ofilmbu-blog
146 posts
Sinema sever(çok sever) birinin seyrettiği filmlerden geriye kalan yazı, sahne ve replik topluluğu.
Don't wanna be here? Send us removal request.
Text
Merhaba! Merhaba! Merhaba!
Sebebini bilmemekle birlikte uzun bir süredir film seyredemiyor doğal olarak da paylaşımda bulunamıyordum. Ta ki bugünün müzeye gitmek için çok sıcak olduğuna kanaat getirene kadar. İstemsiz bir şekilde vizyondaki filmlere baktım (seyredilmeye değer çok çok az film getirdikleri için pek ilgilenmem sinema salonları ile) ve instagram hesabından reklamını her dilde bangır bangır yapmış olan Darren Aronofsky’in son filmi Mother!’ı gördüm. Kalktım gittim.
Buraya kadar her şey çok hızlı gelişti evet.
Film beklediğim gibi ağır başlamıştı. Ama bu bir kadın filmiydi, belli. İsminden değil, film sahnelerini Jennifer ablamız ile beraber gezdiğimizden. Onun arkasındaki gözler olduğumuzdan ve onun çok çok az konuşmasından belliydi. Bu bir kadın filmiydi.
İlk yarım saat asla bir fikir edinemiyorsunuz. Perdeye kafa atasımın geldiği anlar çok oldu ama yönetmen şımarıklığı işte.. Yapacaktı ya illa bi’şeylikler, onunla inatlaşıp bana bir şeyler anlatmaya başlayacağı ana kadar kafamı yormadan beklemeye karar verdim. Çünkü konuşacaktı, mecburdu!
Başladı..
Gösterip duruyordu ama ben bana ne gösterdiği ile değil ne söylemek istediği ile ilgilendim. Gerçekten bu ve benzeri yönetmenlerin “alt metin”lere sığınıp işi çok başka yerlere götürdüklerini düşündüğüm için hiç oralı olmadım ve dinledim;
Kadınına sahip çık. En çok ona sahip çık. En çok onunla ilgilen. En çok onu sev. En çok onu koru. En çok ona güven ver. En çok ona hissettir sevgini. En çok onun yanında ol. En çok onunla konuş. En çok onunla gül. En çok onunla eğlen. Onu, kalabalığınla yalnızlaştırma. Uzaklaştırma. Soğutma. Öldürme. Sev. Koru. Sev, Koru.
Konu bu. Kendi loblarım adına yemin ederim ki bu. Kadın gözünden bakarsak ki oradan bakmamız gerek, bu. Fikir buyken, film boyunca kadın oyuncunun arkasında onunla beraber gözlem yaptığımız için işin götürüleri ön plana çıkarılmış. “Beni sevmezsen böyle olur, beni korumazsan şu olur..” gibi. Evet, doğru da yapılmış ama filmi öyle bir işlemiş ki.. Araya giren “yahudi” kelimesi içerikli replikler.. Bir anda ilahi bir platforma dönüşüp mesih mesajları veren sahneler.. Hiç gerek yokmuş bunlara mesela. Çünkü o kadar uymamış ki.. Tamam film metafor filmi ama bu konuları zaten Hollywood istisnasız her filminde işliyor. Ben kendi adıma sıkılıyorum artık. Üstüne bir de Aronofsky filminde, çok alakasız bir şekilde görmüş olmak hiç hoş olmadı. Hiç! Zekama hakaret, film sevgime ihanet bu..
İşin özü az ama öz okuyucum; film aslında güzel. Küçük saçmalamalarını saymayıp gösterilen ile anlatılmak isteneni ayrıştırarak seyredersek güzel. Bi’de unutmadan söyleyeyim; bu bir korku-gerilim filmi değil!
Teşekkürler.
2 notes
·
View notes
Text
Girl mü Power?
Günümüzün son trendlerinden olan erkek-kadın çatışmasının filmleşmiş halini seyrettim az önce. İsmi Toz Bezi. Bilenler, bilmeyenler elbette var. Ben, ilgilendiğim kısmı ile bir şeyler yazacağım..
Kadına ilginç güçler yükleme merakından.. Sürekli ama sürekli bahsi geçirilen mağdur kadın edebiyatı ve mağara adamından evrilmişcesine nefes alan erkekler yerine bunun gerçek sebeplerine asla inilmemesinden bahsedeceğim.
Öncelikle kadınım. Bu hayatta bana anahtar olan çok sevdiğim iki cümle var;
1- Hayattan ne istediğini bileceksin.
2- Kendini eğiteceksin.
