#şiirimizde
Explore tagged Tumblr posts
Text
BU SONBAHAR VURGUNU
Merhabalar ... Bu şiirimizde enfes bir sonbahar yemeği hazırlıyacagız sizinle..yapılması kolay ve herkesin evinde yapabileceği bir sonbahar yemeği..tarifimize geçmeden önce malzemelerimizi sayacağız...
MALZEMELER: 1-bir adet ikmale kalmış mapus çığlığı
2-1 kilo eylül işkencesinde akan elektrik
3-1 kilo travmatik anıların çürüyen eti
4-250 gram terkedilmiş sevgilinin acıları
5-250 gram sonbahar faytonundaki şakırtı
6-bir tutam eskimiş şehvet
7-5 adet taze kuş cıvıltısı
8-yaprağını düşüren ağacın sancısı
MARİNE MALZEMESİ:
1-devletten sağılan zehir
2-sonbahar sağnakları
3-tüm mazlumların gözyaşı
TARİFİ ŞU ŞEKİLDEDİR:
1-Eylülden ikmale kalmış hapis ızdırabını alıyoruz.. onu ortasından bıçakla yarıyoruz..
Yardığımız alanın içine” işkencede akan elektriği” akıtıyoruz..iyice karıştırın idam şafaklarında..
renksiz kabusların etini kemiğinden ayırın ve ayırdığınız eti ; travmatik anıların çürük etiyle makinada çekip karıştırın.1. maddedeki karışımı ete boca edıyoruz..eylül boyunca saklıyoruz sıcakta ... kurtlanmış eti göğsünden öc alırcasına yarıyoruz
3- karışmış eti despot devletten sağılan zehir, MAZLUMLARIN GÖZYAŞI VE SONBAHAR SAĞNAKLARIYLA marine edin
4-terkedilmiş sevgilinin acılarını anılar kabında köpürtün..köpürttüğünüz karışımı
Sonbahar Faytonundaki şakırtıyla karıştırın....eskimiş öpüşlerden damıttığımız bir tutam şehveti rendeleyin içine..
5-”kuş cıvıltılarını “ terkediş kabında julyen doğrayın ..doğradığınız cıvıltıları,
2. maddedeki malzemeyle karıştırın. karışımı da aylar boyunca bekletin
1.. Maddedeki karışımı 2. maddedeki yarılmış ete boşaltın.iyice sıvayın üstüne spatulayla...
7-”yaprağından soyunan ağacın sancısını “ sararmış mevsimin ateşinde kızartın
İyice kızarttığınız malzemeyi “ıssız parkların sessizliğiyle “ sıvayın. bu karışımı da 2. maddedeki gövdenin içine doldurun..
8-Doldurdugunuz gövdeyi kırılmış yürek ipliğiyle iyice dikin...işlemi yaptıktan sonra
Takvimin borcamına alın gövdeyi ...borcamı zamanın fırınında doksan derecede kızarıncaya kadar pişirin..işte nefis bir sonbahar hazır durumda...diğer mevsimlerin üzgünlüğünü serpin sonbahar yemeğinin üstüne ..sıcak sıcak servis edıyoruz afiyet olsun
youtube
#black art#birds#black history#baby animals#black love#love poem#black tumblr#books#cats#black literature#küçük iskender#ismet özel#beat kuşağı#Youtube#şiirsokakta#şiirheryerde#şiir#tumblr şiir#edebiyat#şiirler
4 notes
·
View notes
Text
Sezai Karakoç Diriliş Şiiri
Sezai Karakoç’un ‘Diriliş’ Şiiri: Derin Bir Analiz Sezai Karakoç, Türk edebiyatının önemli şairlerinden biri olarak, çağdaş şiirimizde kendine özgü bir yer edinmiştir. Özellikle “Diriliş” şiiri, onun edebi kimliğini ve felsefi duruşunu yansıtan önemli bir eserdir. Bu yazıda, ‘Diriliş’ şiirinin temalarını, dilini, yapısını ve edebi etkilerini derinlemesine inceleyeceğiz. 1. ‘Diriliş’ Şiirinin…
0 notes
Text
Melih Cevdet Anday / Ozan dilini aştıkça dilini, kişiliğini aştıkça kişiliğini bulur
Yıl 1962, Melih Cevdet 47 yaşında. Anket sorularını çağrıştıran bir mülakatta şiir yaklaşımını anlatıyor, dönemin yeni şairlerinden umutlu olduğunu belirtiyor, o güne kadar takma isimle 14 roman yazdığı halde roman sanatı üstüne derinlemesine düşünmediğini söylüyor.
Bir şiiri okuyup bitirdikten sonra ne kalır elimizde?
- Elimizde bir şey kalmaz. Kimi zaman bir şiirin tümü ya da birkaç dizesi belleğimizde kalır. Ama çoğun, bunlardan daha baskın olanı, bir şiirin belleğimizde bıraktığı anıdır. Bunu bir renk anısına, bir davranış anısına benzetebiliriz. Neyin rengi, nasıl bir davranıştı unutsak da, onun yeri kalmıştır düşüncemizde, duygumuzda. Benzeri olmayan bir yer... Sonra bir gün o yer, hangi nedendense, bize kendini duyuruverir.
Her ozanın kendine özgü bir dili olması gerekli midir?
- Ozan, kendine özgü bir dil aramaz, aramamalıdır. Ozanın dili, kişiliği demektir. Kişilik nasıl aranmakla bulunmazsa, şiir dili de özenerek yaratılamaz. Aykırı görünecek ama ozan, dilini aştıkça dilini bulur, kişiliğini aştıkça kişiliğini bulur. Bunların ötesine geçebilmektir gerçek başarı. Kimi ozan için de özel bir dil gerekmez.
Çeviride şiiri yerlileştirmeye kalkışılmamalı
Ülkemizde şiiri başarı ile çeviren birkaç ozandan biri olarak bize şiiri iyi çevirmenin nelerle sağlanabileceğini söyler misiniz? Başka dillere çevrilen şiirlerinizden bir şikâyetiniz var mı?
- Birkaç şiir çevirdim. Bunların içinde başarılı sayılanlar varsa, bundan benim bu işi gereğince bildiğim anlamı çıkarılmamalıdır. Birkaç şiirle iyi bir ozan olunamayacağı gibi, birkaç çeviri ile de iyi bir şiir çevirmeni olunamaz. Şiir çevirme, sürekli bir çaba isteyen bir sanattır. Bu sanatın gerektirdiği yetenek ve yetkiler, belki de bir ozan olmak için gerekenden daha önemlidir. Bir yabancı dili iyi bilmek, sağlam bir şiir bilgisi ve ana dili tadı, şiir çevirme sanatının belli başlı öğeleridir. Sırası gelmişken söyleyeyim, yabancı bir dilde yazılmış bir şiiri dilimize çevirirken, onu yerlileştirmeye kalkmamalı, başka bir deyişle kendimize indirgememeliyiz. Öyle çeviriler görüyorum ki, bugün bizde yazılan şiirlerden ayırt edilemiyor. Bundan ötürü, yabancı dillerden çevrilen şiirlerin çoğu bize yeni bir şey katmıyor; tersine olarak, bizim ozanlarda, o büyük yabancı ozanların da kendileri gibi yazdıkları kanısını yerleştiriyor.
Başka dillere çevrilmiş olan şiirlerime gelince, o şiirlerin, çevrildikleri dillerde ne gibi bir etki uyandıracağını kestiremediğim için bu konuda bir şey söyleyemeyeceğim.
