Tumgik
#Anı tahlil
yakazakalb · 5 months
Text
Tumblr media Tumblr media
Nefesimi kesen yorgunluklarım, geriye baktığımda affı olmayan kırgınlıklarım var. Yalnızım desem inandıklarıma, yalnız değilim desem yaşadıklarıma ters düşerim. Mutsuzum desem şükrüm incinir, mutluyum desem yüreğim. Allah'ım herkesten önce sana güvenmekteyim...
22 notes · View notes
doriangray1789 · 2 years
Text
ANDRE MAUROİS İKLİMLER İklimler, aşkın metafiziğinde esrik yaşamları konu alan adeta insanın gündoğumu ve günbatımını ve belki gönül çalmalarını anlatan bir dilnamedir. Tüm karakterleri madalyonun öte tarafıyla tanıtan, hem erkek hem kadın gözüyle ve gönül kıvrımlarını deşifre ederek anlatması yönüyle çok başarılı bir psikolojik eserdir. Odak karakter Philippe; iyi eğitim almış dönemin iyi ve katı aile disipliniyle yetişmiş bir gençtir. İlk gençlik döneminde Rus Askerleri adlı bir roman okur ve oradaki gibi bir kadını kristalleştirir ve hayati boyunca bu ideal kadını arar, bulur, bulduğunda yanılgılar ağına düşer. Eserdeki önemli iki kadın karakter tezat mizaca sahiptir.İşte burada aşkın iklimini belirleyen ve onu her mevsim değişken kılan şey,iki kadının (Odile ve Isabella'nın) Philippe'ye olan tutumudur.Zira erkek karakter, Odile ve İsabella ile yaşadığı süreçlerde şaşırtıcı derecede farklıdır. Rollerin aktarımı da diyebileceğimiz bu durum bizdeki birçok amiyane atasözü ile karşılık bulsa da tercihen Divan şiirindeki bazı beyitleri canlandırdı zihnimde: Derd-i aşkı gayrıdan sorma ne bilsin çekmeyen; Anı yine aşık-i nalana söylen söylesin" (Bakî) (Aşk derdini başkalarından sormayın. Aşkı çekmeyenonun ne olduğunu ne bilsin? Siz onu yine inleyen aşığa sorun ki, size hepsini bir bir anlatıversin.) işte okuru  sarsan husus budur. Erkek karakter burada rolleri değiştirip ilk evliliğinde şikayet ettiği ne varsa ikinci evliliğindeki kadına( İsabella'ya) yönelterek okurda kaçak temas kıvılcımları yaratır. Öte yandan; Mecnuna öykünen bir İsabella da aşık olmanın erdemini unutup onurunu yok sayma pahasına bir yaşam seçer. Bir anlık mutluluk için upuzun süren huzursuzluklara katlanır. Oysa aşıklık yeteneği ,içinde belki en çok onuru taşır. Çok derin tahlil gerektiren yetişme tarzından kadın erkek doğasına kadar beklentiler ve karşınızdakini kendinize uyarlama arzunuza göre yoğrulup değerlendirilecek karakterler yaratılmış bu eser aşk konusunda olsa da çok daha derindir Bu kitabın vereceği hazzın, okurun iklimine de bağlı olduğuna inandığım için farklı tarafları tutarak veya daha anlayışlı tavırla ilerleyen okumalar doğuracağını belirtmeliyim. ''Belki de insanları en çok bölen şey, kimilerinin herşeyden önce geçmişte, kimilerinin de yalnız içinde bulundukları dakikada yaşamalarıdır.'' ''Şimdi hoşgörülü olun, yargılamaya değil de anlamaya çalışın.'' ''...benim müzik beğenimi eğitimim değil, şiddetli duygularım geliştirmişti.'' ''Ve en çelimsiz nehir bile Kavuşur eninde sonunda denizine'' ''Sonsuz olanı buradan başka yerde ararız her zaman; her zaman, varlığın bakışını şimdiki durumdan ve şimdiki görünüşten başka şeye yöneltiriz; ya da, sanki her an ölmek ve yeniden yaşamak değilmiş gibi, ölümü bekleriz. Her an yeni bir yaşam sunulur bize. Bugün, şimdi, hemen, tutabileceğimiz tek şey budur.'' ''Yok olmuş bir arzunun düşünü sadakatle sürdürmeye çalışmak neden?''
6 notes · View notes
gilsah · 10 months
Text
061223
Son aylar tarif edilemez şekilde kötü geçti. Olanlar karşısında taş gibi kaldım. Az ağladım çok yaşlandım. Böyle hissediyorum. Ama bazı günler kötü geçiyor. Mesela bugün ağlamak kelimesini düşününce bile gözlerim dolu dolu oluyor, zor tutuyorum kendimi.
Babanemi kaybedeceğimi biliyordum. 2023 Ocak’ta teşhis kondu, babanem doğumgünüme kadar durabildi buralarda. 29 Ekim’de kaybettim onu. Her yeni yaşımda onu hatırlayayım istemiş.
Çok çok çok üzüldüm. Son senemizde çok vakit geçirdik, çok fazla fotoğrafını videosunu çektim. Güldük, eğlendik ve boktan hafızama rağmen hepsi gözümün önünde. Bir sürü anıya bir sürü daha ekledik. İçim acıyor ama huzursuz değilim. Olacağını biliyorduk ve oldu. Keşke bunu da yapsaydık diyebileceğim şey sayısı çok az. Keşke bunu da yaşasaydı bu hayatta diyebileceğim şey sayısı çok az.
Dedemi kaybettikten sonra sürekli hastalıklarından bahseden, mutsuz, öleyim diyen birisiydi. Tatlı sert şakalaşarak laflaşarak didişerek anlaşıyorduk. O bir kötü şey söylediğinde, ben üç iyi şey söylüyordum. Günün sonunda güle oynaya kapıyoduk telefonları. Bir de ben bu hayatta en çok babaneme benzedim sanırım. Huyumu babama benzetirlerdi, ama babam da onun çocuğu sonuçta. Ve bir yandan huysuzluğumla da huyluluğumla da ona çok benziyorum bence de.
Sonuç olarak çok hasta olduğunu biliyorduk ve bir gün bir telefon aldım hastaneye kaldırıldığına dair. Aradım hemen, yatıracaklar beni dedi. Bilet alıyorum geleceğim hemen dedim. Gel gözüm kapıda bekliyorum dedi. Gece otobüsüne bilet buldum. Ben sabah varana kadar yoğun bakıma almışlardı. Bir tanıdık birisi bulundu, yoğun bakıma aldılar beni ertesi gün. Çok kötü göreceğimi sanıyordum, çok iyi gördüm. Neşeli mutlu şakacı, biraz korkmuş. Hemen elini çıkardı çarşafın altından. Elini tuttum. İyiki geldin dedi. Seni çok iyi gördüm dedim. Çok sevdiğimi söyledim onu. Vedalaşmışız bilmiyordum. O kadar iyiydi ki, kesin çıkar sanmıştım. Yine kaybederiz ama oradan çıkar gibi düşünmüştüm. Eeyy dedim dün gece burada herkese helallik vermişsin, bana yok mu diye güldüm. Deli misin kız en çok sana helal olsun bin kere helal olsun dedi. Asıl sen deli misin dalga geçiyorum seninle aşkhum dedim. Fotoğraf çekmek istedim. Hemşire yasak dedi. Elimle kadraj yaptım, ben bu anı hafızama atarım madem gülümse babannem dedim. Sahiden de aklımda. Sonra da çıktım. Sonra da vefat ettiğinde gördüm.
