Tumgik
halilintifada · 6 years
Text
Resul ve Nebilik Seçilmiş kişinin iki ayrı sıfatıdır.
Allah’ın seçtiği Her kişi Öncelikle Allah’tan bir mesaj almıştır.
Bu Onu Nübüvvet sahibi (Nebi) yapar.
Aldığı mesajı insanlara duyurmakla yükümlüdür.
Bu Yükümlülük onları Resul kılar.
Kur'an'da önemli olan iki kavram var.
Biri Nebi diğeri Resul kavramdır...
Ve yüksek bir makama seçilen ve önemli haber getiren demektir..
Resûl' de bu Nebiye Allah tarafından risalet indirildiği zaman da bu Nebi resûl de oluyor..
Böylece iki sıfatı olmuş oluyor...
“İnsanlar tek bir ümmetti. Böylece Allah’a nebiler gönderdi ve onlarla beraber hakikatleri içeren kitabı indirdi ki insanların ayrılığa düştükleri hususlarda hüküm versinler…” Bakara 2/213.
0 notes
halilintifada · 7 years
Text
https://tr.hotels.com/hotel/details.html?mpa=859.28&mpb=68.72&mpd=TRY&mpe=1503570000&rateplanid=210131782&hotel-id=694126&locale=tr_TR&pos=HCOM_TR&cur=TRY&q-check-in=2017-09-10&q-check-out=2017-09-14&q-rooms=1&q-room-0-adults=2&q-room-0-children=2&q-room-0-child-0-age=10&q-room-0-child-1-age=13&mph=0&rffrid=mdp.hcom.TR.011.387.02.42&wapa4=694126&trv_curr=TRY&trv_dp=232
0 notes
halilintifada · 7 years
Text
https://www.airbnb.com.tr/rooms/19168351?guests=4&adults=2&children=2&location=Sirkeci%2C%20%C4%B0stanbul&check_in=2017-09-10&check_out=2017-09-14&s=zmnkzd4E
0 notes
halilintifada · 7 years
Text
nisa/34 DARABE fiili Konuyla ilgili bir yazı: Naşize kadınları dövmek mi yoksa evden uzaklaştırmak gibi bir disiplin cezasi vermek mi? http://mustafaozturkarsivi.blogspot.c... "Sadece Kur'an yeter" düşüncesindeki açmazlar: Nisa 34'teki "dövün" ifadesini yumuşatmak için kelimenin sözlükteki 36. anlamını kullanarak kelimeye takla attırmak. "Kur'an'a gelin" dediniz, geldik. Nisa 34'e geldik bakıyoruz, "dayak atın" diyor. Şimdi kalkıp TV ekranından halka "kocalar gerekirse hanımlarına te'dip maksadıyla iki tokat atabilirler" diyemezsiniz. Çünkü zamanın ruhu buna müsait değil. Bakanlık kendini paralıyor, "kadına şiddeti önleyeyim" diye yasa çıkarıyor, karşınızda soruyu soran bir hanımefendi; nasıl diyeceksiniz ki? Bir kere ağzınızdan "her şeyi kenara atıp Kur'an'a gelin" dediniz, geldik, kadınları rahatsız edici şeyler çıktı. 1980'e kadar buradaki "darabe" fiilinin "dövmek"ten başka bir anlama geldiğini bir ihtimal olarak bile söyleyen yok. "Kur'an dinin tek kaynağıdır ve içinde ne yazıyorsa hepsi dindir" dedikten sonra tükürdüğünü yalamak istemiyor. Böyle olunca, kelimenin sözlükteki 36. anlamını kullanarak kelimeye takla attırıp ayet yumuşatıyor. "Sünnete gelin" dese işi daha kolay olacak, sorun kalmayacak. Eşinin adı İfk hadisesine karışan, bu konuda büyük bir travma yaşayan Hz. Peygamber, eşine tek bir tokat bile vurmamış. Onca kaprislere göğüs germiş, Tahrim suresi inmiş; yine vurmamış. Resulullah'ın bu hayatından öğreniyoruz ki, adam olan, eşine asla şiddet uygulamaz. Mustafa Öztürk ************ Kur'an kur'anla açıklanır. Tek bir yerde bile darebe fiili vurmak anlamına gelmeyen kur'anda tutup bu ayete bu meali vermişlerse biz ne yapalım. Zamanın ruhu nedir. Cübbeli gibi buda gülerek kandıranlardan. Ama şunu cübbeli bile demezki, allah kur'anda vurun dedi ama onca olaya rağmen peygamber eşine vurmadı çünkü adam gibi adam karısına vurmaz. Birde buna gülüyorlar. Doğru manayı erkek egemen topluma rağmen veren bir dolu müfessir varkenn sırf kur'ana çelişki atfeden bu herif onları gizliyor. İlmi münazaralardanda kaçan bu adamı allah islah etsin. Tartışta kim eğri kim doğru görelim. Bakara suresi 2. Ayet bu kitapta takva sahipleri için şüphe yok diyor. Çelişki var diyen bu adamın takva sahibi olmadığı açık. Allahtan kork be adam gazali biz bilgiyi doğrudan Allahtan alırız diyor. ibni arabi