Her iki haftada, bir hikayenin yayınlandığı podcast sitesi.
Don't wanna be here? Send us removal request.
Text
Onun Anısına

Arkadaş toplantısında tanışmıştım onunla. Ne kadar hoştu. Güzelliğine, kibarlığına, zerafetine, konuşmasına hayran kalmıştım. Birbirimize kanımız ısınmıştı. Nasıl olduysa derin bir sohbet içinde bulduk kendimizi. Duygularımız, düşüncelerimiz ne kadar aynıydı. Ne çok anlatacak şeyimiz varmış meğer. Sanki o günü, o anı, tanışmayı bekliyormuşuz, her şeyi o zaman dilimine bırakmışız gibi. İkimizde şaşırıp kaldık bu yakınlaşmaya. İşte arkadaşlığımız, dostluğumuz böyle başladı.
Eşlerimizin iş tempoları yoğun olduğu için sık sık bir araya gelip kah gülüp eğleniyor kah dertleşiyorduk. Her konuda konuşma fırsatı buluyor sanki birbirimizin düşüncelerini okuyorduk.
Su gibi akan zaman, kendi ağlarını örerek dolu dizgin geçiyordu.Günün birinde, canım arkadaşım büyük bir sevinçle, “gidiyoruz.” Şaşırarak, “Nereye?” dedim. “İngiltere'ye.” “Ciddi misin?” “Evet” dedi.
Eşinin işi nedeniyle 5 yıl kalacaklardı. Belki de daha fazla. Çok mutluydu. Onun adına sevinmiştim. En iyi anlaştığım arkadaşım gidiyordu. Kendi adıma da üzülmüştüm hani. Benimki biraz da bencillikti. Gidiş hazırlığına başlamıştı. Gitmeden önce sık sık görüşüp geziyorduk. Paylaşımlarımızın keyfini çıkarıp eğleniyorduk.
Aradan bir süre geçti. Ondan haber alamaz olmuştum. Odada, pencere arkasına sığınmış gibi oturup dalgın dalgın dışarıyı seyrediyordum. Kara bulutlarla dolu kasvetli bir akşamdı. Birden telefonun sesiyle irkildim, yerimden fırladım.
Sevgili arkadaşım "Geliyorum" dedi. “Eyvah! Aç kaldın. Evde hiç yemek yok.” “Boşver. Gelirken bir şeyler alırım.”
Eli hiç boş gelmezdi. Güzel bir sofra hazırladık ama hiç bir şey yemedi. Endişelenmiştim. “N'oldu Funda? Sende değişik bir durum görüyorum. Ağzına bir lokma bile koymadın..” Eliyle midesine basarak "Ağrıyor" dedi. Bende espiriyle “doktora görünsene” dedim. Nerdeyse bütün sülalesi doktordu. Benimki de laf mıydı? “Kuzenime göstereceğim” dedi.
Evet! Gitti gidiş! O gidiş! Ne ses, ne seda. Hem onu merak ediyor hem de aramayışını birtakım mazeretlerle haklı çıkarmaya çalışıyordum. Hazırlıklarıyla uğraşıyor, pasaport, vesaire işlemleri nedeniyle arayamıyor diyordum demesine ama onu vefasızlıkla suçluyor, sağlığını da merak ediyordum. Üstelik eskisi gibi telefonlarıma da cevap vermiyordu. İyice endişelenmeye başlamıştım. Elimde telefon aklıma geldikçe arıyordum. Ve nihayet onu yakaladım. Kucak dolusu sitemlerimi sıralamaya başlamıştım ki kısık ve cansız sesi beni kendime getirdi.
“Ben dedi. İngiltere'ye gitmedim. Buradaydım. Bir süredir hastanede yatıyordum. Karnım su topladı.” “Ne"! dedim, Çığlık atmamak için elimi ağzıma kapattım. Dizlerimin bağı çözüldü, bulunduğum yere çöktüm. “Canım kardeşim. Canım arkadaşıma ne oldu? Sağlığın nasıl? “derken anlatmaya başladı. “Sırtımda et beni vardı. Kuzenimin önerisiyle onu aldırdım. Yatış o yatış. Bu sinsi hastalığın canavar gibi tüm bedenimi sarmış olduğu benimin alınmasıyla anlaşıldı. Üstelik karnım da şişti. Bir türlü hastaneden çıkamadım. İngiltere'ye tedavi için şimdi gidiyorum.”
Beynimden vurulmuşa dönmüş aptallaşmıştım. Bekle geliyorum dememe firsat kalmadan, “Ambulans geldi. Havaalanına götürecek beni. Elveda dedi.”
Gitti! Gidiş O gidiş! Bir daha göremedim o hayran olduğum ve çok sevdiğim arkadaşımı. İngiltere'deyken bir kere zar zor telefonla konuştum. Henüz yirmibeşindeydi.
Gitti! Gidiş O gidiş! Şimdi bana verilen zaman diliminde, onu hep kalbimde taşıyor, özlemle anıyorum. İnsan sevdiklerini öldüremiyor. Onları kalbinde sevgileriyle, anılarıyla yaşatarak, yaşamayı öğreniyor.
#arkadaş#arkadaşlar#arkadaşlık#sevgi#yolculuk#hastane#hasta#hastalık#havaalanı#havalimanı#ingiltere#sağlık#doktor#toplantı
1 note
·
View note
Text
Ortanca Kız

Güneşli bir gündü. Yüzünü gökyüzüne çevirdi. Başı döndü, gözleri kamaştı. Yakıcı alev sıcaklığı her tarafını sarmıştı.Sersemlemişti. Köklerine iyice sarlıdı,sağına soluna bakındı. Gölgedeki arkadaşlarının keyfi de pek yerindeydi. Vitrindeki yerinden de kaçamazdı. Ancak biri gelip alırsa oradan kurtulabilirdi.
Tam o sıra, bir çocuk kadının elinden tutarak geçiyordu. Çocuk bağırdı "Anne ne güzel çiçek!” Anne önemsemeyerek "yürü yavrum yürü" dedi. Çocuk inatla “ Ben bu çiçeği istiyorum!” diyerek kendini yere attı, debelenmeğe başladı. Kadın, bu isteği çaresizlikle kabul ederek çiçekçi dükkanına girdi.
“Beni haşin bir tavırla vitrindeki yerimden çekip aldılar. Kafamı kaldırınca çok korktum. Eyvah! Bu yaramaz bir çocuk! Bana bakamaz ki. Zaten ben de çocuğum. Bir yaşında bile değilim. Üstelik hain birine benziyor” diye düşündü çiçekcik.
Annesi ve çocuk, elinde çiçekle yola koyuldular.
Her tarafı aydınlık, güneş dolu kocaman bir eve geldik. Beni hemen masanın üstüne attılar, gürültü ve patırtıyla yemeğe gittiler. Halbuki ben çok susamıştım. Çiçekçi bizi dün sulamıştı. Bugün ise birşey vermedi. Boynu bükük beklemeye başladım.
O geceyi masanın üstünde susuz, kimsesiz geçirdim. Unutulmuştum. Uyuya kaldım. Ertesi sabah, birinin yüksek sesiyle gözlerimi açtım. Garip giyimli bir kadın beni eline almış yürüyordu. “Hanımım bunu ne yapayım.?” Hanım bezgin bir sesle, “Off..Çocuğun odasına koy. Çok istedi bu çiçeği ya.”
Kadın beni odaya götürdü, pencerenin önüne yerleştirdi ve birazda su verdi. Yaşasın! Ne kadar mutluydum. Her yeri görebiliyordum. Dışarıdaki yeşilliği ve ağaçları da.
Sevincim uzun sürmedi. Çocuk bağırtısı her yeri kapladı. Üstümdeki bakışları hissedince dehşete kapıldım. Nereye gidebilirdim. Köklerime sıkı sıkıya sarıldım. Başıma gelecekleri önceden hissetmişcesine titremeye başladım.
Çocuk yavaşça eğildi. Yapraklarımdan birine yapıştı. Çekti... çekti... Yaprağımdan ayrılmamak için çok çaba harcadım. Ne yapabilirdim. Çaresizdim. Canım yandı. Bağırdım.. bağırdım.... Sesimi kendimden başka kimse duymadı. Bir yaprak derken ikincisi üçüncüsü.Tüm yapraklarım acımasız ve haşince koparılmıştı. Sonunda güzelliğimi gösteren beni ben yapan o tek mor çiçeğimi de sapından kırdı, yere fırlattı. Kendimi çıplak hissettim.Tek sap kalmıştım. Acıdan mahvolmuş bitmiş tükenmiştim. Boynum büküldü. Elveda dedim Hayat! Ölüyorum çiçeksiz ve yapraksız. Gözlerim kapandı.
Bir fısıltıyla kendime geldim. Izdıraptan da inliyordum. Elleri çatlamış başka bir kadın, etrafın tozunu alırken bana acıyarak bakıp kısık sesle söyleniyordu. “Hain çocuk! Bak ne hale getirmiş güzelim çiçeği. Gel yavrum gel! Sana kıyamam” diyerek beni şefkatle kollarına aldı. Hanıma seslendi. “Bu çiçeği nereye koyayım?” “Öf!...Ne bileyim.Çocuk hevesini aldı. Baksana çiçeği ne hale getirdi. Evine dönerken çöp tenekesine atarsın. Olur biter.”
Evin tüm temizliğini bitirmiş“hoşçakal” derken hanımına, beni de kolunun altına almıştı eli yüzü bakımsız kadın.
Yol boyunca yürüdü; ilk gördüğü çöp tenekesine yaklaştı. Atılacağım dakikalar sayılıydı. Sonum böyle çöp içinde ölmek olacakmış. Acı ve üzüntü içinde korkudan tir tir titriyordum. Kadın beni eline aldı. Tam çöpe atıyordu..”Yapamam! Yapamam! diye kendi kendine konuşmaya başladı. Bu zavallı çiçeğe kıyamam. Onu eve götüreceğim” dedi. Beni tekrar kolunun altına aldı ve balık istifi gibi üst üste insanların olduğu bir dolmuşa ite kaka bindik. Derken başka kalabalık birine ve diğerine. Toprak ve taşlık yollardan geçerek gelişi güzel dizili tek katlı evlerin bulunduğu, fakir insanların yaşadığı yere geldik. Dolmuştan indi kadın. Biraz ötede bir penceresi naylonla kaplanmış sıvasız küçük bir eve yöneldik. Ancak evin önündeki küçücük bahçede, yağ tenekeleri ve plastik kaplara dikilmiş rengarenk çeşit çeşit çiçekler, bana “hoş geldin” der gibiydi. Sanki minik bir çiçek cennetiydi. Kadın yüksek sesle “Ben geldim!” diye seslendi. Kapıyı küçük bir kız açtı. “Çabuk kolumun altındaki çiçeği al. Zalim çocuk bak ne hale getirmiş zavalıyı. Bu ortancayı bahçeye ek. Ona sen bakacaksın. Sana emenet ediyorum onu” dedi kadın. Çocuk sevinçle ve mutlulukla beni eline aldı. Bana “Ortanca Kız” adını verdi. Bahçe kapısı kenarındaki ağacın altına ekti ve suladı.
Gözlerim kapandı. Boynum büküldü. Dünya ile ilişkim kesildi. Günler geceleri, geceler günleri kovaladı. Sonbahar gecti, kış geçti. Ilk bahar geldi.
Birgün aniden sarsıldım. Kuş cıvıltıları duydum. Ne oluyordu bana!. Hani ben ölmüştüm. Köküm vücudum sürgün veriyordu. Bedenimde kabarcıklar, değişiklikler gördüm. Yapraklanmaya başlamıştım. “Aman Tanrım! Ben yaşıyordum! Yaşıyorum!” diye çığlık atmak istedim.
Tahta bahçe kapısı gıcırdayarak açıldı. Üzerinde okul kıyafeti ve çantası olan küçük kız içeri girdi. Hemen yanıma geldi. Bana sevgiyle dokundu. Birden sevinçle haykırdı. “Anne! Anne! Yasasın! Ortanca Kız yaşıyor! Yaprakları da çıkmış, gördün mü?.” Pencereyi gülücüklerle açan kadın, “ Onu sen yaşattın”.dedi
Küçük kız beni yarı gölgeli ağaç altına ekmiş, soğuk ve rüzgardan korumak için etrafıma biriket koyup ihtiyacım olduğunda beni sulamış toprağımı çapalamış. Böylesi bakım ve sevgi beni yaşatmıştı. Üstelik çok da gençtim.
Artık ben de bahçedeki diğer çiçek arkadaşlarım gibi en güzel çiçeklerimi bu iyi kalpli anne ve kız için açacaktım. Yaz geldi. Kocaman mor çiçeklerim açıldı. Evin önünden geçenler ne güzel mor renkli ortanca diye işaret ederek yanındakine beni gösteriyordu. Küçük kız ve annesinin sevgi ve ilgisiyle yaşıyorum. Onlara bu koca koca çiçekleri sizler için açıyorum diyordum ama söylediklerimi yalnız kendim işitiyordum . Ne de olsa çiçektim. Yine de olsun. “Ortanca Kız” olarak beğenildiğim için bu sevgi dolu anne ve kızı adına gururlanıyordum.
0 notes
Text
Bulaşık Teli