Ben bu hayattaki en yakınlarımı 40 gün arayla ölmüş bir şekilde gördüm. Dedemi kaybetmiştim yıllar oldu. Hiçbişeyine asla gitmedim, cenazesi de dahil. Tam olarak vedalaşmış gibi hissetmedim asla. Bu sefer bu gerçekliği bilmeye ihtiyacım vardı. Her anını yaşadım bu acıların. Kaçmadım. İyi mi ettim kötü mü bilmiyorum. Sadece çok fazlaydı.
Babam babanem gibi gitmedi. Eylül ayında ailece bir ev tutalım tatile gidelim diye planlar yapıyorduk. Eylül ayının 5inde babamın acile kaldırıldığı haberini aldık. Gece yarısı. Yola çıktık. Yol bitmedi. Annem felç geçirdiğini söyledi, yoğun bakıma alındığını söyledi. İstanbul’a varana kadar o yol bitmedi, hepimiz mahvolduk. Beklemiyorduk asla.
Son bir iki ayda birkaç kere fenalaşmış, bir sürü test yaptırmış, birşey tespit edilememişti. Biz de artık panik atak heralde diye düşünüyorduk. Hiç bi zaman affedemicem kendimi bu konuda. Hoş üstelesek de yine de anlık beliren bir tıkanıklığı tespit etmek zor olacaktı belli ki. 15 gün komadaydı. Her gün gittik. Her gün yanındaydık. Verilen ilaçlar, yapılan tahliller. Her gün e nabızına girip değerlerine bakıyordum. Öğlen babamı gördükten sonra doktoruyla görüşüyordum. Uyanırsa napacağız. Daha kötü olursa napmamız gerekecek.
Durumu hep aynı en kötü seviyedeydi. Tek bir gün çok az iyi oldu, neslinin ailece fotoğrafımızı odasına götürdüğü gün. Onun dışında benim bir kere elimi sıktı. Çok heyecanlandım. Her gün neler yaptığımızı anlattım. Aşağıdaki insanları kalabalığı, arayıp soranları. Ama yine de koma seviyesi iyileşmedi. En kötünün en kötüsüydü. Sonra daha da kötü oldu. Organları zorlanmaya başladı. Her gün hastaneye kamp kurduk. Akrabalarımız babamın arkadaşları. Hep gelenler oldu. Doktorlar hep olumsuz konuşuyor ama yaşadığı sürece ümit var diyorlardı. Ben de hep çok kötü olduğunu bilerek ümitli olmaya çalıştım. Babamın yanında hiç ağlamadım. Öleceğini düşünmedim. İyileşeceğini de çok düşünemedim.
Nasıl hissettiğini çok düşündüm. Düşündükçe kahroldum o çaresizliğine. Annem defalarca kere o son bilinçli anlarını, bilincini nasıl kaybettiğini, sonra aniden nasıl kendine geldiğini, anneme doktoruna şakalar yaptığını ve yine fenalaşıp derin uykuya dalmasını anlattı. Ben sadece ne kadar korkmuştur acaba diye düşündüm. Acı çekmediğini biliyorum ve bunun için çok seviniyorum.
Sonra hastaneden aradılar bi sabaha karşı. Müdahale ediyoruz diyip çağırdılar. Koşturarak gittik.
Cenaze günü çok kötüydü. Sabah babamı kaybettik, aradan bir kaç gün geçmiş gibiydi ama geçmemişti. Aynı gün defnettik. Cenaze çok kalabalıktı, çok üzücüydü. Duyan gelmişti.
Çok yüksek helal olsunlar. Elimi hep tutan simge, sürekli peşimde kolumda olan melisa, ardımda maral ve merve. Annem ve kardeşimin yanında başkaları. Babamı son kez görmek için mezarlığa koşturmam. Ardından sürekli dualar. 7 gün boyunca yemekler dualar dualar dualar. Rahman suresi. Tüm insanlara olam nefretim. Yalnız kalma isteğim. 21 Eylülde kaybettik.
Hiç beklenmeyen kayıplara alışılmıyor. Hep bilseydim daha çok görüşürdüm, daha iyi davranırdım, daha çok arardım derken buluyorum kendimi. Babanemi biliyordum, hasta olduğunu bildiğimiz için ısrarla bizlerde kalmasını sağladık. Oysaki babamı en son 1 temmuzda görmüşüm. İki ay boyunca istanbula gitmedim, o da gelmedi. Zaten Eylülde tatilde görüşürüz diyorduk. Olmadı işte. Hep ukte oldu. Çok ani oldu. Keşke böyle olmasaydı.
Babamın gidişinin ardından 40 gün sonra babanemi de babamın yanına defnettik.
0 notes
pikkapikaa · 2 years
Text
Düşünmeyenler.. (ütopyalar güzeldir)
Bazen buraya, bazen bir not defterine veya herhangi boş bir sayfaya yazarken bunların gerçekleştiğini hayal ediyoruz. Onun burayı, yazdıklarımızı okumasını belki bunlarla ilgili hayaller kurmasını istiyoruz. Bu bir mucize elbette. Sonuçta mucize dediğimiz şeylerin önemi gerçekleşmeme ihtimalini hesaba katmamak değil mi?? Mucize, tesadüf, şans bunlara değer veren insanlara karışmayın. Her şeyin olabilirliği tahlil edilemez.. olmayan şeyler olmuş gibi istenirse gerçekleşir gerçekleşmeyecek olsa bile o inanç insanı yaşatır diriltir içi açar ruhu rahatlatır.
Eğer buraları okuyorsan sende dene. Gözünü kapat aklına ilk gelen yerde benim senin yanında olduğumu düşün. Beş dakika olmuş gibi yaşa o anı. Eğer olmuş hali seni mutlu ediyorsa iste. O sana gelecek. Bugün veya yarın.
Şimdi okunması umut edilen ama okunmayan yazılarıma devam edersem.
Ben hala o yerdeyim. Senin bir şeylerden bi haber olduğun yer, senin kendi içini açıp beni öğrenmeye çalıştığın o yer ve senin ben artık oraları çoktan geçtim dediğin o yer. Hepsi aynı. Değişen tek şey yarım yarım sevmelerin ile süslediğim ütopik hayallerim.
Aklımda o kadar kalabalıksın ki ve ben o kalabalığın içinde o kadar yalnızım ki keşke anlasan beni?? Zaten senin beni anlaman, anlayıp ortak paydada buluşman dünyanın en imkansız güzelliği olurdu benim için. belki fark etmiyorsun ama ben yoruldum. Hemde çok. Hemde en yorulmam dediğim yaşta bütün badireleri atlatmış en güçlü olduğumu düşündüğüm anda yoruldum. Hareketlerinden anlamlar çıkarmak, göz bebeklerinde söylemeye cesaret edemediğin cümleleri aramak, bulamamak.. Klasik ve imkansız şeylerin özeti cümleler var ya hep onlar geliyor aklıma böyle anlarda "Keşke başka bir yerde başka koşullarda karşılaşabilseydik. Keşke o zaman 'biz'i özgürce yaşayabilseydik." "Her şey hayalimde ki gibi olsaydı." bıdı bıdı bıdı..
Zaten hayalimde ki gibi ne oldu ki?? Pisliğin içine batmış bir hayattan temiz ama bir ayağı bataklıkta her gün biraz daha batan bir adama doğru ilerliyorum. Hangisi iyi okursan sen kararı verirsin. Belki de gitmek lazım. O başka bir günün konusu tabi. Ama gideceğime o kadar eminim ki. Yalnız başıma bir daha mutsuz huzurlu olacağım şekilde hemde. Neyse o başka bir günün konusu demiştik.
