#ölü ağaç
Explore tagged Tumblr posts
Text
yırtarak geçiyor kalbimizden hayatı da törpüleyen zaman
şuramızda bir şey var acıya benzer umuda benzer böyle günlerde hayat hem acıya, hem acıya benzer gün ölümle başlatıyor hayatı her şafak taze bir ölünün üstünde doğuyor her sabah ölümü anlatıyor gazeteler sol köşede ölümü kutsallaştıran bir fotoğraf yeni bir cinayetin röntgenini çıkartıyor gövdeme beynim sabırla keskin iğdişliyor haber bültenlerini, yorumları, sahte ölüm ilanlarını bizim ilanlarımız çoktan verilmiştir gelirse de bilinir nerden ve nasıl böyle ölümün yücedir adı ha kanağacı canım, ha gelincik tarlası çünki ölümün kanıdır besleyen bir başka baharın tohumlarını şuramızda bir şey var bizi onduran şey acıya saran umudu kuşatan
kalbim: kalbim mi desem var kalbim: yaşayan ben hayatla ölümle cinayetle gazetelerde, radyolarda, eski üniversitelilerde eski prof hocalarla. o yaşayan ben: geç mi kaldık/kabul edemem ah benim sevgili annem oğlun da elbet yurtseverden bir gün bırakırda sizi yüzüstü yüzüstü değil: elbette bizüstü bırakır da: kötü sarmaşıkları, yaban güllerini bırakır da: sekizyüzlük hırtları, şunları, bunları giriverir senin sıcacık kucağına yani hem sana karşı, hem senin için giriverir o yanılmaz tarihçinin yaprağına ölüm mü dedim annem ölüm senin gibi güzel annelerin senin gibi güzel çocuklar feda etmiş o tarih atlasında bir kırmızı gül olur ancak koksun diye çocukların bahçesi
şuramızda, tam şuramızda kanserli bir virüs gibi kanımıza karışsa da bizi yaşatan günler perişan
işte bir bir kırıyorlar dalıylan yeryüzünün olgunlaşan meyvelerini çünki biliyorlar vakit dar oysa dalları kırılmayan ölür mü sonsuz ağaç hayatı pekiştiren kökümüz var dünyayı emeğe kazandırmak için hayata ve ölüme sonsuz bir anlam veren kanağacına sözümüz mü var
biz şimdi gidiyoruz gibi ya dostlar bir gün döneriz elbet acısız, adsız
ölümsuyu sürünün sürünün ölüm suyu bir ölü bir dirinin kanıdır besler hayatsuyu
şuramızda, tam şuramızda tarihe nasıl anlatsam
ey anneleri korkutan bizi yaşatan kan
günler perişan
31 notes
·
View notes
Text
"elindi, parmağındı./ etiydi bak tırnağının, ayırmıştın./ dokunduğun okyanusta ölü balıklar vardı, oltanın varoluşu senden öğreniliyordu./ uzanıyordun, uzuyordun. buna rağmen hep eksilmekten bahsetmektin sen biraz./ bu cümlenin tamlanamayışı, bu cümlenin anlam karmaşası, bu cümleyi kuran dilin bilinçsizliği./ sendin. ağaç gibi kök salan şu toprağa./ sendin. yayıla yayıla kendine çığır açan./ çağ kapatan, devir başlatan. sendin./ bütün günahları, sevapları odadan içeri almayış. sana sokulma tekrarı hep aynı yerden./ sana sığınma mucizesi, sendin o./ ölü sevinci, bereket inancı, kutsallık, rahmet. elindi. saçındı. tenindi./ irkildiğim yerden secdelendiğim omuz./ kırılan elmacık, gırtlaktaki adem./ havasını solumadığım cennet, havvasını tanımayan oğul, baba, erk./ hayat diye büyüdüğüm sendin. umut diye beslediğim./ saçlarından cennetime akan ırmak, kasığındaki yasak elma./ ben seni büyütürüm de devrilmekten korkarsın./ neden gözlerindeki putları yıkan muhammed değilim./ dokunan dudaklarıma mı kırıldı saçların. tenine değene mi in cindin hep./ elindi. saçındı. tenindi./ duvarıma değen herkes duvarımı yıktı. duamı duydun evimi yaktın./ dilinde gezdirdiğini anımsamıyorum. dudağına değeni önemsemiyorum./ beni bu yataktan sıyırıp dünyaya karıştıran, beni bu dünyaya sıkıştırıp hayale tıkayan./ ölmek için yaşamadığımın ispatı./ saçların. senindi./ parmaklarımdın./ tüm mucizelere rağmen şimdi. sırtını Kızıldeniz sanıp ortasına çukur açan musa oluveriyorum./ o mucizeden çocuk ve kadınlardan önce saçlarını kurtarıyorum./ saçlarını göğsümdeki kabe'ye doğru tara./ inanacağım."
45 notes
·
View notes
Text
Muhammed b. Mukatil'den nakledildiğine göre bir kimse Imam Azam'a şöyle bir soru sordu
"Şu kimse hakkında ne dersiniz ki, Allah'tan korkmaz, cehennemden korkmaz, ola eti yer, rüků ve secdesiz namaz kılar, görmediği şeye inanır, Hakk'a buğz eder, fitneye sevgi hesler"
Imam Azam'n meclisinde bulunan arkadaşları bu soruya cevap vermekten aciz kalarak, bu kimsenin durumu müşkildir, dediler,
Imam Azam
Hazretleri ise bu soruya karşılık şöyle cevap verdi.
"Bu öyle bir kimsedir ki, Allah'ın rızasını ister.
Cennet istemez.
Allahtan korkup Cehennem ateşinden korkmaz
Rüků ve secdesiz olan cenaze namazı kılar.
Allah Teâlayı görmediği halde birliğine iman ve şehadet eder.
Ölümün hak olduğuna inanır, fakat onu sevmez.
Mal ve evlad fitnedir,
fakat bunları sever.
Müslüman kardeşini dedikodu ettiği için ölü eti yemiş olur." Bu cevap karşısında soru soran kişi kalkıp Imam'ın elini öptü ve şâhidlik ederim ki, sen ilmin hazinesisin, dedi.
Yine rivayet olunduğuna göre, Bağdad'a Rum diyarından bir Dehri gelip insanlarım inançlarını sarsmak için din adamları ile münazaralara girişiyormuş
Butün Bağdat älimleri bu dehri karşısında aciz kalıp sorularına cevap veremediler. Yalnız görüşmediği âlim Imam Hammad kalmıştı. İmam Hammad ise, ben de gidip münazarada cevap veremeyip aciz kalırsam cahiller arasında Islâm inancı sarsılır korkusuyla münazara etmekten çekiniyordu.
Imam Hammad bu düşünce ile muztarib halde uykuya dalmış, gece rüyasında görmüş ki, bir hınzır gelmiş bir ağacın dallarını ve gövdesini yemiş, sadece kökleri kalmış.
Bu esnada o civarda bir arslan yavrusu çıkarak o domuzu parçalayıp öldürmüş
İmam Hammad bir korku içinde uykudan uyanmış, kederli bir durunda düşünmeye başlamış
Imam Azam Hazretleri o zaman onüç yaşında bulunuyordu.
Hocası Hammadi kederli halde görünce sebebini sordu.
İmam Hammad ona rüyasını anlatı.
Bunun üzerine Imam Azam rüyasını şöyle tevil etti
"O gördugünuz ağaç ilimdır.
Dalları diğer âlimlerdir.
Kökü zat-ı älinizdir.
Arslan yavrusu ise benim, inşallah o domuzu ben öldüreceğim" dedikten sonra
hocası Hammad ile beraber camiye gittiler.
O sırada dehri gelip minbere çıktı ve münazaraya başlayarak karşısına çıkacak birini istedi.
Bunun üzerine Ebû Hanife karşısına dikildi.
Dehri yaşının küçüklüğüne bakarak onu küçümsedı.