13 yıl olmuştu annesini görmeyeli. Gün yaklaştıkça heyecan tüm vücudunu sarıyordu. Okyanus ötesi gurbet ellerde çalışmaktan başka gözü hiçbir şey görmemişti onca yıldır. Çok çalışmıştı hem de çok.....
Süt annesinin torunlarına kadar herkese birçok hediyeler alır. Bavulunu hazırlamadan son bir kez daha alışveriş merkezine gider. Reyonları dolaşırken, gözüne şıkır şıkır parlayan şeyler ilişir. “Onlar nedir?”diye görevliye sorar,“bulaşık teli” olduğunu öğrenir Şimdiye kadar hiç böylesini görmemiştir. Sanki gümüştürler. Evin köşesine bir ikisini koysan, adeta etrafı aydınlatacak gibiler. Birden aklına onları memleketteki eşe dosta hediye etmek gelir. Hem güzel hem de ucuzdur bu ışıldayan gümüşi teller. Akrabalarının çok hoşlanacaklarını, beğeneceklerini aklından geçirir. Annesi de bu teller sayesinde saatlarca tencere ovma derdinden kurtulacaktır. Bizim oralarda böyle şeyler yoktur diyerek kararını verir, raftaki gümüş parlaklığındaki bulaşık tellerinin tümünü satın alır.
Saatler süren uçak yolculuğu sonunda; 8 bavulla varır köyüne. Yıllar yılı görmediği anasına hasretle sarılır, öperken kalbi duracak gibidir. “Seni çok özledim Anam! Hep rüyalarıma giriyordun”. “Ben de sene coh özledim,oh! Mis gibi gogunu özledim yavrım...” “Seni iyi gördüm Anam benim.” “Ya ah.. öyle deel gayri. Ayaklarım gecelen bene hec uyutmuyo. “Doktora baktırırız, sen üzülme be Anacığım.... “ “Sen geldin ya, gozumun nuru! O bana yeter gari.”
“Buralar çok değişmiş, geldiğim yerlere benzemiş . Çoğu iş yerine de yabancı isimler konmuş. Şaştım kaldım vallahi! Yolda büyük alışveriş merkezleri gördüm. Birçok şeyleri bedava dağıtıyorlarmış gibi önleri insan kaynıyordu.” “He ya, doğru diyon. Emme ...paran vasa gidiyon alışverişe. Yohsa yoh...”
“ Eee.. Daha ne var ne yok?” “Hec işte! Hatçe gelini biliyon. İnce Gadının gızını everdik. Fadik'in Haso asgere gitti. Boyle,ne olcak bu gucuk goyde yavrım. Neyse, dünyanın ta bir ucundan geldin. Uçak yormuştur sene. Şöle bi uzan da dinleniver gari.”
Uzanmaya fırsat kalmadan kapı çalınır. Annesi açar. Ev, eşiğe kadar; amcalar, teyzeler, akrabalar ile süt nine evlatları, torunları konu komşu, muhtar, hepsi de “Hoş Geldin” demek için dolmuştur. Sarılmalar, el öpmeler ve hatır sormalardan sonra sıra hediyelerdedir.
7 Bavul açılır, içinden çıkan şekerler, çikolatalar çocuklara; sonra getirdikleri annesi ve gelenlere verilir. Ancak onun aklı açmadığı en son bavuldadır. Şimdi sıra ona gelmiştir. İçinde ki gümüşi bulaşık tellerini görünce ne kadar şaşıracaklarını, ne kadar çok beğenip sevineceklerini düşünürken yüzünde mutlu bir tebessüm belirir.
“İşte! Son hediyem bu bavulda !” Tüm gözler merakla bavula dikilir. “Açıyorum ! Açıyorum! Açtım!” der ve kapak sonuna kadar açılır. “O da ne! Oda ne! Yoklar! Nerede bu bulaşık telleri? Aman Allahım! Hem de hepsi yok ! Olacak şey değil! Uçmadı ya bunlar” diye düşünür. Bavulu alt üst eder. Yok! Yok! Yok! Belki bavulu kilitlememiştir. Havalanında biri açmış onları gümüş sanıp içinden almıştır. “Yok canım.. Yok.. yok ..Kimsenin günahını almayayım. Ama nasıl yok olur onca tel. Acaba bavula koymayı unuttum mu? Ancak son kez kontrol ettiğimde bulaşık telleri içindeydi “ diye düşünse de aklına kurt düşer. “Acaba içinde miydi? Koymadım mı?” Kafası allak bullak olmuştur. Ya da biri mi aldı? Eğer gümüş zannedip almışlarsa işlerine yaramayacaktı bu teller. Gümüş renkli bulaşık tellerini hediye ederken kendini hayal edip durmuştu. Oysa şimdi teller ortada yoktu.
Sıkılır, ter basar vücudunu. “Ne olduğunu anlamadım. Yok olmuşlar, ya da unuttum. Kısmetse gelecek sefere” der gelenlere. Kendi de çok merak eder bulaşık tellerine ne olduğunu. Ama heyecanını ve merakını gizlemeyi başarır.
Aradan birkaç gün geçer. Yolu şehirdeki büyük alışveriş merkezine düşer. Reyonlar arasında dolanırken birden gözüne karşı rafta parlak bir şeyler ilişir. Işıldarken sanki ona göz kırpıyor; “hey, sen, buraya gel !” diyordur. Oraya doğru yönelir. Bu ne! diye haykırmamak için kendini zor tutar. Renk dansı yaparcasına pırıl pırıl parlayan albenisi olan bulaşık telleri. Satın aldıklarından daha ucuz hem aynı marka hem de üç ayrı renktedir. Adeta gümüş, som altın ve bakırdırlar. “Burada daha çok çeşidi ve güzelleri varmış” diye aklından geçirirken şok içindedir.
“İyi ki bavulumdan teller çıkmadı. Bula bula bunları mı getirdi ta Okyanus ötesinden diyenler olabilirdi” diye düşünürken içini buruk bir hüzün kaplar. Nasıl olur da 13 yılda ülkede çok şeylerin değişebileceğini düşünememiştir. Kendini aptal gibi hisseder.
Bir daha ki sefere kimseye hiç birşey getirmiyeceğim. Buralarda herşey fazlasıyla var diye söylenirken içindeki merak duygusu da kurt gibi kemirir beynini. Peki... O gümüş renkli bulaşık tellerine ne olmuştur? Acaba, içine koymayı mı unutmuştur? Ya da bavul açılıp içinden mi alınmıştır? Şimdilik ne olduğu gizemini korumaktadır. Cevabı ise evine döndüğünde öğrenecektir.
0 notes
Text
Çıtır

Üniversite yurdunun karşısındaki fırına gider. Dumanı tüten, sıcacık simitleri görünce yutkunarak
“İki gevrek istiyorum” der.
Fırıncının, “Ne istediğinizi anlamadım” cevabı üzerine, O an ilkokuldaki bir anısı gözleri önünden geçer.
Küçük Şebnem sınıfın en çalışkanı olmasa da tatlı dili, sıcak kanlılığı, yüzünden eksik olmayan gülümsemesiyle öğretmenin gözdelerinden biridir. İyimserliğiyle etrafa saçtığı mutluluktan, arkadaşları ona "Bizim Polyana" adını vermişlerdi. Polyana'ya benzetilmek de tahmin edilemez haz veriyordu Şebnem'e.
Herşey onun için çok güzel olsa da, susmak bilmeyen tatlı dili, ufak tefek sıkıntılar açabiliyordu başına. Öğretmeninden sık sık uyarı alıyor, sırası çoğu kez değişiyordu. Sınıf içindeki bu gezintisi, arkadaşlarının yanında sırayla oturma olanağı elde etmesi, ona hoş bir oyun gibi geliyordu. En ciddi, en sessiz öğrencinin yanına otursa dahi arkadaşını baştan çıkarıp dersin ortasında koyu bir sohbete sürüklemeyi başarıyordu.
Öylesine seviyorduki konuşmayı, hatta kendisini “Cırcır böceğine” bile benzetirdi. Öğretmenin de işi zordu, böyle çenesi düşük ama bir o kadar da sevimli öğrencisiyle nasıl başedeceğini bilememek. Zaman zaman kızıp sinirlense de onu cezalandırmaya kıyamıyordu. Çareyi küçük nedenlerle Şebnem'i okul kantinine göndermek veya birtakım görevler vermekte buluyordu.
Bir gün derste, arkadaşıyla sohbetin derinliklerine dalmıştı. Öğretmenin"Şebnem" diye seslenmesiyle irkildi. Suçunu bilircesine başını öne eğdi ve ayağa kalktı. Nasıl bir ceza alacağını düşündü. Aklına ilk gelen sıra değiştirme ya da kara tahta önünde sırtını arkadaşlarına dönerek kısa süre tek ayak üstünde durmak geldi. Öğretmeni Onu yanına çağırdı. Küçücük ellerini tutarak avucunun içine bozuk para tutuşturdu."
“Şebnem'ciğim! Şimdi git ve bana kantinden bir tane "çıtır" alıp hemen geri gel"dedi.
Küçük kızın gözlerinin içi ışıldamıştı. Korktuğu şöyle dursun aksine sıkıldığı dersten bir iki dakika uzak kalma olanağı bulduğu için sevinmişti.
“Peki öğretmenim” diyerek, parayı avucunun içine sakladı.
Mutlu ve gururluydu. Onca sınıf arkadaşı arasından, öğretmen ona güvenmiş parasını emanet edip görev vermişti. Koşarak kantine gitti.
“Öğretmenim bir tane "çıtır" istedi” dedi.
Kantinci, çıtır'ın ne olduğunu bilmediğini ve bulunmadığını söylerken, eyvah ! dedi Şebnem.
Öğretmenin verdiği görevi yerine getirmeden boş elle sınıfa dönmeye razı olamazdı. Okulun tam karşısındaki bakkal aklına geldi.
Ancak orada da "çıtır" bulamadı. Bir iki dükkana da gitti ama oradan da eli boş çıktı.
Sınıftan ayrılalı epey olmuştu. Neredeyse teneffüs başlıyacaktı. Görevi yerine getirememiş olmanın üzüntüsüyle sınıfa döndü.
Öğretmeni neden geç kaldığını sorunca; Usulca ona yaklaştı. Parasını uzattı, mahcup bir ses tonuyla;
“İstediğiniz çıtırı bulamadım. Özür dilerim. Her yere baktım ama kimse çıtırın ne olduğunu bilmiyordu”.
Öğretmeni gülen gözlerle bakar, şaşırmış ses tonuyla saçını okşayarak;
“Kantininde bir tane bile gevrek kalmamış mı?”diye sordu.
Evet.Evet.. Gevrek vardı okul kantininde ama Şebnem'in arayıpta bulamadığı "çıtır dı". Bunu söyleyince, kocaman sıcak bir kahkaha attı öğretmeni. Ortada ufak bir yanlış anlaşılma olmuştu. Öğretmenin çıtır diyerek Şebnem'den istediği, aslında sıcak taze çıtır bir gevrekti. Ama o farklı şey zannedip kimselerin ne olduğunu anlamadığı birşey aramıştı.
Bu ufak yanlış anlaşılma o gün için oldukça eğlendirmişti herkesi.
Şimdi ne zaman çıtır bir gevrek alsa, aklına öğretmeni ve bu tatlı anı gelir. Küçüklüğünden yerleşen O Polyana tebessümü belirir yüzünde.
Fırıncının gür sesi kendine getirir Şebnemi.
“Burada Gevrek diye birşey yok. Başka ne istersiniz?”
“Afedersiniz! İki simit demek istemiştim. İzmir'de, gevrek denir simite. Dil alışkanlığı işte.”
0 notes
Text
Masal-Aliş ile Maviş