Yeni, yetenekli, güçlü ozanlar yetişiyor
Şiirinizin bugünkü durumunu durgunlukla mı, aşamayla mı nitelendirebilirsiniz?
- Sorunuzu iyi anlayamadım. "Şiirde durgunluk" ne anlama gelir, önce bunda anlaşmak gerek. Kimi, ortaya büyük yapıtlar konsa da, şiir üzerinde keskin çatışmalar
yoksa, öyle bir dönem için "şiirde durgunluk var" diye düşünür. Kimi de, ozanlar arasındaki kavgalara, çatışmalara boş verir, büyük yapıtlar arar, bulamadı mı "şiirde durgunluk var" der. Bana kalırsa, son yıllarda şiirimizde keskin çatışmalar olmadığı gibi, gerçekten büyük yapıtlar da konmadı ortaya. Ama ben gene de şiirimizde durgunluk olduğu düşüncesinde değilim. Çünkü birbiri arkasına yeni, yetenekli, güçlü ozanlar yetişiyor, bunlar dilimizi bayıtıyor, dilimize yeni anlatım olanakları kazandırıyorlar.
Takma isimle romanlar yayımladım ama roman üstüne hiç düşünmedim
Gazetelerde takma adla romanlar yayınladığınızı biliyoruz. Kendi adınızı kullanmamanızın özel bir nedeni var mı?
- Son yıllarda 13-14 roman yazdım. Bunları da bir değil, birkaç takma adla gazetelerde yayımladım. Romancı olmaya özenmediğim için, kendi adımı kullanmadım. Romancı olmaya özenseydim, hiç çekinmez, imzamı atar, böylece de bu alanda geçireceğim acemilik döneminin bana yüklediği sorumluluktan yararlanırdım. Oysa, ben, o romanlarımın hemen hepsini seviyorum. Kendi adımla bir roman yazsaydım, onlardan daha iyi olmazdı sanırım. Ama roman üstüne hiç düşünmedim, bu bakımdan ortaya bir roman çıkarmakla, roman üstüne hangi düşüncemi yaymak istediğimi bilemem. Önemli olan da budur, birtakım öyküler düzenlemek değil...
Şiirde ekonomi nedir?
- Bu sözden, ozanın, sözcüklerini gelişigüzel değil de, miskalle kullanmasını anlatmak istiyorsanız, şiirde ekonomi, ozanın kendisine, işine, okuruna saygısı, aptallıktan, sahtelikten, zavallılıktan kaçması, bilinci, sorunu ve şiirsel anlatımı aramasıdır, diyebiliriz.
Orhan Veli’yle uçuruma yuvarlandık, ölümden döndük
Orhan Veli ile ilgili başınızdan geçen bir olayı anlatır mısınız?
- Ankara'da Baraj yolunda, bir otomobille uçurumdan yuvarlandık, ölümden kurtulduk. Otomobili ben kullanıyordum, Orhan Veli kendini bilemeyecek gibi yaralandı idi. Bu yüzden 24 saat tutuklu durdum ve Orhan Veli kendine gelince bırakıldım.
Genç ozanlar kendilerinden önceki kuşağın, kendileri için ne düşündüğünü ilgi ile izlerler. Şiirimizin bugünkü durumu ve genç ozanlar için ne düşündüğünüzü söyler misiniz?
- Bu sorunuzu adlar üzerinde yanıtlamak daha iyi olurdu. Genellemeler yanlışlıklara, yanılmalara yol açıyor. Yeni ozanlar içinde de, yeni hikâyeciler içinde de izlediğim, sevdiğim epeyce sanatçı var.
(Muazzez Menemencioğlu / 1 Eylül 1962 / Varlık)
0 notes
Text
Canı Acıyan Kelimelerin Çelebisiydi Cemal Süreya! / Engin Turgut “Yarı çıplak bir uçurumdu Cemal Süreya. Şiirlerinde tren yollarının kokusu vardır. Bay sürgün, bay göçebe, sıkı bir yağmur tadındadır. (...) Sanki kendisinde bile duramayan bir Karacaoğlan’dı. Kalbi açık bir yalvaç gibi yaşadı, hep güz delisi oldu Alfabenin, suluboya bir tekneydi, boyası dökülürdü. Yirmi dört saat açık bir göğü vardı, üzerimize dökülürdü bilgeliği. ‘Humor’un doruğu, dalgın bir ‘Üvercinka’ bahçesiydi. Kimsesiz bir adres miydi, pulsuz bir mektup muydu bilemiyorum fakat ruhundaki hakikat duygusu, aşkı hep şımartırdı. Umutsuzluğun doruklarında kulaç atardı bazen, mağlupların yanında “parasız yatılı” bir çocukluk defteriydi! Başından beri muhalif bir şairdi. Dağların literatüründe bile ihtişamlı bir yeri olduğuna inanıyorum ve inanıyorum ki, şiirin ve şehrin ona borcu çoktur, gam yükünden fazla mesaiyle geçmiştir; hep derin yaraların günlüğünü tutmuş, dünyanın kanını tutuşturmuştur. “Onlar İçin Minibüs Şarkıları”, şiirimizde bir çentik, bir esenlik, âdeta toplumsal bir bildiridir. Cemal’in yalnızlığının bile eli açıktı. O bir imge yaratıcısı, zarflara sığmayan kocaman bir hasret, “yırtılan bir ipek sesi”, bizlere vefalı olmanın ne işe yaradığını gösteren dostluk ustası, dil ustası, gönül ustası; “kırmızı bir kuş” kıvamında yirmi dört ayar bir şairdi! (...) Gül soyundandı ve iyi ki hepimizde hiç solmayacak, aydınlık şiirler yazdı.” - Engin Turgut, Canı Acıyan Kelimelerin Çelebisiydi Cemal Süreya! (Hiçbir Zamana Sığmayan) - Görsel: Tülay Palaz (Cemal Süreya)
#Cemal Süreya#Anısına#Canı Acıyan Kelimelerin Çelebisiydi Cemal Süreya#Engin Turgut#Ölüm Yıl Dönümü#9 Ocak#1990#Şair#Şiir#Yürekbalı#Hiçbir Zamana Sığmayan#Tülay Palaz
21 notes
·
View notes
Text
“ Meselemiz bir şiir meselesi değildir
yaşama meselesidir
'Hayatımızda olmayan mesele
şiirimizde de olamaz' ”
30 notes
·
View notes
Text
Şiirin yolu şairin tercihi
Şiirin yolu şairin tercihi
Şiirimizde 80 Kuşağı’ndan bahsedilir. Her dönem gibi bu kuşağın da sınırları/varlığı tartışmaya açıktır. Bu kuşak içinde gösterilen ancak daha öncesi verimleriyle bu sınırı aşıp sonraki kitaplarıyla da kendi çizgisine kavuştuğu gözlemlenen bir şair Tuğrul Tanyol. Saint Joseph ve Kabataş liselerinde okuduktan sonra Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji bölümünden mezun oldu. Halen Yeditepe…
View On WordPress
1 note
·
View note
Text
efendimiz acemilik
Hep bunu düşünüyorum. Zorlamadan, kendiliğinden düşündürüyor beni. Sanıyorum bu, sanatla falan değil doğruca yaşamanın kendisiyle ilgili. Düşünün, on yıl önce bir şiir yazmışsınız; bazı evrimler, gelişmeler geçirmişsiniz ama bugün de aşağı yukarı o eski yapıda, eski durumda başka şiirler yazıyorsunuz. Dünyada ve zaman içinde durduğunuz yer değişmemiş yani. Yahut eteğinizi bir yere çakmışsanız, siz yürüyorsunuz sözüm ona, ama ardınızdan bir iplik uzuyor. Sizi o çakıldığınız yere bağlıyor. Diyorum ki insan, nerede ise orada olmalıdır. Hiçbir dükkânda, hiçbir otelde, hiçbir komşuda bir şeyinizi unutmayınız. Bağlarınızı koparın. Derli toplu, hemen gitmeye hazır, köksüz.