Imam Azam
"Ne sormak istiyorsan sor dedi
Bunun üzerine dehri Imam Azâm'a şöyle sordu "
Başlangıcı ve sonu olmayan bir varlığım bulunması mümkün müdur? dedi.
Imam Azam tereddürsüz cevabında
"Sen sayı bilir misin?" dedi.
Dehri de "Evet, bilirim, dedi." Imam Azam:
"Bir sayıların evvelidir,
ondan önce sayı yoktur, cevabını verdi.
Bu sözü karşısında İmam şöyle dedi:
"Bir sayısından evvel sayı olmaz da bir olan Allah'tan önce nasıl başka bir varlık bulunabilir?
Bunun üzerine
Dehri ikinci sorusunu sormaya devam etti:
Bir sayısından önce bir sayı var mıdır" dedi.
Dehri:
"Allah Teâlâ ne tarafa yönelmiştir?
Bu soruya karılık
İmam Azam:
"Bir mum yakınca onun işığı ne tarafa yönelir?" dedi.
Dehri
"Mecazi nur olan bir mumun ışığı her tarafi kaplar da göklerin ve yerin nuru olan Allah Teâlâ her tarafi kaplamaz mı?
Bunun doğruluğu güneşten daha açıktır" dedi.
"Her tarafa yayılır" cevabını verdi.
Buna karşılık
İmam Azam
Dehri üçüncü sorusunu söyle sordu:
"Var olan her şeyin bir mekâna ihtiyacı vardır.
Buna göre Allah nerededir?
Bunun üzerine
Imam Azam bir kåse içinde süt getirerek
"Bu sütün içinde yağ var mıdır?" diye sordu.
Dehri
Evet, vardır." cevabını verince Imam Azam:
Yağ bu sütün neresindedir?" diye sordu.
Dehri
Sut içindeki yağın belli bir yeri yoktur, sütün her tarafında yağ vardır." dedi.
Dehrinin bu cevabı karşısında
Imam Azam:
"Fåni ve zail olan bir varlığın belli bir mekim olmuyor da Allah Teälä için nasıl bir mekän tasavvur edilebilir?
Allah Teälä vardır ve Onun varlığı her yeri kaplamıştır." dedi.
Bundan sonra
dehri dördüncü sorusunu şöyle sordu:
"Rabbin şimdi ne iş ile meşguldür?"
Imam Azam:
"Sen birkaç soru sordun, ben ise cevap verdim.
Soru soranın yüksekte, cevap verenin aşağıda olması yakışmaz
Sen inde minbere ben çıkayım." dedi.
Bu söz uzerine dehri minberden aşağıya inip yerine Imam Azam minbere çıktı ve "Benim rabbim, senin gibi bir kafiri minber üzerinde layık görmeyip aşağıya indirmekte ve benim gibi bir
Tevhid ehlini minber üzerine çıkarmaktadır." cevabını verince dehri cevap veremez duruma geldi ve pes dedi.
İşte o zaman dehriyi yakalayıp öldürdüler ve İmam Hammad'ın gördüğü o rüya gerçekleşmiş oldu.
Imam Azam'ın zekâsının üstünlüğüne delalet eden olaylardan biri de şudur: Hasan b. Ziyad'ın naklettiğine göre,
bir kimse bir yerde bir miktar para defnedip sonradan bu malı nerede gömdüğünü unutmuş.
Bunu nasıl bulacağını Imam Azam Hazretlerinden sorunca,
"Gece sabaha kadar namaz kıl, inşallah bulursun" demiş. Bu tavsiye üzerine o kişi gece namaz kılmaya başlamış
ve gecenin dörttebiri olunca parasını nereye gömdüğü hatırına gelmiş
Imam Azam'dan bunun hikmetini
sormuşlar ve söyle cevap vermis:
"Şeytan aleyhilláne gece sabaha kadar namaz kılmaya rıza göstermez, onu mutlaka bu işten meneder.
Bu sebeple
hatırına getirir."
Yine cimri bir kimse malını bir yerde gömmüş, fakat bir müddet sonra gidince bu parayı yerinde bulamamış, çıkarıp almışlar.
Hasis bir kimse olduğu için buna fazla üzülmüş ye nerede ise ölecek duruma gelmiş. Bazı dostlarının tavsiyesiyle Imam Azam Hazretlerine müracaat edip bir çare bulmasını rica etmişler. Bunun üzerine
Imam Azam Hazretleri:
"Bana yerini gösterin." demiş ve göstermişler.
Imam Azam başka bir vakitte o yere gelip burada bazı kimselerin mantar devşirdiklerini görmüş. Yanlarına yaklaşıp bunlardan birine "Siz burada her zaman mantar devşirir misiniz?" diye sormuş.
Adam da
"Evet, her zaman devşiririz." cevabını vermiş.
Imam Azam
Hepiniz birlikte toplayıp sonra taksim mi edersiniz?" diye soru sorunca "
"Hayır, herbirimiz ayrı ayrı kendi hesabımıza devşiririz." demis.
Imam Azam tekrar sordu: "Hepiniz buradan beraber mi ayrılırsınız?
Adam cevap verdi
"Hepimiz beraber gideriz, fakat şu adam her zaman geri kalıp bizden sonra gider. demiş.
Bunun üzerine
Imam Azam bir kenarda oturup dağılmalarını beklemiş.
Herkes gidip sadece o kimse kalmış.
Bu sırada Imam, o zatın yanına yaklaşıp:
"Bu yerde bir adam bir miktar para gömmüş, bu parayı sen çıkarıp almışsın, hem aldığını görmüşler ve şahidlik ediyorlar.
Başkaları duymadan harcadığın sana kalsın sahibi onu bağışlar, gerisini ver." demiş.
Adamı bu söz karşısında korkup aldığı parayı getirip Imam Azam'a teslim etmiş açıklarken Imam Azam Hazretleri şöyle diyor.
O da sahibine vermiş Bu olayın sırrını
"Görmüşler" sözümden maksadım Allah Teâlâ''dır. Çünkü Allah Teälä kullarının yaptığı bütün işleri görür." Imam Azam'm zekası o derece üstün idi ki bir şeye bir defa baksa derhal onun keyfiyetine vakıf olurdu.
IX-KEREMİ, AHLAKI, ZÜHD ve TAKVASI:
Yezid b. Harun'dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir Imam Azam gibi takva sahibi olmadıkça bir kimseye fetva vermek heläl olmaz.
Çünkü İmam'dan daha älim, daha zahid ve daha takva bir kimse görmedim.
Bir zamanlar Imam Azam'm, bir evin civarında güneşin sıcağı altında beklediğini gördüm.
Kendisine:
"Niçın duvarım gölgesine girmeyip güneşin sıçağı altında duruyorsun?
diye sorunca
"Bu evin sahibinde bir miktar alacağın varda, eğer evin gölgesinde gölgelenirsem bir menfaat elde etmek düşüncesi akla gelebilir korkusuyla gölgelenmiyorum,
çünkü bunun faiz olmasından korkuyorum." cevabını
verdi.
Yine rivayet edilir ki Imam Azam bir meselede zorlukla karşılaşıp çöremezse tevbe ve istiğfar edip, bir günah işlemişim ki bu müşkil bana arız oldu, der ve kalkıp iki rekât namaz kıldıktan sonra o mesele kendisine keşfolur
ve böylece o müşkil ortadan kalkardı.
Fadi b Iyaz Imam Azam'ın bu durumunu duyunca ağlayıp, bu durum onun günahının azlığındandır.
Çünku herkese böyle bir inkişaf olmaz, derdi,
Ibrahim b. Amr'dan rivayet edildiğine göre,
Imam Azam Hazretleri son derece feraset sahibi (ileri görüşlü) idi.
Talebelerinden Dâvud-i Tai
hakkında demişlerdir ki "Bu talebem çok äbid olup insanlardan uzakta yaşayacak ve gece günduz ibadette bulunacak.