muhammed islam duvarının kerpiç tuğlası, ben altın tuğlasıyım diyor. rabbani kadının fercinde Allahı gördüm diyor. zaten bunlardan miraca çıkmayan yok. daha bunun gibi ne herzeler. ne yapalım alimdir ne dese yeridirmi diyelim. bir kürsüye çıkmış olmak halt yememeyi garantilemiyor. kur'anın tamamı din değildir diyen bir adam bu. kur'anın tek kaynak olduğu bir çok ayetle açıkça ifade edilmiştir. kalem suresine bakınız. kandırılmak meselesine gelince oradada referansım kur'andır. dikkat edin kandırıcılar sizi allahla aldatmasın der. bir başka ayette ağızlarını eğip bükerlerki kitaptan sanasınız diye der. yıllardır maide 38 ayetiylede el kestiler. bu uygulamayı yaptılarsa doğrudurmu diyelim. katta'a eydühüma güçlerini kesin demektir. çoğunluk böyle yaptı diyen bu adam 6 surenin 116 ayetini bilmiyormu. alimse kesin biliyor. bakara 159 -161 ayetlerinin muhatabı oluyor. yorumlarınıza kızmam. bilakis fikir beyan etmenize memnun olurum. çünkü din kimsenin malı değildir. selam Bunlar benim değil Allahın ayetleri. 6. Sureyi 112 den itibaren okuyun bağlamı içerisinde. Kur'andan başka din kaynağı olmadığını görürsünüz. Ben bir kaç soru sorayım müsadenizle. Birinin dini yorum yapmakla insanları aldatmak arasındaki niyet farkını nasıl anlayacağız. Darebe fiilinin vurmak manasına geldiğine deliliniz nedir. Arapça biliyorsanız yed el demektir. Yeda iki el ve eyd ise en az üç el olmak üzere eller demektir. Siz hiç üç elli bir insan gördünüzmü. Kur'anın tamamı islam dinini öğrenme kaynağı değilse hangi zeminde din konuşalım. Son olarak yanlış anladığınız bir meseleyi düzelteyim. Ben bu adama kafir falan demiyorum. Bunu kur'anda söylemiyor çünkü. Benim tenkit ettiğim kişi değil davranıştır. Şahsı tanımam. Kur'anda davranışları belirterek eleştiri getiriyor zaten. Buyrun cevaplarınızı yazın. :) Ben arapça biliyorum ve delillerimde böyle. Ha dersenizki diğerlerinin reklamı çok ama seni tanımam, bu delile göre hüküm vermek olmaz. Yinede saygı duyarım. Yinede şu soruya yanıt vermenizi beklerim. Birinin dini yorum yapmasıyla insanları kandırması arasında fark var dediniz. Bu farkı nasıl belirliyorsunuz. Dediğiniz gibi niyet okuyacak halimiz yok. Çünkü kişilerle işimiz yok. Hep düştüğümüz hata şudurki biz sözü, söyleyenin kişiliğine indirgiyoruz. Hak söz kimsenin malı değildir. Yanlış fikirde kimseye yapıştırılmış değildir. Davranışlara ve beyanlara bakıp buralarda sergilenen tavırları değerlendirebilmek lazım. Şimdi bu zat kur'an tarihseldir. 1400 yıl evvelki insanların başından geçenleri anlatır diyor. Kur'anda bu eskilerin masalları değildir diyor. Bize düşen ise bu beyan doğru değildir deyip hakikati söylemektir. Kur'anda açıkça yanlış olduğunu gördüğümüz bu davranışından vazgeçerse bu adamla ne derdim olsun. Allah tövbeleri kabul ederim diyor. Ekseri alimler kadın dövün demişler diyor. Bende diyorumki buradaki darebe fiili vurmak manasına gelmez çünkü kur'anda örneği yok. Mantıksal olarakta şunu soruyorum. Birini düzeltmenin yolunu Allah dövmek olarak belirlemişse neden müşriklerin yada kafirlerin dövülmesini emretmemiş. Doğrusu buysa doğru yoldan ayrılan herkesi dövelim. Tebliğ zahmetine girmeyede gerek yok. Çünkü anlatmak için bilmek külfetine girmek lazım.ebu yusufu fetvalarını yazarken gören ebu hanife demiyormu; ya bunlar su götüren batıl sözlerse. Bizim sözlerimizle neden akılları icbar edelim. Cümle ulema yanılmıştır demek zor iş. Çünkü doğruyu ortaya koynak için bütünsel deliller getirmek lazım. Tek ayetten kırk yanlış fetva veren adamların kitaplar dolusu övgü yapan sırtından geçinmiş ulema silsilesi var. Kürsüden Allah dövün dedi ama muhammed doğrusunu yaptı ve kadına el kaldırmadı diyebilen birinden popülizm yapmıyor diyorsanız bence