Şimdi bunları yazarken bi yandan da seni bana en çok hatırlatan şarkılarından biri çalıyor arka fonda. VE BEN.. YAŞLI ADAMLAR. Zaten seni hatırlatan dört tane şarkı var, eğer onları dinliyorsam bilki sana tutulmuşum günün o saatinde. Bu şarkının sözleri tam seni anlatıyor mesela. Seni derken bende ki seni anlatıyor. Dümdüz sen yoksun diyor içimde. Sana ait olanı sevdim, senin içine kendinden kattığın bir şeyleri sevdim, sen bana aşıkken suratının aldığı hâli sevdim, kendi kendine çıkardığın kuralları ve bunu yaşayamayışını sevdim diyor şarkı. Yada ben öyle yorumluyorum şarkıda seni bulabilmek için.
Şimdi olurda buraları okursan bir şeyleri anlaman için de yazmıyorum. Çünkü buraları okusan bile benim hissiyatlarımın şiddetini bilmeyeceğin için yazılar sana çok geçmez. Zaten benim de kendimi anlatmak gibi bir görevim yok. "Arif olana bir kez baksan yeter" derdi anneannem. Ben sana çok bakıyorum ve hala gözlerin sanki karşımda gibi. Vücut kıvrımların, boynun, omuz başların.. çok güzelsin. senin bencilliklerin bazen beni görmezden gelişlerin ve benim kabul dahi edemeyeceğim hareketlerini düşünerek sinirlenirken bile bunu demekten kaçmıyorum. Kaçamıyorum değil bak kaçmıyorum. Neyse. İyi ki sen güzelsin iyi ki sen iyisin bu çirkin ve kötü dünyada. Bütün günahlarımın imtihanı sen olmuşsan ne mutlu bana :')
4 notes · View notes
hendelin · 3 years
Text
yeni camii'nin önünden geçerken aklımdan çıkmayan tek bir anı var, yedihilal'in sakarya şubesinde yaptığımız tahlil, çok ince düşündüğüm hediyeler, ağlamamı bi türlü durduramamam, hilal ablamın tamam artık daha sarılmak yok deyip beni kovması -ancak o şekilde eve gelebildim başka türlü ayrılamazdım ordan- ve daha önce hiç tek başıma gitmediğim yolları tek başıma o sarhoşlukla yürümem. dün gibi.
5 notes · View notes
ata-1966 · 4 years
Text
“Musa EROĞLU'nun "Yolun sonu görünüyor " türküsünü dinliyordum. Bu türkünün sözleri öyle anı şanlı şairlere ait değil.. Ordu'nun Fatsa İlçesi'nden Dursun Ali AKINET adlı bir şoföre ait. Bu şoför aynı zamanda "Halil İbrahim" adlı türkünün de söz yazarı.
Dursun Ali'nin 79 yaşındaki annesi hastalanır bir gün. Alır annesini Ankara'daki Hacettepe Hastanesi'ne götürür. Hastaneye yatırılır annesi. Tahliller istenir. Bir süre sonra Dursun Ali tahlil sonuçlarını almak için odadan çıkacakken annesi seslenir: "Nereye Dursun Ali?" *Tahlil sonuçlarını almaya gidiyorum* der Dursun Ali. Annesi oğlunu yanına çağırır, elini tutar ve der ki: "Gerek yok oğlum, yolun sonu görünüyor." Dursun Ali çok kötü olur. "Olur mu anneciğim? Çok iyisin maşallah" der ve odadan çıkar. Sonuçları alır ve odaya döner. Ne yazık ki annesi son nefesini vermiştir.
Dursun Ali annesinin cenazesini alır ve koyulur yola. Fatsa yolunda, cenaze arabasında bu sözleri yazar:
Bana ne yazdan,bahardan
Bana ne borandan,kardan
Aşağıdan,yukarıdan
Yolun sonu görünüyor.
İşte herşey kocaman bir HİÇ...
Ne yaparsak yapalım, hepimiz için yolun sonu görünüyor.
Birgün hepimiz:
Geçtim dünya üzerinden
Ömür bir nefes, derinden
Bak feleğin çemberinden
Yolun sonu görünüyor.
DİYECEĞİZ...
Gencim, güzelim, makam sahibiyim, zenginim....demeye fırsat kalmadan :
Azrail'in gelir kendi
Ne ağa der ne efendi
Sayılı günler tükendi
Yolun sonu görünüyor.
GÖRECEĞİZ...
Dünyadaki herşey bize ölümü hatırlatırken biz dünyaya kazık çakmaya çalışıyoruz ya, şunu hiç aklımıza getirmiyoruz:
Bu dünyanın direği yok
Merhameti,yüreği yok
Kılavuzun gereği yok
Yolun sonu görünüyor.
ALLAHIM! AHİRİMİZİ VE AKIBETİMİZİ HAYIR EYLE..
9 notes · View notes
emrhky · 4 years
Text
Hatıralar
Hatıralarım bu aralar bilet almış bir yolcu gibi..
Uzun zaman önce yaşadığım kareler geliyor gözümün önüne.
Kendimi tahlil ettiğimde, aslında ne kadar yanlış tanıdığımı anlıyorum bu yolculukta. Yeni yerlere alışamam sanırken kendimi, aslında ne kadar çok yer değiştirmişim.. Çocukluğumdan beri onlarca yer değiştirmişim ki, şu anda yer değiştirme fikri geldiğinde buz gibi oluyorum nedensizce.
Araç için yer bulmakta zorlandığım, komşuluk ilişkisinin olmadığı, altta bulunan komşu doğalgaz yakmadığı ve üzerine de çatı katı dahil bir daire olduğumuzdan, ekonomik olarak ısıtamadığımız dairemizden ayrılmak, bir başka yere gitmek, gözümde dağlar kadar yer buluyor ve ben hiç yeni bir yere gitmek ve alışmak zorunda kalmamışım gibi, dağ gibi duruyorum bu düşüncenin karşısında.
İnsanoğlu.. Hakikaten bir acayip mahlukat..
Bu yolculuk nasıl başladı sorusuna cevabım ise, youtube ana sayfasında ikinci bahar ilk bölümü izle diye karşıma çıkan seçeneği tıklamak oldu..
Bir hafta içinde ardı ardına bütün bölümleri izledim. Çocukluğumdan, dahası ailemin ayrılmadan bir arada izlediği son diziydi. Son etkinliklerimizdi belki de. Şimdi düşününce bu diziyi izleyen bir aile olarak, nasıl ayrıldılar diye sormadan da edemedim. Ama cevabımı bulamadım. Son bölümlere yakın Ali Haydar ustanın babasını kaybettiği anı, kameranın babadan ve aileden türkü eşliğinde uzaklaşarak Samatya meydanını seyrettirdiği ekran dün gibi aklımdaymış meğer. İzlerken gözümden damlayan yaşı gizlerken anımsadım bütün bunları.
Yine dizinin bir bölümünde, cezaevinde parmaklıkların bir tarafında Ulaş, diğer tarafında Gülsüm görüşürlerken, çok küçük yaşlarımdayken, babamı ziyarete giden ailemin beni de götürdüğü an geldi aklıma. Parmaklıkların başladığı duvarın çok altındaydı boyum. Çocuktum. Parmaklıklar sırasınca küçücük çocukluğumla arayış içinde dolanırken, babamın adı ve soyadını bağıran birisinin beni bir yere çağırdıklarını ve o adımların sonunda, babamın içerde kibritlerden yapmış olduğu bahçeli, hatta merdivenli evi verdiler kucağıma. Çok müthiş bir heyecandı.
