyledin. Sana bir daha asla inanmayacağım. Sen..."
Ama San Lang sessizce, "Ekselansları, bana inanın." dedi.
Xie Lian öfkeyle bağırdı, "Sana asla inanmayacağım!!! İnanacağım!..."
Ancak, tıpkı saldırısının durdurulması gibi, ardından gelmesi gereken "sana asla inanmayacağım" da bir türlü dudaklarından dökülemedi.
Bu adamın gözlerindeki endişe ve acı tamamen ve bütünüyle gerçekti. Bir insanın başka bir insana böyle bir ifade sergilediğini gören hiç kimse onun samimiyetinden şüphe duymazdı.
San Lang, Xie Lian’ı kendisini dehşete düşüren bu garip dünyadan uzaklaştırmak istercesine, sonunda onu kucakladı, dudakları saçlarını hafifçe öptü ve sıcak ve nazik bir sesle, " Korkmayın Ekselansları. Hepsi geçmişte kaldı. Ekselansları. Bunu artık atlattınız."
"..."
Uzun bir süre sonra, Xie Lian’ın vücudu nihayet yumuşadı.
Şimdi, tüm aynı ve hayal kırıklığını bir kenara bırakıp dikkatlice düşündü: rüyasındaki parçalanmış sahnelerde, ona seslenen adamın sakin sesi her zaman sıcak ve son derece nazikti, en ufak bir zorlama belirtisi bile yoktu.
Kendisine gelince... her ne kadar merhamet dilemiş ve ağlamış olsa da dinlediğinde en ufak bir isteksizlik belirtisi bile olmadığını anlayabiliyordu. Sadece, şimdiye kadar bununla doğrudan yüzleşmek istemediği için bunu keşfedememişti.
En azından Xie Lian sonunda bu adamı gördüğü anda ona güvenmek istemesinin nedenini biliyordu. Ne yazık ki, sekiz yüz yıl sonraki "o", San Lang ile pek de basit olmayan bir ilişkiye sahipti.
Vücuduna karşı savaşmaktan tamamen vazgeçti ve kalbinin arzusuna uyarak yüzünü San Lang'ın göğsüne gömdü. Sesi boğuklaşarak, "Biz..." dedi.
San Lang, "hm." dedi.
Uzun bir sessizlikten sonra Xie Lian mırıldandı, "neden... bu sekiz yüz yıl içinde olan her şeyi aniden unuttum?"
San Lang, "Bu benim hatam. Önceki gün gece yarısı aniden bir dua alıp çok aceleyle evden ayrıldın. Büyünü geri kazanmana yardım edememiştim ve canavar seni ısırdığında anılarını da yutacağını zamanında söyleme fırsatım olmadı. Yani tamamen benim hatam."
Xie Lian şöyle dedi: "O zaman bu senin hatan değildi. Dikkatsiz olan bendim."
San Lang, "Ekselansları asla hatalı olmaz." dedi.
Xie Lian zoraki bir gülümsemenin ardından yine umutsuzca, "O zaman San Lang, XianLe ülkesinin yok olmasına nasıl sebep oldum?" dedi.
Ne de olsa halkına çok değer veriyordu ve XianLe'nin bin yıl daha gelişmeye devam etmesi onun en büyük arzusuydu.
San Lang ona çok daha sıkıca sarıldı ve inançla "senin hatan değildi." Dedi.
Xie Lian mırıldandı, "Nasıl bu kadar berbat bir şekilde başarısız oldum? Nasıl bu hale geldim?"
Kim gökleri ve yeri yerinden oynatacak ve çağlar boyunca yaşayacak büyük başarılara imza atmak isteyerek başlamaz ki? Belki de sadece milyonda bir kişi bu hayali gerçeğe dönüştürebilirdi ama Xie Lian kendisinin o milyonda bir kişi olacağından bir kez bile şüphe duymamıştı.
Belki de San Lang'ın sekiz yüz yılın geçtiğini fark etmesine izin vermemesinin nedeni buydu.
San Lang "Başarısız olmadın" dedi.
Xie Lian başını sallayarak, "ama artık hiç inananım yok," dedi.
"Var."
Bunu düşünmek bile Xie Lian'ı kederlendirdi. Dedi ki, "Ben hurda toplayan bir ölümsüzüm. Hurda toplarım. Elbette kimse bana inanmaz ve kimse beni tanrı olarak kabul etmez. Hurda toplayan bir ölümsüze kim saygı duyar ki?"
Bu onun hayalindekinden tamamen farklıydı.
Ama San Lang, "Sana daha önce söylemedim mi? Bir inananın var."
Xie Lian yüzünü kaldırdı. San Lang ona küçük bir gülümseme vererek, "Ekselansları, Hua Cheng ile çok yakında tanışabileceğinizi söylemiştim. Şu anda onunla tanıştınız.""..."
Xie Lian başını kaldırdı ve yüzüne bakarak biraz şaşkın bir ifadeyle, "San Lang, sen... beni ne zaman tanıdın?" dedi.
Hua Cheng, "Çok çok uzun zaman önce, hatta sen yükselmeden önce," dedi.
Xie Lian yavaşça gözlerini kırpıştırdı.
Hua Cheng tekrar, "Majesteleri, belki de şimdiki "siz", sekiz yüz yıl sonraki "siz "in büyük bir başarısızlık olduğunu hissediyor olabilirsiniz. Belki hayal kırıklığına uğramış hissediyor ve bunu kabullenemiyor olabilirsiniz. Ama lütfen bana inanın, öyle değil."
Parlak sol gözü Xie Lian’a baktı ve bu gözdeki bakış sesi kadar yumuşak ve nazikti.
"Sen beni kurtardın. Ben her zaman seni izledim."
"Bu dünyada senden daha 'başarılı' sayısız insan var, ama hiçbiri beni senin kurtardığın gibi kurtaramazdı ve hiçbiri senin yaptıklarını yapamazdı--"
"Bugünkü ben olabilmem için bana ne kadar cesaret verdiğini bilemezsin."
"Kalbimde, sen sonsuza dek benim tek tanrım olacaksın."
Xie Lian, "Ve sen de sonsuza dek benim en sadık inananımsın," dedi.
Daha konuşmasını bitirmemişti ki kendine geldi. Az önce söylediği bu cümle, sanki böyle değerli bir sözü daha önce duymuş gibi, içgüdüsel olarak o anda yanıt olarak söylediği bir şeydi. Ama San Lang gülümsemeye başladı ve Xie Lian’ın elini kaldırıp elinin arkasını öptü,"evet" dedi.
"..."
Uzun bir süre sonra, Xie Lian bir karara varmış gibi görünüyordu ve "Anılarımı yutan bu canavar da ne?" diyerek kolundan canavarın budaoweng'ini çıkardı.
Hua Cheng canavarı aldı ve "Demek ki yeni inini yok eden gerçekten de senmişşin Ekselansları" dedi.
Xie Lian başını sallayarak, "Anılarımı geri kazanmak için burada ona karşı harekete geçmeliyim, değil mi?" dedi.
Hua Cheng'in avucunun içindeki budaoweng büyük ağzını açtı.
Ağzından ateşböceklerine benzeyen birkaç ışık zerresi uçarak Xie Lian’ın etrafını sardı. Hua Cheng, "Onları yakalarsan sekiz yüz yıllık anılarını geri getirebilirsin" dedi.
Bunu duyan Xie Lian elini onlara doğru uzattı. Ancak, onlara dokunmadan hemen önce durdu.
Bu sekiz yüz yıllık anıları kurtarmak, sanki o sekiz yüz yılı yeniden yaşamak, olan her şeyi bir kez daha deneyimlemek demekti: kalbine saplanan yüz kılıcın acısı, tamamen yenilmiş olmanın utancı, güçsüz ve hiçbir şey yapamıyor olmanın öfkesi.
Tüm bunların aslında bir an içinde sona ereceğini bilse de, parmak uçları hafifçe titremeye devam ediyordu.
Hua Cheng arkasında durmuş, ona sırtını sağlam bir duvara dayamış gibi hissettiriyordu. Arkasından Hua Cheng'in sesini duydu, "Korkmayın, Ekselansları."
Xie Lian başını hafifçe arkaya eğdi, Hua Cheng kollarını onun beline doladı ve "İnan bana, ne kadar uzun sürerse sürsün, her zaman seni bekleyeceğim. Sen ise her seferinde beni bulacaksın.”
Doğru. Her seferinde birbirlerini bulacaklardı.
Ve böylece, Xie Lian elini ışıklara doğru uzattı.
Yıldızlar gibi, ışığın zerreleri parmak uçlarında eridi. Gözlerinin önünde büyük bir parlaklık vardı, sanki sıcak bir şey yaklaşıyormuş gibi. Bu parlak ışık ona ulaşmadan önce, Xie Lian "Seninle tanıştığıma çok memnun oldum" dedi.