Pembecik yanağına öpücük kondurur." İyi geceler! Renkli rüyalar gör" derken minik kız "Masal anlatmayı unuttun anneciğim" der. Genç kadın tebessümle, Pamuk prenses ve Yedi Cüceleri anlatayım mı ? diye sorar. Küçük kız istemez. Anne ,"Kırmızı Başlıklı Kız"a ne dersin? -Iıı ıhhhh -Kül kedisi? -Iıı Ihh. -Ali Baba ve Kırk Haramiler, Kel Oğlan,Rapunzel diyerek tüm bildiklerini sıralar ama küçük kız şimdiye kadar dinlemediği yeni bir masal anlatması için ısrar eder. Genç anne yavrusunun saçlarını okşarken ne anlatacağını bilemez. Gözleri dalar. Ancak birden dudaklarından kelimeler dökülmeye başlar. Bundan uzun zaman önce Ayşe adında bir minik kız varmış. Babası da bir fabrikada çalışıyormuş. Evleri de fabrikanın koskoca arazisi içindeymiş. Küçük kızı oradaki herkes çok sever, ona Ayşecik diye seslenirlermiş. Komşularının bahçelerinde çeşitli sebzeler ve meyve ağaçları varmış. Komşu bahçıvan amca da tavuk, kaz ,ördek, hindi, kuşlar beslermiş. Ayşecik,, hergün ekmek dilimlerini cebine koyar bu hayvanları görmeye gidermiş. Onun ilgisini en çok çeken ise çeşitli renklerdeki kuşlarmış. Eliyle ufaladığı ekmekle kuşları besler sonra onları ellemek, sevmek için arkalarından zıplayarak koşarmış. Ama kuşlar hemen uçarak uzaklaşır bir türlü yakalayamazmış. Bu koşturma sırasında bazen tökezler ya da ayağı bir taşa takılarak düşer başı vücudu yara bere içinde olur canı acırmış. Bahçıvan küçük kıza: Kuşların arkasından koşma! Yine düşüp bir yerin incinecek diye söylermiş. -Haklısın bahçıvan amca demesine rağmen küçük Ayşe kuşların arkasından koşturmaya devam etmiş. Günlerden birgün, evlerinin kapısı çalınır. Kapıyı açan kız, içinde beyaz bir kuş olan büyük bir kafesi bahçıvanın elinde görür. "Bunu sana hediye olarak getirdim. Besleyip bakarsın. Bundan böyle bahçedeki kuşların arkasından da koşturmazsın" der bahçıvan amca. Ayşecik çok sevinir. Annesi kafesi odanın bir köşesine koyar. İçindeki bembeyaz güvercin yavrusudur. Minik kız, onu eline alır, usul usul okşayarak sever. Artık kuşu vardır. Adını Aliş koyar. Zaman içinde Aliş, aileden biri olur. Kafesten çıkar evin her yerinde uçar. Kah avizelerde kah büfenin üzerinde tünekler. Etrafı da oldukça kirletir kakası ve dökülen tüyleriyle. Bu nedenle, annesi evi sıksık temizler. Çok yorulur ama Ayşecik beyaz güverciniyle mutlu oluyor diye ses çıkarmaz. Gel zaman git zaman Aliş iyice büyümüştür. O aralar, annenin dikkatini çeken olaylar olur. Evde dikiş iğneleri, çengelli iğneler. firketeler, saç tokaları kaybolmaktadır. Kimse bunların ne olduğunu bir türlü bilemez ta ki Aliş'in kafesi temizleninceye kadar. "Saç tokaları, iğneler kafesin içinde anne! Bak! Gördün mü? Neden burada? diye sorar Ayşecik. Anne gülerek, "Aliş artık genç bir dişi güvercin oldu. Eş istediğini, iğnelerden yuva yapararak bize gösterdi" diye cevap verir. Ertesi gün, küçük kız, annesinin isteği üzerine bahçeden, kuru ot,küçük çalı çırpı, sap saman toplayıp bir kutuya koyar. Evin bir köşesine yerleştirir. Aliş kurumuş otları sapları gagasıyla kafesine birer birer taşıyarak yeni bir yuva yapar. Ayşe'ciğin annesi, güvercinin durumu bahçıvana anlatmıştır. Bahçıvan boynunun bir kısmı mavi olan erkek bir güvercin getirir. Adı da Maviş'tir. Kafesi pembe beyaz kurdelelerle süslerler. Gelin evi olmuştur sanki. Maviş'i Ali'ş'in kafesine koyarlar. Önceleri Aliş, bu kuştan hoşlanmaz, huzursuz olur. Zamanla birbirlerine alışırlar sevimli bir çift olurlar adeta. Kafesten çıkıp birlikte uçarlar. Avizelere tünerler. Her yerde hep yan yanadır. Ancak evin içi, bu iki iri güvercinin kakası ve tüyleriyle daha da kirlenir. Anne temizlemekle başa çıkamaz. Sonunda çareyi, daha büyük yeni bir kafes yaptırıp onu balkonun rüzgar almıyan köşesine koymakta bulur. Güvercinlerin yeni yeri olmuştur. Ayşe'ciğin görevi de onların suyunun ve yemlerinin bitip bitmediğini kontrol etmekmiş.Onlarla konuşur "Alişşş cik cik cik Maviiişşş cik cik cik" diye nağmelerle seslenirmiş. Gün gelir, Aliş yumurtlamaya başlamıştır. Artık anne olacaktır. Saman çalı çırpılardandan yaptğı yuvada üç yavrusu olur. Öylesine güzel yavrulardır. Eline almak okşamak ister,annesi izin vermez. Ayşe'ciğin onları incitebileceğini düşünür. Bir gün yavrulardan biri hastalanır ve ölür. Küçük kız öyle üzülür ki diğerlerine birşey olmasın diye her gece dua eder. Zaman içinde iki güvercin yavrusu gelişir, annelerinden uçmayı öğrenirler. Ayşecik de onlara" Aliş, Maviş, Nerdeymiş İki Güzel Miniş" diye seslenmekten hoşlanır. Günler birbirini kovalar. Bir sabah, Ayşecik, güvercinlerin kafeste olmadıklarını görür. "Anneciğim, anneciğim!" diye heycanlanarak bağırır. "Aliş, Maviş ve Minişler uçup gitmişler" derken gözlerinden yaşlar akmaktadır. Annesi" Belki dönerler"der. Ayşe'ciğin yaşlı gözleri göklerdeki kuşlardadır. Sanki onlar süzülerek gelecek gibi gelir ona. Ama ne gelen ne de giden vardır. Yine de, birgün dönerler diye umudunu yitirmemiştir. Aliş, Maviş ve Mini��ler özgürlüğe, başka bir yaşama doğru uçup gitmişlerdir. Bu masal böyle bitmiş ama Ayşe'ciğin kuş sevgisi hiç bitmemiştir. Aliş ile Maviş masalını bitiren genç anne, kızının uyuduğunu sanır. Ayağa kalktığı an küçük kız gözünü açar. -Senin adın da Ayşe. Küçükken sana Ayşecik diyorlar mıydı? diye sorar. Kadın onaylarcasına başın sallar. -Eviniz de bahçeliymiş. Kuşların da varmış. Annenin yüzünde, söylemek istediğini anladım dercesine gülümseme vardır. Uyku zamanı çoktan geldi. Geçiyor bile derken kız: -Senin masalın güzelmiş. Yenisini anlatır mısın?" Genç kadın, "Şimdi geç oldu. Yarın akşam "Memiş ile Bebiş'i" anlatırım diyerek kızın alnına iyi geceler öpücüğü kondurur.
0 notes
Text
Şans Bu Ya - Bölüm 2

Nuray olayı duyunca gülme krizine tutulur. Ablasının çekeceği vardır. Onunla gırgır geçmek eğlenmek için can atmaktadır. Yeğeni Nimet yanından ayrıldıktan sonra hemen telefona sarılır. Belgin hanımı arayıp ona şaka yapacaktır. Ses tonunu değiştirerek, -Alooo. İyi günler. Kiminle görüşüyorum? diye söze başlar. -Ben Belgin. -Hanım efendi gazeteden arıyorum. Size araba çıktığını bildirmişsiniz. -Şeyy... Bir yanlışlık oldu. Çıktığını zannetmiştim. Nuray konuşmadan zevklenir sözü uzatır. -Hangi marka arabayı tercih edersiniz öğrenmek istiyorduk. Ayrıca röpörtaj için zaman ayırmanızı sizden isteyecektik. Belgin huylanır. Bu işin içinde bir bit yeniği var diye düşünür. Telefondaki ses yabancı değildir. Evet evet bu kardeşinin sesidir. -Seni tanıdım... Benimle alay et bakalım.... Sana bunu benim boşboğaz kızım söyledi değil mi? diye sorar. İşi gülmeye vurur. Sinirlendiğini belli etmemeğe çalışır. Yoksa kardeşi iyice dalga geçip diline dolayacaktır. Konuşmalar gülüşmeler devam eder. Nuray işinin çok olduğu günlerde bile ablasını arayarak, spor veya beş kapılı mı istediğini yada hangi renkte olmasını tercih ettiğini sorarak şakayı uzatır. Aradan hayli zaman geçer. İşinin yoğun olduğu bir gün, genç kadın bordroları yetiştirmek için var gücüyle çalışır. Puantajlar, yazışmalar ve gelenler başını döndürür. -İmdaaat! İmmmdat! diye bağırır. Odanın kapısı açılır. İçeri giren hizmetli, -Buyur şefim! Bir arzunuz mu var? İmdat efendi, evrakları müdür beye götürür müsün? İmzası gerekiyor diyecek iken telefon çalar. Ahizeyi kaldırır. Kızı arıyordur. -Eveeet....Sen misin Aylin? N'oldu? Sesin heyecanlı geliyor. -Benim anne. Sana birşey söyleyeceğim. Şeyyy.. -Ağzında lafı geveleme. Ne diyeceksen de. İşim başımdan aşkın. -Şeyy anne. Bize gazeteden araba çıktı onun için aradım. Eve gelebilir misin? Nuray ses tonunu yükselterek. Ne.. neden bahsediyorsun? -Yıldızlı kart var ya... -Eeee.. Ne olmuş.. -O bizde. Üstelik 6 yıldızı var. -Haydi canım sende! -Doğru söylüyorum. -Araba çıktığından emin misin? Yanlışlık olmasın. -Gazeteyi aldığım bakkal amcaya da sordum. O da altı yıldız çıkması gerekiyor dedi. Vallahi bizdeki de öyle. N'olursun hemen gel. -Bugün çok işim vardı ya.. Neyse, kalanı yarın bitiririm. Tamam. Telefonu kapatır. Başında bekleyen İmdat'a döner: -Evrakları müdüre ben götürürüm. İzin de isteyeceğim. Hizmetli, meraklı bakışlarla kötü birşey olup olmadığını sorar. -Önemli birşey yok. Araba meselesi diyerek konuyu geçiştirir. Oysa İmdat, tüm konuşmalara kulak kabartmıştır. Neler olduğunu çok iyi bilmektedir. Genç kadın hemen izin alır. Arkasından fısıltı gazetesi çarkının hızla döndüğünü bilmeden ateş almışcasına işyerinden ayrılır. Süratli adımlarla durağa gelir, beklemeye koyulur. Otobüs gecikmiştir. Servis aracına yetişemediği zamanlar sık sık arıza yapan eski model arabasıyla işe gider. "Şu beğenmediğim düldül ile bugün gelseydim şimdi eve çoktan varmış olurdum" diye düşünürken otobüs uzaktan görünür. Yol uzar adeta. Dakikalar geçmemektedir. Gerçekten araba çıktı mı? Yok yok olamaz. Ya çıktıysa... İnanmak istemez. Çıktı... çıkmadı... düşünceleriyle gelgitler yaşamaktadır. Sonunda çıktığına inanır. Yol boyunca öyle hayale dalar ki, yeni model gıcır gıcır araba gözünde canlanır durur. Hatta rengi bile kırmızıdır. İneceği durağa varır. Koşar adımlarla apartmana gelir. Basamakları ikişer üçer atlayarak hızla çıkar. Nefes nefese kalır. Kapı eşiğinde ağlamaklı bir yüz ifadesiyle onu bekleyen kızına, heyacanlı bir sesle ve meraklanarak, -Hayrola n'oldu? diye sorar. -Anne yanlış anlamışım. Senden sonra teyzem Belgin'e de telefon ettim. Yıldızlar yanyana olmalıymış dedi. Bizimkiler ayrı yerlerde. Kartta yazılanları okumadığı için onun başına da böyle şey gelmiş, araba çıktığını sanmış. Duydukları karşısında Nuray birden buz kesilir. Bir süre sessiz kalır. Kızına birşey söylemez. Ne diyebilir ki.. O da yanılmış. Şimdi kendisi işini bırakıp geldiğine mi, boşu boşuna izin aldığına mı yoksa hayal kırıklığına mı üzülmeli? Ablasının yaşadıklarının bir başka benzerini kızıyla birlikte o da yaşamıştır. Ertesi sabah işyerinde onu telefonla arayan bir arkadaşı "Birşeyler duydum. Hayırlı olsun size gazeteden araba çıkmış" diyerek tebrik eder. Nuray gerçeği anlatır ama inandıramaz. Kimden duyduğunu sorar. -Vallahi bizim serviste duymayan kalmadı. Herkesin dilindesin diye cevaplar. Araba konusu kulaktan kulağa öyle yayılır ki, teknik hizmetlerden, idari işlerden, argeden, diğer servislerden meraklılar ve o güne kadar hiç selamlaşmadıkları da onu arar. Telefonu susmaz olur. Nuray, sabrını korumakta zorlanır. Kimseyi de terslemek istemez. Sıkıntılı olduğu bir an, çay getiren İmdat efendiye, -Sana konuyu soranlar olursa gerçeği söyle. Artık izah etmekten bıktım usandım. -Vallahi şefim... Bana da soruyorlar. Anlatıyorum ama sizin sakladığınızı sanıyorlar. Bir de şeyy diyorlar şeyy... -Ne şeyi. Söyler misin? -Şeyyy.. Kadının arabası var. Üstelik gazeteden ikincisi de çıktı. Zaten şans böylelerine güler. Bizim gibilere değil. -Yaaa demek "böylelerine" diyorlar. Nuray, ablası Belgin'in duygularını hiçe sayıp gırgır geçerek eğlenmiştir. Şimdi onun başına da benzer olay gelmiş, kimseyi araba çıkmadığına inandıramamıştır. Üstelik çalıştığı yerde duymayan kalmamıştır. Oysa Belgin hanımın yaşadıklarını dört kişiden başka hiç kimse bilmemektedir. Ablasına yaptığı şakalardan dolayı pişmanlık duyar, "Gülme komşuna gelir daha kötüsü başına, ablan bile olsa" diye düşünür.
1 note
·
View note
Text
Şans Bu Ya - Bölüm 1