Bir de şu var. Çok değil, on yıl önce, yeni diye, güzel diye sevip baş tacı ettiğimiz şiirlerin, bir deneyin, bugün kaçını sevebileceksiniz. Onlar güçsüz şiirler miydi de bugüne kalamadılar. Sanmam. Günlerinde sevilip sayıldıklarına göre iyi şiirlermiş, yeni şiirlermiş. Şiiri eskiten, kendi yapısındaki öğelerdir. Yahut şiirin bazı gerekleridir. Montaigne, “Beni Paris için en çok korkutan Paris’tir” diyor. Şiir için de öyle. Şiir, günlük olmak zorundadır. Gününde olmalıdır. Daha ileri gideceğim, inanır mısınız, bazen bir şiir yazıyorum, hemen yayınlamazsam, aradan bir iki ay geçerse yayımlamak gelmiyor içimden. Hiç değilse benim için eskimiş sayıyorum. Şiiri sadaka gibi düşünüyorum. Zamanında verilmelidir korkusu, kaybolmak korkusu.
Öbürünün bir de macera tarafı var. Orası da çekici. Durmadan yeni uyumlar, yeni alanlar keşfetmek. Uzun zaman romanın, hikâyenin tekelinde kalmış birtakım beşerî davranışları şiire sokmaya çabalamak. Hep yanılmak korkusu, kaybolmak korkusu.
Bilhassa insanla ilgili kalmaya çalışmak, bizi ister istemez uyanık durmaya, değişen çağ ve uygarlık karşısında insanı türlü yönleriyle kavrayabilmek endişesi, insanla uygarlıkla birlikte değişmeye, hiç değilse değişmeye hazırlıklı olmaya zorunlu tutuyor. Bu arada dile alışılmadık mısra yapıları getirmek –benzetmek uygunsa- kulağı arkadan göstermenin de güzel olabileceğini sanmak. Artık kolayca yenileyemeyeceğimiz, eskimiş yaşamımızda yerlerine alıştığımız kelimelere hiç olmazsa yeni düzenler, yeni özler içinde yeni ifade imkânları vermek. Okuyana bildiği kelimeyi birden yadırgatmak daha doğrusu. Kelimeleri tedirgin etmek. Örneğin duvar sözünü on yıl, yirmi yıl, elli yıl sonra başka bir anlamda yeniden bulmak, sevmek. Ama bunun sonucu bir çıkmaza varamaz mı? Elbet varabilir. Şu kadar diyeceğim: güçlü kişilerin bu işin üstesinden geldiği tellim görülmüştür. Bir yığın örnek var. Başaramayan, tuttuğu yolun sapıklığından değil, güçsüzlüğünden başaramamıştır. Yazmazsa kimseler bir şey kaybetmiş olmaz.
Bizi durmadan yanıltan, aldatan alışkanlıklarımız oluyor. Yahut bizi tembelliğe götüren. Durmadan alıştığımız biçimlerle, alıştığımız duygulanma, düşünme çevrelerinde yazmak bizi sonunda bıkkınlığa, inanmışlığa, kolaylığa götürür. Daha güzelini Steinbeck şöyle söylüyor: “Alışılmış roman tarzında yazmak istemiyorum.” Alışılmış kişiler sanatçıyı alışılmış özlere zorlar. Bir konuyu alışılmış biçimlere uyduğu için işlemek. Akla karşı günahtır bu? Ben de öyle düşünüyorum. İnsan yeni şeyleri ancak yeni biçimlerde söyleyebilir ya da insanı yeni biçimler, ister istemez yeni şeyler söylemeye zorlar. Birçok şairimizin kırkından sonra yazmaktan vazgeçmeleri bu yüzdendir. Değişen zaman karşısında yenilgiyi kabullendiklerindendir. Yazılarına artık saygı duymadıklarındandır. Ondan sonra oturur akıl hocalığı ederler. Oysa ben şiirin bir gençlik hevesi değil, daha çok bir olgunluk, bir yaşlılık uğraşı olduğu kanısındayım. Hiç değilse her çağın kendine göre bir şiir vardır sanıyorum. Gençlik yıllarında üç beş fukara aşk şiiri, bir iki kahramanlık manzumesi yazmış, adı iyi kötü şaire çıktıktan sonra susmuş bunca şairimiz var. Bir çoğu yaşıyorlar. Neredeler şimdi? Dünyada ‘şiiriyet’ mi kalmadı? Ben kırkından sonra artık yazmayan şairlerimizin, hayatın yükü, geçim derdi, falan gibi sebeplerle değil, artık çağa uymak gücü kalmadığından, söylenecek şeyleri kalmadığından, yahut şiirle söylenebilecek taze şeyler bulamadıklarından, kendilerini yeniden icat edemediklerinden sustuklarına inanıyorum.
Burada şöyle düşünüyorum. İnsan bu çıkmaza ancak ustalığa yönelmekle düşebilir. Usta olmak için ister istemez bir yön, belirli bir gidişi tutturmak zorundasınız. Okuyucu sizin bir önceki havanızı bilmeli, alışmalı size. Yani şiirinizde ne okuyacağını aşağı yukarı kestirmeli. Bir taş alıp yontacaksınız. Her gün bir çekiç, her gün bir çekiç, sonunda süslü, özentili bir anıt çıkaracaksınız. Vurduğunuz darbelerin her gün biraz daha yerini bulduğunu bakanlar görecekler. Sonuna doğru “İşte!” diyecekler.
Halbuki acemilik. Efendimiz acemilik. Bir taş alacaksınız. Yontmaya başlayacaksınız. Şekillenmeye yüz tutmuşken atacaksınız elinizden. Bir başka taş, bir başka daha. Sonunda bir yığın yarım yamalak biçimler bırakacaksınız. Belki başkaları sever tamamlar. Ama her taşa sarılırken gücünüz, aşkınız, korkunuz yenidir, tazedir. Başaramamak endişesinin zevkiyle çalışacaksınız.
Gelin böyle yapın demiyorum. Durduğum yerde kalmaktan korkuyorum. Şiir bir sanat olayı değildir. Bir yaşama çabasıdır önce. Yaşadığımıza tanıklık eder. Her gün yeni bir dünya içinde, her gün yeniden ve başka etkilerle duygulanan insan, her gün bunları yeni biçimlerle söylemelidir.
Diyeceksiniz ki; böylece ancak bir azınlığa seslenmiş olacaksınız. Bir kere, bu işin kötü yönleri hiç mi hiç korkutmuyor, ikincisi, sanat bir ceht işidir, eğitim işidir. Tembel kalabalığın keyfine uymak istemiyorum. Sanatçı nasıl uzun çabalamalarla yetişiyorsa okuyucudan da bu gayreti bekler.
