#çocuk ölmemiş ama
Explore tagged Tumblr posts
Text
dershanede birini bıçaklamışlar bugün her yerde kan vardı
#bir de bugün veli toplantısı vardı#sebebini tam bilmiyorum#birileri kız meselesi diyor#birileri şaka falan diyo#olay yeri inceleme geldi#olay mescidde yaşanmış#görmedim ama çok kan var diyorlar#ölüm bu kadar yakın#çocuk ölmemiş ama#bugün biri bıçaklandı yarın biri ölebilir#ölüm bu belli olmaz#ama insan korkmuyor değil
2 notes
·
View notes
Text
Aslında hâlâ çocukluğun ölmemiş, içinde yaşatıyorsun fark etmeden. Gülüyorsun, oynuyorsun, bir işe heyecanla ve hevesle başlayabiliyorsun. Çünkü içinde ki çocuk her şeye ve herkese rağmen yine de kendinden vazgeçemiyor, yine de ölmemek için direniyor. Şimdiyse direniyorum insanlara, tüm sözlere. Hevesimi kırıyorlar, kendime üzülüyorum çoğu zaman, ben olsam düşmanım bu kadar bir şeye heveslense hevesini kırmak istemezdim, kıyamazdım... Kendime kıyamıyorum, her hevesim kırıldığında dolmasını engellediğim gözlerime, buna sebep olmalarına, beni bu hale getirmelerine onlar değil ben üzülüyorum. Belki de kolayca hevesleniyorum, kalp atışlarım hızlanıyor, ellerimi heves ettiğim her şeyin heyecanıyla çırpmak, zıplamak, gülmek istiyorum. Ama tek bir söze bakıyor tüm hevesimin enkaza dönüşmesi. Heyecanla yaptığım bir işe "yapmasaydın daha iyiydi" diye bir cümle kurulunca gözlerimi dolmamak için zorladığıma şahit oldum tekrardan. İçim mi dolu bilmiyorum, fakat ben yine de kıyamazdım bana. Üzüldüğüm asıl kısım da ne biliyor musun? En değer verdiklerimin beni üzmemek için hiç bir çabada bulunmaması, benim bile kıyamadığım bana en sevdiklerimin kolayca kıyabilmesiydi belki de...
29.06.2024
22:13
18 notes
·
View notes
Text
Puslu, sisli ve karanlık bir odada tavana bakarak yazıyorum bunları. Bir intihar teşebbüsünden arda kalan bir hayatla. Ölüm haneme 1 eklendi çünkü Çağan Şengül'ün de dediği gibi; "hiç ölmemiş sayılmazsın bir kez denediysen." belki bir konuda başarılı olabilirim diye düşünürken aslında başarısızlığın vücut bulmuş hali olduğumu fark ettim. Belki bu kez başarırım demiştim ama gene de olmadı. Sanırım ölüm benim en büyük başarısızlığım olacak. Çünkü onu başarmak, benim için tüm başarısızlıklarımı silen bir silgi, tüm başarısızlığımı tek seferde yok edecek tek şey. Yaşam tekrar ayaklarımın altına serildi. Bunun son şansım olduğunu hissediyorum ve bilirsiniz eğer son bir şansınız varsa elinizden gelen her şeyi yapmak zorundasınız. Benimde bu şansı, bu hakkı layığıyla kullanmam gerekiyor. Hayat yeniden başladı. Ailemin hatasıyla ilk kez başlayan hayat, bu sefer de benim yüzümden bir kez daha başlıyor. Artık değişmem gerek çünkü değişmezsem tabiatın doğası gereği; 'değişmeyen her şey bir gün yok olur.'
Yeni hayatına hoş geldiniz. Ben Eren. Eren Özkan. 11 Nisan sabahı yetim kalmış bir genç. Artık herkesi gururlandırması gereken bir çocuk. Yeni hayatımı paylaşabildiğim kadar aktaracağım bu beyaz sayfalara. Yerinizi kapın, gösteri başlamak üzere. İyi seyirler.
3 notes
·
View notes
Text
"Pijamalarımızla, çıplak ayakla sokağa fırladık gece yarısı. Binalar yıkılmış, nereye kaçacağımızı bilemedik. Ayaklarımız kesildi, üşüdük.
Artçılar oldukça, ayakta kalan binalarda yıkılmaya başladı.
Sağa koşuyoruz, oradaki bina üstümüze geliyor.
Sola koşuyoruz binalar yutuyor bizi.
Yer ayağımızın altında durmuyor.
O ses öyle ürkütücü ki, insanın aklını kaybetmemesi mümkün değil.
Ve her yandan çığlık sesleri geliyor.
Açık bir alan bulduk.
Sonra annemiz, babamız, dostlarımız aklımıza geldi.
Ama onlara gidemiyorsun.
Yollar yarık, parçalanmış. Arabalar enkaz altında.
Ölmemiş olmanın sevincini bile yaşayamadan aniden iliklerine kadar işleyen bir soğuk sarıyor bedenini.
*Ve işte o zaman anlıyorsun "O gün anne çocuğunu, çocuk annesini düşünmeyecek. Herkes kendi derdine düşecek..." Bizim cüzi aklımızla hayal edebileceğimiz kıyamet ancak bu şekilde olabilirdi ve işte şimdi biz kıyameti yaşıyoruz diyoruz..*
Burada insanlar çok çaresiz.
Çıkanları saracak bir kefen bile bulamadığımız için, enkazlardan bulduğumuz çarşaf, perde gibi şeylere sarıyoruz onları.
Köşemize çekildik ve Rabbimizin bize merhamet etmesini bekliyoruz.
Bir Adapazarı depremi gibi değil bu deprem.
Orada tek bir bölgeydi ve insanlar nereye ulaşacağını bildiler.
Ama bugün yüzlerce ilçe, ve köyler yok oldu.
Yollar yok oldu.
Yardımların ulaşması daha zor.
Devlet BURADA , Lakin heryer yıkıldı.
Hangi birine yetişsin ki...
*Bize kefen gönderin, ölülerimizi saralım. Bize iş makinesi gönderin, ailelerimize ulaşalım. Bize dua edin, aklımızı kaybetmeyelim..."*
😢😔😢😔
Safiye Çetinkaya
İçim yanıyor böyle mesajları gördükçe
Rabbim bir daha yaşatmasın güzel Ülkeme 🤲
26 notes
·
View notes
Text
Maraş ve Hatay'dan son görüştüğüm dostların anlattıkları;
"Pijamalarımızla, çıplak ayakla sokağa fırladık gece yarısı. Binalar yıkılmış, nere kaçacağımızı bilemedik. Ayaklarımız kesildi, üşüdük.
Artçılar oldukça, ayakta kalan binalarda yıkılmaya başladı.
Sağa koşuyoruz, oradaki bina üstümüze geliyor.
Sola koşuyoruz binalar yutuyor bizi.
Yer ayağımızın altında durmuyor.
O ses öyle ürkütücü ki, insanın aklını kaybetmemesi mümkün değil.
Ve her yandan çığlık sesleri geliyor.
Açık bir alan bulduk.
Sonra annemiz, babamız, dostlarımız aklımıza geldi.
Ama onlara gidemiyorsun.
Yollar yarık, parçalanmış. Arabalar enkaz altında.
Ölmemiş olmanın sevincini bile yaşayamadan aniden iliklerine kadar işleyen bir soğuk sarıyor bedenini.
Ve işte o zaman anlıyorsun "O gün anne çocuğunu, çocuk annesini düşünmeyecek. Herkes kendi derdine düşecek..."
Bizim cüzi aklımızla hayal edebileceğimiz kıyamet ancak bu şekilde olabilirdi ve işte şimdi biz kıyameti yaşıyoruz diyoruz.
Burada insanlar çok çaresiz.
Çıkanları saracak bir kefen bile bulamadığımız için, enkazlardan bulduğumuz çarşaf, perde gibi şeylere sarıyoruz onları.
Köşemize çekildik ve Rabbimizin bize merhamet etmesini bekliyoruz.
Bir Adapazarı depremi gibi değil bu deprem.
Orada tek bir bölgeydi ve insanlar nereye ulaşacağını bildiler.
Ama bugün yüzlerce ilçe, ve köyler yok oldu.
Yollar yok oldu.
Yardımların ulaşması daha zor.
Devlet burada. Lakin heryer yıkıldı.
Hangi birine yetişsin ki...
Bize kefen gönderin, ölülerimizi saralım.
Bize iş makinesi gönderin, ailelerimize ulaşalım.
Bize dua edin, aklımızı kaybetmeyelim..."
😔��😔
30 notes
·
View notes
Text
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu
“Tanınmış roman yazan R., dağlara yaptığı üç günlük dinlendirici geziden sabahın erken saatlerinde Viyana’ya döndüğünde, tren garından aldığı gazetenin tarihine göz atar atmaz o gün doğum günü olduğunu hatırladı. Kırk birinci, diye geçirdi içinden çabucak ve bu tespit ona kendini ne iyi ne de kötü hissettirdi. Gazetenin hışırtılı sayfalarını ayaküstü karıştırdıktan sonra bir araba kiralayarak evine gitti. Uşağı, o yokken yapılan iki ziyareti ve gelen birkaç telefonu bildirdikten sonra birikmiş mektupları bir tepside getirdi. R. onlara kayıtsızca göz gezdirdi, göndereni kendisi için önemli olan birkaç tanesinin zarfını açtı; tanımadığı bir elyazısıyla yazılmış, fazla kalın görünen bir mektubu önce bir kenara bıraktı. Bu arada çayı gelmişti; koltuğa rahatça yayıldı, bir kez daha gazeteyi ve birkaç dergiyi karıştırdı, sonra bir puro yaktı ve kenara koyduğu mektubu tekrar eline aldı.
Mektup daha önce hiç görmediği, huzursuz bir kadın elyazısıyla alelacele kaleme alınmış, daha ziyade müsveddeyi andıran iki düzine sayfadan oluşuyordu. İçinde unutulmuş bir not olabilir mi diye gayriihtiyari bir kez daha zarfı yokladı. Ancak zarf boştu ve tıpkı mektup gibi onun da üzerinde ne gönderenin adresi ne de imza vardı. Tuhaf şey, diye düşündü ve mektubu tekrar eline aldı.
“Beni hiç tanımamış olan sana,” yazıyordu yukarıda hitap ve başlık olarak. Şaşkın bir halde kalakaldı: Bu yazılan kendisine mi yönelikti, yoksa hayali bir insana mı? Birden merakı uyandı. Ve mektubu okumaya başladı:
“Dün çocuğum öldü – bu küçük, narin hayat için üç gün üç gece ölümle mücadele ettim, grip onun o zavallı, sıcak bedenini ateşler içinde titretirken kırk saat boyunca başucunda oturdum. Kor gibi yanan alnına soğuk bezler koydum, çırpınan küçük ellerini gece gündüz tuttum. Üçüncü akşam pes ettim. Gözlerimi açık tutamıyordum, ben farkında olmadan kapanıyorlardı. Sert koltukta üç dört saat uyumuşum, o arada ölüm onu almış. Zavallı, tatlı yavrucak şimdi orada, daracık çocuk yatağında, öldüğü haliyle yatıyor; sadece gözlerini, o zeki bakışlı kahverengi gözlerini kapatıp ellerini beyaz pijamasının üzerinde kavuşturdular; yatağının dört ucunda dört mum yanıyor. Ona bakmaya cesaret edemiyorum, kımıldamaya cesaret edemiyorum, çünkü mumlar titrediğinde, oğlumun yüzünde ve sımsıkı kapalı ağzında gölgeler oynaşıyor, o zaman da yüz hatları hareket ediyormuş gibi oluyor; sanki ölmemiş, uyanıp o incecik sesiyle bana çocuksu şefkatiyle bir şey söyleyecekmiş gibi geliyor. Ama biliyorum ki öldü, bir kez daha ümitlenmemek, bir kez daha hayal kırıklığına uğramamak için artık ona bakmak istemiyorum. Biliyorum, biliyorum, dün çocuğum öldü – artık benim için dünyada yalnız sen varsın, yalnız sen, benim kim olduğumu bilmeyen, şu anda her şeyden habersiz gönül eğlendiren, bir şeylerle ya da birileriyle hoşça vakit geçiren sen. Yalnız sen, beni hiç tanımamış olan ve daima sevdiğim sen.
Beşinci mumu alıp sana bu mektubu yazdığım masaya koydum. Çünkü ruhumdakileri haykırmadan ölü çocuğumla yalnız kalamam ve bu korkunç anda sana değil de kime sesleneceğim, sen ki benim her şeyimdin ve her şeyimsin! Belki çok açık konuşamıyorum, belki beni anlamıyorsun – kafamda bir ağırlık var, şakaklarım atıyor, eklemlerim öylesine ağrıyor ki… Sanırım ateşim yükseldi, sinsice sürünerek kapı kapı gezen grip herhalde bana da geçti; aslında bu iyi olur, çünkü o zaman çocuğumla beraber ben de giderim ve kendime bir şey yapmak zorunda kalmam. Bazen gözlerim kararıyor, belki bu mektubu bile bitiremeyeceğim – ama bir kez olsun, sadece bir kez olsun sana, beni hiç tanımamış olan sana seslenmek için bütün gücümü toplamak istiyorum sevgilim.
Bir tek sana seslenmek, sana ilk kez her şeyi anlatmak istiyorum; aslında daima sana ait olan ve hiç bilmediğin bütün hayatımı öğrenmelisin. Fakat sırrım ancak ben öldükten sonra, bana cevap vermek zorunda kalmayacağın zaman, eklemlerimi kah soğuktan kah sıcaktan titreten şey hakikaten sonum olduğunda sana ulaşacak. Yaşamaya devam edersem bu mektubu yırtar atar ve şimdiye dek nasıl sustuysam bundan sonra da öyle susarım. Fakat eğer mektubum eline geçtiyse bil ki burada bir ölü sana hayatını anlatıyor; yaşadığı ilk dakikadan son dakikaya kadar sana ait olan hayatını. Sözlerimden korkma: Bir ölü artık hiçbir şey istemez; ne aşk ne merhamet ne de teselli… Benim senden istediğim tek şey, sana sığınan acımın dile getirdiği her şeye inanman. Bütün anlattıklarıma inan, bir tek bunu rica ediyorum senden: İnsan biricik yavrusunun ölüm anında yalan söylemez.
Sana tüm hayatımı, ancak seni tanıdığım gün gerçek anlamda başlayan bu hayatı anlatacağım. Ondan öncesi, hafızamın nüfuz edemediği bulanık bir karmaşa, her tarafını örümcek ağları sarmış, tozlu, kalbimin hatırlamadığı belli belirsiz birtakım nesneler ve insanlarla dolu bir mahzen. Sen geldiğinde ben on üç yaşındaydım ve halen oturmakta olduğun binada, şu anda bu mektubu, hayatımın son nefesini elinde tuttuğun binada, aynı koridorda, seninkinin tam karşısındaki dairede oturuyordum. Kuşkusuz bizi, bir mali müşavirden dul kalan yoksul bir kadınla (daima matem elbisesi giyerdi) onun yeni yetme, sıska kızını hatırlamazsın -çok kendi halimizdeydik, adeta küçük burjuva yoksulluğumuza gömülmüştük- belki de ismimizi hiç duymadın, çünkü dairemizin kapısında isim tabelası yoktu ve kimse gelmez, kimse bizi sormazdı. Hem zaten üzerinden çok zaman geçti, on beş-on altı yıl, hayır, kuşkusuz hatırlamazsın sevgilim ama ben, ah, ben her ayrıntıyı tutkuyla hatırlıyorum, bugün gibi aklımda olan o günü, hayır, o anı, ilk kez senden bahsedildiğini duyduğum, seni ilk gördüğüm anı; nasıl hatırlamam, benim için hayat o zaman başladı. Sabırlı ol sevgilim, sana her şeyi başından, en başından anlatacağım, yalvarırım on beş dakika beni dinlemekten yorulma, çünkü ben hayatım boyunca seni sevmekten yorulmadım.
Sen binaya taşınmadan önce o evde çirkin, kötü, kavgaya yer arayan insanlar oturuyordu. Yoksullardı ve en çok komşularının, yani bizim yoksulluğumuzdan nefret ederlerdi, çünkü bu yoksulluğun onların o seviyesiz, alt tabaka kabalıklarıyla en ufak bir ortak yönü yoktu. Adam ayyaştı ve karısını dövüyordu, sık sık gecenin bir yarısı düşen sandalyelerin ve şangır şungur kırılan tabakların sesine uyanıyorduk; hatta bir keresinde kadın dayaktan ağzı burnu kan içinde, saçı başı dağılmış vaziyette merdivene fırladı, sarhoş kocası da insanlar evlerinden çıkıp onu polis çağırmakla tehdit edene dek arkasından böğürüp durdu. Annem başından itibaren onlarla her türlü münasebetten kaçınmış ve bana çocuklarıyla konuşmayı yasaklamıştı, onlar da her fırsatta benden bunun öcünü alıyorlardı. Beni sokakta gördüklerinde arkamdan bağırarak ayıp sözler söylüyorlardı; hatta bir keresinde, sıkıştırılmış kartoplannı bana öyle bir fırlatmışlardı ki, alnım kanamıştı. Bütün bina ortak bir içgüdüyle bu insanlardan nefret ediyordu; dolayısıyla bir gün beklenmedik bir olay nedeniyle -sanırım adam hırsızlıktan hapse atılmıştı- pılı pırtıyı toplayıp evden taşınmak zorunda kaldıklarında hepimiz derin bir nefes aldık. Binamızın kapısındaki kiralık ilanı birkaç gün durdu, sonra çıkarıldı ve bir yazarın, yalnız yaşayan, sessiz sakin bir beyefendinin evi tuttuğu haberi kapıcı vasıtasıyla hızla yayıldı. Senin adını ilk kez o zaman duydum.
Birkaç gün sonra, evi pasaklı eski kiracılarının arkasından pırıl pırıl hale getirmek üzere badanacılar, boyacılar, temizlikçiler, duvar kağıdı ustaları sökün etti; evden çakma, vurma, silme, kazıma sesleri geliyordu ama annem bu durumdan memnundu, karşıdaki o pis meyhaneden nihayet kurtulduğumuzu söylüyordu. Seni taşınma sırasında bile görmedim; bütün bu işlere uşağın, sessiz ve kontrollü bir biçimde her şeyi yukarıdan yöneten, ufak tefek, ciddi tavırlı, kır saçlı üst tabaka uşağı nezaret ediyordu. Hepimizi çok etkilemişti; çünkü, birincisi, kenar mahalledeki binamızda bir üst tabaka uşağı çok yeni bir şeydi ve ikincisi, herkese fevkalade nazik davranıyor ama bir basamakta dikilip hizmetçilerle ahbaplık da etmiyordu. Daha ilk günden itibaren annemi hanımefendi sayarak saygıyla selamladı, benim gibi bir ufaklığa karşı bile daima içten ve ciddiydi. Senin adını andığında bunu daima büyük bir hürmetle, özel bir saygıyla yapıyordu; sana, alışılagelmiş uşaklığın çok ötesinde bir hisle bağlı olduğu hemen anlaşılıyordu. Bunun için onu, o iyi yürekli, ihtiyar Johann’ı ne çok sevdim; ama daima senin etrafında bulunup sana hizmet etme şansına sahip olduğu için kıskandım da.
Sevgilim, sana bütün bunları, bu neredeyse gülünç ayrıntıları anlatıyorum ki, ben olan o ürkek, gözü korkmuş çocuk üzerinde daha başından itibaren nasıl böyle bir etki yaratabildiğini anlayasın. Daha sen bizzat hayatıma girmeden önce, etrafını saran bir hale, zenginlik, sıradışılık ve gizemden oluşan bir tesir alanı vardı; kenar mahalledeki o küçük binada yaşayan bizler (çünkü çerçevesi dar bir hayatı olan insanlar daima kapılarının önündeki her yeni şeye merak duyarlar), taşınmanı dört gözle bekliyorduk. Hele bir öğle sonras�� okuldan gelip mobilya kamyonunu evin önünde görünce bendeki merak iyice arttı. Çoğu eşyayı, ağır parçalan hamallar yukarı çıkarmışlardı, şimdi daha küçük parçalar tek tek taşınıyordu; her şeye gönlümce şaşırabilmek için kapıda durdum, çünkü sana ait bütün objeler daha önce hiç görmediğim tarzda kendine özgü ve farklıydı: Hint tanrılarının tasvirleri, İtalyan heykelleri, çok parlak renklerde, kocaman tablolar ve son olarak kitaplar geldi; imkan ihtimal veremeyeceğim kadar çok sayıda ve güzellikte kitap. Hepsi kapıda üst üste yığıldı, uşak onları teslim aldı ve saplı bir tüy süpürgeyle, özenli bir biçimde her birinin tozunu temizledi. O sırada ben gittikçe büyüyen yığının etrafında geziniyordum, uşak beni kovmuyor ama yaklaşmaya da teşvik etmiyordu; o nedenle, aslında içimden bazılarını kaplayan yumuşak deriye dokunmak geldiği halde hiçbirine el sürmeye cesaret edemedim. Sadece yandan attığım ürkek bakışlarla isimlerini gördüm: Aralarında Fransızca, İngilizce ve anlamadığım başka dillerde olanlar vardı. Sanırım hepsine saatlerce bakabilirdim; derken annem beni içeri çağırdı.
Henüz seni tanımadığım halde bütün gece seni düşündüm. Bende sadece, her şeyden çok sevdiğim ve dönüp dönüp okuduğum, parçalanmış karton kapaklı bir düzine ucuz kitap vardı. Ve şimdi, bu bir sürü harikulade kitaba sahip ve onları okumuş olan, bütün bu dilleri bilen, hem böylesine zengin hem böylesine kültürlü birinin nasıl bir insan olduğu sorusu kafamı kurcalıyordu. İçimde bu bir sürü kitap imgesiyle bağlantılı, ulvi denilebilecek bir saygı doğmuştu. Seni gözümde canlandırmaya çalışıyordum: Gözlüklü, beyaz ve uzun sakallı, yaşlı bir adamdın, tıpkı coğrafya öğretmenimiz gibi ama çok daha müşfik, çok daha yakışıklı ve çok daha yumuşak – senin yakışıklılığından daha o zaman, yaşlı bir adam olduğunu düşünürken bile nasıl bu kadar emindim bilmiyorum. O gece, henüz seni tanımazken, ilk kez seni rüyamda gördüm.
Ertesi gün taşındın ama o kadar gözetlememe rağmen seninle karşılaşamadım – merakım arttıkça artıyordu. Üçüncü gün nihayet seni gördüm ve bu benim için son derece sarsıcı bir sürpriz oldu, çünkü kafamdaki çocuksu Tanrı baba imgesiyle tamamen alakasız, bambaşkaydın. Ben gözlüklü, iyi yürekli bir ihtiyar hayal ederken sen geldin – ah, sen, hiç değişmeyen, yılların kayıtsızca sıyırıp geçtiği adam; tıpkı bugünkü gibiydin! Üzerinde açık kahverengi, çok şık bir spor kıyafet vardı; bir oğlan çocuğununkini andıran, eşsiz hafiflikteki adımlarınla basamakları ikişer ikişer çıkarak yukarı geliyordun. Şapkan elindeydi; o aydınlık, hayat dolu yüzüne ve genç erkeklere özgü saçlarına anlatılamayacak bir hayretle baktım: Bu kadar genç, bu kadar hoş, bu kadar çevik, ince ve zarif olduğunu görünce hakikaten hayretten donakalmıştım. Ve ne tuhaftır ki, benim ve başkalarının sende tamamen kendine has bir özellik olarak her seferinde bir tür şaşkınlıkla hissettiğimiz şeyi daha o ilk saniyede çok net bir biçimde algıladım: Çift mizaçlı bir insandın; bir yanıyla sıcakkanlı, aklı bir karış havada, oyun ve maceraya son derece düşkün bir oğlan çocuğu, diğer yanıyla sanatında müsamahasızca ciddi, sorumluluk sahibi, sonsuz bilgili ve kültürlü bir adam. Herkesin sende sonradan sezdiği şeyi ben farkında olmadan daha baştan görmüştüm; ikili bir hayat yaşıyordun, bu hayatın bir yüzü aydınlık ve dünyaya açık, sadece senin bildiğin diğeri ise alabildiğine karanlıktı; bu derin ikiliği, varoluşunun gizemini ben on üç yaşında bir kız çocuğu sıfatıyla, büyüne kapılarak daha ilk bakışta hissettim.
Bir çocuk olan benim için nasıl bir mucize, ne cazip bir bulmaca olduğunu anlıyor musun sevgilim? Kitaplar yazdığı, o diğer büyük dünyada ünlü olduğu için derinden saygı duyulan birinin aslında genç, zarif, oğlan çocuğu gibi neşeli, yirmi beş yaşında bir adam olduğunu birdenbire keşfetmek! Bilmem söylememe gerek var mı, o günden itibaren evimizde, bütün o zavallı çocuk dünyamda senden başka hiçbir şeyle ilgilenmedim, on üç yaşındaki bir kızın tüm dik kafalılığı, tüm o kırılmaz inadıyla senin hayatına, senin varoluşuna kafayı taktım. Seni gözlüyordum, alışkanlıklarını gözlüyordum, sana gelen insanları gözlüyordum ve bütün bunlar bizzat sana olan merakımı azaltacağına artırıyordu, çünkü benliğindeki ikilik bu ziyaretlerin çeşitliliğinde de ortaya çıkıyordu. Genç insanlar, birlikteyken güldüğün ve keyifli göründüğün arkadaşların, üstü başı dökülen öğrenciler, bir de arabaları kapıya yanaşan hanımlar geliyordu; bir keresinde operanın müdürü, daha önce sadece nota sehpasının başında uzaktan saygıyla izlediğim büyük orkestra şefi geldi, sonra yine henüz ticaret okuluna giden ve mahcup bir edayla kapıdan içeri giriveren genç kızlar, genel olarak çok, pek çok kadın … Buna rağmen aklıma bir şey gelmiyordu, bir sabah okula giderken bütün yüzünü tülle örtmüş bir hanımın dairenden çıkışını gördüğümde de gelmedi; henüz on üç yaşındaydım ve seni gözetleyip gizlice dinlerken duyduğum tutkulu merak, bir çocuğun içindeki haliyle henüz aşk olduğunu bilmiyordu.
Fakat tümüyle ve sonsuza dek sende kaybolduğum günü ve anı çok iyi hatırlıyorum sevgilim. Okuldan bir arkadaşımla yürüyüş yapmış, bina kapısının önünde gevezelik ediyorduk. Tam o sırada bir araba yanaştı, durdu ve sen, beni bugün bile hala heyecanlandıran o sabırsız, çevik hareketlerinle direksiyondan atlayıp kapıya yöneldin. İstem dışı bir güç beni sana kapıyı açmaya zorladı, birden önüne çıkıverdim, az kalsın çarpışacaktık. Bana o şefkati andıran, sıcak, yumuşak, insanı sarıp sarmalayan bakışınla baktın, adeta -evet, bunu ifade edecek başka kelime bulamıyorum- şefkatle gülümsedin ve çok hafıf, neredeyse mahrem bir sesle şöyle dedin: ‘Çok teşekkürler fraulein.’
Hepsi buydu sevgilim; ama o andan itibaren, o yumuşak, şefkatli bakışı hissettiğimden beri senin esirin oldum. Sonradan, çok kısa bir süre sonra öğrendim ki o kucaklayıcı, kendine çeken, insanı sarıp sarmalayan ama bir yandan da soyan bakışı, o doğuştan baştan çıkarıcı bakışını, seninle herhangi bir teması olan her kadına bah��ediyordun, sana satış yapan her tezgahtar kıza, sana kapıyı açan her hizmetçiye; o bakış sendeki bilinçli bir istenç ve eğilimin sonucu değildi: Kadınlara olan şefkatin, onlara yönelen bakışını sen farkında bile olmadan yumuşak ve sıcak kılıyordu. Ama on üç yaşında bir çocuk olan ben bunu sezemedim: Ateşe atlamış gibiydim. Gösterdiğin şefkatin sadece bana, bir tek bana yönelik olduğunu sandım ve içimdeki, o sırada karşında duran yeniyetmenin içindeki kadın, tek bir saniye içinde uyanarak sonsuza dek senin esirin oldu.
‘Kimdi o?’ diye sordu arkadaşım. Hemen cevap veremedim. Adını söylemek benim için imkansızdı: O bir saniye, o biricik saniye içinde benim için kutsal hale gelmiş, benim sırrım olmuştu. ‘Aman, bizim binada oturan bir adam,’ diye kekeledim beceriksizce. ‘O zaman sana baktığında niye kıpkırmızı oldun?’ diye dalga geçti meraklı bir çocuğun tüm hainliğiyle. Tam da sırrıma kinayeli bir dille dokunduğu için yanaklarıma daha da fazla kan yürüdü. Utangaçlıktan kabalaştım. ‘Geri zekalı!’ dedim terslenerek; içimden onu boğmak geliyordu. Ama o daha da yüksek bir sesle ve alaycı bir tavırla gülmeye başladı; sonunda gözlerime çaresiz öfkemin neden olduğu yaşlar dolduğunu hissettim. Onu orada bırakıp koşarak yukarı çıktım.
