Text
Tarihin Derinliklerinde Bir Hazine: Şeytan Kalesi
Ardahan’ın Çıldır ilçesinde, Karaçay Kanyonu’nun ortasında yer alan ve Urartular dönemine kadar uzanan bir yapı: Şeytan Kalesi. Deniz seviyesinden 1910 metre yükseklikte bulunan bu kale, tarihin izlerini günümüze kadar taşıyan nadir eserlerden biridir.
Kalenin en dikkat çekici özelliklerinden biri, yalnızca bir tanesi günümüze ulaşabilmiş olan üst kulelerinden biridir. Ayrıca, 14. yüzyılda inşa edilmiş olan tek nefli bir kilise de bu kalede yer alır. Aziz Stefan’a adanmış bu kilisenin dört duvarı dışında maalesef pek bir şey kalmamıştır. Bununla birlikte, kalede bir sarnıç ve dereye inen merdiven basamaklarının kalıntıları da günümüze kadar ulaşmıştır.
Şeytan Kalesi’nin ismi, bulunduğu yerin coğrafi özelliklerinden kaynaklanır. Uçurumun kenarındaki kale, daha yüksek tepelerin arasında adeta saklanmış gibidir. Kalenin ismine dair efsane ise bir kralın kızına dair trajik bir hikaye ile anılır. Kızı ölen kral, onu kalenin bir yerine gömdürmek ister. Ancak mezarın yerini bilen askerleri de öldürtür, böylece sır sonsuza kadar kalede saklı kalır.
Tarihe ve efsanelere ilgi duyan gezginler için Şeytan Kalesi, sadece eşsiz manzarasıyla değil, taşıdığı hikayelerle de görülmeye değer bir yerdir.
Kralın Kızının Trajik Hikayesi: Şeytan Kalesi’nin Efsanesi
Zamanın derinliklerinde, Ardahan’ın sarp dağları arasında hüküm süren güçlü bir kral yaşarmış. Bu kralın dünyalar güzeli bir kızı varmış; gözleri gökyüzü kadar mavi, saçları altın sarısı olan bu kız, babasının en değerli varlığıymış. Ancak talihsizlik, kralın kızını genç yaşta yakalamış ve kız amansız bir hastalığa yakalanmış. Kral, ülkesindeki en iyi hekimleri seferber etmiş; dağların ötesinden, denizlerin ardından şifacılar getirtmiş, fakat kimse kızının acısını dindirememiş. Sonunda, kralın kızı yaşamını yitirmiş.
Kral, keder içinde kızının mezarını sıradan bir yere koymak istememiş. Onu, gözlerden uzak, yalnızca kendisinin bileceği bir yere, en sevdiği ve en güvendiği askerleriyle birlikte gömmeye karar vermiş. Bunun için Şeytan Kalesi’nin tepesinde, uçurumun kenarında, rüzgarların şarkı söylediği bir noktayı seçmiş. Askerlerine, mezarı açmaları ve sadece birine kızının bedenini ve ona ait en değerli eşyaları gömmeleri talimatını vermiş.
Ancak kral, mezarın yerini bilen kimsenin hayatta kalmasını istememiş; çünkü kızının ve değerli eşyalarının olduğu bu yerin sonsuza kadar sır olarak kalmasını arzulamış. Bu yüzden, görev tamamlandıktan sonra, mezarın yerini bilen tüm askerlerini öldürtmüş. Bu acımasız karar, kralın kızı için duyduğu derin sevgiden mi, yoksa kaybettiği biricik kızının mezarının başkaları tarafından bulunmasından duyduğu korkudan mı kaynaklanıyordu, bilinmez. Fakat bu trajik hikaye, Şeytan Kalesi’nin soğuk duvarları arasında yankılanarak günümüze kadar ulaşmıştır.
Yüzyıllar boyunca bu efsane dilden dile, nesilden nesile aktarılmıştır. Kimi anlatanlar, kalenin rüzgarlarının geceleri kralın kızının ağıtlarını taşıdığına inanır. Kimileri ise kalenin derinliklerinde, kralın sakladığı hazinelerin bekçiliğini yapan bir ruhun dolaştığını söyler. Bugün bile Şeytan Kalesi’ni ziyaret edenler, o eski hikayenin izlerini, kalenin soğuk taşlarına dokunarak hissetmeye çalışır.
1 note
·
View note
Text
İvan İlyiç’in Ölümü romanını anlamak için önce Tolstoy’u tanıyıp anlamak gerekir. Tolstoy keskin bakışlara sahip, gözleriyle dünyadan eşsiz kareler yakalamaya çalışan bir yazardır. Tolstoy’un hakikati yansıtma biçimi onu özgün bir romancı hâline getirmiştir. İvan İlyiç’in Ölümü romanına büyük önem vermiştir Tolstoy. Burada mevzu kurgusal bir karakterin ölümü değil bizatihi Tolstoy’un kendi ölümüdür. Bu eserini kendi ölümünü hayal ederek yazmış, başkalarının ölümünü yazarken kendisinin ölümle arasındaki mesafesini azaltmaya çalışmıştır. Beş yaşında annesini kaybetmiştir o. Hristiyan geleneklerine göre annesinin ölü bedeni süslenmiş ve Tolstoy’a gösterilmiştir. Yaşamı boyunca annesini o hâlde hatırlamıştır. Gençliğinde de Paris’te giyotinle bir gencin ölümüne şahit olmuş, genç yaşta kardeşini kaybetmiş ve 30 yıl boyunca ölüm korkusuyla savaşmıştır… Yıllar içinde ölümle yaşamayı öğrenmiş, ölümü hayatın manevi bir unsuru olarak kabul etmiş ve ölümü evcilleştirmiştir.
Stefan Zweig, onu “ölümü en iyi anlatan yazar” olarak niteler çünkü İvan İlyiç’in Ölümü başlı başına ölüme ayna tutan bir kitaptır. Yine Alman filozof Heidegger bu kitap üzerinden ölüme dair felsefi yaklaşımlarda bulunmuştur.
İvan İlyiç’in Ölümü’nde İlyiç’in ekonomik ve toplumsal olarak yükselişini görürüz. İvan İlyiç, samimi hislerle yaptığı görevini bir zaman sonra yapaylaştırır. Çarlık düzenin getirdiği sorumlulukla kendine bürokratik bir koza örer ve sadece kendi makamına göre kişilerle görüşür. Bu kitap İvan İlyiç’in iç hesaplaşmalarının romanıdır. Tolstoy, bu eserinde ölümü anlatarak bizi hayatla baş başa bırakmaktadır. Hayatla iç içe olan herkes ölümle tatmak zorundadır. Bizim mezarlıklarımızın kapısında şu ayet yazar: “Her can ölümü tadacaktır.”
Kitap, İvan İlyiç’in ölüm haberiyle başlar. Yargıçlar İvan İlyiç’i sevmelerine rağmen bir anda onun yerine gelecek yargıcı konuşmaya başlarlar yani ona üzülmek yerine onun yerine gelecek yargıcı konuşurlar. Tam da burada Tolstoy, “gizli bir sevinç” tespit etmiştir hayatta kalanlarda. Kitabın ilerleyen sayfalarında İvan İlyiç’in cenazesini ziyaret eden arkadaşlarının ölüme bakışlarıyla ilgili satırlar bulunmaktadır.
İvan İlyiç’in birçok güzel sıfatı vardır ancak zaafları da vardır onun. Kendisinden üstün olanların hayat tarzına imrenmekte onlara yönelmektedir. Tolstoy İvan İlyiç’in bu yönelimini “ışığa koşan sinekler”e benzetir. Aslında sınıf atlama isteği onu erken bir ölüme de götürmüştür. Kitapta yüksek tabaka mensuplarının yaşam tarzına uyum sağlamak için yaptırdığı evinin merdivenlerinden düştüğü ve bu düşüşün sonun başlangıcı olduğu görülür. Ölüm bir anda gerçekleşmez, İvan İlyiç yavaş yavaş ölüme doğru yol alır. Tolstoy, ölüme giden sürede etrafındaki insanların İvan İlyiç’e nasıl davrandıklarına dair kareleri bize anlatır. İvan İlyiç’e acıyarak baktıklarını ve bencilce davrandıklarını yaşamdan alıntılarla gösterir. Yani bir taraftan hayat akıp giderken bir taraftan bir insan hayattan çekilmektedir.