Büyük bir şirketin personel servisinde şef olarak çalışır Nuray. Ablası Belgin ise ev hanımıdır. Üniversite de okuyan bir kızı vardır. İki kız kardeş yapı olarak birbirinden çok farklıdır. Belgin sakin yaradılışlı sessiz ve titizdir. Evinin derli toplu olması onun için önemlidir. Gün boyu temizlik yapar fırsat buldukça arkadaş günlerine gider. Çevresindekiler onun bu düzenine gıpta ile bakar. Nuray'ın ise, içi içine sığmayan hareketli, çalışma hayatını, eğlenmeyi ve şaka yapmayı seven kişiliği vardır. Alçak sesle konuşmasını bir türlü beceremez. Onun da kızı İlköğretim 6. sınıfta okumaktadır. O günlerde gazeteler birbiriyle adeta promosyon yarışına girer. Okurlar neyi alacaklarını şaşırmış haldedir. Gazeteler okunmak için değil de promosyon için alınıyordur sanki. Kimi yemek takımı, kimi bavul seti diğeri televizyon dağıtır. İki kız kardeşin aldıkları gazete ise ansiklopedi vermektedir. Bu arada araba dağıtımına da başlamıştır. Kazınan yıldızlı araba şans kartları gazeteyle birlikte verilir. Hem kendi hem de ileride kızının evinde ansiklopedi seti olsun diye çifte gazete alır Belgin Hanım. Kapıcıya "Aman Hüseyin efendi sabah ilk işin gazeteleri getirmek olsun. Biliyorsun çabuk tükeniyor. Eksik kuponum olsun istemiyorum" diyerek sürekli tembihler. Belgin hanımın isteği üzerine Hüseyin efendi çok erken saatlerde gazeteleri içinde kartlar ile birlikte ilk önce ona getirir. O, hemen eline makası alır kuponları keser, ayrı zarflara koyup çekmecenin içine yerleştirir. Daha sonra gazeteye göz atar. İlk sayfada kime araba çıkmış onu okur. Boy boy resimleri çıkan şanslılara özenerek bakar. "Ne talihli insanlar var bu dünyada. Gökten taş yağsa bir tanesi kafama düşmez" diye düşünür. O sabah her zamanki gibi kuponları keser yerine koyar. Gazetenin ilk sayfasındaki manşet haberleri okur. Sıra yıldızlı araba kartlarını kazımaya gelmiştir. "N'olurdu bir arabaları olsaydı. Çok şey mi istiyordu? Hep belediye otobüslerinde gidip gelmiştir. Şöyle bir arabaları olsa, kocası kullansa, O da yanında kurularak otursa aaahhh ne güzel olurdu" diye düşünerek iç çeker. Hemen kartı kazımaya başlar. O da neeeeee yıldızlar gözünde uçuşuyordur sanki. Tam altı yıldız. Şok içine girmiştir. "Oleyyyy! Oleyyy ! Yaşasın kazandım! Araba çıktı!" diye sevinç çığlığı atar. Heyecanla yerinden fırlar salonun içinde dört döner, koşuşturur. Kendini bir koltuğa atar bir kalkar. Yerinde duramaz, hoplar da hoplar, zıplar da zıplar. Nefes nefese, kan ter içinde kalır. Hızını alamaz kızının odasına dalar. Sabaha kadar sınav için ders çalıp yeni yatan kızını sarsarak uyandırır. -Şiiit kız Nimet. Şiiişşt uyan. Uyansana. Kalk Nimet gerinerek esner. Gözleri yarı aralık bir halde doğrulur uykulu bakışlarla yastığa dayanır. -N'oldu anne? Yeni yatmıştım. Ne var anlamadım. -Ne olacak kız araba çıktı bize. -Ne arabası? -Sana diyorum gazeteden a-ra-ba çıktı. Yıldızlı kart bizde. -Anne rüya mı görüyorsun? -Ne rüyası. Gerçek. -Benim gazete kartıma mı çıktı? İki gazete alıyoruz ya. -Yok canım benimkine. Araba benim. Kimseye vermem. Hayatımda ilk defa talih yüzüme güldü. -İyi anne. Senin ya da benim ne farkeder. -Olsun yine de araba benim. Kalk artık. Gazeteye telefon edeceğim. Gelip fotoğraflarımızı çekerler. Üzerine düzgün birşeyler giy. Ortalığı derle topla diyerek koridordaki telefona koşar. Heyecandan elleri buz gibi olmuştur. Titreyerek ahizeyi kaldırır gazetenin numarasını çevirir. -Alooo. Günaydııınnnn. Hayırlı günler dilerim diyerek telefondaki kişiyle konuşmaya başlar. -İyi günler efendim -Bu sabah yıldızlı karttan bana araba çıktı da. Kiminle görüşeceğim? -Hanımefendi ben santral memuruyum. Gazeteye henüz kimse gelmedi. Siz saat 9.00'dan sonra tekrar arayın. O zaman ilgili kişiyle görüşebilirsiniz. -Peki o saatte arayım. İyi günler diyerek telefonu kapatır. Of çekerek" Bu saat şimdi geçmez bir türlü" diye aklından geçirir. Beklemek hoşuna gitmez. Salona geçer. Yıldızlı kartı eline alır. Tekrar bakar. Artık hafta sonları evde oturmayacak arabayla her yere gidecektir. Hayali bile ne güzeldir. Dalar gider... Başını kaldırır. Kızını elinde kahve kupasıyla görür. -İşte yıldızlı kart diye kızına uzatır. -Anne izin ver kahvemi içeyim. Uykusuzluktan gözümü açamıyorum. Hele bir ayılayım. Karta bakarım.. Biraz bekle -Tamam. Ben de etrafı derleyelim. Nimet kahvesini bitirdikten sonra karta bakar. Gerçekten altı yıldız vardır. Araba çıktı diye o da heyecanlanır. Üzerindeki yazıları okumaya başlar. Yüzündeki ifade birden değişir. Tekrar tekrar okur. Yıldızların aynı sırada dizili olması gerekir diye yazmaktadır. Oysa onlarınkinde yıldız sayısı aynı fakat ayrı ayrı yerlerdedir. Bu demek oluyor ki araba çıkmamıştır. Annesi ne şekilde olursa olsun 6 yıldız bulunarak araba kazanılacağını zannetmiştir. Kartta yazılanları hiç okumamıştır. Derin bir nefes alır, heyecanını bastırmaya çalışarak "Biz araba maraba kazanmadık anne" der. Belgin Hanım, kızının şaka yaptığını sanır, inanmak istemez. Karta bir daha bakmasını ister. -Anne kaç kere bakacağım? Yıldızların aynı sırada olması gerekiyor diye yazıyor. Bizdeki ise ayrı yerlerde. Al kendin bak. Yazılanları da oku der. Belgin hanım yazılanları iyice okur, yüzündeki heyecanlı ifade yerini üzüntüye bırakır. Yeni bir şok dalgası kaplar vucudunu. Koltuğa yığılırcasına oturur bir süre konuşmaz. Nerdeyse ağlayacaktır. Sabah sabah, umudu, sevinci, mutluluğu, heyecanı, üzüntüyü ve hayal kırıklığını birarada yaşamıştır. "Üzülme anneciğim şans bu ya. Bakarsın birgün bizim yüzümüze de güler diyerek teselli eder. Belgin hanım cevap vermez sessiz kalır. Bir süre sonra sakinleşir kendine gelir. -Tamam Nimet bu sabahı unutalım. Ne yıldızlı araba kartını ne de bu yaşadıklarımı kimseye anlatma. Özellikle Teyzen Nuray'a. O cado teyzen varya, bunu duyarsa beni diline dolar alay eder durur. Kızına sıkı sıkı tembihler. Aradan iki hafta geçer. Bir öğle tatilinde Nimet teyzesinin çalıştığı iş yerine gider. Birlikte yemek yerler. İkisi iyi anlaşır arkadaş gibidirler. Hatta teyzesi onun sırdaşıdır. Havadan sudan konuşurken Nuray, ablası Belgin'i sorar. "İyi ne yapsın hep temizlikle uğraşıyor derken yüzünde gülmeyle tebessüm arası bir ifade vardır. Nimet annesinin tembihini hatırlar. Söyleyip söylememek arasında bocalar. Anlatsam ne olur sanki diye düşünen genç kızın birşeyler sakladığını anlayan Nuray meraklı bakışlarla onu süzmektedir. Nimet annesinin sözlerini bır kenara atarak aslında olayın bitmediğini, olanı biteni teyzesine atlatmaya başlar...
0 notes
Text
Herbert'lerin Tatil Anıları

Nuri bey, Herbert'i iş nedeniyle Hannover'de tanır. İkinci gidişinde evlerinde üç gün kalır. Bu konuk severlik karşısında onları yazlık evlerine, tatile davet eder. "Gelenlerle nasıl anlaşacağız? Ne yapacağız?" diye kaygıyla soran eşine "almanca konuşuyorlar ama biraz ingilizceleri de var. Bildiğin ingilizce kelimelerle, vücut dili el hareketleriyle anlaşır, idare edersin. Onlara, Türkçe'mizi de öğretirsin, olur biter. Hem çocuklar akran, bizimkiler de konuşarak pratik yapar değil mi?" diyerek eşini rahatlatır. Herbert'leri havaalanından almaya gider Nuri bey. Nurten hanım günlerdir yaptığı dip bucak temizliği ancak bitirir. Yemekler ve mezeler çoktan hazırdır. Çoluk çocuk evde konukları belkliyordur. "İlk kez geliyorlar, buraları beğenirler mi? Nasıl izlenim bırakacağız?" diye düşünürken araba uzaktan görünür. Kızı, "Anne bak! geliyorlar!" diye sevinerek bağırır. Herbert, eşi Anna ve 2 kızı gülümseyerek arabadan iner. Nuri, eşini ve çocuklarını göstererek "İşte! Bizim Aile!" der. Gelenler, çok sıcakkanlı görünür Nurten hanıma. "Hoş geldiniizz! Hoşgeldiniz!. Ah ne iyi ettiniz de geldiniz! Vel kaaaam! Vel kam!" diyerek tokalaşırken yüzünde mutlu bir ifade vardır. Oğlu Memo, eşyaları taşımaya yardım eder. Yorucu bir gün geçmiştir. Soğuk yiyecek içecek ikramından sonra herkes odalarına çekilir. Konukseverliğin ilk gösterisi kahvaltıda başlar. Kuş sütü eksiktir. Anna, hazırlanan masayı görünce "Ohhh mayn godd" diyerek şaşınlığını belli eder. Nurten hanım yiyecekleri göstererek, "Bak bu Pişiii. Türkiş pişi! Hamur parçaları yağda kızartılır. Bu da omletin kekiklisi". Ara da oğlununa "Söylediklerimi tercüme etsene Memo!" der. "Şu da bizim yerli domatesimiz. Hem de organik domates. Misss kokuyor bunlar, guuudt guudt, güzeeeeelll" diyerek tüm yiyecekleri anlatır. Konuklara, sürekli "çekinmeyin, yiyin burası sizin eviniz sayılır" der. "Haydi yiyin" ısrarı sonunda Herbert ailesi neredeyse mide fesadına uğrayacaktır. Dönüşe kadar bu ısrar devam edecektir. Nuri bey ile eşi, konuklara gelenek ve göreneklerimizi anlatmaya pek heveslidir. Türk müziğini, halk oyunlarını, bildilkeri her şeyi anlatıp öğretmeye çalışır. Nurten göbek dansını bile gösterir. Eşi de onlara okey ve tavla oyununu öğretir. Herbert tavlayı çok sever, iyi bir tavla oyuncusu olup çıkar. Bizlerden biri gibidir. Tatilin bitimine bir gün kalmıştır. Sahilden döndükleri akşam üzeri bahçede "ssııısss" diye bir ses duyarlar. Önlerinden bir yılan kıvrılarak geçer, kurumuş otların arasına süzülür. Hepsi dona kalır. Yılanı görmek bir yana, adı bile onları ürkütür. Otlardan uzak durmaya özen gösterirler. Sitedeki evlerin bir bölümü bitmemiş kaba inşaat halindedir. Çevre düzeni yoktur. Etraftaki otlar diz boyu olup kurumaya başlamıştır. Bahçedeki kuru otlar arasında yılandan başka fare, akrep böcek de olabilir diye düşünür Nurten hanım. Site görevlisi Cabbar'dan otları kesip bahçeyi temizlemesini konuklar gelmeden önce defalarca rica eder. Her seferinde "Tamam abla! Olur abla!" demesine rağmem bir türlü temizlemez. Sitedeki bu görev onundur. Nurten de söylemekten bıkar. "Ne hali varsa görsün" der, onunla muhatap olma işini Nuri beye bırakır. Akşam yemeğinden sonra okeye başlarlar. "Kırmızı beşli, yeşil ikili" sözleri taş ve "çattt çuttt" sesleri arasında oyun çekişmeli geçer. Tam o sırada Cabbar çıkagelir. Elinde orak, tırmık vardır. Herbert ve ailesini merakllı bakışlarla süzerek "Herkese iyi akşamlar! Bahçeyi temizlemeye geldim" der. Nurten "Bugün yılan gördük. Otlar arasına sakın girme! Tehlikeli! Bu işi gündüz gözüyle yap!. Şimdi sırası mı?" derken Cabbar sanki hatır için yapacakmış tavırlarıyla "Burayı temizle diyen sen değil misin abla! Valla, bu akşamdan başka zamanım yok. Doluyum. Burada yılan falan yoktur varsa da çoktaaaan gitmiştir" der. Söylenenlere aldırmaz. İşe koyulur. Yandaki otları toplar, arka taraf geçer. Nuri bey, Cabbarın davranışlarından rahatsız olur, bozulur. O an susar. Konukları vardır, tatsızlık çıkmasını istemez. Sanki gösteri yapiyor gibidir. Şimdiye kadar temizlememiştir de gece gece mi yapacak bu işi? Kafasına göre davranıyor diye düşünür. Oyuna devam ederken, evin arkasıdan "çıtır çıtır" sesler gelir. Yanık kokusu vardır. Koşarak arkaya giderler. Cabbar kuru otları küme haline getirerek tutuşturmuştur. Etraf duman altındadır. Nuri bey bu defa sinirlerine hakim olamaz. "Sana otları kim yak dedi? Neden yaktın? Gündüz! temizle demedik mi? Ne anlamaz adamsışsın!" diye söylenir. Nurten söze karışır. "Yangın çıkaracaksın! Dumandan boğulacağız!" der. Cabbar sırıtır. "Birşey olmaz ben söndürürüm" derken bir taraftan kuru otları ateş üstüne atmaya devam eder. Herbert ve ailesi hayret dolu bakışlarla olanları izlemektedir. Alev, birden küme halindeki diğer kuru otlara sıçrar, yükselir, bitişik evin çatısına kadar uzanır. Cabbar ateşi kontrol edemez haldedir. Evdeki herkes panik içindedir. Nuri beyin "çabuk su atın! su dökün!" haykırşlarıyla Herbert'in " Vasse! Vassee! " diye bağırışı biribirine karışır. Anna, öyle heyecanlıdır ki şaşkınlıkla çerez tabağına su koyup alevlere doğru savurur. Evdeki herkes seferber olur, kap kacak, kova ellerine ne geçerse, su doldurarak ateşin üzerine atar. Herbert hortumu musluğa takar yangının çevresinde sürekli dolanır etrafını sulayarak yayılmasını önler. Sonunda yangın sönmüştür. Cabbar alaylı bir şekilde gülerek. "Korktunuz da ne oldu sanki! İşte söndü. Tam temizlik. Otlar yok oldu. Artık yılan da gelemez buraya" der ama Nuri bey bu sözler üzerine kendinden geçer, adeta çıldırır; " Sen ne diyorsun! Şu gördüğün yabancılar ve biz, sürekli su atmasaydık ateşi söndürmeseydik, yangın devam etseydi halini o zaman görürdüm. Ne kalın kafalı adammışsın be!!! Elimden bir kaza çıkmadan yok ol!" diye bağırır. Cabbar umursamaz ve işi bitti tavrıyla çekip gider. Yangın sönmüştür ama daha soğumamıştır Duman ve buhar çıkmaktadır. Herbert, ateşin tam söndüğünden emin oluncaya kadar sürekli su döker. Nurten etrafı sakinleştirmek ister. Haydi okeye devam edelim" der ama kimsede oyun oynayacak hal kalmamıştır. Nuri hala öfkelidir nefes almakta zorlanır. "İnsan nasıl bu kadar cahil, nasıl sorumsuz olur" diye tepkisini dile getirirken "Sizin oralarda böyle şeyler olur mu?" diye Herbert'e sorar; "Bizde, bahçe ve tarlalarda ot yakamazsın. Bunun gibi davrananın Vay haline!" diye cevap verir. Nuri bey, "Bizde de öyle" demek ister ama susar. Neyi söylesin? Böyle sorumsuzların binlerce olduğunu mu? Neyi anlatsın? Söyleyecek çok şey vardır ama yabancı bir konuğa bunları anlatmak istemez. Zaten yeteri kadar üzülmüş tansiyonu çıkmıştır. Ertesi gün dönüş hazırlığı başlar. Memo bavulları arabaya taşımaya yardım eder. Anna, Nurten ve çocuklar gözü yaşlı birbirlerine sarılırlar. Bir türlü ayrlımak istemezler. Çok alışmışlar ve sevmişlerdir birbirlerini. Ayrılık onlara hüzünlü gelir. Nurten ağlamaklı sesle kızına "Haydi, bir kova su getir" der. Nuri direksiyona geçer. Herbert yan koltuğa otururken "Geceyi artık unut. Çok üzüldünüz biliyorum. Hala keyfin yok. Böyle olaylar karşısında, başkalarının izlenimleri ne olurdu bilemem, ama bizler çok güzel anılarla dönüyoruz. Bunu Nurten'e mutlaka söyle" der. Araba hareket eder. El sallarar. Birden, arabanın arkasından su dökülür, cama vuran suyun sesi "foooaaşşş" diye duyulur. Bir geleneğimiz daha gider ayak yerine getirilir.
0 notes
Text
Aşk ve Şiir - Bölüm 4