O saniyeden itibaren seni sevdim. Biliyorum, kadınlar sana, senin gibi şımartılan bir erkeğe bu sözcüğü sık sık söylemişlerdir. Ama inan bana, kimse seni ben olan ve senin için daima öyle kalacak bu varlık kadar esirce, köpekçe, böylesi bir sadakatle sevmemiştir; çünkü yeryüzündeki hiçbir şey, bir çocuğun karanlıktan gelen, fark edilmemiş aşkına benzemez, o aşk yetişkin bir kadının arzulu ama yine de ister istemez talepkar aşkının asla olamayacağı kadar ümitsiz, verici, mütevazı, fırsat kollayıcı ve tutkuludur. Sadece yalnız çocuklar bütün tutkularını derli toplu tutabilirler; diğerleri içlerindeki bu duyguyu arkadaşlarıyla gevezelik ederek tüketirler, mahremiyetlerle aşındırırlar, aşk hakkında çok şey duymuş, çok şey okumuşlardır ve onun ortak bir kader olduğunu bilirler. Aşkla, bir oyuncakla oynar gibi oynar, tıpkı oğlanların ilk sigaralarıyla yaptıkları gibi onunla caka satarlar. Ama benim, benim duygularımı açabileceğim kimsem yoktu; kimse bana yol göstermiyor, beni uyarmıyordu, tecrübesiz ve bilgisizdim: Bir uçuruma adarcasına kaderime atladım. İçimde büyüyüp birdenbire ortaya çıkan her şeyin tek yakını sendin, senin hayalindi: Babam çoktan ölmüştü, annem mütemadiyen mutsuz, sıkıntılı ruh hali ve maaşlı dul ürkekliğiyle bana uzaktı, yarı yozlaşmış okul arkadaşlarım, benim son tutkum olan şeyle hoppaca oynadıkları için bana itici geliyorlardı – dolayısıyla normalde kırılıp dağılan her şeyi, bastırılan ve tekrar tekrar, sabırsızca taşan bütün varlığımı senin önüne attım. Sen benim -nasıl söylesem bilmiyorum, her mukayese yetersiz geliyor- sen benim her şeyimdin, bütün hayatımdın. Her şey yalnız seninle ilişkisi ölçüsünde var oluyordu, benim varoluşumdaki her şey ancak seninle bağlantılı olduğu müddetçe anlam kazanıyordu. Bütün hayatımı dönüştürmüştün. O zamana kadar okulda ilgisiz ve vasatken birden en başarılı öğrenci olmuştum, kitapları sevdiğini bildiğim için gecenin geç saatlerine kadar binlerce kitap okuyordum, müziği sevdiğine inandığım için annemi hayretler içinde bırakarak birdenbire, neredeyse inat sayılabilecek bir kararlılıkla piyano çalışmaya başlamıştım. Sırf sana hoş ve düzgün görünmek için elbiselerimi temizleyip onarıyordum ve eski okul önlüğümün (annemin ev elbisesinden bozmaydı) sol tarafında, çıkmayan, dört köşe bir leke olması benim için bir felaketti. Lekeyi fark edip beni aşağılamandan korkuyor, o nedenle merdiveni çıkarken daima okul çantamı lekenin üzerine bastırıyor, bir yandan da onu göreceksin diye korkudan tir tir titriyordum. Oysa ne budalalıktı; bir daha bana hiç, neredeyse hiç bakmadın.
Her şeye rağmen esasen bütün gün yaptığım tek şey seni beklemek ve gözetlemekti. Kapımızda küçük, kenarları pirinçten bir gözetleme deliği vardı, yuvarlak boşluğundan senin tam karşıdaki kapın görünüyordu. Bu gözetleme deliği -hayır, sakın gülme sevgilim, bugün bile, bugün bile o anlardan utanmıyorum!- benim dış dünyaya açılan gözümdü; orada, evimizin buz gibi girişinde, annemin huylanmasından korka korka oturdum, aylar, yıllar boyunca, elimde bir kitap, her öğleden sonra pusuya yatarak, bir enstrüman teli gibi gergin ve senin varlığın o tele dokunduğunda ses vererek. Sürekli çevrende, sürekli gerilim ve hareket halindeydim ama sen bunu, çantanda taşıdığın ve karanlıkta sabırla zamanı ölçen, duyulmaz kalp atışlarıyla yollarına eşlik eden ve telaşlı bakışının tik tak eden saniyelerin ancak milyonda birinde uğradığı saatini çalıştıran yayın gerilimi kadar az hissediyordun. Hakkında her şeyi biliyordum, her alışkanlığına, her kravatına, her takım elbisene vakıftım, çok geçmeden tek tek ahhaplarını da tanıyıp ayırt etmeye başlayarak onları sevdiklerim ve sinir olduklarım diye ikiye ayırdım: On üç yaşımdan on altı yaşıma kadar her anı sende yaşadım. Ah, bilsen ne sersemlikler yaptım! Tuttuğun kapı tokmağını öptüm, binaya girerken attığın bir puro izmaritini aldım; benim için kutsal bir izmaritti, çünkü ona dudakların değmişti. Hangi odanda ışık yandığını görmek ve böylece senin varlığını, görünmez varlığını daha bir bilerek hissetmek için akşamları belki yüz kez bir bahane bulup sokağa fırlıyordum. Ve seyahate çıktığın haftalarda -ne zaman iyi yürekli Johann’ın senin san valizini aşağı indirdiğini görsem korkudan kalbim tekliyordu- işte o haftalarda hayatım ölü ve anlamsızdı. Bir karış suratla, can sıkıntısı içinde, küskün küskün ortalıkta dolanıyor, annem ağlamaktan kıpkırmızı olmuş gözlerime bakıp ümitsizliğimi anlamasın diye azami dikkat gösteriyordum.
Biliyorum, bütün bu anlattıklarım yersiz aşırılıklar, çocukça budalalıklar. Bunlardan utanmalıydım ama utanmadım, çünkü sana olan aşkım hiçbir zaman bu çocuksu taşkınlıklarda olduğundan daha temiz ve tutkulu değildi. O zamanlar nasıl seninle, beni sima olarak tanımayan seninle, yaşadığımı saatlerce, günlerce anlatabilirim; tanımıyordun, çünkü seninle merdivende karşılaştığımızda, eğer kaçış yoksa, yakıcı bakışlarından korkup başımı eğerek tıpkı ateş onu yakmasın diye kendini suya bırakan biri gibi yanından geçip gidiyordum. Senin için çok gerilerde kalan o yılları sana saatlerce, günlerce anlatabilir, hayatının bütün takvimini önüne serebilirim ama seni sıkmak, sana eziyet etmek istemiyorum. Sadece çocukluğumun en güzel anısını anlatmak isterim ama yalvarırım dalga geçme, çünkü çok küçük bir şey; ama bir çocuk olan benim için sonsuz önemliydi. Sanırım bir pazar günüydü. Sen seyahatteydin ve uşağın, dövdüğü ağır halıları evin açık kapısından içeri sürüklüyordu. İyi yürekli adam onları taşımakta zorlanıyordu, ben de ani bir cesaret hamlesiyle gidip ona yardım teklif ettim. Şaşırmıştı ama izin verdi, böylece -sana şu kadarını söyleyeyim, çok büyük, neredeyse dini bir hürmetle!- evinin içini, senin dünyanı, hep başında oturduğun ve üzerindeki mavi kristal vazoda birkaç çiçek duran çalışma masanı gördüm. Dolaplarını, tablolarını, kitaplarını… Gerçi bu senin hayatına hırsız gibi atılmış, kaçamak bir bakıştı; çünkü Johann, o sadık adam, kuşkusuz daha ayrıntılı incelememe engel olurdu, yine de o bir tek bakışla ortamın bütün havasını içime çekerek seninle dolu sonsuz hayallerim ve rüyalarım için gereken besini almış oldum. O dakika, o çabucak geçen dakika, çocukluğumun en mutlu dakikasıydı. Bunu sana anlatmak istedim ki sen, beni hiç tanımamış olan sen, bir hayatın nasıl sana bağlı olduğunu ve seninle geçip gittiğini nihayet sezmeye başlayasın. Bir bunu anlatmak istedim, bir de diğerini, ne yazık ki hemen ardından gelen o korkunç anı… Dedim ya, senin yüzünden her şeyi unutmuştum; anneme göz kulak olmuyor, hiç kimseyle ilgilenmiyordum. Yaşlıca bir beyefendinin, annemin uzaktan akrabası olan Innsbruck’lu bir tüccarın sık sık bize gelip uzun süre kalmasına da bir anlam yüklememiştim, hatta hoşuma bile gidiyordu, çünkü adam annemi ara sıra tiyatroya götürüyordu, böylece ben de yalnız kalıp seni düşünebiliyor, seni gözetleyebiliyordum; bu benim en büyük, hatta tek mutluluğumdu. Bir gün annem biraz resmi bir dille beni odasına çağırdı; önemli bir konuda konuşmak istiyordu. Bembeyaz kesildim, birden küt küt atmaya başlayan kalbimin sesini duyuyordum; bir şeyler sezmiş, anlamış olabilir miydi? Aklıma ilk gelen sendin, beni dünyaya bağlayan sırdı. Ama asıl annem ezilip büzülüyordu, beni birkaç kez şefkatle öptü (ki normalde hiç yapmazdı), divanda yanına oturttu, sonra da duraksayarak ve utanarak dul bir adam olan akrabasının kendisine evlenme teklif ettiğini, kendisinin de en çok beni düşünerek bu teklifi kabul etmeye karar verdiğini söyledi. Kalbime daha da fazla kan toplandı; içimden cevap veren sadece tek bir düşünce vardı, yalnız seni düşünüyordum. ‘Ama burada kalacağız, öyle değil mi?’ diye sordum kekeleyerek. ‘Hayır, Innsbruck’a taşınacağız, orada Ferdinand’ın güzel bir villası var.’ Gerisini duymadım. Gözlerim karardı. Sonradan öğrendim ki bayılmışım; annemin, kapı arkasında bekleyen üvey babama alçak sesle anlattıklarından duyduğum kadarıyla birden ellerimi açarak geri geri yürümüş ve ardından kurşun bir kütle gibi yere düşmüşüm. Sonraki günlerde yaşananları, güçsüz bir çocuk olarak onların kararlılığına nasıl direndiğimi sana anlatamam; bunu düşünmek şimdi bile yazı yazan elimi titretiyor. Gerçek sırrımı söyleyemiyordum, o yüzden de karşı çıkışım sırf dik kafalılık, kötülük ve inat gibi görünüyordu. Artık kimse benimle konuşmuyor, her şey benden gizli yürütülüyordu. Taşınma işini halletmek için okulda olduğum saatler değerlendiriliyor, her eve gelişimde başka bir parça nakledilmiş ya da satılmış oluyordu. Evin ve beraberinde hayatımın dağılışını izliyordum – bir keresinde öğle yemeği için uğradığımda, taşıyıcılar gelip bütün mobilyaları götürmüşlerdi bile. Boş odalarda sadece toplanmış bavullar ve annemle benim için iki portatif yatak duruyordu; orada bir gece, son bir gece daha kalacak ve ertesi sabah Innsbruck’a hareket edecektik.
O son gün ani bir kararlılıkla, senin yakınında olmadan yaşayamayacağımı hissettim. Senden başka kurtuluşum yoktu. Bunu nasıl düşündüm ya da o ümitsizlik anlarında doğru dürüst düşünebiliyor muydum hiç bilmiyorum ama aniden -annem dışarı çıkmıştı- üzerimde okul formamla ayağa kalkıp tam karşıdaki kapına doğru yürüdüm. Hayır, aslında yürümedim; bir güç beni kazık gibi olmuş bacaklarım ve titreyen eklemlerimle kapına mıknatıs gibi çekti. Söyledim ya, tam olarak ne istediğimi bilmiyordum; ayaklarına kapanıp beni bir besleme, bir esir olarak tutman için yalvaracaktım. Korkarım on beş yaşındaki bir kızın bu fanatikliği seni gülümsetiyordur sevgilim ama o sırada dışarıda, buz gibi koridorda nasıl korkudan kaskatı kesilerek ama bir yandan da akıl almaz bir güç tarafından itilerek yürüdüğümü ve kolumu, o titreyen kolumu, nasıl bedenimden koparırcasına ayırıp -korkunç anların sonsuzluğu kadar uzun süren bir mücadeleydi- parmağımı kapıdaki düğmeye bastırdığımı bilsen gülümsemezdin. Zilin tiz sesi ve ardından gelen, kalbimin durduğu, kanımın akmaz olduğu ve sadece geliyor musun diye dikkat kesildiğim sessizlik bugün hala kulaklarımda. Ama sen gelmedin. Kimse gelmedi. Belli ki o öğleden sonra dışarıdaydın, Johann da alışverişe çıkmıştı; bunun üzerine uğuldayan kulaklarımda zilin ölü sesi, yok olmuş, bomboş kalmış evimize döndüm ve bitkin bir halde kendimi ekoseli battaniyenin üzerine bıraktım; attığım dört adım beni sanki saatlerce karda bata çıka yürümüşüm gibi yormuştu. Fakat bu yorgunluğun altında, onlar beni alıp götürmeden önce seni görme, seninle konuşma kararlılığının kor ateşi hiç sönmeden yanıyordu. Sana yemin ederim, hiçbir tensel amacım yoktu, tam da senden başka hiçbir şey düşünmeyişim yüzünden henüz toydum: Sadece seni görmek istiyordum, son bir kez görmek, sana sarılmak. Ve o yüzden bütün gece, o uzun, korkunç gece boyunca seni bekledim sevgilim. Annem yatıp uykuya dalar dalmaz, sen eve geldiğinde duyayım diye ses etmeden girişe seğirttim. Bütün gece bekledim, dondurucu bir ocak gecesiydi. Yorgundum, eklemlerim ağrıyordu ve oturabileceğim bir koltuk bile kalmamıştı; o yüzden kapının altından gelen esintinin yalayıp geçtiği soğuk zemine uzandun. Üzerimde incecik elbisemle, her yerimi ağrıtan soğuk zeminde yatıyordum, çünkü örtü almamıştım; uyuyakalırım da ayak seslerini kaçırırım korkusundan ısınmak istemiyordum. Canım acıyordu, ayaklarımı kasarak birbirine bastırdım, kollarım titriyordu: İkide bir kalkmak zorunda kalıyordum, o korkunç karanlığın içi öylesine soğuktu. Ama kaderimi beklercesine seni bekliyor, bekliyor, bekliyordum.
Nihayet -herhalde sabahın ikisi ya da üçüydü- aşağıda bina kapısının açıldığını ve ardından merdivende gittikçe yaklaşan ayak seslerini duydum. Soğuk sanki bir anda benden uzaklaşmış, her yanımı ateş basmıştı; karşına çıkıp ayaklarına kapanmak üzere sessizce kapıyı açtım. Ah, budala bir çocuk olarak ondan sonra ne yapacaktım bilmiyorum. Ayak sesleri yaklaştı, mumların ışığı hareket etti. Titreyerek kapı tokmağını tuttum; gelen sen miydin?
Evet, sendin sevgilim -ama yalnız değildin. Adeta gıdıklanan birinden gelen, hafif bir kıkırtıyı, ipek bir elbisenin hışırtısını ve senin alçak sesini duydum- eve bir kadınla gelmiştin…
O gece nasıl ölmedim de sağ kaldım bilmiyorum. Ertesi sabah saat sekizde beni sürükleyerek Innsbruck’a götürdüler; direnecek gücüm kalmamıştı.
Dün gece çocuğum öldü – gerçekten yaşamaya devam etmek zorunda kalırsam yine yalnız olacağım. Yarın tanımadığım, siyah kıyafetli, kaba saba adamlar gelecek, yanlarında bir tabut getirecek ve onu, benim zavallı, biricik yavrumu içine koyacaklar. Belki arkadaşlar da gelir, çelenk getirirler ama bir tabutun üzerindeki çiçekler neye yarar? Arkadaşlarım beni teselli edecek, birtakım sözler söyleyecekler, sözler, sözler; peki ama bunların bana ne faydası olacak? Biliyorum ki sonra yine yalnız olacağım. Ve insanların arasında yalnız olmaktan daha korkunç bir şey yok. Bunu o zamanlar, Innsbruck’ta geçen o iki bitmek bilmez yıl boyunca öğrendim; on altı yaşımdan on sekiz yaşıma dek süren, ailemin içinde bir mahkum, toplum dışı biri gibi yaşadığım iki koca yıl. Son derece sessiz sakin, az konuşan bir adam olan üvey babam bana iyi davranıyor, annemse bilmeden ettiği bir haksızlığı telafi edercesine ne istesem yapmaya hazır görünüyordu; etrafımda pervane olan genç insanlar vardı ama ben hepsini tutkulu bir inatla iterek kendimden uzaklaştırıyordum. Senden uzakta mutlu, memnun yaşamak istemiyor, yalnızlıktan ve kendime ettiğim işkenceden oluşan karanlık bir dünyaya gömüldükçe gömülüyordum. Bana aldıkları rengarenk yeni elbiseleri giymiyor, konserlere, tiyatroya gitmeyi ya da neşeli gruplar halinde yapılan gezilere katılmayı reddediyordum. Sokağa adımımı bile atmıyordum; iki yıl yaşadığım o küçük şehrin on sokağını bile bilmediğimi söylesem inanır mısın sevgilim? Yas tutuyor ve yas tutmak istiyordum; seni görme mahrumiyetine eklediğim her yeni mahrumiyet beni mest ediyordu. Bir şey daha vardı: Sadece sende yaşama tutkumdan uzaklaşmak istemiyordum. Evde saatlerce, günlerce tek başıma oturuyor ve seni, sana dair yüzlerce küçük anıyı sürekli, sürekli düşünmekten, her karşılaşmayı, her bekleyişi zihnimde tazelemekten, bu küçük sahneleri kafamda tiyatro gibi canlandırmaktan başka bir şey yapmıyordum. Ve eski günlerin her saniyesini kendi kendime sayısız kez tekrar ettiğim için bütün çocukluğum hafızama kazındı; o geçip giden yılların her dakikasını daha dün kanımda dolaşmış gibi sımsıcak, fışkıracakmışçasına canlı hissediyorum.
O zamanlar sadece sende yaşıyordum. Bütün kitaplarını almıştım; gazetede adın çıktığında o gün bana bayram oluyordu. İnanır mısın, kitaplarındaki her bir satırı ezbere biliyorum, onları o kadar çok okudum. Biri beni gece yarısı uykudan kaldırıp rasgele bir satırın başını söylese bugün bile, on üç yıl sonra bugün bile, rüyada konuşur gibi devamını getiririm; senden gelen her kelime benim için adeta İncil kelamıydı, duaydı. Bütün dünya sadece seninle ilişkisi ölçüsünde var oluyordu; Viyana gazetelerinde konserlere, prömiyerlere göz atarken sadece bunlardan hangisinin senin ilgini çekebileceği düşüncesiyle bakıyor ve akşam olduğunda sana uzaktan eşlik ediyordum: Şimdi salona girdi, şimdi oturdu. Seni sadece bir kez konserde gördüm diye binlerce kez bunun hayalini kurdum.
Bütün bunları, terk edilmiş bir çocuğun bu çılgınca, kendini hırpalayan, trajik ve ümitsiz fanatikliğini neden anlatıyorum, hele bunu hiçbir zaman sezmemiş, bilmemiş birine neden anlatıyorum ki? Ama o yıllarda gerçekten hala çocuk muydum? On yedi oldum, on sekiz oldum – genç insanlar sokakta dönüp bana bakmaya başlamışlardı ama bunu yapmaları beni sadece sinirlendiriyordu. Çünkü başka biriyle yaşanacak bir aşk, hatta sadece kafada aşkla oynanacak bir oyun bile benim için öylesine akıl almaz, öyle tasavvur edilemeyecek derecede uzaktı ki, buna teşebbüsü dahi suç addediyordum. Sana olan tutkum aynıydı; sadece vücudumla, uyanan duyularımla birlikte biçim değiştirmiş, daha ateşli, daha tensel ve kadınca olmuştu. Vaktiyle zilini çalan çocuğun, içindeki şekilsiz, yontulmamış istekle sezemediği şey artık benim tek düşüncemdi: sana kendimi hediye etmek, sana teslim olmak.
Etrafımdaki insanlar beni ürkek sanıyor, utangaç olduğumu söylüyorlardı (sırrımı dişlerimin arasına kilitlemiştim). Oysa içimde demir gibi bir irade büyüyordu. Bütün düşüncelerim ve gayretim tek bir hedefe yönelmişti: Viyana’ya, sana geri dönmek. Başkalarına ne kadar saçma, ne kadar anlaşılmaz gelirse gelsin, bu isteğimde diretiyordum. Üvey babamın hali vakti yerindeydi, beni kendi çocuğu gibi görüyordu. Ama ben kendi paramı kazanma konusunda amansız bir inatla direndim ve en sonunda başardım; Viyana’daki bir akrabamızın yanında, bir hazır giyim mağazasında satış elemanı olarak çalışacaktım.
Rüzgarlı bir sonbahar akşamı -nihayet! nihayet!- Viyana’ya vardığımda soluğu nerede aldığımı söylememe gerek var mı? Bavullarımı garda bıraktım, hemen bir tramvaya atladım -ne kadar da yavaş gidiyordu, her durağa uğramasına sinir olmuştum- ve inince hemen evinin önüne koştum. Pencerelerinde ışık vardı, kalbim küt küt atıyordu. Öylesine yabancı, öylesine anlamsız bir biçimde etrafımda uğuldayarak dönen şehir işte şimdi can bulmuştu, ben işte şimdi, ebedi rüyam olan seni yakınımda hissedince tekrar yaşamaya başlamıştım. Parlayan gözlerimle aranda sadece pencerenin incecik, aydınlık camı varken aslında senin bilincine hala vadiler, dağlar, nehirler ötesindeymişçesine uzak olduğumun farkında değildim. Yukarı bakıp duruyordum: Orada ışık vardı, orada ev vardı, orada sen vardın, orada benim dünyam vardı. İki yıl boyunca hayalini kurduğum bu an şimdi bana bahşedilmişti. O uzun, yumuşak, bulutlu akşam boyunca, ışıklar sönene dek pencerenin önünde durdum. Ancak ondan sonra kalacağım yeri aramaya başladım.
Artık her akşam aynı şekilde evinin önünde bekliyordum. Saat altıya kadar mağazada çalışıyordum, zor ve yorucu bir işti ama memnundum, çünkü bu hareketlilik, kendi huzursuzluğumun acısını o kadar fazla hissetmememi sağlıyordu. Demir kepenkler arkamdan gürültüyle iner inmez dosdoğru sevgili hedefime koşuyordum. Seni bir kez olsun görmek, seninle bir kez olsun karşılaşmak, uzaktan da olsa bakışlarımla yüzünü tekrar sarabilmek tek isteğimdi. Aşağı yukarı bir hafta sonra nihayet karşılaştık, hem de hiç beklemediğim bir anda: Ben yukarıyı, senin pencereni gözetlerken sen sokağın karşı tarafından çıkageldin. Ve ben birden tekrar o on üç yaşındaki çocuk oldum, yanaklarımı kan basmıştı; içimdeki o gözlerini hissetmeye hasret dürtüye rağmen gayriihtiyari başımı eğdim ve şimşek hızıyla, kovalanırcasına yanından geçip gittim. Sonradan bu okul kızı çekingenliğindeki kaçışımdan utandım, çünkü artık ne istediğimi biliyordum: Seninle karşılaşmak istiyordum, seni arıyordum, özlemle kararan bütün o yılların ardından senin tarafından tanınmak, senin tarafından önemsenmek, senin tarafından sevilmek istiyordum.
Fakat her akşam, lapa lapa yağan karda ve şiddetli, keskin Viyana rüzgarında bile sokağında durduğum halde beni uzun zaman fark etmedin. Genellikle saatlerce boşuna bekliyordum, sonunda binadan ahbaplarınla çıkıyordun, seni iki kez kadınlarla da gördüm ve şimdi, seni böylesine kendinden emin bir biçimde yabancı bir kadınla kol kola yürürken gördüğümde ruhumu boydan boya yırtan ani yürek oynamasını fark edince, artık bir yetişkin olduğumu, sana olan duygularımın yepyeni, farklı boyutunu hissediyordum. Şaşırmamıştım. Senin o bitmez tükenmez kadın ziyaretçilerini çocukluk günlerimden biliyordum ama şimdi birdenbire bu bana bir tür fiziksel acı vermeye başlamış, içimde bir şey gerilmiş, bir başkasıyla yaşadığın bu apaçık tensel yakınlığa karşı aynı anda hem düşmanlık hem de imrenme hissine kapılmıştım. O zamanlar, hatta belki bugün hala var olan çocuksu gururumla bir gün boyunca evinden uzak durdum; direnip isyan ettiğim o bomboş akşamlar ne korkunçtu! Daha ertesi akşam inadım kırılmış vaziyette kapında bekliyor, bekliyordum; sımsıkı kapalı hayatının önünde kaderim boyunca beklediğim gibi.
Nihayet bir akşam beni fark ettin. Geldiğini uzaktan görmüş, yolundan çekilmemek için bütün irade gücümü toplamıştım. Tesadüf eseri, yük boşaltan bir araba yolu daraltmıştı ve tam yanımdan geçmen gerekiyordu. Dalgın bakışların gayriihtiyari bana yöneldi ve benimkilerdeki dikkatle karşılaşır karşılaşmaz derhal -bunu hatırlayan hafızam nasıl da irkilmişti!- o kadınlara özel bakışına, o şefkatli, sarıp sarmalayan ama bir yandan da soyan, o kuşatan ve ele geçiren, beni, o çocuğu ilk kez uyandırıp bir kadına, bir aşığa çeviren bakışa dönüştü. Bu bakışlar bir-iki saniye benim kopamayan, kopmak istemeyen bakışlarımda takılı kaldı – sonra yanımdan geçip gittin. Kalbim çarpıyordu: İster istemez adımlarımı yavaşlattım, zapt edilemez bir merakla döndüğümde, durup arkamdan baktığını gördüm. Ve beni merak dolu bir ilgiyle süzmenden hemen anladım: Tanımamıştın.
Beni tanımamıştın, o zaman ve hiçbir zaman, hiçbir zaman beni tanımadın. Sana o an yaşadığım hayal kırıklığını anlatamam sevgilim – o sırada bu ilk kez başıma geliyordu ama senin tarafından tanınmamak sonradan kaderim oldu, ömür boyu bununla yaşadım ve şimdi bununla ölüyorum; senin tarafından tanınmayan, hala tanınmayan biri olarak. Sana o hayal kırıklığını anlatamam! Çünkü Innsbruck’ta geçen ve her an seni düşündüğüm, Viyana’daki ilk tekrar karşılaşmamızı gözümde canlandırmaktan başka bir şey yapmadığım o iki yıl boyunca, ruh halim doğrultusunda en harika ihtimallerin yanı sıra en fecilerini de zihnimde kurmuştum. Diyebilirim ki her hayalin üstünden titizlikle geçmiş, en karanlık dakikaları tahayyül etmiştim; fazla basit, fazla çirkin, fazla sırnaşık olduğum için beni tersleyebilir, aşağılayabilirdin. Aksiliğinin, soğukluğunun, kayıtsızlığının her biçimini hararetli sanrılar halinde kafamda döndürüp durmuştum – ama ruhumun en karanlık noktasında, değersizliğimin en bilincinde olduğum anlarda bile bunu, bu bir tek şeyi, bu en korkunç ihtimali hesaba katacak kadar ileri gitmemiştim: varlığımın farkında bile olmamanı.
Bugün artık anhyorum ki -ah, bunu anlamayı bana sen öğrettin!- bir genç kızın, bir kadının yüzü bir erkek için fevkalade değişken; çünkü o yüz genellikle sadece bir ayna, kah bir tutkunun kah bir çocuksuluğun kah bir yorgunluğun aynasıdır ve aynadaki bir görüntünün geçip gitmesi kolayken, bir erkeğin bir kadının çehresini kaybetmesi daha da kolay, çünkü ilerleyen yaş gölge ve ışık olup o çehrede geziniyor, çünkü kıyafetler o çehreye her defasında farklı bir çerçeve çiziyor. Ancak kadere boyun eğenler gerçek anlamda bilenlerdir. Oysa ben, o zamanki genç kız, senin unutkanlığını kavrayamıyordum, çünkü seninle hadsiz hudutsuz, bitmek bilmez uğraşım yüzünden, senin de sık sık beni düşündüğün ve beni beklediğin gibi bir hezeyana kapılmıştım; hem zaten sana hiçbir şey ifade etmediğimi, bana dair en ufak bir anının bile seni hiçbir şekilde etkilemediğini bilsem nasıl nefes alabilirdim ki! Senin bakışların karşısındaki bu uyanışım, içindeki hiçbir şeyin beni tanımadığını, hayatından benimkine örümcek ağı ipliği kadar ince bir anının bile uzanmadığını anlamam, gerçeklik uçurumuna ilk düşüşüm, kaderime dair ilk sezgimdi. Beni o sırada tanımamıştın. Ve iki gün sonra tekrar karşılaştığımız an bakışlarında belli bir yakınlık ifadesi belirdiğinde, beni yine seni seven ve uyanışına vesile olduğun kadın olarak tanımadın, sadece iki gün önce aynı yerde karşılaştığın, on sekiz yaşındaki güzel kız olarak anımsadın. Bana memnun bir şaşkınlıkla baktın, dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme gezindi. Yine yanımdan geçip gittin ve yine adımlarını yavaşlattın: Titriyor, içimden sevinç çığhkları atıyor, benimle konuşman için dua ediyordum. Senin için ilk kez canlı olduğumu hissediyordum; ben de adımlarımı yavaşlattım, senden kaçmadım. Ve birden, dönüp bakmadan seni arkamda hissettim, biliyordum, o güzelim sesinin şimdi ilk kez bana yöneldiğini duyacaktım. İçimdeki beklenti bir tür felç gibiydi, bir anda kalakalacağım diye korkuyordum, kalbim deli gibi atıyordu – tam o sırada yanıma geldin. O hafif, neşeli tavrınla, sanki uzun zamandır arkadaşmışız gibi benimle konuştun -ah, benden haberin yoktu, hiçbir zaman hayatımdaki herhangi bir şeyden haberin olmadı!- öylesine sihirli bir rahatlıkla konuşuyordun ki becerip sana cevap bile verebildim. Sokak boyunca yürüdük. Sonra bana birlikte yemek yiyelim mi, diye sordun. Evet, dedim. Hangi teklifine hayır diyebilirdim ki?