sizde kişilerin fikirlerine değil karizmasına kapılıyorsunuz derim. Şirk, aklını teslim etme tembelliğini benimseyen insanlık yüzünden bu kadar elçiye rağmen hala galip bir müessesedir unutmayın. Bu bahis açtığınız meselelerle iilgili makalelerim var. Ancak sizin kısaca değindiğiniz konuların izahlarıda kısa olmuyor malesef. Şu kadını dövmek konusundan devam edelimki dağılmayalım. Bir mail adresi paylaşırsanız diğer hususlarla ilgili yazılarımı yollayabilirim tabi. Erkek egemen toplum düşüncenizle ilgili şu noktaya dikkat çekmek isterim. Kur'anın en uzun iki suresi  bakara ve ali imrandır. Bu surelerde barış dini islamın hangi davranışlarla bozulduğu anlatılarak son kez hatırlatılan islam dininin nasıl muhafaza edileceği hakkında bilgi verilir. Nisa suresi en uzun 3. Suredir ve nisa kadınlar demektir. Kadınlar suresinde ise medeni hukukla ilgili hüküm ayetleri vardır. Medeniyetin yapı taşları kadınlar suresinde anlatılır ve sürekli olarak adalet kavramına dikkat çekilir. Kadının dövülmesi hem bu surenin genel mantıksal örgüsüne, hemde kur'anın her fırsatta dikkat çektiği adalet yaklaşımına aykırıdır. 34. Ayeti okumadan nisa suresini tamamen okursanız bu çevirinin bu sure içinde eğreti kaldığını göreceksiniz. Medeniyetin temellerini kadın hakları üzerine kuran bir kitabın, kadın dövmeyi tavsiye etmesi sizce kabul edilebilir bir durum mu? Klasik erkek egemen bir kültürü yıkarak eşitlikçi bir medeniyet hedefleyen barış dini islam dininin rehberi kur'ana kadın dövmek nereden geldi derseniz, emevileri ve abbasileri bilmeniz lazım derim. İslam kisvesi altında yaşamaya devam ettirdikleri cahiliye zihniyetinden türeyen erkek müfessirlerin, bu ayeti başka nasıl yorumlamalarını beklerdiniz. El kesmeyide şöyle izah edeyim. Kur'anda mal biriktirmek, fakiri doyurmamak, yetimi gözetmemek gibi davranışların eleştirilmediği sure yoktur. Fecr suresini okuyunuz. Bakara suresinde Allah ihtiyaçtan fazlasını paylaşın diye emrediyor. Yani ihtiyaç fazlası mal fakirin malıdır. Şimdi bu bütünsel bakışa göre malını bir kenara yığan mı fakirden çalmıştır, yoksa yiyecek ekmeğe muhtaç fakir mi zenginin biriktirdiğine el uzatıncamı çalmıştır. Ben bu durumu Allahın fakirlere teminat olsun diye indirdiği ayeti, kodamanlar mallarına sigorta poliçesi yaptı diye yorumluyorum. Erkek gücüyle kadını dövdü, zengin gücüyle fakirin elini kesti. Oysa mutlak güç sahibi Allah eşitlik istiyordu kardeşim
0 notes
halilintifada · 7 years
Text
Delilleriyle ARŞA İSTİVA... (Ayet, Hadis ve Müctehid İmam Görüşleri)
Delilleriyle ARŞA İSTİVA... (Ayet, Hadis ve Müctehid İmam Görüşleri) Allah zamandan ve mekandan münezzehtir sözü; ilk defa Cehm bin Safvan adlı mel'un tarafından ortaya atılmış ve bu sözün bedelini idam edilerek ödemiştir. Daha önce bu sözü kullanan sahabe,tabiundan kimse yoktur. Ebu Hanife, Malik, Ahmed Hambel, Şafii gibi alimler "istiva ve arş" konusunda; Allah nerededir bilmiyorum, arşta ancak arş nerede bilmiyorum diyenleri tekfir etmişlerdir. (sadece imam şafi bilmiyorsa mazur olabilir demiştir.) Ayetteki "istivayı" "istevla" olarak tarif edenler sufizme mensup kişilerdir. Zaten; fıkıhta Hannefi gibi alimleri takip edip akaidde başkalarına uymaları bu tür küfürleri gizlemek içindir. 