Soğuk kış kendini iyice hissettirir. Günler kısa, geceler bitmez bir türlü. Dışarıda kuru bir ayaz vardır. Nöbet günüdür. Hava kararmaya başlar, içine kasvet çöker." Bugün hava çok sıkıcı. Hayr'olur inşallah" diye düşünür." Nöbetçi olduğu günler bazen gitarını yanında getirir. Kimse yok iken, çevredekileri rahatsız etmeyecek şekilde usulca birkaç melodi çalarak oyalanır." İyi ki gitarımı getirdim" diye aklından geçirir. Yoksa sabaha kadar zaman geçmeyecektir. Eczanenin kapısı açılır. Dışardan içeriye soğuk bir hava akımı girer. Titreyerek üşüdüğünü hisseder. Kapı eşiğinde duran kişi, -Eczacı Nihat bey!!! diye seslenir. Gelenin suratı karanlıkta belirsiz ama sesi tanıdıktır. Adam tekrar seslenir. -Aşık Nihat!!! Yerinden kalkar. Adamın yüzüne dikkatlice bakar. -Vayyy.. Kimi görüyorum. Hayrettt!. Kılçık Necdet! Nerden çıktın yahu! Bu ne hoş sürpriz. İkisi birbirlerine özlemle sarılır. -Gel şöyle. Baş köşeye otur bakalım. Konuşmaya başlarlar. -Yıllar oldu birbirimizi görmeyeli. -Ya.. Evet anlat bakalım nerelerdesin, neler yapıyorsun.? -Ankaralı oldum. Bakanlıkta çalışıyorum. Bir günlüğüne görevli geldim. Akşam 23:30 uçağıyla döneceğim. -Keşke birkaç gün kalsaydın. Hafta sonu birlikte olurduk. -İnşallah başka sefere. Senin eczane açtığını bizim sansar Necmi söyledi. Adresini verdi. Buraya gelmişken sana da uğrayayım dedim. Hem nöbetçiymişsin. İyi oldu laflarız. -Arada Necmi ile görüşüyorum. Ya... Bizim ördek Mehmet de Ankarada'ymış. Ördek deyince nasıl kızardı. Birbirimize ne adlar takmıştık. Offf beee ne adlardı. İyi ki geldin. Okul günlerim birden canlandı. Ha.. birde Gıcık Nuri vardı. Hatırladın mı? Gerçekten hepimizi gıcık ederdi. Şu an kendimi öğrenci gibi hissettim. -Sende Aşık Nihat olarak iyi ün yapmıştın hani... Nihat konuyu geçiştirmek istercesine, -Neyse..Anlat bakalım. Yenge, çoluk çocuk var mı? diye sorar. -Askerlikten sonra evlendim. İkizlerimiz oldu. Bizim hanım da çocukların bakımı için çalışmaya ara verdi. İkiz bakmak meğer ne zormuş diyerek devam eder. Bu arada neler yaptın? Sen ve Güneş derken Nihat sözünü keser, -Necmi sana bizden bahsetmedi mi.? -Yok .Hayır. Hiçbirşey söylemedi. -Okulun bitimine doğru bir ayrıdık bir barıştık. Denedik ama olmadı. Yollarımız ayrıldı. O da evlendi. Birara kızı olduğunu duydum. -Yaaaa?. Evet...Şimdi çiçeği burnunda nişanlıyım . Baharda evleneceğim. -Hayırlısı olsun ama inanamıyorum duyduklarıma .Ben sizin evlenmiş olabileceğinizi düşünmüştüm. Ne büyük aşktı sizinki. Okulda dillere destan olmuştunuz. Nasıl şiireler döktürüyordun Ona. Kızgın mısın? Unutabildin mi? -Hayır, kızgın değilim. Birçok kişinin yaşamı boyu aradığı ama bulamadığı, sevgiyi,aşkı yaşattı bana. Neden kızayım ki..Unutmaya gelince... Unutmak mı?...Unutmak mı? dedin. Geçmişteki şiir denemelerimden biri, duygularımı yansıtıyor. Gitar eşliğinde onu okumamı ister misin? Nasılsa ikimizden başka kimse yok eczanede der. Necdet, evet dercesine başını sallar. Nihat gitarını alır, bir yandan çalarken, bir yandan da "Ayrılırken tuttuğum sımsıcak elini, "Gözyaşı selini, "Usulca sokulup unut beni demeni, "Unutttum aşkım, "Unuttum.. Kendimi yıllarca avuttum diye dizeleri okumaya başlar. Devam eder, "Oysa unuttum demediğim, "Sana söyleyemediğim, "Gönlümdeki sızıyı, "Hiç dindiremedim aşkım. "Böyle yaşamaya alıştım. diyerek dizeleri tamamlar. Gitarı elinden bırakır. -İşte... O büyük aşktan bana kalan gönlümdeki acı ve sızı. Artık, bununla yaşamasını öğrendim der. Necdet ne söyleyeceğini bilemez. Nihat' a sorduğuna soracağına bin pişman olur "Arkadaşımın duygularını depreştirdim. Ne gerek vardı'' düşüncesiyle kendine kızar. Üstelik yıllar sonra Nihat'ı görmüştür. Üzülür. Boşuna dememişler bana "kılçık Necdet"diyerek kendini eleştirir. Bir süre sessizlik olur. Konuşmazlar. Sessizliği bozan eczanenin gıcırdayarak açılan kapısıdır. İçeriye 40 yaşlarına yakın, bitkin görünen bir adam girer. Büyük acı içinde olduğu hemen hissedilir. Yüzü çökmüş, uykusuzluktan gözleri kızarmış haldedir. Elindeki sağlık karnesini uzatarak, -Nöbetçi olduğunuzu gördüm. Bu ilaçları istiyorum. der Nihat sağlık karnesindeki reçeteye bakar, raftan ilaçları alır. -Geçmiş olsun. Yakınınız mı hasta olan? -Evet. Karım. Uzaklardan geldik. Bir umut diye bu hastaneye sevkini yaptırdık. 20 gündür yoğun bakımda. Durumu kötü. Üzgün bir sesle devam eder. "Ben de hastanede kalıyorum. Onun yanındayım ama elimden gelen tek şey Allaha dua etmek. İyileşmesi için yardım dilemek". -Üzüldüm. Şöyle oturun. Biraz dinlenirsiniz. -Yok yok ilaçları hemen götürmeliyim. -Aklınızda olsun. Hangi ilaca, neye ihtiyacınız olursa lütfen arayın. Bir telefon yeter. Gece gündüz farketmez. Hemen size ulaştırabilirim. Hatta kendim bile getirebilirim. -Şimdiden yardımlarınız için teşekkür ederim. Nihat, ilaç küpürlerini yapıştırır. Sağlık karnesi numarasını yazmak üzere ön sayfayı açar. Donakalır. Gözlerine inanamaz. Güneş'in fotoğrafı vardır. Aşkı ona tebessümle bakıyordur adeta. İlk gördüğü günkü gibi ışıldıyordur. Vücuduna ateş basar yüzü kızarır. Kısık bir sesle, yutkunarak, -Bu.. bu...bayan... -Evet. karım Güneş. Yaşam savaşı veriyor. Nihat şok içindedir. Ne söyleyeceğini, ne yapacağını, nasıl davranacağını bilemez haldedir. Resme bir daha bakar. Sanki ona elveda diyordur. O an resim kararır yok olur gözleri önünden. İçine acı bir hüzün çöker. Telefon sesiyle irkilir. Güneş' in eşi, telefonundan onu arayanı dinliyordur. Birden elinden cep telefonu yere düşer. Yıkılmış bir şekilde omuzları çöker. Dokunsan ağlayacaktır, titrek sesle, -Eczacı bey, artık ilaçlara gerek kalmadı der. Nihat, kalbine bir hançer saplamış gibi büyük acı içindedir. Hıçkırarak ağlamak ister. İçinde feryat kopmakta yüreği yanmaktadır. Büyük aşkı ,Güneş bir daha doğmamak üzere batmış sonsuzluktaki yerini almıştır.
0 notes
Text
Aşk ve Şiir - Bölüm 3

Günler birbirini kovalar. Nihat bu acıyı dindirmek için çalışır. Zaman su gibi akıp gidiyordur. Bir an önce vatani görevini yapmak ister. Doğu Anadolu'ya sınıra yakın bir yere yedek subay olarak askerliği çıkar. Zor ve çetin şartlar altında askerliğini yapmasına rağmen aşkı bir türlü aklından silinmez. İzinli olduğu bir cumartesi akşamı dayanamayıp sesini duymak, hatırını sormak için telefon eder. Güneş ona, şu an evde nişan töreninin olduğunu, yakında evlenip yuva kuracağını söyler. Acımasız talihe bak. Tam nişan töreninde onu aramıştır. Duydukları onu can evinden vurur. Bir kez daha yıkılır Nihat. Sevgilisi kuş misali süzülerek uçup gidiyordur. Birden iri bedeni yıkılacak gibi olur, vücudu titrer, midesine ağrılar girer. Avazı çıktığı kadar haykırarak ağlamak ister. Güneş'e mutluluk dilemekten başka bir şansı yoktur. Sözler boğazında düğümlenir "Ömür boyu mutluluklar" dilerim derken sesi titriyordur. Askerliğinin bitimine doğru Güneş'in evleneceğini duyar. Nikah törenine, Onun çok sevdiği koyu kırmızı güllerden oluşan üzerinde, küçük siyah fiyonk bulunan isimsiz bir çelenk gönderir. Nihat için aşkının sonudur bu evlilik. Çok üzgündür. Herşey bitmiştir. Yaralı bir kalple baş başadır. Terhis olur. Askerlik arkadaşlarına veda eder. Doğuda yaptığı askerlik, oradaki şartlar onda derin iz bırakır. Eve döner kendini toparlamak için zamana ihtiyacı vardır. Dinlenmek arzusuyla, çevresinde Güneş'i ve zor günleri hatırlatacak kimsenin olmadığı Ege'nin şirin bir sahil kasabasına gider pansiyona yerleşir. Günleri sahilde dolaşıp balıkçıları izlemekle geçer. Yine, deniz kıyısında olduğu birgün balıkçılar ağ çekerken hava aniden patlar. Ağı kontrol etmek için İnsan gücüne ihtiyaç vardır. Nihat, hemen yardıma koşar halatın bir ucundan tutar. Böylece kendinden yaşça epey büyük olan Balıkçı Artun'la tanışır. O da, balıkçı kulübesinde yalnız yaşayan rint biridir. Ne çoluğu nede çocuğu vardır. Arkadaş canlısıdır. Geceleri gündüzleri hep birlikte geçer,balığa çıkarlar, ırıp çekerler. Nihat'ın abisi gibi olmuştur. Hatta kulübede bir arada yaşamaya başlarlar. O gün şansları yaver gitmez balık tutamazlar. Akşam yemeği kayıntıdır. Nihat, balıkçıya, ailesini mesleğini anlatmıştır ama yaşadıklarından hiç söz etmemiştir. Oradan buradan konuşurken, Artun birden sorar, -Nereye kadar bu kaçış? -Ne söylemek istediğini anlamadım diye cevap verir Nihat. Balıkçı konuşmaya devam eder -Belli etmemeğe çalışıyorsun ama sanki geçmişinden kaçıyorsun. Birşeyleri unutmak, birilerini aklından silmek isteyen bir halin var. Nihat sesini çıkarmaz. Doğrularcasına başını öne eğer. -Seni üzen yada düşündüren her neyse onunla yüzleş. Onunla yaşamasını oğren. Derbeder bir yaşam tarzı sana göre değil be kardeşim! Bak ne şartlar altında yaşadığımızı görüyorsun. Evine dön. Kapı gibi diploman var. Mesleğini yap. Bir ağabey olarak seni seviyorum ama bunları sana önceden söylemem gerekirdi der Balıkçı Artun. Nihat cevap vermez, yatıncaya kadar suskunluğunu korur. Sabah uyandığında uzun zamandır bakmadığı, balıkçı kulübesindeki kırık tozlu aynaya bakar. Kendi görüntüsünden tiksinir. Saç sakal birbirine karışmış hırpani bir şekli vardır. Artun'un söylediklerini hatırlar. "Haklıydı. İçimdeki kırık aşk acısıyla yaşamasını öğrenmeliyim" diye düşünür. Hayat devam ediyordur. Eve dönüş vakti gelmiştir. Sonunda Üniversite Hastanesi civarında Eczane açar. Meslek hayatı başlar. Tekdüze yaşamı vardır. Günleri evden işe işten eve gidip gelmekle geçer. Arada sırada, hafta sonları arkadaşlarıyla buluşur yada sinemaya, tiyatroya gider. Yıllar hissedilmeden geçip gitmektedir. Şakaklarındaki saçlar ağarmaya yüz tutar. 34 yaşına basmaya iki ay kalmıştır. Nihat'ın da, aşkı zaman içinde küllenme başlar. İyi bir işi olduğunu düşünen ailesi evlenmesini çok arzular. Evlilik çağının geçmekte olduğunu söyleyerek bir an baş göz etmek ister. Arkadaşlarının çoğu da yuva kurmuştur. Ama Nihat evliliğe bir türlü sıcak bakmaz. Küllendiğini sandığı içindeki aşkla, acaba evleneceği kızı mutlu edebilecek midir? Endişesi ve korkuları vardır. Bir yaz günü, arkadaşlarının yazlığında toplanırlar. Gelenlerin çoğu bildiktir. İstek üzerine gitarını çalarken, konuklardan o ana kadar karşılaşmadığı genç bir kızın tempo tutarak müziğe eşlik ettiğini görür. Gözgöze gelirler. Kız sıcak bir gülümsemeyle selam verir. Coşku içindedir. Tanışırlar. Müzik öğretmeni şirin, sevimli bir kızdır Aysu. Arkadaşlarının ve ailesinin ısrarıyla çıkmaya başlar. Gerçi, Nihatın da kanı ısınmıştır. Zevkleri, yaşam tarzı, düşünceleri huyları aynıdır. Tanışmalarının üzerinden yedi ay geçer. Sonunda kararını verir. Aysu'ya büyük aşkını, yaşadıklarını, duygularını, korku ve endişelerini her şeyi anlatacaktır. O, "Bunlarla birlikte baş edebiliriz" yada "Seni olduğun gibi kabul ediyorum" derse evlenme teklifi edecektir. Aysu, Nihat'ı sevmiştir. "Her türlü zorluğa seninle varım. Üzüntünlerinle derdin ve sevincinle yanındayım. Hayatımın sonuna kadar elini tutmak istiyorum" der. Evlilik teklifini kabul eder. Aile arasında yapılan törenle nişanlanırlar. Baharda evlenmeye karar verirler. Herşey güzel gitmektedir. Ancak birgün, duyacağı bir haberle yüreğinin dağlanacağını, ruhunda fırtınaların kopacağını, yaşamın acımasızlığını nasıl bilecektir.
0 notes
Text
Aşk ve Şiir - Bölüm 2