Küçük bir restoranda yemek yedik – nerede olduğunu hatırlıyor musun? Ah hayır, kuşkusuz o akşamı aynı şekilde geçen başka akşamlardan ayıramıyorsundur, ben kimdim ki? Yüzlercesinden biri, mütemadiyen uzayan bir zincirdeki bir serüven halkası. Hem zaten beni sana hatırlatacak ne olabilirdi: Az konuşuyordum, çünkü sana yakın olmak, senin bana söylediklerini dinlemek beni sonsuz mutlu ediyordu. Bunun tek bir anını bile bir soruyla, budalaca bir sözle harcamak istemiyordum. Tutkulu saygımı nasıl sonuna kadar hak ettiğini, ne kadar nazik, nasıl rahat ve ölçülü olduğunu hiçbir zaman unutmayacak, sana o akşamdan duyduğum minnetle daima hatırlayacağım; en ufak bir sırnaşıklık, o aceleci çapkın iltifatlarının hiçbiri yoktu, daha ilk andan itibaren öylesine güvenilir, dostça bir yakınlık gösterdin ki, bütün iradem ve varlığımla çoktan sana ait olmasaydım da beni kazanırdın. Ah, beş yıllık çocukça bekleyişimi boşa çıkarmayarak ne müthiş bir şey başardın bilemezsin!
Geç olmuştu, kalktık. Restoranın kapısında acelemin olup olmadığını, biraz daha kalıp kalamayacağımı sordun. Sana hazır olduğumu nasıl gizleyebilirdim ki! Vaktiın olduğunu söyledim. Ardından, hafif bir tereddüdü hızla atlatarak biraz sohbet etmek için sana gelip gelemeyeceğimi sordun. “Seve seve,” dedim hislerimin verdiği doğallıkla; bu kadar çabuk kabul etmemden ya rahatsız ya da memnun olarak etkilendiğini ama her halükarda epey şaşırdığını hemen fark ettim. Bugün bu şaşkınlığı anlıyorum; biliyorum ki teslimiyet isteği yakıcı hale geldiğinde bile bu hazır oluşu inkar etmek, yalvarıp yakarmalar, yalanlar, yeminler ve vaatlerle giderilmesi gereken bir korkuya ya da öfkeye kapılmış gibi yapmak kadınlar arasında adettendir. Belki de sadece aşk profesyonellerinin, yani fahişelerin ya da çok naif, yeniyetme çocukların böyle bir davete bu kadar büyük bir sevinçle icabet edeceklerini biliyorum. Ama benim içimdeki -sen bunu nasıl sezebilirdin ki- sadece kelimelere dökülmüş istek, tek tek binlerce günün toplanıp harekete geçen özlemiydi. Ne olursa olsun şurası kesin ki şaşkına dönmüştün ve ben ilgini çekmeye başlamıştım. Yürürken, konuşurken, bir tür hayretle yandan beni incelediğinin farkındaydım. Hislerin, insana dair her konuda sihirli bir biçimde güvendiğin hislerin bu güzel, sıcakkanlı kızda derhal bir sıra dışılığın, bir sırrın kokusunu almıştı. İçindeki merak uyanmıştı ve dolambaçlı, iz süren sorularından, o sırrı öğrenmeye çalıştığını anlıyordum. Yine de bu soruları savuşturdum: Sana sırrımı vermektense budala görünmeyi tercih ederdim.
Birlikte evine çıktık. O koridorun, o merdivenin benim için ne anlama geldiğini, nasıl bir baş dönmesi, nasıl bir duygu karmaşası, nasıl çıldırtan, kasıp kavuran, neredeyse ölümcül bir mutluluk yaşadığımı anlayamayacağını söylersem beni affet sevgilim. Bunu bugün hala gözlerim yaşarmadan düşünemiyorum ve artık gözyaşım da tükendi. Fakat sadece şunu hissetmeye çalış ki oradaki her nesne adeta benim tutkumla doluydu, her biri çocukluğumun, özlemimin sembolüydü: önünde binlerce kez seni beklediğim bina kapısı, ayak seslerine kulak kabarttığım ve seni ilk kez gördüğüm merdiven, bütün ruhumla seni dikizlediğim gözetleme deliği, kapında duran ve bir keresinde üzerine diz çöktüğüm paspas, beklediğim pusudan ayağa fırlamama neden olan anahtar sesi… Bütün çocukluğum, bütün tutkum o birkaç metrekarelik alanda yuvalanmıştı, bütün hayatım oradaydı; ve şimdi bir çığ gibi üstüme iniyordu, çünkü hepsi, hepsi gerçek olmuştu ve seninle geliyordum, seninle, evine, evimize. Düşün ki -kulağa basit geliyor ama başka nasıl söylenir bilmiyorum- senin kapına kadar her şey gerçeklikti, bir ömür boyu süren, boğucu gündelik dünyaydı ve o kapıda bir çocuğun sihirli krallığı başlıyordu, Alaaddin’in krallığı, düşün ki o an başım dönerek adımımı attığım evin kapısına yanıp tutuşan gözlerle binlerce kez bakmıştım; bütün bunları düşünürsen belki o beni allak bullak eden anın hayatımdan neler götürdüğünü sezebilirsin, ama ancak sezebilirsin, asla tam olarak bilemezsin sevgilim!
O gelişimde bütün gece senin yanında kaldım. Daha önce hiçbir erkeğin bana dokunmadığını, vücudumu hissetmediğini ve görmediğini fark etmedin. Ama zaten nasıl fark edebilirdin sevgilim, sana en ufak bir direnç göstennedim, utançtan kaynaklanan her tereddüdü bastırdım ki sana olan aşkımın sırrına eremeyesin. Bu sır kuşkusuz seni ürkütürdü – çünkü sen sadece hafif, oyuna benzer, ağırlıksız olanı seversin, bir kadere müdahale etmekten korkarsın. Kendini herkeste, dünyada harcamak istersin ve kurban istemezsin. Sana kendimi verdiğimde bakire olduğumu şimdi söyledim ama yalvarırım beni yanlış anlama! Seni suçlamıyorum, beni tuzağa düşürmedin, kandırmadın, baştan çıkarmadın – ben, bizzat ben sana üsteledim, kendimi kollarına, kaderime attım. Asla, asla seni suçlamayacağım, hayır, daima sana teşekkür edeceğim, çünkü benim için o gece nasıl zengin, nasıl zevkten ışıl ışıl, nasıl mutluluktan havalara uçuran bir geceydi… Karanlıkta gözlerimi açıp seni yanımda hissettiğimde, tepemde yıldızların olmamasına şaşırdım, kendimi gökyüzüne o kadar yakın hissediyordum – hayır, asla pişman olmadım sevgilim, o geceden asla pişmanlık duymadım. Hala hatırlıyorum: Sen uyuduğunda, nefesini dinlerken, vücudunu ve sana böylesine yakın olduğumu hissettiğimde karanlıkta sevinçten ağlamıştım. Sabah erkenden çıkmakta ısrar ettim. Mağazaya gitmem gerekiyordu ve zaten uşak gelmeden çıkmak istiyordum: Beni görmemeliydi. Giyinip yanına geldiğimde beni kollarına alıp yüzüme uzun uzun baktın; içinde dalgalanan şey karanlık ve uzak bir hatıra mıydı, yoksa sana o an gerçekten olduğum gibi güzel ve mutlu mu görünmüştüm? Sonra beni dudağımdan öptün. Sessizce kollarından sıyrılıp çıkmak istedim. Tam o sırada sordun: ‘Giderken yanında birkaç çiçek götürmek istemez misin?’ İsterim, dedim. Çalışma masasındaki (ah, bu masayı çocukluğumun o kaçamak bakışından biliyordum) mavi kristal vazodan dört beyaz gül alıp bana verdin. O gülleri günlerce öptüm.
Başka bir akşam için önceden sözleşmiştik. Yine geldim ve yine her şey harikaydı. Bana üçüncü bir akşam daha hediye ettin. Sonra seyahate çıkman gerektiğini söyledin -ah, çocukluğumdan bildiğim bu seyahatlerden nasıl da nefret ediyordum!- ve döner dönmez beni arayacağına söz verdin. Sana bir postrestant adres söyledim – adımı öğrenmeni istemiyordum. Sırrımı korudum. Veda niyetine bana yine birkaç gül verdin – veda niyetine…
İki ay boyunca her gün sordum… ama hayır, beklemenin, ümitsizliğin o cehennem azabını sana niye anlatıyorum ki? Seni suçlamıyorum, ben seni olduğun gibi seviyorum, sıcakkanlı ve unutkan, kendini vermeye hazır ve sadakatsiz, seni böyle seviyorum, tam da her zaman olageldiğin ve şimdi hala olduğun halinle. Işık gelen pencerelerinden anlıyordum ki çoktan dönmüştün; ama bana yazmamıştın. Son anlarımda senden gelen tek satır yok, hayatımı verdiğim senden gelen tek bir satır bile yok. Bekledim, ümitsiz biri gibi hep bekledim. Ama beni aramadın, tek bir satır bile yazmadın… tek bir satır bile…
Dün çocuğum öldü – o, senin de çocuğundu. Senin de çocuğundu sevgilim, o üç gecenin çocuğu, sana yemin ederim, insan ölümün gölgesinde yalan söylemez. Bizim çocuğumuzdu, yemin ederim, çünkü sana kendimi verdiğim andan o çocuğun bedenimden çıkarıldığı ana kadar bana başka hiçbir erkek el sürmedi. Senin dokunuşunla kendi gözümde kutsanmıştım; her şeyim olan seninle, hayatıma hafifçe temas edip geçenler arasında nasıl bölünebilirdim? Bizim çocuğumuzdu sevgilim, benim her şeyi bilen aşkımla senin dertsiz tasasız, bol keseden, neredeyse bilinçsiz şefkatinden olan bir çocuk, bizim çocuğumuz, bizim oğlumuz, biricik evladımız. Sen şimdi -belki korkuyla, belki de sadece şaşkınlıkla- sen şimdi bu çocuğu neden bütün bu yıllar boyunca sakladığımı ve ancak karanlıkta uykuya, sonsuz bir uykuya dalarak bir daha asla, asla dönmemek üzere gitmeye hazırlandığı şu anda ondan bahsettiğimi soracaksın sevgilim! Ama bunu nasıl söyleyebilirdim? Bana, bir yabancıya, o üç geceyi can atarak kabul etmiş ve hiç direnmeden, hatta hevesle kendini sana açmış bir kadına, geçici bir temasın isimsiz kahramanına, onun senin gibi bir sadakatsize sadık kaldığına asla inanmazdın; hiçbir şüpheye kapılmadan bu çocuğun kendi çocuğun olduğunu kabul etmen imkansızdı! Anlattıklarım ihtimal dahilinde gelse bile, başkasıyla geçirdiğim bir gecenin çocuğunu sana, zengin bir adam olan sana kakalamaya çalıştığım yolundaki o gizli kuşkuyu içinden atamayacaktın. Benden şüphelenecektin; aramızda bir gölge, güvensizliğin havada süzülen, ürkek gölgesi kalacaktı. Bunu istemedim. Aynca seni tanıyorum, hem de senden daha iyi tanıyorum ve biliyorum ki birdenbire baba olmak, birdenbire bir kaderden sorumlu hale gelmek sana, aşkta dertsizliği, hafifliği, oyunu seven sana sıkıntı verecekti. Sadece özgürken nefes alabilen sen, benimleyken kendini bir şekilde eli kolu bağlı hissedecektin. Bu bağ yüzünden -evet, biliyorum ki kendi iradene rağmen böyle olacaktı- benden nefret edecektin. Belki saatler, belki sadece gelip geçen dakikalar boyunca sana bıktırıcı gelecektim, nefretlik gelecektim – oysa ben bütün gururumla, hayatın boyunca beni içinde hiçbir sıkıntı duymadan düşünmeni istiyordum. Sana yük olmaktansa her şeyi üzerime almayı tercih ediyor ve senin olan bütün kadınlar arasında daima sevgiyle, minnetle andığın tek kadın olmak istiyordum. Fakat elbette beni hiç düşünmedin, beni unuttun.
Seni suçlamıyorum sevgilim, hayır, seni suçlamıyorum. Bu tüy kalemden ara sıra birkaç damla sitem dökülürse affet – çocuğum, çocuğumuz, ışığı titreşen mumların altında ölü olarak yatıyor, Tanrı’ya yumruklarımı sıkarak katil dedim, duyularım bulanık ve karmakarışık. Suçlamamı affet, affet! Senin iyi yürekli ve canı gönülden yardımsever olduğunu biliyorum. Herkese yardım edersin; senden bunu isteyen bir yabancıya bile. Ama iyiliğin biraz tuhaf bir iyilik; herkese açık, dolayısıyla herkes avuçlarına sığdığı kadarını alabilir, iyiliğin büyük, çok büyük ama -bunu söylediğim için beni affet- biraz tembel. Teşvik edilmek, talep edilmek istiyor. Ancak biri seni ararsa, senden bunu isterse yardım ediyorsun, utanç ve zayıflıktan yardım ediyorsun, zevk için değil. Sen -açık söyleyeyim- ihtiyaç ve sıkıntı içindeki insanları mutlu kardeşine tercih etmiyorsun. Senin gibi insanlardan, aralarında en iyi yürekli olanlardan bile bir şey istemek zordur. Çocukken bir keresinde kapıdaki gözetleme deliğinden, kapını çalan bir dilenciye para verdiğini görmüştüm. Daha adam istemeden, çabucak verdin, üstelik çok verdin ama parayı belirgin bir korku ve telaşla uzattın, yeter ki hemen gitsindi, sanki adamın gözlerinin içine bakmaya korkuyordun. Senin bu minnetten kaçan, huzursuz, ürkek yardım şeklini hiç unutmadım. O yüzden de hiçbir zaman senin kapını çalmadım. Çalsaydım, biliyorum, kendi çocuğun olduğundan emin olmasan da kesinlikle bana destek olurdun. Beni teselli ederdin, bana para, bol para verirdin ama bütün bunları, sıkıntıyı kendinden uzaklaştırmak için duyduğun gizli bir sabırsızlıkla yapardın; hatta sanırım beni çocuğu aldırmaya bile ikna ederdin. En korktuğum da buydu – çünkü sen ne isterdin de ben yapmazdım, sana hangi konuda karşı gelebilirdim? Oysa bu çocuk benim her şeyimdi, senden olduğu için ikinci bir sendi ama o mutlu, dertsiz tasasız, elimde tutmayı başaramadığım sen değil, sonsuza dek benim olan -öyle sanmıştım- bedenime hapsettiğim, hayatıma bağlı bir sen. Nihayet seni yakalamıştım; senin ve hayatının damarlarımda büyüdüğünü hissediyor, seni yediriyor, içiriyor, ruhum bunun için yanıp tutuştuğunda okşayıp öpüyordum. Görüyorsun ya sevgilim, o yüzden senden bir çocuğum olacağını öğrendiğimde bu kadar mutlu oldum, o yüzden bunu senden sakladım: Artık benden kaçamayacaktın.
Elbette sevgilim, sadece önceden hayalini kurduğum gibi mutlu aylar değil, dehşet ve azapla dolu, insanların alçaklığından duyduğum tiksintiyle dolu aylar da geçirdim. Benim için kolay olmadı. Akrabam fark edip evdekilere haber uçurmasın diye son aylarda mağazaya gidemedim. Annemden para istemeye de niyetim yoktu – o nedenle elimdeki birkaç parça mücevheri satarak doğuma kadar idare ettim. Doğumdan bir hafta önce bir çamaşırcı kadın dolabımdaki son birkaç kronu çaldı, dolayısıyla doğum hastanesine yatmak zorunda kaldım. Bu çocuk, senin çocuğun işte orada, çok yoksulların, dışlanmışların ve unutulmuşların mecburiyetten sürüklendikleri yerde, sefaletin ortasında doğdu. Korkunç bir yerdi orası: herkes yabancı, yabancı, yabancıydı; orada yatanlar olarak birbirimize yabancıydık, yalnızdık ve herkes birbirinden nefret ediyordu; sefaletimiz, çektiğimiz ortak eziyet bizi bu kloroform ve kanla, çığlık ve inlemelerle dolu, boğucu koğuşa tıkmıştı. Yoksulluğun aşağılanma, ruhsal ve fiziksel hasar namına katlanması gereken ne varsa hepsine, kader ortaklığından şer ortaklığı çıkaran fahişeler ve hastalarla kalmaya, müstehzi bir gülümsemeyle savunmasız insanların üstlerindeki örtüyü açıp onları yanlış bir bilimsellikle muayene eden genç doktorların alaycılığına, hastabakıcı kadınların açgözlülüğüne orada katlandım – ah, orada insanın utancı bakışlarla çarmıha gerilir ve sözlerle kırbaçlanır. Üzerinde adının yazdığı tabela; orada sen sırf busundur, çünkü yatakta yatan sadece meraklıların elleyip durdukları, titreyen bir et parçası, bir muayene ve araştırma nesnesidir – ah, şefkatle bekleyen kocalarına evinde çocuklar veren kadınlar, tek başına, savunmasız bir halde, adeta bir deney masasındaymışçasına çocuk doğurmanın ne demek olduğunu bilmezler! Bugün hala bir kitapta cehennem kelimesini gördüğümde, tamamen istemim dışında birden o tıklım tıklım, buğulu, iniltiler, kahkahalar ve kanlı çığlıklarla dolu, acı çektiğim koğuşu, o utanç mezbahasını hatırlarım.
Sana bunları anlattığım için beni affet, affet. Bu konudan sadece bu defalık bahsediyorum, bir daha asla, asla bahsetmeyeceğim. On bir yıl boyunca sustum ve pek yakında sonsuz bir sessizliğe gömüleceğim; bir kez olsun bunları haykırmam gerekiyordu, mutluluğum olan ve şu anda karşımda nefes almadan yatan bu çocuğun neler pahasına benim olduğunu bir kez olsun haykırmalıydım. Onları, o günleri, çocuğumun gülümsemesiyle, sesiyle, yaşadığım mutlulukla çoktan unutmuştum ama şimdi yavrum öldüğü için azabım tekrar canlandı ve bu azabı bir kez, tek bir kez olsun haykırarak ruhumdan atmam gerekiyordu. Ama seni değil sadece Tanrı’yı, sadece bütün bu azabı anlamsız kılan Tanrı’yı suçluyorum. Yemin ederim seni suçlamıyorum ve sana hiçbir zaman öfkeyle isyan etmedim. Bedenimin acılar içinde kıvrandığı, öğrencilerin üzerimde gezinen bakışları altında vücudumun utançtan yandığı anlarda bile, acının ruhumu yırttığı saniyede bile seni Tanrı’nın huzurunda suçlamadım; birlikte geçirdiğimiz geceler için asla pişmanlık duymadım, asla sana olan aşkımı ayıplamadım, seni daima sevdim, karşıma çıktığın anı daima şükranla andım. Tekrar o günlerin cehennemine dönmem gerekseydi ve beni neyin beklediğini önceden bilseydim, bir kez daha yapardım sevgilim, bir kez ve binlerce kez daha!
Çocuğumuz dün öldü – sen onu hiç tanımadın. Bakışların onu, o çiçek açan, küçük varlığı, sana ait olan varlığı hiçbir zaman, tesadüf eseri yaşanmış ayaküstü bir karşılaşmada bile okşayıp geçemedi. Bu çocuğu doğurduktan sonra uzun süre senden saklandım; o bana bahşedildiğinden beri sana duyduğum özlem daha az acı vermeye başlamıştı, hatta sanırım seni daha az tutkuyla seviyor, en azından aşkımın ıstırabını daha hafif yaşıyordum. Seninle onun arasında bölünmek istemiyordum; o nedenle kendimi mutlu olan ve hayatını bensiz yaşayan senin yerine bana ihtiyacı olan, beslemek zorunda olduğum, öpüp sarılabildiğim bu çocuğa adadım. Seninle ilgili huzursuzluğumdan, uğursuz kaderimden kurtulmuş gibiydim, bu gerçek anlamda benim olan “senden farklı sen” sayesinde kurtulmuştum – artık duygularım beni ancak nadiren, kırk yılda bir acizce senin evine sürüklüyordu. Yaptığım tek bir şey vardı: Her doğum gününde sana bir demet beyaz gül gönderiyordum; ilk aşk gecemizden sonra bana hediye ettiğin güllerden. Bu on-on bir yıl boyunca kendi kendine o gülleri kimin gönderdiğini sorduğun oldu mu? Vaktiyle aynı güllerden verdiğin birini hatırladın mı? Bunu bilmiyorum, cevabını da asla öğrenemeyeceğim. Yalnızca karanlıktan onları sana ulaştırmak, geçirdiğimiz o gecenin anısına yılda bir kez çiçek açtırmak – işte bu bana yetiyordu.
Zavallı oğlumuzu hiç tanımadın – onu senden sakladığım için bugün kendimi suçluyorum, çünkü tanısaydın severdin. Zavallı çocuğu hiç tanımadın, onun gözkapaklarını yavaşça kaldırıp zeki bakışlı, kahverengi gözlerinde -senin gözlerin!- pırıl pırıl, neşeli bir ışıkla bana, bütün dünyaya bakarak gülümsemesini hiç görmedin. Ah, öyle şen şakrak, öyle tatlıydı ki: Senin benliğinin bütün hafifliği onda çocukça tekrar ediyor, hızlı, hareketli hayal gücün onda yeniden doğuyordu; saatlerce kendinden geçerek bir şeylerle oynuyordu, tıpkı senin hayatla oynadığın gibi; ve sonra yine ciddi bir ifadeyle, kaşlarını kaldırarak kitaplarının başına oturuyordu. Gittikçe sen oluyordu, o sana özgü ciddiyet-oyun ikiliği onda da gözle görülür şekilde ortaya çıkmaya başlamıştı; sana benzedikçe onu daha çok seviyordum. İyi bir öğrenciydi; küçük bir saksağan gibi Fransızca gevezelik ediyordu, defterleri sınıfın en temiziydi, üstelik siyah kadife giysisi ya da beyaz, küçük denizci ceketiyle öyle yakışıklı, öyle şıktı ki… Nereye giderse gitsin çocukların en şıkıydı; birlikte gittiğimiz Grado’da, sahilde kadınlar durup uzun sarı saçlarını okşuyorlar, Semmering’de kayak yaparken insanlar dönüp hayran hayran ona bakıyorlardı. Çok yakışıklı, ince duygulu, sokulgandı: Son yıl Theresianum Yatılı Okulu’na girdiğinde üniformasını ve küçük kılıcını on sekizinci yüzyılda kralın himayesindeki bir çocuk gibi taşıyordu – şimdiyse üzerinde pijamasından başka bir şey yok, zavallı, solgun dudakları ve kavuşturulmuş elleriyle yatağında yatıyor.
Belki bana çocuğu nasıl böyle lüks içinde yetiştirebildiğimi, ona üst tabakanın o pırıl pırıl, mutlu hayatını nasıl verebildiğimi soracaksın. Sevgilim, sana karanlığın içinden sesleniyorum; utanmıyorum, bunu sana söyleyebilirim ama irkilme sevgilim: Kendimi sattım. Sokak kızı denilenlerden biri, bir fahişe olmadım ama kendimi sattım. Zengin arkadaşlarım, zengin sevgililerim vardı; önce ben onları aradım, sonra onlar beni aradılar, çünkü -hiç fark etmiş miydin bilmiyorum- çok güzeldim. Kendimi verdiğim herkes bana bayılıyordu, hepsi bana teşekkür ediyor, bağlanıyor, beni seviyordu – sen hariç, sen hariç sevgilim!
Kendimi sattığımı sana itiraf ettim diye beni hor görüyor musun? Hayır, biliyorum ki hor görmüyorsun, biliyorum ki her şeyi anlıyorsun ve bunu sadece senin için, başka bir sen olan çocuğun için yaptığımı da anlayacaksın. O hastane koğuşunda yoksulluğun korkunç yüzünü bir kez görmüştüm; yoksul olanın bu dünyada daima ezilen, aşağılanan olduğunu, kurban olduğunu biliyor ve senin çocuğunun, senin o pırıl pırıl, güzel çocuğunun bir çukurda, sokağın pisliği, boğuculuğu, bayağılığı içinde, arka avluya bakan bir odanın kirli havasında büyümesini ne pahasına olursa olsun istemiyordum. Onun o zarif ağzı kaldırımların dilini öğrenmemeli, bembeyaz bedeni yoksulların küf kokan, yıpranmış çamaşırlarını bilmemeliydi – senin çocuğun her şeye, bütün zenginliğe, yeryüzünün bütün kolaylıklarına sahip olmalı, tekrar senin yanına, senin yaşam alanına yükselmeliydi.
Bu yüzden, sırf bu yüzden sevgilim, kendimi sattım. Bu benim için bir fedakarlık değildi, çünkü genellikle onur ve ayıp olarak nitelenen şeyler benim için önemsizdi: Sen, bedenimin ait olduğu tek erkek olan sen, beni sevmiyordun, dolayısıyla bunun dışında vücuduma ne olduğu umurumda değildi. Erkeklerin okşamaları, hatta en samimi tutkuları, iç dünyamın derinliklerini etkilemiyordu; oysa bazılarına çok kıymet veriyordum ve kendi kaderimi hatırlayarak karşılıksız aşklarına duyduğum merhamet bazen beni sarsıyordu. Hepsi bana karşı çok iyiydi, hepsi beni şımartıyor, bana saygı gösteriyorlardı. Özellikle bir tanesi, yaşlıca, dul bir kont, babasız çocuğun, senin çocuğunun Theresianum’a kabulünü sağlamak için çalmadık kapı bırakmayan bir adam, beni kızı gibi seviyordu. Üç-dört kez evlenme teklif etti – bugün bir kontes, Tirol’deki bir masal şatosunun hanımefendisi olabilirdim, derdim tasam kalmazdı, çünkü çocuğun ona tapan, şefkatli bir babası, benim de yanımda sessiz sakin, kibar, iyi yürekli bir kocam olurdu. Çok fazla, defalarca ısrar ettiği halde, kararımda direnerek ona verdiğim acıya rağmen yapmadım. Belki budalalık ettim, çünkü yapsaydım şimdi bir yerlerde sakin ve güvenli bir hayat yaşıyor olacaktım, tabii benimle birlikte bu çocuk, bu sevgili çocuk da; ama -bunu sana neden itiraf etmeyeyim ki?- bağlanmak istemiyordum, senin için her an özgür olmak istiyordum. Varlığımın en derinlerinde, bilinçaltımda hala o eski çocukluk hayali yaşıyordu: Bir anlığına da olsa beni tekrar çağıracaktın. Ve bu bir tek anın ihtimali için her şeyi elimin tersiyle ittim, sırf ilk çağırdığında sana gelebilecek şekilde özgür olmak için. Çocukluktan uyandığımdan beri bütün hayatım beklemekten, senin istemeni beklemekten başka neydi ki!
Ve o an gerçekten geldi. Ama sen bunu bilmiyorsun. Bunu sezmedin bile sevgilim! O anda da beni tanımadın – beni asla, asla, asla tanımadın! Daha önce de birçok kez karşılaşmıştık, tiyatrolarda, konserlerde, Prater Lunaparkı’nda – her seferinde yüreğim hopluyordu ama bakışların yanımdan geçip gidiyordu: Dış görünüşüm şimdi bambaşkaydı; o ürkek çocuk, herkesin dediği gibi güzel, pahalı elbiseler giyen, etrafı hayranlarıyla çevrili bir kadına dönüşmüştü; benim yatak odanın loş ışığındaki o utangaç genç kız olduğumu nasıl tahmin edebilirdin! Bazen yanında yürüdüğüm beylerden biri sana selam veriyor, sen de teşekkür edip bana bakıyordun ama bakışlarında sadece nazik bir yabancılık ifadesi vardı, beğeni yüklü ama asla tanımayan, yabancı, korkunç yabancı bakışlardı bunlar. Hatırlıyorum, bu neredeyse alıştığım tanımama halin bir keresinde benim için neredeyse yakıcı bir azaba dönüştü: Operadaki bir locada erkek arkadaşımla oturuyordum, sen de yan locadaydın. Uvertür çalarken ışıklar kapandı, yüzünü göremiyor, sadece nefesini hemen yanımda hissediyordum, tıpkı o gece olduğu gibi, localarımız arasındaki bölmenin kadife kaplamasına elini, o ince, zarif elini dayamıştın. En sonunda eğilip bir zamanlar şefkatle kavrayışını hissettiğim bu yabancı, bu çok sevgili eli acizce öpme isteği beni ele geçirdi. Etrafımda müzik coşkuyla dalgalanıyor, içimdeki istek gittikçe daha tutkulu hale geliyordu; öyle ki kendimi kasarak sertçe geri çekmek zorunda kaldım, öylesine güçlü bir biçimde çekiliyordu dudaklarım senin o sevgili eline. Birinci perdeden sonra erkek arkadaşımdan çıkıp gitmemizi rica ettim. Senin karanlıkta böylesine bir yabancılıkla bu kadar yakınımda olmana daha fazla dayanamayacaktım.
Yine de o an geldi, bir kez daha geldi; yıkıntılar altındaki hayatımda son bir kez. Yaklaşık bir yıl önce, doğum gününden sonraki gündü. Ne tuhaf: Bütün o saatler boyunca seni düşünmüştüm, çünkü doğum gününü her zaman bir bayram gibi kutluyordum. Sabahın erken saatlerinde dışarı çıkıp her yıl olduğu gibi sana unuttuğun o gecenin hatırası olarak göndereceğim beyaz gülleri almıştım. Öğleden sonra da oğlumla dışarı çıktık, onu Demel Pastanesi’ne, akşam da tiyatroya götürdüm; çocukluğundan itibaren onun da o günü anlamını bilmeksizin mistik bir bayram günü gibi görmesini istiyordum. Ertesi gün o zamanki erkek arkadaşımla, Brno’lu genç, zengin fabrikatörle birlikteydim; iki yıldır beraber yaşıyorduk, bana tapıyor, beni şımartıyor ve diğerleri gibi o da benimle evlenmek istiyordu, diğerlerine yaptığım gibi onu da görünüşte sebepsizce reddetmiştim, oysa beni ve çocuğu hediyelere boğmanın yanı sıra, azıcık sersemce ve dalkavukça iyi yürekliliğiyle sevilesi biriydi. Birlikte bir konsere gittik, orada neşeli bir grupla buluştuk, Ring Caddesi’ndeki bir restoranda yemek yedik ve ben orada, kahkaha ve lakırdıların ortasında, dans edebileceğimiz bir kulübe, Tabarin’e gitmeyi teklif ettim. Normalde bu tür kulüpler sistematik ve alkollü neşeleriyle bütün “sabaha kadar eğlence”ler gibi benim için iğrençti ve bu tür tekliflere hep karşı çıkardım ama bu kez -içimdeki anlaşılmaz, sihirli bir güç beni aniden, düşünmeden, etrafımdakiler tarafından sevinç ve coşkuyla kabul edilen bu teklifi yapmaya zorlamıştı- birdenbire açıklanamaz bir istek duymuştum, sanki beni orada özel bir şey bekliyordu. Beni memnun etme alışkanlığıyla herkes ayağa fırladı, kulübe gittik, şampanya içtik ve aniden içimde hiç tanımadığım, çok şiddetli, neredeyse acı verici bir neşe hasıl oldu. İçtikçe içtim, uyduruk şarkılara eşlik ettim, dans edip kendimden geçmeye neredeyse mecbur olduğumu hissediyordum. Ama bir anda -sanki kalbimin üzerine aniden buz gibi soğuk ya da kor gibi sıcak bir şey oturmuştu- ayıldım: Yan masada birkaç arkadaşınla sen oturuyor, bana hayran ve arzulu gözlerle bakıyordun; her seferinde bütün bedenimi dalgalandıran bakıştı bu. On yıldır ilk kez bana tekrar benliğinin o bilinçsizce tutkulu gücüyle bakıyordun. Titremeye başladım. Az kalsın havaya kaldırdığım kadehi elimden düşürecektim. Neyse ki masadakiler allak bullak oluşumu fark etmediler; kahkaha ve müzikten oluşan gürültünün içinde kaynadı gitti.