Bu cümleyi söyledikten sonra, ışık zerrecikleri vücudunda eriyip kayboldu. Xie Lian yavaşça öne doğru devrildi ve Hua Cheng tarafından yakalandı.
Uzun bir süre sonra, Xie Lian nihayet kıpırdanmaya başladı. Gözlerini açar açmaz Hua Cheng alçak bir sesle "Gege?" dedi.
Xie Lian yavaşça hafifçe gülümsedi ve bir elini uzatarak Hua Cheng'in yüzünü okşadı ve "... Seninle tekrar karşılaştım" dedi.
Hua Cheng de gülümsemeye başladı ve "Ben söylemedim mi? İnan bana."
Xie Lian iç çekti ve "Bu birbirimizi sekiz yüz yıl daha beklediğimiz anlamına mı geliyor?" dedi.
Hua Cheng, "Ben demedim mi, ne kadar uzun sürerse sürsün, seni her zaman bekleyeceğim. Ancak..."
Xie Lian'ı yukarı çekti. İkisi yüz yüze durdular ve Hua Cheng onun elini sıkıca tuttu ve gülümseyerek, "Şu anda, bir an bile ayrı kalmamızı istemiyorum" dedi.
Geçmişi değiştirmenin hiçbir yolu yoktu.
Sekiz yüz yıl önce, herkesin gururu olan on yedi yaşındaki Xie Lian’ın geleceğin ona neler hazırladığını bilmesine imkân yoktu. Kader ona iki kapı açmıştı. Bir savaş tanrısının yolu kısa ama silinmez bir etki bırakmıştı; kısa bir an içinde bir iblis bir köprüde bir ölümsüzle karşılaşmıştı. Ve o iki kapıyı da açmıştı.
Bundan sonra, güçsüz olmanın ve göklere dönememenin çalkantılı dalgalarında yalnızdı ve o uzun ve çileli yıllar boyunca geçimini sağlamak için mücadele etti. Acı, öfke, hayal kırıklığı, nefret, umutsuzluk, delilik. Ölü küller kadar kayıtsız bir kalp.
Ve ondan sonra, ölü küller yeniden hayata döndü.
Ancak bunların hepsi çoktan geçmişte kalmıştı.
"Gege, hoş geldin."
"Hm..."
"Bak, benimle tekrar buluşacağını söyledim. Sana yalan söylemedim.
Xie Lian Hua Cheng'e bir bakış attı ve "gerçekten mi?" dedi.
Hua Cheng hafifçe gülümsedi ve "Elbette. Ekselanslarına ne zaman yalan söyledim ki? Gege, ben..."
"..."
"..."
Xie Lian elini Hua Cheng'in cübbesinin içine soktu ve bir kağıt parçası çıkarıp yüksek sesle okudu, " 'San Lang Gege'nin ilgisine mazhar olan Xie Lian’ın bunu geri ödemesi mümkün değildir ve Gege’nin sorunlarını çözmesine yardımcı olmak için sahip olduğum azıcık gücü de tüketmeye hazırım, bu yüzden bir süreliğine buradan ayrılacağım. San Lang Gege endişelenmesin, çünkü Xie Lian ayrıldıktan kısa bir süre sonra geri dönecektir."
San Lang kaşlarını kaldırdı ve ellerini arkasına götürerek konuşmadı. Xie Lian yüksek sesle okumayı bitirdikten sonra Hua Cheng'in tavrını taklit ederek kaşlarını kaldırdı ve "San Lang Gege, San Lang Gege, gerçekten iyisin ha" dedi.
Hua Cheng gülerek, "iyi olsam da olmasam da, Gege en başından beri bu konuda net değil miydi?" dedi.
Xie Lian’ın yüzü hafifçe kızardı ve belli belirsiz, "... Neden bahsettiğinden emin değilim. Her halükarda, bu birkaç gün içinde çok ileri gittin ve bunu düşünmelisin."
Hua Cheng ciddiyetle, "Gege, böyle yapma. Bu iki gün boyunca size sürekli olarak nezaket ve edep çerçevesinde davrandım ve direnmek benim için çok zor oldu."
Xie Lian, "Ne zamandan beri bana nezaket ve edeple davranıyorsun. Sen açıkça... açıkça..." diyerek açıkça onunla dalga geçti ve büyük bir zevkle alay etti. O iki gün içinde, Hua Cheng onunla oynarken bir o yana bir bu yana savrulan, saf, aptal ve şımartılmış on yedi yaşındaki küçük kuklaya nasıl dönüştüğünü düşününce... Xie Lian olanları bir kez daha tüm açıklığıyla hatırlayınca, doğrudan kendisine bakamadı ve inlemekten ve şakaklarına masaj yapmaktan kendini alamadı. İfadesi tamamen ciddi olan Hua Cheng, "gerçekten, aşağılık, utanmaz, ahlaksız bir pislik olarak azarlansam bile, San lang'ın hiçbir şikayeti veya pişmanlığı yok" dedi.
"..."
"Eğer Gege mutsuzsa, beni azarlamaya devam edebilir. San Lang için fark etmez." Xie Lian daha fazla dinleyemedi.
Şakaklarına masaj yaparak uzaklaştı. Hua Cheng başını çevirdiğinde, diğer kişi ortadan kaybolmuştu. "Gege?" dedi. Kaçma, tamam mı, benim hatam, Gegeee!!!"
Artık Gege deme!
---
san lang neden bu kadar kawaii
#tian guan ci fu#hualian#xie lian#hua cheng#feng xin#ling wen#jun wu#heavenlyblessing#jian lan#heaven official's blessing#shi wudu#shi qingxuan#hexuan#pei su#pei ming#yushi huang#ban yue#yin yu#quan yizhen#lang qianqiu#mu qing#nan yang#xuan zhen#xianle#xianle trio#crown prince of xianle#xianle era
24 notes
·
View notes
Text
Sevgili 18 yaşım;
Sana 165 gün evvelinden yazıyorum. Tarihler 13 Mart 2024'ü gösteriyor. Ne söylemem gerektiğini ya da nasıl devam etmem gerektiğini bilmiyorum. 17. yaşımın en dibinden yazıyorum. Boğulduğum derin okyanusun dibinden. Yaşadığın kırgınlık muhtemelen şuan olandan çok daha fazla olacak, belki de ölüme bir adım kalacak kadar fazla. Belki bana hiç gelemeyeceksin, inan ki o kadar çok isterdim ki bana gelememeni, benden git gide uzaklaşmanı... Bu okyanus çok derin, benim kendimi kurtaramayacağım kadar derin hemde. 7. yaşım ya da diğer yaşlarım bana gelmeni o kadar çok istiyor ki, hâlâ umutları var, çocuklar çünkü. Bunları sana gözümde tek damla yaş ile yazıyorum, neden bilmiyorum belki de hiç bilemeyeceğim, sadece yazmak istedim o kadar. Senin bana gelişinden tek dileğim istediklerini yapabilecek kadar özgürlüğe erişmendir. Arkana sakın bakma, baktıkça yıkılacaksın. O yollar hiç bitmeyecekmiş gibi gelecek, çok yalpalayacaksın, o yüzden sakın bakma. Bakarsan yapamazsın. Bakarsan 7. yaşını katledersin. İstediklerini yap, çünkü benim şuan yapacak gücüm yok, inancım yok, hevesim yok. Sen o hevesi hisset, o inancı yakala. Eğer bir gün bunları yaparsan senden geri de kalan her yaşın sana minnettar kalacak. 7. yaşın tekrar umutla sana bakacak. Her şeyden önce kendin olmalısın bunu unutma. Saçma merhamet oyunları yapma, olduğun gibi davran. Yalvarırım artık hislerini, duygularını ya da düşüncelerini bastırma. Bizi o dipsiz okyanusa en çok bu itiyor. Bedenin de ki yaraları daha çok sev. Birinin elinden tut ve ona yardım et. Sen insanlığını darağacına asmadığında güzelsin. Bir çocuğa şeker ver. Birine gülümse. Artık onları öldürmek ister gibi bakma. Bu bizi öldürmekten başka bir şey değil. Sevdaya olan inancını kaybetme, emin ol çok kuytu bir kenar da dahi olsa hâlâ var. Kendini sevmekten ve sevgini göstermekten çekinme. Mutlu kalmaya çalış...