Okul eğitiminden bahsetmiyorum tabi ki. Okula inanmıyorum. Oradaki eğitim değil. Eğitim çok başka bir şey. Lise mezunuyum. Üniversiteli olup şu meşhur bilgi yarışmasında “kendini tanıtır mısın?” sorusuna “bilmem ne üniversitesi falan filan bölümü” cevabını verip, zekasının bir kaç test şıkkı ile ölçülmesini kabul ederek bununla övünenlerden daha zeki ve bilinçli olduğumu düşünüyorum. Neyse.. Hayattan ne istediğini bilme meselesinde anlaşılmayacak bir şey olduğunu zaten sanmıyorum. Başlayayım o halde..
Bir kere erkek ve kadın eşit değildir. İnsan olarak evet, meziyet ve donanım bakımından hayır. Eşit değildir. Erkek güçlü olan, kadın zayıf olandır. Bu da kadın köle demek değildir. İtaat edeceksin, boyun eğeceksin değildir! İnsanımız bunu o kadar anlayamıyor ki.. Tüm bu sorunların çıkış noktası bu aslında. Kadın tabi ki çalışabilir, istediğini düşünüp istediğini konuşabilir Sevgilisi, eşi ile ayrı düştüğü fikirler olabilir. Bunu dile getirebilir. Kendi düşüncesini sonuna kadar savunabilir. Bir kadın, insani getirilerin hepsine tabi ki sahiptir. Kavga edebilir. Bağırıp çağırabilir. Bu bağlamda bir erkeğin yaptığı her şeyi kadın da yapabilir. Ama bir kadın, kadın olduğunun farkında ve bilincinde ise askere gidemez mesela. Yani ben bir kadın olarak bunu tercih etmem. Çünkü kadınım. Kadın kalmak istiyorum. Eşit olduğum yönleri de, zayıf kaldığım yönleri de biliyorum. Bunu kabulleniyorum, gocunmuyorum. İstesem bir erkeğin gücüne erişebilirim. Bunun için çabalarım, bir erkek gibi görünüp yan sanayisi gibi etrafta dolaşabilirim ama o zaman kadın,erkek eşitsizliğinden bahsedemem. Çünkü ben artık kadın değilimdir. Verilen karşı çıkmıyorum, mutlu kalabiliyorum. Yanımda benden daha güçlü olduğunu bildiğim birinin varlığı bana güven veriyor. Kendimi o zaman daha güçlü hissediyorum. Yapabileceğim ve yapamayacağım şeyler var çünkü. Erkeklerin de öyle değil mi zaten? Onlar da doğuramıyor mesela. Çoğunluğun bahsettiği o meşhur eşitlenemeyen eşitlik için onlar da sokaklara dökülüp “hamile kalmak bizim de hakkımız!” diye pankartlar açsınlar madem. Etek giyip bizimle eşit olsunlar, yan yana yürüyelim. Böylesini mi istiyorsunuz, gerçekten anlamıyorum. Kadın kadınlığını, erkek erkekliğini bildikten sonra bir sıkıntımız kalmaz. Diyorum ya, kendini eğitmek işte. Tabi ki erkekliği çok yanlış anlayan ciddi bir kesim var. Ne yaparsan yap bir şey açıklayamayacağın türden. Ama insan kendini bilip biraz kendine yüklense.. Kendini dinlese.. Neye ihtiyacı olup olmadığını anlasa, seçimlerini ona göre yapsa.. Ezberci olmasa.. İnsani davranışları taklit etmese, kendi özgünlüğünü yakalayabilse.. Kendini eğitmek budur. Kısacası düşünmektir. Her şey burada bitiyor. Bu kadın için de geçerli. Kadınlığı çok yanlış anlayan kadınlar için. Dünyaya boyun eğmeye gelmişcesine davranan kadınlar için.. Üniversite okumak bunların yanında bir şey değil. (Filmde bahsi geçtiği için söylüyorum.) Okumak, ille de yüksek lisanslar yapmak kadınlığına kadınlık katmıyor arkadaşım. İş sende bitiyor. Erkekliğini orantısız güç olarak kullanmak da senin hakların arasında yok arkadaşım! İş sende bitiyor. Sende. Yani -kadınlar için- ağlamadan önce, -erkekler için- bağırmadan önce sorulması gereken sorular var. Bunları iredeleyip bir çözüm aramaya koyulursak zaten ne ağlayan kalır ne bağıran. Böyle filmlere de gerek kalmaz.
Sonuç olarak, başarısız bir filmdi. Çünkü “bunu nasıl değiştirebiliriz?” yerine bol bol “kabulleniş” vardı. Ne Türk Sineması olarak ne insan olarak bir adım atmış olabildik yani. Bir şey değişmedi. Yardımı dokunmadı.Yerimizde saydık. Yerlerinde saymaya devam edecekler. O kadınlar ve erkekler.. Onlar için üzgünüm.
Bitiş notu: ne demiş Marilyn Monroe?
“Erkekler ile eşit olmak isteyen kadınlar tutkularını kaybetmiş olanlardır.”
2 notes
·
View notes
Link
0 notes
Text
Et Kemik Sinema.