" Gerçekten de öyle oldu.
Yine Ebu Yusuf hakkında:
"Buna da dünya ikhal edecek ve kendisinin de dünyaya meyli çok olacak." dedi.
Gerçekten de öyle oldu.
Yine rivayet edilir ki Imam Azam ticaretle geçinir ve ticari işlerini ortakları yürüturdu.
Ortaklarından birinin satışında şüphesi bulunduğu ve sattığı mallar arasında bir tanesi sakat bulunduğu için (30.000) akçelik karını fukaraya sadaka olarak dağıtmıştır.
Yine rivayet edilir ki, Kufe etrafindaki arapları yağma etmişler ve bunlara ait koyunları çarşı pazarda satmışlar,
dolayısıyla bu koyunlar o civarda yayılmış.
Bunun üzerine Imam Azam Hazretleri bir koyunun ömrünü sormuş, ancak yedi sene yaşar, demişler.
Bundan sonra Imam Azam bu koyunlardan birine rastlar korkusuyla yedi sene
et yememiştir
Imam Azam'm sabrı ve nezaketini belirten şu vaka da çok dikkat çekici olduğu kadar ilim adamlarına irşad konusunda güzel bir örnek de teşkil etmektedir:
Rivayet edilir ki,
Imam Azam Hazretlerinin bitişik bir komşusu vardı ki içkiye müptelä olup gece evine sarhoş olarak gelir gece yarısına kadar çalgı çalıp şarkı söylerdi.
Imam Azam bu içki müpteläsı komşusunun eziyetine sabr ve tahammül gösterir, komşuluk hakkına riayet etmek için kendisine. bir uyarıda bulunmazdı.
Bir gece bu komşusunun sesi sadası kesilmiş.
Bunun üzerine Imam Azam Hazretleri, acaba hasta mi oldu, yahut bir kazaya mı uğradı, diyerek derhal evine gitti ve hanımına, her gece komşumuzun çalgı ve şarkı seslerine alışmıştık,
bu gece ise sesi sadası kesildi.
Acaba hasta mıdır, yahut haşına bir iş mi geldi diye sormaya geldim, deyince
hanımı mahcup bir eda ile
"Ya Imam bu gece meyhaneden gelirken zabitlere rastlamış ve sarhoş olduğu için kendini yakalayıp hapsetmiş ler," dedi.
Bunun üzerine Imam Azam o şehrin valisine kadar gitti.
Vali Imam'ı görünce karşılayıp saygı ve
ikramdan sonra ziyaret sebebini sormus.
O da durumu anlatmış ve hapsedilen bu komşusunun serbest bırakılmasını istediğini belirtmiş.
Vali bu rica üzerine derhal o komşuyu hapisten çıkarıp kendisine teslim etmiş.
Beraber dışanya çıktıklarında bu komşusuna karu gayet nazik davranarak, senin çalgınan sesine alışmıştık,
bu gece sesin ve sadan çıkmadı, çoluk çocuğunun nafakasını soramadık,
bir yardımda bulunamadık, deyip çok miktarda para verdikten sonra meyhanecide ne kadar borcun varsa ben ödeyeyim, deyince
adam
Imam Azam'ın bu nazik muamelesinden son derece mahcup kalarak hemen o anda tevbe ve istiğfar edip
Imam Azam'm ders halkasına devam etti ve kısa zamanda ilim tahsilini tamamlayıp fakihlerden biri o oldu
Yine rivayet edilir ki, Imam Azam Hazretleri kırk yıl yatsı abdesti ile sabah namazını kılmış.
Ve yine rivayet edilir ki:
her ayda altmış hatim indirir, bir hatm-i şerif gece, bir hatim-i şerif de gündüz indirirdi.
Dünyadan ähiret ålemine göç ettikleri vakıt yedibin hatm-i şerifi tamamlamıştı
Imam Azam Hazretleri zengin olduğu halde kendi ifadesine göre, dortbin dirhemden fazla parayı elinde tutmamış, bu kadarımı çoluk çocuğunun nafakası için saklarmış, gerisini fukaraya, talebelerine ve Mekke ile Medine'de bulunan Fakihlerin nafakalarına yardım için harcardı.
Imam Azam Hazretleri hocasıma o derece saygılı idi ki, vefatından beri her namazın peşinde hocası Imam Hammad için, anası bahası, diğer hocaları ve kendisinden ilim öğrenen taleheleri için duada bulunurdu.
Hocasına karşı saygısından ötürü, yatağında ayaklarımı hocasının evine doğru uzattığı väki olmarıştır.
X-KADILIKTAN KAÇINMASI :
Hidaye sahibi Merginani'nin naklettiğine göre Halife Mansur, Imam Azam, Imam Sevri, Imam Candi Imam Şerik ve Imam Misar'ı kadı nasbetmek için huzuruna çağırmış.
Imam Azam Hazretleri, ben hile yapıp kurtulurum, dedi. Imam Sevri:
ben firar ederim, dedi.
Imam Misar: ben de deli numarası yaparım, dedi
Serik
ise zaten beni kadi yapmak istemez, diyerek yola çıktılar. Devlet sarayına giderken nehrin kenarında bir gemi gidiyormuş.
Imam Sevri kaptana yalvararak: beni bir kimse boğazlamak istiyor, beni gemine koyup kurtar, dedi. Kaptan da onu alıp gizledi.
Bu şekilde Bağdat'tan firar etti.
Diğerleri ile birlikte halifenin huzuruna vardılar.
Mis'ar halifeye davarlarım nasıl, çoluk çocuk nasıl diyerek uygunsuz sözler sarfedince onu meclisten dışarıya attılar
Imam Azam Hazretleri ise ben elbise tüccarıyim, beni kabul etmezler.
Küfeliler Kureyş ve Ansar- Araptandır, ben ise köle neslindenim, dedi.
Onu da dışarıya attılar.
Şerik benim görme kuvvetim zayıfır, mührün yazılarımı dahi fark edemem, diyerek mazeret belirtince halife ben senin yanma bir kimseyi yardımcı tävin ederim, o sana sana yardım eder, dedi.
Bu sefer Serik; benim hafızam zayıfır, dedi.
Buna karşılık sana hal ile hadem yediririm düzelirsin, cevabını verdi.
Bununla da mazeretini kabul ettiremeyince, benim kadınlar taifesine tazla meylim vardır, dedi.
Halife, ben sana çok maaş veririm, onunla cariyeler satın alırsın, dedi.
Bu şekilde ne dedi ise kendini kadılık makanuna nasbedilmekten kurtaramayınca,
Şeriat nazarında yakın uzak, küçük büyük ayırd etmem, herkese eşit bir şekilde Şeriatın hükumlerini tatbik ederim, deyince halife, ben de olsam, başkası
üzerine üstün tutma, deyince kaçınılmaz bir şekilde kadılık görevini kabul etti.
Fakat vazifeye başladıktan bir müddet sonra halifenin kölelerinden biri bir gün bir dava dolayısıyla kadının karşısına gelip diğerlerinden öne geçmek isteyince kadı Şerik buna rıza göstermeyip, ikiniz de şerat nazarında birsiniz, dedi.
Bunun üzerine halife Şeriki bu görevden uzaklaştırdı.
XI-HAPSEDİLMESİ ve VEFATI:
Şerik'in azledilmesinden sonra halife Mansur tekrar Imam Azam'ı huzuruna çağırdı, ve kadı olmasını teklif etti.
Fakat Imam Azam yine bu teklifi kabul etmedi.
Bunun üzerine halife Mansur kızarak Imam Azami hapsedeceğine ve dovdüreceğine yemin etti.
Ve memurlarma emir verip her gün on kamçı vurdurdu. Birkaç gün bu şekilde döğülup hapsedildikten sonra
Imam Azam Hazretleri şiddetli acı çekerek ağlamaya başladı ve aradan çok zaman geçmeden
"Allah selam evine çağırır" davetini kabul ederek Allah'ın rahmetine kavuştu.