27 notes
·
View notes
Text
İyi akşamlar🌄
Mutluluklar💞
Sevgilerimle 💙❤️
🌺💙❤️🌸
Zamanın eli değdi bize,
Çoktan değişti her şey,
Aynı değiliz ikimiz de,
Zaaflarına bir gece,Hatalarına bir nilüfer
Sevgisizliğine bir kalp verdim,
Artık geri ver, Geri veremezsin aldıklarını, Artık geri ver,
Geri verilmez hiçbir yanılgı
68 notes
·
View notes
Text
Tabusuz Karım! (3) (Çetin 52 Y., Adana)
O gece üçümüz birlikte yatmış ve ben sabaha kadar sadece Yeliz'i sikmiştim. Karım ise arada sırada yarağımı ve Yeliz'in amını yalamış, bunun dışında kendisine elletmemişti. Sabah kahvaltıdan sonra ben Yeliz'i evlerine bıraktım. Yeliz arabadan inmeden sordum, "Neden teyzen ne isterse yapıyorsunuz?" dedim. "Boş ver o konuyu! Önemli olan sen benim erkeğimsin artık, ben sana aitim artık! Bundan sonra yaşamımda sadece sen, teyzem ve annem olacak!" dedi. "Annen mi?" dedim. "Evet annem! Neyse, ben iniyorum!" dedi ve dudaklarımdan öptü, indi evine gitti.
Ben geri döndüm, ama aklım karma karışıktı. Şimdi kafamda iki soru vardı cevap isteyen, biri Yeliz'e sorduğum, ikincisi ise karımın Yeliz'i bana sunarken, 'Yetmiyor!' dediği neydi? Eve girdiğimde karım halen yatıyordu. Hiç ses etmedim yanına sokuldum. Uyumak istiyordum, Yeliz iliklerime kadar beni emmiş bitirmişti, hiç karımla sikişecek halim yoktu. Kaç saat uyudum bilmiyorum, karım beni uyandırdı. Gözlerimi açtığımda beni öpüyordu. Bana ilk söylediği söz şu oldu, "Unutma, bu gün ben ne dersem, ne istersem o olacak!" dedi. "Evet, ama kafamda sorular var!" dedim. "Sor bakalım, bizim aramızda soru ve sorun olmamalı!" dedi. "Peki ozaman! Neden herkes sen ne dersen onu yapıyor?" dedim.
"Kocam öldüğünde bana büyük servet bıraktı, telafuz edemeyeceğim miktarda para ve gayrımenkul. Kocamın ölümünden birkaç yıl sonra da eniştem ablamı terkedip gidince, ablam Yeliz'le ortada perişan kaldı. Ben baktım onlara, Yeliz'i ben okuttum. Ve ablamla nerdeyse 10 yıldır, karı koca gibi lezbiyen ilişkisi yaşadık. Bundan 5-6 ay önce, ablamla sevişirken, ben ablamı domaltmış, vibratörle ablamı götten sikerken, Yeliz bizi yakaladı. Yeliz'i karşıma aldım konuştum, (Bak Yeliz, annenin de her kadın gibi cinsel ihtiyaçları var. Bu yaştan sonra annen elin adamlarına muhtaç mı olsun? Hadi ben çocuksuzum, kafama göre bir erkek bulursam evlenirim. Ama annen, sen varsın diye evlenmek istemedi, seni düşündü hep, senin için erkeklerden feragat etti. Biz de olayı bu şekilde çözümledik, bunun için bizi suçlama!) diye ikna ettim.
Bu olaydan sonra bir gün Yeliz benim vücuduma hayran olduğunu, kıskanılacak güzelliğim olduğunu, dokunmak istediğini söyledi. Ben de ona çok tatlı olduğunu söyledim ve dudağına öpücük kondurdum. Daha sonra Yeliz benimle ara sıra öpüşüp, yüzeysel sevişti. Seninle de evleneceğimiz kesinleşince, Yeliz'e söyledim, (Ben çocuk istiyorum, benim yerime sen doğur çocuğu!) dedim, o da kabul etti. Tabii bunun yanısıra, onların parasal tüm ihtiyaçlarını da fazlasıyla karşılıyorum. Bundan dolayı ben ne istersem yapıyorlar!" dedi. "Okey! Şimdi de ikinci soruma yanıt ver: Yetmiyor demiştin, ne yetmiyor?" dedim. "O sorunun cevabını bu gece yaşayacaksın ve göreceksin, birlikte yaşayacağız!" dedi. "Neden şimdi değil?" dedim. "Hayır, akşam kafaları çekelim biraz, dışarı yemeğe gideriz, gelince de yaşarız!" dedi. "Okey!" dedim, ama akşamı zor ettim.
Akşam olduğunda karım, "Geceye başlamaya hazır mısın?" dedi. "Evet!" dedim. "Gel o zaman!" dedi, beni yatak odasına götürüyordu. Kapıda birden durdu ve "Unutma, bu saatten sonra kadınımsın, kadınsın, erkek değilsin, oturduğumuz masada bile kadın gibi davranacaksın bana!" dedi. "Nasıl olacak ki?" dedim. "Sen yaparsın!" dedi ve içeri girdik. Yatağın üstünde, yeni, kullanılmamış harika bir jartiyer takım vardı. "Soyun!" dedi ve bana jartiyeri, tanga külodu elleriyle giydirdi. Ben konuşmuyor, onu izliyordum. Çorapları giydirdi, pantolonumu giydirdi ve üstüme de bir badi giydirdi, "Tamam, sen çık, salona geç, ben geliyorum!" dedi.
Birkaç dakika sonra karım geldi, tam bir erkek gibi giyinmişti. Yoktu böyle birşey, müthiş değişmişti. Bana, "Hadi karıcığım, çıkalım!" dedi ve çıktık. O ne derse yapıyordum, ama gecenin sonunu merak ediyordum. Arabayı ben kullanıyordum, karım kalçalarımı okşuyor, beni bu gece dünyanın en mutlu kadını yapacağını söylüyordu. Ben de ona, "Harikasın erkeğim, kocacığım!" dedikçe, karım beni daha çok arzuluyor, fakat kendini frenliyordu. Sahilde, sakin sessiz bir retoranta geldik, denize sıfırdı. Hava çok güzeldi. Uzak bir yere oturduk, zaten fazla kalabalık değildi. Oturunca ben hemen ayaklarıma baktım, alttan jartiyerin çorabı görünüyor mu diye, neyse ki fazla belli olmuyordu. İçkilerimizi ve yiyeceklerimizi söyledik. Ben şef garsona, biz çağırmadan kimsenin bizi rahatsız etmemesini rica ettim, o da, "Tamam efendim!" dedi ve gitti. Masada ben bir kadın edasıyla, karım da tam bir erkek gibi oturuyordu. İki saat kadar oturduk, yedik içtik. Kaç duble rakı içtik hatırlamıyorum, ama kafalarımız çok iyi oldu. Garsona işaret ederek hesabı istedim. Karım, "Ben ödeyeceğim, benim masamda kadın para ödemez, ödeyemez!" dedi. "Tamam kocacığım!" dedim. Garson hesabı getirdiğinde karım ödedi, kalktık evimize geldik.
Sanırım ben artık karımı çözmüştüm, ne istediğini biliyordum. İçeri girer girmez karıma, "Kocacığım birer duble viski içelim mi?" dedim. Ben kendimi olaya kaptırmıştım, alkolün de etkisi büyüktü bunda. "İyi olur karıcığım!" dedi. Viskileri doldurdum getirdim. Karım oturduğu yerden kalktı ve, "Hadi fahişem, buzumuzu, sodamızı ve çerezimizi de getir, hizmet et kocana!" diyerek yatak odasına gitti. Ne dediyse yaptım, karımı beklemeye başladım. Geldi ve "Unutmadan, nasıl ben sana yapıyorsam, sabah uyandığımızda bana kahve yapacaksın ve yatakta benimle sabah kahvesi içeceksin!" dedi. "Tamam kocacığım!" dedim. "Şimdi git, yatağın üstüne koyduklarımı giy ve gel!" dedi. "Tamam!" dedim. Gittiğimde yatağın üzerinde, içime giydiğim jartiyerin üst kısmı, yani büstüyeri ve kadınların göğüslerini dolgun göstermesi için sütyenlerine koydukları silikondan yapılma iki tane kesecik vardı. Bir de çok kısa, kalçalarıma kadar anca gelen bir gecelik vardı. Onları giyindim. Silikon kesecikleri de büstüyerin içine koydum. Göğüslerim bayağı dolgun olmuştu, aynaya baktığımda kendimi tanıyamadım. Ben neler yapıyordum, tam kadın gibi görünüyordum. Ama olsun, neticede karımın karşısına çıkacaktım bu halde.