1) Allah, O'dur ki, gökleri, yeri ve arasındakileri altı günde yarattı. Sonra "ARŞA İSTİVA ETTİ". Sizin, ondan başka hiç bir yardımcınız yok, hiç bir şefaatçiniz de yoktur. Artık nasihat almıyormusunuz. ALLAH SEMADA BÜTÜN DÜNYA İŞLERİNİ İDARE EDER. Sonra ameller, bir günde O'na yükselir ki, miktarı, sizin saydıklarınızdan bin yıldır. Secde 4/5 2)RAHMAN ARŞIN ÜZERİNE İSTİVA ETTİ. Ta'ha 5 3) GÖKTE OLANIN (ALLAH'IN) , sizi yerin dibine batırıvermeyeceğinden emin mi oldunuz ? O zaman yer arsıldıkça sarsılır. Mülk 16 4) Yoksa "SEMADA OLANIN (ALLAH) üzerinize tas yağdıran bir rüzgar göndermesinden emin mi oldunuz ? O zaman bu tehitin ne demek olduğunu anlarsınız. Mülk 17 5) Göklerde ve yerde olan canlılarla Melekler, kibirlenmeden hep Allah'a secde ederler. "ÜSTLERİNDE Kİ RABLERİNDEN KORKARLAR" ve emrolundukları her şeyi yaparlar. Nahl 49/50 6) Firavn veziri olan Hâman'a söyle dedi Ey Hâman Bana yüksek bir kule yap, belki bazı yollara muttali olurum. Göklerin yollarına muttaıi olurum da, "MUSA'NIN ILAHINI" görürüm. Çünkü ben mu sa'nın (söylediğinin yani, davet ettigi "SEMÂDA KI ILAH" iddiasının yalan olduğunu zannediyorum. Böylece Firavun'a, yaptığı kötü iş süslü gösterildi ve yoldan saptırıldı. Firavun'un tuzağı tamamen boşa çıktı. Mü'min 36/37 ) Her kim izzet isterse bilsinki bütün izzet Allah'ındır. Güzel kelimeler ancak "O'NA YÜKSELIR" salih amelide güzel kelimeleride yükseltir . Fatir 10 O vakit Allah'u Azze ve Celle şöyle buyurdu: Ey İsa şüphe yok ki seni ecelin bitince öldüreceğim ve "SENİ BANA YÜKSELTECEĞİM". Ali İmran 55 9) Dogrusu "ALLAH, ONU (ya'ni Isa as’i) KENDiSiNE YÜKSELTMISTIR" .Allah Aziz ve Hakim'dir Nisa 158 Bu mevzuda Ebu Hanife R.H. dan, naklolunan kavil: Fikhu'l -Ekber isimli meşhur kitabın sahibi Ebu Muti'i -l -Hakem ibnu Abdullah el -Belhi-den bize söyle bir haber ulaştı: Ebu Hanife R.H. a, "RABBIMIN SEMADA MI YERDE MI OLDUGUNU" bilmiyorum diyen bir adamin hükmünü sordum . "SÜPHESİZ O KAFİR OLMUŞTUR" Çünkü Allahu Azze ve Celle şöyle buyuruyor. "RAHMAN ARŞIN ÜZERİNE İSTİVA ETMİŞTİR" "ARŞIDA YEDI KAT SEMANIN ÜSTÜNDEDİR" dedi. Bende dedim ki: O adam diyor ki tamam "ARSIN ÜZERINE ISTIVA ETMISTIR" diyorum lakin "ARSIN SEMÂDA MI YERDE MI OLDUGUNU" bilmiyorum, Tekrar Ebu Hanife R.H, cevaben söyle dedi."ARSIN SEMADA OLDUGUNU INKAR ETTIMI SUBHESIZ KI O KÂFIR OLMUSTUR" . Bu mevzuda Imam'i Malik R.H. dan, varid olan kavil: Abdullah ibnu Ahmed ibnu Hanbel R.H.dan, er -Reddu ale'l -Cehmiyyeti isimli kitnb'inda,babasi Ahmed'den oda Abdullah ibnu Nafl'den oda Malik ibnu E-nes R.H. dan söyle dedigini rivayet ediyor. Imam'i Malik R.H. söyle dedi: "ALLAH'U AZZE VE CELLE SEMÂDADIR , ILMl ISE HER YERDEDIR, ILMINDEN DE HIÇ BIR SEY GIZLI KALAMAZ". 'Bu Eseri Ebu Davud Mesail'de (263) Abdullah er -Reddu A-le'l -Cehmiyye de (5) ve Aciri Seria da (289) rivayet etmislerdir. Ca'fer ibnu Meytmun dan, söyle dedi Mâlik ibnu Enes R.H. a " RAHMAN OLAN ALLAH ARSA ISTIVA ETTI" Ayet'i Kerimesinde ki "ISTIVA" kelimesi den,"ISTIVA" nasildir diye ? soruldu. Mâlik ibnu enes R.H. söyle cevab verdi "ISTIVA" ma'lumdur. nasil demek ise ma'kul degildir. "ALLAH'U AZZE VE CELLE'NIN ARSIN ÜZERINE ISTIVA ETTIGINE INANMAK ISE VACIBTIR seni ise "DALÂLET"TE" olan birisi olarak görüyorum der,ve o kisinin meclisinden çikarilmasini emreder beyhaki esma/48 ebu said ed darimi er-reddu al'el cehmiye 28 Bu mevzuda Ahmed ibnu Hanbel R.H. dan, naklolunan kavil: I) Ebu Bekr el -Hallâl'in seyhi, Yusuf ibnu Musa'1 -Kattan söyle dedi: Ebu Abdullah'a (ya'ni Ahmed ibnu Hanbe)'' denildi ki (Ne diyorsun ?) Allah'u Azze ve Celle, yarattiklarindan ayri olarak "KUDRETI VE ILMI" ile her yerde oldugu halde "YEDI KAT SEMANIN ÜSTÜNDE ARSININ UZERINDE MIDIR" Ahmed ibnu Hanbel'de cevaben söyle dedi: Evet "ALLAH'U AZZE VE CELLE ARSININ ÜZERINDEDIR" hiç bir seyde "ILMINDEN GIZLI DEGILDIR" . Bu Eseri Hallal es -Sünen'de rivayet etmistir. 