Bazıları dövmekten, bazıları zehirlenmekten vefat ettiğini söylemektedirler.
Bu iki rivayeti birleştirmek de mümkündür.
Zindanda her gün on kamçı vurup sonra zehir içirdiler.
Bazıları da şöyle demişlerdir. Imam'ı halife'nin huzuruna götürüp kadılık teklifi yapılmca kabul etmedi ve bunun azerine şerbetine zehir koydurup kendisine içirdiler. Imam Azam Hazretleri zehrin tesirini hissettikçe Mansur'un meclisinden kalkıp gitti. Mansur, nereye gidiyorsun? diye sorunca, gönderdiğin yere gidiyorum, cevabını verip yine kendisini zindana goturduler.
Zehir bütün azalarına sirayet ettikten sonra onu hapse indirdiler ve hırakıp gittiler. Imam'ın ciğeri zehrin tesirinden parça parça olup ölümü hissettikçe secdeye kapanıp secdede iken ruhunu teslim etmiştir.
Allah kendisine gani gani rahmet eylesin ve açtığı çığırı kıyamete dek devam ettirsin. Vefatlarında yaşı 70'i bulmuştu.
Hicri 150 senesinde Allah'ın rahmetine kavuşmuştur.
5 notes
·
View notes
Text
bugün kalbimi eski bir plak gibi öyle çok tersine çevirdim ki: bazı şarkılar vardır, cızırtılı bir yağmur gününü anlatır. uzaklarda süren sarı yağmurluklu bir hayatı. deniz bazen kendini kaldırımlara fırlatır, o zaman bir yavru yengece bakan insanların şarkısı olurdu o şarkının adı. keşke ismim iris olsaydı, keşke ismim herkese sarı yağmurluğuyla koşan hayatı anlatsaydı. bazı şarkılar vardır, ellerim kocamanlaşır, tuhaflaşır. işte o ellerimle herkese çamurlu şiirler uzatsaydım. hepsi çok kirli olsaydı tanrım! bazı şarkılar vardır, kırmızı akşam sefalarını anlatır. karanlığın kalbinde yalnız açmanın acısını, komşu kadınların basma elbiseli konuşmalarını. geceyi onlar bahçeye taşırdı. ben ne zaman öleceğim tanrım! sabah olunca mı? keşke birkaç dakikayı ipek mendillere sarıp saklasaydım. irileşen, gitgide irileşen ağaç gibi şu odanın ortasında dursam, saat kuleleri dökülürdü dallarımdan tanrım! artık sarı yaprakların ölü olduğuna inanmıyorum. bazı şarkılar vardır, kanatlarında yağmuru taşıyan kelebeği anlatır. kırmızı bir çakmak gibi neşeli ölmek olurdu o şarkının adı, ardında yalnızca nemli sigaralar bırakmanın acısını. keşke ismim iris olsaydı, keşke ismimin bir anlamı olmasaydı. herkes çıkarsın kalbini o çirkin mücevher sandığından ve herkes onu birbirine fırlatsın tanrım!
29 notes
·
View notes
Text
GÜNLER PERİŞAN
yırtarak geçiyor kalbimizden
hayatı da törpüleyen zaman
şuramızda birşey var
acıya benzer
umuda benzer
böyle günlerde hayat
hem acıya, hem acıya benzer
gün ölümle başlatıyor hayatı
her şafak taze bir ölünün üstünde doğuyor
her sabah ölümü anlatıyor gazeteler
sol köşede ölümü kutsallaştıran bir fotoğraf
yeni bir cinayetin röntgenini çıkartıyor gövdeme
beynim sabırla keskin
iğdişliyor haber bültenlerini, yorumları, sahte ölüm ilanlarını
bizim ilanlarımız çoktan verilmiştir
gelirse de bilinir nerden ve nasıl
böyle ölümün yücedir adı
ha kanağacı canım, ha gelincik tarlası
çünki ölümün kanıdır besleyen
bir başka baharın tohumlarını
şuramızda birşey var
bizi onduran şey
acıya saran
umudu kuşatan
kalbim: kalbim mi desem
var kalbim: yaşayan ben
hayatla ölümle cinayetle
gazetelerde, radyolarda, eski üniversitelilerde
eski prof hocalarla
yaşayan ben: geç mi kaldık/kabul edemem
ah benim sevgili annem
oğlunda elbet yurtseverden
birgün bırakırda sizi yüzüstü
yüzüstü değil: elbette bizüstü
bırakır da: kötü sarmaşıkları, yaban güllerini
bırakır da: sekizyüzlük hırtları, şunları, bunları
giriverir senin sıcacık kucağına
yani hem sana karşı, hem senin için
giriverir o yanılmaz tarihçinin yaprağına
ölüm mü dedim annem
ölüm senin gibi güzel annelerin
senin gibi güzel çocuklar feda etmiş
o tarih atlasında
bir kırmızı gül olur ancak
koksun diye çocukların bahçesi
şuramızda, tam şuramızda
kanserli bir virüs gibi kanımıza karışsa da bizi yaşatan günler perişan
işte bir bir kırıyorlar dalıylan
yeryüzünün olgunlaşan meyvelerini
çünki biliyorlar vakit dar
oysa dalları kırılmayan ölür mü sonsuz ağaç
hayatı pekiştiren kökümüz var
dünyayı emeğe kazandırmak için
hayata ve ölüme sonsuz bir anlam veren
kanağacına sözümüz mü var
biz şimdi gidiyoruz gibi ya dostlar
birgün döneriz elbet
acısız, adsız
ölümsuyu sürünün
sürünün ölümsuyu
bir ölü bir dirinin kanıdır
besler hayatsuyu
şuramızda, tam şuramızda
tarihe nasıl anlatsam
ey anneleri korkutan
bizi yaşatan kan
günler perişan
Arkadaş Zekai ÖZGER
#arkadaş zekai özger#günler perişan#şiir#pencereyi kapama#gök dolabilir içeri#kucaklayıp getiririm onu sana#kollarımda bi dünya#kollarında bir dünya
3 notes
·
View notes
Quote
Gün olur toprak uyanır ağaç uyanır uyanır böcekler Sarı bozkır titrer çıplak ağaçlar yeşerir gök yıkanır kirli dumanlardan Su coşar deniz kabarır canlanır ölü şehirler Yemyeşil bir rüzgar eser yıldızlar arasından. Şimdi siz taşıyorsunuz müjdenin kurşun yükünü Çatlayacak yalanın çelik kabuğu Sizin bahçenizde büyüyecek imanın güneş yüzlü çocuğu.
2 notes
·
View notes
Text
Kara ağaç
Bir ağaç gördüm yangında kararmış kül olmuş altında mantarlar türemiş ve yeşile dönmüş yeniden filizlenmiş ve tekrar ağaç olmuş. bir kara ağaç kadar olamadık. Benim hakkımda ne dediğinizin önemi kalmadı. Önemsiz ölü ve ruhsuz bir kara ağaç ama mantar türememiş.