Bakışların gittikçe daha yakıcı hale geliyor, beni ateşlere atıyordu. Bilemiyordum: Nihayet, nihayet beni tanımış mıydın, yoksa bir başkası, bir yabancı olarak sıfırdan mı arzuluyordun? Yanaklarıma kan basmıştı, masadakilere bölük pörçük cevap veriyordum; bakışının beni nasıl allak bullak ettiğini anlamış olmalısın. Diğerlerine belli etmeden, bir baş hareketiyle beni bir saniyeliğine dışarı, kulübün girişine çağırdın. Ardından göstere göstere hesabı ödedin ve arkadaşlarınla vedalaşıp dışarı çıktın, çıkmadan önce de dışarıda beni beklediğine dair bir işaret yapmayı ihmal etmedin. Soğuktan donuyor gibi, ateşler içinde yanıyor gibi titriyordum, artık kimseye cevap veremiyor, çılgına dönen kanımı zapt edemiyordum. Tesadüfen tam o sırada siyahi bir çift tıkırtılı topukları ve tiz çığlıklarıyla yeni, tuhaf bir dansa başladı; herkes dönüp onları izlemeye koyuldu, ben de o andan faydalandım. Ayağa kalkarak erkek arkadaşıma hemen döneceğimi söyledim ve senin peşinden çıktım.
Dışarıda, girişteki vestiyerin önünde durmuş, beni bekliyordun; geldiğimi görünce gözlerin parladı. Gülümseyerek hemen yanıma geldin: Beni tanımadığını derhal anladım, bir zamanların çocuğunu ve genç kızını tanımamıştın, bana bir kez daha yeni, meçhul biri olarak yaklaşıyordun. ‘Benim için de biraz zamanınız var mı?’ diye sordun samimi bir tavırla – soruşundaki güvenden, beni o kadınlardan, o bir gece için satılık kadınlardan biri olarak gördüğünü anlamıştım. ‘Evet,’ dedim; on yıldan uzun zaman önceki genç kızın sana loş sokakta söylediği, aynı titrek ama kendiliğinden istekli evetti bu. ‘Peki ne zaman görüşebiliriz?’ diye sordun. ‘Ne zaman isterseniz,’ dedim – senden utanmıyordum. Bana biraz hayretle, yıllar önce yine bu kadar çabuk kabul etmem seni afallattığında ortaya çıkan o kuşkulu-meraklı hayretle baktın. ‘Şimdi olur mu?’ diye sordun biraz duraksayarak. ‘Evet,’ dedim, ‘gidelim.’
Mantomu almak üzere vestiyere yönelecektim.
Tam o sırada, erkek arkadaşımın birlikte teslim ettiğimiz mantolar için tek vestiyer fişi aldığı aklıma geldi. Geri dönüp ondan fişi istemek, uzun uzadıya açıklama yapmadan mümkün değildi; öte yandan yıllardır dört gözle beklediğim, seninle geçireceğim zamandan vazgeçmek istemiyordum. Dolayısıyla bir saniye tereddüt etmedim: Gece elbisemin üzerine sadece şalımı aldım ve dışarı, sis yüzünden nemli olan gecenin içine çıktım; mantoyu umursamadan, yıllardır geçimimi sağlayan ve arkadaşlarının gözünde küçültüp gülünç bir enayi, sevgilisinin yıllar sonra yabancı bir erkeğin ilk ıslığına koştuğu biri durumuna düşürdüğüm o iyi yürekli, şefkatli insanı umursamadan. Ah, dürüst bir erkek arkadaşa karşı alçaklığımın, nankörlüğümün, rezilliğimin içten içte bilincindeydim, gülünç davrandığımı ve deliliğimle müşfik bir insanı ölümüne yaraladığımı biliyor, hayatımın ortadan ikiye ayrıldığını hissediyordum – ama senin dudaklarını tekrar hissetmek, yumuşakça bana yönelen sözlerini dinlemek için duyduğum sabırsızlığın yanında arkadaşlık ya da benim varoluşum neydi ki! Ben seni işte böyle sevdim; artık her şey bittiği, geçmişte kaldığı için bunu sana rahatça söyleyebilirim. Ve sanırım beni ölüm döşeğimden çağırsan, birden ayağa kalkıp sana gelecek gücü bulurdum.
Kapıda duran arabaya binip senin evine gittik. Yine sesini duydum, şefkatli yakınlığını hissettim; tıpkı bir zamanlar olduğu gibi sersemlemiş, çocuksu bir mutlulukla altüst olmuştum. On yıldan uzun zaman sonra o merdiveni nasıl tekrar çıktım… hayır, hayır, o anlarda nasıl her şeyi iki katmanlı hissettiğimi sana anlatamam, geçmiş ve bugün; ve hepsinin, hepsinin içinde yalnız sen. Odanda çok az değişiklik olmuş, birkaç tablo eklenmiş, kitaplar artmıştı, bir-iki yerde yeni mobilyalar vardı ama her şey beni tanıdık bir ifadeyle selamlıyordu. Ve çalışma masasında, içinde güller olan vazo duruyordu; benim güllerim, sana bir önceki gün, doğum gününde, hiç hatırlamadığın, hiç tanımadığın, hatta şimdi yanındayken, el ele, dudak dudağa otururken bile tanımadığın biri anısına gönderdiğim güller. Yine de gülleri atmaman beni memnun etmişti; böylece benliğimden bir esinti, hayatımdan bir nefes seni sarmış oluyordu.
Beni kollarına aldın. Yine muhteşem bir gece boyunca sende kaldım. Ama beni çıplak halimle de tanımadın. Tecrübeli okşayışlarını büyük bir mutlulukla yaşadım ve gördüm ki tutkun bir sevgiliyle satılık bir kadın arasında ayrım yapmıyor, varlığının hesapsız, müsrif bolluğuyla kendini tamamen arzuna bırakıyorsun. Bana, gece kulübünden alıp getirdiğin bir kadına karşı öylesine şefkatli ve yumuşak, öylesine kibar ve içtenlikle saygılıydın ama aynı zamanda bu kadının tadını çıkarma konusunda o kadar tutkuluydun ki… O eski mutluluktan başım dönerek senin benliğindeki ikiliği, tensellikteki tecrübeli ruhsal tutkunu, çok önce bir çocuğu sana köle eden tutkuyu bir kez daha hissettim. Zevk adına böyle bir kendini ana bırakışı, benliğinin en derinlerinden gelen böyle bir patlama ve parlamayı başka hiçbir erkekte görmedim; tabii hemen ardından sonsuz, neredeyse insanlık dışı bir unutkanlıkta sönmek kaydıyla. Gerçi ben de kendimi unutmuştum: Karanlıkta senin yanında yatan ben kimdim? Bir zamanların yanıp tutuşan çocuğu mu, senin çocuğunun annesi mi, bir yabancı mı? Ah, o tutkulu gecede her şey çok tanıdık, çok bildik ama bir yandan da baş döndürecek kadar yeniydi. Gece hiç bitmesin diye dua ediyordum.
Ama sabah oldu, geç uyandık, bana birlikte kahvaltı etmeyi teklif ettin. Görünmez bir elin hiç belli etmeden yemek odasında hazırladığı çayı içerek sohbet ettik. Sen yine benliğinin o alabildiğine açık, içten samimiyetiyle, kurcalama amaçlı sorular sormadan, ben olan varlığı hiç merak etmeden konuşuyordun. Adımı sormadın, nerede oturduğumu sormadın; senin için bir kez daha sadece bir macera, isimsiz biri, unutuşun sisinde iz bırakmadan kaybolup gidecek, ateşli bir geceydim. Uzak bir seyahate çıkacağını söyledin, iki-üç aylığına Kuzey Afrika’ya gidecektin; mutluluğumun ortasında titredim, çünkü kulaklarımda bir ses yankılanmaya başlamıştı: Bitti, bitti ve unutuldu! İçimden dizlerine kapanıp, ‘Beni de götür ki nihayet tanıyasın, bu kadar yıldan sonra nihayet, nihayet!’ diye haykırmak geldi. Ama senin karşında öylesine çekingen, öylesine korkak, öylesine köle gibiydim ki… Sadece, ‘Çok yazık,’ diyebildim. Bana gülümseyerek baktın: ‘Gerçekten üzüldün mü?’ İşte o anda ani bir öfkeye kapıldım. Ayağa fırlayıp sana gözümü bile kırpmadan, uzun uzun baktım. Ardından, ‘Sevdiğim adam da hep seyahate çıkardı,’ dedim. Gözünün içine bakıyordum. İçimdeki her şey, ‘İşte şimdi, şimdi beni tanıyacak!’ diye titreyerek ayaklanmıştı. Ama sadece gülümsedin ve teselli edercesine, ‘Geri döner,’ dedin. ‘Evet,’ dedim, ‘geri döner ama unutmuş olur.’
Bunu sana söyleyiş şeklimin tuhaf, tutkulu bir yanı olmuş olmalı. Çünkü sen de ayağa kalkıp bana şaşkın, sevgi dolu gözlerle baktın. Beni omuzlarımdan kavrayarak, ‘İyi olan unutulmaz, ben seni hiç unutmayacağım,’ dedin, bunu söylerken bakışların bu resmi hafızana kazımak istercesine içime yöneldi. Ve o bakışın arayarak, iz sürerek, bütün benliğimi emerek içime işlediğini hissederken, körlük büyüsünün nihayet, nihayet bozulduğunu sandım. Beni tanıyacak, beni tanıyacak! Bütün ruhum bu düşünceyle titriyordu.
Ama sen beni tanımadın. Hayır, beni tanımadın, sana hiçbir zaman o saniye olduğumdan daha yabancı değildim – aksi takdirde birkaç dakika sonra yaptığın şeyi asla yapmazdın. Beni öptün, bir kez daha tutkuyla öptün. Karışan saçlarımı düzeltmem gerekiyordu karşısına geçtiğim aynadan -kapıldığım korku ve dehşetten az kalsın yere yığılacaktım- birkaç büyükçe banknotu belli etmeden manşonuma sıkıştırdığını gördüm. O anda çığlık atmamayı, suratına bir tane patlatmamayı nasıl başardım bilmiyorum – bana, seni çocukluğundan beri seven bu kadına, çocuğunun annesine, bana o gece için ödeme yapıyordun! Senin için Tabarin’den eve getirdiğin bir fahişeydim, daha fazlası değil – bana para vermiştin, para vermiştin! Senin tarafından unutulmam yetmemiş, bir de aşağılanmam gerekmişti.
Süratle eşyamı topladım. Çıkmak, derhal çıkmak istiyordum. Çalışma masasının üzerinde, beyaz güllerin, benim güllerimin olduğu vazonun yanında duran şapkamı aldım. Tam o sırada güçlü, karşı konulmaz bir isteğe kapıldım; sana kendimi hatırlatmayı bir kez daha denemek istiyordum. ‘Bana beyaz güllerinden birini verir misin?’ ‘Seve seve,’ dedin ve hemen bir gül alıp uzattın. ‘Ama belki de bunları sana bir kadın, seni seven bir kadın vermiştir,’ dedim. ‘Belki de,’ dedin, ‘bilmiyorum. Bu çiçekler bana geldi ama kim gönderdi bilmiyorum; tam da bu yüzden onları ��ok seviyorum ya…’ Yüzüne baktım. ‘Belki onlar da senin unuttuğun birindendir!’ Şaşırmıştın. Bense gözünün içine bakıyordum. “Tanı beni, artık tanı beni!” diye bağırıyordu bakışlarım. Ama senin gözlerinde tatlı ve her şeyden habersiz bir gülümseme vardı. Beni bir kez daha öptün. Ama tanımadın.
Hızla kapıya yöneldim, çünkü gözlerimin yaşlarla dolduğunu hissediyordum ve sen bunu görmemeliydin. Girişte -ne kadar çabuk çıktığımı hesap et- az kalsın Johann’la, uşağınla çarpışacaktım. Çekingen bir biçimde süratle kenara çekilerek çıkmam için kapıyı açtı ve tam o anda, duyuyor musun, onun yüzüne baktığım, gözlerimde yaşlarla baktığım anda, bu iyice yaşlanmış adamın bakışlarında birden bir ışık yanıp söndü. Beni çocukluğumdan beri görmeyen ihtiyar adam o bir saniye içinde, duyuyor musun, o bir tek saniye içinde beni tanımıştı. Tanıdığı için önünde diz çöküp ellerini öpebilirdim. Beni kırbaçlamak için kullandığın banknotları çabucak manşonumdan çıkarıp onun cebine sokuşturdum. Titredi, dehşetle yüzüme baktı; belki de o bir saniye içinde benimle ilgili, senin bütün hayatın boyunca sezdiğinden çok daha fazla şey sezdi. Bütün, bütün insanlar beni şımarttılar, hepsi bana karşı çok iyiydi – yalnız sen, yalnız sen, yalnız sen beni unuttun, yalnız sen, yalnız sen beni hiç tanımadın!
Çocuğum öldü, çocuğumuz – artık dünyada senden başka sevecek kimsem kalmadı. Ama sen benim için kimsin ki, beni asla, asla tanımayan, suyun kenarından geçer gibi yanımdan geçen, taşa basar gibi üstüme basan, sürekli çekip giden, çekip giden ve beni ebedi bir bekleyiş içinde bırakan sen… Seni, elimden kaçıp duran adamı çocuğumda tuttuğumu sandım. Ama o tam da senin çocuğundu: Beni bir gecede zalimce bırakıp gitti, bir yolculuğa çıktı, beni unuttu ve bir daha asla dönmeyecek. Şimdi yine yalnızım, her zamankinden daha yalnız, hiçbir şeyim yok, senden bana kalan hiçbir şey yok: Çocuk yok, tek bir kelime yok, tek bir satır yok, tek bir hatırlama yok; birisi yanında adımı söylese duyduğun isim sana hiçbir şey ifade etmez. Senin için ölü olduktan sonra neden ölmeyeyim ki, sen benden gittikten sonra neden ben de çekip gitmeyeyim? Hayır sevgilim, seni suçlamıyorum, evinin mutluluğunu acı feryatlarla gölgelemek istemiyorum. Seni daha fazla rahatsız etmemden korkma – beni affet, çocuğumun ölü ve terk edilmiş bir halde yattığı bu anda bir kez olsun ruhumdakileri haykırmam gerekiyordu. Sadece bir kez sana seslenmek zorundaydım – sonra tekrar susup karanlığıma geri döneceğim, tıpkı senin yanında daima sustuğum gibi. Ama sen bu haykırışı ben yaşadığım müddetçe duymayacaksın – benden, seni herkesten çok seven, hiç tanımadığın, daima seni beklemiş olan ve hiçbir zaman arayıp sormadığın bu kadından gelen mektup ancak ben öldükten sonra eline geçecek. Belki, belki o zaman beni arayacaksın ama ben ilk kez sana sadakatsizlik edecek, bir ölü olarak artık seni duymayacağım. Nasıl ki sen bana hiçbir şey bırakmadıysan ben de sana herhangi bir resim ya da işaret bırakmıyorum, beni asla tanımayacaksın, asla. Hayatta kaderim bu oldu, ölümde de bu olacak. Son anımda seni çağırmak istemiyorum, sen benim adımı ya da çehremi öğrenmeden gidiyorum. İçim rahat ölüyorum, çünkü sen bunu uzaktan hissetmiyorsun. Ölümüm sana acı verseydi, ölemezdim.
Daha fazla yazamayacağım. Kafamda bir ağırlık var. Eklemlerim ağrıyor, ateşim yükseldi. Sanırım yatmak zorundayım. Belki çok yakında bitmiş olur, belki kader yüzüme güler de çocuğu dışarı taşıdıklarını görmek zorunda kalmam. Daha fazla yazamayacağım. Elveda sevgilim, elveda, teşekkür ederim… her şeye rağmen çok güzeldi… son nefesime kadar sana teşekkür ediyorum. İçim rahat: Sana her şeyi söyledim, seni ne kadar çok sevdiğimi artık biliyorsun, hayır, aslında sadece seziyorsun ama en azından bu aşk sana yük olmadı. Yokluğumu hissetmeyecek olman benim için bir teselli. Güzel ve aydınlık hayatında hiçbir şey değişmeyecek… ölümümle sana herhangi bir zarar vermiş olmuyorum… bu benim için bir teselli sevgilim.
Peki şimdi kim… kim sana doğum gününde beyaz güller gönderecek? Ah, vazo boş kalacak, hayatımdan gelip yılda bir kez seni saran küçük nefes, küçük esinti dağılıp gidecek! Dinle sevgilim, sana yalvarırım… bu senden ilk ve son ricam… benim hatırım için her doğum gününde -insanın kendini hatırladığı bir gundür bu- gül alıp vazoya koy. Bunu yap sevgilim, mutlaka yap, tıpkı başka insanların yılda bir kez ölmüş bir sevdikleri için dua okutmaları gibi… Ben artık Tanrı’ya inanmıyor ve dua istemiyorum, sadece sana inanıyorum, sadece seni seviyorum ve sadece senin içinde yaşamaya devam etmek istiyorum. Ah, yalnızca yılda bir gün, benim senin yanında yaşadığım gibi sessizce, çok sessizce… yalvarırım bunu yap sevgilim… bu senden ilk ve son ricam… teşekkür ederim… seni seviyorum, seni seviyorum… elveda.”
Mektubu titreyen ellerinden bıraktı. Sonra düşüncelere daldı. Bir komşu çocuğuna, bir genç kıza, gece kulübündeki bir kadına dair karmakarışık bir şeyler hatırlar gibi oldu ama hatırladıkları belli belirsiz ve karışıktı; tıpkı suyun dibinde parlayıp biçimsizce titreyen bir taş gibi. Gölgeler toplanıp dağılıyor ama bir resim oluşmuyordu. Duygularının hatırasını hissediyor ama hatırlamıyordu. Sanki bütün bu simaları rüyasında görmüştü, birçok kez gördüğü çok derin bir rüyaydı – ama sadece bir rüyaydı.
O sırada gözü, çalışma masasında önünde duran vazoya takıldı. Vazo boştu, yıllardır ilk kez doğum gününde boştu. İrkildi: Sanki birden görünmez bir kapı açılmış ve başka bir dünyadan sakin odasına soğuk bir rüzgar esmişti. Bir ölüyü ve ölümsüz aşkı hissetti; ruhunda bir şey kırıldı ve o görünmez kadını cisimsiz olarak, tutkuyla düşündü; tıpkı uzaklardaki bir müziği hatırlar gibi.”
Almanca aslından çeviren: Esen Tezel Can Yayınları
Stefan Zweig Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu
6 notes
·
View notes
Text
Alilerin koleje geldikleri ilk hafta...
"O varoşları göndereceksin bu okuldan baba!"
"Ha'di ama," dedi Kenan. "Sanki kırk yıldır burslu yok okulumuzda..."
"Ama onlar farklı! Anlamıyor musun baba ya, görmüyor musun, Vefa için gelmişler bu okula! Ve bu okul bitene kadar da bize rahat vermeyecekler!"
"Zaten şur'da mezun olmanıza iki sene kaldı!" dedi babası. "Şımarıklık yapma Berk, iki sene sık dişini, mezun ol, git!"
"Ben şımarığım öyle mi, bunların hiçbiri senin suçun değil!"
"Bir düşün," diye oğlunun ellerini elleri arasına aldı Kenan. "Çocuklar bu sınava girmişler, haklarıyla kazanmışlar. Tıpkı benim gibi... ben buralara, senin aksine, baba parasına konarak gelmedim. Dişimle, tırnağımla kazıdım. O yüzden, o çocukların tek şansını ellerinden alamam...!"
"İyi ki de ölmüş o çocuk!"
Kenan, kaldırmak üzere olduğu elini yumruk yapıp kendini oğluna tokat atmaktan alıkoydu. Bu zamana kadar bir fiske dâhi vurmamıştı. "Bunları kızgın olduğun için söylüyorsun," diye dişlerini sıktı. "Seni anlıyorum... Bak Berk, burası bizim okulumuz... Sen kendi eğitiminle ilgileneceksin. İstesem seni yatılı okula da verebilirdim. Ama burada kal istiyorum, çocukluk arkadaşların seni adam etsin istiyorum. Ner'de! Belki yıllardır, onların yapamadığını; bu çocuklar yapar ha? Belki bu çocuklarla arkadaş olursun, ha?"
"İki sene!" diye anlamsız bir şey söyledi Berk. Sadece babasına itiraz etmek istiyordu. Ondan sonra da çekip kapıyı çıktı zaten. Kenan, Berk'i böyle olduğu için suçlayamazdı. Bir annesi yoktu ki çocuğun. "Nereye gidiyorsun?" diye bir mesaj attı oğluna. Bu yöntemi, Çağrı'nın babası Önder hoca önermişti:
"Gençlerin dilinden anlamasaydım bu koleje beden eğitimi hocası olmazdım; sen de biraz gelenekçi eğitim anlayışını bi' kenara bırak da, Z jenerasyonuna uyum sağla..."
"Oğlum yaşında oğlun olmasa, sen de biraz zor anlardın dillerinden Önder Bey," diye cevap vermişti Kenan.
"Evlat sahibi olmak meselesi değil Kenan, bu... çocuk sevgisi meselesi."
Kem-küm etmişti Kenan. Önder hep kendisini tuşe ediyordu çünkü. Kenan, kimseye itiraf edemese de, Çağrı'nın kendininkinden daha iyi bir evlat olduğunu kabullenmek de zorundaydı. Bir onun tek başına yetiştirdiği çocuk, Çağrı'ya bakın!... bir de kendisinin tek başına yetiştirdiği çocuk, Berk'e bakın!... Kenan, bir şansı daha olsa, daha iyi bir çocuk yetiştirmek için çabalar mıydı, kim bilir...
Yağızoğlu Koleji'nin züppeler ve burslular ikilemini, Ali fark etmişti. Fark edilmeyecek gibi değildi ki, her özel okulda olan, doğal şeylerdi bunlar. Berk gibi zengin çocukları için beş yıldızlı bir otele benziyordu lise; kendisi gibi burslular içinse, bir taşraya. Bu kolejin manzarasını gören, üstüne tırmandığı bu ağaçtan bile nefret etme noktasına gelmişti; çünkü Vefa'yı kaybetmişti ve okulunda olmasının gerektiği bu saatlerde, Arap'la Zeyno'nun mesajlarını umursamıyordu, hatta bu mesajlar kendisini daha çok sinirlendirerek havaya taşlar fırlatmasına neden oluyordu. Eğitim için bu okulda değildi ve bir haftadır, kendisine soruları verenden ses-seda çıkmadığı için geriliyordu. Fırlattığı taşlar, yeşil zemine düşüyor, Doğa sanki Vefa hiç ölmemiş gibi kaldığı yerden devam ediyordu. Bütün bu doğal ortam bir Cehennem gibi görünüyordu Ali'ye, sanki Vefa öldü diye bütün Doğa akışını durdurmalıydı, Güneş Batı'dan doğmaya karar vermeliydi.
"Şimdi kim bilir gittiğin nasıl bir Cennet'tir Vefa'm," diye konuştu. Ondan sonra dilini ısırarak ağaçtan inmeye başladı. "Burada kafayı yiyeceğime gidip o ah'rın hayvanlarını kontrol ederim daha iyi." Okula giderken, peşi-sıra uzanan sahile kafası dönük yürüyordu, alnını elinin tersiyle sildi. Aslında hava o kadar sıcak değildi ama, yeni okulunun yolu gerçekten bir Cehennem gibi geliyordu Ali'ye, gitmek istemiyordu, ama gitmek mecburiyetinde olmak tam bir işkenceydi. O okula giderken çevrilecek her bir pedal bile ziyandı, o yüzden o gün bisikletini getirmemişti. Yürüdüğü için nefretle dolduğunu itiraf etmek zorundaydı. Gerçi o okula kendisini bir helikopter bile atsa, bu nefreti geçmezdi. Oysa eski okulu ne güzeldi... Eski sınıf arkadaşlarını hatırladı. Her sabah okulda, Gentha müzikleri dinleyerek güne başlarlardı. Arap tarzındaki bir sürü çocukla, her gün Beşiktaş'ı konuşurlardı. Heyhat, Vefa'yla birlikte, bütün eski hayatını kaybetmiş gibi hissediyordu. Okula yakın yerlerde park edilen lüks arabaları görünce daha bir keyfi kaçtı. "Lüks arabaların sürücüsü ahır hayvanları..." diye dişlerini gıcırdattı. "Gerçi hepsi hayvan değil, ama birçoğu yine de hayvan, nefret ediyorum hepsinden."
"Geç kâğıdını müdürden alacaksın evladım," dedi güvenlik de küfürlerini tahmin ederek.
"Selamını da söyleyeyim mi Veysel Efendi?"
"Geç bakayım hergele!" dedi adam. "Kenan müdürün yanında da böyle zevzeklik yapabilecek misin bakalım!"
"Tamam, bugünlük iznini benden alsın," diye lafa karıştı biri.
"Aaaaa, Önder hoca, yani müdür yardımcımız!"
"Benim ilk dersim boştu... ben de biraz tembellik yaptım. Bu nedenle geç kâğıdı almana gerek yok. Sınıfına git, hangi öğretmenin dersiyse, ona anlat benden vize çıktığını. Ama bir kereye mahsus bir şey, anlaştık mı?"
"Evet, hocam, emin olun bu iyi niyetinizi bir daha suiistimal etmem," diye homurdandı Ali. Teşekkürü bile bir küfür gibiydi. Çünkü kimsenin dikkatini çekmemek için bu kadar geç kalmıştı, yine de Önder hocaya enselenmişti. Müdür yardımcısını atlattıktan sonra koridorlarda biraz aylaklık etmeye karar verdi, o sınıfa öldürseler girip, o öğretmene Önder hocanın kendisine torpil geçtiğini söylemeyecekti. Dolaşırken, panolarda fotoğraflar gördü. Ve bu fotoğraflardaki müdür,
"Haydi, kaytarma, sınıfına," dedi Ali'ye, sanki Önder'le arasında geçen konuşmadan jet hızıyla haberi olmuş gibi. Bu okulda posta güvercinleri mi vardı ne? Anında Kenan'a haberi uçuruyorlardı sanki. Ama bundan da ilginci, bugün karşılaştığı her yetişkinin tavırlarındaki yumuşaklıktı. Hepsi de, Ali'nin işini zora koşmamak için anlaşmış gibilerdi.
"Ben de başka bir yere gitmeyi düşünmüyordum hocam," diye bilmiş bilmiş cevap verdi Ali.
Ali, sınıftan içeri girdiğinde, neler olduğunu anladı. Sınıfın en gözde üç öğrencisi de firardı şimdi. Önder'le Kenan, kendi oğullarının yularını tutamamış olmalıydı ki, eşitsizlik olmasın diye geç kalan burslu öğrencilere nazik nazik davranmıştılar. Ali, "Geç kaldığım için özür dilerim hocam," dedi. Pes etmişti. "Gerçekten geçerli bir sebebim vardı... Önder hocanın bilgisi dâhilinde..."
Öğretmen daha fazla üstelemedi. "Peki, yerine geç bakayım çocuğum..." dedi.
Beş dakika geçmemişti ki, kapı filan tıklatılmadan, paldır-küldür Berkler girdi. "Hocam pardon," dedi Berk. "Bizim bindiğimiz otobüsün tekeri patladı da..."
"Ya, öyle mi..." dedi hoca. "Hangi tekeriydi peki?"
"Hangi tekeriydi ya?" diyen Berk, arkadaşlarına döndü. "Sol ön tekerdi galiba..."
"Yok, sağ arka tekerdi ya..." diye güldü Ege.
"Yok, yok, sağ ön tekerdi..." dedi Çağrı.
"Geçin yerinize be cıvık herifler, çocuk yok karşınızda kandıracağınız!"
Öğretmen kızmıştı ama, Berkleri herhangi bir konuda tehdit edemiyordu, çünkü o, meslektaşları gibi "atanmış" değildi. Evet, maalesef, kendileri devlet kadrolarında şu anda ense yapmaktayken, kendisi böyle bir özel kolejde zengin piçlerinin envaiçeşit nazını, niyazını, şımarıklığını çekmek zorundaydı; üstüne üstlük, sözünü geçiremeyince de kendisini sınıf yönetimi konusundaki beceriksizliğiyle suçlamaya hazır ve nazır bir ordu veli vardı.
Dersin bitmesine çok az zaman kalmış olduğundan, öğretmen son anlattıklarını, dinlemeyeceğini bildiği yeni gelenler için son bir kez özet geçti, ve zil çalar çalmaz, sınıftan çıkan ilk kişi oldu. Sınıfta sadece, üç zengin züppe, Hazal ve de Tozluyakalılar kalmıştı. Berk önce, bir Ege'nin, bir de Çağrı'nın kulağına bir şeyler fısıldayarak gülüştü. Ondan sonra sesinin biraz daha işitilmesine müsaade ederek, "Neydi lan bu çocuğun adı?" diye sordu.