2) Ebu Talib Ahmed ibnu Humeyd söyle dedi: Ahmed ibnu Hanbel'e "ALLAH BIZIMLEDIR" deyip su Ayet'i (Herhangi bir üç sirdasin, bir fisiltisi oluyor mu, mutlak "ALLAH DÖRDÜNCÜLERIDIR") okuyan bir adamdan sordum. Dedi ki muhakkak o "CEHMI" olmustur. Ayetin evvelini birakarak sonunu aliyorlar dedi. Ben de Ayet'i evveliyle beraber okudum. ( "BILMIYORMUSUN ? ALLAH HEM GÖKLERDEKÎNI HEM YERDEKINI HEP BlLIR. HERHANGI BIR UÇ SIRDASIN, BIR FISILTISI OLUYORMU,MUTLAK ALLAH DÖRDÜNCÜLERIDIR.BES KISININ OLUYOR MU, MUTLAK ALLAH ALTINCILARIDIR BUNLARDAN DAHA AZ, DAHA ÇOK OLUYOR MU, MUHAKKAK ALLAH, HER NEREDE OLSALAR, ONLARLA BERABERDIR SONRA BUTUN YAPTIKLARINI, KIYAMET GÜNÜ, KENDILERINE HABER VERIR. HABERINIZ OLSUN KI, ALLAH, HER SEYI BILIR" (Ayet'in nihayetinde Ahmed ibnu Hanbel söyle dedi Ilmi onlarla beraberdir. Ve sonra (KAF) Suresinden su Ayet'i okudu. "NEFSININ ONA NE VESVESELER VERDIGINI DE BILIRIZ. BIZ ONA SAH DAMARINDAN DAHA YAKINIZ" (KAF Suresi 16) Ve sonra "ILMI ONLARLA BERABERDIR" dedi: Bu Eseri Hallal es -Sünen'de (199) rivayet etmistir. 3) Mervezi R.H. söyle haber verdi: Ebu Abdullah'a (ya'ni Ahmed ibnu Hanbel'e) dedim ki Bir insan ki, ben Allah'in Kur'an da dedigi gibi diyorum. Allah da diyor ki. "HER HANGI BIR ÜÇ SIRDASIN, BIR FISILTISI OLUYOR MU, MUTLAK ALLAH DÖRDÜNCÜLERIDIR" . (Mücadele 7 ) Bunu derim bundan baska birsey demem diyor, (ne dersiniz bu adama ?) Dedi ki: "CEHMIYYELERIN" sözüdür. Bilakis "ALLAH'IN ILMI ONLARLA BERABERDIR" . Bu Eseri Ibnu Buta Inabe'de rivayet edip Zehebi'de Uluv'da (22 tahric etmistir. Ahmed ibnu Hanbel R.H. dan, naklolunan kavillerden istifade edilen mes'eleler sunlardir 1) Ehli SUnnet'in bayraktari olan, Ah med ibnu Hanbel R.H. a sorulan, "ALLAH YEDI KAT SE MANIN ÜSTÜNDE ARSININ UZERINDEMIDIR" ? sorusuna,eve "AlLAH'U AZZE VE CELLE ARSININ ÜZERINDEDIR" hiç bir sey de "ILMINDEN GIZLI DEGILDIR", diye cevab vermes temsil etmis olduSu "EHLI SÜNNET ITIKADINI"beyan t der. 2) "ÜÇ KISININ DÖRDÜNCÜSÜ ALLAH'DIR" A yet'inde hurafilerin yaptiklari tahrifi beyan eder "SELEF'I SALIH'IN" anlayisini açiklar. 3) "ALLAH HER YERDE ZATIYLA BIZIMLEDIR sözilnitn "EHLI SÜNNET ITIKADINDAN" de»il de "FIRKA'I DALLE" olan "CEHMIYYENIN" sözü oldugunu beyan eder. bu konuda sahabeler'in söyledikleri; Abdullah ibnu Mes'ud R.A. dan, söyle dedi Dünya semâsi ile ondan sonra ki gelen semânin arasi besyüz senedir. Her iki semânin arasi böylece besyüz senedir. Kürsi ile suyun arasida besyüz senedir Ars ise suyun Üstündedir. "ARSIN ÜSTÜNDE'DE ALLAH'U TEBAREKE VE TEALA VARDIR SiZiN MESKUL OLDUGUNUZ AMELLERl ORADAN BiLiR". Bu Eseri Ebu Said ed -Dârimi Reddu alel -Cehmiyye nam kitabin da (275) Ibnu Huzeyme Tevhid de (105/106) ve Beyhaki Esma (401) sahih bir senedle rivayet etmislerdir. Abdullah ibnu Abbas R.A. dan, vârid olan rivayet: Aise R.A. nin kapicisi Zekvan dan, (söyle dedi Abdullah ibnu Abbas R.A. Âise R.A. vefat edeceginde yanina geldi. Aise'ye hitaben söyle dedi» Sen Resûlullah S.A.V. in kadinlarindan kendisine en sevgili olani idin. Allah Resulü S.A.V. ise temiz olandan baska bir seyi de sevmez. " HEM SUBHA NEHU VE TEALA YEDi KAT SEMÂNIN ÜSTÜNDEN SENiN BE -RAATINI iNDlRDl» Ve Allah'u Azze ve Celle'nin zikredildigi hiç bir mescid yok ki senin beraatini bildiren Ayet gece ve gündüz orada okunmasin. Bu Eseri Ebu Said ed -Dari-mi er -Reddu Alel -Cehmiyyeti'de (275) sahih bir senedle rivayet etmistir. Abdullah ibnu Umer R. A. dan, vârid olan rivayet: Zeyd ibnu Eslem R.A. dan, söyle dedi: Abdullah ibnu Umer bir çobanin yanina ugradi ve ço -bana kesilmeye elverisli bir seyi olup olmadigini sordu. Çobanda sahibi burada yoktur dedi. Ibnu Umer R. A. da, ne olacak sahibin» birini kurt kapti dersin dedi. Bu söz Üzerine çoban "BASINI SEMÂYA KALDIRIP SÖYLE DEDI PEKIYI ALLAH NEREDE YA" ? bu cevabi isiten ibnu Umer R.A. da, Vallahi Allah'in nerede oldugunu sormaya ben daha layikim dedi. Ve sonra çobani ve koyunlari sahibinden satin alip, çobani azad ederek ko yunlari da ona verdi. Ebu Bekr R.A. dan, vârid olan rivayet: I) Abdullah^ibnu Umer R.A. dan, söyle dedi Resulullah