2 notes
·
View notes
Text
İçimde hiçbir şeyin hevesi yok; sanki zaman ilerliyor ben öylece durduğum yerde duruyorum. Büyüyorum da işin tuhaf yanı. Büyümekte istemiyorum çünkü büyüdükçe içimde bir şeyler ölüyor sanki… Özlüyorum. Ölü birini özlemek, ondan arama beklemek içimdeki melankolik hali arttırıyor. Kendimden parçalar bulduğum insanlar var. Sahiden bizi görüyorlar mı? Görüyorlarsa ne düşünüyorlar ya da düşünebiliyorlar mı? Bu sefer son defa lisenin ilk gününü yaşayacağım beni arayıp “Eğitim/öğretim yılında başarılar dilerim kuzucum.” diyen o sesten uzak bir sene daha geçireceğim bazen düşünüyorum da acaba o yüzden mi geçen sene başarılı geçmedi. Bildiğim hiçbir koku kalmıyor yarınlara sanki hepsini benden uzaklara götürmek için delice esiyor hava. Çok öfkeleniyorum sevdiğim birine, belki umurunda bile değilim o an ama ben onu umursadığım için bu durumun bana zarar vermesinden yoruldum artık. Hevesimin ilmek ilmek sömürülmesinden çok sıkıldım. Nefes almak istedikçe daha çok boğulmaktan sıkıldım. Vedalardan sıkıldım. Emeğimin sömürülmesinden sıkıldım. Yarış atı muamelesi görmekten sıkıldım. Sürekli bir şeylerin çok önemli hayat memat meselesi olmasından sıkıldım. Mükemmel olmak için çabalamaktan ama hiçbir zaman mükemmel diye bir şeyin olmayışındaki boşa çabamda yüzmekten sıkıldım. Güzel başlayan günün boktan bitmesinden sıkıldım. Tüm bunların yanında yaşamayı seviyorum. Bu nasıl bi’ tezatlık kardeşim? Özlediğim herkesin eksikliğini hissediyorum şu son zamanlarda. Bu bahsettiğim özlem hem kilometrelerce uzakta olan hem ruhsal olarak uzak kalmak zorunda bırakıldığım bir kaç insan belki hayvan belki bir ağaç… İçimde sanki hiç kalkmayacak bir fille yaşıyorum sanki yas tutmak böyle bir şey mi? Ya da aslında kafamı kurcalayan şeyleri düşünmemek için toprak olmuş ruhlara mı sarılıyorum? Kendime neden sarılamıyorum? Biliyorum her şey yoluna girecek. Biliyorum bunlar yaş alırken öğrenmem gereken şeyler. Biliyorum kırılmadan/dağılmadan/kül olmadan yeniden doğulmuyor. Sadece soruyorum daha kolay olamaz mıydı? Mesela onlara özen gösterdiğim kadar bana özen gösterseydi insanlar bu kadar soyutlanır mıydım? Kalabalık olmayı çok seviyorum. Kalabalık sofralarda gülüşmeler/bardak tokuşturmalar seviyorsam neden üç-beş dostum harici bu kadar yalnızım? Aslında haklısınız çekirdek bir aileyle büyüdüğüm için özeniyor olabilirim ama olsun bir kalabalık sofrada buluşup takırdatsak fena mı olurdu?
-N
1 note
·
View note
Text
“küçük İskender” anısına... (28 Mayıs 1964, İstanbul - 3 Temmuz 2019, İstanbul) * * * küçük İskender'in Walizi - Haydar Ergülen “İskender de Attilâ İlhan gibi bir ‘şair-i maderzat’ bence, yani ‘anadandoğma şair’, o nedenle yazmak için yaratılmış olanlardan, yani yazmamak elinde değil! Üstelik de çok yazmasının kime zararı var, doğrusu bunu da bilemem, Enis Batur çok yazıyormuş, ne güzel demek ki yazabiliyor, istediğini okursun, tümünü senin okuman için yazmıyor, işte İskender de öyle. İskender Türkçenin en zeki şairlerinden, yazarlarından. Onun şiiri bir ‘gökkuşağı’ tam anlamıyla. Renkli, farklı, zengin, çeşitli, yüksek, doğal, yalın, derin, katmanlı, coşkulu, düşündürücü, zevkli, enerjik, akıllı, duyarlı, komik, ironik, lirik, epik, erotik, eleştirel, sivri dilli, yaramaz, asi, tehlikeli, korkusuz, pervasız, argolu, sokak dilli, koyu, bireysel, toplumsal, tümüyle laik bir şiir; evrensel, kalıcı ve evet herkese göre bir şiir. Daha doğrusu çok şiir! İskender’in sözgelimi “uzun yazlardan sözeden kadınlardan korkacaksın/ hani bir de ağustos köpek gibi sarhoşsa ayakbileklerinde” dizeleriyle başlayan “Uzun” şiiri (ki çok severim, hatta en sevdiğim şiirlerinin başında gelir; tek kusuru, yıllar önce İskender’e de söylemiştim, ‘kısa’ olması; şaka gibi, adı ‘Uzun’, kendisi ‘kısa’ bir şiir) ‘çok’ ve ‘çoğul’ şiirinin örneklerinden biridir. “leyla, sen bir heves değilsin baharda/ çiy değilsin, kırağı değilsin,/ mahmurluk hiç değilsin sevdada!” dizeleriyle başlayan “leyla”, onun çok şiirinden bir başka örnektir. Ya da “Meleğin mesleğini sordunuz bana;/ Camcılıktır o, dedim. İnsan ham ışıktan/ yapılmıştır ki bu da/ suyun gizlediği mürekkep ve sıla” dizeleriyle başlayan “kalbin ders saati” ise çoğul şiirinden bir diğer örnektir. İskender yüksek, çok, çoğul ve sürekli şiiriyle hem kendisine hem başka şairlere yol ve alan açan bir olanaktır. Yalnızca şiir yazan biri değil bir ‘şiir açıcı’dır ki, şiirini bir olanak olarak sunan, var eden tüm büyük şairler, onlarca yıl belki bir yüzyıl sürecek bir etki alanı oluştururlar. Büyüklükleri yüzyıl ya da yüzyıllarla ölçülür, ki onlara ‘yüzyıl şairleri’ denilse yeridir. İskender de benim “1980 Yüzyılı” olarak tanımladığım kaotik yüzyılın şairidir, belki de yüzyılın damgasını en çok vurduğu ve yüzyıla damgasını en çok vuran şairlerden. Cumhuriyet dönemi şiirinin o okunmadan eksik kalacağı bir şair. Yıllar önce, şimdi aramızda olmayan bir şairimiz bir ‘Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri Antolojisi’ hazırlamıştı. Gençlerden, o zaman gençtim, beni de almıştı antolojisine, fakat baktım küçük İskender yok, o zamanlar Varlık’ta ya da Radikal gazetesinde, ‘benim antolojiye alınmamın önemli olmadığını, fakat küçük İskender’in antolojiye alınmamasının çok önemli olduğunu’ yazmıştım. Hâlâ öyle düşünürüm. 