Salona kapısına gittiğimde, karım beni görünce ayağa kalktı ve uzun bir ıslık çaldı, "Vay kahpe vayy! Sen ne güzel olmuşsun orospu! Dizlerinin üzerine çök ve emekleyerek buraya gel!" dedi ve oturdu koltuğa. Dört ayak emekleyerek önüne kadar gittim. "Fermuarımı aç!" dedi. Önüne diz çöktüm ve yavaş yavaş karımın fermuarını açarken elime bir sertlik geldi. Dayanamadım, karımın pantolonunu indirdim. Olamazdı, belden bağlamalı vibratörü takmıştı yine. "Hadi fahişem, yala yarağımı!" dedi. Yalamaya başladım. Vibratörü yarak yalar gibi yalıyordum. Karım çıldırıyordu, ilk kez bir erkekle böyle birşey yaşadığını, çok mutlu olduğunu söyledi. Ayağa kalktı, beni de kaldırdı ve üzerimdekileri yavaş yavaş soydu.
Sonra, "Dayanamıyorum karıcığım!" diyerek beni domalttı ve göt deliğimi yalamaya başladı. Daha sonra deliğime bolca krem sürdü. Vibratörü de kremledikten sonra, "Kadınım olmaya hazır mısın?" dedi. "Evet kocacığım!" deyince, içime yavaş yavaş girmeye başladı. Hem şaşıyordum kendime, hem de yavaş yavaş hoşuma gidiyordu bu yaptığımız. Karım bu işi iyi biliyordu, canımı fazla yakmadan beni tam iki saat evin her yerinde sikti. Yorulmuştuk, halimiz kalmamıştı. Birlikte banyo yaptık. Banyodan önce karım çıktı. Birkaç dakika sonra da ben çıktım. Askılı bir gecelik yatağın üzerinde duruyordu, "Bunları giy ve bunlarla yanımda yat!" dedi. Dediğini yaptım...
Ertesi sabah karımdan önce uyandım ve sade birer kahve yaptım, karımı uyandırdım. Karım beni gecelikle ve tanga ile görünce çok sevindi. Yanına uzandım ve birlikte kahvelerimizi içtik. Karım bana hep 'Karıcığım!' diyordu. Karımla yaşadıklarım beni mutlu etmişti. Şunu da özellikle belirtmek isterim ki, daha önce götümü hiç kimseye elletmedim! İlk kez olmuştu bu, hem de bir kadının bana sahip olması, beni başka dünyalara götürmüştü. 40 yıl düşünsem, karımın bu kadar uçuk seks yapacağı aklımın ucundan geçmezdi.
Saat 13:00 gibi yataktan kalktık. Karım dudaklarımı öperek, "Beni çok mutlu ettin! Şu anda yapmak istediğin ne varsa söyle, derhal yerine getireyim!" dedi. O anda aklıma Yeliz geldi (zaten aklımdan hiç çıkmıyordu!). Yeliz'le sevişmek istediğimi söyledim. Karım hemen ablasını aradı ve "Abla, Yeliz'le birlikte gelin hemen!" dedi. Aradan yarım saat geçti, Yeliz ve annesi birlikte geldiler. İçeri girer girmez Yeliz dudaklarıma yapışt��, "Erkeğim, kocacığım, hadi içime dölünü akıt, çocuğumuzun temeli sağlam olsun!" dedi. Yeliz'le oracıkta sevişmeye başladık. Yeliz hemen önüme çöktü, şortumu indirdi ve yarağımı yalayıp emerek demir gibi yaptı. Karımın direktifiyle ablası da önüme diz çöktü ve o da yalamaya başladı. Anne kız harikaydılar! Karım ise çok mutlu şekilde bizi seyrediyordu. Baldızım birden önümden arkama geçti ve göt deliğimi yalamaya başladı. O anda Yeliz de önümde domaldı, "Hadi erkeğim yerleştir amıma, dölünü içimde istiyorum!" dedi. Ben Yeliz'in amcığına geçirdim ve git gellerime başladım. İnlete inlete sikiyordum Yeliz'i. 10-15 dakika sonra Yeliz orgazm olmuş, "Hadi erkeğimi sen de boşal!" diyordu. Ben zaten zor dayanıyordum ki, Yeliz öyle deyince birden amcığına patladım. Yeliz içine boşalmamın zevkini yaşıyordu...
Yelizin amcığından çıktığımda yarağım halen kazık gibiydi. Bunu gören baldız hemen yarağıma yumuldu, biraz yaladı, emdi ve "Götümü sik enişte!" diyerek önümde domaldı. Yarağım hemen iner diye korkuyordum, ama öyle olmadı, baldızın götünü en az 20-25 dakika siktim ve götünün içine boşaldım. Bu sırada Yeliz duş almış gelmişti. Karım, "Hadi siz de duşunuzu alın, ben de kahve yapayım!" dedi. Baldızla girdik banyoya, duşumuzu aldık çıktık.
Karım kahveleri getirdi. Oturduk kahvelerimizi içerken karım ablasına, "Biz kocamla İstanbul'a gidiyoruz, haftaya uçuyoruz!" dedi. Benim hiç bir şeyden haberim yoktu, karım kafasında neler planlıyordu bilmiyordum. Kahvelerimizi içtikten sonra Yeliz ve annesi gittiler. Karıma sordum, "İstanbul'a gitme işi nerden çıktı?" diye. "İstanbul'da yaşayacaklarımız var! Sen benim dünyamsın, aşkımsın, içimdeki yaşamak istediğim ne varsa, kırılmamış tüm prangaları seninle kıracağım!" dedi. "Anlat, neler onlar?" dedim. "İstanbul'da bir travestiyi sikmeni istiyorum!" dedi. Karım yine çok şaşırtmıştı beni, travestilerle karımın ne işi olabilirdi. Bu arada, karımla tanışmadan önceleri, travesti sikme fikrini çok düşünmüştüm, ama hiç cesaret edememiştim. Karıma sordum, "Var mı tanıdığın travesti?" diye. "Var!" dedi. "Peki daha önce travestilerle birşeyler yaşadın mı?" dedim. "Hayır, sadece netten arkadaşız! Nette sohbet esnasında ona, (Eğer bir gün evlenirsem, seni kocama siktirmek ve ben de seyretmek isterim!) dedim, o da kabul etti!" dedi.
Sohbetimiz devam ederken karım kalktı ve "Hadi karıcığım, viskilerimizi hazırla, ben geliyorum şimdi!" dedi ve yatak odasına geçti. Ben viskileri hazırladım getirdim, iki dakika sonra karım geldi ve "Yatağın üzerine birşeyler koydum, onları giy gel aşkım!" dedi. Gittim, tanga bir külot, güzel dantelli kırmızı bir sütyen, kırmızı puanlı ama çok kısa mini bir etek, üstüne giymem için de askılı bir badi ve göğüslere koymam için yine silikon kesecikleri vardı.
Hepsini giydim geldim. Karım, "Gel aşkım, otur yanıma!" diyerek beni yanına oturttu ve "Benimle hep böyle ol, ama dışarıya hep erkek ol, sikici ol, dilediğince sik onları, kökle onlara, fakat bana da hep götten ver, olur mu sevgilim!" dedi ve dudaklarıma yapıştı, öpmüyordu dudaklarımı, yiyordu adeta. Karım harika bir kadındı, sanki sırf seks için yaratılmıştı, her türlü fantaziyi yaşamama müsade ediyordu. O gece yine sabaha kadar seviştik, fakat hep siken o oldu. Doğrusu ben de hep zevk aldım, çünkü karım bu işi profesyonelce yapıyordu. Yani bir erkek bu kadar güzel sikemezdi...
[Çetin]
89 notes
·
View notes
Text
pekiii.. fırtınaları çıkaran kimdi?
.
e. ve ben, metroda yanyanayız.
gözüm sürekli istasyonların isimlerini takip ediyor, sanki bir an gözümü ayırsam zaman kırılacak, ya da saçma sapan başka bir şey olacak, bir an kendimizi ineceğimiz istasyondan fersah fersah ötede bulacakmışız gibi- bir tehlikeye karşı,
gözümü istasyon isimlerinden ayırmıyorum.
.
e. kolumu sıkıyor. bunu yaptığının farkında değil. ineceğimiz durağa henüz var, boş konuşmaya karar veriyorum, şöyle soruyorum-
hani filmlerde bazen bir sahne olur, mesela.. kız, oğlanı hiç beklemediği bir anda yanağından öper. oğlan duraksar, kıza şaşkın şaşkın bakarken elini kendi yanağına götürür, öpüldüğü yere dokunur, hissettiğim gerçek mi? der.
evet bu bir klasik diyor e.
evet diyorum, bu bir klasik.. ama sence ne manaya geliyor?
.
tekrar istasyonların isimlerine bakıyorum, daha önce hiç bilmediğim bazı kelimeler var. doğru hatta olduğumuzdan emin misin? diyorum, bu istasyonları hiç duymamıştım.