Roman, aynı zamanda bize kapitalizmin Rusya üzerindeki etkisiyle ilgili bilgiler vermekte bir taraftan da zamanın Rus toplumunun evlilik ilişkilerini mercek altına almaktadır. Bütün bunlar kitapta İvan İlyiç’in evliliği üzerinden anlatılmaktadır.
Tolstoy’un ölümden bahsetme nedeni dolu dolu bir hayat yaşamasıdır. 7 yılda 7 defa yazdığı Savaş ve Barış kitabında 500 karakter konuşturmuştur. Aslında hakikati aramaktadır. Yüzlerce kahramanı olmasına rağmen tek bir kahramanı vardır ve şöyle der: “Bütün ruhumla sevdiğim bütün güzelliği ile çizmeye çalıştığım tek bir kahraman: Gerçek… Dün de en güzeli oydu yarın da en güzeli o olacaktır.” Usta haklıdır ve ömrünü görmeye adamıştır. Sofia ile evlenmesinden Anna Karenina’yı bitirmesine kadar geçen huzur dolu 16 yılın sonunda sinsice büyüyen ve bütün hayatına yayılan şu sorularla karşılaşır Tolstoy:
1) Niçin yaşıyorum?
2) Hayatın anlamı nedir?
3) Ölüm karşısında ne yapabilirim?
Bu sorular Tolstoy’un günlüğüne yazdığı sorulardır. İvan İlyiç’in Ölümü de bu soruların sanatsal bir yansımasıdır.
İvan İlyiç’in ölümü ışığa kavuşmayla anlatılmıştır. Tolstoy, kahramanının ölümünü bir mahkemeye benzetmiş ve onun ışığa doğru adım adım yürüyüşünü anlatmıştır. Kitabın her cümlesi altını çizmeye değerdir. Yalın cümlelerinin her biri ayrı bir derinlik taşımaktadır. Ayrıca yazar, tahlilleriyle insan hâllerini tek tek çerçevelemektedir. Özellikle İvan İlyiç’in ölümünün anlatıldığı satırlar… Dünya romanında bu kadar etkili bir ölüm tasviri yoktur. Tolstoy, İvan İlyiç’in ölümü öldürdüğünü söyleyerek ölümden sonra yeni bir hayatın başladığının altını çizmeye çalışmıştır. Ona göre ölüm ve hayat her biri diğerinin varlığını önemli kılan ikiz kardeşlerdir.
#türkiye#yazar#books and libraries#cemil meriç#writers#architecture#nonprofits#ivan illich#lev nikolayeviç tolstoy
0 notes
Text
Okuma, Türkçede “o-kı-mak” kelimesinden geliyor; “o-kı-mak”ın anlamı ise çağırmak, davet etmek… Anadolu’da düğün davetiyelerine okuntu denmesinin sebebi de budur.
Okuma, özel bir zihni deneyimdir. Burada sadece harfleri gruplandırmak, kelimeler hâline getirmekten öte bir eylemden bahsediyoruz. Zira okumayı öğrenmek zihne, akla ait bütün kaynakların seferber edilmesini gerektirmektedir.
Bir metinle ilişkiye girdiğimizde bir metni okuduğumuzda yani bir metne yaklaştığımızda bir insanla nasıl diyalog kuruyorsak o metinle de öyle bir diyalog içerisine girmek zorundayız. Anlam her zaman metnin içinde hazır değildir. Biz biraz da kendi birikimimizle elde ettiğimiz hamuleyi metne taşırız.
Metin; harflerden, kelimelerden, cümlelerden oluşan anlamlı bir bütünlük ve yazarla okurun birlikte seyahat etmesini gerektiren bir yolculuktur. Bu nedenle programımıza yolculuk ismini verdik. Çünkü okur her ne kadar kitabını eline alıp evinin bir köşesine çekilmiş görünüyorsa da bu yolculuğu tek başına yapmamaktadır. Bu yolculukta ona yazar ve anlatıcı eşlik edecektir. Biliyorsunuz ki anlatıcı yazarın kendisi değildir, yazar o rolü üstlenmiştir. Dolayısıyla bu yolculuğa yazar, anlatıcı, okur, okurun daha önce okuduğu kitaplar, yazarın geçmişi, yazarın hayatı ve okurun geçmişi de dahil olur. Dahil olanlar bunlarla da sınırlı kalmaz. Metnin tek başına işlevselliği olmasından dolayı gemiye kaçak bir yolcu olarak girer. Kimilerine göre metin okurdan bağımsız olarak mesaj verir, okurdan bağımsız olarak çağrışımları harekete geçirir. Yazardan bağımsız olarak yazarın aklından dahi geçmeyen anlamları paylaşır. Burada bilmemiz gereken bir şey var. Okumanın bir davet olduğunu çağırma olduğunu söylemiştik. Bu davete; okur icabet ediyor, yazar icabet ediyor, metin de şahsı manevisiyle masaya oturuyor, okurun ve yazarın geçmişi de masada yerini alıyor ve böylece büyük bir sofra kurulmuş oluyor.
Kitabı elinize aldığınızda kitap deyip geçmeyin… Kitapla kurduğunuz münasebete göre kitapla kurduğunuz köprüyle alakalı olarak ya o kitap sizi bir yerden bir yere taşıyor ya da sizi bir yanardağ gibi püskürtüyor. Kitap sizi püskürtebilir ayrıca sizi kendisinden uzaklaştırabilir ama tam tersine size yolculuk edeceğiniz bir gemi de armağan edebilir. Kendinize giden yolda size yoldaşlık edebilir; akrabalarınıza, dostlarınıza, sevdiklerinize giden yolda size arkadaşlık da edebilir.
Yolculuk metaforundan hareketle şunu söyleyebiliriz ki “Her yolcu büyük okurdur.” “Büyük okur” diyoruz çünkü insan yeryüzündeki her şeyi okumakla mükelleftir. İnsan sadece kitabı değil kendisini, çevresini, tabiatı, gökyüzünü, yeryüzünü, kâinatı okuyor.
Peki insanın okumasını büyük yapan nedir? Kitaplar, insanın yolculuk sırasında alışkanlıklarını kırma imkânını sağlıyor. İnsan alıştığı her şeye körleşmektedir. Bu yüzden bu alışkanlığı kırmanın bir yolunu mutlaka bulacaktır. Bunun için iki seçenek var, biri seyahat etmek ki Frankfurt Seyahatnamesi’nin başında Ahmet Haşim bu konuda bize yol gösteriyor; diyor ki, “Her seyyah muvakkat bir şairdir.” Her gezgin geçici bir şairdir. Aslında geçici şair derken okurluktan söz ediyor. Çünkü şairi şair yapan yeryüzünü okuyabilmiş olmasıdır, okuyabilmesidir. Alıştığı yerde okuma yetisini kaybeder. Şairin hayret makamı vardır ya, o makam elinden alınır. İşte şair elinden alınan, kaybettiği hayret makamını büyük bir okuma yaparak yeniden elde edebilir. İşte yolculuklar buna yarıyor.
Öte yandan kitaplar da tıpkı seyahatler gibi insanı var olduğu, içinde bulunduğu dünyaya yabancılaştırdığı için bir seyahate çıkartıyor. Yani biz okuduğumuz her kitapla bir yolculuğa çıkıyoruz. Bunun anlamı sadece o kitap dolayısıyla yeni ülkeleri tanımak yeni insanları tanımaktan ibaret değildir. Dünya içerisinde bir dünya olan kitaplar bizi içine alarak var olduğumuz yaşadığımız dünyaya yabancılaştırıyorlar ve kitabı okuduğumuz sürece bize yeni bir gerçeklik armağan ediyorlar. Tabii insan bir kitabı bir anda baştan sonra okuyamaz. Arasına ayraç koyup kitabı kenara koyduğumuzda tekrar yaşadığımız dünyaya geri döneriz. Kitabın büyüsünden illüzyonundan bir süre de olsa uzaklaşırız. Burada bir çelişki yaşarız. Kitaplardaki insanlarla yeryüzünde yaşayan insanların çelişkisi. Birçok okur kitaplardaki insanları daha merhametli bulmuştur. Maksim Gorki’nin dış dünyayı kaba bulduğu ve kitaplarda teselli aradığına dair metinler var elimizde. Yani bir şekilde kitaplara kaçtığını söylüyor. Cemil Meriç de “İnsanlar kıyıcıydılar, kitaplara kaçtım…” demiyor mu!