Nihat, sınıfta onu görebileceği şekilde oturur. Dersleri dinlerken göz ucuyla izler. Öğrenciler birbirlerine alışmışlar herkes bir grup oluşturmuştur. Güneş daha çok yurt arkadaşlarıyla birlikte zamanını geçirmektedir. Nihat, Onun ilgisini çekmek için her çareye başvurur. Sırasına gül koyar. "Günaydın. Bugün güneş gibi parlıyorsun. Çok hoşşun" gibi küçük notlar yazıp defterinin arasına gizlice koyar. O, bu notların kimin tarafından yazıldığını bilmesine rağmen sınıf arkadaşının bir şakası olarak düşünür, sessizliğini korur sadece tebessümle cevap verir. Öğrencilik yılları aktif geçer Nihat'ın. Müzik kulubünün etkinliklerine katılır. Arkadaşlarıyla gitar çalar şiirler okur. Birçok öğrencinin gözdesidir ama Onun gözü aşkından başkasını göremez. Bazı akşam, Güneş'in kaldığı yurdun çevresini dolaşır, Onun nefes aldığı yerde solumak ister. Hafta sonları, Onu görebilmek umuduyla gidebileceği yerlerde dolanır durur şiirler yazar. Nihat, bu tutkunun esiridir sanki. Güneş'i öylesine platonik bir aşkla sever ki bu, arkadaşlarının dikkatinden kaçmaz ."Bak senin ki geliyor" diye takıldıklarında,"O benim güneşim. Isısı bedenimi, kaplar kalbimi" diyerek coşkusunu şiirsel bir anlatımla dile getirir. Zaman içinde Güneş bu aşkı fark eder .Ancak bilmezden gelir. Nihat'ın birçok kere, çeşitli etkinliklere "Birlikte gidelim" teklifine her zaman bir bahanesi hazırdır. Okulun sevilen hocalarından birinin dersi vardır. Oldukça zor, latince kelimelere ve ezbere dayanan bu ders bazen öğrencilere sıkıcı gelir. Ayhan hoca, öğrenci psikolojisinden iyi anlar onlara arkadaş gibi davranır. O gün dersinde herkes gevşemiş konumdadır. Bazıları onu, dinliyormuşcasına gözünün içine bakarak adeta uyur. Kimi önündeki defteri karalıyor, kimi de pencereden dışarıyı seyrediyordur. Herkes dalıp gitmiş anlatılanlarla ilgisi yoktur. Ayhan hoca öğrencilerin dikkatini toplamakta beceriklidir. Birden sesini yükselterek" İçinizde şiir bilen, okumasını seven var mı ?"diye sorar. Kimseden ses çıkmaz. Nihat, içinin coştuğunu hisseder. Hocam "ben"der, Ayağa kalkar. Birkaç saniye, önce Güneş'le sonra tüm sınıfla gözgöze gelir. Derin bir nefes alır. Şiirini okumaya başlar. Değil Kara bulutlar başımın üzerinde Yağmur bulutları değil, Fırtına kopacak şimşek çakacak Güzel günler yakında mı? Belli değil, Gözlerin gözlerimde sana kalbim boş değil, Güneş gibi yakıyorsun yüreğimi İnan ki söndürmem olası değil, Bazen düş kapatır gözlerimi, El eleyiz,diz dizeyiz,bakışarak Onu silmem elimde değil. Sevilmek istedim, hem de çok Sevmediğimdem değil, Aşk acısı çekmeyenin Bunu anlaması mümkün değil, Aşkım benim! Söyle bana Seni kalbimden söküp atmak Kolay mı ? Vallahi değil. Dizeleri tamamlar. Ayhan hocanın hoşuna gider.O da, şiir severlerden olup Ümit Yaşar Oğuzcan'ın "Birgün" adlı şiirini öğrencilerine okur. Hızını alamayan Nihat'ın bu kez Ahmet Kutsi Tecer'den; "Nerdesin" adlı şiirin dizeleri, bir solukta dudaklarından dökülür. Öğrenciler canlanmış, uykulu hali geçmiştir. Ayhan hoca, " Evettt. Şimdi derse dönme zamanı " diyerek şiir okumaya son noktayı koyar. Okul çıkışı Nihat'ın "Güzel bir film var. Sinemaya benimle gelir misin?" teklifini kabul eder Güneş. Ama O, bir türlü inanamaz. Şaka yapıyor sanır. Yine teklifinin karşılıksız kalacağını düşünmüştür. Oysa sevdiği kız onun ilgisine, aşkına sonunda "evet" demiştir. Ne olduysa o gün, okuduğu şiirlerden sonra olmuştur sanki. Artık birliktedirler. Bir saniye bile yanından ayrılmak istemez. Havalarda uçuyordur. Herşey güzel gitmektedir. Ancak, içten içe Güneş'in kafasını bir soru kurcalamaktadır."5 aydır birlikteyiz. Hala elimi tutmadın. Neden?" diye Nihat'a sorduğunda" Tutarsam, büyü bozulacak gibi geliyor"diye cevap alır. Nihatın aşkı platoniktir. Adeta bir rüyadır. Günler aylar geçer. Son sınıf öğrencileridir. Bir şeyler olmaya, ilişkileri çatırdamaya başlar. Bu büyülü aşk yetmemektedir. İkisi ayrı dünyanın insanlarıdır. Karakterleri, huyları, beğenileri apayrıdır. Biri çok romantik, diğeri gerçekçidir. Ne kadar zorlasalar ne yapsalar da olmuyordur. İlişkilerinin üzerinde karabulutlar dolaşıyor, ayrılık rüzgarı esiyordur. Çözüm ararlar ama bulamazlar. Aşkın yıpranmaması, saygının yitirilmemesi adına dost kalarak gözyaşlarıyla ilişkilerine son verirler. Nihat için zor dönem başlar. Onu aklından bir türlü çıkaramaz. Çaresizdir.Tekrar denemeye karar verirler ama olmuyordur. Sonuç aynı. Ayrılık. Okul biter. Mezuniyet töreninden sonra herkes birbirine veda eder. Güneş memleketine dönecektir. "Geleceğin aydınlık olsun. Sana mutluluklar dilerim" diyerek Nihat'la tokalaşır. Artık ikiside bambaşka geleceğe, bambaşka bir ufka yelken açmıştır. Ama Nihat, Güneş'ini kalbinden söküp atabilecek hayalinden silebilecek midir.? Ayrılık acısına dayanabilecek midir?
3 notes
·
View notes
Text
Aşk ve Şiir - Bölüm 1

Zeki ve çalışkandır. Fen matematik okumasına rağmen edebiyata düşkündür. Dersleri dışında kendine zaman ayırır, roman ve şiir kitapları okur. Hatta, ünlü şairlerin birçok şiiri ezberindedir. Yazdıkları da vardır. Duygusal ve romantiktir. Nihat, evin tek çocuğudur. Bir dediği iki olmamıştır. Ama O, bunu ailesinin zaafı olarak görmemiş bu durumu kullanmamıştır. Annesi Leyla hanım, oğlunun müziğe olan ilgisini farkeder. Liseye başlama hediyesi olarak gitar alır. Nota bilmese de yeteneklidir. İyi bir kulağı vardır. Her türlü müziği rahatlıkla çalar. Artık lise sona kadar yaşamı dersler, şiir ve gitardır. Sınavlara hazırlanır. Zor bir yıl başlamıştır. Bir süredir şiir de yazamaz olur. Hatta çok sevdiği gitarından uzak kalır. Bazı yaşıtları kız peşinde koştururken O, idealindeki üniversiteyi kazanıp eczacı olmak için var gücüyle çalışır. Nihat, atletik yapılı, boylu poslu, genç kızların beğeneceği yağız bir delikanlıdır. Arkadaşları ona, "Haydi bizimle gel. Çok çalıştın. Biraz hava al. Bugün kızlarla kafe de buluşacağız. Belki bir sevgili bulursun" dediklerinde "Beni hayalimdeki aşkımla başbaşa bırakın" diyerek sözü şakaya vurur onlarla gitmek istmez. Aslında, hayalinde kendine bir sevgili, bir aşk yaratmıştır. Hayal aşkı, minyon tipli, sarı saçlı ve renkli gözlüdür. Liseyi bitirir .Sınavlara girer. Yaşadığı şehirdeki üniversiteyi ve istediği bölümü kazandığını gazeteden okuyunca havalarda uçar." Başardım! Başardım!" diye avazı çıktığı kadar bağırır. Bu bağırışlar, kazanıp kazanmama heyecanı ve sınav stresinin üzerinden kalktığının belirtisidir. Ama Nihat nasıl bilirdi ki üniversitede ve sonraki yıllarda birçok sürprizin ve olayın kendini beklediğini, sınav stresi ve heyecanının bu beklenmedik olaylar yanında hiç kalacağını. Kayıt işlemleri biter. Artık üniversitelidir. Okulun açılmasını sabırısızlıkla bekler. Nihayet o gün gelir. Sabah gitmeden önce annesinin elini öper, hayır duasını alır. Heyecanlıdır. Kalbi hızla çarpar. İçinden bir ses "Bugün bambaşka bir gün olacak"diyordur. Kampüse erken varır. Bölümünü ve sınıfını bulur. Çoğu öğrenci yoktur. Dersleri daha belirlenmemiştir. Sınıfın önünde oyalanır. Henüz kimseyi tanımıyordur. Kantine giderken, yolda, çiçeklerin kokusunu ve sabah esintisini yüreğinde hisseder. Öylesine duygulu yapısı vardır ki birçok sabah erken uyanıp güneşin doğuşunu izleyerek şiirler yazmıştır. Bugün de içinde bir kıpırtı vardır. Yazsa kaleminden şiir dökülecektir sanki. "Boşver şimdi sırası değil"düşüncesiyle kantinden içeri girer. Çay söyler."Acaba tanıdık birileriyle karşılaşırmıyım" diye etrafa bakınır. Cam kenarında oturan bir kız gözüne ilişir. Sabah güneşi saçlarından süzülüyor altın sarısı gibi parlıyor adeta ışıldıyordur. Duru beyaz bir teni, okyanus mavisi gözleri vardır. Onu ilk gördüğü andır. Dikkatlice bakar. Şaşkındır."Olamaz böyle şey. Düş mü görüyorum acaba?" Evet O. O!" diye haykırmak ister. Sanki bir tısım değmiş, hayal aşkı gelip masaya oturmuştur. Hayalindeki kıza ne kadar benziyordur. Derin nefes alır. Sakinleşmeye çalışır." Onunla ne yapıp yapıp tanışmalıyım" dıye düşünür. Ama aklına hiç bir şey gelmez. Beyni donmuş gibidir. Sonunda güneş yansımasının gözlerini rahatsız etiğini bahane ederek "perdeyi biraz çekebilir miyim?" diyecektir. Belki tanışma fırsatı yakalayacaktır. Genç kızın yanına gider. Çekingen tavırla,heyecanını bastırmaya çalışarak, -Aferdersiniz güneş. demeye kalmadan, -Evet. Bana mı seslendiniz? -Işığından... Şey.. .Saçmaladım .. Yoksa adınız Güneş mi? diye sorar. -Hımmm. Evet -Ben Nihat. Acaba perdeyi çok az çekebilir miyim.? Işık yansıması rahatsız etti de. -Olur. Genç delikanlı bunu fırsat bilerek konuşmayı sürdürürmeye kararlıdır. -İlk günüm.Yenilerdenim. Eczacılıkta okuyacağım. -Aaa benim de öyle. Demek aynı bölümün öğrencileriyiz diye Güneş cevap verir. Onunla tanışması böyle olmuştur. Evden ayrlırken içindeki ses Ona, "bügün bambaşka bir gün olacak" demişti. Evet, delicesine aşık olacağı kızı, Güneş'ini tanıdığı, üniversiteye başladığı ilk gündü o gün.
2 notes
·
View notes
Text
Çocukça 2