80 Kuşağı diyelim birkaç büyük şair armağan etmiştir Türk şiirine, bunların başındaysa küçük İskender gelir, Birhan Keskin gelir, Ahmet Erhan gelir... Waliz Bir’de (Can Yayınları, Kasım 2016) “Bazı şeyleri öğrenmeyi reddettiğim için bağımsızsam, imgelerin kontrolü kolaylaşıyor. Hayal gücünü sıfırlamaya çalışan sistemli öğretilerden saklanan hayvanları arıyorum hayatıma sızan. Biz büyük bir aileyiz.” (s. 44) diyordu. küçük İskender’in bavulunda, ‘waliz’inde en azından bir yüzyıla yetecek şiir ve dize var. Yazıları ise şiirini sardığı kâğıtlar gibi daha yolda okumaya başlanacak türden. küçük İskender: Bağımsız, eliaçık, gönlüaçık, cömert bir şair. Şairlerin en zengini.” - Haydar Ergülen, küçük İskender’in Walizi (Şairin Bavulu / Portreler) * * * uzun - küçük İskender hüseyin alemdar’a uzun yazlardan sözeden kadınlardan korkacaksın hani bir de ağustos, köpek gibi sarhoşsa ayakbileklerinde; hani bir de masada rakı, aşkta endişe tükenmişse uzun yazlardan sözeden kadınlardan çok korkacaksın bir ağaç, gece vakti tırmanmaya kalkışmışsa ölü ren geyiklerine! uzun yolculuklardan sözeden erkeklerden korkacaksın hani bir de taşlı tozlu yollar, deli gibi koşuyorsa gözbebeklerinde; hani bir de devrimde inanç, vücutta takat tükenmişse uzun yolculuklardan sözeden erkeklerden çok korkacaksın bir çocuk, gece vakti sapanla vurmaya kalkışmışsa sınırdaki askeri! uzun şiirlerden sözeden şairlerden korkacaksın hani bir de intihar, fiyakalı bir sustalı gibi duruyorsa arka ceplerinde! hani bir de kâğıtta mürekkep, kâinatta şiddet tükenmişse uzun şiirlerden sözeden şairlerden çok korkacaksın bir mecnun kul, gece vakti tanrıyla peygamberin arasına girmişse! uzun sözcüğünden korkacaksın hani bir de kısaysa yazılırken bile! - küçük İskender, uzun (lezzetli tümörler lokantası / gözyaşlarım nal sesleri) - Görsel: Mehmet Adıyaman (küçük İskender)
#küçük İskender#Anısına#Şair#Haydar Ergülen#küçük İskender'in Walizi#Şairin Bavulu#3 Temmuz#Ölüm Yıl Dönümü#3 Temmuz 2019#Şiir#küçük iskender#Uzun#Kısa#lezzetli tümörler lokantası#gözyaşlarım nal sesleri#Mehmet Adıyaman#Yürekbalı#Yazar#Derman İskender Över
11 notes
·
View notes
Text
bugün kalbimi eski bir plak gibi öyle çok tersine çevirdim ki: bazı şarkılar vardır, cızırtılı bir yağmur gününü anlatır. uzaklarda süren sarı yağmurluklu bir hayatı. deniz bazen kendini kaldırımlara fırlatır, o zaman bir yavru yengece bakan insanların şarkısı olurdu o şarkının adı. keşke ismim iris olsaydı, keşke ismim herkese sarı yağmurluğuyla koşan hayatı anlatsaydı. bazı şarkılar vardır, ellerim kocamanlaşır, tuhaflaşır. işte o ellerimle herkese çamurlu şiirler uzatsaydım. hepsi çok kirli olsaydı tanrım! bazı şarkılar vardır, kırmızı akşam sefalarını anlatır. karanlığın kalbinde yalnız açmanın acısını, komşu kadınların basma elbiseli konuşmalarını. geceyi onlar bahçeye taşırdı. ben ne zaman öleceğim tanrım! sabah olunca mı? keşke birkaç dakikayı ipek mendillere sarıp saklasaydım. irileşen, gitgide irileşen ağaç gibi şu odanın ortasında dursam, saat kuleleri dökülürdü dallarımdan tanrım! artık sarı yaprakların ölü olduğuna inanmıyorum. bazı şarkılar vardır, kanatlarında yağmuru taşıyan kelebeği anlatır. kırmızı bir çakmak gibi neşeli ölmek olurdu o şarkının adı, ardında yalnızca nemli sigaralar bırakmanın acısını. keşke ismim iris olsaydı, keşke ismimin bir anlamı olmasaydı. herkes çıkarsın kalbini o çirkin mücevher sandığından ve herkes onu birbirine fırlatsın tanrım!
11 notes
·
View notes
Text
"Fizik olarak, Grandet, kısaca boylu, tıknaz, dört köşe biriydi, bacakları kalın, dizleri ağaç gövdeleri gibi güçlü, omuzlarıysa genişti. Yuvarlak, güneş yanığı, çiçek bozuğu bir yüzü vardı. Çenesi düz, dudakları kıvrıntısız, dişleri de beyazdı. Gözlerinin durgun, ölü gibi bakışı kabaca kertenkele bakışı denilen türdendi. Derin çizgili alnı, yüzden insan doğasını keşfeden bir uzman için hiç de anlamsız sayılmayacak biçimde çıkıntılıydı. Sarımsı saçları artık kırlaşmaktaydı. Monsieur Grandet hakkında şaka yapmanın ne ciddi bir sorun olduğunun farkına varmamış birtakım gençlere göre de bu saçlar altın ve gümüş gibiydi. Burnunun ucu kalındı ve üzerinde damarlı bir yumru vardı, her nedense halk arasında bu yumrunun kötülük dolu olduğu söylenirdi. Yüzünden, tehlikeli bir kurnazlık, hesaplı bir doğruluk, gün be gün, duygularını para biriktirmek ve dünyada kendisine bir şey ifade eden tek varlık olan kızı, tek varisi Eugelie üzerinde yoğunlaştıran bir adamın bencilliği okunuyordu. Halinde, davranışında, duruşunda, tavrında, kendisiyle ilgili her şeyde; giriştiği hiçbir işten başarısız çıkmayan birinin kendine güveni vardı. Görünürde uysal ve yumuşak konuşan biriydi ama Monsieur Grandet'nin demir gibi bir ruh yapısı vardı.
Her zaman aynı modaya göre giyinirdi: Onu bugün görmek 1791'de görmek gibiydi. Hantal pabuçlarının deri bağları vardı. Yaz kış kalın yün çoraplar, gümüş tokalı kaba, kestane rengi çuha pantolon, kadife çizgili ve boğazına kadar düğmeli, uzun, bol kestane rengi bir ceket, siyah bir boyunbağı ve bir Cusker şapkası giyerdi. Eldivenleri bir jandarmamın kullanacağı kadar sağlamdı, hemen hemen iki yıldır bunları giymekteydi ve temiz tutmak için çıkardığı zaman dikkatle hep aynı noktaya, şapkasının yanıbaşına koymak adetindeydi. Hepsi bu kadar. Monsieur Grandet hakkında Sauma'da bundan fazla bir şey bilinmezdi"
Honore de Balzac | Eugenie Grandet
#honore de balzac#Eugenie Grandet#yazar#kitap#edebiyat#kitapalıntıları#kitapalıntısı#cumblus kitap#keşfet
14 notes
·
View notes
Text
youtube
Hayal Kırıklığının Hayatta Tuttuğu...
Melikşah'ın yukarıdaki videosunu izleyince daha doğrusu dinleyince (kendisine de Melikşah diyeceğim çünkü ruh ikizim gibi bir birey) içimdeki bazı tıpalar açıldı... Periyodik olarak olur bu bana...
Hayal kırıklığından bahsetmiş ama daha çok neden bu kadar kendimi ona benzettiğimi çözdüm galiba. O kadar canlı ve ilham dolu olmasına rağmen aslında içinde bir şeyler ölü onun da. Ölü derken bir bataklık var onda da. O bataklığın bir habitatı var kendince ve ne kadar derinse kökleri o kadar yeşil toprağın üstünde.
Bataklık mı ağaç mı karar ver be ablacım... İkisi de ama hiçbiri aynı zamanda.
Kendimi o kadar canlı hissediyorum ki dışımda. İnanılmaz bir potansiyel, inanılmaz bir kudretlilik hali. Ama içimde bir o kadar derin, ne kadar kazsam da asla sonunu getiremeyeceğim bir boşluk. Yaprak, dal, taş toprak dolu ama. Ama boş işte, bomboş. Tuzak gibi çizgi filmlerdeki. Arada kendim düşüyorum o tuzağa, Alice'in kuyusundaki gibi düşe düşe bitiremiyorum. Sonra bir anda bir yaşam mantarı ve en baştan başlamışım koşturmaya. Canlıyım yine, bir sonraki tuzağa yakalanana kadar.
2 notes
·
View notes
Text
Tanrı’nın Piyanosu
...