"Hangi herifin ismi?" diye güldü Ege.
"Canım, şur'daki esmer, kavruk olan var ya..."
"Ben de hatırlamıyorum valla', bir hafta geçmiş, ama bir haftada sineğin bile adı öğrenilirdi, demek ki bunun sinek kadar önemi yok!" diye bir kahkaha patlattı Çağrı. Ege, beşlik çakması için elini uzatırken, Berk, "İş başa düştü," diye mırıldanarak, öğretmen kürsüsüne gitti. Sanki ilk kez tanışıyorlarmış gibi, "Demek adın Ali..." dedi. "Benden özür dilersen bu ismi unutur ve sen bana bir yanlış yapmadığın sürece yine hatırlamam Ali."
"Neden özür diliyormuşum anlamadım," dedi Ali. Arap, zaten gergin olduğunu hissettiği arkadaşının omzundan tutarak, olası bir kavgaya karşı önlem almaya çalıştı.
"Bu zamana kadar yaptıkların için," dedi Berk. "Bundan bir yıl kadar önce benim mekânımda bana posta koydun, bundan bir altı ay kadar önce de senin mekânında bana posta koydun. Bi' dak'ka ya, ikincisi pek de özürlük bi' davranış değilmiş ama, yine de özür istiyorum. Haksız mıyım Ege?"
"Hayır, haklısın bro."
"Haksız mıyım Çağrı?"
"Hayır, haklısın bro," dedi Çağrı da papağan gibi.
"Bana bak..." diye ayağa kalktı Ali, artık Arap'ın bile durduramayacağı bir vaziyette; ama bir "ses" onları durdurdu...
"Bırak onu Berk."
"Cemre, sen buna karışma," dedi Berk, tedavisi nedeniyle yine geç kalan sevgilisine.
"Bırak, dedim. Ne istiyorsun ya? Bu okulun yeni gelenleriyle derdin bitmedi mi? Ne istiyo'sun, daha fazla intihar eden öğrenci falan mı?"
Cemre'nin sözleri, herkeste soğuk duş etkisi yaratmıştı. Berk, "Sen Cemre'ye dua et..." diye geri çekilmek zorunda kaldı.
"Ben kimseye dua etmem, istediğin kavga olsun, her zaman hesaplaşabiliriz," diye cevap verdi Ali. Berk, kapıya doğru giderken, parmağını sallamaya devam ediyordu.
"Senin adın Ali, değil mi?" diye sordu Cemre.
"Sen ve senin tayfanın hafıza problemleri varsa, kafanıza Yangın Ali diye de yazabilirsiniz..." diye çıkıştı Arap. "Böyle hatırlaması daha kolay olur."
"Arap, kıza sataşma..." dedi Ali. "Bizi savundu, asıl hafıza sorunları olan sen olmayasın?"
"Nihayet yaptıklarımı takdir eden biri çıktı ya, ölsem de gam yemem artık..."
"Ner'de o günler..." diye homurdandı Zeyno ve Arap'ın çimdiğiyle, küçük bir çığlık ortaya koydu.
"Kimmiş senin yaptıklarını takdir etmeyen?" diye sordu Ali.
"Sence de belli olmuyor mu..." diye ofladı Cemre.
"Berk..." diye ellerini iki yana açtı Arap.
"Yani sevgilin..." diye düzeltti Zeyno.
"Eski sevgili adayım."
"Ne?!"
Hazal güldü. Cemre'nin Berk'ten ayrılma niyeti, sessizliğini bozmuştu. Bunun detaylarını öğrenmek için, seyirciliği bir kenara bırakıp, sınıftaki bu sabah şenliğinin ortasına attı kendini. "Haydi, gel Cemre. Seninle kız-kıza laflayalım biraz..."
"Evet, biz hiiiiiç tutmayalım sizi, size bol dedikodular!" diye bağıran Zeyno, bir taşla iki kuş vurduğu için, yani aynı anda iki yılışık şıllıktan birden kurtulduğu için mutluydu.
*****
15 EKİM 2022
"Ali'ye...
Bu yazdıklarımı, asla yüzüne bakarak söyleyemezdim...
Ben, Cemre Yılmaz; Vefa Akın'ın katiliyim. Kenan amca ve Vedat abinin hiçbir suçu yoktu...
O'nu, çatıdan atmak suretiyle ben öldürdüm. Çünkü onu seviyordum ve, kıskandım. Çatıdan itmeden önce de, daha evvel ona hediye etmiş olduğum anahtarlığı zorla almıştım geri. Ve onu Kenan Yağızoğlu'nun evine ben bırakmıştım...
Bütün bu yaptıklarım için senden bağışlanma dilemeyeceğim. Ama sana olan aşkımın gerçek olduğunu bil.
Buna inansan yeter...
Gerisi, bu mektubu Ali'den sonra okuyan kişilere...
Biliyorum, beni anlamıyorsunuz, ama herhangi birinizde, sevdiği kişiyi öldürecek cesaret var mı ki?
Bende vardı. Eğer evimi araştırsanız, bir sürü kırılmış oyuncak bulurdunuz... hepsini ben kırmıştım küçükken. Çünkü bize misafirliğe gelen çocukların, onlarla oynamamasının tek yolu buydu... onları kırıyor ve, onların kıymetini sadece ben biliyordum. Başka hangi çocuk, kırılmış bir oyuncağı sevebilir ki?
Ben seviyordum. Çünkü Beth March gibi, onları tamir eden de bizzat bendim...
Benim bir tek sağlam kalan oyuncağım, o devasa tavşan. Yeri gelmişken, bir şeyden daha bahsetmek istiyorum. Annem küçükken çok güzel kekler yapardı ve beni yardım etmem için mutfağa çağırırdı. Bile bile yumurta kabuğu düşürürdüm o bulamacın içine, kimse yemesin diye. Sonra da, kabuklu keki bir tek ben yerdim, eee, gülü seven dikenine katlanmaz mıydı...?
Sadece kek de değil... Annemin yaptığı bütün güzel yemeklere burun kıvırırdım. Çünkü onları översem bilirdim ki, başkalarına da ikram edecekti. Başkaları da onları sevecek ve, benim elimden alacaktı.
Hiçbiriniz, aranızda bir kişi bile, bu kadar kıskanmanın, bu kadar paylaşamamanın nasıl bir duygu olduğunu bilemez.
Çok klişe olacak ama... sizler bu mektubu ele geçirdiğinizde, ben çok uzaklarda olacağım.
Ali'ye çok âşığım, ve hep de öyle kalacağım,
Cemre..."
Ali, elindeki bu mektubu ucundan tutuşturarak yakmaya başladı. Bir yandan da, "Cemre Vefa'yı seviyormuş, Cemre Vefa'yı seviyormuş..." diye kendi kendine mırıldanıyordu. Kıskançlık mıydı bu belli değildi, kıskançlık olsa bile, zaten halen kendini iğrenç hissediyordu... bulunduğu mekân, yakma-yıkma işlerine de uygundu zaten. Etraf, lastik yakan TOFAŞ'çılardan geçilmiyordu, bu kadar "keko" arabasının yanında, Ali'ninki çok lüks kalıyordu. *
Aslında bunu Kenan Yağızoğlu'nun garajından kaçırdığının kimse farkında değildi. Kenan Bey bilse, asla izin vermezdi oğlunun ehliyetsiz araba kullanmasına, bir de yarışlara katılmasına... Ali, başı ağrıyarak direksiyona geçti. Herkes, kazanacağını düşünerek ona bahis oynamıştı, böyle ortamlarda sürücünün yaşına çok dikkat edilmiyordu, Ali'nin 16-17 yaşlarında olduğunu tahmin edememişlerdi, en önemlisi de, Ali her zamanki gibi Kenan Yağızoğlu'nun adını verebilirdi.
Fakat son anda, Ali'nin sağında lüks bir araç belirdi. TOFAŞ'çılardan biri, "Senin yarışacağın araç değişti, sorun olur mu?" diye sordu.
Omuz silkti Ali. "Benimkinin dişine göre bir rakip... açıkçası zoru severim."
Fakat rakip aracın şoförünün başında, tıpkı rallicilerinki gibi bir kask vardı, tanınmasına engeldi bu. "Emin misin," diye sordu adam. "Kaybedersen... kaptırırsın arabanı ha..."
"Bana ne," diye yeniden omuz silkti ve gözleri, iki aracın arasındaki kumral saçlı kızı kesti. Onun işaretiyle, arabanın gazına öyle bir bastı ki, adam neredeyse cama takılıp gidecekti onunla.
Rakip, kendisi kadar sert bir çıkış yapmamıştı ama, kendisine yetişmesi saniyelerini aldı. Ali, arada bir bu rakibe bir bakış atıyordu ama, aralarında bir burundan fazla bir fark oluşmuyordu. Yarış berabere sonuçlanacak gibiydi, ta ki Ali baş ağrısına yenilene kadar. Ali, bu yenilgiyi, rakibine karşı bir yenilgi olarak görmemişti, kendine karşı bir yenilgi olarak görmüştü, kaybedeceği arabayı da önemsemiyordu. Zaten para, Kenan Yağızoğlu'nun cebinden çıkıyordu.
"Kaybeden olmaya bi' türlü doyamadın..." diyen tanıdık bir ses, kaskın altından sahibini gösterdi. Ali, Çağrı'nın durumunda olsa, bunun bir halüsinasyon olduğundan şüphelenirdi ama, Berk'e, "Bur'da da mı?" diye sordu. "Bur'da da mı beni buldun?"
"Bizim garajdan araba çalıyorsun ve, özellikle benim 11111 plakalı aracın torpidosundan çıkan kasetlerden sonra, sahip olduğumuz her araca takip cihazı koydurduğumu hesaplayamıyor musun?"
"İyi de, buna ne gerek var? Bu dava kapanmadı mı? Vefa'nın katili..." Son zamanlarda, Cemre konusunu açmaya çalışan Berk'ti ama; ilk defa Ali'nin dilinin ucuna gelmişti. Berk,
"Şimdi de 'Hızlı ve Öfkeli'ye mi özendin?" dedi. "Sırada ne var? Kafes dövüşlerine mi katılacaksın?"
Ondan sonra beklenmedik bir şey oldu. Ali, gülmeye başladı. Sarhoş gibi kahkaha atıyordu. Fakat alkollü olmadığına emindi Berk. Bugün, bir önceki günün antitezi gibi bir şeydi... dün ağlayan, bugün gülüyordu. Beş dakika, on dakika... bir türlü bitmeyen bu kahkahalar, artık Berk'in sinirine dokunmaya başlamıştı.
"Ali, oğlum..." dedi. "Aramızda bir akıllı sen kalmıştın, sen de aklını yitirirsen n'aparız biz?"
"Tok-Tok..." hecesinden başka bir şey çıkmıyordu Ali'nin ağzından. Berk, anlamak için kulak kabartmaktan daha fazlasını yapması gerektiğini anladı. Gerilip gerilip, beşkardeşi aşk ettirdi Ali'nin yüzüne. Afallayan Ali, artık ödeştiklerini düşünemeyecek vaziyetteydi, ama gülmesi sona ermişti nihayet. "Tokyo Drift gibi ha..." diye mırıldandı. "Bu çok komikti."
"Espri olsun diye söylememiştim."
"Adrenalin..." diye konuştu Ali. "Sadece adrenalin unutturuyor bana Cemre'yi... Ege'yi her geçen gün daha iyi anlıyorum..."
Ali, her baktığı yerde Cemre'yi görüyordu. Yarışa "start" veren kızı bile O'na benzetmişti. Ve şimdi de, sembolik olarak arabalarını yarıştırmışlardı Berk'le, Cemre için. Ve Berk kazanmıştı... ama ortada Berk'e bırakılacak ne bir araba vardı, ne de Cemre.
İkisi de ona aitti zaten.
"Söylemeden geçemeyeceğim..." dedi Berk. "En azından dinlediğin müzik kalitelileşmiş. WWE giriş müziği gibi şarkı çalmaya başlamışsın lan, aferin, yakında kekoluğun tarihe karışacak...!"
"Hey, bana baksana sen!" diye bir ses gürledi. "Sana söylüyorum, on altı yaşındaymışsın sen! Ehliyetin de yokmuş!"
"Bu şimdi mi sorun olmaya başladı?" diye kardeşini savundu Berk. "Canın levye çekiyor galiba..."
"Sen niye rakibini savunuyorsun lan? Yoksa birbirinizi tanıyor musunuz...! Bu, yarışma kurallarına aykırı biliyorsun değil mi sarı oğlan?..."
"Benden iyi bilen olmaz..."
"Bu durumda, araba kasanın olur... yani bizim... hiçbir hileci bizden çalamaz!"
"Birader sen Süleyman Çakır'a özendin galiba..." diyen Berk, arabasının anahtarını uzattı. "Al benim arabayı, Ali'ninkinden daha lükstür ha."
"Lan, ne haliniz varsa görün!" diyen Süleyman Çakır kılıklı, yine de anahtarı almayı ihmal etmedi...
"Yaptığını beğendin mi?" diye sordu Berk, Ali'ye. "Senin yüzünden bir araba kaybettik!"
Fakat Ali yerine, "Bakın buraya ikizler!" diyen birinden ses geldi...
"Biz ikiz değiliz," diye cevap verdi falcı kadına Berk.
"Değilsiniz, ama kardeşsiniz. Doğru bildim mi?"
"Evet... benzemesek de öyleyiz," dedi Ali.
"Bilirim ben... başka şeyler de bilirim. Ver elini bakayım kara oğlan."
Ali, kadının hitabına ister istemez gülerek elini uzattı. Kadın, izin istemeden Berk'in de elini kaptı. "Okurum ben, her şeyi okurum..." dedi. "Sizin kaderinizde var, aynı anda ölmek."
"Ne saçmalıyo'sun sen ya," diyen Berk, hızlıca elini çekti. "Para kazanmamak için ekstra çaba gösteren falcıyı da ilk kez görüyorum!"
"Parası önemsiz, bu söyledi��imi iyi yazın aklınıza..." diye arkasından seslendi falcı. "Siz ikiniz de aynı anda öleceksiniz, hem de iki kere!"
Berk, Ali'yi uzaklaştırmayı başarmıştı ki, "Bu böyle olmayacak..." dedi, damdan düşer gibi. "Cemre'yi polise teslim etmeye karar verdim."
"Ne?"
"Zaman kazanmaya çalıştığımızın farkındayım. Sen de ben de... Ama emin misin? Son kararın mı, sormak zorundayım. Cemre'yi satma işini bana bırakıyor musun? Bu hikâyedeki kötü çocuk rolünü, Berk Yağızoğlu'na bırakıyor musun...?"
"Berk..." dedi Ali. "Bunu neden yapıyorsun?"
"Çünkü Cemre seni çok seviyor. Ve o aramızda paylaşabileceğimiz bir araba değil... O'nun kimi seçtiği önemli..."
"Berk..." Ali dudağını ısırdı, sanki kelimeleri o zikretmiyor da, daha çok, kelimeler kendilerini zorla atıyorlardı ağzından dışarı... "Cemre'yi polise teslim et. Bunu, ben vazgeçmeden yap!"
"Tamam, ama yarın yapacağım..."
"Berk bir de..." dedi Ali. "Mail kutunu açık tut."
*****
Kader, kapısında kuş taklidi yapan birinin sesiyle yatağından sıçradı. Pencereden, Bilal'in ağacın tepesine kadar tırmanmış olduğunu gördü. "Şimdi de Kibar Feyzoluğa mı özendin Bilal, Allah canını almasın!"
"Madem sen gelmiyorsun, Ben geleyim, dedim..."
"İn lan aşağı, tamam geleceğim, Zeyno uyanacak, in ha'di!"
Bilal, Kader'in dediğine uyarken, Kader de üzerine geceliğini alarak, Zeyno'nun odasını kontrol etti. Zeyno ne uyanmıştı, ne de ağır uykusundan uyanacağa benziyordu. Kader, bir de kapı önünü yoklayarak Bilal'e, "Kardeşin evde mi?" diye sordu.
"Hayır, gizli bir şeyler çeviriyor ama... ben anlarım onun oyununu. Biz kendi oyunumuza bakalım."
"Baban içer'de, sen halen oyun mu düşünüyorsun ulan hayvan?!"
"Yas da bir yere kadar, matem de... ben seni özledim kızım, ha'di düş önüme..."
Bilal, Kader'i önüne kattıktan sonra, Ali sarhoş bir biçimde Zeynoların evinin önüne geldi. Berk'le "Tokyo Drift" macerasından sonra içmeye başlamıştı, ve şimdi zil-zurna haldeydi. Şimdi de, Peter Pan gibi Zeyno'nun penceresinden içeri girdiğinin farkında bile değildi. Tozluyaka çok güvenli bir mahalle olduğu için, Zeyno penceresini açık bırakarak uyumuştu...
"Zeyno..." diye seslendi öncelikle. "Sana bi' itirafta bulunacağım... Şimdi uyuyo'sun, o yüzden söyleyebiliyorum böyle kolaylıkla... Vefa'nın katilini biliyorum. Ama O'nu ele veremem... Çünkü O, sevdiğim biri... bunu Berk yapacak. Yine de... birine söylemek istedim... Arap'a ya da sana... Şimdi Midas'ın eşekkulaklarını ispiyonlayan kuyuyu o kadar iyi anlıyorum ki... Ama çok geç kaldım. O yüzden, bu saatten sonra ne senin yüzüne bakabilirim, ne de Arap'ın... Osman amcanın, Bilal abinin, annemin... hatta bütün mahallenin yüzüne bakamam asla..."
Ali kendinden nefret ediyordu.
16 EKİM 2022
"Neden ya?" diye dişlerini gıcırdatıyordu Mavi. "Neden bu Cemre halen içer'de değil?"
Mavi'nin istediği, Cemre'nin cezasını çekmesi, Vefa için adaletin sağlanması değildi, o bu ihbarı yapmıyordu çünkü, Cemre'nin ölümü Ali'yle Berk'in elinden olsun istiyordu... aynı anda. Gönderdiği mailin Ali'ye ulaşıp ulaşmadığını teyit etmeliydi. Soluğu onun evinin yakınlarında aldı, ama Ali'nin çoktan çıkmış olduğunu gördü. Belki de polise gidiyordu şimdi... Üzerindeki kot ceket, beyaz tişört ve siyah ayakkabıyı ona çok yakıştırmıştı Mavi. "Benim gibi mavicisin ha..." dedi kendine. "Sen de hiç fena değilsin Ali... bunu yeni mi fark ettim?" Ve,
"Bak Ali, ne yaptım," diye sol kolunu sıyırdı. "Güzel mi?"
Ali, sol kolunda boylu boyunca uzanan, "It's a mad, mad world that we're living in..." sözlerini okudu. "Bana ne bu dövmeden?" diye sordu.
"Seni akıllı biri sanırdım..." dedi Mavi de cevaben, Ali'ye. "Blue Jasmine rumuzunu çoktan çözeceğini düşündüm..."
"Çok fazla sabretmek sana göre değil sanıyorum..." dedi Ali.
"Haddinden fazla sabrettim zaten..." dedi Mavi de.
"Sana çok teşekkür ederim Mavi. Olmasaydın, elimizdeki tek kanıt da gitmişti... o kanıt olmadan, Cemre en fazla Vedat abi kadar suçlanabilirdi..."
"Bu teşekkür yeter mi sence?"
"Ne istiyorsun?"
"Çok bir şey değil canım... sadece bir 'selfie'cik," diyen Mavi, telefonunun kamerasını açtı. Ali, her olaya magazin muamelesi yapan ve canlı yayın açan Duru'yu aklına getirerek, "Saatçi Niko senin neyin oluyor?" diye sordu Mavi'ye.
"Dedem. Anne tarafından Musevi'yim ben. Bilirsin, Musevilikte anne kutsaldır... Baba tarafından da Müslüman'ım, e ��slam da babayı kutsayınca... arada kaldım. Ama dedemi çok severim, hayattaki tek varlığımdır o. Saatçilik yapar, geçinir gideriz... bir de Serdar abi vardır, mahalleden, bilirsin, zaten tanışmışsın kendisiyle... benim bu hikâyeden bu şekilde haberim oldu işte... Ama senin bunları şimdi öğrenmen ne garip öyle değil mi? Aylardır aynı sınıftayız ve, sen beni bayağı uzun bir süredir unutmuştun..."
"Bunun için özür dilerim..."
"Cemre'yi ne zaman ihbar etmeyi düşünüyorsun?"
"Acelem yok. Bak, yardımların için gerçekten çok teşekkür ederim, ama bu mesele artık Berk'in meselesi. Cemre'yi ihbar etmek, onun kararı olmalı..."
"Yani Berk'in onayı olmadan, adalet yerine gelemez öyle mi...?"
Mavi, yanlış kişiye geldiğini anladı.
Ali'nin akıllı olduğunu düşünerek gerçekten hata yapmıştı.
*****
Cemre, öylece yürüyordu sahilde. Burası, birlikte simit yedikleri yerdi... ama Ali'yi bulamadı bu sabah burada. O da, elindeki simitleri martılara fırlatmaya başladı. "Ne kadar garip öyle değil mi..." diye bir ses geldi. "Sen bir insanın canına kıy, ama hayvanları bu kadar umursa..."
"Kapa çeneni Mavi," dedi Cemre. "Sana daha önce de söylemiştim. Kimse Cemre olamaz...!"
"Ya ben sadece, senin fikrini merak etmiştim..." diye telefonunu açtı Mavi. "Sosyal medyaya yüklemek için, sence Ali'yle bu fotoğrafımız mı güzel, yoksa bu mavi filtreli olan mı... bence ikincisi güzel, ne de olsa mavi benim rengim..."
Cemre, gördüğü bu fotoğrafa sinirlenmedi. Ali'yi de hiç kıskanmadı. Mavi'ye sakince, "Şimdi de Ali'ye mi sardın..." dedi. "Ama sen alışkınsındır benim eskilerimi giymeye...!"
Mavi, öfkeden barut gibi olmuştu. Kızın arkasından yumruğunu sıkarak, "Bunu ödeyeceksin Cemre..." dedi. "Bunu kesinlikle ödeteceğim sana...!"
*****
Leyla, okulun tiyatro salonuna gelmişti. Hafta sonu kurslarına katılıyordu, çünkü kliniğe yatırılmamasının bedellerinden biri de buydu. Kendine bir hobi edinmek... ama tiyatro ekibinin T'si yoktu ortalıkta. "Bu maç işini fazla abarttılar..." diye çıkmaya hazırlandı, fakat kapıda bazı tıkırtılar vardı. Leyla, "Nihayet gelebildiniz..." dedi.
"Selam Leyloşçum, başkasını mı bekliyordun?" diye soruyordu Mavi.
"Mavi... senin ne işin var burada? Sen de mi tiyatroya merak saldın?"
"Valla' şu ara Ali'den başka hiçbir şeye sarmadım..." dedi Mavi. "Sarsa mıydım başka birine? Senden benim için bir şey yapmanı isteyeceğim."
"Ne?"
"Vur bana."
"Ne, ne saçmalıyorsun sen?"
"Sen değil miydin, 'Ben senden tarafım Mavi, benim Cemre gibi kaybedenlerle işim olmaz,' diyen? Göster bana sadakatini. Ha'di, şöyle bi' saçımı—başımı yol... yüzümü falan morart... boynumu filan sık... göster gücünü."
Leyla, Mavi'nin Cemre'ye iftira atacağını anladı. "Olmaz, Mavi, ben..." dedi. "Bu kadarını yapamam."
"Ne oldu o çılgın kıza, ha?" diye sordu Mavi. "Ne oldu o özgür kıza? Çağrılarla uyuşturucu partileri veren o, cesur kıza? Cesaretini mi kaybettin, ha Leyla? Sen yapamazsan, ben yaparım!" diye kızın elini kaptığı gibi, uzun tırnaklarıyla kendi boynu üzerinde uzun bir çizgi yarattı. Leyla, gözleri fal taşı gibi açılarak, kızın ince boynu üzerinde beliren pespembe, yer yer kırmızı kanın aktığı ize baktı... "Bana saldırdın."
"Ne? Ama bunun doğru olmadığını biliyorsun Mavi!"
"Sence sana mı inanırlar, bana mı? Senin geçmişin kirli değil mi Leyla...? Benimse geçmişimde hiçbir vukuat yok... Seçim senin. Ya bana saldırdığını kabul edersin, ya da bunu Cemrecik yapmış olur... veya şöyle söyleyeyim... ya sen kliniğe gidersin, ya da Cemre disipline defolur gider..."
"Tamam, ne istersen yapacağım," dedi Leyla. "Yeter ki bana klinikten falan bahsetme!"
*****
Berk de, arabasıyla Cemre ile son kez baş başa kaldıkları sahile gidiyordu. Öğle vakitleri olduğu için, Ali'den de hiç ses—seda çıkmadığına göre, Ali'nin her şeyi zamana bıraktığını anladı... Ali, Cemre ve kendisi arasında adı konulamayan bir bağ oluşmaya başladığını düşünmekteyken, Berk yolun kenarında dikilip ağlayan Mavi'yi gördü.
"Mavi!... ne oldu sana?" diye sorarak arabasından indi.
"Hepsi o unutamadığın eski sevgilinin işleri!" diye bağırdı Mavi. Boynunu gösteriyordu. "Bana yaptığına baksana!"
"Bunu sana Cemre mi yaptı?"
"Başka kim olacak! Bak, benim Ali'yle bir 'selfie'm vardı tamam mı, bunu görüp kıskanmış! 'Ali benim arkadaşım,' dediysem de inanmadı, beni kasıtlı ve planlayarak öldürmeye çalıştı!"
"Bak, saçmalama tamam mı... Bu hiç de Cemrelik bir davranış değil..."
"Ya, öyle mi? Neymiş Cemrelik olan davranış?"
Berk, Cemre'nin düşmanlarına asla fiziksel saldırıda bulunmayacağını biliyordu. Onun felsefesi, "Aşk için öldürmeli aşk o zaman aşk"tı. Yani Cemre, âşık olduğu Vefa'yı öldürmüştü, şimdi de Ali'ye saldırsa mantıklı olurdu, ama Mavi... Berk cevap vermese de genç kız, onu istediği kıvama getirdiğini görebiliyordu.
Delikanlı da, Cemre'nin durumunun gerçekten de kötüleştiğini görebiliyordu...
Arabasına dönerken, Ali'nin telefonunu çevirmeye başladı...
*****
Esmer delikanlı, boş stadyumda kendi kendine şutlar çekerek, oyalanıyordu. Stat, bomboştu çünkü hiçbir zaman büyük bir stadyum olmamıştı, o kadar ki, güvenlik kamerası bile noksandı burada.
O nedenle Ali'nin ensesine yediği uçsuz baltanın bir şahidi olmadı.
Cemre, Ali'nin başında bekliyordu. Gözleri, ensesinden akan kanlar üzerinde; baltayı bir süre daha elinde tuttu. Bu, öldürücü darbe değildi, Ali'ye ikinci bir kez daha vurması gerekiyordu. O ölene kadar, son sözlerini söyledi: "Bunu bana nasıl yaparsın... ha? Bunu bize nasıl yaparsın!"
Cemre, baltayı tekrar havaya kaldırdığında, "Yapma..." diye zayıf bir ses geldi. Cemre, yalnız olduğundan emindi ama; korkarak gözlerini ileriye dikti. On üç—on dört yaşlarında, sarışın bir çocuktu...
"Sen de kimsin?" diye sordu.
"Benim kim olduğumu biliyorsun bence..."
Bu oydu, Cemre'nin minik kardeşi Emre'ydi... Yeşil gözleriyle masum masum bakıyordu. "Ama Ali beni aldattı..." diye cevap verdi kardeşine. "Mavi'yle aldattı!"
"Bunun doğru olmadığını biliyorsun abla..."
"Aldatmadıysa da aldatacak! Bu zamana kadar yanlış kişiden şüphelendim, hayatımdaki bütün erkeklere ağzının salyasını akıtanın Hazal olduğunu zannettim ve korkunç bir cinayet işledim! Ama asıl düşman Mavi imiş... şimdi Ali'yi öldüreceğim, ve Ali de Vefa gibi, sonsuza kadar benim olacak... eğer yaşarsa Mavi'nin olur... buna izin veremem..."
"Ama Ali yaşamak isterdi... ben de yaşamak isterdim... Vefa gibi... bizim için artık çok geç... ama Ali'nin hayatını bağışlayabilirsin..."
"Artık çok geç, evet..." diyen Cemre, bir beysbol topuna vuracakmış gibi baltaya eskisinden de sıkı sarıldı. "Ali için de... Kan, kanı çağırıyor... sen, Emre; senden sonra Vefa; Vefa'dan sonra Ali'yle bu üç olacak..."
"Ama sen pişman olduğunu söylemedin mi Ali abiye...?"
"Evet, ama pişmanlık başka, kıskançlık başka!"
"Cemre!" diye bağırdı Emre. Hayır, bu kez Emre değildi; o kendisine Cemre demezdi ki... Cemre, az evvel Emre'nin durduğu yerde Berk'i görebiliyordu...
"Berk yaklaşma!" diye bağırdı Cemre de.
"Cemre sana yardım etmek istiyorum!" Yükselen sesler de tansiyon da Ali'yi ayıltmaya yetmemişti...
"Bana kimse yardım edemez... Ali'yi öldüreceğim. Cebimdeki bıçak da benim için..."
"Cemre saçmalıyorsun şu anda!" Berk, bir adım atmaya çalıştı. "Bunu ona yapamazsın. O'na bir hayat borçlusun..."
"Burası ilk öpüştüğümüz yerdi biliyor musun... burası, aynı zamanda mezarımız olacak..."
"Bir saat vardı..." diyen Berk, son kozunu oynadı. "Vefa'nın akıllı saati... siz o çatıdayken, seslerinizi kaydetmiş... saf kanıt olduğunu bilmeden takıyormuş Ali onu... sonra Ege'ye, 'Katil o saatin içinde,' diye Ali'ye not göndertmişler... Ali, o saati tamir ettirmeye çalışıyordu... Or'dan öğrendi senle Vefa'yı..."
"Yalan söylüyorsun," dedi Cemre. "Madem öyle bir kanıt var ortada, hani, ner'de o saat?"