Çok ince bir ustalıkla, kibrit taneleriyle yapılmış mükemmel bir eserdi. Eve götürdüğümde, o evin içinde yaşadığımızı hayal etmeye başlamıştım. Babamın arabayla eve yanaşırken, koşarak merdivenlerden ona ulaşmaya çalışan kendimi, fonda annemin “dikkat et” sesini, çok uzun zaman hayal ettirmişti bu ev. Şimdi, şu an evimin bir köşesinde olmasını çok isterdim ancak, boşanmaların bence en kötü tarafı da budur.
Eşyalar çöpe atılır, fotoğraflar kimde kaldıysa, diğer kişinin bulunduğu yerden kesilir ve eğer bir başkasının yanına taşınmak zorunda kalırsanız da, muhtemelen hepsi kaybolur gider. Bu nedenledir ki, ne kıyafetlerimizden, ne bazı özel eşyalarımızdan hatta çocukluğumdan ve bebekliğimden pek resmim yoktur.
Bu nedenle pek kıymet veririm elimde bulunan özellikle resimlere ve bir anlam yüklediğim eşyalara. İlgilenmesem bile bir köşede olduğunu bilmek her zaman iyi gelir bana..
İşte böyle.. Teknolojinin kucağında dolaşırken, kendimi, şahsi tarihimin kayıp ve eksik sayfalarında buldum.. Anlattıklarım sadece küçük bir kısmı. Korona günlerinde tavsiye edebileceğim, şimdi aranızda bulunmayan ya da bir arada olma ihtimalinizin olmadığı kimselerle izlediğiniz bir diziyi en azından birkaç bölüm izlemek..
İyi gelecektir..
2 notes · View notes
dramatik-buluntular · 6 years
Photo
Tumblr media
“Kayıp Zamanın İzinde ve Marcel Proust”
     Gülcan’ın bana gönderdiği kitapların arasında en çok zamanımı alan, modern romanın başyapıtlarından biri olarak kabul edilen, 1871-1927 yılları arasında yaşayan Marcel Proust’un yedi kitaptan oluşan “Kayıp Zamanın İzinde” adlı iki ciltte toplanmış kitaplarıydı. Proust okumadan gerçek bir okuyucu olamayacağımı düşünmekte haklıymışım. 3133 sayfayı okumak için bir yıl yetmemişti. Hele ki böylesine ciddi bir okuma gerektiren kitaplar için yetmesi mümkün değildi. Çünkü sürekli okuma halinde değildir insan. Bazen okumak için kitabı eline aldığında saatlerce aynı sayfada takılı kalırsın. Kendini veremezsin, bellek o an için okumaya elverişli değildir. Günün en verimli saatlerinde işyerindesin. Akşam saatlerinde de yapman gereken başka şeyler olabiliyor. Bir de araya mutlaka başka kitaplar da girmiştir. İnsan ömrü okumak istediği bütün kitaplar için yeterli değildir. O yüzden günlük koşuşturma cehenneminden koparabildiğimiz kadar zamanımız vardır ancak.
      “Kayıp Zamanın İzinde” hem okuma esnasında hem de okuma sonunda beni derinden etkileyen bir başyapıt. Proust’un çocukluğu, anneannesi ve annesine olan bağlılığı, tutkuları, aşkları, başkalarının aşkları, bütün zaman ve mekânlarıyla, onlarca karakteri en ücra köşelerine kadar ve en ince ayrıntısına kadar betimlerken nasıl olur da hiç bozulmadan, sapmadan, eksiksiz, sanki daha dünmüş gibi anlatabildiğine şaşıyorum. Örneğin aşağı doğru uzanan bir yolda, bir arabayla, uzaklaştıkça küçülen çan kulesini sayfalarca anlatırken sadece çan kulesini anlatmıyor, o esnada güneşin batışını, kendiyle ve annesiyle olan bağını, çocukluk aşkını, korkularını ve yalnızlığın içindeki kusursuz karanlığı da fırlatıyor yüzünüze.
      Marcel Proust bana göre dünyanın en iyi anlatı ustalarından biridir, hatta en iyisi diyebilirim. “Kayıp Zamanın İzinde” yi okumak olağanüstü bir sabır gerektiriyor. Başlarda kitabı anlamak, anlatılanları hayal dünyamızın içine düzenli olarak yerleştirip sergilemek neredeyse imkânsız gibi görünse de okuma süreci boyunca günlük yaşantının bir parçası haline geliyor. Akılda tutulması zor kişi ve mekân isimleri ve o dönemin Fransa’sının burjuva hayatının yaşantısı benim gibi burjuva karşıtı bir okuyucu için ne kadar ilginç olabilir ki? Şu kadar ki; ilginç olan akış halindeki anlatı ırmağının okuyucuya mükemmel manzara parçacıkları sunmasıdır. O manzara parçacıklarında ellerini, yüzünü ve düşüncelerini yıkıyorsun. Sonra gidip kendine kocaman bir ayna bulup bedeninde dolaşan sözcük konvoyunu izliyorsun orada.
      Kitabın daha fazla içine girdikçe favori karakterleriniz oluşuyor ister istemez. O karakterleri siz yönlendiriyorsunuz artık. Swann, Odette, Albertine, Gilberte, Andrée, ,Rosemonde, Giséle, Saint Loup ve daha onlarca diğerleri… Bu yedi kitap boyunca akılda tutulması dikkat gerektiren yüzlerce roman kişisine ilerledikçe alışıyorsunuz ve onları hayatınızın içine alıyorsunuz. Onlarla konuşuyorsunuz. Kitabı okumaya uzun bir süre ara verseniz bile tekrar başladığınızda önceki okumalar belleğinizdeki koltuklarda oturup sizi bekliyor olacaklardır. Bütün bu tespitleri yaparken bu kitapların çeviricisi olan Roza Hakmen’i de ayrıca kutlamak istiyorum. Kusursuz bir iş çıkarmış, hatta bana göre bir çeviri başyapıtıdır bu.
      “Swann’ların Tarafı” adlı ilk kitapla açılıyor ilk cilt. "Swann'ların Tarafı"nda Marcel Proust Charles Swann'ın ağzından konuşuyor. Kendi çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını yerleştirdiği köşeden anlatıcıya cümleler taşıyor.  
      “Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde” adlı ikinci seride belleğin okuyucuyu nasıl dansa kaldırdığını görecek ve derinden hissedeceksiniz. Bu kitapta Proust delikanlılık çağından kesitler sunarken aşkın daha önce hiç rastlamadığınız boyutlarını, içsel yolculukları, ani geri dönüşleri ve kitabın içinde üç vardiya çalışan sözcüklerin ressamının bıraktığı ipuçlarını takip ediyorsunuz. Vardığınız yerlerde bulduğuz eşsiz mekânlar ve el değmemiş manzaralar sosyolojik, mitolojik ve felsefi bellek gösterileri yaparak edebiyata ve okumaya farklı bir bakış açısını koyacaktır önünüze. Bu ikinci kitabı okurken ilk kitabı bir daha gözden geçirme ihtiyacını hissetmeniz kaçınılmazdır.