Uzaklardan gelen o piyano sesini duyuyor musunuz? Tanrı’nın bizim hayatımıza bahşettiği fon müziği. Pardon! Demek istediğim şuydu, Tanrı’nın benim hayatıma bahşettiği fon müziği. Yok bu da olmadı! Demek istediğim aslında şuydu, siz hala piyano sesini duymaya çalışın tabii. Tamam demek istediğim şuydu, Tanrı’nın hayatım sonlanırken bana ve sadece bana bahşettiği fon müziğimdi. Ölümüm gerçekleşirken bir fon müziği eşliğinde hem de bir piyano eşliğinde gerçekleşmesi ne kadar absürttü. Sanırım acımı hafifletmek istiyordu ya da senaryosu temiz yazılmış bir son olmasını istiyordu! Ya da hiçbiriyle Tanrı’nın alakası yoktu. Sadece benim ve o iki koca, lekeli avuç içlerinin alakası vardı. Durun! Piyano sesini bastıran o homurdanmalarda ne öyle? Kulağıma çoğalarak gelen bu sesler; ”Orada, o saatte ne işi vardı?” “Su testisi su yolunda kırıldı.” “Zaten niyeti belliymiş, sonu da böyle oldu.” Söylenmesi ne kadar kolay cümleler! Ölü gencecik bir bedenin yanı başında, gözyaşlarının arkasında saklambaç oynarken homurdanması ise daha kolay! Ve hatta size yardımcı olayım mı biraz? Tabii siz hala bir yandan piyano sesini duymaya çalışırken, tırnak içlerime bakın! Bakın bakın ama göremezsiniz dimi? Tırnak içlerim kendimi savunmak isterken deri parçaları ve kanla doldu, taştı. Ve şimdi biraz da toprak parçaları girdi içlerine. Oysaki en çok annem severdi, öperdi ellerimi. Ah! Canım annem. Ellerim çok güzeldi. Ağaç dalları misali uzun uzun parmaklarım vardı. Uzun, hafif toplu parmaklarım ve tırnaklarım. O kadar sağlıklı tırnaklarım vardı ki, hızlı uzar, kırılmaz ve hep aydınlıktı. O gün ise hepsinin kırıldığını, etimden koptuklarını bir bir hissettim. Göremezsiniz tabii! Şimdi bakıyorum da tırnak içlerime, yıkadığınız su değil ama biraz olsun toprak temizledi, pakladı ve hazırladı Tanrı’nın evine beni. Ve bedenim, bedenim ah güzel gencecik bedenim!
Loş bir odada, bir sinek vızıltısı ve bir piyano sesi birbirine eşlik edercesine yankılanıyordu. Hiç bu kadar hoş gelmemişti bir sineğin vızıltısı. Belki de sessizliğin verdiği tedirginlikle bir sineğin sesinden medet umuyordum. Ne aptalca ve ne de çaresizce! Şimdi haklı olduklarını savunurcasına kulağıma homurdanan sesler gibi burada ne işim olduğunu sıkıntı ve belirsizlikle kendime sorarken, kendimce boş bir kuruntu yaptığımı düşünmek istiyordum. Bir yandan piyano sesi geliyor kulağıma, bir yandan o küçücük odanın tamamını kaplayan, uzunlamasına sonsuzluğu olan ve minderleri yırtılmış eski bir koltuk üzerinde amaçsızca bana bakan şaşı gözlü, iri yarı bir adamın rahatsız edici bakışları. Tanımıyorum! Tanımakta istemezdim! Gözlerinin rengini ise hatırlamak istemiyorum! Üzerinde paçavra denilebilecek çizgili bir gömlek ve kendinden emincesine gömleğinin düğmelerini yarıya kadar açmış o duruşu. Kıllı, o iğrenç gövdesi. Yayıla yayıla oturan bedeni, o sonsuz uzun olan koltuğun tamamını kaplıyordu ve o koltuğun üzerinde bana yer vermek istercesine anlamsız bir harekette bulundu. İşte o an kuruntularımın hepsi bir olup koskocaman korku bulutu olarak kafamın içinde, bedenimin diken diken olan tüylerimin arasında kendini buldu. Reddedercesine geri bir adım attım ve pat! Sineği öldürdü hiç acımadan avuçlarının arasında. Tanrı’nın yarattığı bir varlık umrunda değilcesine kan dolan avuç içlerini, koltuğun yırtılmış minderlerine sürdü. Artık sineğin sesi yoktu, artık sessizlik vardı. Piyano sesi gelmeye devam etse bile çok rahatsız ediciydi ve işte o an anladım, yalnızdım. Bu loş odada, bu soğuk ve çıplak odada korkularımlaydım. Terk edilmiştim! Tanrı beni terk etmişti aynı sineğin ölümü gibi. Ve ölecektim. Bakışlarım buz kesmişti, çıplak ayaklarım kaçmak istercesine kapıya dönüktü, sesim çığlık atmak istercesine haykırıyordu! Olmadı! O paçavra gömleğinin son kalan düğmesini de yine kendinden emincesine açtı ve tırnaklarımın arasına deri parçaları girdi! Bacaklarımdan sıcak akan bir şey, kırmızı bir şey, koltuğun minderlerinin rengini değiştiren bir şey. Canım acıyordu. Sanki sevdiğim birini kaybetmişcesine canım acıyordu. Kıvranıyordum, nefesimden ruhum çıkmadan önce son çırpınışlarımdı. “Alın şu iri, pis kokan çöplük adamı üstümden!” Bu sanırım son cümlemdi ama son düşüncem değildi. Duvarda asılı bir saat vardı ve zaman o saatte durmuş, beni seyrediyordu. Genceciktim ve saçlarım yolunmayı değil, okşanmayı hakkediyordu. Bedenim zorla benden alınmayı değil, sevgiyle çiçeklenmeyi bekliyor olmalıydı. Annem böylesine toprağıma göz yaşlarını akıtmayı değil, benim hayallerimle umut dolu koşmalıydı. Hepsi çok erken yarım kalmıştı. Ruhum, nefesimden çıkmadan sadece bir saat önceydi. Bedenim geçici felç olmuştu. Hiçbir şey hissetmiyordum ve canım hiç acımıyordu. Anlayamıyordum ve hatta en çok kendimi suçluyordum. Aynı kulağıma homurdanan sesler gibi. Piyano sesi hala geliyordu, çok uzaklaşmış olsa bile geliyordu. Notalara basarcasına ağzına aldığı tonlarca hakaret yankılanıp geri dönüyordu odada ve bu yüzden de piyano sesi uzaklaşmıştı. Mırıldanma gibiydi. Ağlamak istiyordum, göz pınarlarım kurumuştu. Bedensel tüm faaliyetlerimi kaybetmiştim. Bu kabus bitmeliydi, Tanrı beni almalıydı. Aldı! Gözlerim açıktı, o saatte takılı kalmıştı. Kapadım. Gitmem gerekli olduğunu bildiğim halde o gencecik bedenimi orada bırakmadım. Saçlarımı sevdim ama ağlayamadım. İşte bu kadardı hayat yolculuğum. Daha sonra avuçlarında ilk sineğin, sonra benim kanımın olduğu bu şey kalktı, şeyini toparladı, paçavra gömleği yırtılıp, kirlense bile tekrar giydi ve ölümümü kutlarcasına keyif sigarasını bedenimin yanında yaktı, içti. Şimdi bir temiz takım elbiseye bakıyordu yeni kurbanları için hazırlıklar yapması ve dolabını açtı her zamanki yerindeydi ışıl ışıl duran takımı. Bu kaçıncı giymesiydi hesap etti ve keyifle bir sigara daha yaktı.