“Sinemayı yok edenlere lanet olsun! Sinemanın sanatsal değeri ölüyor, bugünlerde orada sadece eğlence filmleri var. Sinemanın görkemli olduğu zamanları unutmayalım. Sinemanın sanatsal tarafı her zaman herkese keyif verebilir. Her filmin eğlenceli bir tarafı vardır. Size yalvarıyorum, tekrar eski filmleri izleyin. Çoklayıcı üstünlükler kazanın. Sinemamızı geri alalım, para karşılığı sömürenlerden geri alalım!...”
diye megafon aracılığı ile ‘gerçeği’ insanlara duyurma çabasında olan bir ‘adam’. Evinin her tarafında sinema fotoğrafları olan, asılları insanlar ile paylaşan bir ‘adam..
Filmin ilk dakikalarını oluşturan bu sahnelerde o kadar fazla şey gördüm ki, bu bir film beğenisi ya da eleştiri yazısı olamayacak. Çünkü daha ciddi şeyler var. Kendimi, sinema adına yaptığım şeyi, insanlara bir şeyleri anlatabilme isteğim ve kursağıma takılmasına sebep olan tüm o arz talepleri.. Paylaştığım her bir film karesinde unfollow kullananları, (mesela sinema birazcık spesifik bir alan ya, hani herkes sevmiyor falan ya da bir dahaki film sahnesini ana sayfanda heyecanla beklemeyecek kadar ilgili değilsen bu tür hesapları takip etmemen gerekiyor ya!) sinema tarihinin ilk filmi ile günümüz filmleri arasındaki üzücü farkları.. Daha neleri.. Gördüm, üzüldüm, sevindim. Biliyorum ki, az da olsa bu filmi seyretmiş ya da seyredecek olan tüm gerçek sinema severler ile kalben, görünmedik bir yerlerde buluşacağız. Bu olayın hakkını vermiş olduğumuzu filmin “konusu”nu açıkladığını idda eden (hepsinde aynı açıklama yazıyor) tüm yazı sahipleri ve adminlere göstereceğiz! Biz göstereceğiz. Kalanından onlar sorumlu.
Cut (Amir Naderi, 2011)
Film siteleri ve sinema yazılarında görebileceğiniz açıklama; sinema aşığı bir adam bir gün abisinin öldüğünü öğrenir ve üstüne kalan borcu dayak yiyerek ödemeye çalışır. Aldığı darbelerden az etkilenmek adına ise sevdiği ve saygı duyulması gerektiğini düşündüğü filmleri hatırlatır kendine.
Buna önce bir gülmem gerekiyor.
:D
Ah olay o kadar farklı ki.. Anlatılmak istenen ile anlaşıldığı düşünülen şeyin arasındaki fark öfkemin artmasına sebep oluyor. Çünkü bu haksızlık. Sinemaya, sevenine, yapanına çok büyük haksızlık. Bu haksızlığı kabul etmediğim için şimdi size olayın aslını biraz spoiler eşliğinde açıklayacağım. Açıklamak zorundayım. Bir fark varsa farkedilmeli !
S P O I L E R;
Filmde sinema aşığı bir adam var evet. Sinemayı temsil eden, doğduğu günlerdeki gibi saf ve kaliteli kalabilmesini uman ve bunun için savaşan bir adam. Yani sinemanın bizzat kendisi. Günümüzün en önemli sorunlarından biri olan fakat bir sorun olduğu fark edilemeyen arz talep meselesi ile yani (sinema dahilindeki) film dünyasını elinde tuttuğunu düşünen, kısmen de öyle olan Hollywood ile kavgaya tutuşan bir adam. Yani sinemanın bizzat kendisi. Yaralı halde yaşamını sürdürmeye çalışırken ilacının kült yönetmenlerin mezar taşlarında, bahsettiği o eski filmlerin vücudunun her tarafına yansıttığı projeksiyon yansımalarında olduğunu düşünüp bulduğu her fırsatta özünü kaybetmemek adına taşlara ve ışıklara dokunan bir adam. Yani evet, sinemanın bizzat kendisi. Piyasaya sürülen her film ile bir darbe alan, izi silinen fakat yok olmak istemeyen, “ben buradayım!” diye haykıran sinemanın. Bizzat kendisi.
Bunu, evinin çatısında yaptığı unutulmasını istemediği film gösterimi sonundaki bir diyalogda şöyle görüyoruz:
- Kavga mı ettin?
+ Hayır, düştüm.
- Bütün bu çürükler düşmekten mi?
+ Evet öyle.
- Kendini kaybettin ve darbeler aldın değil mi?
+ Hayır, sadece tökezledim.
Ağladım.