.
bence beklemediği bir anda öpüldüğü için oğlan sadece şaşırıyor diyor e. işte, şaşkınlıkla elini yanağına götürüyor (suç mahallini işaret ediyor).
ama, acıyan yerimize de bastırırız biliyorsun diyorum.
mesela, heyecanla merdivenlerden aşağı koştuğunu düşün -sanırım kapının zilini duymuşsun, sevgilini bekliyordun ya- ama öyle heyecanla koşuyorsun ki gözlerin buğulanıyor, ayağın takılıyor, tepetaklak yuvarlanmaya başlıyorsun, düşüyor düşüyorsun, yüzün ellerin, dizlerin dirseklerin, muhteşem tatmin edici bir şekilde her yerini çarpıyorsun- neresinin ağrıdığından emin olamıyorsun.
ama diyelim ki en fena dizini çarpmışsın, can havliyle dizini iki elinin arasında alıyorsun, sıkıyorsun, ağrı hissini bastırmaya çalışıyorsun.
ağrıyı örtbas etmeye çalışmak-
işte diyorum, oğlan da yanağındaki öpücük hissine aynısını yapıyor, bu hissin beynine ulaşmasını engellemeye çalışıyor.
ah diyor... e.
senin bir romantik olduğunu sanıyordum.
hayır diyorum. ben bir gerçekçiyim.
.
metro yoluna devam ediyor. duraklar geçiliyor. nerede olduğumuzu anlamak için istasyon listesine bakıyorum. artık istasyon isimleri sadece bilinmedik kelimelerden değil, karmakarışık harflerden oluşuyor.
hey diyorum. sıradaki durak için smtyya yazıyor görüyor musun, bu nasıl bir kelime? .
şşşş.. diyor e. istasyon isimlerini boş ver.
.
elimde bir kitap var: "behçet necatigil - mitologya sözlüğü"
böyle metro yolculuklarında çantamdan çıkarıyor, elimde tutuyor ve çantama geri koyuyorum. bir kitabı bitirmek için çok verimsiz bir yöntem-.
e. kitabı görüyor,
pekiii... diyor. (daha evvel sormadığı bir soru bulmaya çalışıyor..) fırtınaları çıkaran kimdi?
poseidon! diyorum.
ama o denizlerle ilgili değil miydi?
işin aslı, o zamanlar her şey ama her şey biraz... ve de mutlaka, denizlerle ilgiliydi.
kimsenin aklına tarladaki ekinlerin büyümesi için dua etmek gelmiyordu. tanrılarından fırtınasız bir deniz diliyorlardı: gemiler kayalıklarda parçalanmasın, askerler yurtlarına dönebilsin, sevgililer kavuşsun, çocuklar babasız kalmasın.. bunun gibi şeyler..
anladım diyor e. poseidon. şu çatalı olan hani?
tanrılarını hep insan formunda düşlemeleri çok sevimli değil mi?
.
"gelecek istasyon-" diyor hoparlördeki ses:
ne dedi diyorum? söylediğinden hiçbir şey anlamadım? sanki uydurma bir kelime söyledi?
şşşş diyor e. elini yanağıma koyuyor, yüzümü kendine çeviriyor. gelecek istasyonun ismini söyledi, endişelenme.
ama diyorum... kapının üzerinde yazan istasyon isimleri artık karmakarışık harfler, anlamsız kelimeler. hoparlördeki sesi ayırt edemiyorum? doğru hatta olduğumuza emin misin?
şşşş. diyor e. doğru hattayız, merak etme.
.
insan formunda olmayan bir tanrı nasıl olurdu ki diye soruyor... ah-ha diyorum... mitoloji külliyatı benim elimde olsaydı, mesela, athena, göz şeklinde bir tanrı olurdu, senin gözlerin gibi.. gökyüzünde ölümlüleri izleyen, iki muhteşem göz şeklinde bir tanrı.
bu çok özgün bir fikir değil ama.. benim gözlerimin renginde bir tanrı fikri hoşuma gitti diyor e.
insancıklar senin gözlerine tapınıyorlar ve hayvanlar kurban ediyorlar. yeni doğmuş bebekleri hastalıklara yakalanmasın, askerlerin ölümcül yaraları iyileşsin, aşıklar birbirlerine kavuşsunlar diye. bir tür şifacı tanrı.. böylesi tam sana göre.
.
artık bilmediğim bir dilde konuşan ses son durağı anons ediyor... ne dediğini artık hiç anlayamıyorum. ne dediğini anlamıyorum diyorum- şşşş diyor e. son durağa geldiğimizi söylüyor- ama diyorum, biz daha önce inecektik- sakinleş diyor e.
yanağıma elini koyuyor, başımı omzuna yaslıyor- nerede ineceğimizi boşver-
.
peki, şu şifacı muhteşem yunan tanrıçası- gözlerimin renginde, gökyüzünden insancıkları izlerken, ve insancıklar ona hayvanları kurban ederken, sen ne yapıyordun? diye soruyor-
ben, diyorum.... (ben, dünyadaki en doğru cevabı vermek istiyorum- allahım. ben her zaman dünyadaki en doğru cevabı vermek istiyorum.)
bu sırada ben, senin uğruna hayvanların kurban edilmesine karşı çıkıyordum.
gökyüzündeki şu muhteşem iki gözden başka bir tanrı yoktur, ve o hayvanların kurban edilmesini istemiyor diyordum.
e.'nin gözleri ışıldıyor.
(bu renkteki gözlerin ışıldadıklarına hangi renkte ışıldadıklarını hayal edemezsiniz.)
.
kapılar açılıyor. nereye geldik diyorum. bilmiyorum diyor. vagondan inen kimse nereye geldiğimiz bilmiyor gibi, ama itiraz etmiyorlar. artık anons yapan ses tümüyle kimsenin bilmediği bir dilde konuşuyor, ama huzur verici bir karmaşa- değil mi? diyorum. e. kolumu sıkıyor. hey diyorum: metroya bindiğimizde kolumu sıkmıştın, ve her şey böyle başlamıştı-
.
seninle gurur duyuyorum diyor e. yani şu yunan tanrısı olan gözlerim, seninle gurur duyuyorlar. onun için hayvanların kurban edilmelerini engellediğin için.
hey! diyorum.. doğru yerde indiğimizden emin misin? aksi imkansız diyor. anonsu duymadın mı.- sanırım diyorum. biraz ateşim var. evet biraz öyle diyor, anlamak için elini yanağıma götürüyor -
20 notes
·
View notes
Text
Sorun yok Tanrım___
Herşey yolunda___
Sana güveniyorum___//🦋💙🕊️
Herşey çok güzel olacak___💙🦋🍀🌿
Zamanın eli değdi bize🦋
Çoktan değişti her şey🥀
Aynı değiliz ikimiz de🦋
Zaaflarına bir gece🥀
Hatalarına bir nilüfer🦋
Sevgisizliğine bir kalp verdim💙
Artık geri ver🥀🦋💙
Geri veremezsin aldıklarını🦋💙
83 notes
·
View notes
Text
Bu acıyla ne yapmam gerek?
Kaybediyoruz, kazanıyoruz. Alış artık buna burası dünya ve bu düzen değişmeyecek. Peki sen ne yapmalısın. Çok acı çekiyorsun ama unuttuğun şey her acı bir şey kazandırır. Acı çekmenin sadece olumlu yanları vardır aslında olumsuzları kendimiz yaratırız. Acıklı şarkılar eşliğinde saatlerce ayna karşısında salya sümük ağlamayı tercih edebilirsin. Bunun sonucu sadece ve sadece ağır depresyon atakları, uykusuz geceler, şişen kızarık gözler ve dahası olur. Peki bunu sana o kişi veya yaşadığın olay mı yaptı, yoksa kendin mi? Acıyla be yapman gerektiğine karar ver. Ben şimdi ne yapacağım, hayata nasıl devam edeceğim cümleleriyle bir yere varamayacağının farkındasın. Kendine söylemen gereken şeyler kendi özsaygımı nasıl geri kazanacağım? Kendimi nasıl sevmem, nasıl kendime yetebileceğimi tekrar öğrenmem gerek. Aslında bu kadar basit. Zorlaştıran bizleriz.
Peki sen, bu acıyla ne yapacaksın?