"Ben yok ettim onu... parçalara ayırdım... seni ben kurtardım Cemre... Ali'nin aklından bile geçmedi böyle bir şey yapmak..."
"Ya kayıtların yedekleri?" Cemre, her zamanki gibi zekice sorular soruyordu.
"Bilemiyorum... var olabilirler de, olmayabilirler de... bak Cemre, ilgilenmen gereken şu ki... Ali'ye asla tam anlamıyla güvenemezsin. Ege'ye de öyle. Aslında hiç kimseye... Ben hariç, herkes senin düşmanın... onların mı yaşamasına izin vereceksin ha? Bırak elindekini ha'di güzelim benim, hepsinden birlikte intikam alalım... bir düşünsene, Ali'yle sen öldükten sonra n'olacak? Diğer herkes sağ kalacak... Ama eğer sen sağ kalırsan, Ali'den de, Ege'den de, Mavi'den de, herkesten de intikamını alırsın..."
"Sen yapacak mısın..." dedi Cemre. "Benim için, Ali'den intikam alacak mısın?"
"Zaten yaptığım o değil miydi?" diye cevap verdi Berk. "Seni ona tercih ettiğimi, o saati parçaladığımda gösterdim ben... Ya, Ali kim ya? Ali Öztürk, Vefa için bana saldıran o aşağı mahallenin delikanlısından başka bir şey değil benim için... Bir anda hayatıma yıldırım gibi düştü. Dediler ki, 'Bu kardeşindir.' N'apacağım, Ali için ölecek miyim? Kardeşimmiş, peh, peki ben kardeşimin bekçisi miyim?!... sense benim çocukluk aşkımsın Cemre... yine de Ali ölsün istemem... yaşasın, ve sürünsünler... Ali, Ege, Mavi, Çağrı, Hazal, Arap, Zeyno... masum geçinen herkes. Gerçek olmayan herkes... bizim gibi olmayan, sahte olan herkes. Çünkü biz gerçeğiz. Kötüyüz, ve kötü olduğumuzu da kabul ediyoruz... Senle ben... 440 hertz bir çiftiz... Doğa'ya aykırı bir çift... Ben öldürmek istemediğin tek erkeğim... aynı zamanda seni aldatmış bir erkek olarak, sana daha evvel de söylediğim gibi, sen halen benim en sevdiklerimin listesinin ikinci sırasında yazılısın... annem, sen ve Hato... Ali'ye yer yok ilk üçte. Sen her daim benim önceliğim oldun, ve öyle kalacaksın... Şimdi sana yalvarıyorum, bırak o sopayı."
Cemre'nin, beysbol sopası tutar gibi tuttuğu baltayı kavrayan, parmakları gevşedi. "Ha'di, 112'yi ara," dedi.
"Biliyordum..." dedi Berk de. "Sen bana geleceksin, dediğimde ciddiye almamıştın, ama bir gün beni seçeceğini biliyordum Cemre..."
*****
Ali'nin damarlarında akan kan da Yağızoğlu fıtratıydı. Ali, kolay kolay ölmezdi. Ambulansın gelişinden bile evvel kendine geldi, kendisine saldıran kişinin kim olduğunu hiçbir zaman anlayamadı. Cemre ise, ilaçlarını toparlıyordu. Berk'in hediye ettiği elbiseyi giymiş, Berceste Hanım'ın saç bandanasını takmıştı. "Berk, beni kurtaracak..." diyordu. "Ali, Mavi'yi seçmiş. Berk, beni kaçıracak, kurtaracak bu hayattan..."
Annesi, zaten Kenan'la Derya'nın eski ilişkilerinin ayyuka çıktığını öğrendiklerinden beri Kenan'ın evinden çıkmıyordu sayılır. Duygu durumunu anlamak mümkün değildi. Kenan'a kızıyordu ama, kanser olduğu için üzülüyordu da... Cemre bavulunu sürükleyerek evden çıktığında, Berk çoktan onu bekliyordu...
"Bu elbise sana, annemin bandanası da saçlarına çok yakışmış Cemre..." dedi hayranlıkla.
"Berk, ikimiz de on sekiz yaşının altındayız..." dedi Cemre. "En fazla ne kadar uzaklaşabileceğiz ki?"
"Ben her şeyi ayarladım. Sahte pasaportlar hazır. Buradan Yunan adalarına akıyoruz. Ondan sonra da, ver elini Avrupa... orada kimse bizi bulamayacak, herkesi ve her şeyi geride bırakacağız... kanser olan babamı bile... atla ha'di."
Cemre, dediğini yaparken, "Arabanın üstünü neden kapatmıyorsun Berk?" diye sordu.
"Sen böyle daha çok seviyorsun da ondan... unutmadım Cemre," dedi Berk.
"Ama kaçmıyor muyuz? Görülmememiz lazım... neyse, açık kalsın madem."
Berk gaza bastı.
Araba bir süre ilerledikten sonra, radyoda güzel bir müzik çalmaya başladı. Cemre, "Kim söylüyor bu şarkıyı?" diye sordu Berk'e.
"Air diye birileri..."
Cemre, kolunu açık camdan uzatarak, havada parmaklarıyla müziğe hayali bir ritim tuttururken, "Bir itirafta bulunayım mı..." dedi.
"Dinliyorum?"
"Ali'yle son bir kez yüzleşemeyeceğim ya... içimde ukde kaldı..."
"Benim de merak ettiğim bir soru var..." dedi Berk. "Şimdi sen bu Vefa'yı seviyordun... öldürdün... Ali'yi de seviyorsun... onu öldürür müydün gerçekten?"
"Evet," dedi Cemre, "Bu senin anlayamayacağın bir his. 'Herkes öldürür sevdiğini,' şimdilerde moda bir alıntı, ama herkes benim kadar ciddi anlamlar yüklemiyor bu cümleye..."
"Öyleyse benim işim kolay..." dedi Berk. "Beni aşkla sevmediğine göre, öldürmeyi düşünmezsin, diye düşünüyorum..."
"'Doğru düşünüyorsun,' diyorum..."
"Peki, ya intikam? Veya kıskançlık. Bu iki duygu, seni birine zarar vermeye itebilir mi Cemre?"
Cemre cevap vermeden, başındaki bandanayı çözerek, biraz da onu sallandırdı rüzgârda. Berk'in kendisini karakola getirdiğini de fark edememişti. Karakol Berk'in tarafında kalıyordu. Hem bu, Ali'nin artık pijama ve terliklerle bile girebildiği kadar yüzlerinin aşina olduğu karakoldan farklıydı, Cemre'nin bunu fark etmesi riskini alamazdı Berk.
Genç kız, kendisini bekleyen kadın polis memurlarını görünce, Berk'in yüzüne döndürdü gözlerini ama, Berk kendisine henüz en büyük ihanetini etmemişti. Bileğindeki akıllı saati çözdü, ona bakarak, "Birincisini ben parçalamıştım..." dedi. "İkincisinde kaydı almak da, bana düşerdi."
"Hani bana asla zarar vermezdin?" dedi Cemre.
"Ben iyi biri olmaya çalışıyorum Cemre..."
"Hayır, sen... sadece muhtaç haldeki kızlara yardım etmeye çalışıyorsun. Ondan sonra da onları yarı—yolda bırakıyorsun böyle..."
Cemre'nin görüş açısına biri daha girmişti. Gözleri Ali'yle çarpışınca, fazla direnmedi. Kendisi uzattı bileklerini ve, kelepçeler ona takılırken, Berceste'nin bandanası kayarak düştü ellerinden.
Polisler, Cemre'yi karakolun kapısına götürürken, Ali de yaklaşıp bandanayı aldı. "Bir dakika..." diye seslendi memurlara, "Müsaade edebilir misiniz bize?"
Kadın polis memurları, bir süre çıktılar Cemre'nin kollarından. Ali önce Cemre'nin bir kâkülünü kulağından arkaya attı, sonra bandanayı düzgünce yerleştirdi saçlarına. "Bir suçlunun, kalplerde tamamen affedilmesi için, gereken üç şey vardır," dedi Cemre'ye. "Birincisi, pişman olması... Senin bunu yeterince yaptığını düşünmüyorum. İkincisi, teslim olması, ki bunu da Berk'in zoruyla yapıyorsun. Ve üçüncüsü, cezasını çekmesi... Cezanı artık kabullenmelisin Cemre, kabullenmelisin ki; biz de seni aramıza kabul edebilmek için hazırlayalım kendimizi..."
Cemre'nin, Ali'ye Mavi konusunda ufacık bir şüphesi vardıysa da geçmişti artık.
Kadın polis memurlarına tek tek bakarak, kollarına girmelerini işaret etti gözleriyle.
Cemre'nin ardından, Berk Ali'ye yaklaştı. "Nasılsın?"
"Biraz başım ağrıyor..."
"Benim de..."
"Öyle değil, kafamın burası ağrıyor..." diye ensesini gösterdi Ali. "Sanırım bulaştığım serseriler, beni stadyumda buldu ve enseme yedirdi sopayı..."
"Evet, her'alde o serserilerdir..." dedi Berk ve, elini Ali'nin ensesine atarak orayı biraz okşadı. "Başka düşmanın yok ki?"
"Evet, yok."
Berk, böylece Ali'ye sarıldı. Bu kez herhangi bir ihanet olmadan, herhangi bir blöf olmadan, hesapsız, kitapsız...
"Bitti kardeşim..." dedi Berk. "Her şey geçti..."
19. BÖLÜMÜN SONU
Biyere kaçmayın, gece yarısı Adanmışı konuşucazzzz
2 notes
·
View notes
Text
cidden unuttugumuz bir sey varsa o da ölüm, arkadasım yakını kaybetti ona destek olurken sürekli kapıya bakıp gelecek gibi sanki diyordu, durup dururken sanki ölmemiş gibi çiğdem diyor ama olmdıgını ikimizde biliyoruz ee sabah selamlastık şakalastık diyor ve herkesin aglaması ve çocuk cok genç ya bzen cidden bostan bosa gurur, bazı seyleri kendimize ciddi mesele yapıyoruz… bir sürü sey diyebilirim ama acı bizim yüregimizde olmayıncada anlasılmıyor ki allah herkesi ailesine sevdigine bagıslasın zor ya
4 notes
·
View notes
Text
ÇÜNKÜ ANKARA ÇOK SOĞUK
Buzdan bir Ankara sabahı. Benim bu gri kente ikinci gelişim. Garın önünde arkadaşların gelip beni almalarını bekliyorum. Ayaz sanki bir bıçak gibi içime içime saplanıyor. Ne ettiysem, sevemedim Ankara’yı. Bilmem neden ama Ankara bana hep ilaç kokuları içinde bir hastane odası ya da kimselerin uğramadığı, ayrık otları ve hüznün boyverdiği mezarlık gibi geliyor. İnsanların yüzlerine bakıyorum. Hepsi keşkeli, hepsi yorgun, hepsinin başı öne eğik...Ne ettiysem, sevemedim bu kenti.
Yine sabah sabah efkar basıyor beni. Cebimden tabakamı çıkarıp bir sigara yakıyorum.
Ne çok insan var böyle!
Sabahın köründe, telaşlı ve kaygılı adımlarla sağa sola koşturan insanlar.
Arkadaşlar gecikti. Canım sıkkın.
Hemen imza gününden sonra, kaçıp gitmeliyim Ankara’dan. Ankara boğazımı sıkıyor.
Kalabalığın içinden, bir kadınla göz göze geliyoruz.
Saçları omuzlarına dökülmüş. Üstünde, yakasında kırmızı bir karanfilin olduğu, gök mavisi bir pardüsü var.Omzunda kahverengi deri bir çanta, elindeyse bir defter. Gözlükleri buğulanmış. Yüzüne düşen sonbaharın cılız güneşi, yüzünde eriyip yok oluyor.
Telaşı yok diğerleri gibi.
İnsanların arasından, sanki durgun bir nehir gibi bana doğru akıyor.
Tam önümden geçerken, elindeki defter yere düşüyor. Defterin içindeki kağıtlar sağa sola savruluyor. Yere çöküp dağılan kağıtları topluyor. Ben de bavulumu bir kenara bırakıp, ona yardım ediyorum. Teşekkür ediyor bana. Sesinde bir serçe ürkekliği.
Kağıtları toplayıp kalkıyoruz.
Ben elimdekileri ona uzatırken, en üstteki kağıtta yazan birkaç cümlenin içine düşüveriyorum.
„Ben bir tek sarhoş olursam ararım seni, unutma. Neden? Çünkü annemsin!” “Beni uyutacak bir ninnin” yok, “yoksun memenden emziremezsin özlemlerimi, eksiklerimi... sus.”
Başımı kaldırıp kadının gözlerine bakıyorum.
Bana gülümsesin istiyorum çünkü Ankara çok soğuk.
Kadın elimdeki kağıtları alıyor.
Gülümsemiyor, teşekkür ediyor bir daha.
Çantasını koluna takıp yoluna devam edecekken, arkasından sesleniyorum.
„En azından bir sigara içimi kadar arkadaş olsaydık?“
Duruyor. Sonra geriye dönüp yanıma geliyor.
Kırık dökük bulutlar var kadının teninde. Bir de karanlık dehlizler yüzünün çizgilerinde.
„Ölmeseydim belki...“ diyor.
„Anlamadım?“ diyorum.
„Diyorum ki bundan birkaç yıl önce, tam burada, sizin durduğunuz yerde ölmemiş olsaydım, bir sigara içimi arkadaş olabilirdik.“
Yüreğim sarsılıyor. Boğazım düğümleniyor. Başım dönüyor.
Durduğum yere bakıyorum.
Kadının durduğu yere bakıyorum.
Sonra geriye dönüp binanın üstündeki kocaman yazıyı okuyorum.
„A N K A R A G A R I“
Gitmesin.
Oyalamalıyım onu.
Gitmesin.
Derken aklıma düşürdüğü sayfadaki yazı geliyor. Ve ben yazıyı tekrarlıyorum ona.
„Ben bir tek sarhoş olursam ararım seni, unutma. Neden? Çünkü annemsin!” “Beni uyutacak bir ninnin” yok, “yoksun memenden emziremezsin özlemlerimi, eksiklerimi... sus.”
Bunun üzerine, iki eliyle tuttuğu deftere daha bir sıkı sarılıyor.
Kalıyoruz öyle, hiç konuşmadan.
Susmanın çığlığı olur mu hiç.
Oluyormuş, o an öğreniyorum.
Gök mavisi pardasüsünün yakasında duran kızıl karanfili alıp usulca bana uzatıyor.
“Yaşamak” diyor “Yaşamak, sobanın üstündeki kızarmış ekmek kokusunu içine çeker gibi yaşamak. Ve bir kuş kanadı kadar ağır olmak yeryüzünde. Bütün mesele, adını bile bilmediğin bir yoldaşın omzunda huzuru bulmak. Yaşamak. Yaşamak hiç yaşlanmamış ve eskimemiş gibi. Öyle basit, öyle kimsesiz ve öyle suskun sessiz.”
Ben bu sesi tanıyorum.
Yemin ederim size ben bu sesi tanıyorum.
Kadının sesi özlem.
Kadının sesi haykırış.
Kadının sesi acı.
Kadının sesi kan.
Kadının sesi ölüm.
Yemin ederim size,
Kadının sesi sesime benziyor.
„Peki...Şey...Neden?..Yani neden, nasıl yani...Öldüm dediniz ya?..“
Sorumu duymazlıktan geliyor. Omuzlarına düşen saçlarını eliyle arkaya atıyor.
„Annem babam beni bebekken çocuk esirgeme yurduna bırakmışlar. Altı yaşıma kadar yurtta kaldım. Soğuk ve yalnız geceler, gece, yorganımın altında döktüğüm gözyaşları...En çok anne kokusunu merak ederdim. Bir de babamın yüzünü.“
Cebinden iki sigara çıkarıp yakıyor. Tekini bana uzatıyor.
İçimden „N’olur şimdi kimse beni almaya gelsin Allahım n’olur. Unutsunlar beni burada n’olur.“ diye yalvarıyorum.
O devam ediyor anlatmaya.
„Sonra bir gün bir kadınla adam, beni elimden tutup evlerine götürdüler. ‚Bundan sonra evin burası ve bizde senin annen, babanız‘ dediler. İlk defa o orada sıcak bir yuvanın ne demek olduğunu gördüm. Ama mutluluğum uzun sürmedi. Bir süre sonra babam öldü. Zaten annemle aram pek iyi değildi. Kendi kendime dedim ki ‚Berna git gerçek anneni babanı bul. Belki onlar da seni arıyorlardır. Belki de yıllardır senin hasretinle yanıp duruyorlardır. Hadi, ne duruyorsun.‘ Aldım bavulumu evi terkettim.“
„Buldun mu peki?“
„Annemi buldum işte. Evlenmiş, çocuğu olmuş. Şöye içten bir sarılamadı bana. Ne bileyim. Belki de başına kalırım diye korktu.”
“Ve sen o satırları o zaman mı yazdın?”
Aynı anda ikimiz göz göze yazıyı tekrarlıyoruz.
„Ben bir tek sarhoş olursam ararım seni, unutma. Neden? Çünkü annemsin!” “Beni uyutacak bir ninnin” yok, “yoksun memenden emziremezsin özlemlerimi, eksiklerimi... sus.”
„Sonra evlilik. Sonra gitmeyen, yürümeyen bir ilişki, ayrılık, yalnızlık...“
Gözlerinden bir çift damla, yanaklarından kayıp pardösüsüne düşüyor.
„Ve...“
Gerisini getiremiyor.
Yere, ayaklarımın olduğu yere bakıyor.
“Hadi söyle?” diye ısrar ediyorum.
Sanki her kelime bir kırık cam parçası gibi boğazını kesiyor. Sesi acıyor.
“On Ekim sabahı. Tam burada…”
Sigaralarımız bitiyor.
“Bak, ben olmaz dediysem de bir sigara içimi kadar arkadaş olduk. Gitmeliyim. Ha, bu arada ben Berna. Berna Koç. Tanırsınız beni. Sesim sesinize, acım acınıza akrabadır.”
Ve arkasını dönüp gidiyor.
Ah Berna!
Ah yoldaşım!
Ah yoldaşlarım!
Bir sigara içimi kadar göremediğim, konuşamadığım, sarılıp sevemediğim canlarım…
Yağmur başlıyor.
Berna kalabalığın arasına karışıyor.
Sonra arkaya dönüp bana sesleniyor.
“Haydar haydar türküsünü çok severim ben. Bu akşam o türküyü dinle olur mu?“
Gözlerime söz geçiremiyorum.
Ağlıyorum ulan, ağlıyorum işte.
„Tamam Berna. Tamam yoldaşım. Söz, dinleyeceğim.“
Bana gülümsesin istiyorum çünkü Ankara çok soğuk.
Gülümsemiyor, kayboluyor sislerin ve insanların arasında.
Bilmem neden ama Ankara bana hep ilaç kokuları içinde bir hastane odası ya da kimselerin uğramadığı, ayrık otları ve hüznün boyverdiği mezarlık gibi geliyor. İnsanların yüzlerine bakıyorum. Hepsi keşkeli, hepsi yorgun, hepsinin başı öne eğik...Ne ettiysem, sevemedim bu kenti.
t a m e r d u r s u n
#AnkaraKatliamı
73 notes
·
View notes
Text
Ocak 2021
Prens - Nicholas Machiavelli
Siyaset bilimini ya da siyasetçilerin davranışlarını anlayabilmemiz için sıklıkla referans verilen kitaplardan birini sonunda okudum. Aslında geç kaldım bile denilebilir. Günümüzde birine hakaret etmek için çok Makyavelist (amaca giden yolda her şey mübahtır görüşünün siyaset versiyonu diyebiliriz) yaklaştığını söylediğimiz olur. Yayınlandığı andan itibaren birçok kesim tarafından şeytanlaştırılmış. Ancak Prens’i bazı açılardan oldukça beğendiğimi söylemek isterim. Machiavelli bu kitabı Lorenzo de Medici’ye öneri amacıyla sunmuş ama hayata dair de çıkarımlar yapılabilir. Yer yer ben de meşrulaştırma araçlarını sorguladım ama negatif düşüncelerle yaklaşmanın çok da doğru olduğunu düşünmüyorum.
“Çünkü her zaman iyi bir insan olmak isteyen kişi, iyi olmayan onca insan arasında kesinlikle yıkıma uğrayacaktır.”
“Var olan en iyi kale, halk tarafından nefret edilmemektir, çünkü kalelerin olsa bile, halk senden nefret ediyorsa bu kaleler seni kurtaramaz; halk bir kez silaha sarıldığında ona yardımcı olacak yabancılardan asla mahrum kalmaz.”
Bilinmeyen Bir Tanrıya - John Steinbeck
Steinbeck’in kitaplarına olan sevgimi belki beni çok çok eskiden takip eden arkadaşlar bilir. Her yıl muhakkak en az bir kitabını okumaya çalışırım ama 2020’de hiç okumadığımı fark ettim. Hâl böyle olunca yeni seneyi hemen ona ait bir eserle taçlandırmak istedim. Bilinmeyen Bir Tanrı’ya pagan inançların hakim olduğu bir eser. Yine felaketin yazgıya dönüştüğü hayatları okuyoruz.
“İnsanın bir şeye, her sabah orada olacağını bildiği bir şeye suratını yaslaması gerek.”
“İnsan tuhaf şeylere mutlu oluyor. Benim ağacımda oturman beni mutlu etti.”
“Elizabeth’in kurmuş olduğu saat onun eliyle uygulanan basıncı hâlâ muhafaza ederek tiktaklıyordu, ocağın üstüne kurumaları için astığı yün çoraplar hala nemliydi. Tüm bunlar Elizabeth’in henüz ölmemiş parçalarıydı.”
Güçler - Ursula K. Le Guin
Güçler, yazarın Batı Sahili Yıllıkları adlı eserinin son kitabı. İlk iki kitabı Marifetler ve Sesler’di. Marifetler daha çok giriş niteliğinde bir kitap. Kahramanlarıyla ön plana çıkıyor. Zaten ardından gelen iki kitabın ana kahramanlarının yolu da hep bu ilk kitaptaki karakterlerin yoluna çıkıyor. Güçler serinin içinde en çok sevdiğim kitap oldu. Hatta itiraf etmeliyim, kitabı e book olarak okudum. Bu yüzden elimde olmadığı için üzüldüm. Oldukça masalsı ama her şeyin güllük gülistanlık olduğu bir masal değil bu. Baş kahramanımız Gavir’in karşısına türlü türlü zorluklar çıkıyor. Onun bu zorluklarla mücadele edip kendini ve yolunu bulması insanın yüreğine dokunuyor. Üç kitapta da zorluklarla mücadele etme yolunu kahramanlarımız kitaplarda buluyor.
“Eğer ezel ve ebedin bir mevsimi varsa, yaz ortaları olsa gerek. Sonbahar, kış ve bahar hep değişim, hep bir geçiş – ama yıl, yazın zirvesinde hareketsiz kalıyor. Anın geçip gittiğini biliyorsunuz ama geçerken bile insanın gönlü biliyor ki hiçbir şey değişmiyor.”
“Kendini hatırladığın sürece güvendesin demektir.”
Siyasi Tarih İlk Çağlardan 1914’e - Oral Sander
Bu kitabı alalı çok uzun zaman oldu. Birçok bölümünü ayrı zamanlarda okumuştum ama tamamını en baştan hiç okumamıştım. Siyasi tarihle ilgili bir şeyler okumak istediğim için elime aldım. Öncelikle kapsadığı tarih aralığı oldukça geniş. Bu da Oral Sander’in olayları detaylı işleyememesine neden olmuş. Ama uluslararası ilişkiler açısından siyasi tarihte gerçekleşen vakaları ele alış şekli için okunabilir. Kaba taslak bir fikir sahibi olmak isteyen, alana yabancı kişiler de okuyabilir.
İnsan Dengesi - Marget Schreiner
Bu kitabı da hiç aklımda yokken YKY’nin İstiklal’deki çalışanı nedeniyle aldım. Belki siz de yaşamışsınızdır, orada çalışan bir beyefendi kitap önermeyi oldukça seviyor :) İsmi ve söyledikleri hoşuma gittiği ve kendime bir güzellik yapmak istediğim için hemen aldım. Aslında iş arkadaşımın küçük çocuğuna kitap almak için gitmiştim :) Kitaptan bahsedecek olursak bence fikir olarak oldukça güzel, çok da güzel anlatılar var içinde ama yer yer bir olmamışlık seziyorsunuz. Ölmeden önce mutlaka okumak gerekir listemde olur mu çok emin olamadım.
Sonsuz Aşk - Ian McEwan
Bu kitabı düşünürken aklıma hep Koleksiyoncu kitabı geliyor. İkisinin de saplantılı aşkı işlemesi mi buna neden oluyor bilmiyorum ama ister istemez diğer kitabı düşünüyorum. Ve evet kesinlikle o kitap daha iyiydi. Ian McEwan hakkında henüz kesin bir yargıya varamadım. Sonsuz Aşk yer yer oldukça güzel ama sonu beklentilerimin altında kaldı sanki :) Yazarın seveni çok. Çocuk Yasası adlı kitabı da iyiydi ama arkadaşım kitaplarını hediye etmese hemen alıp diğer kitaplarını okudum okur muydum bilmiyorum. Cumartesi adlı eserini okuyup bir fikre varmayı umuyorum.
“Tam olarak kendime acıma duygusu değildi hissettiğim, bu da vardı ama daha çok bir tür kabuğuna çekilmişlik duygusu yaşıyordum, o kadar derinlere çekilmiştim ki benim dışımdaki her şey -sinir bozucu turistler, sokaktaki kız- kalın, cam bir panonun arkasında gibiydi. Bekleme odasına döndüm, düşüncelerim küçük akvaryumlarında gelişigüzel yüzüyorlardı; kimse benim durumumda değildi, keşke operaya bir bilet ayarlayabilseydim ya da kayıp bir çantam olsaydı ya da şu kızın başına gelen her neyse o benim başıma gelmiş olsaydı.”
Uyandığında - Hillary Jordan
Oldukça farklı bir distopyayla Ocak ayı okumalarını tamamlamış oluyorum. Uyandığında din devleti haline gelmiş bir ABD’yi anlatıyor. Suç işleyenlerin derilerinin suçlarının niteliğine göre sarı, kırmızı gibi renklere boyandığı bir dünya. Kahramanımız evlilik dışı bir ilişki yaşayıp, kürtaj oluyor ve gözünü yıllarca o şekilde kalacak bir kırmızı olarak açıyor. Yaşadığı zorlukları, aydınlanma mücadelesini anlatıyor kitap. İlk başları oldukça iyiyken sonlara doğru bozduğunu düşünüyorum. Ama yine de okunabilir.
“Peder Dale, sevginin sonsuz çeşidi vardır, derdi, ama en saf olanı merhamettir çünkü bir tek o benim için ne var diye sormaz.”
“Tanrı'ya inanmak için düşünmeyi ve soru sormayı bırakmak zorunda değilsin, çocuğum. Sekiz milyar koyundan oluşan bir sürü isteseydi eğer, bırak özgür iradeyi, bize kavrama yeteneği veren başparmaklar bahşetmezdi.”
11 notes
·
View notes
Text
Dizi - Squid Game
DİKKAT SPOİLER!!!!!
Dizi önerisiyle geldim. Sıcak sıcak bitirmemin üzerine hemen yazmak istedim. Sonraya bıraktıkça kalıyor çünkü.
Şu anda herkesin dilinde olan Squid Game adlı Netflixt'te yayınlanan diziyi iki günde bitirdim. 17 Eylül'de seyirciyle buluşan dizi bir Güney Kore yapımı. Başrollerinde HoYeon Junk, Lee Jung-jae, Park Hae Soo, Wi Ha-joon var.
İlk kez bir Güney Kore dizisi izliyorum. Dublajlı film izlemekten gram hoşlanmam o yüzden alt yazılı seyrettim.
Konusuna gelecek olursam. Başrolümüz Seong Gi-Hun, kızına doğum günü hediyesi almak için annesinin kartını gizlice alır ve para çeker, o parayla da doğru at yarışı oynamaya. Bir şekilde şans ona güler ve bolca kazanır, fakat parasını sonradan da göreceğimiz Sae-Byeok adlı kıza kaptırır.
Ama bugün onun şanslı günüdür. Ve metroda yanına gelen bir adam ona bir oyun oynamayı telif eder. Takım elbiseli bir adam tarafından biraz hırpalanan Seong, sonunda bir miktar para ve bir kartla kalakalır.
Karttaki numarayı arayan Seong, oyunun kurallarını kabul eder. İşte asıl her şey o zaman başlar. 456 kişiye türlü türlü çocuk oyunları oynatırlar. Ve bunu tabii ki maskeli bir şekilde yaparlar. Tulumlar biraz La Casa de Papel'i andırsa da Squid Game'in 10 yıl önce yazıldığı şeklinde duyumlar var. Bu durumda sadece benzerlik olarak düşünüyorum.
İlk bölümde oynanan Kırmızı ışık, yeşil ışık oyunu sinirimi bozmadı değil. İlk elin günahı olmaz der gibi yüzlerce insan pat pat öldürülür. Korkunç oyunu oynandıktan sonra millet baktı ki bu iş böyle olmayacak, herkes ölüyor, ilk girişte kendilerine imzalatılan sözleşmede 3. maddeyi hatırlayıp "Oylama yapalım, çoğunluk istemezse evlerimize geri dönelim" derler. Eski yaşamlarına döndükten bir müddet sonra neredeyse tüm oyuncular karttaki numarayı arayıp oyuna yeniden başlamak istediklerini söylerler.
Geri döndüklerinde oyunlar zorlaşmış, insanlar daha da hırslanmıştır. 45 milyar won para ödülünü sadece bir kişi alacaktır. Fred'un 'ıd' kavramı önümde duruyordu resmen. Saldırganlık, içgüdüsel hareketler... Hayatta kalmak... Tüm bu saydıklarımı dizide rahatça görebilirsiniz. Dikkatinizi çekecek bir nokta söyleyeceğim şimdi. Oyuncuların kaldığı yatakhanenin duvarlarında oyunlar bize şekil olarak gösteriliyor. Halat çekme, misket ve diğerleri...