Biz elimizdeki kitabı okuyup tamamlasak bile hiçbir kitap bitmeyi başaramamıştır. Daha doğrusu kitaplar bitmez. Son sayfayı okuduktan sonra bile o kitap bizim zihin dünyamızda düş dünyamızda yaşamaya devam eder. Hem o kitabın eksik tarafları dolayısıyla ki -Allah’ın kitabı dışında hiçbir kitap mükemmel değildir.- hem de bize aşıladığı yeni hayat dolayısıyla bir türlü bitmez.
Ursula K. Le Guin “Biz biraz da kim olduğumuzu anlamak için kitap okuruz,” demiş. Demek ki kitaplar bir tarafıyla bize ayna görevi yapıyorlar. Stendhal’a göre her roman tarihe bir ayna tutar, tarihin üzerinde bir ayna gezdirir. Demek ki bu aynanın değişik işlevleri de var. İnsanın bir kitapta kendini bulması, tanıması ne anlama geliyor? Okur her kitapla başkalarının yaşayamadığı eşsiz bir deneyim yaşamaktadır. Neden eşsiz olsun aynı kitabı okuyan başka insanlar da var… Fakat doğrusu durum hiç de öyle değil, aynı kitabı farklı kişiler okusa da herkeste birbirinden farklı pencereler açılıyor. Bunlar anlam, çağrışım, resim pencereleri. Nitekim Anna Karenina’yı resim kabiliyeti olan 10 okuyucuya vermişler… Sonra da okuyuculardan Anna Karenina’yı çizmesini istemişler. Okurlar, okudukları metne göre Anna Karenina’nın resmini yapmışlar. Bu resimlere baktığımızda hiçbir resmin diğerine benzemediğini görüyoruz. Bu da bize her insanın bir edebî eserin, bir sanat eserinin, bir düşünce eserinin karşısında eşsiz bir deneyim yaşadığını ortaya çıkarıyor. Herkes orada kitaba kendi benliğini katarak mucizevi bir tablo oluşturuyor. Burada Marcel Proust’un bir sözünü hatırlatmak isterim: “Her okur okuma esnasında kendi benliğini okur. Yazarın elinden çıkan eser okurun bu kitap olmasaydı kendi başına belki de hiç kavrayamayacağı şeyleri fark etmesini sağlamak için yazarın okura sunduğu bir çeşit araçtan ibarettir.” Bu yüzden bu müstesna deneyim öyle veya böyle okur üzerinde derin etkiler uyandırır.
Yıllar önce zannediyorum Orhan Pamuk’un bir romanının reklamında kullanılmıştı şu cümle “Bir roman okudum hayatım değişti.” Kitaplar insanın hayatını değiştirebilir mi? Ya da hangi ölçüde değiştirebilir? Elbette ki edebiyat tarihine baktığımızda pek çok kitabın rüzgârlar oluşturduğunu fırtınalar çıkardığını görüyoruz. Dönemin şartlarıyla birleşen, zamanın ruhunu yakalayabilen kimi kitaplar okurlar üzerinde büyük etkiler uyandırmıştır. Goethe her ne kadar “romanı” sevmediğini söylemişse de Genç Werther’in Acıları büyük bir fırtınaydı zamanı için… Yine Hermann Hesse’nin Demian adlı romanı Alman gençliğini harekete geçirmiştir. Bir eser yeter ki zamanını ve zeminini bulsun büyük fırtınalar koparabilir. Mehmet Âkif’in Safahat’ı Kurtuluş Savaşı’nın görünmez mücahitlerinden biridir.
Kıymetli arkadaşlar, André Gide’in okumayla ilgili bir tespiti var: “İnsan bir kitabı okuduktan sonra onu okumamış gibi davranamaz,” diyor. “O kitabı okuduğunu dahi unutsa artık o kitabı okumadan önceki kişi olamaz,”diyor. İtalyan yazar Dino Buzzati’nin Tatar Çölü diye bir romanı var. Romanın kahramanı Giovanni Drogo bir kalede ömrünü tüketen, baskın bekleyen ve o baskın gerçekleşmeden kaleden ayrılmak zorunda kalan böylece hayatı anlamsız hâle gelen bir teğmen. Giovanni Drago’nun hayatını okuduğumuzda acaba hayatta yapmak istediğim şeyleri yapıyor muyum, hayatım yeterince anlamlı mı sorularını kendimize soruyoruz. Çünkü Giovanni Drago kaleye gittiği zaman ben burada fazla kalmam, Birkaç ay sonra buradan ayrılırım demişti ancak ayrılamadı ve hayatının sonuna kadar orada kaldı. Çünkü alışkanlıklar bizi kuşatır çünkü yapmak istediğimiz şeyleri yapamaz, erteleriz ve bu bizi bir tür uyuşukluğa hapseder, görünmez zincirlerle bağlanmış oluruz. İşte bu kitabı okuduktan sonra birdenbire ben ne yapıyorum, hapsolduğum hayattan nasıl kurtulabilirim sorusu içimize bir tohum gibi düşer. Yapmak istediklerini bir türlü yapamayan, kendinden memnun olmamasına rağmen bir türlü cesaret gösterip yeni bir hayata adım atamayan insanların bu kitabı okuduktan sonra hayati kararlar aldıklarını gördüm. Demek ki sanat eserleri göreceli olarak bizi kendi dünyalarına çekerler ve o dünyada bizi yoğururlar.
Okuma aktif bir süreçtir, aktif bir süreç olmalıdır da. Okumanın aktif bir süreç olabilmesi için düşünceyle aynı anda yürümesi gerekmektedir. Düşünceden mahrum bir okuma pasif bir okumadır ve okuruna fayda yerine zarar getirir. Arthur Schopenhauer’a soracak olursak, insan okumayla düşünme eylemini birlikte yapacak kudrete sahip olmasına rağmen bunu yapmıyorsa tamamen pasifize olmuş ve sele kapılmıştır. Hangi sele kapılmıştır? Yazarın düşünce seline kapılmıştır, kendi düşüncesi devre dışı kalmıştır. Her şeyden önce bir okurun test etmesi gereken şey okuması esnasında düşünce melekelerinin işlevselliğini koruyup korumadığıdır. Düşünce melekeleri hayattaysa diriyse o zaman filtreler çalışıyor demektir. Filtre nedir? Biz bir okur olarak okuduğumuz her şeye kapılarımızı açmıyoruz, bir filtreden geçiriyoruz, o düşünce filtresiyle kimi düşüncelere katılıyor kimi düşünceleri reddediyor, kimi cümleleri seviyor kimilerini ise beğenmiyoruz. İşte bunun için elimizde kalem var okurken; yanına not aldığımız, soru işareti koyduğumuz, altını çizdiğimiz satırlar var.
Biz araba kullanır gibi bütün dikkatimizle bu yolculuğu gerçekleştirmek zorundayız. Düz yolda hızlanacak, viraj alacağımız zaman yavaşlayacağız. Peki okuyan insan nerede viraj alır? Okuyan insan derinleşmesi, düşünmesi, anlaması gereken yerde yavaşlar. Kim size hızlı okumayı tavsiye ediyorsa ve siz bir edebiyat okuruysanız yanlış bir tavsiyede bulunuyor. Melekelerinizi geliştirmek ya da sanatsal ufkunuzu genişletmek için okuyorsanız kaza yaparsınız. Bazen hız kazaya sebep olur. Bu sadece trafikte olan bir şey değil okuma esnasında da başımıza gelen bir şeydir. Hızla okuduğunuz bir kitaptan size çok şey kalmaz çünkü her kitabın yüzeysel manası dışında anlam katmanları vardır. Peki o katmanlara nasıl ulaşacağız? Öncelikle elimize aldığımız kitabın önemli bir kitap olduğunu düşünelim, biz öyle düşündüğümüz için değil iyi bir kitabı seçtiğimiz için.