13 notes
·
View notes
Text
dertsiz başa dert gerek
merhaba arkadaşlar ben hasan sizlere anlatacağım olay aslında benim dertsiz başıma dert almamla ilgili. Bundan 10 yıl kadar önce bizim mahallede Zuhal diye bir kadın vardı.1965 doğumlu Mutsuz eşi her gece sarhoş gelen 2 erkek 1 kızı olan 160 boylarında 65 70 kg arasında hafif g��bekli tam bir Türk kadını. Babam market işletiyor arada bir yardım ediyordum. Konumuza dönelim Zuhal beni görünce hoşgeldin Hasan ne yapıyorsun burada hayırsız dedi yanağıma makas attı yardıma geldim sen ne yapıyorsun Zuhal abla dedim o sırada 15 16 yaşlarında kızı Esma anne dondurma al Hasan abi bol koyuyor dedi bende ikiletmeden hemen dondurmayı külaha koyup Esma ya verdim Zuhal la oğlum para varmı diye sormuyorsun hemen veriyorsun dedi sende alacağım olsun tahsilata eve gelirim dedim gülüştük birden eğildi ciddimisin dedi sessizce anlamadım önce birden jeton düştü evet dedim telefonu mu istedi numarasını biliyorsun dedim ver şunu deyip telefonu aldı birşeyler yazdı bana geri verdi koşar adım binaya girip yok oldu ne yazmış olduğunu merak edip telefonu açtım 5 dakika bekle evin kapısını açık bırakacağım içeride yatak odasına gel yazmıştı biraz etrafta dolaştım babama seslenip biraz gezip geleceğim merak etme dedim . Hemen yukarı çıktım kapı açıktı içeri girdi arkadan kapıyı kilitledim yatak odasına girdim soyunmuş amını parmaklıyordu bana bakıp hadi kocacığım soyun amım götüm seni bekliyor dedi bir çırpıda soyundum yanına uzanıp elimi amına attım dudaklarımız birleşmiş resmen birbirimizi kemiriyorduk beni omuzlarımdan tutup aşağıya doğru itmeye başladı artık memelerine gelmiştim kısa bir süre memelerini okşuyor emiyordum yine beni bu sefer başımdan iterek amını emdirtmeye zorlar gibi yaptı birden dönüp 69 olduk ağzına aldı çok güzel sakso çekiyordu belki inanmazsınız rahat 20 dakika sakso çekti artık geliyordum başımı kaldırıp geliyorum bırak dedim bu sefer ağzında tuttu dili ile ucunu yalarken birden boşaldım bütün döllerimi yuttu o kadar güzel sakso çeken illa yutar zaten . Bacaklarını ayırıp hadi sok ağzımı siktin şimdi amımı banyo da da götümü sık hadi aşkım benim sik beni dedi emre itaatsizlik olmazdı devamı dertsiz başıma dert almak 2 de
34 notes
·
View notes
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
236. BÖLÜM - Kan, çiçeği arzuluyor - Yüzü Olmayan Beyaz'a karşı amansız savaş
Tam o sırada hepsi aynı anda alttan gelen kabarık sıcaklık dalgasını hissetti ve hep birlikte haykırdılar, “DİKKAT EDİN!” ve daha hızlı adımlarla gitmeye başladılar. Yedi sekiz ateş sütunu gökyüzüne fırladı, aşağıya baktıklarında ise artık daha fazla erimiş kederli ruh vardı!
“Feng Xin, Mu Qing’i bana ver!” Xie Lian seslendi.
Tek kelime etmeden Feng Xin, Mu Qing’i Xie Lian’ın sırtına verdi, Xie Lian’in sırtına döner dönmez Mu Qing haykırdı, “Beni hemen yere indir! Ne baş belası!”
“Demene gerek yok!” Feng Xin cevapladı ve yayını geri çıkartıp birkaç kez etrafa atış yaptı. Silahının saldırı gücü Xie Lian’dan daha genişti ve körü körüne atışlar yapıyordu. Oklar lavları patlatıyor, dalgalanmalar yükseklere, havaya doğru uzanıyor ve her yandan çığlık sesleri geliyordu. “İYİ İŞ!” Xie Lian iltifat etti.
“İyiydi, sanırım!” Mu Qing arkadan yorum yaptı.
Kederli ruhlar kin doluydu, bir araya geldikten sonra alevler uçurmak için birlikte çalışarak daha ileri ve uzağa yüzdüler. Birkaç gürlemeden sonra Xie Lian, “Köprünün ilerideki kısmını yakmışlardı, yolumuzu engellemeye çalışıyorlar.” dedi.
Feng Xin küfretti, “Vay anasını, bir araya gelip nasıl da sıkı çalıştıklarına bak, neden insanlara zarar vermek yerine gidip başka bir şey yapmıyorlar! Eğer böyle devam ederseniz affedileceğinizden ve başka bir sekiz bin yıl bu lavdan kaçabileceğinizden şüpheliyim!”
Yayını kaldırdığı an o erimiş kederli ruhların hepsi yine dağıldı. Xie Lian konuştu, “Pekala, daha fazla bağırma, hazır ol! Zıplayacağız! Bir, iki, üç –!!”
Bir’de hızlarını ve güçlerini arttırmaya başladılar, İki’deadımlarını hesapladılar ve Üç’te ayaklarını itip zıpladılar –üç figür köprü arasındaki kırık boşluktan geçerek havaya sıçradı ve diğer tarafa inerek hızla koşmaya devam ettiler. Bu köprü ‘cennete uzanması’ için yapıldığından doğal olarak yukarıya doğru çıkıyordu ama Xie Lian koştukça bir kırlangıç kadar hafifleşiyordu, “Üçümüz böyle bir şey yapmayalı uzun zaman oldu, ha!”
“Yan yana savaşmamızı mı kastediyorsun yoksa canımız için kaçtığımızı mı?” Mu Qing sorguladı.
“İkisi de!” diye cevapladı Xie Lian.
“Bunu açık bir şekilde her zaman yapıyoruz!” Feng Xin haykırdı!
“Cidden mi?” Xie Lian meraklandı.
Ancak bazı şeyler açığa çıktığında, zihniyet tamamen farklı olacaktır. Xie Lian bir süre güldü ama hala gözleri dikkatlice aşağıyı izliyordu, kırmızı bir silüetten hiçbir iz yoktu, kendini kenardan bağırmaktan alamadı, “SAN LANG!!”
Seslenişi geniş ve boş yer altı mağarasında yankılandı ama cevap veren yoktu. Xie Lian’ın dudakları kuruyordu, yaladı. Sırtındaki Mu Qing onun her yeri arayışını izliyordu, bir süre sessizlikten sonra konuştu, “Ekselansları, onu gerçekten seviyorsun, ha?”
“…”
Xie Lian aniden bunu sormasını beklememişti, “ Ah. Ah?... Ah.”
Yüzü tamamen şaşkınken kulaklarının uçları yavaş yavaş kırmızıya dönüyordu. Onu böyle gören Mu Qing’in nutku tutuldu, bir anlık bir tereddütten sonra konuşabildi, “Seni bilerek korkutmaya çalışıyor falan değilim, ama sana hatırlatmalıyım. Hiç düşündün mü… belki biz köprüye gönderilen tek iki kişiydik ve Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur... değil mi?”
“Bu tamamen saçmalık değil mi?” dedi Feng Xin, “İkiniz burada olduğundan tabii ki başka bir yere gönderildi…”
Mu Qing’in ne demeye çalıştığını fark etmeden önce çoktan bunları söylemişti bile. Hua Cheng’in başka yere gönderildiğini söylemiyordu, ama… belki, Hua Cheng lav havuzuna düşmüştü.
Xie Lian dudağını yaladı, “B-bu nasıl mümkün olabilir?”
“İmkansız olduğunu düşünme.” Dedi Mu Qing, “Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur bir yüce hayalet kral, buna şüphe yok, ama yüzü olmayan beyaz da öyle. Ayrıca o yüce hayalet kralların ilk jenerasyonu, TongLu dağının efendisi. Burası onun bölgesi, güçlerinin en kuvvetli olduğu yer.”
Feng Xin, Mu Qing'e deli gibi baktı ve azarladı, “Kapa çeneni! Senin sorunun ne? Böyle bir zamanda iyi bir şey söyleyemez misin? Sana söyleyeyim o Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur!!” Mu Qing gerçekten de bu konuyu durdurdu ama yine de onun aksini ispat etmek zorundaydı. “Sadece her durumda ne yapmamız gerektiğini bir gözden geçirmemiz gerektiğini düşündüm.”
Xie Lian'ın gözlerinin önünde Hua Cheng'in soluk avucundaki anormal derecede parlak kırmızı nokta belirdi ve o da ne diyeceğini bilemedi. Tam konuşacakken aniden durdu ve arkasındaki Feng Xin neredeyse ona çarpacaktı, “O NE?”
Kelimeler dudaklarından döküldüğü anda sormasına gerek olmadığını fark etti.
Önlerinde, havayı çepeçevre saran, yıldızlar gibi parıldayan milyonlarca gümüş ışıltı vardı. Sanki biri gümüş tozuyla dolu bir hazine kutusunu devirmiş gibiydi.
Xie Lian Mu Qing'i yere bıraktı ve ileri doğru yürüdü. Elini uzattı ve diğerlerinden biraz daha büyük bir gümüş ışık parçasını yavaşça hissetti. Ona dokunduktan sonra avucunu kapattı ve yavaşça kendi gözlerinin önüne getirdi.
Diğer ikisi de bakmak için yaklaştı ve Feng Xin mırıldandı, “Bu, bu…”
Mu Qing bunu açıkça söyledi, “Bu hayalet kelebeğin… parçalanmış bir kısmı?”