      Üçüncü kitap “Guermantes Tarafı” serinin en uzun kitabıdır. Casuslukla suçlanan ve idamla yargılanan Alfred Dreyfus’un, Dreyfus Olayı’nın etraflıca tartışıldığı ve bu olay üzerinden ön plana çıkan Yahudi düşmanlığının irdelenmesinin kitapta geniş yer bulması Proust’un dönemin siyasi olaylarına olan duyarlılığı ve ilgisi açısından önemlidir.  Sonraki bölümler yine burjuva ve aristokrat kesimlerinin yaşantılarının anlatıldığı kesitler ve diyaloglarla ilerliyor. Proust’un sanat ve yazarlar hakkındaki düşünceleri, yaşam, ölüm ve karışık iç dünyasının içindeki yolculuklar ile ilgili detaylar su gibi akıp gitmektedir. Proust bu yolculukları yaparken siz de onunla beraber o yolculuğun bir parçası oluyorsunuz.
     Lanetli ve günahkâr iki kent olan ve dördüncü kitaba ismini veren “Sodom ve Gomorra” da dönemin Fransa’sında sosyete davetleri, aristokrat kesimindeki eşcinsel ilişkiler, Albertine’e olan tutkulu aşkı, gelgitleri, duygu patlamaları, ölüm ve yine anıların, geri dönüşlerin bolca sergilendiği bölümler yer almaktadır. Sürekli üzerine gelen bir geçmiş ve şimdiki zamanın karşılıklı oynadığı satranç ve zihnin şölensel acıları bu seride de devam ediyor.
      Beşinci kitap olan “Mahpus” u okurken yalnız değilsin, diğer dört kitapla beraber aynı trende seyahat halindesin. Eski kentlere ve en çok da Balbec’e uğruyorsun ve oralarda insanların giydiği gömleğe, içtiği içkiye, yediği yemeğe ve hatta bir garsonun gülüşündeki anlam arayışına kadar sessizde olan bilgiler ayaklanıp Proust’un anlatı masasına geliyor. Bu kitapta her ne kadar Albertine’e âşık olmadığını söylese de bana göre hem aşkın hem tutkunun ve hem de kıskançlığın zirvesinde olan anlatıcı Albertine’i eve hapsediyor ve onun hapsinde kendi içsel esaretini yaşıyor. Onunla geçirdiği her anı şiirselliğin en üst katına taşıyor. Bu en üst katta zaman zaman önüne geçemediği kıskançlığın ve dolayısıyla öfkenin en büyük nedeni Albertine’in başka kızlara ilgi duyduğunu düşünmesidir.
      "'Mademoiselle Albertine gitti!' Istırap, insan psikolojisine, psikoloji biliminden çok daha derinlemesine nüfuz eder. Daha bir dakika önce, hislerini tahlil ederken, Albertine'le son bir kez görüşmeden, bu şekilde ayrılmanın, en çok istediğim şey olduğuna kanaat getirmiş, Albertine'in bana verdiği hazların vasatlığıyla beni mahrum ettiği hazların bolluğunu karşılaştırıp kendimi çok zeki bulmuş, onu artık görmek istemediğim, sevmediğim sonucuna varmıştım. Oysa, 'Mademoiselle Albertine gitti' sözleri, kalbime öyle bir acı saplamıştı ki, bu acıya pek uzun süre dayanamayacağımı hissediyordum. Benim nazarımda bir hiç olduğunu zannettiğim şey, demek ki aslında bütün hayatım, her şeyimdi." girişiyle başlıyor altıncı kitap “Albertine Kayıp” yani tam da Mahpus'un bittiği yerden başlıyor. ‘Mademoiselle Albertine gitti!’ Hizmetçi Françoise'ın bu sözlerinin yankısı romana damlayan dev bir dalga şeklinde geniş bir alana yayılıyor. Anlatıcı olan kişiyi (Proust’u) terk eden Albertine dönmüyor ve öldüğü haberi –gerçek olup olmadığını öğrenemediği- ulaşıyor kendisine. Yine bu kitapta da müthiş betimlemeler, kişiler, kentler, oteller ve ilişkiler dilin bütün kıvraklığıyla sayfalar boyunca karşımıza çıkıyor.
      Serinin yedinci ve son kitabı “Yakalanan Zaman” yaşlanmış Proust’un kendini tamamen eserine vermek isteği ve bunun için verdiği mücadeleyi anlatıyor. Kronik astım hastası olan Proust için bu hiç de kolay değildir. Zamanda yolculuğun son halkası olan “Yakalanan Zaman” Proust’un hayatına değip geçen kentlere, kişilere, zamanlara ve aşklara anıtsal bir veda performansıdır.
      Bu yedi roman boyunca adları geçen şehirlere öyle bağlanıyorsunuz ki oraları görme isteği duyuyorsunuz. İlk tanıştığımız yer olan Combray, Proust’un ailesiyle beraber yazlarının büyük bir bölümünü geçirdiği halasının yaşadığı köyün ismi. Auteuil, Balbec, Paris, Venedik’te ve daha birçok yerde ve mekânda şiirsel izler ve ipuçları bırakıyor Proust.
      Sayfaları tanrı tarafından çevrilen bir kitap olduğu söylenen Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde” sini okuyup bitirdikten sonra sırtımdan tonlarca yükün atıldığını hissetmekle beraber, edebiyata ve özellikle anlatı sanatına bakışım kökünden değişti. Ayrıntıların ne kadar önemli ve o ayrıntıları öykünün içine serpiştirmenin ne kadar güç bir iş olduğunu anlamış bulunuyorum. Peki ya bizim hayatımız kaç sayfa eder? Bizim anılarımız, bizim insanlarımız, bizim şehirlerimiz, bizim sözcüklerimiz. Yanımızdan geçen, dokunan, gülümseyen, ağlatan, acı bırakan ve acı verdiklerimiz; toplasak kaç büyülü yalnızlık eder?
26 notes · View notes
yakazakalb · 10 months
Text
Tumblr media Tumblr media
Bugün parkta yürürken küçük yakışıklı bi delikanlı dönüp dönüp bana bakıp güldü. Sonra yanındaki arkadaşına birşeyler söyledi. Farkettim ki Filistin puşisi takmış olmama sevinmiş arkadaşına söylüyor. Çünkü onda da Filistin şalı vardı. Sonra bana bakıp yine güldü.Ben de ona güldüm. Evet evet koca parkta bi ikimiz Filistin şalı takmıştık. Sevinmesi çok da doğaldı.
39 notes · View notes
Text
Kelimelerin, sihri ve hayatını değiştirebilecek gücü vardır!
youtube
Hiç düşündünüz mü? Kınadığınız, kızdığınız durumların içerisinde debelenirken kaç kere kendinizi buduğunuzu? “Dilinin beterini yaşamak” ya da “Kınadığını yaşamadan ölmemek” belki  de “Kendini gerçekleştiren kehanet” kelimeleri sizce, içi boş kelime öbeklerinden ibaret mi? 
Bana soracak olursanız, her biri tecrübeyle sabit uyaranlar! Kelimelerin, sözcüklerin hayatınızı değiştirebilecek güçte olduğunu fısıldıyorlar bize... Bu alt metni okumak ya da görmezden gelmek! İşte, tüm mesele bu... Şimdi sizler, öfkeyle ve kendinizce geçerli haklı sebeplerinizin arkasında sığınarak, bol keseden nefret söylemlerinde, kınama eylemlerinde bulunuyorsunuz ya o an içimden çığlık çığlığa bağırıyorum size “ Yapma! Bak, sen bunu yaşarken, ben bu anı ve nefretini hatırlamak istemiyorum. Gözümde küçülme, devleş istiyorum!” diye! Biliyorum, duymuyorsunuz. Çünkü, dile dökmüyorum. Zira; gönül gözünüzü öfkeyle kapadığınızın farkındayım. Sade ve sadece üzülüyor ve dua ediyorum. “Ben yanılan olayım da o dilinin beterini yaşamasın” diye ama cılız bir umut bu! 