Dizide gıcık olduğum bir karakter vardı. Son bölüm öldüğünde gram üzülmedim. Zeki, okumuş etmiş ama sinsi... Şeker kalıbı oyununda Seong'a bile isteye yardım etmedi, hem de çocukluk arkadaşı olacaktı, yazık. Sonra misket oyununda Ali'yi kandırdı. Kendisinin sondan bir önceki bölümde güzelim kızı bıçakladığını da unutmadım.
Bir de yaşlı bey amcamız var. Misket oyununda ölen (final bölümünde anlıyoruz ki ölmemiş ve bu oyunları o ayarlamış) amca, çocukluğunda eğlenemediği için ölmeye yakın eğlenmek istemiş. Bir bölümde kendisi altına kaçırdığı için ceketini veren Seong'a "Ceketini al, ceketsiz olursan seni küçümserler" demesi aslında bir göndermeydi bana göre. "Ceketi olana adam gözüyle bakarlar, büyüklük göstergesidir" alt metni yatıyordu cümlenin altında.
Bütün bu yarışmalardan canlı çıkan tabii ki baş kahramanımız Seong. 9. bölümde yani final bölümünün sonunda uçağa binerken geri dönmesi bize bu hikayenin daha bitmediğini gösteriyor gibiydi. 2. sezon gelir mi bilinmez. Gelse de bu kadar sürükleyici olur mu bilemiyorum. Bakacağız...
1 note
·
View note
Text
Selam! Bu yazım fazla uzun olacak. Size iyi okumalar. Yeni dizi Squid Game'i izlediniz mi? İzlemediyseniz baştan söylemem gerek. Benden spoiler yeme ihtimaliniz çok fazla🤭. Ayrıca karakterlerin adlarını aklımda tutamadığım için kusura bakmayın. Ezberleyemedim✌🏼.
Diziyi bir günde bitirdim. Acayip fazla sardı. Bu dizi benim izlediğim ilk kore yapımı bir içerikti. Açıkçası çok şaşırdım. Çünkü kore yapımlarını bu kadar güzel olduğunu tahmin etmiyordum. Ve kesinlikle daha çok kore yapımı dizi ve filmler izleyeceğime söz veriyorum.
Dizi şu anlık bir sezondan oluşuyor ve Netflix'te yayınlanıyor. Acilen ikinci sezonu da gelmeli! Dizinin konusuna bayıldım. Konusu geçim sıkıntısı çeken yüzlerce oyuncuyu çocuk oyunlarını oynamaları için davet ederler. Herkes daveti kabul eder ama kimsenin bilmediği bir şey vardı. Her oyun sonrası oyunu geçemeyenler ölüyordu. Oyuncular bunu öğrendikten sonra hayatta kalmaları için her şeyi yaparlar.
Dizi çok kısa bir süre içerisinde inanılmaz derece popüler oldu. Normalde bu tarz bir dizi izlemeye başlasam hemen derdim ki 'Çok belli, bu yarışmayı kazanan ana karakter olacak.' ama asla öyle olmadı. Aksine yarışmayı kim kazanacak çözemedim. Herkes kazanır gibi geldi. Ama tabi kii ana karakterimiz kazandı.
İlk beş bölüme kadar yaşlı amca en sevdiğim karakter oldu. Ama beşinci bölümde öldü. Beşinci bölüm asla beklemediğim şekilde gerçekleşti. Tüm oyuncular ve ,bence, tüm izleyiciler çok şaşırdılar. Bu bölümde asla beklemediğim kişiler öldü. Ama ben en çok yaşlı amcamın ölmesine üzüldüm. Ama boşuna üzülmüşüm.
Beşinci bölümden sonra her şey beklemediğim şekilde gerçekleşti. Oyun için oyuncular getirilirken bir polis, kardeşini bulmak için kaçak olarak yarışmaya girdi ve kırmızı kıyafetli, maskeli birinin yerine geçti -kırmızı ve maviyi birazdan anlatacağım-. Bu polisin kesinlikle yakalanmasını bekliyordum. Ama yakalanmadı. İnanılmaz cesur davrandığı için yaşlı amcadan sonra favori karakterim oldu. Ama ne yazık ki bulmaya çalıştığı kardeşi tarafından öldürüldü. Neden bilmiyorum ama sevdiğim tüm karakterler ölüyor. Bu durumdan çok mutusuzum....
Gelelim kırmızı ve mavi teorimime. Mavi renk yarışmacıları temsil ediyor. Yarışmacıları davet edilirlen bir oyun oynuyorlar. Orada her oyuncu -birbirlerini görmeden- mavi rengini seçiyorlar. Ve oyun başladıklarında oyuncu olarak başlıyorlar. Peki kırmızı? Kırmızı ise oyunları hazırlayan, yöneten, denetleyen -ne desem bilemedim- maskeli adamları temsil ediyor. Buraya kadar her şey normal. Ama ya davet edilen oyunculardan birileri mavi yerine kırmızıyı seçselerdi? O zaman maskeli adamlardan mı olacaklardı? Bence öyle olacaklardı.
Oyunda 456 yarışmacı vardı. Tüm oyunlar içerisinde 455 yarışmacı öldü. Ve kalan ana karakterimiz yüklü miktarda paranın sahibi oldu. Anlayacağınız sevdiğim çoğu karakterler öldü. Ama benim içimde hâlâ bir umut parçacığı var. Bence ölmediler. Ya da ben ölmemelerini istiyorum. Ama ölmediklerini umuyorum. Yani biraz salakça ama olsun.
Ölmediklerini düşünmem ise yaşlı amcam. Ben o öldü diye ağlayım. Ama o ölmemiş olsun. Son bölümde tekrardan onunla karşılaşıyoruz. Ve ölmemiş fakat cihazlara bağlı. Ana karakterimiz ile yaşlı amcamız arasında oyunun ilk gününden beri bir bağ var. Son bölümde ölmeyip parayı kazanan ana karakterimize bir mesaj gidiyor. Gönderilen adrese gidiyor. Ve orada yaşlı amcayla karşılaşıyorlar. Asıl oyunun kurucusu kimmiş peki? Yaşlı amca! -Neden oyuna girdiğini öğrenmek için diziyi izleyin- İşte tam da o ân içimdeki yaşlı amca sevgisi öldü arkadaşlar. Gerçekten öldü.
Her neyse çok fazla yazdım. Bu kadar yeter bence. Kısaca dizi hakkında düşüncelerim bunlar. Dediğim gibi acilen ikinci sezon gelmeli! Bence diziyi izleyin ve izlettirin. Kesinlikle bayılacaksınız. Hatta 'O dizi kore dizisi ben izlemem.' diyenlerin ağızlarına çakın bir tane. Çünkü dizi Netflix'te yer alan bir sürü diziden daha güzeldi. Umarım beğenmişsinizdir. Hepinize bol öpücükler! Sevgiyle kalın! Mutlu olun çünkü bunu hakediyorsunuz! <3
1 note
·
View note
Text
Gizli Bir Yerim Var
Baba dur yapma, ne olur baba! baba yapma! ne olur dur! Babaaa!
Evimiz dededen kalma gecekonduydu. Babam annemle zoraki evlenince yanına bitişik bir gecekondu daha dikmiş, böylelikle babaannemin ekmeğine bal kaymak sürmüş. Eklenme ev olunca ev yapısı da biraz değişikti sanırım. Gözünüzde canlansın diye tarif etmeye çalışacağım. Giriş kocaman bir hol gibi oturma odasıydı, giriş kapısının hemen sağ tarafında ranzamız vardı abim ve benim uyuduğum, ranzanın yanında soba. Odada ranza dışında sadece bir çekyat ve halı. Giriş kapısının sol tarafında manasız büyük ve girişimizin yasak olduğu salon vardı. Belki ben çok küçüktüm 6 yaşlarında falandım bana çok büyük geliyordu. Tabi birde çocuk olunca yasak alan cazibesi gözümde çok büyüttüğüm de yerdi orası. Sobanın yan tarafında bir kapı annemlerin yatak odası, onun yanında diğer kapı mutfak kocaman yine çocuk gözüyle. Mutfaktan bir kapı, bir oda büyüklüğünde banyo. Banyo da merdaneli çamaşır makinesi bir cam ve boşluk o boşlukta banyo yapılıyor. Banyodan bir kapı daha tuvalet...
Babam bir hışım eve girdi. Geliş gidiş saatleri belli olmazdı. Bazen hiç gelmezdi... Ne olduğunu anlayamadan annemi çok şiddetli, gaddarca, acımasızca dövmeye başladı. Hangi ara kendimce en uzak noktaya güvenli alana gitmiştim hatırlamıyorum. Banyonun kapısının arkasına saklanıp ellerim kafamda kendimce yüzümü kafamı kapatıyorum saklanıyorum ama çok korkuyorum! Annemin acı çığlıkları, babamın anneme küfürleri ve dayak sesleri... Korkuyorum... Çok korkuyorum. İki elimle diz çökmüş kendimi sakladığımı sanarak hiç durmadan bağırıyorum. Baba dur yapma, ne olur baba! baba yapma! ne olur dur! Babaaa! Baba ne olur dövme!
Yakalandım...
Baba saçlarım acıyor, baba kafam acıyor! Baba ne olur yapma diye çığlıklar atarken kendimi saçlarımdan kaldırılıp camdan fırlatılmış buldum. Babam beni sokağa mı attı? Çocukluk daha neler neler geçiyor kafamdan. Evden sesler gümbür gümbür. Abime geçmiş sıra... Kıpırdayamıyorum, korkuyorum. Ya abime bişey olursa? Ya annem ölürse? Ben ne yaparım? Babannem beni sevmez ki, fışkı der bana sadece. Halalarım alır belki beni. Ama onların da çocukları var, alamazlar ki. Ahh amcam! belki beni o alır bana hep o bakar, beni çok sever canım amcam.
Abimin çığlıkları kulağımda çınlıyor. Annemin sesi yok! Öldü mü şimdi annem? Ve tanımadığım bir ses bişeyler diyor. Kafamı kaldırdım bir kadın tanıyorum ama tanımıyorum hissiyatı, bişeyler diyor. Düşünüyorum da aslında öyle travmalar yaratmış ki bunlar bende her detayı hatırlıyorum her düşündüğümde o anı yeniden yaşar gibi.Başımda dikilen kadın ahh yazık diyor. Sizin evden sürekli çığlıklar ve dayak sesleri geliyor diyor. Hayır ilk defa oldu başka evdir diyorum çok utanarak nedense.
Annem ölmemiş ağlama sesi geliyor. İçimde garip bir sevinç, fırlıyorum babamın beni fırlatıp attığı yerden. Evin kapısına arkaya koşuyorum, giremiyorum içeri ya beni döverse! Annem ağlıyor babama yalvarıyor dursun yapmasın diye. Babamdan sadece yüksek sesli küfürler duyuyorum. Saklandım yine! Benim bahçede gizli yerim var. Beni kimse orada bulup zarar veremez ki. Kapının önündeki kocaman kiraz ağacı. Ne kadar büyük olabilir bir kiraz ağacı? Çok büyük ben en tepesine tırmanıyorum kimse beni bulamaz ki orda. Çıktı en sonunda... Küfür ederek babaannemin evine doğru gidiyor. Beni görmedi. Söylemiştim size benim gizli yerim var kimse beni bulamaz diye. İnmeli miyim artık? hayır ya geri dönerse eve ve beni de döverse? Ama annem ve abim? İniyorum çok sessiz, usulca. Kapıyı açıyorum ve her yer duvarlar, yerler, annemin ağzı burnu, abimin yüzü gözü kan! Birbirlerine sarılmış ağlıyorlar. Aslında çok alışkın olmam gereken manzarayı görüyorum ama yine de donakalıyorum. Ne yapmalıyım şimdi? Ağlıyorum tabi ki sessizce, çaresizce. Anneme, abime dokunmaya korkuyorum, ya daha fazla canları acırsa? Kan var her yerde.... Ve ben çok korkuyorum...
Babamın sesi geliyor. Babaannemle beraber eve doğru geliyorlar! Ne yapıcam ben şimdi? Ranza! Altına saklanıyorum. Babam küfür etmeye devam ediyor... Annem ne olduğunu anlamaya çalışıyor sanırım. Yine neden dayak yedik? Bir sonra ki blog yazımda görüşmek üzere.
Sağlıkla kalın...
Bir Psikopatın Kızı...
1 note
·
View note
Text
Heavenly Blessing - 57. Bölüm
Mega // MangaTr
Bölüm 57: Geçmiş Arayışı, TaiCang Dağına Dek Geri Dönmek
Xie Lian kenara çekilerek nesneden kaçındı. İlk başta kırılmış bir dal veya bir yuva olduğunu sanmıştı ama yakından bakınca eskiden ne olduğu anlaşılamayacak kadar çürümüş ve paslanmış bir tahta parçası olduğunu fark etti, her iki yanında zincirler vardı. Başka birisi olsa ne olduğu bilmeyebilirdi ama Xie Lian anında onun bir salıncak olduğunu anlamıştı.
TaiCang Dağında her yerde salıncaklar vardı, hem eğlence hem de eğitim için kullanılıyorlardı. Xie Lian’ın daha hatırlayabilecek kadar yeni büyüdüğü günlerde, bir keresinde ailesiyle birlikte dua etmek için Kutsal Kraliyet Köşküne gelmişti ve bir grup genç aceminin salıncaklarda dövüştüğünü, döndüğünü, çırpındığını görmüştü. Heyecan verici bir sahneydi; kral ve kraliçe beğenmişti, ve Xie Lian ellerini ağzına götürerek takdirini bağırmıştı. Kral ve kraliçe o kadar memnun olmuştu ki genç acemilere oldukça büyük bir ödül vermiş ve o günden sonra kendini geliştirmek Xie Lian için eğlenceli ve harika bir şey olarak Xie Lian’ın kalbinin derinliklerinde yer etmişti. Ancak sonraki senelerde resmi bir şekilde kendini geliştirmek için bir sekte katıldığı zaman işin eğlenceli kısmı kaybolmuştu.
Bir süre dinlendikten sonra Xie Lian tırmanmaya devam etti. Yukarı çıktıkça çalılar daha da kalınlaşıyordu ve sık sık kemirgenler yanından geçerek kabarık bir kuyruğun gölgesini ona gösteriyorlardı. Ağaçlarda dolaşan sincaplar da vardı, kozalaklarını dişlerken davetsiz misafiri gözlüyorlardı.
Dikenler yolunu kesti, kıyafetlerini ve uzuvlarını yırtıyorlardı ama Xie Lian fark etmedi bile. En sonunda Veliaht Prens Zirvesine ulaşmıştı.
Elbette ilk adı Veliaht Prens Zirvesi değildi, ama Veliaht Prens Tapınağı inşa edildikten sonra isim değiştirmişti. Çalıların ve otların arasında, hala çakıllı yeşil yerler bir yerlerde görülebiliyordu, geniş, yanmış bir temelin gizlendiğinin izleriydi. Bir zamanlar bir tapınağın temeliydi. Üzerinden geçerken, molozlar ve kalıntıların, cam parçalarının arasında, kırılmış eski bir kuyu vardı.
Yukarıdan dibine bakarken oldukça uzun bir zaman önce kuruduğunu söylemek kolaydı; dibi sadece birkaç metre derindeydi, çamur görünebiliyordu. Xie Lian tereddüt etmeden bacaklarını çaprazladı ve aşağıya atladı.
Çamurlu zemine çarpmadı, onun yerine illüzyonun içinden geçti ve birkaç metre sonra sert bir zemine indi.
Etrafı o kadar karanlıktı ki ellerini görebilmek için kolunu kaldırması gerekirdi. Başını çevirerek yukarıya baktı, gün ışığı da sanki kalın bir kumaşla sarınmış gibi görünmüyordu. Xie Lian kuyunun dibinde birkaç tuğlaya dokunduktan sonra belli bir sırayla bastırmaya başladı. Bir gürültüyle birlikte kenarda küçük bir kapı açıldı. Xie Lian yere çömeldi ve yavaşça küçük kapının açtığı patikada emeklemeye başladı. İçeri girdiği zaman bir gürültü daha duyuldu, kapı kapanmıştı. Birkaç dakika sonra en sonunda tünelin ucuna ulaşmıştı. Xie Lian ayağa kalktı ve sırtını dikleştirdi, parmaklarını şıklatarak küçük bir ateş parçası yarattı.
O küçük ışık alev aldığında, sanki karşılık vermek istercesine yakın bir mesafeden sanki derin uykusundan uyanmış, parlak gözlerini açan bir inci gibi başka bir soluk ışık belirdi.
Kısa bir süre sonra başka inciler de yandı, yayılarak bir yeraltı sarayının Büyük Salonu her an daha berrak bir şekilde aydınlatmaya başladılar. Büyük Salonun üzeri binlerce parlak yıldızlarla bezenmişti.
Antik Xian Le Krallığının, İmparatorluk Mezarlığının TaiCang Dağının yanmış topraklarının altında gizlendiğini hayal etmek güçtü. O parlak yıldızlar gece incileriydi ve tavana elmaslar işlenmişti; gece incileri ışıkla aydınlanırken elmaslar da onları yansıtıyordu. Yolları kesiştiği zaman, parlaklıkları bir rüya kadar büyüleyiciydi. Sanki yerin altında minik bir samanyolu vardı.
Gece incileri ve elmaslar paha biçilemezdi; her biri tüm bir hayatı refah içinde geçirmeye yetecek kadar değerliydi. Ancak Xie Lian onları bir kez bile dönüp bakmadı ve doğrudan Büyük Salona ilerledi, en sonundaki türbeye girdi.
Büyük Salona kıyasla bu türbe fazlasıyla sadeydi, çünkü oda tamamlanamamıştı, bu yüzden görkemli dekorlar yoktu, sadece iki tabut vardı. İki tabutun ortasında müsrif giysilere bürünmüş, yüzünde altın bir maskeyle kılıcını ona uzatmış, çarpıcı ve etkileyici birisi vardı.
Ancak, bu kişi olduğu yerde duruyor ve hiç hareket etmiyordu. Xie Lian yaklaştı, kendi işine bakarak o kişiye ikinci bir bakış atmadı. Xie Lian altın maskenin altında bir yüz olmadığını biliyordu, o müsrif giysilerin altında hiç kimse yoktu. Sadece kurumuş samanlarla doldurulmuş boş bir yığındı.
Uzun zamandır bu zarif giysiler ve maske onun yerine tek başına tabutların başında bekliyordu. Tabutların başlarında altın tabaklar vardı ama tabakların içindekiler berbat bir haldeydi: meyveler kurumuş ve çekirdeğine dek buruşmuştu ve kararmış, çürümüş, ne olduğu anlaşılamayan sert parçalara dönüşmüşlerdi. Xie Lian içeri girdikten sonra onları temizledi ve bir kenara attı. Ceplerini ve kol yenlerini karıştırdı. Normalde yanında yarı yenmiş bir çörek vardı ama onu Hua Cheng’e verdiği için elinde artık hiçbir şey yoktu. Bu yüzden konuştu. “Baba, anne, çok özür dilerim. Ziyaret ederken yanımda hiçbir şey getirmedim.”
Doğal olarak ona kimse cevap vermedi. Bu yüzden Xie Lian yavaşça oturdu ve tabutlardan birine yaslandı.
Bir süre dalıp gittikten sonra tekrar konuştu. “Anne, Qi Rong’u gördüm.
“Qi Rong ölmemiş, bir iblis olmuş. Geçen yüzlerce yılda nasıl hayatta kaldı bilmiyorum.”
Xie Lian başını iki yana salladı. “O bir sürü insanı… öldürdü ve şimdi peşinde onu öldürmek isteyenler var. Cennette onu affetmeyecektir. Aaah, sahiden onunla ne yapacağımı bilmiyorum.”
Bir şeyler daha söylemek istiyordu ama aniden, oldukça yakın bir yerden, hafif bir inlemenin sesi yükseldi.
Xie Lian dondu, yüz ifadesi aniden değişmişti.
Yakından dinledi, yanılmamıştı. Sahiden bir ağlama sesiydi. Kısık, yumuşak bir sesti ve eğer dikkatle dinlemese fark edemeyebilirdi. Ses tizdi, ya bir çocuğa ya da bir kadına aitti.
Ses yakından geliyordu, sanki aralarında sadece ince bir duvar vardı, çok yakınlarından çınlıyordu. Xie Lian başını aniden çevirdi ve en sonunda doğruladı – ses yaslanmakta olduğu tabuttan geliyordu!
Şok içinde farkında olmadan sesi bilinçsiz bir neşe içeriyordu. “Anne, sen misin?!”
Ancak Xie Lian hemen kendine geldi, çaresizce ümit ettiği şeyin asla gerçek olamayacağını biliyordu. Annesi sekiz yüz yıl önce ölmüştü, işkence çekmemiş ve asla intikam peşinde bir hayalet olarak doğmamıştı. Duyduğu ağlama sesleri de umutsuzluktan değil korkundandı.
Tam olarak bu sırada, kim annesinin tabutuna saklanmış ağlıyor olabilirdi ki?!
Xie Lian bir saniye daha dayanamayacaktı, sol eliyle tabutun kapağını açtı, sağ elinde Fang Xin’le saldırmaya hazırdı. Ama içeride ne olduğunu gördüğü anda kılıcı donakaldı.
Tabutun içinde, tek başına, narin, siyah giysilere bürünmüş, yüzü kapalı birisi vardı.
İçeride olabilecek tek kişi annesiydi, ama tabutun içindeki kesinlikle o değildi. Küçük ve kısaydı, bedeni tümüyle farklıydı ve en önemlisi titriyordu – içeride gerçek, canlı bir insan vardı!
Xie Lian yüzünü açtı. Kumaş parçasının altında küçük bir çocuğun yüzü vardı!
Bir an için hareket edemedi. Ardından çocuğu tuttu ve kaldırdı, sesi şaşkınlıkla doluydu ve paniklemişti. “Annem nerede? ANNEM NEREDE?! ANNEMİN BEDENİNE NE YAPTIN??”
Her ne kadar üzerindeki siyah giysi sıradan bir şeye benzemiyor olsa da, gerçekte inanılmaz nadir bir böceğin yaptığı ipekten üretilmişti. İpek küçük yabancı bir ulusun adağıydı ve bir ustanın elinde karmaşık bir şekilde dokunmuştu. İçinde hoş kokulu bitkisel çantalar vardı ve tabuta mühürlenmişlerdi, böylece içerideki beden binlerce yıl boyunca korunacak ve ölü olan hala canlıların diyarındaymış gibi görünecekti. Ancak o anda, siyah giysi çocuğun üzerindeydi, o zaman annesinin bedeni nereye gitmişti? Şu anda ne durumdaydı?
Xie Lian’ın daha fazla düşünmeye cesareti yoktu ve alabileceği tek cevap elindeki bu bilinmeyen çocuktaydı. “Annem nerede? Sen kimsin? Neden buradasın? Annemin bedenine ne yaptın??”
Ama gözyaşlarına boğulmuş bir çocuk nasıl onun sorularını cevaplayabilirdi? O kadar korkuyordu ki konuşamıyordu bile. Xie Lian onu tabuttan çıkarttı ve hareket ettiği anda siyah giysilerden dökülen kül rengi beyaz tozları fark etti.
Yüzü kağıt kadar beyazladı, tabuta baktığı zaman içinin de beyaz tozdan ince bir tabakayla kaplandığını fark etti. Dünya etrafında döndü ve Xie Lian’ın kalbi bir an için durdu. Tutuşu gevşeyince çocuk serbest kaldı ve kendisi tabutun önünde diz çöktü, uyuşmuştu.
O toza eliyle dokunmaya cüret edemiyordu, ama tütsü külleri gibi rüzgarla dağılırlarken sadece oturup bakamazdı da. Her ne kadar inkar etse de içten içe biliyordu.
Zorla gömü giysilerini kaldırdı anda, sekiz yüz yıl önce ölmüş bir cesede başka ne olabilirdi?
Xie Lian’ın zihni bir kaosa kapılmıştı, düşünemiyordu; başını ellerinin arasında aldı, kulakları çınlıyordu. Tam bu sırada sırtı gerildi, iç güdüleri arkasında bir hançerin olduğunu söylüyordu ve başını çevirdiği anda, elleri de bir yıldırım kadar hızlıydı ve yakaladı, çıplak elleriyle bıçağı yakalamıştı. Arkasındaki birisi onu bıçaklamaya çalışmıştı ve bu kişi bir saman yığınıydı!
Görünüşe göre uzun zaman önce içeriye birisi sızmıştı, kendisini görkemli giysilerle sarmış ve maske takmıştı, cansız bir ahşap parçası kılığına girerek sessizce onu bekliyordu. Yüksek bir çınlama sesi yankılandı ve Xie Lian o bıçağı çıplak elleriyle ikiye böldü, avucundan kanlar fışkırırken yüz ifadesi değişmemişti bile. Bir an sonra bacağını kaldırdı ve karşısındaki kişinin karnını tekmeledi, sertçe yere düşmüştü. Göğsüne sertçe basılınca, yerdeki kişi çizmesini yakaladı ve mücadele etti ama yere çivilenmişken hareket edemiyordu. Xie Lian eğildi ve bir eliyle altın maskeyi çekti, altındaki genç adamın yüzü ortaya çıkmıştı. Xie Lian bağırdı. “Sen kimsin?? Mezar hırsızı mı?? İçeriye nasıl girdin???”
Tam bu sırada çocuk ağladı. “Baba!”
Ağlamasıyla Xie Lian hatırladı. Bu çocuk ve adam ona tanıdık gelmişlerdi – Yeşil Cin’in ininde Qi Rong’un neredeyse pişirip yemek üzere baba oğul değiller miydi?!
Xie Lian saniyesinde olan biteni anlamıştı ve yumruğunu bir yıldırım gibi adamın çenesine indirirken gürledi. “QI RONG, DEFOL GİT! SENİ ÖLDÜRECEĞİM!!!”
Adam güldü ve kan tükürdü. “Kuzenim veliaht prens! Ne hoş bir tesadüf! Yine karşılaştık! Hahahaha!”
Her ne kadar yüzü farklı olsa da böylesine hasta bir kahkaha Qi Rong’dan başka kime ait olabilirdi? Bedeni yok olduğu zaman, genç babanın bedenini ele geçirmişti!
Başka açıklamaya gerek yoktu ama bedeni Lang Qian Qiu tarafından kazana atılıp eridiği zaman ondan kurtulmak için herkes kaçarken genç adamın bedenini ele geçirmiş ve Xian Le’nin İmparatorluk Mezarına gelmiş olmalıydı. Yoksa, sıradan bir insan Xian Le kraliyetinin mezarlığını nereden bilebilirdi? Ayrıca bu kadar kısa bir süre içerisinde nasıl gelebilirdi?
Yanında getirdiği çocuk belki de sadece bir yemekti veya belki de Xie Lian’ın dikkatini dağıtmak ve arkadan saldırmak için getirip tabuta saklamıştı. Qi Rong yüzüne dokundu, Xie Lian’ın yumruğu sanki yanlış bir şeymiş gibi bakıyordu ve bağırdı. “Kuzen neden bu kadar kızdın? Seni bıçaklasam ölecektin sanki, hehehehhehe!”
‘Pat, pat’ ve Xie Lian ona iki yumruk daha indirmişti, gözlerinin kenarları kızarmıştı. “Annem sana nasıl davranırdı? Ve sen ona ne yaptın?! Nasıl, ona, nasıl – ?!!”
Qi Rong homurdandı. “Teyzem uzun zaman önce öldü. Artık yaşamıyor, bedenle küllerin ne farkı var? Cesedi sadece değişti, hala orada değil mi? Gelmiş sen de ağlıyor ve burnunu çekiyorsun, An Le’yi öldürürken çok serttin ama? Canım kuzenimin bu kadar iki yüzlü olduğuna inanamıyorum, hehe!” yüzü bir anda değişti ve tükürdü. “Ona nasıl mı böyle davranırım? Suç sende! Hatalarını düşünüyor musun hiç? Hepsi senin hatan! Sen Şanssızlık Tanrısının, Xian Le’nin soylu mezarlığına gelip ağlamaya yüzün var mı?!”
Xie Lian tekrar sert bir yumruk attı ve Qi Rong çığlık attı, ağzından kanlar damlıyordu ama hala heyecanlı görünüyordu, iki eliyle birden çoktan kanlarla kaplanmış çizmeye tutunmaya devam ederken uluyordu. “EVET! EVET DOĞRU! AYNEN BÖYLE! SEN BUSUN İŞTE! DÖVÜŞ, DÖVÜŞ, ÖLDÜR, ACIMADAN VUR! GADDARCA ÖLDÜR! Ağza alınmaz bir günahla yıkılmışsın gibi yüzünde aziz bir ifadeyle bana bakma! İğrenç! ARH!”
Çocuk sürünerek yanlarına geldi ve mücadele etti. “Aaah! Baba! Baba iyi misin!” Neler olduğunu anlamıyordu, tek bildiği şey babasının üzerine basıldığıydı. Onun bakış açısına göre Xie Lian vahşi bir iblisti ama babasını kaybetmekten de çok korkuyordu, olduğu yerde duramazdı bu yüzden babasının göğsündeki çizmeyi çekmeye çalışmıştı. O genç adam kan kusmayı bırakmadığı için çocuk ölümüne korkmuştu ve sanki kanamayı durdurabilirmiş gibi elleriyle babasının ağzını kapatmaya çalıştı. Bunu görünce Xie Lian sakinleşti, bedenin gerçek sahibinin masum olduğunu fark etmişti ve ayağını hafifçe çekti. Fang Xin’in ucunu yere çevirerek Qi Rong’n yanağını dürttü ve ne cevap alacağını bile bile konuştu. “Qi Rong, cehenneme tek başına git. Dilinin ucundan ruhunu almam sanma!”
Teknik olarak bir başkasının dilini kökünden çıkartınca, kişi kesinlikle musallat olmuş olan ruhu da beraberinde çekebilirdi. Qi Rong alayla haykırdı. “Yapmayacağım! Defolup gitmeyeceğim! Ne yapacaksın? Hadi, çeksene! Gel, gel gel, beni öldürecek misin? Gerçekten ölebilirim, bence fırsatı tepme, yoksa tüm hayatın boyunca benim küllerimi bulamayacaksın!”