Kimisine komik kimisine salakça gelecek elbette ama La La Land gibi bir şeye ağladığımı söyleyip normal başlığı altında kendime yer bulmaktan, film izliyorum diyerek ideal yerlerde puanımı düşürmektense çoğunluğun önem vermediği, o önemsemedikleri olmasaydı La La Land’ın bugün olamayacağını akıllarına getirmedikleri ve popüleritesi olmayan gerçek kere gerçek bir şey için ağlayıp anlamsız gözükmeyi tercih ederim. Filmde günümüz sinema anlayışından vücuduna özellikle suratına her darbe alışında asıl sinemanın da söylediği gibi; “kötü film! kötü film! kötü film!”
Daha önce kendine bu kadar inanan ve haklı olan bir şey görmedim.
...
O yumrukların hesabını soracağız(m)! O filmleri seyredeceğiz(m)!
Ete kemiğe bürünmüş sinemanın bitiş sahnelerindeki biraz gururlandıran çokça iç burkan görüntüleri için “uuu finale bak..” diyecekken (alacağı son 100 yumruk için -bizlere- 100 filmlik bir liste hazırlamış, her yumrukta 1 film, yönetmeni ve çıkış tarihi ile birlikte ekrana veriliyor. İnanılmazdı.) .. neyse, onu da söylemeyeyim seyretmek isteyecekler için bir süprizlik şans olsun.
Buradayız(m)!
Teşekkürler;
Bu film ile birlikte sinema için sinema yapmış olan Amir Naderi ‘ye, Shinji Aoyama ‘ya, Abou Farman ‘a ve Yuichi Tazawa ‘ya.
0 notes
Text
“Azim. Dünyada azmin yerini hiçbir şey tutamaz. Yetenek tutamaz. Yetenekli ama başarısız birçok insan vardır. Zeka da tutamaz. Avantaja çevrilmeyen zeka yalnızca bir klişeden ibarettir. Eğitim de tutmaz. Dünya, eğitim görmüş aptallarla doludur. Azmin ve kararlılığın gücü sınırsızdır. Hiçbir şeyin sizi yıkamayacağına, zihinsel huzura, iyi bir sağlığa ve bitmek bilmez bir enerjiye sahip olabileceğinizi gösterin. Bu niteliklere sahip olmak için her gün çalışırsanız sonuçlar kısa zamanda kendini gösterecektir. Kulağa sihirli bir olay gibi gelse de geleceğinizi şekillendirecek kuvvet kendi içinizde. Jenerasyonumun en büyük keşfi insanların, düşünce şekillerini değiştirerek hayatlarını değiştirebilmeleridir. Ralp Waldo Emerson’ın dediği gibi “Bir insan bütün gün düşündüğü şeydir.”
diyor filmin başlarında. Doğru da diyor. Dün buna benzer bir paylaşım yapmıştım instagram hesabımdan. Her cümlesine katıldığım yerinde ve doğru bir konuşma.
Fakat;
The Founder filmini gördünüz mü seyrettiniz mi bilmiyorum. Ben kendisini “coming soon” başlığı altında gördüğümde heyecanlanmıştım açıkçası. Merak duyularım hareket geçmişti. Çünkü çocukluğumun hatrı sayılır bir kısmındaki doğumgünlerim için McDonalds’ta menü ısmarlamalı partiler yapardı annem. Yaşam süremin daha öncesi, daha sonrası ve şimdisi ile alakalı olarak da ilginç bir şekilde bir yerlerde hep var oluyor. O yüzden seyredeyim bakalım nasıl çıkmış bu fikir dedim.. Başlangıçta her şey güzel gidiyordu. McDonald kardeşler algıları açık, zeki, yenilikçi imişler. Filmi seyrederseniz görürsünüz fikirlerinin ve hayata geçirdiklerinin hiçte sıradan olmadığını.. McDonalds’ın en başından beri kalite yolunda ilerlediğini.. Basit ama etkili bir yolu nasıl çizdiklerini.. Çok spoiler vermeden devam etmek niyetindeyim o yüzden şu soruyu soracağım; “başarıyı hakeden bir fikri hayata geçiren mi yoksa onu geliştiren midir?” Bakınca cevap “her ikisi de” gibi gözüküyor ama değil. Bence. Asıl başarıyı kesinlikle bir fikri bulan, ortaya atan hakeder. Çünkü adı üstünde o bulmuştur. O olmasa, bir başkası gelip o fikri nasıl geliştirebilirdi ki? Bu durumda geliştiren, büyüten de hakkını alacak elbet. Ama böyle üstüne konmalı, avantaja çevrilmesi gereken o zekayı çirkin kurnazlıklarla kullanmalı değil. Azmin biçimini değiştirip ismini aynı bırakarak, yürüdüğü yolda yola çıkmasını sağlayan kişileri ezip geçerek hiç değil.Çünkü bunların hiçbiri, yukarıda ve filmde geçen motive konuşmasındaki şeyler değil. Bunlar başka şeyler. Çok başka şeyler. Bir filmde gördüğüm fakat gerçek hayatta da karşılaştığım, gözlemlediğim ve en irite olduğum şeylerin başında gelen şeyler olduğu için de bu filmi bir adet görsel ve birkaç cümle ile paylaşmaktansa bu şekilde yazıya dökerek ölümsüzleştirmek istedim.. Yenen haklar, haksız başarı ve büyümeler hiç tarzım değil. Bu blog benim, her film de bir hayat olduğundan mütevellit az önce seyredip tükettiğim bu biyografi* çok yanlış adlandırılmış diye düşünüyorum. Tabi hikaye gayet gerçek ama yanlış işte.