Öncelikle bir sanat eseriyle karşı karşıya geleceğimiz için o okuma ritüeline hazırlanmamız gerekiyor. Okuma eylemini gerçekleştirecek olan kişi kendine sessiz bir ortam sağlayarak dingin bir ruh hâlinin peşine düşer, insan çok yorgunsa, uykuluysa kafasında bin bir sorun cirit atıyorsa o insanın okuduğu metne intibak etmesi zordur. Biz bir okur olarak şöyle düşüneceğiz: Üzerinde yıllarca çalışılmış önemli bir kitabı okumaya hazırlanıyorum. Her kelimenin ayrı bir değeri var. Bu yüzden mekanik bir okuma yaptığımız takdirde hiçbir şeye gerçek anlamda nüfuz edemeyiz o kitapta. Adamın birine Suç ve Ceza’yı okudun mu, diye sormuşlar. Adam okudum, demiş. Biraz bahsedebilir misiniz, demişler. Adam kem küm ettikten sonra olay Rusya’da geçiyordu, demiş. Kitaptan ona kalan sadece bu ayrıntı. Bu kitapla ilgili daha fazla bilgi de hatırlayabilirdi. Mesela Raskolnikov adında bir tıp fakültesi talebesinin parasız kaldığı bir dönemde bir tefeci kadını ve kız kardeşini öldürdüğünü hatırlayabilirdi. Peki bunları hatırlamış olsaydı bu kitapla ilgili yeterli bir şey söylemiş olur muydu? Asla olmazdı çünkü cinayet bu hikâyenin sadece görünen kısmı. Hikâyelerin görünen kısımlarını kitabı okumayanlar da görebilir. Burada yazarın yaptığı başka bir şey var. Yazar bize sıradan bir cinayeti duyurmuyor, o bize insanın suç işlemeden önce ve sonrasındaki psikolojisini anlatıyor, yani insanı. Cinayeti, katili, tefeciyi anlatmıyor; bize insanı anlatıyor. İnsanı anlatmak yeryüzünün en zor şeyidir çünkü insan kendisini dahi tanıyamazken… “Kendini tanıyan Rabb’ini tanır,” öyle değil mi! Din de felsefe de insanı tanıma ve tanıtmaya yönelmiştir. Yani herkes insanın peşinde. O hâlde sanatçı, insana ulaşacak yolları bulmak zorunda. Yazar insanı tanımak için bir yolculuk yapacak. Demek ki yazar yeryüzünde olup biten olayları bize aktaran bir gazeteci bir vakanüvis değildir. Yazarın yaptığı bambaşka bir şeydir. Görünenden çok görünmeyenle ilgilenir o. Bizim göremediğimizi, fark edemediğimizi, hissedemediğimizi bize göstermeye hissettirmeye çalışır.
ÜÇ ÇEŞİT TEMEL OKUMA BİÇİMİ
Üç çeşit temel okuma biçimi vardır. Aslında yüzlerce çeşit okuma biçimi vardır ama biz edebiyat teorisyenlerinin yolunu izleyerek üç temel okuma biçiminden söz edelim.
Yazar Merkezli Okuma:
Okur, yazar merkezli bir okuma yaptığında başına ne gelir?
Kutsallaştırılmış bir yazar vardır.
Yazar her şeyi bilir.
Okuyucu pasiftir.
Yazarın söylediği her şey bir gerçeklik olarak kabul edilir.
Okur daha okumaya başlamadan kitabı bir hakikat olarak kabul eder.
Okur yazarı sorgulamaz, sadece dinleyicidir.
Örnek olarak Anatole France ve Nurullah Ataç’ın yazıları verilebilir.
Okuyucu yazar ilişkisinde eşitlik yoktur.
Burada okur yoktur, yazar vardır. Okur tamamen alıcıdır.
Edilgendir, yazar merkezli bakış açısı söz konusudur.
Yazar merkezli okumada yazarı bir öğretmene benzetecek olursak bu öğretmen, öğrencisinin yaratıcılığını hiçe sayar, keşiflerine engel olur ve ona hazır kabul edeceği şablonlar sunar. Biz böyle bir okumadan okurlarımızı sakındırıyoruz. Yazar merkezli okumadan uzak duralım diyoruz.
Metin Merkezli Okuma:
Metin merkezli okumada metin türü fark etmeksizin yazarından bağımsız bir kimlik taşımaya başlar. Buna yapısalcı estetik denir. Bu tür okumada göstergeler yazara rağmen metnin bize başka bir şey söylediğini ima edebilir.
Burada okur, yazar kadar söz sahibi olacaktır. Aynı zamanda okurun, yazar kadar hatta yer yer daha fazla donanıma sahip olması gerekmektedir. Metin merkezli okuma, yazarın mirasının okur ve metin tarafından paylaşılmasıdır.
Okur, yazardan daha donanımlı olursa okuduğu metinden tiksinip okumayı bırakabilir ya da tam tersi olabilir. Burada da yine okur kitabı eline aldığında sıkılıp kenara atabilir. Demek ki okurun yazardan donanımlı olması da okurun yazardan daha az donanımlı olması da okumada ciddi bir sorun ortaya koymaktadır. Bunun için okurların kendini okumaya hazırlaması gerekir.
Okurun Kendini Okumaya Nasıl Hazırlayacağıyla İlgili Bazı Hususlar:
Yazar hakkında bilgi sahibi olmak.
Kitabın inşasıyla ilgili kimi bilgilere sahip olmak.
Kitap üzerine yazılan kimi yazıları okumak.
Kitabın hangi şartlarda hangi tarihte nasıl yazıldığına dair fikri olmak.
James Joyce biraz da muzip bir tavırla okurlarının kitaplarını okumak için kendisinin yazmaya harcadığı kadar zaman harcamalarını söylemiş. Tabii burada biraz ironi de yapmış. Belki okurun okumaya hazırlık için yazarın harcadığı zaman kadar zaman harcanmasını söylemesi adaletsizlik olabilir. Ancak şu bir gerçektir ki okurun kitabı okumadan önce belli bir zaman harcaması gerekir. Yani okur istese de istemese de bu stratejik kültürel vadinin bir parçası olmak durumundadır. Dolayısıyla okur:
Bağ kurmayı bilecek
Sentez yapmayı bilecek
Yazarın çarpıttığı yerde neyi çarpıttığını görebilecek
Anlam çıkartabilecek
İmge inşa edebilecek
Bakış açısını kendine göre geliştirecek
Daha önce okuduğu kitaplarla bir bütünlük kuracak
Boşlukları doldurmaya kudreti olacak
Somutlaştırabilecek, soyutlayabilecek.
Kısacası okurdan beklenen onlarca maharet var.
Okur Merkezli Okuma
Okur merkezli okuma, edebiyat biliminde “alımlama estetiği” olarak da biliniyor. Alımlama estetiğinin iddiası, metnin içinde anlamın hazır olmadığıdır. Metin merkezli okumada anlam hazırdır ama onu göstergelerle okurun bulması gerekmektedir. Peki okur bu durumda ne yapacak? Anlamı oraya kendisi taşıyacak, bir anlam inşa edecek. Birçok akıllı yazar metinlerinde boşluklar bırakarak okurun oraya anlamlarını taşımalarını bekler. Her okur dünya görüşüne, inancına, kültürel birikimine, okuduğu kitaplara göre bir anlam inşasına girişir. Dolayısıyla kimse “neden bu anlamı çıkardın?” diye okuru sorgulayamaz.
Burada nitelikli bir okuma yapabilmek için metne dikkat kesilmemiz, her kelimenin her cümlenin hakkını vermek, bunu düşünceyle yoğurmak, irdelemek ve yine kendi birikimimizi metnin birikimine, yazarın birikimine katarak eşsiz bir düşsel alan ortaya koymamız beklenir.
2 notes
·
View notes
Text
Günâh Keçisi Aranıyor
Başlangıçtı, hiçbir şey yoktu ve âniden, “Evvela ışık oldu!“
Kutsal Kitapların ilki Ahd-i Atik’in 1.Bâbı’nda, ilk satırda denildiği gibiydi; ortalık parladı, aydınlandı. Galiba Güneş açmıştı! Sonra dünyada bitkiler, hatta kırmızı elma ağacı bile yetişti. Fakat burada bir karışıklık var! Cennette yaşayan biri erkek ötekisi dişi iki fâninin elma ağacına uzandığı söyleniyor ya, demek ki Güneş oraya daha evvel ışığını göndermiştir; ruhanîlere sormalı, karışık iş vesselam.
Elmayı merak eden ilk dişi Havva, tadına bakmadan duramayacaktı; kadın, o günden beri zaten yemişlere hep meraklıdır.
Âdem Babamız, sırf bu yüzden Havva’ya kırgındır; onu suçlar.
Havva yüzünden rahat minderine raptiye konmuş gibi, huzursuz kaldı; Cennet’ten kovuldu.
Elmayı yemeselerdi sindirim sistemleri çalışmayacaktı; ama, bir kez çalıştı; hâlâ o günden beri insanlık kanalizasyon dolduruyor.