S.A.V. vefat ettiginde, (münafiklardan bazilari müslümanlarin aralarini karistirmak için nasil olur böyle bir Resul ölürmü diye laflar konusmaya baslamislardi) Binâen aleyh Ebu Bekr R.A. Müslümanlara hitaben bir hutbe irad ederek söyle dedi: "EY lNSANLAR EGER.IBÂDET ETTiGiNiZ ILAH MUHAMMED IDIYSE O ÖLDÜ. EGER IBADET ETTIGINIZ ILAH SEMÂDA KI ALLAH ÎDIYSE O ÖLMEMISTIR" ve sonra su Ayet'i Kerimeyi sonuna kadar okudu. (Muhammed A.S.V. ancak bir Resuldür. O: dan önce bir çok Resuller gelip geçmistir. Simdi o ölür veya öldürülürse siz dininizi terkmi ? edeceksiniz. ...................................Ali imran 144. Bu eserden istifade edilen meseleler sunlardir. a) Ebu Bekr R.A. nün, hitâb attigi insanlarin cemi'sinin ashabi kiram oldugu. b) Hitâb ettigi kisilerin sahâbe olmalari dolayisiyla sâhib olduklari ilimle, Ebu Bekr R.A.nün, eger ibâdet ettiginiz ilah "SEMÂDA Ki ALLAH" ise, sözüne sukût ederek kabul edisleri söylenen sözün hak olduguna delâlet etmesi. c) Hayatta iken Cennet'le müjdelenen, Resûlullah'in arkadasi olarak Kur'anda zikredilen, Resulü ekremin Halifesi olan Ebu Bekr siddik R.A. nün, "ALLAH'U AZZE VE CELLE'NlN SEMADA" olduguna itikad ettigini beyan eder. Eger Ebu Bekr Siddik R.A. Kitab ve Sünnet'e muhalif olarak bir konusma yapmis olsaydi bu kadar sahabenin böyle bir hataya sükût edeceklerini ne akil kabul eder ve nede nakil. Ebu Zer R. A. dan, söyle dedi: Bir gün tam günesin batacagi esnada Resulullah S. ile beraber mescid'de bulunuyordum. Bana hitaben bili yormusun günes nereden batiyor, Ya Eba Zer dedi: de Allah ve Resulü en iyi bilendir Ya Resûlellah dedim: Devam ederek, "MUHAKKAK KI O ARSIN ALTINDA RABBlSlNlN ÖNÜNDE SECDE ETMEGE GIDIYOR" dedi. Bu Hadis'i Buhâri (48O2 Ahmed (5/152) ve Ibnu Mendeh (1012) rivayet etmis -lerdir. Câbir ibnu Abdullah R.A. dan, söyle dedi: Resulullah S.A.V. Veda haccin'da Arefe gUnü vermis oldugu hutbede söyle buyurdu: Ben vazifem olan tebligi yaptimmi ne diyorsunuz.) (Sahabelerde) evet Ya Resulellah hakkx ile yaptin diye oevab yerdiler. Resülullah S.A.V. de sehâdet parmagini "SEMAYA DOGRU KALDIRIP INSANLARA KARSI INDIREREK ALLAH'IM SAHID OL DiYE ÜÇ KERE TEKRAR ETTi» . Bu Hadis'i Buhâri (1739) Muslim (121 Ebu Davud (1905) ve Ahmed (1/447) rivayet etmislerdir. Bu babda zikredilecek daha bir çok Hadis'i Serif olmasina ragmen, Risalemizin hacmini büyütmemek için, bu kadariyla iktifa ederek babimiza su Ayet"i Kerime ile son veriyoruz. 0,bizim Resulümüz kendilisinden hiç bir sey söylemez. O ne söyler ise, kendisine vahyedilen vahiyden baska bir sey degildir. en -Necm ¾ Sa'd ibnu Ebi Vakkaa R.A. dan, söyle dedi! Resulullah S.A.V. Sa'd ibnu Muâz R.A. nün, Beni Kureyza hakkinda vermis oldugu hükme binaen söyle dedi» "YEDi KAT SEMANIN ÜSTÜNDEN MELIK'lN VERDIGÎ HÜKÜM ILE HÜKÜM VERDIN" Bu Hadis'i Nesei ( ) Beyhaki Esma'da (420) sahih bir' senedle rivayet etmislerdir.Zehebi'de el -Uluv'da (15) zikretmistir. Ebu Said el -Hudri R.A. dan, söyle dedi: , Resûlullah S.A.V. buyurdular ki: ..... ' . Banâ'I'timâd etmiyormusunuz ? ben, "SEMADA OLÂN ALLAH'IN EMINIYIM" sabah ve aksam bana gökyüzünün haberi ' geliyor. Bu Hadis'i Buhari (4351) ve Müslim (1064) rivayet etmislerdir. "ALLAH NEREDEDIR" ? sorusuna müsbet olan "SEMADADIR" cevâbini verene "MUMIN" isminin itlak edildigi gibi, mUsbet olarak cevâb vermeyenede ya'ni "SEMADADIR" cevâbindan gayri cevâb verenede ayni "MUMIN" isminin itlak edilemiyecegide asikardir. 