Yazının görseline, filmi seyrederseniz sarılasınız gelecek.. Tüm o google sonuçlarının verdiği görselleri redederek bunu bizzat kendim shotladım. Çünkü hakeden buydu.
Bundan sonraki mcchicken’larımı, cheeseburger’lerımı, big mac’lerimi Richard James McDonald ve Maurice James McDonald için yiyeceğim !
0 notes
Photo
İstekleri; finalde senin de kazançlı çıkacağını düşündüğün isteğin önüne geçtiğinde yaşadığın kazanç görünümlü kayıp kadar daha kayıbı yoktur.
Baghdad Messi (Sahim Omar Kalifa, 2012)
0 notes
Text
BİRAZ TUAFLIK; DEMOLITION.
Birazdan büyüyüp bir yazı haline gelecek film içeriği için bir kıyas yapmak durumundayım. İstemeden yapacağım çünkü bu filmi, bir anket sonucu gibi çözümleyebilmek için yeryüzünün tek acımasız gerçeği olan ölüm ile yüzleşmiş ve yüzleşmemiş 2 ayrı insana seyrettiremem. Seyretmezler. O yüzden yüzleşen tarafta olan biri olarak cümlelerime güveneceğinizi umuyor ve başlıyorum. ( Yüzleşmemiş olan kısım için de söyleyeceklerim var tabi. Seyretmediler çünkü. )
Filmimiz Demolition.
Görünürdeki konu; eşini kaybetmiş tuaf bir adam.
Anlatılmak istenen; acı, getiri, gerçeklik.
Bu yazıya kişiselimden eklentiler yapmak zorunda kalacağım. Seyrettiğim bir film değil, hayattı çünkü. Gördüklerim, geriye dönüşlerim oldu.. Ölümle yüzleşen tarafta olduğumu söylemiştim. Elbette aranızda tanıdığı birini kaybedenler vardır. “... ölmüş biliyo musun?” şeklinde aldığı haberler. İllaki vardır. En yakınını kaybedenler, benim yaşadığımın 10 kat kötüsünü yaşayanlar da vardır. Konu hakkındaki en tecrübesizinden, kendisine miras kalan travmalara onay alacak birçok insana kadar filmimizden kopmadan bir şeyler anlatmak istiyorum..
4 yaşımdayken babamı, 14 yaşımdayken annemi kaybettim. Algı dağarcığım o zamanlar çok yeterli olmadığı için babamı tanımıyor ve hatırlamıyorum. Acısı “acaba bir insanın babasının olması nasıl bir şey?” şeklinde dönüyor. Annemi ise ergenliğimin zirvesinde, hiç beklemediğim bir anda cansız bedenine şahit olarak kaybettiğim için geri dönüşü çok daha ağır oldu. Bir arkadaşıma Zeki Demirkubuz’un Yazgı filmindeki “anneniz öldüğünde gerçekte ne hissettiniz?” repliğini gösterdiğimde bana “sen ne hissettin?” diye sormuştu. Cevabım; “boşluk” olmuştu. Gerçekten öyleydi çünkü. Kocaman bir boşluğun tam merkez noktasındaydım o gün.