Aslına bakılırsa, Âdem’in Tanrı Babayla bir geçimsizliği yoktu, pekâla güzel güzel anlaşıyorlardı. Âdem, kendisine güvenip Cennet’in tapusunu onlara âdeta teslim etmiş bulunan Tanrı’nın kalbini kırmış, yasak elmayı Havva hatırına hatur hutur yemiştir.
Burada Âdem’e kızmamalı, nihayetinde erkektir, canfes kadın bedenine yanılabilir.
Zira şehvet ve ihtiras, baldan tatlıdır, insanı tâmah ettirir.
Mevlana, Mesnevi’sinin 2694.beyitinde “Tâmah eden, alçalır!” diyorsa, boşuna değildir.
Çerkeslerde buna benzer bir söz bulunur, “Aklı apış arasında olanın başı öne eğik olurmuş; hep orayı düşündüğü için yahut yaptığından utandığı için…“
Gelelim Havva’ya! Bu suçlamanın altında kalmadı, elma ağacına sarılmış bir yılanın kendisini bu işe sürüklediğini iddia edip kabahati yılana yükledi.
Yılanın dili habire dışarıda olduğundan bu suçlamaya cevap verecek hâlde değildi; yılan bir şey söylemedi, tııssladı…
Âdem ve Havva arasındaki elmaya dair iftira, suçlama, töhmet, gıyâben konuşma, dedikodu, itiş kakış hâlen sürüyor:
Biz, bugünün güyâ modern insanları, her şeyi suçlayıp kendimizi temize çekiyoruz amma ve lakin, asıl kabahatin Havva’da olduğunu söylüyoruz. Havva’dan sonra Vahile de kabahatlidir!
Nuh Peygamberin karısı Vahile, Tûfanın çıkışından sorumludur. Vahile, kocasının peygamberliğine inanmadığı için ardından dolap çevirir, onun meczup olduğunu söyler, kadına kızan Tanrı, sonunda sular seller gibi gâzaba gelir.
Kabahatin ne olduğu artık silikleşip önemsizleşmiştir, kabahat nesnelleşmiş, elma yenile yenile anlamını da yitirmiştir, sel baskınları küresel ısınmaya bağlı olarak artış göstermiştir.
Elma lezzetlidir, gül ağacı ailesinin uzaktan kuzenidir; siz elmayı yeyince aslında gülün meyvesini yersiniz.
Gülün dikeni, Kutsal Kitaplara göre, elma vaziyetinde ortaya çıkıp tüm insanlığın rahat minderine çoktan batmıştır. Şimdi herkes herkesi suçlamaktadır.
Mesela, Karl Marx, insanlığa dair sıkıntıların tüm kabahatini kapitalist sisteme yükler; Charles Darwin ise bütün dinlerin başa bela olduğunu söyler; aklı fikri erkeğin penisiyle kadının vajinasında bulunan Dr.Freud ise seks ilişkisini töhmet altına alır, seksüel fantazilerin günahkâr olduğunu söyler; ünlü diyet uzmanı Dr.Atkins, İncil’de adı geçmediği için patatesi Şeytanî bir yiyecek diye suçlayıp sakın yemeyiniz ikazıyla bize hatırlatır. Bunları sıralamaya kalkarsak yazımızı kısa kesemeyiz; kimse üstüne almaz, o hâlde geçelim.
Zaten, Nasreddin Hoca fıkrasında söylendiği gibi, “Kabahat samur kürk olmuş, ancak kimse üstüne almamıştır.“
Hasılı, suçlayan suçlayanadır…
Ben, mesela, falancayı suçlarım…
‘O falanca var ya, böyle yapmasaydı öyle olmazdı,’ derim.
Bazı yakınlarım da beni suçlar, kapitalizmin bütün kabahatini bana yükler, vazgeçme maliyeti diye bilinen iktisat teorisi gereğince benim yazarlığa ayırdığım vakitlerden piyasada olsaydım kazanmam mümkün bulunan, ancak görüldüğü gibi benim Menkul Kıymetler Borsası’nda bulunmadığım için muhtemel-piyasamdan çalınmış ve başkalarının cüzdanına girmiş paraların, papellerin ve banknotların, çil çil altınların cebime girmediğini sık sık bana hatırlatırlar…
Tarih denilen kısacık tik-taklı zaman dilimi baştan aşağıya hep suçlamayla doludur; neresinden başlasak ne ortasını, ne de sonunu getiririz.
Lakin bütün bütün ümidi kesmemelidir; Vicdanlardaki yükü azaltmak için Günah Keçisi ne güne duruyor?
Suçlamaların, ihsas ettirmelerin, töhmet ve kabahat altında tutmanın tamamını Günâh Keçisine yükleyip kurtulması güzeldir, ferahlatıcıdır, rahatlık verir.
Günâh Keçisi, zavallım, Yahudiler tarafından çöle, kaderine bırakılan ve orada ölüme terk edilince, güyâ geride kalanların bütün kabahatlerini üstlenip yok eden biçâredir.
Aslında, Günâh Keçisi, Tevrat’ın kıvrık köşelerinde unutulmuş, asırlar boyunca gözden kaçmıştı; eh, keçi bu, kâh kayaya tırmanır kâh uçurumda kaybolur.
Bilirsiniz, Hıristiyanlar akıllıdır, duruma göre İncil’i arada bir torna tezgâhında yontar gibi, orasından burasından değiştiriverirler, fazlasını alıp cila atarlar. İncil’in değiştirildiği zamanlardan birinde, yani 1530’da, keçi ortaya çıkıverdi.
O güne dek bilinmiyordu. İngiliz papaz William Tyndale editörlüğündeki din adamları yayın kurulu eşliğinde hazırlanmış tıpkı basım İncil’de, ilk kez yer aldı. İşte o zamandan beri günâh keçisi benzetmesi, yani Latincesiyle Caper Emissarius, kabahati başkasına yüklemek üzere kullanılır.
Falso vermeden anlatalım ki, Boccacio‘nun DECAMERON adlı eserindeki [5.kitap, 1.kısım] ‘�� fıkrasını yüzüne gözüne bulaştıran beceriksiz şövalye‘ gibi adımız kötüye düşmesin:
MÖ.600 yıllarında yaşamış Romalı tarihçi Leviticus‘un, Ortadoğu’daki İbranilerin, bütün yıl boyu birikmiş ve artık küf tutmaya başlamış günâhlarını af ettirmek üzere keçi kurban ettiğine dair yazdıkları yüzyıllar sonra ele geçmişti.
Leviticus diyor ki, Yahudiler iki besili keçi alıyorlar, bunlardan ilki hemen Kötülükler Tanrısı Azazel‘e kurban ediliyor, öteki keçi ise insanların günâhını yüklenip çöle salınıyor.
İbranî kavmi erken zamanlarında henüz tek tanrıya değil, birçok tanrıya tapınır; tıpkı Yunan Mitolojisindeki tanrı bolluğuna sahiptir, bunu da not etmek gerekir.
Günâh Keçisini sanatta pek göremiyoruz, nedense!
Antik Yunan’da tanrılara kurban etme geleneği ‘Pharmakos‘ diye anılıyordu. Latincenin Pharmacia kelimesi, ‘eczacılık‘ olarak tüm dillere yerleşti.
Antik çağlarda kurban edilen hayvan ve insanların eti, kemiği, derisi, kanı, saçı, artık ne kalırsa geriye tümü hem zehir, hem de ilaç olarak kullanılırdı. Kurbandan alınan bu malzemelere Pharmakon deniyordu. Kurbanlar sakat, dilenci veya ağır hastalar, suçlu veya afaroz görmüşler arasından seçiliyordu. Eski çağların günâh keçileriydiler, günümüz eczacılığına isim babası oldular.
Tyndale’in İncili, Gutenberg’in matbaa makinasını bulduğu tarihlere denk düşer; hemen dizgiye verilir. O günün okur yazarına kıyasen dikkat ediniz ki, 16 bin adet basılır, Avrupa’da dağıtılır. Böylece günâh keçisi kavramı Batı Edebiyatı ve Sanatına yerleşecektir. İşte o İncil’in 18.yüzyılda yapılmış bir baskısındaki taş basma gravürlerde ilk kez günâh keçisine rast gelinir, ressamı ise bilinmez-laedri‘dir. Gravürde gördüğümüz keçi, zavallıcık, Musaoğullarının tüm günâhları için çöle, ölüme zıplaya hoplaya gitmektedir.