2) Enes ibnu Malik R.A. dan, söyle dedi: Zeyneb bintu Cahs R.A. Reaûlullah S.A.V. in sâir zevcelerinin yanlarinda söyle iftihar ederdi. Derdi ki Sizi Reaûlullah S.A.V. ile aileleriniz evlendirdi. Beni ise, "YEDI KAT SEMANIN ÜSTÜNDEN ALLAH EVLENDIRDI' Bu Hadis'i Buhâri (7420) Tirmizi (3213) Ahmed (3/2 Ibnu Sa'd (fl/I03) ve Neae (2/76) rivayet etmislerdi 3)Ebu Hureyre R.A. dan, (söyle dedi Nebiyyu Muhterem S.A.V. söyle dedi: Allah'u Azze ve Celle mahlukâti yarattiktan sonra, "YANINDA ARSINI ÜSTÜNDE" söyle yazdi. RAHMETIM GADABIMI geçti. Bu Hadis'i Buhâri (7422) Ahmed (2/25H) rivayet etmislerdir. 4) Abdullah ibnu Amr R.A. dan, söyle dedi: Resulullah S.A.V. buyurdu ki: Merhametli olanlara , "RAHMAN" olan Allah'u Azze ve Celle'de merhamet eder. Dünya ehline merhamet edin ki» "SEMADA KI RAHMAN OLAN ALLAH'DA" size merhamet etsin. Bu Hadis'1 Ebu Dâvud (4941) Tirmizi (1924) Ahmed (2/160) Humeydi (591) Hâkim (4/159) re Hatib (2/260) sahih bir senedle rivayet etmislerdir. TENBIH: Kitab ve Sünnet itikadindan uzak olan bazi muharrifler yukarida ki Hadis'i serif'de zikrolunan "SEMADA KI RAHMAN" lafzini, semada ki Melekler diye ma'na verib terceme ediyorlar. Bu hareketleriyle KITAB ve SÜNNET'e muhalefet edenler, Sahabe ve Selefi Salihinin yolundan ayrilarak CEHMIYYE denilen itikad'da bozuk bir mezhebin yolunu tutmaktadirlar. Zira onlardan baska, bu Ümmetin evvelinde bu sözü (yani Allah her yerdedir) söyleyen gelmemistir. Bütün Ummet Allah'u Azze ve Celle'nin semada oldugunda nasla ittifak etmislerdir. Binaen aleyh bu itikada sahib olanlar, bu ve emsali Ayetleri ve Hadis'lere devamli yanlis ma'na vererek , Allah'in ve Resulünün kelamini tahrif etme yolunu tutmuslardir.
1 note · View note
halilintifada · 7 years
Text
Yüksel Yılmaz: Hakimiyet/Eğemenlik Kayıtsız Şartsız Allah'ındır 3. Bölüm
OY VERMENİN HÜKMÜ? Oy vermek nedir? Sorusu ile başlayalım. Oy vermek, bize sunulan seçeneklerden birini seçmek, tercih etmektir. Bu yönü ile herhangi bir sıkıntı gözükmemektedir. Ama sıkıntı olan seçtiğimiz seçeneğin durumu, yaptıkları ve yapacaklarıdır. Bunlar önemli mi? Evet, önemli. Çünkü bizler inanan mümin erkekler ve kadınlar olarak yaptığımız her eylemin, davranışın(oy vermek gibi) Allah’ın kitabına ve resulünün uygulamasına uygun olup olmadığını kontrol etmek zorundayız. 1)Oy verdiğimiz seçenektekiler Allah ve resulüne itaat eden kişiler mi? 2)Yaptıkları veya yapacakları davranışlar, icraatlar, sözler Kur’an’a ve sünnete uygun mu? 3)Yapacakları davranışlar ve icraatlar, sözler bizi bağlar mı? Bu sorulara gelin birlikte cevap vermeye çalışalım. 1)Allah ve resulüne itaat edilip edilmediğini onların söz ve davranışlarına bakarak anlamamız mümkündür. Burada gözden kaçırılmaması gereken nokta seçenektekilerin hepsi Allah’ın varlığına ve Muhammed(as)’ın peygamber olduğuna inanıyor olabilirler ama böyle bir bilgiye inanmanın gereği olan itaati gösteriyorlar mı? Allah’ın hükümlerine boyun eğip, gereklerini yerine getiriyorlar mı? Bunu birkaç örnek ile açıklamaya çalışalım. a)Nahl suresi 36. Ayette “Andolsun ki biz her ümmete: “Allah’a boyun eğin, itaat edin/kulluk edin vetâğûttan kaçının.” Buyurmaktadır. Allah’ın hükümlerine, kanunlarına/yasalarına karşın hüküm, kanun/yasa koyanlara Kur’an TAĞUT demektedir. Haddini yani yaratılmış bir varlık/kul olduğunu unutup yaratana ait bir özelliği(hüküm koyma gibi) kendinde görmeye başlayan kişi veya kuruma tağut denir. Seçeneklerimiz arasındakiler acaba tâğûttan kaçınıyorlar mı? Ya da seçeneklerimiz tağutluk mu yapıyorlar? b)Seçeneklerimizin hayatlarında, yaşam tarzlarında kimin sözü geçiyor, kime itaat ediyorlar? İslam dini harici ister tahrif edilmiş(atalar dini) olsun ister beşeri(demokrasi, laiklik, cumhuriyet gibi) dinleri reddediyorlar mı? Namaz kılıyorlar mı? Tesettüre uygun giyiniyorlar mı? Helallere ve haramlara uyuyorlar mı? Faizden, zinadan uzak duruyorlar mı? Kâfirleri, zalimleri dost ediniyorlar mı? Müslümanların kanını akıtanlara ne tür olursa olsun destek veriyorlar mı ya da onların kurumlarında(NATO