Filmde araba kullanan eşi ile bir türlü tamir etmediği buzdolapları hakkında konuşurken trafik kazası geçiren, bu kaza sonucu eşini kaybeden bir adam var. Ağlamıyor. Görünürde normal davranıyor. Konu detaylarına fazla girmeyeceğim çünkü burda filmi değil Davis’i çözümlemek, kendimden örnekler vererek ne kadar gerçek olduğuna değinmek istiyorum. O gün ben de ağlamamıştım. Sebebini psikologlar daha iyi bilir. Gülüyordum. Etrafta dolanıyordum. İnsanlara sürekli “gerçekten iyiyim” diyordum. Değildim. Ama iyiydim bir şekilde. Davis bu travmadan bir şeyleri parçalayarak, o bir şeyleri parçalarına ayırırken “parçalanmanın” fiziksel bir şey olduğunu kendine kanıtlamak istercesine acısını somutlaştırarak kurtulmaya çalışıyor. Aksi çok korkunç çünkü. Elini uzatsan yok ya. Boşluk ya. Düşünerek aşabileceğin, zamana bırakabileceğin bir şey değil pek. Ben tabi o zamanlar çocuk yaşta olduğum için zamanın elimden tutmasını kabul etmekten başka bir şey yapamadım. Çok düşündüm. Ağladım. Yazdım. Korkunç olanı yapmak zorunda kaldım. Getirisi bugünkü ben oldu. Davis gibi, insanların bakışlarına maruz kaldım ben de. O sürekli bir şeyleri parçaladığı, acısını bastırabilmek için aradığı o adrenalin yüzünden tuaf oldu. Ben kendimi büyütmek zorunda kalırken geliştirmeyi unuttuğum, mesailerimi daha ciddi taraflarıma harcadığım için eksik bıraktığım yönlerim yüzünden. İşte tam burda 2′ye ayrılıyoruz; görenler, görmeyenler. Annesi babası ölmediği için kimseyi suçlayacak değilim. Anlamadıkları için de. Ama işin içine yargılamak girerse, buna maruz kalan çok ciddi travmalara sahip bir insansa bütün oklarımı çıkarırım. Çünkü ben, hayatında hiç bir acı yaşamamış, o acımasız tarafı görmemiş insanlara bile “neden böylesin, neden böyle yapıyorsun, neden böyle yapmıyorsun?” asla demiyorum. İnsancadaki anlamında asla demiyorum. Yoksa sorular doğru, tonlama yanlış sadece. Kimsenin benim neden böyle olduğumu merak ettiği yok. Neden böyle yapıp neden böyle yapmadığımla ilgilenmiyor kimse. Onların istediği, onlara uymam. Onlar neden öyleyse, neden öyle yapıp neden öyle yapmıyorlarsa aynı şekilde benim de öyle yapmam. Özür dilerim yapamam. Yapamam çünkü tuafım. Tuafım çünkü ölümün gözlerine baktım. Davis gibi ölümü gördükten sonra “canım yanıyor !” diye bağıramam, bağırmadım ama aynı onun gibi ayağıma bir çivi batsa küçük dilimi yerinden edebilecek şiddette “acıdı !” diye haykırabilirim. O yüzden böyleyim, öyle değilim.
Merhaba, ben annesini ve babasını kaybetmiş tuaf bir kadın ! Karısını kaybetmiş tuaf bir adam olan Davis ile Demolition filminde tanıştım. Bir şeyler anlattık, dinlediniz mi?
1 note
·
View note
Photo
Merhaba ! İnsanlık için kısa benim için uzun bir aradan ve bekleyişten sonra yurda dönüşümü sonunda gerçekleştirdim.. Lafı fazla uzatmadan açıklamam gerekenleri açıklayıp, sayfanın asıl amacına geçeceğim. Film dünyasına tavşanı takip et ile giriş yapmıştım. Tavşanı takip ederek hemde. Hesaplarımın ilk postlarında bundan bahsetmiştim, neden tavşandı, o tavşan hangi tavşandı gibi sorulara önceden cevap vermiştim.. O tavşan Alice'in tavşanıydı, takip edenini kendisi için en uygun şeye götürecek olan tavşan. O yüzden takip edilmeliydi. İç güdüydü. Misyon yüklüydü çünkü. Bu dünyada herkesin bir "iyi"si, bir tavşanı var. Kimseye bir faydası olmayacak olsa bile takip etmesi, mutlu oluyorsa üzerinde yürümeye devam etmesi gereken bir yolu var.. Buna hobi demeyin demiyorum, hobi olarak yine deyin ama bendeki anlamını açıklamış olmak amaçlı seçmiştim tavşanı ve güzergahını. Şimdi istediğim yerdeyim ve o meşhur tavşana bir minnet borcum olduğunu düşündüğümden, tamamladığım şeyin rotam olduğunu görsün, beni getirdiği yerdeki şeylere hak ettiklerini verdiğimi bilsin diye içine bolca teşekkür yükleyip seçtim #ofilmbu ismini. Hikaye bu. Sevene de sevmeyene de teşekkürler. Ben devam ediyorum, edeceğim. Bunu da duyurmuş olup sıradaki post için geri gelmek üzere çekiliyorum. Okuyan, seven, destek olan herkese teşekkürler..
0 notes
Quote
Bence insanlar gereğinden fazla düşünüyor. Asıl iş dikkatini vermek.
La Collectionneuse (Eric Rohmer, 1967)
0 notes
Text
Merhaba az ama öz okuyucum!
Serzenişte bulunmaya geldim biraz, çok vaktini almayacağım. Öyle umuyorum. Başladım;
Film izleme şeklimin “can çekmesi” adı altında şekillendiğinden sıkça bahsediyorum ve açık konuşmak gerekirse son zamanlarda bu konuda biraz zorlanıyorum. Çünkü canım Türk filmi izlemek istiyor. Arıyorum, tarıyorum, bulamıyorum. Resmen ve bildiğin bulamıyorum. Bu yoksunluktan Yeşilçam’ı ayrı tuttuğumu belirteyim. (Pek tabi.) Ve birkaç FİLMi..
Zeki Demirkubuz filmleri.