İlahi adalet ya da karma adını ne olarak adlandırırsınız o size kalmış! Ama ben, dilinizden dökülen her sözcüğün, esiri olacağınıza çok inanıyorum. Çok deneyimledim zira, asla yapmam dediklerimi yaparken, ya da “Benim işim olmaz” diyenlerin o sözleri tek lokmada yuttuklarını... 
“Büyük lokma ye, büyük konuşma!” neden var sizce? Zira, kelimelerin gücü var ve hazmı zor! Silinmiyor, hafızalardan! Beynin sana yardımcı olacaktır, bunu göz ardı etmen için ama karşındakiler o ağzından dökülen sözleri unutmayacaklar! Sen, bir gün o “Kınadığın Kayık”la gezinirken, bugünkü öfkeli sözlerinle tam karşılarında küçülüyor olacaksın! Yapma!
Kelimelerin gücüne inan! Dilini ve yüreğini olumsuz yargılardan, kelimelerden temizle! Yüreğinin derinlerinde ne varsa, dilin kıyısına o vurur derler ya; o hesap, yüreğinde sadece güzellikleri sakla!  Dilinin beterini değil, temkinli tutumunla güzellikleri çek hayatına... Şunu unutma, hayat bu ve sen de bir beşersin, şaşmak, yanılmak doğanda var! Herkesin doğasında olduğu gibi... Normal karşılamayı öğren. Sırf, konuşmuş olmak için konuşmamalısın! Bugün söylediklerinle, gelecekteki seni utandırabilirsin, unutma!
Geçmişindeki olumsuz etiketlerini tahlil et ve geçmişle hesaplaşmanı tamamla! Yoksa, hayat seni defalarca buradan sınayacak. Anlayamazsan sınavın niteliğini, geçemeyeceksin! Yeni yaraların olacak, dizlerin neyse de yüreğin daha fazla kanayacak. Boğulmadan kurtulmanın bir yolu var! Lütfen gör bunu! Ben, sen üzülürsen üzülürüm sen beni satır arası tehdit ederken bile... Zira, bilirim dilinle inşa ettiğin cehennemin yakın! Lütfen, kendini kendinden kendin için koru, kendine rağmen yap bunu! 
Hayatına ve kelimelerine sevgiden başkasını almaman ve kelimelerin sihrini lehine kullanman dileğimle... Umarım, bunu kendin için başarabilirsin!
2 notes · View notes
cointahmin · 11 months
Text
Sürekli gelişen kripto para ve Blockchain teknolojisi dünyasında, son vakitlerde fungible token’lar (NFT’ler), merkezi olmayan cüzdanlar ve stablecoin’ler dünyasını etkileyen birkaç heyecan verici gelişme yaşandı. İşte kimi değerli altcoin entegrasyon haberleri…Magic Eden ve Solana, en son teşebbüsünü açıkladıÖnde gelen bir nonfungible token (NFT) pazarı olan Magic Eden, en son teşebbüsünü açıkladı: Solana’nın sıkıştırılmış NFT’leri (cNFT’ler) için takviye. Bu cNFT’ler, dijital koleksiyonlara sahip olmak için uygun maliyetli ve ölçeklenebilir bir alternatif sunmak üzere tasarlanmıştır. Klâsik Solana NFT’lerinin tersine, cNFT’ler datalarını sıkıştırılmış bir formatta zincir dışında depolar. Bu yaklaşım, basımla ilgili fiyatları değerli ölçüde azaltarak NFT’lerin daha büyük ölçülerde üretilmesini mümkün kılmaktadır. Magic Eden, bu yeniliğin oyun, müzik, etkinlikler ve metaverse dahil olmak üzere çeşitli dallarda seri üretilen koleksiyonlar için kapılar açacağına inanıyor.Magic Eden’a nazaran cNFT’lerin en değerli avantajlarından biri, daha geniş bir içerik oluşturucu ve koleksiyoncu kitlesini çekme potansiyelidir. Daha düşük üretim maliyetleri, içerik oluşturucuların değerli bir finansal risk almadan daha geniş kitlelere ulaşabileceği manasına geliyor. Bu atılım, NFT’nin benimsenmesini teşvik etmede ve dijital varlıkların toplanmasıyla ilgili finansal mahzurları azaltmada oyunun kurallarını değiştirebilir.MetaMask, Tezos’u destekliyorTriliTech ve ConsenSys, ortak bir uğraşla MetaMask cüzdanıyla uyumlu bir MetaMask eklentisi olan Tezos Snap’i tanıttı. Snap, yeni Blockchain ekosistemlerinde cüzdan entegrasyonunu ve fonksiyonelliğini geliştirmek için tasarlanmıştır. Bilhassa, MetaMask daha evvel dayanağını Cosmos, Solana ve Starknet üzere Ethereum Sanal Makinesi (EVM) olmayan zincirlere genişletmesini sağlayan bir özellik olan Snaps’i duyurmuştu. Bir yazılım modülü olan Snaps, MetaMask ile problemsiz bir halde entegre olarak cüzdanın çeşitli Blockchain ağlarında aktif bir formda çalışmasını sağlıyor. Bu gelişme, seçtikleri Blockchain ne olursa olsun kripto para kullanıcıları için birlikte çalışabilirlik ve kullanım kolaylığına yönelik artan gereksinimin altını çiziyor.ANZ, altcoin Chainlink ile ilgileniyorAvustralya ve Yeni Zelanda Bankacılık Kümesi (ANZ), banka tarafından çıkarılan bir stablecoin olan A$DC’yi piyasaya sürme seyahatinde kıymetli adımlar atıyor. ANZ kısa müddet evvel Chainlink’in Çapraz Zincir Birlikte Çalışabilirlik Protokolü (CCIP) üzerinde başarılı bir test süreci gerçekleştirerek değerli bir kilometre taşına ulaştı ve kurum için çok değerli bir anı işaret etti. ANZ’nin bankacılık hizmetleri portföyünün önderi Nigel Dobson, bu muvaffakiyetin ehemmiyetini vurgulayarak banka için ileriye hakikat atılmış kıymetli bir adım olduğunu belirtti. Test süreci, A$DC ve ANZ tarafından ihraç edilen Yeni Zelanda doları cinsinden bir stablecoin kullanılarak tokenize edilmiş bir varlığın satın alınmasını simüle etti.ANZ, “test et ve öğren” yaklaşımının bir modülü olarak çeşitli Blockchain ağlarını faal olarak araştırıyor. Bu deneyler, merkezi olmayan ağlarda Avustralya doları stablecoin’i için en tesirli uygulamaları belirlemeyi amaçlamaktadır. İdare altındaki toplam varlıkları 1 trilyon doların üzerinde olan ANZ, inançlı zincirler ortası stablecoin süreçleri için CCIP’nin potansiyelini sergileyerek Chainlink ve CCIP’nin bankalar ortası süreçler için standart tahliller olarak pozisyonunu güçlendiriyor. Dobson, ANZ’nin bankacılık dalını tekrar şekillendirmeye hazır bir gelişme olan Avustralya doları üzere gerçek dünya varlıklarının tokenize edilmesinin kıymetine olan inancını vurguladı.