Çocukların hayal dünyası öylesine geniş öylesine renklidir, yazmakla bitmez. Bizi tebessüme boğan, art niyetsiz, içten duygularıyla saf davranışlarından bir kaç kesit daha.... Annesinin yatak odasındaki deodorantı eline alan çocuk bu nediy? Ne yapılıyyy? diye sorar. Anne, "Yavrum ona deodorant derler. Koltuk altlarına sıkılır" diyerek yanıtlar. Birgün anne, minik çocuğu salondaki koltuk altına eğilmiş deodorant sıkarken görür. -Ne yapıyorsun? O, oralara sıkılmaz der. Minik, şaşkın bakışlarla, -Hani sen bana koltuk altlayına sıkılıy demedin mi? diye cevap verir. -/- Anne,yakında bulunan kuaföre gidecektir. Evde arkadaşlarıyla kalan çocuğuna, -Oyun oynayın ama sakın gürültü yapmayın. Apartmandakileri rahatsız etmeyin der söze devam eder. -Ben yokken alt kattaki komşu gelirse kuaföre gittiğimi, saçımı kestirip hemen döneceğimi söylersin. -Aklı oyunda olan küçük çocuk, hmmmm. Sen varken gelirse ne söyleyeceğim? -/- Her isteğini yaramazlıkla yaptırmaya çalışan miniği durdurmak münkün değildir. Yolda, oraya buraya giden, dükkanlara dal düz giren çocuğun arkasından koşturmaktan nefes nefese kalan anne, -Bak çocuğum! Yolda, uslu uslu yürürsen sana koskocaman kaymak dondurma alacağım der. Minik çocuk omuz silker "Iıı Iıııhhh" derken, birden yüzünde tebessüm belirir. Gözlerini sağa sola oynatarak cin bir tavırla, -Koskocaman çikolatalı dondurma için nasıl yürüyeyim? diye sorar". -/- Minik İbo, yiyeceği kadar yemiş doymuştur. Ancak anne,"Çok yemek yersen büyürsün" diyerek daha fazla yedirmeye çalışır. Minik çocuk, annesine ",O zaman sen neden çok yemek yiyorsun?" der. -/- Dört çocuk, deniz kıyısında kumdan kaleler yaparak oynar. Biri kürekle kovaya kum doldurur, diğerleri kaleleri elleriyle ve tırmıkla düzeltiken aralarında büyüyünce ne olacaklarını konuşurlar. Minik Sadi, "Benim babam mühendis ama dedemin yanında çalışıyooo. Onun işçisi. İkisi de bana, büyüyünce doktor ol, hmmm eczaneci diyooorrrlarrrr. Peki sen ne olacaksın diye soran arkadaşlarına -Bilmemmm. Galiba, ben de babamın işçisi olacammmm. Küçük Can, kumu eşelerken "Büyüyünce taksici olucaaammm" der. Nedenini öğrenmek isteyen arkadaşlarına, "Annem gezmek istiyoo. Babam olmaz,evde oturalım diyoo. Gitmek istemiyooo. Taksici olunca arabamla hep annemi gezdireceeemmm." Küçük Hayri söze atılır. Babam diyor kiiii... "Bu devirde ya topçu ya da popçu olunurmuş." "Ama ben hangisi olacağıma karar veremedim." Söz sırası Arda'ya gelir. -Büyüyünce doktor olacammmm. Doktor amcama, ben de koca koca iğneler yapıcammmm. -/- Ana sınıfında öğretmen, çocuklara, haftaya gözlüklerini çıkarıp lens takacağını belirtir. -Bundan sonra beni gözlüklü görmiyeceksiniz der. Minik öğrencilerden biri" Peki ,öğretmenim, o zaman biz sizi nasıl göreceğiz?" diye sorar.
0 notes
Text
Çocukça

Çocukların hayal dünyasına girmek ve anlamak zordur. Minikler çok iyi gözlemci ve taklitçidir. Hazır cevaptır! Onların art niyetsiz saf davranışlarını tebessümle izler, söylediklerini hayretle dinleriz. Bazen çocuktan al haberi demekten de kendimizi alamayız. Kah güler, kah eğleniriz. Onlar, çocuksu masum halleriyle her zaman kalbimizde hoşgörü ve sevgiyle yer alır. Miniklerin büyümüşte küçülmüşçesine davranışları fıkralara konu olacak türdendir. İşte böyledir minik çocuklar. İşte böyledir çocukça dünyaları. İşte çocukların gerçek yaşantılarından insanı gülümseten kesitler... -Ana okulunda 2 erkek çocuk konuşur. Birinin babası bankacıdır, diğerinin de marketi vardır. Kalemler ağızda, büyümüş tavırlarıyla, yarışırcasına, -Benim babam her sabah marketi açmaya giderrrr. Orası babamındır. Diğer çocuk söze atılır, -Benim babam da bankayı açarrrr. Onda çoook para varrr. -/- Çocuk yaramazdır. Namaz kılan dedesini ve etrafındakileri sürekli gözler, taklit eder. Annesi onu ana okuluna yazdırır. Çocuk bir türlü gitmek istemez, ağlamaktan gözleri kıpkırmızı olur. Ana okulu öğretmeni çocuğu oyalamak ister. -Bak güzelim, burada senin hoşuna gidecek yığınla oyuncaklar var. Hem çok güzel arkadaşların da olacak. Çocuk elleriyle kulaklarını kapar, Öğretmene, -Sus! sus! Sizi dinlemek istemiyoooommm! Namazın farzını kılıyom der. -/- Minik kız çocuğu anneannesine çok kızar. -Sen ölünce ağlamıcaaammm. Anneanne gülerek olsun der. -Mezarına bir sap gül bile getirmiceeemm. -Senin ömrün çok olsun diyerek kahkaha atan annanesine, -Ama.. Giden geri gelmiyooo. Biliyon muuu ? -/- Genç kadın ve eşi, minik çocuğu yanında Latife Hanım müzesi (konuk evi)ni ziyaret ederler. Dönüşte halası çocuğa sorar, -Latife Hanım'ının evine gittin, gördün. Nasıl güzel mi? -Gittik ama evde yoktuu. Hımmm. Dışayı çıkmış galibaaaaa... -/- Anaokulunda öğretmen diş temizliğinin önemini anlatır. -Dişlerinizi hergün fırçalıyor musunuz? diye sorar. Çocuk hemen atılarak cevap verir, -Ben fırçalıyom ama annanem dişlerini eline alıpta fırçalıyooooo... -/- Yaşlı adam apartman bahçesinde gürültü yaparak oynayan miniklerden rahatsız olur kovalar. Arkalarından koşturur gibi yapar. Biri koşarak kaçar, diğeri durur. Daha sonra kaçan çocuk kaçmayana sorar -Neden durdun? -Neden kaçayım. Heyif koşsunda kapten ölsün müüüü? -/- İki küçük çocuk aralarında kimin babası daha uzun diye konuşurlar. Biri, -Benim babamın boyu senin babanınkinden uzun der. Diğeri, -Ama benim babamın boyu göbeğine gitmiş, bir zayıflarsa senin babanı geçer. -/- Kadın yanında çocuğuyla birlikte ayakkabıcı dükkanından beğendiği ayakkabıyı satın alır. Çocuk "Ben de yeni ayakkabı isterim" diye tutturur. Annesi olmaz dese de ısrar eder, inatla kendini yere atar. Kadın sinirlerine hakim olur çocuğunu yerden kaldırır. Sevecen bir tavırla, -Bak çocuğum diye söze başlar Geçen hafta sana yeni aldık. Evde çoook cicili bicili ayakkabıların da var. Seneye yine alırız, hem ayakların da büyüyor. Onlar seni bir yıl idare eder der. Çocuk biraz sakinleşir. Annesine, -Senin ayakların da büyüyor muuu? diye sorar. Kadın, -Büyüklerin ayakları büyümez diye cevap verir.. Çocuk, annesinin satın aldığı ayakkabıyı eliyle göstererek, -Öyleyse bunlar seni beş yıl idare edeerrrrr, der.
1 note
·
View note
Text
Hamile Kalacağım

Üç komşu sabah kahvesi içmeyi alışkanlık haline getirir. Birgün Ayşe'de, birgün Zehra'da. Bugün Nurcan'dadır sıra. "Yine az şekerli içiyoruz değil mi arkadaşlar?" diye sorar. Kahvelerini yudumlarken, - Nasıl beğendiniz mi? Fincanda pişirmeyi yeni öğrendim. - Sabaha kadar uyuyamamadım ağrıdan. Üstelik ağrı kesici de aldım. Bugün sersem gibiyim. Kahve iyi geldi doğrusu. Ellerine sağlık. Çok güzel olmuş der Ayşe. Zehra ağrısının nedenini sorar. - Fıtık var. Özel doktora gittim. Ameliyat olmamı öneriyor. Korkuyorum. Hastanedeki kalabalık formaliteler koşuşturmacadan da sıkılıyorum. - Yok canım artık eskisi gibi değil. Hem özel hastaneler de bakıyıor. Eskiden neydi o kuyruklar der Nurcan. Zehra söze atılır. - Kaynanam; Boğazının ağrıdığını hep söyler. Buzlu su içme hastalanacaksın diye kaç kere uyardım. Kadın bir türlü laftan anlamıyor ama canının kıymetini de iyi biliyor. Biraz başı ağrısa yada sesi kısılsa hemen doktora koşturuyor. Oğlu da anasının tam zıttı. 15 yıl önce ölümden döndü. Hastaneye zor yetiştirdik. - Yaa evet. Sen de uzun süre eşinin yanında hastanede kalmıştın değil mi? diye sorar Ayşe - Hıı.. Neredeyse ben de hasta olacaktım. Yüksek tansiyonum o günlerden kalma. Hastane günlerinden, fıkra gibi bir anı, Zehra'nın gözünde birden canlanır. Dalıp gider... Eşi ağır bir hastalık geçirmiştir. O da refakatçı olarak yanındadır. Sabah çok erken uyanır, ateşini ölçer, temizler, kahvaltısını yaptırır. Kullandığı tansiyon hapı biter. Evden gidip gelme derdi yoktur. Nasıl olsa hastanededir. Doktorlar vizite çıkmadan numara alarak ilacını yazdırmayı düşünür. Poliklinik girişine vardığında çok uzun sıra vardır. Hastalar kuyrukta beklemektedir. Gecikmiştir. En arkaya kalır. Önünde orta yaşlı bir adam durmaktadır. Sıkıntısı her halinden bellidir. Uzun bir süre geçer nihayet sıra adama gelir. "Dahiliye bölümünü istiyorum" der. Aldığı cevap "dahiliye dolu"."Kullandığım ilaçlar bitti de. Yalnız ilaç yazdıracağım". "Dolu" diye tekrarlar görevli. "O zaman nöroloji" olsun der. Yine "dolu" cevabını alır. Adam terler, mendiliyle alnını siler. Israrcıdır. İlaçlarını mutlaka yazdırmak ister. Kardiyoloji, dermatoloji, göğüs hastalıkları, aklına gelenleri sıralar. Hepsine aldığı cevap aynıdır. Dolu... Sinirleri iyice gerilir. Yüzü sapsarıdır. Zaten hastadır. Görevli birden "kadın hastalıkları ve doğum boş" der. Adam şaşkındır hayret dolu bakışlarla."İyi! Şimdi eve gidiyorum hamile kalıp döneceğim. O zaman sıra numaramı senden alırım" diyerek öfkesini belirtir. Birbirlerine donuk bakışlarla bakarlar. Aslında görevli adama yardım etmek ister ama erkeklerin muayene olamıyacağı bölüm ağzından çıkmıştır bir kere. Adam öfkesi burnunda "Hamile kalmaya gidiyorum! Hamile kalmaya gidiyorum!" diye söylenerek oradan ayrılır. Bu olaya ağlar mısın? güler misin? diye düşünür. Ayşe'yle konuşmasına kaldığı yerden devam eder. - Boşuna dememişler "Korkunun ecele faydası yoktur" diye. Başına birşey gelmeden doktorun söylediklerini yap. Şimdi hastaneler eskiye göre farklı. Ameliyattan korkuyorum diyorsun ama kocamı örnek al. Nurcan meraklanarak lafa karışır "Kocanın sağlığı nasıl?" diye sorar. Zehra "turp gibi maşallah" diye cevap verir. Ayşe, konuşmalardan sıkılır. "Nurcan çok güzel fal bakıyor. Dedikleri de çıkıyor ayol!" diyerek konuyu değiştirmek ister. Telveyi iyice çalkalayarak "Ne varsa halim o çıksın falim" der fincanı kapatır.
0 notes
Text
Bana Ne