Çağımızın insanı gitgide rahatına daha düşkün olmaya başladı. Belki her çağda böyleydi. Ama bugünkü kadar mıydı bilemem? Bunda bilimin, endüstrinin büyük payı var. Herkes birbirinin örneği olmayı hiçbir çağda bu kadar istemedi. “Yeni Dünya”nın gerçekleşmesi yakın belki de. Birörnek giyimler, birörnek şarkılar, birörnek aşklar. Uçaklar, radyolar, sinemalar durmadan bizi birbirimize benzetmeye çabalıyorlar. Kişiliksiz bir yaşamayı, baş tacı ettik. Gönüllüyüz. Kişiliksiz bir çağın şiiri de ister istemez kişiliksiz olmak zorundadır. Bu kadar yenilenmiş bir çağın şiiri, şiirin kelimeleri ne kadar eski, bir düşündünüz mü? Hâlâ uçağı, hâlâ “Penicilin”i, hâlâ 70 katlı evleri, hâlâ hesap makinelerini, asfaltları, otoları şiire rahatça yerleştiremedik. Bunları kelime olarak düşünce/duygu hayatımıza getirdikleri değişmelerle hâlâ şiire getiremedik. Barlarda kadınlarla saygısızca sevişiyoruz, sokakta açık saçık gördüğümüz kadınları hayvanca istiyoruz, ama şiirde âşık olduk mu hâlâ ağlıyoruz.
Bir de bir kenarda sessiz sedasız bir insanoğlu var. Uyamadığı, maddi manevi tüm imkânsızlıkları ile uyamadığı değişmenin farkında önünden iyice kavrayamadığı bir şeyler akıp gidiyor. Durmuş da eskiye hasret mi çekiyor. Hayır. Kendisi ile çekişiyor. Ağır aksak yaşamasının hesabını vermeye çalışıyor. Dünyadan bildik tanıdık şeyler yakalamaya çalışıyor kısacası.
Mesele, bir şiir meselesi değildir. Yaşama meselesidir. Zaten ben hiçbir zaman şiiri hayattan ayrı düşünmedim. Hayatımızda olmayan mesele, şiirimizde de olamaz.
Evet, değişmek. Anlamlı bir yaşama için değişmek. Bu bir ölüm kalım meselesidir. Ne dersiniz?
Sonsuz ve Öbürü, İstanbul, 1985, s.154-158 Turgut Uyar
1 note
·
View note
Photo
Meselemiz bir şiir meselesi değildir yaşama meselesidir.. Hayatımızda olmayan mesele şiirimizde de olamaz.. Demiş Turgut Uyar.. . . Bu aralar kitap okuyamıyor olabilirim, hayatın koşturmacasına dalıp, karantina günlerinin acısını da çıkartıyor olabilirim. Lâkin meselemiz önemli #kitap okuyun, okutun.. . . #kitaplar #bookstagram #instagram #books #reading #blogger #tren34460 #mybook #bookstagrammer #instablogger (Üsküdar, İstanbul) https://www.instagram.com/p/CDPJruhJ1se/?igshid=kwt27uxosh8g
#kitap#kitaplar#bookstagram#instagram#books#reading#blogger#tren34460#mybook#bookstagrammer#instablogger
1 note
·
View note
Photo
Selam tarihin hiç yazılmayan sayfası, hatırla bizi ve sızla… Kabuslarını gerçeğe döndürecek olanlar, bir gün bulacaklar birbirini…
“Acıları paylaşmak insana özgü bir davranıştır; herkese yaraşır, özellikle de başkalarının desteğine gereksinme duymuş ve bu desteği görmüş olanlara” cümlesiyle başlar Decameron hikayelerine Giıovanni Bocaccio. Yaşadığımız çağda sarılmak için birbirimizden başka kimimiz kaldı ki. Ve desteğe ihtiyaç duymayan bir tek kişi yok sahne giriş kapısının dışında. Bizler gerçekliği resmedenler, gerçekliği değiştirenler, geçmişe ve yeniye dair düşünceleri barındıranlar, korkular uğramaz mı bize hiç. Kralın tahtından indirilmesini anladığımızda örneğin, kralın adamları basarlar mı gül tiyatromuzu ve kılıçları kostümlerimizin içinden geçerek değer mi etimize? Ah canım Leyla, uzun kulaklarıyla mağrur Midas, tımarhanemizin en güzel abisi Vicdani görüyor musunuz olup biteni? Kandırılmakta koca bir insan yığını ve yalanlar söylemekte şah. Mat olacağını anladığından mı bilinmez dehşetle üzerimize gelmekte klavye atlıları. “ey budala canlılar, cahillik nasıl da eline almış sizi!” Diye bağırırken cehennemden Dante, savcılık hazırlamış mıdır çoktan iddianamesini? Casca’yı oynayanın elllerine çoktan geçirilmiş midir kelepçeler? Söylesene Horatio, bir ihtimal daha var mı anlatabilmemiz için?
Canım bildiriyi okuyan insan, sakın ha düşünme düştüğümüzü bataklığa. Biliyoruz er ya da geç uzatacaksın elini bize. Kurutacağız bu bataklığı öyle ya da böyle. Düşeş Gizem’e haber salın, yazsın en güzel sözlerini duvara tebeşirle Ve de İzmarit Nuri’nin telaşla haberlerini kulaktan kulağa yaydığı Dost Verdi bilsin, türküler söylediğimizi, Zeybekler oynasın, ağız dolusu gülsün avluda Çakıcı’nın kızı Nazlı Öyle yağma yok, ne unutması hele, her şiirimizde, her açtığımız perdede ve de bilinsin; alkış seslerinin duvarlara vuran yankısında onlarlayız her daim…
Bugün 27 Mart Dünya Tiyatro Günü! Tiyatro üretenlerin ve seyredenler günü.
Nazlı, Gizem, Cenk…
Sadece size değil tabi, Sizi izleyerek en büyük ödülü verenlere, tarihe geçirenlere de kutlu olsun!
İzmir Yenikapı Tiyatrosu - 2019
12 notes
·
View notes
Text
HAYBER KALESİ FETHİ
Hayber ş, Medine’nin 151 km kuzeyinde Medine’den Şam’a giden yol üzerinde bulunan eski bir şehirdir. Hayber şehri ve kalesi İslamiyet’ten önceki devrilerde Yahudilerin yaşadığı bir şehir ve Yahudiler koruyan bir kale iken HZ Ali sayesinde Müslüman topraklarına ve Müslüman idaresine kavuşmuştur.
Hayber kelimesi İbranice ’de, kale anlamına gelmektedir. Şehrinin ve Kalesinin ismi Müslümanların idaresi altında iken de değişmemiş günümüze kadar aynı adla gelmiştir.
Müslümanlığın yayıldığı yıllarda Hayber şehri ve ahalisi daima müşriklerin yanında olmuşlar ve sürekli olarak Mekkeli müşrikleri desteklemişler bu nedenle Hayber’in fethi bir zorunluluk halini almıştı. Hatta Hayberliler, Mekke müşriklerini ayaklandırıp kışkırtmışlar; Hendek savaşının çıkmasına da sebep olmuşlardı.
Bunun üzerine Hayber kalesinin fethedilmesi elzem haline gelmiş, fakat defalarca bu kaleye yapılan taarruzlara rağmen kalenin fethi mümkün olmamıştı. Hz Muhammet 628 yılında kalenin feth edilmesi için 1600 kişiden oluşan bir ordu göndermişti. HZ. Ali gözlerinden rahatsızlanınca Hz Ebubekir ve Hz Ömer’in sancağı alarak yaptıkları taarruzlara rağmen 20 gün süren muhasara ve saldırılara, Müslüman ordusuna takviye için gelenlere rağmen kale zapt edilememişti.
Bunun üzerine Hz Muhammet sancağı HZ Ali’ye teslim etti. Hz Ali, o gün muzaffer olmuş, er dileme muhaberelerinde Hayberlillerin iki ünlü silahşoru olan Haris’i ve Mehrab’ı yendikten sonra Hayber kalesini fethetmişti.