Nuri Bilge Ceylan filmleri.
Piano Piano Bacaksız.
Gemide.
Laleli’de Bir Azize.
Ağır Roman.
Kağıt.
Tabutta Rövaşata.
Eşkiya.
Kuzu.
Annemin Yarası.
Barda.
Propaganda.
Dağ.
Arog.
İstanbul Kanatlarımın Altında.
Uçurtmayı Vurmasınlar.
Mustang.
Şellale.
Arkadaşım Şeytan.
Tahammül edip izleyebildiğim, sayabileceğim kaliteli Türk filmi sayısı bende bu kadar. Ama tahammül sınırımın çok altında olup, insanların zevkine ve zekasına hakaret etmek için üretildiklerine inandığım “Türk filmi” sayısı daha fazla. Birkaç örnek vereyim, gerisini siz kolayca tahmin edersiniz zaten; Deliha, Oflu Hocanın Şifresi, Sabit Kanca, Eyvah Eyvah, Şevkat Yerimdar vb..
Bunların “komedi” kategorisi altında sunulması apayrı birşeyken, ikamet ettikleri film izleme sitelerinde “yerli film” olarak sunulmaları da o kadar ayrı birşey. Ha yerli değil mi, yerli! Ama diğerleri? Niye sordum biliyor musunuz, çünkü o kaliteli yapımların neredeyse hiçbiri “yerli film” başlığı altında kendine yer bulamamış. Kontrol edebilirsiniz. Google’a “yerli film izle” isteğinizi sunduğunuz zaman seçenekler arasında kendilerini bulamıyorsunuz bile. Neden? Neden? Neden? (Telif hakkı muhabbetlerini ben sizin için sizden önce düşünüp eledim.) Bence, insanımız film izleme işini çok yanlış anlıyor. --Çok üzgünüm ama bu “herkesin zevkine kimse karışamaz” meselesi değil.-- Çoğunlukla güldürü işleyişi ile çıkagelen bu filmler* izlenemez mi? İzlenebilir. Ama adı asla “film izledim” olamaz. Buna karışırım. Yoksa sinemasına da gidilir, para da verilir, sevilir de. Ama sonuçta o başka birşey olur. Yani ayrımı yapılan ve beni ciddi anlamda rahatsız eden şey, bu Deliha’lar bilmem neler “yerli film” sonuçlarında kabak gibi ortaya çıkıyorken hatrı sayılır bir kesimin Arkadaşım Şeytan isimli yerli filmin varlığından bile haberdar olamaması, neden olamaması.. Yine bir listeleme yapıp size birkaç “bence” vereyim;
- İnsanımız verilenle yetinmek konusunda üstün bir başarı gösteriyor.
- Merak etmiyoruz.
- Film izlemeyi bilmiyoruz. (Herkes film izlemeyi sevmek zorunda diye değil.! Seviyorum diyenlerin bu tarz filmlere pirim veriyor ve asıl filmlerin varlığını siliyor olduklarından haberleri yok diye.!)
Komedi, diyaloglar ve tiplemeler ile zorlama şekilde yapılmaz. Ama yapılıyor ve ilgi görüyor. İnsanlar bunlara para veriyor. Arz talep meselesi yön değiştiriyor. Kaliteli film özleyenler avuç yalıyor, yılda 1 kere 1 tane doğsa kendilerini şanslı sayıyor. Biri gelip bu yazıyı yazıyor. Haksızlığa tahammül edemiyor, konu sinema olunca biraz hassaslaşıyor çünkü bu işe emek veriyor. İzliyor seviyor yazıyor. İzliyor sevmiyor eleştiriyor. Okuyor, takip ediyor ve tüm bunların karşılığında güzel bir Türk filmi izlemek için haftalarca arama yapmak istemiyor.
Üzülüyorum. Kendime. Filmlere. Haklara. Haketmeyenlere.
Henüz afişini bile görmediğim, benim de varlığından haberdar olmadığım , bulamadığım başka güzel Türk filmleri de var olabilir bu arada. Ama bu, insanımızın izlediği ve diğer insanımızın izlemek istediği ikilemini yanlış açıkladığım anlamına gelmiyor. Eminim katılanlar vardır..
Teşekkürler.
1 note
·
View note
Text
“Merhaba arkadaşlar, kanalıma hoş geldiniz!” cümlesi son zamanlarda her yerde karşıma çıkan irite sesleniş, itici güç. Duyduğum yerlerimden sinirden kanadığım kelimeler toplamı. Neden mi?
Çünkü;
Vlog demek video-blog demek. Video demek görüntü ve sesin düeti demek. Ama blog demek özel hayat demek değil. Makyaj malzemeleri demek hiç değil. Ağzıma burnuma tutulan kameralar, yaşadığım her anı etiket etmek demek değil. O kadar değil ki hemde.