Kemeraltı'nın hareketli yerlerindendir Hisar önü. İzmir'in en eski ve büyüğü Hisar camii, ihtişamıyla insanı adeta büyüler. Önünde boncukçular, çiçekçiler, tohumcular etrafında baharatçılar, kahveciler, kebapçılar, kokoreçciler ve lokantalar ayrı bir hava verir o mekana. Baloncusu lotocusu ve Manisa mesiri satıcısı, burası ile bütünleşir. Yandaki Kızlar Ağası Hanı da kentin ilk hanlarındandır.Tarih kokar.Yerli ve yabancı turistlerin aradığı her şeyi bulabileceği uğrak yeridir. Bu mekanı çok sever genç kız. Kemeraltına yolu düşerse mutlaka oraya gider. Kafe'de oturur, çayını içerken geleni gideni izler. İzler ama arada sırada da sinirlenir. Bu güzelim alanı neden kirletirler diye düşünür. Yerde izmarit, naylon, pet şişe, kağıt,çekirdek kabukları görmesi canını sıkar. Genç kız çevre bilinciyle yetişmiş eğitimci bir aileden gelir. Bu konuda duyarlıdır.Yere bir şey atanı görünce kendini tutamaz hemen uyarır."Aman kızım bu kadar herkese karışma. Birgün ters biri karşına çıkar. Başın derde girer" diye ikaz eden babasına " Babacığım beni yetiştiren sizsiniz. Hem insanları uyarmak da gerekir değil mi?. Bana kimse bir şey diyemez.Canını sıkma" diyerek babasını rahatlatmak ister. Günlerden cumartesidir. Yakında kuzeni nişanlanacaktır.Törende giyeceği elbiseye boncuk işlemek ister. Öğle vakti Hisar cami önündeki boncukçulara gider. Alışverişini yapar. "Hava ne kadar güzel. Oh, ne iyi ettim de geldim".diye düşünür. Burnuna et kokuları gelir, acıktığını hisseder. Çınar altındaki kafede oturur dönerini yer. Çayını zevkle yudumlarken kalabalığı izler. Güzel vakit geçirmiş eve dönme saati gelmiştir. Kalkar.Kemeraltı hayli kalabalıktır.Yürümek zordur.Sağa sola giderek adımlarını hızlandırmak ister. Bir ara "Haarrrk tuuhhh" diye ses duyar. Başını çevirir. 30 yaşlarında bir adam gözünün içine bakarak yere tükürür.Tükürük ayakkabısının tam önüne düşer. Genç kız beyninden vurulmuşa döner. Al al, mor mor olmuştur.Sinirlenir. Adama dönerek "Az kaldı ayakkabımın üstüne atacaktın. Herkes senin tükürüğünü görmek yada üstüne basmak zorunda mı? Etrafa mikrop saçıyorsun. Kendine saygın yoksa çevrendekilere saygın da mı yok?" der. Adam bir omzunu aşağıya indirir diğerini yukarı kaldırarak başını öne doğru uzatır. Kollarını geriye atarak kabadayı tavırlarıyla kelimeleri bastıra bastıra " Ne oooo iğreendinn mi?" diye sorar. Bu soru karşısında dona kalır genç kız. Adamın özür dileyeceğini yada utanacağını umarken aldırmaz bir tavırla küstahça söylediği laftan irkilmiştir. Adam beladır. Sözü uzatsa başının derde gireceği bellidir. Babasının uyarısı aklına gelir."Şeytanından bul!" der. Oradan hemen uzaklaşır. Bu güzelim tarihi alan böyle kirletilr mi? diye düşünür. Durağa gelir. Otobüsü bekler. Durak oldukça kalabalıktır. Yanında, takım elbisesi, gömleği kıravatı ve cep mendiliyle uyumlu yaşlı bir adam durur. Görmüş geçirmiş olduğu her halinden bellidir. Diğer yanında; Bir kadın, 8-9 yaşlarında çocuğu ile birliktedir. Çocuk yediği dürümü bitirir. Kağıdı ve naylonu buruşturarak yere fırlatarak atar. Bunu gören genç kız " Sen karışma.Görmemiş ol. Çocuğu annesi uyarmalıydı" diye düşünür ama kadın oralı bile değildir. Biraz önce adamın yaptığı terbiyesizliği unutmamıştır. İçi bir türlü rahat edemez. Çocuğa eğilerek sevecen tavırla ve yumuşak bir sesle "Güzeliimmm! Kağıtları çöp kutularına atarsak, çevremizin temizliğini korumuş oluruz değil mi? diye sorar. Çocuğun annesi" Sana ne! Nereye atarsa atar"diyerek birden tepki gösterir. Bu söz üzerine genç kız üzülür.Tam cevap vereceği an, yaşlı adam " Üzülme kızım. Kabahat bizlerde. Onları yetiştirememişiz. Şükürler olsun senin gibi düşünen pek çok gencimiz de var diyerek kızı teselli etmek ister. Otobüs gelir.Biner.Bugünüm güzel geçti diye düşünürken biri ona "Ne o iğrendin mi? diğeri de "Sana ne" demiştir. Güzel gün, ters bir gün olmuş " Adaammm sen de. Bana ne " diyememiştir.
4 notes
·
View notes
Text
Tren Yolculuğu

Geç kalma endişesi bedenini sarar. Oysa evi ile gar arası yürüyerek 5 dakikadır. Trenin kalkmasına da bir saat vardır. "Orada, yaramazlık yok! Babaannenizi, dedenizi üzmeyeceksiniz! Anlaştık mı?" diyerek son kez uyarır iki oğlunu. Gidecekleri yer şirin bir Anadolu kasabasıdır. Çocukların gönüllerince oyun oynayabileceği dedelerinin evinin bahçesinde, kuzular, tavuklar, meyve ağaçları vardır. Okullar yarı dönem tatilindedir. İlkokul birinci sınıf öğrencisidir ikizleri. Bu tatili ailecek geçirmeyi ne çok arzulamıştı genç kadın. Ancak, kocasının çalıştığı banka teftişteydi. Sürekli mesaiye kalıyordu. Kocası da istemişti onlarla gitmeyi. Ama iş hayatı bu. Herşey arzulara göre olmuyordu. İkizleriyle gara gelen genç kadın hemen trene biner. Yolcular yerlerini almaya başlar. Çocuklar pencereye doğru oturur. Yarım saat sonra tren hareket eder. Yaptığı kurabiyeleri torbadan çıkarırken, birinin bakışlarını üzerinde hisseser. Başını çevirir, çapraz koltukta oturan, takım elbiseli, dizlerinin üstünde siyah bir çanta olan 35-40 yaşlarında yabancı bir adamla göz göze gelir. "Acaba beni tanıyor mu? Yoksa birine mi benzetti? diye düşünür". Adam gözlerini kırpmaksızın sürekli ona bakmaktadır. Ne bir laf eder ne de bir söz. Genç kadın bakışlardan çok rahatsız olur. Başını pencereye doğru çevirir. Camdan yabancının kendisine bakmaya devam ettiğini görür." Yolculuk hayırlısıyla bir bitse" diye içinden geçirir". Tren kasaba istasyonuna varır. Kayınpederi peronda onları beklemektedir. Çocuklar dedelerine özlemle sarılırlar. Yabancı inmez, vagonda kalır. Pencereyi açar, tren istasyondan uzaklaşıncaya kadar camdan sarkarak ona bakmaya devam eder. Genç kadın " Kurtuldum" diye düşünür, derin bir "oh" çeker. Çocuklar kasabada mutludur. Bahçede oynamışlar, tavukları yemlemişler, kuzuları sevmişlerdir. Eğlenceli güzel günler çabuk biter. Eve dönüş zamanı gelir. Onları uğurlamak için istasyona gelen dedelerine veda ederken, ikizler ağlamaklı el sallar. Tren kompartımanına oturdukları an, genç kadın O yabancının orada olduğunu fark eder. Üzerinde aynı kıyafet ve çanta vardır. Sanki dönüş için sözleşmişlerdir. "Böyle aksi tesadüf olur mu?" diye düşünür. Yer değiştirmeye karar verir. Çocuklarıyla başka vagona ilerler. Adam da yerinden kalkar arkalarından gider. Onların oturduğu vagondaki yerin karşı çaprazında kendine yer bulur. Yine kadına bakmaktadır. Gözünü bir saniye bile ayırmaz. Bu bakışlar altında canı iyice sıkılr. "Kimsin? Neyin nesisin? Neden bakıyorsun? Ya da biriyle mi karıştırıyorsun? diye de soramaz. Sorarsa, adamın bunu fırsat bilerek belki onunla konuşmak isteyeceğini düşünür. Buna meydan vermemek için yabancının bakışlarını görmezden, davranışlarını anlamazdan gelir. Sürekli cama doğru bakmaktan ve dışarı izlemekten boynu ağrımıştır. Dönüş yolu bu sıkıntıyla uzar da uzar sanki. Tren şehre varır, istasyonda inerler. Hava kararmaya başlamıştır. -Çocuklar, çabuk olun! Babanızdan önce eve varalım. Ona sürpriz yapalım der. Adımlarını hızlandırırlar. Birden ayak sesleri duyar. Takip ediliyormuş duygusuna kapılır. Başını çevirip gözucuyla arkaya bakar. "Aman ! O da Ne! Trendeki adam!" "Haydi! Hızlanın" der çocuklarına. Evlerinin bulunduğu sokağa dönerler. Adam da arkalarından gelmektedir. Neden takip ettiğini anlamaz. Başa dert midir? Nedir? Sinirleri iyice bozulur. Eve yaklaştıkça içine garip bir korku yayılır. Kalbi hızla atmaktadır. Ya bu adam, apartmana girerse, bizimle asansöre binerse, ne olur diye endişelenmeye başlar. Ondan kurtulmak için bir şeyler yapmalıdır. Ama ne? Apartmanlarının iki girişi olduğu aklına gelir. Arka taraftaki pek farkedilmemektedir. Önünde, gövdesi kalın bir ağaç vardır. İki apartman arasından geçip ağacın arkasındaki kapıdan içeri süzülürcesine girerler. Ancak adam, o karanlıkta onların hangi tarafa gittiklerini, nereye girdiklerini farkedememiştir. Heyecan içinde eve gelen genç kadınının dizlerinin bağı çözülmüştür adeta. Derince nefes alır, kendini toparlar. Çocukların elini yüzünü yıkar. Bir ara camın perdesini hafif aralar. Adamı, sokakta apartmanların pencerelerine ve balkonlara bakarken görür. Sanki onun nerede olduğunu anlamaya çalışmaktadır. Bir süre sonra kapı açılır. Çocuklar sevinç bağırışlarıyla eve gelen babalarına sarılırlar. Genç kadın ve kocası birbirlerini özlemiştir. Sevgi dolu sözlerle günlerin nasıl geçtiğini anlatarak hasret giderirler. Kısa bir zaman geçer. Cam kenarından dışarı bakan kadın yabancının, hala kaldırımda durduğunu görür. Yatma vaktine doğru adam artık orada yoktur. Aradan aylar geçer. Genç kadın bu yabancıyla bir daha hiç mi hiç karşılaşmaz. O tren yolculuğunu ve sıkntılı anları unutmuş gibidir. Bir hafta sonu arkadaşlarını yemeğe davet ederler. Sohbet sırasında, benzer olay anlatır gelenlerden biri. Onlar gittikten sonra, kadın trendeki adamdan ve yaşadıklarından kocasına söz eder. Onun tepki gösterip sinirleneceğini aklına bile getirmez. -Hayatım! Neden bana o an anlatmadın? O herifi yakalayıp ağzını burnunu güzelce dağıtsaydım! İki gözünü morartsaydım! Bacaklarını kırsaydım! der. -Elinden kaza çıkar diye korkudan söyleyemedim. Üstelik adam bana bir laf bile etmedi. Neden karıma baktın? Neden takip ettin? diye sorsaydın. O da inkar etseydi. Öfkelenip dövüşseydiniz, iyi mi olurdu? Sana kötü birşey olsaydı kahrolurdum. Ancak, diğer günler, O yabancı karşıma çıksaydı aynı şekilde davransaydı, zaten sana söyleyecektim, der genç kadın. Sinirlenen koca karısının konuşmalarını dinlemez .Öfkesi burnunda söylenmeye devam eder, -Kimdir bu adam? Seni tanımayan biri, niçin buralara kadar arkandan gelsin ki? Genç kadın şaşkınlıkla "Anlamadım ne demek istediğini?" diye sorar. -Trende, kimbilir sen de nasıl bakmışsındır o herife? Hııı? Evet.. evet.. O kopuk senden bir hareket gördü ki takip etti. -Bana inanmıyor musun? Sözlerinle bana güvenmediğini mi ima ediyorsun? Yazıklar olsun!. Sana olayı anlatmakla hata mı ettim acaba? Seni seven karına yani bana bunları nasıl söylüyorsun? derken gözleri dolar. Kocası, ağzından çıkanları duymaz. Kıskançlık krizine girmiştir adeta. "Sen de bakmışsındır o ite" diyerek sesini yükseltir. Genç kadın söylenenleri daha fazla duymak istemez. Odasına kapanır. Hıçkırıklarla ağlar. Canı gibi sevdiği kocasının ağzından çıkan haketmediği kelimeler yüreğini acıtır. İncinir ve gücenir. Günlerce gözüne uyku girmez. Kalbinde derin bir yara olarak kalan bu olaydan sonra, Genç kadın kocasına hiç bir konuda ne olursa olsun birşey anlatmamaya karar verir. O günden beri eşine asla birşey söylemez. Üzerinden çok yıl geçmesine rağmen kocasına o olayı anlatmakla doğru yapıp yapmadığını hala sorgulamaktadır. Eşinin davranışları mazur görülebilir miydi? Ya da incitmeden uygun sözlerle tepkisini dile getirebilir miydi? Kendi yerinde bir başkası olsa nasıl davranır ne yapardı? Hala bu soruların yanıtlarını bilemez. Bildiği tek şey ise gönül kırıklığıdır.
1 note
·
View note