0 notes
hasanakbal19 · 2 years
Text
Bir Şiir ” İnşallah Bu Da Geçer” Gülümsememle Tahlil Ve Analiz.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/iman-ile-bilinir/618978.html
Bir Şiir ” İnşallah Bu Da Geçer” Gülümsememle Tahlil Ve Analiz GİRİŞ Bugün klavyenin başına çok sevdiğim şair kardeşim Nuri kardeşimin bu şiir ile geçtim. Hani bazen oturuşunda şiir yazmak istersin yazamaz kalırsın, işte onu yazarken bayağı güzel şiir olmuş ve sızlanması boşa gitmiş enfes bir şiir olmuş. Şair bu ya her anı değerlendirir Rabbim yardımıyla şiir düşünürken yazmayı, şiir yazılmış…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
kunyekultursanat · 2 years
Text
Bir Şiir ” İnşallah Bu Da Geçer” Gülümsememle Tahlil Ve Analiz.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/iman-ile-bilinir/618978.html
Bir Şiir ” İnşallah Bu Da Geçer” Gülümsememle Tahlil Ve Analiz GİRİŞ Bugün klavyenin başına çok sevdiğim şair kardeşim Nuri kardeşimin bu şiir ile geçtim. Hani bazen oturuşunda şiir yazmak istersin yazamaz kalırsın, işte onu yazarken bayağı güzel şiir olmuş ve sızlanması boşa gitmiş enfes bir şiir olmuş. Şair bu ya her anı değerlendirir Rabbim yardımıyla şiir düşünürken yazmayı, şiir yazılmış…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
kukagunluk · 6 years
Photo
Tumblr media
Şeyda, Göz aydınlığım! Yakınlarına bir hadise bırakacağım birkaç tahlil yaparak. Allah haddimizi aşmaktan muhafaza eylesin. Şeyda! Herkes için adalet diye bir slogan vardı kime aitti hatırlamıyorum. Adaletin kıymetini yalnız kendi canımız yanınca anlıyoruz acı! Diğer adaletsizliklerin adalet ile uyuşmadığını bilecek bilgiye, kültüre sahip değiliz acı! Şeyda! Sen de şahidi olacak mısın bilemem. Bir pediatri doktorunun başında parçalarına ayrılan bir taş var gündemde. Haberin sıhhatini bilmiyorum. Zalim kim mazlum kim bilmiyorum ve tanımıyorum. Bildiğim birkaç şey var onu deyip gitmek için geldim. Şeyda! Pediatri doktorları dünyanın en güler güzlü doktorlarıdır. Bir çocuğun hali ile hemhal oluyorlar. Ortalama olarak ne kadar ciddi kalabilirler ki? Allah daha da güzel etsin hepsini ve beni de bu konuda mahcub etmesin. Şeyda! Doktora şiddet uygulamak; sağlık sorunlarını çözen bir araç değildir. Tedavi modaliteleri arasında acıya maruz kalacak kimseler için anestezik madde geliştirerek çözüm bulmuş kimseleri temsil eden bir meslek grubuna acı vermek izaha sığan bir eylem olmayacaktır. Adaleti tesis etmek, bir yanlışı düzeltmek dengeli bir fikri bütünlüğü sağlamamış kişilerin yapabileceği kadar basit ve önemsiz değildir. Akli dengemizi yitirdiğimiz anlarda hayati kararlar vermememiz hayatımızın devamlılığı için önem arz eder. Akli denge kayıpları anlık da olabilen durumlardır. Derin üzüntü halleri, kazalar, travmalar, kayıplar örnek verilebilir. Şeyda, Herkesle paylaşılabilir bir şey değildir acılar. Her acının ilacı farklı kimselerdir. Muhatabını bulmak gerekir. Ulu orta feryad-ı figan eylemek tasvip edilen bir davranış değildir. Şeyda, En yakınlarını uyar demesindeki bir sırra daha vakıf oldum. Seni en yakın onlar biliyor çünkü. Sesinin titremesini, yüzünün düşmesini onlar tanıyor. Seni yanlışından düzeltmek için doğru anı bekliyorlar itirazları olduğunda. Usulünce, kıvamında, ayarında bir doz ile yaklaşıyorlar sana. Şeyda, Akabinde gelen bütün ayetleri bu niyet ile okudum. Canım yandı haberin resimlerini görünce. İçimin yangısını paylaştım, bana ama onlar da hak ediyorlar diyen olmadı, o kadar maaş alıyorsunuz heh diyen de. Derdim ile dertlendiler. Yanımda olan kimseler olduklarını hissettirdiler. Yalnız değildim Şeyda. Haklı olduğumda yanımda olanlara merhamet etmem gerek Şeyda. Bana karşı gelenlerden kendimi uzak bilmem gerek. En sonunda Merhametin sahibine iltica etmem gerek. Allah muhafaza buyursun. Rızası için yaşayan kimselerden eylesin. Zulmün her türlüsünden muhafaza buyursun. Bizi zalim etmesin. Amin.
3 notes · View notes
sarlao · 4 years
Text
biri emmim biri dayım hepsinden aldım payım
annem sıkça söyler bunu. ilk duyduğumda çok gülmüştüm ama sevdim. eskiler kadar mükemmel ifadeler yok ne yazık ki. az tutkuyla iki cümle kurabiliyoruz yalnızca. şimdi her şeyi malzemesi eksik kurabiyeye benzetiyorum. unu bol, bağlayıcı; şekeri yağı az geri kalanı varsa şansa...
kim derdi bir gün güneş yalnızca burada batacak...
çağın değişimiyle her şeyin değiştiği gibi, insanın kendisine olan, kendi özüne olan bakış açısı da değişiyor. aslında unutulan hatırlanıyor, ortada mucizevi bir şey yok. kendimizle bu kadar uğraşmalı mıyız, pek emin değilim. başkalarıyla uğraşmaktan iyidir sanıyorum. sahi en son ne zaman yazıyordum hatırlamıyorum. yazmamak da benim kaçma halim. içime yazıyorum, içime konuşuyorum, içime susuyorum. bugünlerde bunun kıymetini anladım. unutulan hatırlanıyor. insanlar kıymet verip paylaştığın hikayeleri gün gelip sana karşı nasıl kullanabiliyor? hangi kutuda ne amaçla saklanıyor paylaştığın iyi-kötü hikayeler? büyük bir çaba göstermeli diye düşünüyorum. bir sandığa kilitlenip, vaktini belirleyince sandıktan anı çıkarıp insanın yüzüne vurmak neyin nesi? bu çağın hastalıklarından biri de klişeleşmiş psikolojik tahliller sanırım. zaten herkes her şeyin manasını biliyor ve farkında, öyle değil mi? sağır kalamıyor, kör kalamıyor ki hiçbir insan; bilmemenin imkanı kalmadı. gönlünü verdiğin insan, hem de kör olup, arkana yaslanıp verdiğin insan yapınca bunu, söyleyecek tek bir şey kalıyor: biri emmim biri dayım, hepsinden aldım payım.
ben değerliyim ve değerimi belirleyecek hiçbir şey bu cismani alemde değil.