Ahasverus adlı meşhur mu meşhur Yahudinin günâhına ise keçi bulunamamıştır, bunu da kaydedelim. İsa’nın çarmıha gerilip Golgotha tepeliğine kadar yürütüldüğü sıra, elindeki değnekle onu dürtüp eziyet eden Ahasverus, Hıristiyanlığın peygamberi tekrar dünyaya geleceği güne kadar çölde yürümeye mahkûm edilmişti. O günden beri yürür babam yürür. Bitmez tükenmez lanetli yürüyüşü
Tarih boyunca iktidarda olanla, ona yakın bulunan ve sırtını dönen arasında günâh keçisi hep dolaştı. Şimdi, ‘Sırala bakalım, ey denemeci!‘ diyorsunuz da benim cebim yeterince kırıntıyla doludur, hemen ortaya döküveririm.
Alınız, mesela, Ronald Reagan‘ın karısı Nancy’nin astroloji ve falcılık merakıyla sabah akşam kocasının baş etini yediği söylenir, Başkanın tüm kararlarında etkilidir. O hâlde, Reagan’ın günâh keçisi karısıdır.
Hitler’in özel sekreteri faşistin faşisti Martin Bormann da bir günâh keçisidir. Onun yüzünden Hitler oraya buraya saldırmıştır. Zira Hitler’in kanına giren, tarihçilere bakılırsa, işte ta kendisidir. Dilediği bilgiyi iletmiş, kimilerini çarpıtıp öyle sunmuştur Führer’e…
Che Guevara için de, Fidel Castro’nun günâh keçisi, derler. Güyâ, başlangıçta, Fidel’i aşırı Stalinci-baskıcı bir rejim kursun diye çok etkilemiştir, durduk yere Fidel’i sıkıntıya sokmuştur. Fidel usturlabı bozmayınca, Küba’yı terk etmiş, sonra Bolivya’da hayatını sonlandırmıştır.
George Orwell 1984 başlıklı distopik romanında Emanuel Goldstein adlı bir karakter yaratmıştı. Güyâ diktatöryal rejime karşı görünüyor, zaten var olduğu bile kuşkulu olan bu adam sadece ekranlarda izleniyor, fakat aslında ‘Hakikat Bakanlığı‘ tarafından kullanılan bir ajan olduğu bizce, biz roman okurlarınca biliniyordu. Goldstein – soyadı bile Yahudi ismidir!- günâh keçilerinin en keçi sakallısıydı.
Sakallı deyince, akla bir başka günâh keçisi olan Leon Troçki geliverir. Meksika’ya kadar sürgün yediği ve orada siyasî bir suikastla hayatını tamamlayacağı yılların bir kısmını, Kadıköyü’ne nâzır bir köşk içindeki Büyükada’da geçirip, sonra bıyıklı ve bitişik kaşlı ressam, Sinyora Frida Kohlo‘nun evine girip evli kadınla aşk yaşayacak kadar Şeytanî bu adam, Rus Bolşevik Devriminin günâh keçilerinden biridir; devrimin bütün eksik gediğini O’na vakfederler. Ne o, güya tek ülkede sosyalizm olmazmış; olur efendim, bal gibi olur! Stalin yapınca olmaz mı!
Burada, eskiyi karıştırma, kutuyu açtırıp kötüyü söyletme demek gerekiyor.
Kutuyu genellikle kadınlar açar, galiba hediye-çeyiz-yüz görümlüğü gibi şeyleri açmakta mâharetleri olsa gerek, hep onlar açar! Pandora’nın, kötülüğü insanların arasına saldığı mitolojik öyküye bakarsanız, günâh keçisi aslında bellidir. Romalı şair Hesiod, Yunan yarı-tanrıçalarından Pandora’ya lafın çengelli iğnesini batırarak der ki, “Nihayetinde kadın kutuyu açtı ve bütün kötülükler erkeklerin arasına sıçradı!“
Hesiod’dan daha çetin ceviz çıkan Romalı Arap Quintus Septimius Tertullian ise bütün bütün misojeniktir, kadın dediniz mi köşe bucak kaçar ve anası dahil tüm kadınları günâh keçisi yapar:
“Siz şeytanın yolundasınız, siz yasak ağacı bize sunuyor, siz Tanrının varlığına ait izleri siliyorsunuz!“
Bu lakırdıyı ettiğinde tarihler Milattan Sonra ikinci asrı gösterir.
Günâh keçisinin ilk sahibi Yahudiler ise, tarih boyunca hep günâh keçisi olmuştur. Bırakın Nazi soykırımını, sadece Kara Veba, Avrupa’yı 1342’den 1351 yılına kadar kasıp kavurup, bugünkü bilgilere göre 25 milyon insanı telef edince günâh keçisi Yahudilerin üzerine yıkılacaktır.
Katolik Kilisesi Yahudiliği vebayı bulaştırmakla suçlar. Bu kadarıyla da yetinmez ve Kuzey Afrika kıyılarındaki kolonilerde yaşayan Müslümanları da suçlar; ayrıca cüzamlılar, eşcinseller, dilenciler ve nihayet Çingeneler vebaya günâh keçisi tutulur.
Biz kendi işimize bakalım da, Osmanlı’ya bir göz atalım isteriz. Ne var ki, günâh keçileri nerede otluyor diye aramaya pek gelmez, zira Osmanlı’nın Şamarı belli olmaz.
Osmanlı’da şamar oğlanı, günâh keçisinin ta kendisidir. Saraylara, konaklara, yalılara alınmış yetimlerin, paşazade torunları yerine tokatı yediğini biliriz.
Aynı gelenek Alman kontluklarında da vardı, merak etmeyiniz: Prügelknabe diye adlandırılıyor, dövülemeyen prensler, efendiden adamlar yerine onlar dayak yiyordu.
İngiliz asilzâdesi de tokat yemeyi sevmez, kendi yerine Whipping Boy diye birini el altında tutar, kötek zamanı gelince onu kullanırdı; alın size bir başka günâh keçisi daha…
Keçi inadı gösterip yazdığım, keçiye versen yemez bunca şeyden sonra keçileri kaçırmadan müsaade istemeliyim.
Zira daha fazlasını ortaya faş edersem, bu kez, günâh keçisi ben olacağım.
Ne demişler, keçi ölür kuyruğu dik kalır!
Kuyruğu dik tutmalıdır…
Bir de anlatırlar ki, Karaman’ın yağlı kuyruklu koyunu dereyi zıplayıp geçerken kuyruğu havalanmış, mahrem yeri görünmüş, orada otlayan keçi buna gülmüş, “Kıçın göründü, kıçın göründü!” diye alay edesi gelmiş.
Koyunun çelebilik zamanıdır:
“Ne var!” demiş koyun, “Benim kırk yılda bir göründü, senin hep görünüyor ya!“
Demek ki, koyuna bakarsanız, kıçı her daim görünen keçinin günâhı sürgit kepazeliktir; koyununki bir defaya mahsustur, görmezden gelinir, affolunur.
Bana sorarsanız, asıl günâh keçisi hayatın ta kendisidir.
Şair Esra Zeynep, Attilâ İlhan etkisi görülen şiirlerinden birinde der ki, “Asıl suçlu hayat, vurma örtmenim…“
Bunca lakırdı döküntüsünü sabırla okuyan Okur, Latincede Partiriunt montes nascetur ridiculus mus, denildiği gibi dağlar fare doğurdu, dese haklıdır.
Unutmayalım ki, en iyi bozulunca en kötüsü bundan çıkar: Corrupto optimi pessima!
0 notes
Text
Aşk Risâlesi
I
Aşk rahmani,
şehvet hayvanidir.
tüm rahmani duygularımla seviyorum seni
bütün sahih bildiklerimle çağlıyorum,
kıyıya vurarak akıyorum limanına
geçerken heybemdekileri savura savura,
kainata hayran ola ola düşüyorum yoluna
yol ki sana çıkıyor her yokuşu,
yolunda dökülüyor incilerim
toparlıyorum, telaşa düşüyorum
sonra mı?
tekrar düşürüyorum
bu sefer elim ayağıma dolaşıyor
tüm bildiklerimi unutuyorum
bildiğimse,
az evvel unuttuğum.
II
Çünkü aşk.