Bu nedenle Hayber şehri ve kalesi halk ve divan şiirimizde sık sık kullanılan ve ismi zikr edilen yerlerden birisi olmuştur. Hayber şiir dünyamızda daha çok, Yahudi müşrik ve Hazreti Ali ile birlikte adı geçen bir kaledir.
Vardum kapuña gördi ‘adû kopdı yüregi
Gûyâ ki geldi Şîr-i Hudâ Hayber üstine Ravzi Hayatı ve Edebi Yönü ( Edincik- 16. Yy )
Ser-menzil-i dilberden geldi yine bir serve
Bir kerre hücûm itdi feth eyledi bin Hayber Nigari
#hayber#hayırlı sabahlar#hayırlı akşamlar#hayırlıişler#huzurlu#herşey#hz. muhammed#hz.mevlana#hz. ali#hz. musa#hz.ömer#fetih#fetih1453#cihad
1 note
·
View note
Text
OLduğu Gibi
Ahde Vefa’nın bu güzel gününde, bir güzel paylaşım ile selam verelim, yüreği iyiye, güzele, doğruya ve huzura damlayan tüm güzel yürekli dostlara. Bu gün sayfa dostumuz Aydek Sultan Özdemir’in 26.10.2022 tarihli ”Öylesine” isimli, ve https://bendenbanablog.com/2022/10/26/oylesine-3/ linkinden ulaşabileceğiniz güzel paylaşımından esin ile dizelere dökülen şiirimizde. Verdiği esin için teşekkür…
View On WordPress
#2022 Şiirleri#Çatışmalar#Bir#Durmak#Hayat#huzursuzluk#Kabul#Kabul etmek#Kader#Mustafa Murat Güngör#olan#Olduğu gibi#Olduğu kadar#Poem#Poema#Poerty#Poesia#Poet#Sufi#TASAVVUF#Şiir#İnsan
0 notes
Text
ŞİİRDE DERİN YAPI; METAFOR/KAYHAN ŞAHAN
ŞİİRDE DERİN YAPI; METAFOR/KAYHAN ŞAHAN
ŞİİRDE DERİN YAPI; METAFOR/KAYHAN ŞAHAN Şiirimizde kavram karmaşasına bir çözüm önerisi olarak kabul edilebilecek bu çalışma “metafor” konusunu ele almış. Lakoff ve Johnson’ın 1980 yılında ortaya attıkları metafor kuramı örnek alınarak yapılan bu akademik çalışmada 1923-1960 arasında yazılmış Türkçe şiirler değerlendirilerek yerli bir tasarım ortaya çıkarılmaya çalışılmış. Lakoff ve Johnson’ın…
View On WordPress
0 notes
Text
Yusuf Ziya Ortaç / Biz şiirde ihtilal yapan bir nesiliz
Yusuf Ziya Ortaç; şair, yazar, edebiyat öğretmeni, yayımcı ve siyasetçi. Beş Hececilerin şairi ve Akbaba dergisinin patronu, şairi, başyazarı, yazı işleri müdürü Ortaç, mizah ve şiirle ilgili soruları yanıtlarken, "O zaman 'yeni' bizdik. Bugün, bizden sonra kaç göbek daha eskidi" diyor.
Akbaba'nın çıkış hikâyesini lûtfeder misiniz?
- Mizah edebiyatını, kendi mizacıma göre sevmiştim. Manzum hikâyeler, küçük hicivler yazıyordum. O zaman Refik Halid'in "Aydede"si vardı. Bir gün o kapanınca, kendim bir mizah gazetesi çıkarmayı hayal ettim. İlk sayısı bundan 34 yıl evvel bir perşembe sabahı çıkan Akbaba'nın, iki saat sonra ikinci baskısı yapılıyordu.
Cemal Nadir'in yeri boş değil, bomboştur
Akbaba'da yetişmiş bazı kalem ve çizgi ustalarını sizin ağzınızdan dinleyebilir miyiz?
- Akbaba yalnız bir mizah mecmuası değil artık. Bir mizah mektebidir de. Ben, birçok arkadaşlarımla beraber o mektepte hem öğrencilik ettim, hem öğretmenlik. Hâlâ bir şeyler öğrenmeye ve öğretmeye de çalışıyoruz. Bu 34 yıl içinde bende unutamayacağım hatıralar bırakan dostlar az değildir. Ercüment Ekrem, İbrahim Alâettin, Osman Cemal, sahiden eşleri az bulunur mizah yazarları idi. Ercüment her cins mizah yazısı yazardı: Hikâye, roman, taklit... Osman Cemal yazıda Naşit gibi bir halk komiği idi. İbrahim Alâettin Avrupalı nükte yapan ve mizaha seviye veren zarif bir kalemdi.
Çizgide, Ramiz ve Cemal Nadir iki büyük kıymettir. Ramiz'in sanatkâr sabrı emsalsizdi. Vereceğinin son damlasına kadar verirdi. Eğer bir karikatürü güzel olmamışsa, baştan savma yaptığı için değil, gücü ancak o kadara yettiği için güzel olmamıştır. Onun büyük eksiği kültürünün azlığı idi. Kelime oyununu nükte zannederdi.
Cemal Nadir, elbet, karikatür sanatının baş ustasıdır. Onu şöyle tanımıştım: Bursa'dan bir mektup geldi: "Ben Türk Ocağı kâtibi Merhum Remzi'nin kardeşiyim. Karikatüre karşı büyük hevesim var. Bana Akbaba sayfalarında lûtfen yer verir misiniz?
Bunlar hiçbir istidat vâdetmeyen kötü resimlerdi. Ama onun sabrı, onun çalışması ve onun zekâsı bütün mânileri bir yüksek atlayışla aştı. Her gün Cemal Nadir'in kendi kendisi ile yarıştığını görürdüm. Yeri boş değil, bomboştur.
Bizim nesil, şiirin ana harcını, Türk dilini elekten geçirdi
Hecenin Beş Şairi'nin şiirimizde yapmak istedikleri nelerdi?
- Biz şiirde ihtilâl yapan bir nesiliz. Düşününüz, büyük şair Ahmet Haşim'in: "Zücac-i san'at ü fikretle yükselirler hep" diye yazdığı bir zamanda birkaç genç çıkıyor, Arap ve Acem notasını bir yana atıp hece vezniyle ve konuşulan İstanbul Türkçesi'yle şiir denemelerine başlıyor. Bu örneksiz işi kolay sanmayınız. Şiirin sözünü ve sesini değiştirmek. Bizim nesil hiçbir şey yapmamış olsa bile büyük eserleri yapacak büyük sanatkârlara şiirin ana harcını, Türk dilini elekten geçirdi, yoğurdu, hazırladı.
Şiire pek genç yaşta başladığınız anlaşılıyor.
- Evet... Vefa İdadisi'nde 18 yaşında öğrenci idim. "Kehkeşan" mecmuasının şiir müsabakasına girdim, birinciliği kazandım. Mecmuanın sahibi Halit Fahri boynuma bir kravat taktı. Bereket versin çabuk kurtuldum, yoksa güreş minderinde takılan kravat gibi Bâbıâli Caddesi'nde sırtım yere gelecekti.
Ancak çok güzel şiir, güzeldir
Yani şiir yazmamayı bir nevi kurtuluş mu sayıyorsunuz?
- Evet. Bakın, size bir kanaatimi açıklayayım: Şiir, güzel sanatların hiçbir cinsine benzemez: Güzel bir tablo, güzeldir, zevkle salonunuza asar, seyredersiniz. Güzel bir musiki hoştur, tatlıdır. Keyifle dinlersiniz. Ama güzel bir şiir, güzel değildir. Ancak çok güzel şiir, güzeldir. Onu yapmak için de hiç olmazsa yarım Tanrı kuvveti lâzım.