Bilerek dilini bile çıkarttı, sanki Xie Lian’ın tehdidini yerine getirmesini ve o kanlı yöntemi kullanarak etten bedeninden ruhunu çekmesini beklemeye dayanamıyormuş gibiydi. Hakaretler yağdırdı. “Ele geçirdiğim kişi önemli birisi değil zaten, neden yapmıyorsun? Kimse öğrenemez, kimse umursamaz, ekselanslarının kutsal ışıltısına zarar da gelmez. Bak! Anneni küle çevirdim, beni öldürmeyecek misin? Hahahahaha…”
Çocuk Xie Lian’ın çizmesini bırakamıyordu bu yüzden bacağına asılarak daha da ağlamaya başladı. “Babamı öldürme! Babacığımı öldürme!”
Xie Lian’ın nefesleri gittikçe sıkışıyordu, başı dönüyor, tüm bedeni titriyor ve elleri Qi Rong’un kafasını parçalamak için kaşınıyordu, ama yapamazdı. Qi Rong ellerini açtı. “Hahahaha, kuzen veliaht prens, nasıl bir hayal kırıklığısın, başarısızlık örneğisin!”
Xie Lian onu yerden aldı, yumruğunu kaldırdı ve bir dizi yumruk Qi Rong’un yüzüne yağmur gibi indi, her yumruğunda bağırıyordu. “KAPA ÇENENİ! KAPA ÇENENİ! KAPA ÇENENİ!”
Ama o ne kadar sinirlenirse Qi Rong o kadar mutlu oluyordu. İkisini aynı cehenneme çekebilmesiyle, Qi Rong mest olmuştu, gözleri ışıl ışıldı. “Gördün mü! Bu senin gerçek yüzün! Kuzen veliaht prens, seni bu dünyadan benden daha iyi kim tanıyabilir? Herkesin kafasına basabileceği zavallı, boğulmuş bir köpek gibi görünebilirsin, ama ben biliyorum. İçten içe hala gururlusun; başkalarının sana hayal kırıklığı demesine dayanamıyorsun! Öyle dediğim için benden nefret ediyor olmalısın! Kalbini kanatacak kadar yaralayabildim mi? Hadi! Gel! Yoksa bana bu beden masum olduğu için, onu korumak adına beni öldürmeyeceğini mi söyleyeceksin? Gel! Bana ne yapacağını göster!”
Kendini beğenmiş, deli kahkahalarla birlikte böyle bir kışkırtmaya Xie Lian daha fazla dayanamadı.
Bir çınlama sesiyle Fang Xin kınından çıktı.
Bir ışık parlamasıyla, meşum siyah kılıç aşağıya indi!
Birinci Kitabın Sonu
Çevirmen: Nynaeve
140 notes
·
View notes
Text
Bilenler bilir ama bilmeyenler için sürgün, hasretlik ve mültecilikle geçen bir ömürden, gerçek bir hayat hikayesinden, 50 yıllık bir özlemden "Seyad ile Zulfînaz"dan bahsetmek isterim sizlere...
Erivan Radyosu'nun değerli dengbêjlerinden biri de Seyadê Şamê'dir. Seyadê Şamê'nin trajik yaşamını çok fazla bilenimiz yok. Fakat onun Erivan Radyosu'na gelmesi ve sesini topluma yayması çok büyük acılar pahasına ulaşmıştır.
Kendisi Doğubayazıtlı ve 1922 doğumludur. Seyad 1940'ta, bazı kaynaklara göre 42 yılında ticaret yapmak için İran'a geçmek isterken sınırda yakalanır ve Erzurum'da cezaevine konulur. Tutuklu olduğu süre içerisinde ailesi de Çorum'a sürgün edilir. Seyad cezaevinden çıktıktan sonra Çorum'a ailesinin yanına gider.
Tam da bu dönemde sevdiği kız Zulfînaz'la birbirlerine başkasıyla evlenmeyeceklerine dair söz verirler. Bir süre sonra Zulfînaz'ı Seyad'a isterler ve düğün yapılır. Evliliklerinin üzerinden 6 ay geçmeden bekoların "casusluk" şikayeti üzerine Seyad tekrar Erzurum Cezaevi'ne konur.
Erzurum Cezaevi'nde askerlik yapan Bazid'li bir Asker de var. Ara sıra görüşmeleri de olur. Arkadaşlıkları ilerler. Seyadê Şamê üç yıl cezaevinde kaldıktan sonra Bazid'li askerin temin ettiği eye ile hücre penceresinin demir parmaklıklarını keserek cezaevinden firar eder.
1944 (45) yılı kışında günlerce yürüyerek Erzurum'dan Türkiye sınırını aşıp İran'a geçer. Bir süre sonra Sovyetler Birliği İran'dan geri çekilirken orada yaşayan bir çok pasaportsuz, kimliksiz insanı beraberinde Sovyetler Birliği'ne götürür. Seyadê Şamê de bu gidenlerin içindedir
Seyadê Şamê oraya gittikten sonra, Sovyetler Birliği'nin vatandaşı olur. Burada da 'casus' ithamıyla tutuklanır ve uzun yıllar kamplarda kalacağı Sibirya'ya gönderilir. Dile kolay tam 11 sene.
Stalin'in ölümünden sonra çıkarılan bir af ile Ermenistan'ın başkenti Erivan'a yerleşir. Bir arkadaşının önerisiyle, uzun yıllar Erivan Radyosu'nun Kürtçe bölümünde ses sanatçısı olarak çalışır.
Bir süre sonra akrabalarından biri radyodan sesini duyar ve büyük bir heyecanla ailesine haber verir; "Seyad ölmemiş, yaşıyor" diye bağırır.
Seyad'ın ailesi büyük bir coşku ve sevinçle radyoda onu dinler. Bir süre sonra kardeşi Erivan'a gider ve görüşürler. Seyad baba evine Doğubayazıt'a geldiğinde sene 1991'dir. Büyük bir heyecan ve coşku vardır. Tanıdıkları olur, tanımadıklarıyla tanıştırılır.
Seyad'ın dikkatini sırtını duvara yaslamış yaşlı bir kadın çeker
"Bu anne kimdir? Tanıyamadım" der. “Ev dayîk kî ye? Min ew nas nekir”
Evi yanmayasıya! Zulfînaz'dır, eşindir ve hala seni beklemektedir
“Mala te neşewitiyo! Ew Zulfînaz e, dergîstîya te ye û hîn jî li benda te ye
Zulfînaz 49 yıl boyunca Seyad'ı bekler ancak Seyad evlenmiş ve çocuk sahibi olmuştur. Seyad utancından başını kaldıramaz ve Zulfînaz'ın yüzüne bakamaz. Erivan'a tekrar döner. İki ay sonra ailesine bir mektup gelir, Seyad ölmüştür.
Zulfînaz için kaleme aldığı ve yürek dağlayan sesiyle dile getirdiği şarkı çoktan klasikler arasında yerini almıştır.
Esmer eman eman
Dîlber eman delalê yeman
Çi kulîlka dora çeman
Xelk zewicî ez û tu man
derleme
25 notes
·
View notes
Text
Atatürk’ün sandalına takılıp yüzen veletlerden biriydim
En çok fırça yediğim ve bir o kadar da keyif aldığım röportajlardan biriydi bu haftaki. Bütün ezberleri bozan, bunu sadece söyledikleriyle değil, hayatıyla da ortaya koyan, kendisini asla bir sanatçı olarak görmeyen dünya çapında bir sanatçıyla karşılıklı üç saat geçirdim. Değil üç saat, üç gün anlatsa yine nefes almadan dinlerdim. O yüzden de lafı hiç uzatmadan sözü ona, sanatın simyacısı Ara Usta’ya bırakıyorum...
Ara Abi sen kim bilir şimdi neler anlatacaksın da ben nereden başlayacağımı bilemiyorum...
- O zaman ne demeye gelip karşıma oturdun ulan!
Dakika 1 Gol 1! Ne soracağımı da unuttum. Bari gazetecilik ezberinden gidelim; çocukluğunuzdan başlarsak efendim.
- Bir yaz günüymüş, 16 Ağustos perşembe... Anamın sancıları tutmuş ve altıyı çeyrek geçe de ben doğmuşum. O günden bugüne kadar da yaşıyoruz işte.
Allah daha çok ömür versin. Anne babandan bahsedelim mi biraz?
- Babam aslen Şebinkarahisarlı, annemse İstanbullu. İkisi de Ermeni. Dedemin yalnız Kadıköy’de altı tane evi vardı, o yüzden annemlerin İstanbul’da tam nerede oturduğunu bilmiyorum.
Annen zengin bir ailenin kızı yani...
- Evet öyleydiler.
Peki ya baba tarafı?
- Baba tarafında kimse yoktu ki! 1915 Ermeni Tehciri sırasında sürüldükten sonra bir daha ailesinden haber alamamış. Kalmış mı adam yetim! Bizimkini yatılı Ermeni mektebine yollamışlar da o yüzden ölmemiş. O mektebe gitmese, bunu da öldüreceklerdi. Büyük facialar vardır bu memlekette! Allah’ın belası bir memleketti, ne zaman ne olacağı da belli değildi.
Neyse biz ülkeyi bırakıp babana geri dönelim...
- Eczane sahibi zengin bir herifti. Bakma o zamanlar zaten 4, bilemedin 5 eczane vardı İstanbul’da. Ayrıca öyle şimdiki gibi bakkaldan alışveriş eder misali “Bana bilmem ne ilacını ver” falan yoktu. İlaçlar dükkanın arkasında yapılırdı. Büyük kimyacıydı benimki. Eczacıbaşı’nın kurucusu Süleyman Ferit Bey de sınıf arkadaşıydı.
Eczacıbaşı sonradan aldı yürüdü ama...
- Babamın yanında çoluk çocuk gibi kalıyordu aslında. Fakat 1956’da Adnan Menderes kalkınma fonundan Türk sanayici ve eczacılara büyük yardımlar etti. İşte ondan sonra Eczacıbaşı da Eczacıbaşı oldu.
Nasıl bir ortam vardı evde?
- O zamanlar buradaki Ermeniler, Fransız aileleri gibi yaşardı. Entelektüel bir yapımız vardı. Her birimiz en az 2-3 lisan konuşurduk. Beni de en iyi mekteplerde okuttular hep.
Sen kaç lisan biliyorsun peki?
- Türkçe, Fransızca, İngilizce, Ermenice biliyorum. Gerisini saymayayım, s*ktir et.
SINIFTA KALMAYAN HERİF ADAM OLAMAZ
Seni sınıfta oturmuş öğretmeni dinleyen bir çocuk olarak hayal bile edemiyorum Ara Abi. Hakikaten nasıl bir öğrenciydin?
- Nasıl olacağım, haylazın tekiydim. 3 kere sınıfta kaldım. Zaten bana sorarsan, sınıfta kalmayan herif, adam olamaz. Hep bir korku vardır dersleri iyi olan öğrencilerde, o korkudan dolayı da sürekli çalışırlar.
Evdekiler ne diyordu senin bu adam olma “stratejine”?
- Sokaklarda serserilik yapmayayım diye babam ortaokulun sonunda İpek Film’de işe koydu. Sinema şirketlerinin patronu, İsmail Cem’in babası İhsan Bey eczaneden arkadaşıydı.
Ne iş yapıyordun film şirketinde?
- Ne yapacağım ulan? Verdikleri her işe koşuyordum.
Çekirdekten sinemacısın yani...
- Benden başka orada çalışan herkes sinemacı oldu ama benim macera yarım kaldı.
O niye?
- Yeni bir filmin fragmanını göstermek için onlarca insanı şirkete davet etmişlerdi. Gösterim sırasında odanın kapısını bir açtım, baktım her taraf yanıyor. Ama öyle böyle değil, çok büyük bir yangın çıkmıştı binada. İtfaiyenin damdan en son kurtardığı adam bendim. Anam üzüntüden şeker hastası oldu o gün. Babam da bir daha izin vermedi sinema yapmama.
Sen de “sinema olamazsa tiyatro yaparım” mı dedin?
- Muhsin Ertuğrul babamın arkadaşıydı zaten. Oyunlar için gerekli bütün makyaj malzemeleri bizim eczanede yapılırdı. Tiyatroyla hep ayrı bir bağım vardı. Her akşam piyesleri sahne arkasından izlerdim. Tahsilim de tiyatro üzerinedir zaten.
Oyun da yazmışsın duyduğum kadarıyla...
- Dokuz tane bir boka yaramaz piyes yazdım. Her şiir yazan kendini şair zanneder ya... Çocukça bir hevesti benimkisi, öyle çıkıp da oyun yazarıyım diyemem. Hikayeler falan da yazıyordum ayrıca. Hatta Ali İhsan Aygün takma adıyla Yeni İstanbul gazetesinin öykü yarışmasına katılmışlığım bile var.
Neden takma isim kullandın Ara Abi?
- Ermeni olduğumdan işin içine kamış koymasınlar diye, neden olacak? Ama kazandıktan sonra gittim dedim ki benim adım Ara Güler’dir.
1950’DE MUHABİR OLDUM 64 YILLIK MUHABİRİM’
Küçükken Atatürk’le tanıştığın doğru mu?
- Florya Köşkü’nün yanındaki halk plajının üstünde evimiz vardı. Atatürk de zaman zaman oraya gelir, denize girerdi. Atatürk’ü görmüşümdür. Çünkü hep orada otururdu, çizgili mayosuyla. Öyle barikat falan da yoktu. O geldiğinde biz de bütün veletler toplanırdık. Daha küçücüğüz tabii, Atatürk’ün kim olduğunu bilmezdik bile.
Sonra tanıştın mı bari?
- Ulan ne tanışması? Küçücüğüm diyorum, kafan mı basmıyor. Arkası kesik bir sandalı vardı. İşte ben de o sandalın arkasına takılıp yüzen veletlerden biriydim. Olay bundan ibaret!
Gelelim o zaman muhabirlik “virüsünü” kapmana!
- Sinema şirketi yanınca babam beni hikaye yazıyorum diye Yeni İstanbul Gazetesi’nde işe soktu. 1950’de muhabir oldum. Ondan sonra da boku yedim; işte bugüne kadar geldim.
6-7 Eylül Olayları sırasında muhabirdin öyleyse...
- Tabii, o günleri çok iyi hatırlıyorum. Yıl 1955. Halk Oyunlarını Yayma ve Yaşatma Kurumu vardı. Açıkhava Tiyatrosu’nda bir gösterileri olacaktı. Benim vazifem de gidip fotoğraflarını çekmekti. Neyse ben çıktım yola, İstiklal Caddesi’nde yürüyorum. Bir de ne göreyim? Camı çerçeveyi indiriyorlar her yerde.
Ne yaptın peki?
- Taksim Sineması’nın karşısında balkonu olan bir kahvehane vardı. Hemen oraya sığındım. Dışarıda o ona bağırıyor, camlar kırılıyor, tüm dükkanlar yağmalanıyor, anlayacağın tam bir kaos. Millet dükkanların vitrinlerinden içeri dalıp, yeni elbiseleri giyip çıkıyordu.
Kocaman herifler üç paltoyu birden üstlerine geçiriyorlardı. Soygun oldu, resmen soygun!
Tam bir rezillik...
- Mehmet Cemal’in anasının Gilda diye bir dükkanı var, süs eşyaları satılıyordu. Gittiğimizde “Cemal Paşa’nın dükkanıdır burası” diye engel olmaya çalışıyorlardı. “Gilda Türk değildir. Gilda ne demek?” diye başladılar yıkmaya. O zihniyet bugün olsa bütün Türkiye yıkılır, bir tane dükkan kalmaz çünkü gavur isminden geçilmiyor.
Aklın sizin eczanede kalmıştır...
- 6 Eylül öğleden sonra başlayıp 7 Eylül sabahına kadar süren olaylarda 73 kilise, 7 ayazma, 2 manastır, bir fabrika ile 5538 gayrimenkul tahrip edildi ama bu olayda Beyoğlu’nda tek dokunulmayan dükkan babamın dükkanıdır.
Şanslı adammış baban...
- Ne şanslısı ulan? Bizim eczaneyi ilkyardım kliniğine çevirmişlerdi de ondan yıkmamışlar. Yaralananların hepsi oradaymış. Bu da işlerine geldiği için dokunmamışlar. Yoksa etraftaki tüm dükkanları talan etmişler. İptidai bir memleketti burası, iptidai!
ADNAN MENDERES, O DÖNEM CANIMA OKUDU
Dönemin başbakanı Adnan Menderes’le çok vakit geçirmişsin...
- Sorma, Adnan Menderes benim canıma okumuştur o dönem.
Hayrola niye?
- İstimlaklar yapılırken devamlı yanında olmamı isterdi de ondan.
Sen pek istemediğin yerde duracak bir adama benzemiyorsun halbuki...
- O zamanlar Hayat Dergisi’nde çalışıyordum. Mecmua ilk çıkacağı zaman 100 bin satar diye hesap etmiştik. Ona göre kağıt stoğu yaptık, fakat 400 bin satınca boku yedik. Düşün bir, kağıt ta Macaristan’dan geliyor.
Yeni kağıt siparişi verseydiniz siz de...
- Ulan sen hangi dönemden bahsettiğimin farkında mısın? Matbaada baskı yapılacak kağıdın dağıtımı hükümete bağlıydı. İstedikleri haberleri basmayanlara kağıt mağıt vermiyorlardı. Biz de mecbur kalıyorduk bu p*zevenkin suyuna gitmeye. Beni sevdiği için Adnan
Menderes’e yağ çekme görevi de bana verilmişti. O yüzden her gittiği yerde peşindeydim.
O çalkantılı dönemde meslektaşlarının çoğu ya gözaltına alındı ya da hapse girdi. Senin var mı böyle bir tecrüben?
- Bu memleketin çalkantısız dönemi mi var sanki? 27 Mayıs İhtilali olduğunda gittim çektim, tankları falan... O sırada Time Life, Stern ve Paris Match’ın buradaki temsilcisiyim.
Hemen içeri aldılar tabii...
- Sorduğun suale cevap mı vereyim, yoksa sen mi anlatırsın?
Tamam hocam sustum, dinliyorum.
- Neyse ihtilal oldu, fotoğrafları çektim. Filmleri yıkamadan beş rulo hazırladım, yurtdışına göndermek için üzerine etiketlerini yapıştırdım. Filmleri gören gümrükçü “Abi her gün buradasın. Seni tanıyoruz. Ama bu tank resimlerini nasıl göndeririz? Bizim ağzımıza sıçarlar” dedi.
Sen ne yaptın peki?
- Ne yapacağım? Resimleri tasdik ettirmek için Radyoevi’ne gittim. Sonuçta her şey orada bitiyor. Kenan diye bir albay resimlere bakıp “Bunlar ne?” diye sordu. Ulan sanki p*zevenk bu memlekette yaşamıyor. Başladı beğenmediklerini atmaya. Aklı sıra bana sansür uyguluyor. “Hepsini atıyorsun, ben Time muhabiriyim. Adamlara kartpostal mı göndereyim? Sen istediğin kadar ihtilal yap, ben o resimleri göndermezsem, dünyanın hiçbir şeyden haberi olmaz” dedim, o da yanındakilere “Çok konuşuyor, alın şu ib*eyi” diye bağırdı.
Nereye götürdüler seni?
- Daha bir gün önce makineli tüfekle o radyoevini basan herifler, tutup kolumdan beni genel müdürün boş odasına götürdü. Kapının önüne de kaçmayayım diye bir er koydular. Arada gidip çocuğa “Bana sigara ver ulan” falan diyorum. Sabaha karşı aşağıdaki beni çağırdı, resimleri verdi, “S*ktir git” dedi.
Sonuçta yurtdışına yollayabildin fotoğrafları...
- Yolladım yollamasına da bu olay yüzünden Türkiye’deki ihtilal dünyada 24 saat “rötarlı” çıktı.
SOPHIA LOREN BENİ ARKADAŞI SANIP POZ VERDİ
Biraz havayı yumuşatalım... Fotoğrafını çektiğin en güzel kadın kimdi?
- Kesinlikle Antonella Rinaldi! Müthiş bir İtalyan hatundu.
Sophia Loren’den de mi güzeldi?
- Yahu bırak onu bunu, Antonella muazzamdı.
Sophia’yı da çektin ama değil mi?
- Hem de ne çekmek! 11 kere gittim Cannes Film Festivali’ne. Bir keresinde Sophia, kocası Carlo Ponti’yle gelecekmiş. Otelin önünde müthiş bir kalabalık, her taraf fotoğrafçı kaynıyor. Hiç ipimde değil, ben milyon kere çekmişim Sophia Loren’i... Ben o fotoğrafçıların arasına girmiyorum, lüks muhabirim randevuyla çalışıyorum anladın mı? Neyse “Kim bekler bunları?” deyip asansöre doğru yürüdüm. Arkamdan kim geldi dersin?
Albay Kenan mı?
- Zevzeklik etme. Bir baktım Sophia ve Carlo da asansöre doğru yürüyor. Hop ben de otel müşterisi gibi bindim arkalarından. Suratımı tanıyorlar ama kim olduğumu bilmiyorlar. Gazeteci olduğumu bilseler anında atarlar. Dokuzuncu katta indiler. Takibe devam ettim. Hep birlikte yürüyoruz, zannedersin aynı ailedeniz. Neyse süitlerine geldik, “Oh be patırtıdan kurtulduk” dediler. Makinemi bir kenara bıraktım, bunlarla sohbet etmeye başladım.
Sen, Carlo ve Sophia mı var sadece odada?
- Birkaç kişi daha vardı canım. Ben de aralarında kaynayıverdim işte. Baktım Sophia yatak odasına geçti. Ayakkabılarını çıkarttı rahat etmek için, yatağın üzerine oturdu. Hemen “Böyle birkaç kare resmini çekeyim mi senin” dedim, o da “Çeeek” dedi. Beni hâlâ arkadaşlarından biri zannediyor (gülüyor).
Ara istedi bir göz, Sophia verdi badem göz...
- Fotoğrafları çektim, İstanbul’a yolladım. Rezalete bakar mısın, gazete “Muhabirimiz Sophia Loren’in yatak odasında” diye manşet yapmış. Karıyı düzmüş gibi olduk iyi mi?
FOTOĞRAF ÇEKMEK İÇİN AKIL HASTANESİNE YATTIM
Her ünlü bu kadar kolay “Çeeek” dememiştir herhalde...
- Ne kolayı? Resim çekmek uğruna akıl hastanesinde bile yattım.
Neden, yaşadıkların yüzünden sinirlerin mi bozuldu?
- Yok ulan o kadar da değil! Ürdün Kralı Talal akıl hastanesinde yatıyordu. Adamın öyle bir karısı vardı ki, kafayı üşütmemesi işten bile değildi. Tüm dünya basını devrik kralın bir kare fotoğrafını çekmek için yarış halindeydi ama başaran yoktu. Neyse ben bunun resmini çekmek için hastaneye gittim. Tabii almıyorlar içeri. Başladım garip garip hareketler yapmaya, “Hastayım” falan demeye. Maksat hastaneye deli olarak girip fotoğraf çekebilmek!
Çekebildin mi bari?
- Gittiğimin ilk günü bana bir iğne yapmazlar mı, feleğim şaştı. Fotoğraf çekmeye teşebbüs edince Talal’in korumaları “Bir daha seni görürsek vururuz” dediler. O gece hastaneden kaçtım.
İçinde ukte kalmış, fotoğrafını çekemediğin başka kimler var?
- Bir tane çok zorlamama rağmen çekemediğim, bir de fırsat olmasına rağmen bile bile çekmediğim var.
Senin gibi adam fırsatını bulup deklanşöre basmaz mı?
- Pire gibi dolanarak dünyanın en cevval tipini yaratmış Charlie Chaplin’i felçli halde çekmek bana yakışmazdı da ondan. Chaplin, benim dünyamı kuran, bana vizyonu veren, hayata bakmayı öğreten adam... O zamanlar İsviçre’de bir şatoda yaşıyordu. Karısı da
Amerikalı ünlü tiyatro yazarı Eugene O’Neill’ın kızı Oona’ydı. Bunların şatosunun önünde 3 gün kar kıyamet demeden bekledim. Sonunda Oona donmamdan korkup, “Konuşursan konuş ama resim çekme” dedi.
E yine de çaktırmadan çekseydin, son fotoğrafları olurdu...
- Adam yürüyen iskemlede felçli resimlerini çektirip akıllarda böyle bir imaj bırakmak istemiyordu. Çünkü o da benim gibi elimdeki fotoğraf makinesinin acımaz olduğunu biliyordu.
Objektifinden kaçan diğer isim kimdi?
- Jean Paul Sartre! Tam ayağının altına alıp dövmelik, şımarık Fransız Rosif diye bir sekreteri vardı herifin. Gece sokakta görsem de karanlıkta benzetsem şu pezevengi diye içimden çok geçirdim ama yapmadım. Aslında kazığı şuradan yiyorsun; Türk olduğun için... Türk gazeteci olduğunu duyduklarında yarı yarıya kaybediyorsun. Bir de o it araya kamış koydu. Sonunda birkaç resmini çektim Sartre’ın ama kendisiyle konuşma fırsatım olmadı.
Sağlık olsun, sen de gidip koskoca Picasso’yu çektin!
- Ulan çektim ama çekene kadar neler çektim sen gel onu bana sor. Herkes adamı tanımak istiyor fakat bir o kadar da çekiniyor. Oğlu benim arkadaşımdı. Bir gün yemeğe davet etti, gittim. Masada muhabbet ederken “Babamla seni bir araya getirmemi istiyorsun ama o beni hiç sevmez” dedi.
Neden sevmezmiş?
- Yahu Picasso kaç çocuğu olduğunu bile bilmezdi. Mahallede herkese atlamış durmuş işte. Antika bir herif...
Sonunda nasıl kesişti peki yollarınız?
- Fotoğrafçılığını yaptığım Skira Yayınevi, Picasso’nun kitabını basacaktı. Patron da arkadaşım. “Beni yanında götürmezsen senin için ne bir fotoğraf çekerim ne de bir daha seninle konuşurum” dedim. Ev atmosferindeki fotoğrafları çekme görevini kaptım.
Tehditle ulaştın Picasso’ya yani...
- Gittim, üç gün evinde kaldım. Bir ara bana dönüp “Sen benim bu kadar fotoğrafımı çekiyorsun, ben de senin resmini çizeyim” demez mi! Düşünsene çağın en büyük ressamı Picasso beni çizecekti, ama herif 90 küsur yaşında ulan. Verdiği sözü beş dakika sonra unutur diye başladım etrafta boş kağıt aramaya. Her yere baktım, bir temiz sayfa bulamadım. En sonunda çektim kütüphanesinden bir kitap, açtım kapağını, uzattım Picasso’ya. İçimden de “Nasıl olsa sonra sayfayı yırtıp alırım” diye geçiriyorum.
Sözünü unutmadan, çizdi mi resmini?
- Çizdi tabii. İmzasını da attı. Türkiye’de bir tane orijinal Picasso vardır, o da benim evimde.
Kitabını geri verseydin bari adamın?
- Ulan sonra baktım kitap da antika. Sayfasını yırtmam imkansız. Onu da öylece alıp yanımda getirdim.
DALİ 10 DAKİKALIK POZ İÇİN 25 BİN DOLAR İSTEDİ
Ressamlarla devam edelim... Salvador Dali desem...
- Herif Dali değil bildiğin deli. O da az uğraştırmadı beni. İlk tanışmamız Paris Meurice Otel’de kaldığı süitte oldu. Kapısını çaldım, içeri girdim. Burun burunayız herifle. Öfkeli gözlerle bana baktı, “Niye fotoğrafımı çekmek istiyorsun?” diye sordu. Benden “Ünlü bir kişisiniz de ondan” cevabını aldıktan sonra şöyle bir baktı; “Peki. 10 dakika poz veririm ve 25 bin dolar isterim” dedi.
Pamuk eller cebe...
- “Yanımda nakit yok gidip alayım” diye ayrıldım otelden. Parayı bırak, istediğim gibi çekim yapmam için en az bir saat lazım. Neyse biz hem vakit hem de nakit konusunda pazarlığımızı yaptık. Tekrar gittim bunun yanına. Fakat herif yerinde durmuyor, zannedersin makineyle eskrim yapıyor.
Neymiş derdi?
- Dali günlük yaşamında da gerçeküstü öğelerin peşinde bir adamdı. Öyle bir hava yaratıyordu işte. Bir ay boyunca böyle uğraştırdı beni, sonunda “Ya dosdoğru çekeriz fotoğrafları ya da çeker giderim” dedim.
Dali’ye resti çektikten sonra ne oldu?
- Ertesi gün için söz verdi. Bir gittim, bu sefer odada üç Fransız gazeteci var. “Bunların gözü önünde çalışamam” dedim. Onları göndereceğine söz verdi.
Fotoğraf değil rest çekiyorsun adama...
- Bu aldı gazetecileri karşısına; “Katranın kimyasal formülünü bilir misiniz?” diye sordu. Ulan nereden bilsin adamlar? Neyse baktı hiçbirinden ses yok, Dali kendisi verdi formülü. Sonra da “Ben bastonumu bir kazan katranın içine soksam, o baston 25 bin dolar eder. Siz aynısını yapsanız, hepinize aptal derler. Anladınız mı?” dedi. Gazeteciler başlarını sallayınca da “İyi o zaman gidip yazın ne anladıysanız” diye adamları gönderdi. İşte ben de o gün Salvador Dali’nin fotoğraflarını çektim. Resimlerden birini de imzalattım. Herif ne kullandıysa 24 saat kurumadı attığı imza. Ee haydi artık keselim, yoruldum ulan!
Tamam tamam son bir soru... Genelde huysuz ve aksi bir izlenimin var.
- Enayiliğe kızıyorum da ondan. Herif enayi bir şey soruyor, azarlıyorum. O zaman da aksi olmuş oluyorum. Anladın mı? Bitti mi şimdi?
Yok devamı yarın... Senin hikayen bir güne sığmaz...
- (Gülüyor)...
Yarın...
Politikacı olmak bir şey mi? Olsana Picasso göreyim.
Nazım’ın birkaç resmini çekip pır oldum. Onu okumak bile suçtu.
İzzet Çapa.27.09.2014
7 notes
·
View notes