Feng Xin ona yine öfkeyle baktı, muhtemelen Mu Qing'in aşırı açık sözlü olmasından dolayı onu küçümsüyordu. Xie Lian'ın eli biraz titredi ve hâlâ zayıf bir ışık yayan gümüş kelebek kanadının kırık parçasını sıktı, ardından uzun bir nefes verdi.
Feng Xin kafasını kaşıdı, “İyi yanından bak, en azından lav havuzuna düşmedi. Hala buralarda olmalı, değil mi?”
Mu Qing yan tarafı işaret etti, “O zaman burada birisiyle kavga etti. Büyük bir kavga.”
Xie Lian'ın bakışları işaret ettiği yönü takip etti ve gözleri hafifçe genişledi.
Etraftaki tüm kayalar sayısız keskin bıçağın korkunç yarık izleri ile kaplıydı.
Bu E-Ming kılıcının izleriydi.
Her kılıç darbesi adeta kemiğe kadar saplanıyordu. Xie Lian geçmişte Hua Cheng'in kılıç kullandığını hiç görmemiş değildi ama onun tarzı her zaman kolay ve yavaş, soğukkanlı ve rahattı. Bir silah tuttuğunu söylemekten ziyade, küçük bir bıçakla oynuyormuş gibiydi. Yine de bu bıçak izleri öldürme niyetiyle doluydu. Onunla darbe alışverişinde bulunan kişinin ne kadar yetenekli olduğunu ve bu savaşın ne kadar tehlikeli olduğunu hayal etmek kolaydı.
Xie Lian tek kelime etmeden kontrol etmek için yere eğildi. Köprüde kimsenin düştüğüne dair bir iz yoktu ve köprünün altında toplanan neşeli kederli ruhlar da yoktu, bu yüzden Xie Lian sonunda biraz rahatladı ve sürünerek ayağa kalktı, tek başına kararlı bir şekilde ileri doğru koştu. Arkasında Feng Xin, Mu Qing'i sırtında taşıyarak ona yetişti, "Ekselansları!"
Xie Lian nefesini tuttu, çünkü kendi sert ve endişeli nefes alışını duymak istemiyordu. Nefes alıp vermeyi karıştırmak dövüş sanatlarıyla uğraşan biri için büyük bir tabuydu çünkü bu sadece vücuda gereksiz yük bindirmekle kalmaz, aynı zamanda kalbin ritmini de bozardı. Ama nefesini tutmak bile işe yaramazdı; elleri ve bacakları titriyordu, koştukça onlarca kez neredeyse köprüden aşağı düşecek kadar ayağı takıldı, yere düştü ve yuvarlandı. Feng Xin ve Mu Qing ikisi de ona dikkatli olması için bağırmaya başladılar. Aniden Xie Lian konuştu, “Bu ses ne?”
Xie Lian olduğu yerde ayakta dikildi ve arkasına baktı, “Siz bir şey duyuyor musunuz? Bu bir şeyin sesi değil mi?”
Çatışan silahlar ve çarpışan ruhsal güçlerin gürleyen ve kırılan sesiydi. Cennete uzanan köprünün vücudu bile hafiften sallanıyordu. İlerleyen yolun karanlığında yanan sönen ışıklar vardı.
İleride birileri savaşıyordu!
Xie Lian ileri doğru hücum ederken yarısı sürünürken yarısı tökezledi. Arkasında Feng Xin homurdandı, “Sevgili tanrım, tüm tanrılar ve budalar kutsamalarını versin ki o Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur olsun, yoksa kafayı yiyecek!”
“Saçmalamayı bırak.” Mu Qing fırçaladı, “Biz o tanrılar ve budalarız ve bir bok veremeyiz, sadece ona yetiş. Şu koştuğu engelli yola bak, daha adamı görmeden takılıp düşecek ve eceline kavuşacak!”
Xie Lian nefesini tutmayı tamamen unutmuştu, beş, altı kilometre boyunca sadece kendi düzensiz nefes alışını dinledi. Birkaç devasa dolambaçlı yolu ve nihayet son köşeyi döndükten sonra, parlak beyaz ışık aniden görüşünü doldurdu.
Asılı Cennete uzanan Köprü'nün sonunda, kırmızı giysili bir adam ile beyaz giysili bir adam şiddetli bir savaşa tutuşmuşlardı.
Kırmızı giysili adam ince ve uzun, gümüşi beyaz bir pala kullanıyordu, formu baştan çıkarıcıydı, şimşek gibi çakıp sönüyordu –Hua Cheng’di. Artık gülümsemiyordu, tamamen odaklanmış ifadesi keskindi, yakışıklı ve solgun yanağındaki kanlı bir leke ısıran ayazına canlı bir parlaklık katıyordu. Bu beyaz giysili adam elbette yüzü olmayan beyazdı ve kim bilir nereden gelen bir kılıç kullanıyordu, yüzündeki o yarı gülümseyen, yarı ağlayan, ağlamaklı gülümseyen maske hâlâ yerindeydi. Yalnız, bu maske ile Xie Lian'ın daha önce gördüğü maske artık biraz farklıydı.
Ortadan çatlamıştı.
Bu çatlak göz ardı edilemeyecek kadar önemliydi ve alnın ortasından gözün altındaki yanağa kadar uzanıyordu, sanki her an kırılacakmış gibiydi!
Her ikisi de ayakları üzerinde son derece hafifti, saniyeler içinde saldırmadan önce devriliyorlardı, kötülüğün aurası havada patlıyordu, ancak her bir vuruşları binlerce ton gibi ağırdı, güçleri gökyüzünde patlıyordu. Kılıcın rüzgarına karşı kılıcın aurası, manyakça bir dans, kaotik bir uçuş ve yukarıdaki gümüş kelebekleri de aşağıdaki erimiş kızgın ruhlarla eşleşiyor, dağların çökmesi ve denizlerin devrilmesi gibi birbirlerine feryat ediyorlardı. Her çarpıştıklarında, havuzun içindeki erimiş lav ve alevli ateşler patlıyor, korkunç dalgalar metrelerce yükseğe çıkıyor, hiç kimse yaklaşamıyordu!
Feng Xin ve Mu Qing ikisi de arkalardan geldiler ve bu sahne karşısında kalakaldılar, sanki ayakları yere çivilenmiş gibi bir adım bile atamadılar.
Hiçbir savaş tanrısı yoktur ki böyle bir savaşı izleyip heyecan hissetmesin.
Hua Cheng'in gayet iyi olduğunu gören Xie Lian'ın gergin kalbi nihayet dinlenebildi ve hemen yere yığılıp çığlık atıp bağırmak istedi ama kendini tutmaya zorladı. Yetenekli dövüşçüler çarpıştığında, en ufak bir rahatsızlık zaferi ve yenilgiyi belirleyebilirdi. Üstelik bu, zamanlarının iki Yüce Hayalet Kralı arasındaki savaştı!
Yüzü olmayan beyazın uzağında bir yerde duran başka bir figür vardı, o Guoshi’ydi. Doğal olarak buraya yüzü olmayan beyaz tarafından getirilmişti. Xie Lian ve diğerlerinin geldiğini görünce rahatça nefes aldı ama dikkatsizce bir ses yapmaya da cesaret edemedi. Ancak kim bilir, Hua Cheng çoktan yeni gelenleri fark etmiş, donmuş, buz benzeri odağı yavaşça eridi ve sonunda yüzünde bir gülücük genişledi, “Görünüşe göre yine kaybettin. Ekselansları geldi ve yanında getirdiği kimselerden tek bir kişi bile eksik değil.”
Xie Lian daha fazla dayanamadı ve bağırdı, “SAN LANG!”
Hua Cheng başını eğdi ve cevap verdi, “Gege.” Ardından sesi yine uyarıcı bir tona döndü, “Gege, bir dahaki sefer kendini yine öyle aşağı atarsan, kızacağım.”
Xie Lian da cevapladı, “Bir dahaki sefer sen de yine benimle atlarsan, ben daha fazla kızacağım!”
“…” bunu duyunca Hua Cheng'in ifadesi bir anlığına sanki Xie Lian'ın sözleri gerçekten onu bir anlığına temkinli hale getirmiş gibi sertleşmiş gibi görünüyordu. Yüzü olmayan beyazla yüzleşirken bile hiç böylesine temkinli bir yüz göstermemişti. Yüzü olmayan beyaz içeri doğru itmişti, vurduğu Hua Cheng’di ama konuştuğu Xie Lian’dı, “XianLe, Siz ikiniz bahar rüzgarlarınızın tadını çok fazla çıkarmıyor musunuz, ve beni aşırı küçümsüyor?