O zamanki şiir anlayışınızla bugünkü arasında bir fark oldu mu?
- Niçin o kadar uzağa gidiyorsunuz? Yarınki anlayışım bile bugünkünden daha ince, daha derin ve doğruya daha yakın olacaktır. O zaman "yeni" bizdik. Bugün, bizden sonra kaç göbek daha eskidi. Şiirin "Manzum ve mukaffa söze derler" diye okutulduğu bir devirde yetiştiğimizi unutmayınız.
Sizce vezin ve kafiye şiirin vazgeçilmez unsurları mıdır? Deyiş, dil ve biçim mükemmelliği bunların yokluğunu kapatamaz mı?
- Eğer bir büyük kuvvet çıkar da yaptığı esere herkesi hayran bırakırsa ben bunun dışında kalır mıyım sanıyorsunuz?
Nasreddin Hoca kusurlarımızı affetsin
Dünkü mizah anlayışı ile bugünkü arasında ne gibi farklar var?
- Mizah tek cepheli bir sanat değildir. Onun düşündürücü kuvvetini, güldürücü kuvvetinden az sanmayınız. Ben, mizahı, öfkelerimi, şikâyetlerimi, arzularımı söylemek için vasıta diye kullanıyorum. Demokrasi, nasıl politikayı halk yığınları arasına yayıyorsa, bu yayılış mizahın sınırlarını da yeni yeni davalara açıyor... Yani plâj şakasına, salon fingirtisine yer az kalıyor artık!
Nasrettin Hoca'nın Türk mizahındaki yerini belirtir misiniz?
- Size bir Meşrutiyet hikâyesi anlatayım: Talât Paşa bir gün Mebusan Meclisine gelip itimad isteyince, orta sıralardan bir Arap mebus heyecanla ayağa kalkıp: "Estağfurullah... siz bize itimad ediniz!" diye bağırmış. Onun gibi, Hoca merhum da kusurlarımızı affedip mizah edebiyatında bize yer verirse ne mutlu... Yoksa onun, başımızın üstünde yeri var.
(Mustafa Baydar / Hayat dergisi / 1957 / Arşiv çalışması: Ferruh Yazıcı)
1 note
·
View note
Text
NECİP FAZIL (1905 - 1983) Aynalar söyleyin bana, ben kimim? “Bir merhamettir yanan, daracık odaların, İsli lambalarında, isli lambalarında. Gelip geçen her yüzden gizli bir akis kalmış, Küflü aynalarında, küflü aynalarında. Atılan elbiseler, boğazlanmış bir adam, Kırık masalarında, kırık masalarında.” Böyle başlıyordu ‘Otel Odaları’ şiiri... Ağabeyimin ders kitabı ‘Güzel Yazılar’ında ilk söktüğüm şiir buydu diyebilirim. Hele son ikiliği çok etkilemişti beni, ilkokulun ikinci sınıfındaki hayalci çocuğu: “Ağlayın, âşinasız, sessiz, can verenlere, Otel odalarında, otel odalarında!..” Necip Fazıl yirmi yaşında yayımladığı ‘Örümcek Ağı’ kitabıyla 1930 öncesinin parlak bir yeteneği olarak ortaya çıkmıştı. Derken 1930’da ‘Kaldırımlar’, 1932’de ‘Ben ve Ötesi’ ile çağının büyük umutlarından, ustalığını sanat çevresine, edebiyatseverlere benimsettiren bir kişi oldu. O yıllar şiirimizde iki büyük ustanın, Ahmet Haşim ve Yahya Kemal’in ardından yepyeni bir şiir havası estiren, içten dışa dönük, daha ilk örneklerinde toplum sorunlarını işleyen Nâzım Hikmet’in yanı sıra dıştan içe derinliğine inen bir anlayışın örnekleriyle dikkatleri çeken bir genç şairdi artık Necip Fazıl... * Güzel bir dönemdi o 30’lu yıllar! Genç yaşta şairler yazarlar okul kitaplarında yer alıyorlardı. Genç Cumhuriyet sanata, kültüre, edebiyata önem veren bir anlayışı eller üstünde tutmaktaydı. Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’in sofrasında dönemin en ünlü yazarları, şairlerinin yer aldığı güzel günler... Nâzım Hikmet ve Necip Fazıl gibi otuz yaşlarına daha gelmemiş şairlerin de geniş okur yığınının sevgisini, hayranlığını kazanabildikleri bir aydınlanma dönemi... Derken ‘Kaldırımlar’ şiiriyle birden edebiyat dünyasında bir yıldız oluvermek: “Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında; Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum. Yolumun karanlığa saplanan noktasında, Sanki beni bekleyen bir hayâl görüyorum. Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık; Yukarlardan damları kolluyor yıldırımlar. İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık; Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.” diye başlayan uzun şiiri, şiirseverlerin dilinden düşmeyen, anısı eskimeyen ‘Kaldırımlar’. Anılar beni gerilere, ortaokul sıralarına götürüyor. Arkadaşlardan öğrendiğim bir şiiri var, kitaplara geçmemiş, seçkilerde yer almamış. Bilmem 30’lu, ya da 20’li yılların sonlarında bir dergide çıkmış mıdır? Belleğimde kalan dizeler şunlar: "Bu akşam bir ateş duyup etimde, Kadın kadın diye içimi oydum. Ruhuma bir serin yer istedim de, Alnımı mermerin üstüne koydum. Birden karanlıklar sökülüverdi, Odama bir hayal dökülüverdi, Karşımda gerindi bükülüverdi, Onu gözlerimle çırçıplak soydum. Artık ben ne günah olsa işlerim, Yumuşak yastığa geçti dişlerim, Bir an kadar sürdü can verişlerim, Ey kadın bu akşam sana da doydum." Bir de ‘Kadın Bacakları’ var, belleğimde şu dizeler kalmış: “Bir kadının içinden ağlayışı gülüşü, Gözlerinden ziyade bacaklarına yakın. Bir edadır onların duruşu, bükülüşü, Kadınlar, onlar varken konuşmayınız sakın. İnce sütunlardaki ilâhi güzelliğe, Bacakların ruhudur şekil veren diyorum. Bacakları bir kalın örtüde saklı diye, Mermerde kalbi çarpan Ven��s’ü sevmiyorum. Boynuma doladığım güzel putu görseler, İnsanlar öğrenirdi neye tapacağını. Kör olsa da açılır gözüm ona, sürseler, İsa’nın eli diye bir kadın bacağını.” Yirmi yaşındaki Necip Fazıl aşka, kadına böyle bakıyordu, İçtenlikli bir coşkuyla, tutkuyla... Bu yüzden de otuzlu yılların sonlarında biz öğrenciler, bu şiirleri birbirimize okuyor, elden ele dolaştırıyorduk. Ne yazık ki, Necip Fazıl yaşlılık yıllarında bütün bu gençlik anılarını, daha doğrusu hepimizin anılarında yer alan dizeleri bir kalemde silip attı. Herhâlde üzülerek, yeni kişiliğinin gereği sayarak... Yergici şair