Günlerce orada bekledim. Arafta kalacağımın korkusu, bedenimin gözlerimin önünde çürüyeceği korkusu içimde hüznümle birbirine sarılıyordu ve aynı zamanda annemi düşünüyordum. Beni böylesine şekil değiştirmiş görsün istemezdim. Şimdi ne çok endişe içindeydi belki de umut. Çıplak bedenimin her yanı yara ve kan içindeydi. Kan bedenime yapışmış ve kurumuş bir hal almıştı. Tenim buz gibi soğuktu. Tanrı’ya yalvardım, yakardım; “Bak orada üşüyor!” Ve kabul etti. Tanrı’nın acımasıyla bedenimi çiçeklerle örttüm. Ellerimle yüzümü okşadım, tebessüm kondurdum dudaklarımın kenarlarına. Ben hep gülümserdim. Düşünecek zamanım çok vardı ve düşledim. Eksik kalan hayallerimi düşledim. Ayaklarımla gittiğim en sevdiğim yerleri, kollarımla kucakladığım sevdiklerimi, heyecanlanınca deli gibi çarpan, laf geçiremediğim kalbimi, gözlerimin siyahına hayranlık duyan aynaları, tararken hep zorlandığım uzun saçlarımın rengini, denizin hafif dalgalı ve yosun kokusunu saldığı hallerini, annemin küçükken anlattığı hikayelerin gerçek olma ihtimalinin yalan olduğunu ve oradan oraya çoğu düşünceye daldım. Bunlarla beraber kulağımda hala piyano sesi vardı ve artık daha çok duyuyordum! Bedenime son kez baktım bu bir vedaydı. Bedenimin yaydığı çürüme kokusuyla ki hiç kötü kokmazdım, yaşarken! Kötü kokumu takip eden, homurdananlar gördükleri ben karşısında ne kadar hayrete düşmüşseler, ben de onlar kadar utanç duydum! Benim çıplak bedenime bakan birçok çift göz ve homurdanan sesler. Oysaki ölmüştüm! Ölüm nasıl utanç duyabilirdi ki? Ve neden ben utanç duymalıydım ki?
Do, re, mi, fa, sol, la, si, do piyano sesini duyuyor musunuz? Notaların ahengi, bu sefere Tanrı çalıyor. Zaten bu muazzam beste sadece ona ait değil midir? Bakın bedenimdeki yaralarım geçti, tırnaklarım temizlendi, mis kokuyorum. Tanrı bana beyaz bir elbise verdi artık sadece bu olacakmış üstümde hiç bilmediğiniz bir kumaşı var. Cennetten dikimmiş. Yırtılmaz, kirlenmez, buruşmaz ve hep temiz kokarmış. Biliyorum beni şimdi duymuyorsunuz, beni şimdi artık göremezsiniz ve hatta belki de piyano sesini de hiç duymadınız.
İlayda DEMİRKAN
2 notes
·
View notes
Text
ıslanınca esmer defterleri yüzümüzün
bu çamurla kanla alın teriyle gizli bir yazgı
çakıyor bir an. karanlık feneri ülkemizin.
nasıl bir yalnızlık, unutulmuş bir ışık diliyle
çırpınırken biz üstümüze geliyor büyük gemisi geleceğin
bir tenis topu, koşan bir çocuk, bir gözyaşı bile değiliz.
yalnızca bir ağaç ailesi ve bir köşede
yıllardır bizi gözleyen hep aynı balta: dalgınlık.
düşünüyorum nasıl budandık bahara ulaşmak için.
şimdi sessiz duruyoruz kıyısında bir düşüncenin
unutmamak için çünkü unutuşun kolay ülkesindeyiz
ölü balıklar geçiyor kırışık bir deniz sofrasından
ve ellerinde fenerlerle benim arkadaşlarım
durmadan düşünüyorum ne kadar çok öldük yaşamak için.
13 notes
·
View notes
Text
Toprak utandı çocukları bağrına basar iken
Kuşlar utandı masmavi gökyüzünde süzülürken
Ağaç utandı, çiçek utandı ,
Bu neyin nesi diye
Gül utandı rengini kan kırmızıdan aldı diye
Barış utandı kanatlarına ölü çocuklar takıldı diye
Bir insanoğlu utanmadı yaptığından
Ayşe Akdoğan
Fotoğraf:Kowsar Photo
4 notes
·
View notes
Text
Dışı içinde/ Gökhan Özcan
8/05/2023 Pazartesi
Evleri yan yana dizmiyor, hayatları istif ediyoruz yeni şehirlerde. Hikayeleri birbirine tutturmuyoruz ipekten ipliklerle, zımbalıyoruz ucu ucuna yaralar açarak gövdelerinde. İnsanlardan anlamlar dokumuyoruz içimize, dokunmadan geçiyoruz hiç ilişmeden gizemlerine. Kelimeleri ucuzluktan mı seçiyoruz ne artık, sarmıyor sarmalamıyorlar meramımızın hiç bir üşüyen yerini. Gökyüzü ve yeryüzü ve ikisi arasında koşuşturan birtakım telaşlı karaltılar... Bu mudur yani hayat, bu mudur koskoca insanlığımızdan geriye kalan?
“Ben galiba artık hayatımın düğümlerini çözmekten tamamen vazgeçiyorum” dedi kadın. “Düğümleri çözmenin en etkili yolu da bu aslında” dedi adam gülümseyerek.
“Seninle karşılaşıncaya kadar gerçekleşmekte olan bu değişimi adlandırmaktan acizdim. Bugün ilerlemiş yaşımda koyduğum ad ise: aşkın içe işleyişi. Her şey akıntıya kapılmıştı. O üç armut ağacı, o alçak tepe, vadinin öbür ucu, biçilmiş tarlalar, orman. Dağlar daha yüksek, ağaç ve tarlalar daha yakındı. Görülebilir her şey bana yaklaşıyordu. Daha doğrusu her şey durmuş olduğum yere sürükleniyordu, çünkü ben artık orada değildim. Her yerdeydim, vadinin karşısındaki ormanda olduğum kadar ölü ağacın içinde, dağ yakasında olduğum kadar saman balyalarını bağladığım tarladaydım” diye yazmış John Berger, ‘Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü’ isimli kitabında.
Onca işimin arasında, dikkatimi benden alıp uzaklardaki bir uçurtmaya çeken ne? Gökyüzü mü, bulutlar mı, uçma arzusu mu, her geçen gün ağırlığı üstüme daha çok çöken yerçekimi kanunu mu? Karşı bahçedeki sararan otların derdi ne? Sarı saçlarını okşayan rüzgarla nispet mi yapıyor bu haylazlar bana? Ağacın altında simidinden iştahla ısırıklar alan adam... Neden onun gibi acıkamıyorum hiçbir şeye ben artık? Bahçede bağrışarak birbirini kovalayan çocuklar... Artık ben ne kadar da aralarında değilim onların! Yağmur damlaları düşüyor tek tek, belli birazdan ne varsa bulutlardan dökülecek. Her yeri, her şeyi ıslatacak, yağmura tedbir düşünen benim gibiler hariç! Bazen yanımdan bir şiir geçmiş gitmiş gibi his geliyor aniden, bakıyorum etrafa, hiçbir şey yok! Her şey ne kadar baş döndürücü aslında. Ama benim başım neden dönmüyor! Yalnızken insan, ne kadar da kalabalık dünya! Bir adım atınca neden kimse kalmıyor? Hemen herkes kendini süslemeye çalışıyor. Neden hiç kimse zaten güzel olduğuna inanmıyor! Belki söyleyeceklerim var insanlardan herhangi bir insana... Ama sesimi bastıran şu gürültülü atlıkarınca bir an olsun durmuyor.
Turgut Uyar’ın ‘Eski Bahçenin Bir Evi’ başlıklı dokunaklı şiirinden: “sonra ölüm konuşulur fısıltılar düzeyinde/ aşkın adı geçmez ama belleğin bir yerlerindedir/ çocuk gibi defne dalı gibi rüzgar gibi bir şey olarak/ lambanın sönmesini durdurur ocaktaki ateşi tazeler/ susulur saygı duyulur oturulur oturulur.”
Bazen bir yazıya neresinden gireceğini bilemiyor insan, bu durumda gelişme zaten olmuyor ve hiçbir şey de hiçbir sonuca bağlanamıyor. İnsanın içi de bazen tıpkı böyle oluyor, ne kadar uğraşsan düzen tutmuyor ne kadar toparlamaya çalışsan dağınıklığından ödün vermiyor. Haline bırakmak lazım aslında; tecrübeyle sabit ki, bizim dağınıklık sandığımız şeylerin derinliğinde bazen bilmediğimiz bir başka düzen saklı oluyor.
“Ne biliyorsun ki!” dedi meczup. Uzun bir sükutun ardından yineledi: “Ne biliyorsun ki!”
2 notes
·
View notes