Kendi adının önüne koyduğu varoluş,
varlık,
elbet bir sebebi vardı bu oluşun,
sebepsiz sonuç yaratmadı,
ışıksız karanlık,
kendi sırrının sahibi bunca şeyin hepsini yoktan var etti
alemlerin sahibi alemde bilindik kıldı ismini
hissettiğimiz her şey aslında onun kendisiydi
hissettirir ansızın,
ansızın hiç hesapta yokken
aşktı adı;
"Ey aşk!” diye ruhumuza fısıldadı
kendi sıfatından önce sevgi ile temizledi her yanı
sonra zikrettirdi adını…
aşk diye.
sahi ne değmişti ki yüreğine?
neye karşı direnememişti
topraktan üryan kamçılıyor bedeni
ruhu saran esrarın rengi çıkıyor ortaya
puslu değil, genzi titreten apaçık kokusuyla,
ruh sen,
gönül sen,
beden sen…
işte o fasıl
subhan sanadır,
ismiyle cüssesiyle sana
dili evvela lâl edip,
sonra bir bir döktüren nida
hamd O'na ki;
ey varlığı kendinden olan,
ey kendi kendisinin hem sebebi hem sonucu olan,
ey kendi ezelinden ezeli, kendi ebedinden ebedi olan...
III
Sen ki;
ahiret mükâfatımın dünyalık kısmı,
sen imtihanım
özleme en iyi gelen vaktim
özlenmeğe en çok değinen yanım
hâlim,
ahvalim.
avareyim,
asudeyim,
yorgunum…
Sümeyra Aktaş- Bir Adam Gelir
3 notes
·
View notes
Text
Son bahara son kez bakıyoruz, devirde öyle hayrete düşücü olaylara tanık oluyoruz ki, üstümüze yağan musibetlere, adeta gülüp geçiyor hatta ciddiye bile almıyoruz. Üstüne üstelik yetmezmiş gibi sorumsuzca ve futursuzca insanların vebalini umursamadan tahayyül edemediğim davranışlarınıza akıl sır erdiremiyorum. Şu an kabına sığmayan özlemlerle doluyum... hüzün yığılı cümlelerim. Hani bir sefer çıkarda giderim ümidiyle bakıyor gözlerim. Duygularım tercüman olmuyor artık özüme. Ne önemi var ki? 1 yıl geçmiş aradan, şu musibet salgın geçeli ömrümüzden, hoş geçmişte değil ya zaten. İsyan hakkım olsa tümünü şu adil olmayan hüküm ve çiğnenen ahlaklara kullanırdım. Öyle ki artan günahlar, azalan sevaplar! Yetmezmiş gibi bu olaylara hayret dahi etme tecessüsünde bulunmayan insanlarla dolu bir alem. Ne yapılan hayr belli ne günah. Açık kapalı ziyadesiyle işlenen lağvedilerek dinde böyle mevzu yok dedirten şeytanlaşmış insanın içindeki bir zerre iyilikten ya da kötülükten unutun gitsin. Tüm engelleri ve engebeleri göğsünde siper edinmiş yahut sırtına yük bindirmiş bir avuç fedakâr insanın yüzü suyu hürmetine... ya Rab... kaldır şu musibetleri üzerimizden ya da biz kullarını hidayete ihsan et... gelmiyorsak ıslah eyle yüreklerimizi, ruhumuz son selaya kavuşmadan evvel.
#türkiye#yazar#nonprofits#writers#architecture#books and libraries#sociology#sosyoloji#sosyolog#cemil meriç#jurnal#journal#ecrivain
6 notes
·
View notes
Text
Âgâh olun anneler!
Tamda öyle bir noktaya geldik ki, çocuk yetiştirme konusunda kimseye güvenmiyor hatta beğenmiyoruz da... bizim kendi bildiklerimiz her zaman daha doğru! Daha iyi! Daha mükemmel! Fakat ufacık bir zellede neye uğradığımızı şaşırıyor, ben kendi elimle yaptım meselesinin vahlarını yaşıyoruz... kimseye özenmiyor. Aslında çocuklarımızdan ziyade biz kendimiz kendi nefsimiz kimseye özenmiyor ve kimsenin yaşantısını kopyalayıp aynısıymış gibi yaşamaya çalışmıyoruz. (Yersen) Çocuklarımız özenmeyi bilmezler zaten, hani rol model olarak bizleri görüyor ya çocuklarımız, bizleri örnek alıyor ya... haliyle ortaya çıkan görüntü tam tamına notunu 10 üzerinden veriyor.
Kimseyi beğenmez, özenmez, biraz da ukalayız aslında. Bu kendimizde gördüğümüz. Haa bir de görmediğimiz kısmı. Ahhh onlarla neden ilgilenelim ki? İşimize bile gelmiyorlar ki...
Öz eleştirinin hayatı değiştirdiğini, hatta beni dönüm noktalarına ulaştırdığı durumlardan bahsediyorum. Görmediğimizi görmeye çalışmak, gördüklerimizin görülmeyen yanlarını anlamak gibi. Tedebbür gibi... bugün yaptığımız ibadetten tutun, bir karıncaya davranış biçimize kadar, örnek teşkil ediyoruz. Hatta bir davayı savunup ne ile hem hal olduğumuz tam bu noktada en flaş ışıkları üzerimizde patlatıyor... ve en yüksek sesiyle “Sen annesin ve seni takip eden, taklit eden, tasvir eden bir evlat var arkanda...” diye bağırıyor. Bağırıyor ama çoğu zaman biz anne(ler) onu hiç duymuyor(uz)..
Çok kıymetli bir dostumla konuşurken “Anneler olarak biz agâh olmalıyız!” Diye epey derin muhabbetlere dalıp, hasbihalin sonunda çok güzel örnek notlar çıkarmıştık. O kadar da haklıydı ki... hemen üzerine sosyal medya çılgını çocukluk arkadaşımın, “yaa abicim olaya ne kadar da uzağız, biz burda ne yetiştiriyoruz? Dibini sulayıp fasulye mi alacağız sadece? Sorusunu yüzüne vura vura soracağımız bir pozisyonla karşılaşıyoruz. Dünyamızın ve kendimizin tehlikede olduğu şu zamanda, geceleri sabahlara kadar sadece kendimizin değil tanıdığımız tanımadığımız insanların üzerinde bulunduğumuz bu musibetler gitsin diye dua ederken, yalandan da olsa biraz olsun kendimizi takva halinde bulmuşken. Bunca zelzelenin eşiğinden milletçe sıyrılmaya çalışırken, 5-6 yaşındaki kız çocuğuna “yastık challenge” videosuyla karşı karşıya kalınca, dedim ki insan istediği kadar çırpınsın, yırtsın saçını başını. Bir tek kendi derdine düşüyor. Fikri ne ise zikri de onunla meşgale oluyor. Üzülüyorsun. Elinden başka bir şey gelmiyor...
Çok mu lazımdı acaba şu anda bize bu? Hani psikolojimiz toplum olarak bozuldu da bu kadar mı çaresiz kaldık? Ecdad bize “Asımın nesli! Bu!” Dedi onlar ümit vardı...
Şu an bizi görseler görmeseydik daha ümitliydik der geçerlerdi. Bizler bugün ne üzerineyiz? Kime hizmet ediyoruz? Ve biz bugün batının kuklası olmaktan başka ne işe yarıyoruz? Çokça sorup cevap aramalıyız, çok düşündüm bu soruyu, fakat çok doğru yanıtlar bulamadım. Hatta bulabilen varsa bana da söylesin... en çok ben uzağım diyen bir tık içindedir bu engebenin... bilmiyorum bilemiyorum Allah sadece sonumuzu hayr etsin diyebilirim sanırım...
Evlat yetiştiriyoruz, evlat... tabii yetiştirebilirsek...
Örnek olalım, özenti olmayalım...
28.05.2020
-Sümeyra
#yazar#writers#books and libraries#cemil meriç#türkiye#yazarlardansözler#kitapönerisi#kitapokumak#bookworm#yazmak
5 notes
·
View notes
Text
Kapıcı Süleyman mı daha rahat bir hayat sürdü yoksa Sultan Süleyman Mı? Düşünsenize İkinci el Brodaway’i olsaydı Sultan Süleyman’ın o kadar yorulur muydu acaba devlet işlerini yönetirken. Ya da elinde tuşlu da olsa bir cep telefonu olsaydı Şehzade Mustafa’nın masum olduğunu geç olmadan öğrenebilir miydi.
Hastalandığı zaman özel hekimlerini çağıran Fatih Sultan Mehmet’in elinde Hamal Mehmet Amca gibi devlet hastanesine gitme imkanı olsaydı, iyi olma şansı Mehmet amca kadar artar mıydı acaba.