dostum Hasan Çelebi’ye bu konuda söyledikleri de çok anlamlıdır: “Bu şiirleri, evladını reddeder gibi reddettim. Kim alırsa alsın.” Şiirin tarihinde yerini almış dizeleri kimse yok edemez. Onlar, kuşakların belleğinde bir kez yerleşti mi, değil şairi, hiçbir güç o gençlik duyarlıklarını ortadan kaldıramaz. * Şairler, yazarlar zaman geçer eski yazdıklarını beğenmez olurlar. Yadsısalar, olmaz. Unutmak, silmek isterler. Genç şair Necip Fazıl’ın nice güzel şiirlerini, ‘mürşit’liğini ilan etmiş yaşlı Necip Fazıl yok etmeye çalışmış, yayınlanan “Bütün eserleri” dizisine bunların çoğunu almamış, ya da anlam bakımından yozlaştırıcı değişiklikler yaparak almıştır... “Büyük Doğu” adı şimdilerde kendine ‘İslamcı’ adını veren bir derginin adı, ya da ‘ideoloçya’sı! Oysa 1943’te, önce Faruk Gürtunca’yla birlikte, çok geçmeden tek başına çıkardığı bir dergiydi bu... Uzunca bir süre bir edebiyat ve düşün dergisi niteliği taşıdı. ‘Babıali’ adlı çok ilgi çekici, bir çeşit Necip Fazıl belgeseli sayılabilecek kitabında, ‘Eski nesilde iş yoktu, benim neslimde de öyle, umut gençlerdeydi’ diye anlatır. Gerçekten de 1943, 1944 yıllarının ‘Büyük Doğu’su gençlerin şiirleriyle, öyküleriyle çıkmıştır. O günlerde üstadın belirli yanı yalnızca ‘mistik’ bir şair niteliğiydi. O kadar ki o günlerde dergide çıkan bir yazısında ‘Gazi’nin Geleceği’ni bile bildirmişti! * Ben üstadı -kendisine böyle derdim- o günlerde tanıdım. Ülkü Basımevi’ndeki odada bir araya gelen biz gençler -kimler yoktu ki- hep birlikte Babıali’den aşağı inmiş, yolda karşılaştığımız Çınaraltı’cı Yusuf Ziya Ortaç’a ‘Biz geliyoruz artık’ diye meydan okumuştuk. Sonra da Sirkeci’de bahçeli kahvede oturup ‘Büyük Doğu’nun edebiyatımıza yapacağı katkıları dile getirmiştik. O sıralarda Necip Fazıl, Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğretim görevlisiydi, bir çeşit profesör, sanırım bir bakanlıkta da kültür danışmanı... Bir yıl önce yapılan genel seçimde Maraş’tan milletvekili adayı olmuştu, CHP’ye başvurup adaylığını koymaya kalkışmıştı. Memduh Şevket Esendal CHP’nin Genel Sekreteri’ydi, TBMM’de partili milletvekillerini gençleştirmek isteyen bir kişi... İnönü de bu öneriyi doğru bulmuştu. Esendal’ın hazırladığı aday listesinde o günlerin ünlü kişileri, otuzunda kırkındaki şairler, yazarlar, düşünürler yer almıştı: Tahsin Banguoğlu, Suut Kemal Yetkin, Nihat Erim, Ahmet Kutsi Tecer, Ahmet Hamdi Tanpınar vb. Necip Fazıl da Maraş adayı olarak Esendal’ın Cumhurbaşkanı İnönü’ye sunduğu listedeydi. Suut Kemal Yetkin seçim öncesi CHP Genel Merkezi’nde, Necip Fazıl’ı subay üniformasıyla -hem de süvari- parti merkezinde genel sekreterin kapısı önünde dolaştığını anlatmıştı. Ne var ki, İnönü, Necip Fazıl’ın adını kırmızı bir kalemle listeden silip atmış. Tek parti yönetimiydi, adayların kesinleşmesi İnönü’nün elindeydi. Kısacası, Necip Fazıl, Maraş milletvekili olmak fırsatını kaçırdı. * Daha sonra hep düşünmüşümdür, Necip Fazıl’ın Meclise girmesini İnönü neden istemedi diye... Tanpınar’ı, Tecer’i, Ömer Bedrettin’i onaylayan CHP Genel Başkanı neden Necip Fazıl’ı görmezden geldi diye!.. Ayrıca şu da söz konusudur; Necip Fazıl, CHP milletvekili olarak Meclis üyesi olabilseydi acaba Atatürk Cumhuriyeti’ne karşı bayrak açar, çağ dışı bir tutumu benimser, laikliğe düşman bir gericiliğin ‘mürşit’i kesilir miydi? Yok milletvekilliği, belki de bakanlık onu, yıllar önce ‘Hâkimiyet-i Milliye’de çıkan yazılarındaki gibi ‘yobazlığa, irticaya düşman’ kişiliğini korumaya zorlar mıydı? Geçmişin olaylarını şu anda yorumlamak doğru olmaz. Ama insan bu konuyu düşünmemezlik edemiyor. * Cemal Nadir Sokağı’ndaki yönetim yerine sık sık giderdim. Yıl 44, 45. Üstelik Göztepe’de komşu sayılırdık. Sabahları önce tramvayda, sonra Kadıköy’den kalkan vapurda birlikte olurduk. Cağaloğlu’na yürüyerek çıkardık konuşa konuşa... Bana ‘Dünya’da Sanat ve Edebiyat’ başlıklı bir sütun ayırmıştı. O zamana göre önemli sayılan bir telif ücreti -ki yirmi lira- verirdi. Bu parayla yabancı dergi ve gazeteleri alırdım, ilginç yazıları özetlerdim. Sanırım Existencialisme konusunda ilk yazı bu sütunda çıkmıştır. Öykülerimi de güzel resimlerle süsleyerek yayınlardı, hatta bazı resimleri kendisi düzenlerdi. Sait Faik, Celâl Sılay, Tarancı, Saba, bir iki şiiriyle Dağlarca, sürekli Özdemir Asaf’ın, Akdora’nın şiirleri yer alırdı sayfalarında. Erol Başar -ki çok genç yaşta öldü- ve Fahri Erdinç ilk öykülerini bu dergide yayınladılar. Mustafa Şekip Tunç, Salih Zeki Aktay, Zahir Güvemli, Kâzım Nami Duru gibi ünlüler de sürekli yazarlar arasındaydı. * Bir akşam Özdemir Asaf’la beni Suadiye Gazinosu’nda yemeğe götürdü. Doğrusu ikramları çok ünlüydü. Zeki, sevimli, cana yakın kişiliği, biz gençlere yakın ilgisi bir çok görüşlerine ters düşmemize karşın saygı uyandırıyordu. Gerçi Büyük Doğu’yu çıkarırken ‘genç kuşak’la birlikte olmayı istemişti, ama ilk sayılarda gerçekleştirdiği bir soruşturmada şöyle bir soru vardı: ‘Yaşı otuzdan aşağı olanların sanat ve edebiyatta hiçbir değer taşımadığına inanıyor musunuz?