Diye birşey yapmışlar. İşte vlog nedir, nedendir, nasıldır, getirisi (götürüsünden asla bahsedilmemiş), falanı filanı anlatılmış. Son zamanlarda özellikle “makyaj” içerikli olanlarından hiç hazetmediğim yuuuutubırları çok sık görmeye başladım. Başladık. Özellikle açıp seyretmiyorum tabi ki ama bazen bakıyorum. Gözlem ve fikir için. Bu insanlar ne yapıyor diye. Neden yapıyor acaba diye anlamak için. Makyaj yapmayan bir insan olarak malzemelerin ne işe yaradığını ben bile biliyorum çünkü. Filmde / belgeselde bu tür videoları, bu tür videolar çekmeyen insanların açıp neden seyrettiklerini bilmediklerinden bahsetmişer ama bence tam tersi. Bu tür videoları insanlar neden çektiklerini bilmiyorlar asıl. Abuk birkaç sebepleri var elbette. Ama abuk. . İnsanlar “merak” kelimesini çok yanlış anlıyor, yanlış yerlere bakıyor. Ben şu çağda yaşayan biri olarak buna lafta değil gerçekte çok üzülüyorum. Ve bu olaydan en ufak bir kâr ile ayrılan tarafın bizler* olmadığını bilip gördüğüm için de öfkemi ideal olan için biraz daha harlıyorum. Sonuçta doğru ve yerinde merakın getireceği faydalı cevapların olduğu düşüncesi ile ben bir şey kazandıramayan, bu videoları seyreden insanlar ise bir tık ile video sahiplerine milyonlar kazandırmakta olduklarından habersiz çirkin birşeye çirkin bir şekilde yatırım yapıyorlar.
Mesela bu fotoğraf sizce ne kadar gerçek? Bu fotoğrafta ya da görüldüğü gibi çekilen vlog’da ne kadar gerçekçi duygular var? İlla ki insan sevmediği birini böyle öpmez evet ama bu kurgulandıktan sonra benim ne işime yarasın? Yok kamera açısı, yok doğru ışık, bu olmadı bir kere daha çekeyim’ler, tekrarlar.. O an’ı yok etmez mi? Etmiyor mu? Bu insanlar, insanlar ile birşeyler paylaştıklarını düşünürken kendilerinden uzaklaşmıyorlar mı? Kameraları yönettiklerini sanarken, onları yöneten kameralar olmuyor mu? Vlog’lar çekebilmek için yaşamıyorlar mı bir süre sonra? Bu insanlar hep böyle mutlu mu ya da? Hiç kendilerini kötü hissettikleri olmuyor mu?
?
Ne zaman eli, kolu eğimli elinde telefon-kamera olup ağzına burnuna doğru tutan bir insan görsem istemsizce acıma duygum depreşiyor. Gerçekten depreşiyor. Marka iş birlikleri, tanıtımlar, kardeş yuuuutubırlar ile koalisyon videoları çekip takipçi yükseltme stratejileri, “snapchatten gelenler yorum olarak şu emojiyi koysun” hileleri ile para kazanma odaklı hareketler.. Bu mu samimiyet dedikleri, insanlara ulaşabilmek dedikleri bu mu? Evet. Tam da bu. Size ulaşıyorlar. Soruyorlar. “Bir sonraki videomun konusu ne olsun?” deyip çekecekleri videonun kaç kişi tarafından seyredileceğini ön görüyorlar. Ama bunları bilmeyenler var. Çok var.Böyle kanallara abone olduğunuzda, videoları like’ladığınızda, yorum attığınızda, en basidi o videoyu seyrettiğinizde size hiçbir şey katmayan (katamaz, ne katabilir ki?) bu insanlara para kazandırıyorsunuz. Bu benim şahsi olarak çok zoruma gittiği için es geçmek istemedim. Yoksa ben de videolar çekiyorum. Deniz altını mesela. Daldığım suları. Gezdiğim antik kentleri. Paylaşma gereği duymayacağım ve kendime saklamasını bileceğim bazı özel anları. Onun haricindeki kayıtlara karşıyım. Hem fotoğrafına hem videosuna. İnsanın kendine ve yaşadığı anlara saygısının olmasını gerektiğini düşündüğümden.
Son olarak youtube’da seyretmeyi tercih ettiklerim arasında;
- Müzik klipleri.
- Teknolojik aletlerin kutu açılım ve inceleme videoları.
- Konserler.
- Film fragmanları / filmler.
- Yemek tarifleri.
- Belgeseller.
- Bazı güldürü videoları.
Var.
Bence siz bunları bi’ düşünün.
0 notes
Photo
Mother & daughter.
2 notes
·
View notes
Photo
May the force be with you..
Carrie Fisher (21.10.1956 - 27.12.2016)
3 notes
·
View notes
Photo
"Bizim sorunumuz kanunla başladı." Paradise Trips (Raf Reyntjens, 2015)
0 notes
Photo
0 notes