E-Ming’in kabzasındaki göz topu Xie Lian’ı fark etti ve çatırdayarak çılgınca dönmeye başladı. Hua Cheng elini çevirdi ve itti ve Xie Lian bir ÇATIRTI duydu!
Ve kalbi küt küt atmaya başladı.
#tian guan ci fu#xie lian#jun wu#feng xin#ling wen#hualian#hua cheng#heavenlyblessing#jian lan#heaven official's blessing#xuan zhen#he xuan#mu qing#mei nianqing#nan yang#shi wudu#shi qingxuan#peiming#pei su#ban yue
16 notes
·
View notes
Text
Birtakım değişiklikler
🌟 Yenilikler
Masaüstü arabiriminde yaptığımız bir değişiklikle, RB zincirlerindeki her öğenin başlığında artık üç nokta menüsü yer alıyor. İlgili RB öğesini rapor etmek / engellemek gibi eylemlere, kalıcı bağlantıya ve başka seçeneklere bu menüden erişebilirsin.
TumblrMarket'te seni bekleyen yeni rozetler var!
🛠 Düzeltmeler
Bu Pazartesi birçok kullanıcımız Tumblr'da resimlerin, hatta direkt sitenin yüklenmediğini bildirdi. Sorunu en kısa sürede çözdük.
Masaüstünde belli renk paletleri aktifken yanıt düğmeleri ve yeni yanıtlarda bazı görsel tutarsızlıklar meydana geliyordu, bunlar düzeltildi.
Keşfet sayfası oturum açmadan görüntülendiğinde, Cybernetic paletinin "takılma" animasyonu, tarayıcıların/işletim sisteminin "hareketi azalt" ayarını görmezden geliyordu. Bu ayar etkin ise artık uygulanıyor ve animasyon devre dışı kalıyor.
Blog isimleri tamamen küçük harf olduğundan, Takipçilerinde ara kısmının büyük-küçük harf duyarlılığını kaldırdık.
Masaüstünde taslaklar otomatik kaydedilirken video yüklemesi yarıda kalıp dosyanın bozulmasına neden olabiliyordu. Bunu düzelttik. Yüklediğin videolar (özellikle .mov formatında olanlar) özel temalarda oynamıyorsa şimdi tekrar yüklemeyi deneyebilirsin.
Mobil tarayıcılarda, RB yapacağın gönderiyi hangi bloga yollamak istediğini seçemiyordun (liste kaydırılamıyordu). Bu sorun düzeltildi.
Safari'de bir resme tıklayınca ya da gönderi RB'leyince panonun en tepesine ışınlanmana yol açan hatayı düzelttik.
Siteyi iPad Safari'den dikey modda görüntülerken ortaya çıkan birtakım görsel arızalar mevcuttu. Bunlar da düzeltildi.
🚧 Üzerinde çalıştıklarımız
Android uygulamasının son sürümü olan 32.0.0, bazı soru/cevap gönderilerini görüntüleyince çöküyor. Bunun farkındayız ve çözümün yer aldığı 32.0.1 sürümünü çok yakında sunacağız.
Devam eden bir sorundan dolayı bazı kullanıcılarımızın, "Kaçırdıkların" ve "Yörüngende" seçenekleri etkin olduğu halde bu bildirimleri almadığından haberdarız.
Ayrıca, askıya alınmış bloglardan gelen Notların, okunmamış toplam etkinlik sayacından düşülmemesi gibi bir sorunumuz mevcut. Bununla karşılaşırsan destek ekibine haber ver. Teşekkürler!
🌱 Yakında sunulacaklar
Varsayılan pano sekmesini ister "Takip edilenler" ister "Senin için" yapabilmeni sağlayan bir deney yürütmeyi planlıyoruz. Önce belirli sayıda kullanıcımıza açıp, sonrasında genele yaymayı düşünüyoruz. Böyle deneylere kısa süreliğine kısıtlı sayıda kullanıcıyla başlamamazın amacı, bir özelliği herkese sunmadan önce olabildiğince çok hata yakalamak ve temizlemek. Kulağın bizde olsun!
Yeri yerinden oynatan bir gönderin olursa oradan gelen bildirimleri kapatmak zorunda kalma diye yeni bir şeyler geliştiriyoruz. Takip etmediğin kullanıcılardan gelen tüm anlık bildirimleri bir araya toplayıp, belirli aralıklarla sunmayı denemekteyiz. Böylece, gönderisi alıp yürüdü diye kullanıcılarımızın saç baş yolmamasını hedefliyoruz. İlk etapta belirli kullanıcılara açarak bir süre A/B testi mantığında ilerleyeceğiz.
Bir sorun mu yaşıyorsun? Destek Talebi gönder, en kısa sürede sana geri dönelim!
Geri bildirimini paylaşmak ister misin? Üzerinde Çalıştıklarımız bloguna göz at ve aklındakileri topluluğumuzla masaya yatır.
Bu gönderileri başka dillerde takip etmek istersen diğer ülkelerin Ekip bloglarına göz at!
Tumblr'a doğrudan maddi destek olmak ister misin? O zaman TumblrMarket'e yeni gelen Destekçi rozeti seni bekliyor!
17 notes
·
View notes
Text
Satır arasında aşık oldum,
Gizlenme ay ışığına ey yar,
Gördüm sobesin,
Öldüm deme,
Doğarken gördüm,
Kör kuyuları zindan yaptım,
Kaç dilek taşı attım bilmiyorum,
Ne olur kaçma,
Kovalamaktan bitap düştüm,
Ay'ı güneşe hasret bıraktın,
Yıldızları yaktın,
Söndürme zülfüne asılmış canımı,
Dört yol ağzı çıkmaz sokaktayım,
Kirpiklerinin arasına sıkıştım,
Canlara harami oldum,
Asıp kesmedeyim,
Tek can vermeden,
İğne deliğinden iki can geçmez,
Sende ölmesem yaşayamam,
Gül dersem çıkarmısın,
Haydi saklanma yar,
Hasretinden denizleri çöle çevirme,
Rüzgara sal kokunu,
Zamana nokta koy,
Asma akrepten yelkovana,
Bir saniyelik canım kaldı,
Hadi durma al,
Ben seni gördüm öldüm
Artık gelme geri veremezsin aldıklarını
Zamanın eli değdi bize çoktan değişti herşey aynı değiliz ikimizde artık geri veremezsin aldıklarını herşeyi al beni bana geri ver belki yeni bir şansım olsun başka yer başka zamanlar o yüzden artık gelme geri veremezsin aldıklarını.
85 notes
·
View notes
Text
İskelede Bir Çırak
Ne diyeyim allahım ben sana biraz platoniğimdir biliyorsun.
Ben bu şüpheyi sırtıma yük edindim, öyle yürüdüm,
gocunmam da yükümden beni bilirsin.
Ama bunlar çok iştahlı allahım ve görüyorsun nasıl da dünyevi.
Bunlarmış senin kulların öyle diyorlar biz de kürenin üveyi.
Öyle mi?
Oysa allahım bilirsin ben en çok yeryüzünü,
ve başımı yatırınca toprağa, gökteki yıldızları da,
işte öyle allahım bilirsin çok güzel yapmıştın bu yeryüzünü.
Bizim köydeki gibi.
Allahım bunlar tokileri seviyor, betonları, hızlı trenleri.
Oysa ne acelemiz var, ben ki bunca agnostiğim yine de biliyorum
ordaysan nasılsa geleceğiz yanına geri.
Diyor ki, yasalar getirdim, gıcır gıcır, delik deşikti eskisi
Anlıyoruz ki yasalar dümdüz ediyor ciğerimizi
Diyor ki, yasaklar getirdim ama senin iyiliğine canımın içi
Diyor ki, üç beş ağacı kesmişim, indir bindir bütün yaz boyu,
keseriz tabii bunda ne var, diyor
Diyor, ben sana medeniyet getiriyorum tomar tomar.
İnsan önce bi minnet duyar.
Oysa allahım toprağa bassın ayaklarımız fena mı olur,
istiyoruz ki sokağımızda bir ağaç gölgesi.
Diyor ki, boynuzlu köprü yaptırdım gelip geçmeye
haliçin ortasına bak nası’ seksi.
Allahım sen bunlara akıl fikir ver diyeceğim ama
vardır senin bir bildiğin illa ki.
Allahım işte görüyorsun bunları, eyübün sabrı nedir,
rızanın fazladan şeftalisi ne?
Bilmiyor. Bilmiyor nedendir zeynebin yakarısı.
Ben ki sana bunca platoniğim ama canıma yetti artık
Yalla bak biz mi düşeceğiz hep iskelelerden
Başlarına yık şunların bu metropolleri.
Birhan Keskin
#birhan keskin#şair#şiir#şiirler#kitapalıntısı#şiirheryerde#art#yazar#kitap#edebiyat#kitapalıntıları
8 notes
·
View notes