�� Ya da buna benzer bir soru! Yanıtların çoğu biz gençler açısından olumsuzdu. O kadar ki o sırada yaşı otuzu yeni aşmış Celâl Sılay bile ‘Gençlerde iş yok’ yanıtı vermişti kendisini bir iki yıllık bir sınırlamayla ayırarak!.. “Peki bizi niye derginize aldınız, bizler otuzun altındayız?” diye sorduğumda ‘İstisnalar kaideyi bozmaz, sen ve bir iki kişi istisnalar arasındasınız’ demişti. Evet, o ilkyaz akşamı Suadiye Gazinosu’nda cazbant sesleri ve dans eden insanlar arasında konuşurken birdenbire bir şey söyledi: “Bir gün size memleketi emanet edeceğim.” Önce aldırmamıştım. Üstaddan ayrıldıktan sonra Özdemir’e “Ne demek istedi, bizi ne yapacak, neyi, nasıl emanet edecek?” diye sormuştum, gülüp geçmiştik. * Meğer işin gerçeği başkaymış! Bir iki yıl önce Nakşibendi Şeyhi Abdülhâkim Arvasi’nin müridi olmuş. ‘O ve Ben’ kitabı okunursa bu konuda gereken bilgi edinilebilinir. Yeni bir yol önündeymiş! Birkaç yıl önce ‘Senfoni’ daha sonra ‘Çile’ adını verdiği uzun şiirini şöyle bitirmişti: “Verdim cüceye, onun olsun şairlik, Şimdi gözüm büyük sanatkârlıkta.” İstediği, önem verdiği ya da verir gibi göründüğü genç yazar ve şairleri kendi ışığı altında toplamakmış. Bu ilk belirtiden sonra yavaş yavaş sanatçılıktan düşünürlüğe yöneldi. ‘İdeoloçya Örgüsü’nde mürşitlik örnekleri ortaya çıkmaya başladı. Hele 4 Aralık 1945 günü!.. Vapurda İstanbul’a iniyoruz. O gün ‘Görüşler’ dergisinin ilk sayısı çıkmış. Elimde gördü. Lüks kamarada oturuyoruz, aldı baktı. ‘Üstad nasıl Avrupai bir dergi değil mi?’ demişim elimde olmadan... Güldü. ‘Neresi Avrupai’ diye... Aradan iki üç gün geçti, 4 Aralık günü... Vapurda göremedim. Köprü açılmış. Bir dolmuş mavnasına binip Eminönü’ne geçtim. Ortalık kıyamet! Bobin artıkları Haliç’e kadar uzanmış. Ne var, ne oldu derken dolmuşta bir adam ‘Tanin gazetesini yıkmışlar’ dedi. Neden Tanin, Tan olmasın! O günler, demokrasi savaşımız başlamıştı, Tan, Vatan cephesinde yeni kurulan Demokrat Parti’nin büyükleri, CHP iktidarına ateş püskürüyorlardı, ‘Görüşler’ dergisi de bu Demokrat cephenin yeni organıydı. Tan Basımevi harabe hâlinde! Yokuşu çıkıyorum. ABC Kitabevi darmadağın. Sokak ortasında kitaplar yakılıyor. “Büyük Doğu” yönetim yerine koştum. Baktım koca odada birtakım gençlerin ortasında bizim üstad, tikleri çoğalmış, coşku içinde dönüp duruyor. Bir masaya yaydığı sözde ‘komünist belgelerini büyük kâğıtlara yerleştiriyor, beni görünce ‘İşte oldu’ dedi. Masaya baktım, ‘Carrefour’ dergisinin adını baş yere yapıştırmış. Bunlar Tan Basımevi’nde ele geçen belgelermiş! Üstad dedim, bu dergi sağcıların organıdır, boşuna onu yapıştırma ‘Olsun, tezyini bir anlam veriyor’ demez mi! Bir de bildiri yazmış, herkes imzalayacakmış! Okudum ‘Hayır ben imzalamam, bu vandalizmi tek parti yandaşları yaptırdılar’ dedim. Orda bulunan Burhan Belge de imzalamadı. Üstad köpürdü, şu unutamayacağım sözleri söyledi: “Büyük Doğu bir gemidir, bataklıkta yüzen bir kurtuluş gemisi, binen kurtulur, binmeyen boğulur.” * Bakıyorum, anılar öyle çok ki! “Üstad” üstüne bir kitap yazsam yetmeyecek! İyisi mi Necip Fazıl’ın kişiliğinin bende yaşayan birkaç gözlemle, bir iki izlenimle yetinmek... Kumar oynarken polisçe yakalandığında ‘Ben röportaj yapıyorum’ demesi, yönetim yerine gelen gerçek Müslümanların ‘cuma namazında Yeni Cami’de görüşürüz’ demeleri üzerine “Vatan millet işleriyle öyle yoğunum ki ibadetimi bile zamanında yerine getiremiyorum” gibi sözlerle atlatması, kendisiyle eşinin nasıl bütünleştiklerini belirten ‘Ben sigara içsem dumanını o çıkarır’ ya da ‘Ben soğuk alsam o hasta olur’ vb hoşluklar!.. O bir şairdi, önemli bir şair. Kaç yaşına kadar? Otuz, otuz beş hadi hadi kırk! Oysa seksen yıl yaşadı. Şiirden uzak bir yaşamdı bu. O kadar ki, eski güzel şiirlerini de ‘ideolocya’sına uysun diye değiştirdi, bozdu. Necip Fazıl’ın, genç Necip Fazıl’ın şiirlerini bozmaya hakkı yoktu. Şimdilerde onun şeriatçılık akımının öncülüğüne kendini kaptırmış hayranları, yandaşları ‘Necip Fazıl şair ve şeriatçı olarak bir bütündür’ diyorlar. Oysa Necip Fazıl bile kendi kişiliğini üçe bölmüştür. Babıali adlı anılarında, ‘genç şair’, ‘mistik şair’, ‘sabık şair’ olarak yaşamını üçe bölmüştür. Ben Necip Fazıl’ın ‘genç şair’ yanına sevgi ve saygı duyuyorum. Nakşibendi tarikatının önce bir müridi, sonra da mürşidi olarak ülkemizde gericilik akımını başlatan Necip Fazıl’a, gerçek bir şairi yok eden bir insan gözüyle bakıyorum. Dostluğumuz bozulduktan sonra bile karşılaşmalarımızda ‘Seni Büyük Doğu Cemiyeti’nin bir numaralı üyesi olarak benimsemek istiyorum’ diyen (Nadir Nadi’nin deyimiyle ‘Süper Mürşit’) Necip Fazıl Kısakürek’i kendini ziyan etmiş bir insan sayıyorum. “Yeryüzünde yalnız benim serseri, Yeryüzünde yalnız ben derbederim. Herkesin dünyada varsa bir yeri; Ben de bütün dünya benimdir derim. Yıllarca gezdirdim hoyrat başımı, Aradım bir ömür, arkadaşımı. Ölsem, dikecek yok mezar taşımı, Kendime ben bile lanet ederim. Gönlüm ne dertlidir ne de bahtiyar; Ne kendisine yâr ne kimseye yâr, Bir rüya uğrunda, ben diyar diyar, Gölgemin peşinde yürür giderim." * Genç şair Necip Fazıl’dan bize kalanlar bir gömü değerindedir. Kimse o dizelerin şairini Abdülhâkim efendinin müridi, sonra da şeyhi olarak ortaya çıkan bir başka Necip Fazıl’la özdeşleştiremez. Bir kez kendisine “Sizin önemli yanınız sanatçılığınızdı. Ama nedense şiiri, sanatı hor görerek cücelere verdiniz.” demiştim. O da çevresinde bulunan yeni kişiliğinin yandaşlarına dönerek ‘Oktay beni en küçük yanımla sever’ demişti. Gelecekte Necip Fazıl şiir dünyamızın unutulmaz bir sanatçısı olarak yaşayacaksa, kendisinin ‘küçük’ gördüğü yanıyla yaşayacak... - Oktay Akbal, Necip Fazıl (Şairlere Ölüm Yok) - Görsel: Ersin Bedbin (Necip Fazıl Kısakürek)
13 notes
·
View notes
Photo
Meselemiz bir şiir meselesi değildir. Yaşama meselesidir. Hayatımızda olmayan mesele şiirimizde de olamaz. Tomris Uyar
46 notes
·
View notes