0 notes
muhalefetlideri · 7 years
Text
bu bir filmleri aratmayan upuzun bir onkoloji anı yazısıdır!
beni tanıyan çoğu kişinin yaklaşık 2.5 sene önce annemin bir kanser savaşı verdiğini bilir. atlattı, çok şükür, 3 ayda 1 kere ankara onkoloji'de kontrollere gider, gelir, o kadar. işte o kontrollerden sonuncusu geçen perşembe günüydü. benim de salı ve perşembe günleri 10'ar dakikalık aralarla 8 saat ders ile okuldaki en yoğun günüm. annemle arada konuştuk işte sonuçları, "kanı biraz geç verdiğim için çıkmadı, yarına kaldı işim, akşam da arkadaşım bilmemkim'de kalıcam, haberin olsun" dedi. ben de tamam dedim, ne diyeyim, koca kadın. benim de dersler bitti, odaya geldim, yemek yap/ye, maç izle, yorumları izle falan derken saat oldu 12 neredeyse. tam yatacağım, dedim "annemin şu sonuçlarına bir bakayım. (burada bir parantez açmalıyım, annem bazen ben üzülüyorum, derslerim çok etkileniyor diye bazı yaşadığı hastalıkları söylemez. mesela ben istanbul'dayken annem bir kez daha sağ memeden parça aldırmış ve ben bunu neredeyse 6 ay sonra öğrenmiştim. bunun için kimlik numarasıyla kontrol zamanlarında hastane laboratuvarını kontrol ederim. ) neyse işte, sonuçlara bir baktım ki ne göreyim; tüm sonuçları yerlerde. yani o kadar yerlerde ki, kemoterapi alırken bile bu kadar kötü değildi. erkek arkadaşımı arıyorum, beni sakinleştiremiyor, "sabahı bekle" diyor. hayır doktor da değilim ki yorumlayayım, tek bildiğim sonuçlar çok kötü. sonra son çare gittim sözlükte uyanık doktor arıyorum. allahtan biri yazdı, (çok teşekkürler 'söylesem tesiri yok sussam gönül razı değil' ) gönderdim sonuçları. dedi "bu sonuçlar çok kötü, hemen tedaviye başlamalı." dünyam başıma yıkıldı. sakinleşemeyen ben kafayı iyice sıyırdım. komşumuzu arıyorum, açmıyor. aha dedim, gerçekten bir şey var ve bana söylemiyorlar. sonra annemin 35 senelik arkadaşını aradım, canım ablam o da ben bilmiyorum sonuçları diye önce bir şey söylemedi, sonra benim bildiğimi anlayınca o da döküldü bir bir. ay durum gerçekten çok ciddi ve annem yalniz! saat gece 1 ve ben beni hiçbir zaman yalnız bırakmayan ilkokul arkadaşlarımı aradım, dedim "benim acil ankara'ya gitmem lazım, bu saatte taksicilere güvenemem, n'olur beni gelin alın, otogara bırakın." sağ olsunlar okulum dağın başında olmasına rağmen karşıdan beni aldılar, sakinleştirmeye çalıştılar ve otogara bıraktılar. ve ben 2 otobüsüyle ankara'ya yol aldım. istanbul ankara arasının bu kadar uzun olduğunu hiç bilmiyordum, ay yol bitmiyor. ben salya sümük ağlıyorum, muavin tip tip bakıyor, arkamdaki çocuk sürekli ağlıyor, benim selpağım bitiyor falan felaket bir durumdayım. uyku zaten yok, canım sevgilim de ertesi gün işe gidecek 4'e kadar beni sakinleştirmeye çalışıyor. o uyudu, bu sefer canımın diğer yarısı 'hayvangibiarı' yı uyandırdım, konuştum, azıcık sakinleştim falan ama bu durum öyle bir durum ki, lösemi şüphesiyle karşı karşıya olan annemin uzağındayım, uzun zamandır da yanında olamadım, böyle bir vicdan azapları, pişmanlıklar, kızgınlıklar falan, kabir azabını bu yolculukta yaşadım resmen. sürekli planlar yapıyorum: okulu bırakırım, tüh arabamı da sattım, neyse 6 aylık falan araba kiralarım, olmadı hastaneye yakın diye şuraya taşınırız, tedavi şöyle olur, böyle biter falan... anlatamam yazıyorum da yazıyorum kafamda. neyse, ben ankara'ya indim. indiğimde de annemi aradım hemen. dedim "günaydın sultanım n'apıyorsun?" saat de sabah 7. kadın anam da bana belli etmeyecek ya durumu, dedi "yeni kalktım hazırlanıp hastaneye gidicem kızım, sen napıyorsun?" ne hazırlanması ayol annemin 7:30'da hastanede randevusu var. dedim "anne ben ankara'dayım hastaneye geliyorum, orada görüşürüz." aa nasıl olur, sen nereden biliyorsun falan filan derken ben hastanedeyim. normalde annemin kontrolleri onkolojide oluyor, ama sonuçlar kötü çıkınca hematolojiye yönlendirmişler. kanlarını vermiş bekliyoruz, ay burada da zaman geçmiyor. derken bir bakayım dedim şu sonuçlara çıkmış mı. bir baktım ki ne göreyim, sonuçların hepsi normal. haydaaa! bu nasıl oluyor anlamadım gitti. annem oturuyorken bir ara çaktırmadan doktorun yanına gidip 2 sonuç arasındaki farkı sordum. bana, yüzüme bile bakmadan "olabiliyor bazen farklar, sıranız gelsin inceleriz" dedi, kovdu. sıramız geldiğinde de eski sonuçlara bakıp, "sizin kan almanız lazım, aldınız mı kan acilde?" dedi. ben de farklılıkları söyleyince "1-2 puan tamam da bunlar çok farklı" dedi. yayma kan sonucunu inceleyip, "ben bir sıkıntı görmüyorum ama yeniden kan alıp baktıralım." dedi. aldık, verdik derken annemim kan değerleri normal ve hiçbir şüphe taşımadığını öğrendik. sonuç laboratuvarda yaşanan bir sorundan dolayı böyleymiş sanırım ve yanlışmış. şimdi koskoca onkoloji hastanesinde sonuçların yanlış çıkmasına mı sinirleneyim yoksa annemin sağlıklı olmasına mı sevineyim bilemedim. ama 5 karış suratla girdiğimiz odadan gülerek çıktık, bunu biliyoruz. ama durun, daha bitmedi. önümüzdeki kontrol tarihi için onkoloji doktoruna gittik. kadın annemi görünce "sen neredesin, dünden beri sana ulaşmaya çalışıyorum, senin için hastaneyi birbirine katıp oda ayarladım ben, çocuğu anneme bıraktırttım, sana telefonla ulaşamadım, yakınına ulaşamadım. yatış işlemlerini yaptın mı, kan aldın mı, ne yaptın sen?" diye hararetle sordu. perşembe günü annemin işleri uzun olunca nedense yatış işlemi yapmamışlar, annem de geri dönmüş nasılsa yarın yeniden geliceğim diye. biz de doktora yaşanan yanlışlığı anlattık ve hep beraber derin bir nefes aldık. ben perşembe günü dersteyken beni bir özel numara aramıştı. hem dersteydim diye açamadım, hem de zaten özel numaraları açmıyorum. işte meğerse o özel numara bu doktormuş! eğer ben telefonu açsaydım annemin bu yanlış tahlil sonuçlarından erken haberim olacak ve ortalığı birbirine katıp annemi bir şekilde o hastaneye geri göndererek, annemi yanlış teşhis konan bir hastalığın tedavisinin başına sürükleyecektim. yani demem o ki; ne olursa olsun sonuçlarınızı mutlaka ikinci bir doktora da gösterin ve hayatınızdaki insanları sevdiğinizi anlamak ya da hayatınızın ne kadar değerli olduğunun farkına varmak için böyle filmleri aratmayan bir saçma sapanlığın yaşanmasını beklemeyin. ütopyaları bilmem ama bu yaşadığımız hayat güzeldir!
1 note · View note