Garibim Büyük İskender’in jeti meti geçtim de altında mobileti bari olsaydı dünyanın öbür ucunda olan topraklarına aylarca at sırtında gitmek zorunda kalır mıydı? Düşünsene dünyanın yarısı senin ama çocukları alıp bi mangal yakamıyorsun Porto Riko sahilinde.
Ya Kleopatra? Sezar’dan haber alabilmesi, son görüldüsüne bakabilmesi, Facebook’tan dürtebilmesi, İnstagram’da stalkun dibini sıyırması bir saniyeyken aylarca ondan haber bekler miydi acaba.
Bilmiyoruz…
Bildiğimiz tek şey var, “Seni sultanlara layık yaşatacağım” klişesinin çökmüş olması.
Biz onlardan daha rahat daha konforlu daha lüks hayatlar yaşıyoruz bu kesin. Bundan 200 yıl sonra gelecek torunlarımız da bizden daha da rahat bir hayata doğacaklar.
O insanlara baktığın zaman onca yokluğa rağmen sanat, mimari, müzik, bilim, edebiyat alanlarında bile ne kadar başarılılarmış. Bir çeşme bile ellerinde sanat eserine dönüşmüş.
Hala Topkapı sarayına gidip hayran hayran tavan izliyoruz ama ben Toki’ye gidip hayran hayran kartonpiyer tavanı izleyenini görmedim.
Niye böyle oluyor?
Eğitim imkanları dersen onlardan daha fazla. Çocuklar kapıdan servis ile alınıp akşam geliyor. Gözlerinin içine bakıyoruz üzülmesinler diye. Gözünden bir damla yaş düşse uykularımız kaçıyor da zar zor işte KPSS puanı alıyor büyüyünce. Biz de etrafta devlete yerleşti bizimki çok şükür nezaket” diye seviniyoruz. Başarının zirvesi devlete yerleşmek olmuş.
Oysa daha fazla vaktimiz var, bir ay at sırtında giden Sultan Süleyman’dan daha çok imkanımız var. Ama neden bir Sultan Süleyman çıkaramıyoruz?
Edebiyat Nilgün Bodur’ların eline düştü, sanat Kerimcan’ların. Neden bir Mimar Sinan’ımız yok bizim?
İnsan deli oluyor düşündükçe, boyanın kırk çeşidi kalemin elli çeşidi önümüzde de bir Da Vinci daha gelmiyor arkadaş.
Çünkü bu çocuklar boş vaktinde online okey oynayan babalarını, toz tutuyor diye eve kitap sokmayan annelerini görerek büyüyorlar.
Öyle olunca yeni bir dil öğrenmek yeni fenomenin videosunun altına “ece abla çantanın içindekileri ne zaman gostercaan” yazmaktan daha sıkıcı gelebiliyor.
Sabah akşam oturup bu meseleyi konuşsak toplumun yeniden inşası üzerine kafa yorsak bu çocuklar ne olacak desek, inanın Belediye Başkanının hangi partiden olup olmayacağının zerre kadar önemi kalmaz.
Ama işte sakal da bırakamıyorum ki…
5 notes
·
View notes
Text
Şu resmime bakıp, saatlerce ağladım...
Yazacak o kadar çok şey var ki, şu fotoğrafa dair.. insanın ne kadar şükürsüz olduğundan tut, ne kadar nankör olduğunu yüzüne vura vura anlatacak manada derinlik taşıyor... Öyle sıradan falan değil, en üst raddesine vara vara hissettiriyor... Uzaklıkların, imkansızlıkların, gurbetin tüm bu müsibetlerin insanı acıta acıta kılının dahi kımıldamasına müsade etmeyen evrenin karşısında nasılda çaresiz olduğunu gösteriyor. Aslında en çok o güzeller güzeli, eşi benzeri bulunmayan yaratıcının varlığına, bir kez daha görmeyen gözler için bağıra bağıra haykırıyor. Ve diyor ki acizsin ey insan ! Aciz!!
Fizyolojik yapısı itibariyle birçok za’fiyet taşıyan insan, aslında psikolojik yönden daha büyük bir za’fiyet içindedir. Bu iki yöne de işaret eden ayet-i kerimde..
“Şüphesiz daha önce Adem’le (yasak ağaçtan yememesi hususunda) ahitleşmiştik, fakat o bunu unuttu. Biz onu fazla azimli bulamadık.” (Tâhâ, 115) Nitekim “insan” kelimesinin iki ayrı kökten müştak olduğu söylenir. Birincisi, unutma mânâsındaki “nisyan”dır. Ayet-i kerimede ifade edildiği gibi Hazret-i Adem -Aleyhisselam- Allah ile yapmış olduğu ahdi unutmuştur. İkincisi ise “ünsiyet”tir ki, insan bulunduğu yere çabucak alışır, ülfet eder ve adeta o yerin rengine boyanır. ve bunun üzerine diyecek başka hiç bir söz bulamayız, haşa Allahımızın sözünün üstüne söz söyleyecekte değiliz.“Şüphesiz ki insan Rabbine karşı pek nankördür. Elbette buna kendisi de şahittir.” (el-Âdiyât, 6-7) buyrulmaktadır.
Ey insan hala görmeyecek misin? İçinde bulunduğumuz biyolojik, kimyasal ya da ileri boyutta insanlığın sonunu getirilmeye çalışılan savaşların... yada daha geniş bir tabirle; “tek tip insan modeli” dünya’da “tek tip kural sistemi”, tek bir inanç sistemi kurup, aile tabularını yıkıp bunun üzerine bir de kendilerince belirlediği “ademi merkeziyetçilik” kavramını olauşturacaklar. Tabii bunu öyle tek seferde kolay bir şekilde yapmayacaklar. Adamların istediği bu değil ki, çünkü kafalarında şöyle bir düşünce var. Kii sonuna kadar haklılarda... “Neden aceleci davranalım? Onlar zaten ilk iş olarak; her sabah uyandıkları için, kendi yaratıcılarına şükretmekten çok! bizim onları şecerelerine kadar öğrendiğimiz şu telefon zımbırtısının içine girdikleri anda kucağımızdalar.” Belki. Son kullandığım tabir biraz fazlaca kaba oldu lakin biz bu kavramları çocuklarımızın eline telefon verirken, Netflixde bir dizinin peşine 2. Bölümü takip edeyim derdine düşmüşken, sosyal medyada takip ettiğimiz arkadaşlarımızın yaşam kalitesine, yaklaşamasak dahi sahte yaşam kalitemizi kamufle ederek yayınlamışken. Biz bu savaşları çoktan kaybetmiştik zaten... “…İnsan zayıf yaratılmıştır.” (en-Nisâ, 28) buyrulmaktadır. Hadi bak bir fırsat daha geçti elimize Rabbim bizi affetmek için bahaneler arıyor. Tamda o zamanda değilmiyiz? Tevbe etmenin, kendine gelmenin tam zamanı değil mi? Ne güzel bir gündeyiz. Ramazan kapımızı çaldı... içimizde Ramazan-ı şerifin sevincini yaşamanın tam vakti. Evet belki içinde bulunduğumuz malum sebeplerden dolayı buruk geçiyor hepimiz için. Ama biz biliyoruz ki, Allah dilemedikçe hiç bir şey gerçekleşmeyecektir, ve yine Allah dilemedikçe yaprak dahi yerinden kımıldamaz. Belki bu rabbimizin şer içinde gözüken hayrıdır. İnsan Ramazanda maddi ve manevi temizlenir. Bu durum, bu süreç bizim aleyhimize işleyecektir. Tamda böyle bir zamanda Rabbime bize verdiği onca nimet için şükrediyorum. Bu Ramazan bizim kurtuluşumuz olsun inşaAllah..
Vesselam.
Sümeyra
2 notes
·
View notes
Photo
Farkında olmadan sizce de çok fazla harcamadık mı kendimizi? Sormadık mı yoksa kendimize? Kime niye bu kadar değer? O ki seni yoktan var mı etti? O ki sana senin ona gösterdiğin değerin kaçta kaçını gösterdi? Nankör bir insan oluşundan bahsediyoruz. Kimsenin kimseye menfaatsiz zerre faydası olmayan onca insandan bahsediyoruz. Ve nitekim biz de bu hunharca karışıklığın içinde kayboluyoruz. Bizde farksızız bizde ziyansız…
2 notes
·
View notes