gibi) yer alıyorlar mı? 2)Allah’tan başkası için ettikleri yeminleri, Atatürk ilk ve inkılapları bağlı kalacaklarına dair sözleri, bismillah diyerek faizli banka açmaları vefaiz çağın gereği demeleri, laiklik ve demokrasiyi öven, destekleyen davranış ve sözleri söylemeleriKur’an’a ve sünnete uygun mu? a)Allah’ın haram kıldığı zinayı ve zinaya sebep olan faaliyetleri, içki içmeyi/satmayı, kumar oynamayı/oynatmayı, faiz almayı/vermeyi domuz etini satmayı serbest kılan yasalar, kanunlar çıkarıyorlar mı? İçkili yer işletmek veya içki satmak isteyenlere izin veriyorlar mı? Faiz(Allah ve resulüne savaş açmak olduğu halde) ile ilgili kurumların açılmasını, yaygınlaşmasını sağlıyorlar mı? Allah’ın hırsızlık, adam öldürme, zina, gasp ile ilgili hükümlerini, yasalarını değiştirip kendileri yeni yasalar belirliyorlar mı? b)Allah’ın kavimleri helak etme sebeplerinden olan lezbiyenlik, homoseksüelliğin bir tercih ve özgürlük olarak görüp onlara bu özgürlüğü rahatça yaşama izni veriyorlar mı? Hatta sanatçı diye saygı duyuyorlar mı? Çıplaklığı zamanın(kapitalist reklam) ve özgürlüğün gereği olarak görüp destekliyor ve izinler veriyorlar mı? 3)Bizler seçeneklerden seçtiğimiz kişiye vekâlet verdiğimizden artık bizim adımıza hareket etme izni veriyoruz. Yaptıkları ve yapacakları her şey bizi bağlar. Bağlamaz demek vekâletin ne olduğunu bilmemek demektir. Siz sadece noterden ev alım-satım için birine vekâlet verseniz ve verdiğiniz kişi sizin istemediğiniz evinizi satsa hakka iddia edebilir misiniz? Benim onayım yok diyebilir misiniz? Diyemezsiniz çünkü siz baştan ona vekâletinizi verdiniz. Şimdi oy verip, vermeyeceğimiz karar verebiliriz? Ama hemen kabullenmek zor oluyor. Karşımıza tüm bunlara karşın kılıf bulma, kitabına uydurma çabaları karşımıza çıkmaya başlıyor. 1)Onların niyetleri aslında farklı yani Allah ve resulüne itaat etmiyorlarsa Kur’an ve sünnete uygun davranmıyorlarsa bile bunların niyetleri başka! Ayrıca bu davranış ve sözlerini mazur sayacak delilleri de var. Yusuf kıssası, Ammar bin Yasin olayı, Habeşistan hicreti, eman alınması, Medinesözleşmesi ve hudeybiye antlaşması gibi deliller var. Dediğim gibi kitabına uydurmak isteyen kendine kitapta bulur hoca da bulur. Gelin birlikte bakalım bu delillere. Ama şunu öncelikle belirtmeliyim. Kısas yani benzetme yapmak için iki olayında illetinin/sebebinin aynı olması gerekmektedir. Örnek; “Şarap haramdır çünkü illeti sarhoş etme/aklı giderme olduğundan bunu rakı ile kıyas yaptığımızda rakı da aynı illete sahip olduğundan haramdır.” diyebiliriz. Yoksa her içecek için geçerli değildir. Şimdi verilen benzetmelerin ve delillerin aynı özelliğe sahip olup olmadığını düşünerek anlamaya çalışalım inşaAllah. a)Yusuf kıssasında Yusuf(as)’ın Allah’ın hükümleri uygulanmayan tağuti sistem de bakanlık yaptığını ileri sürerek yaptıklarına yol bulmak istiyorlar. Ama Nahl suresi 36. Ayette “Andolsun ki biz her ümmete: “Allah’a boyun eğin, itaat edin/kulluk edin vetâğûttan kaçının.” diye peygamber gönderdik” buyurmaktadır. Yusuf(as) da peygamber ise tâğûttan kaçınması, itaat etmemesi gerekirken nasıl oluyor da getirdiği davete ihanet ediyor. Böyle bir şey olamayacağına göre Yusuf(as) ile ilgili tüm tarihi bilgiye de sahip olamadığımızdan dolayı bu delil olamaz. Zaten Kur’an bize tarihi bilgiden daha ziyade Yusuf’un kuyudan kurtuluşu ve Mısır’ın başına geçmesi yani Muhammed(as)’a ve inananlara Allah’ın yardımının yanında olacağını hatırlatmak için inmiştir. b)Ammar bin Yasin’in işkenceler altında kendisini dinden çıkaran sözleri söylemiştir. Ayette bunu teyid ederek ikrah(zorlama) altında söylenmesinin onu dinden çıkarmadığını söylemiştir. Peki, nedir bu zorlama? Zorlamanın ne olduğunu Ammar’ın neler yaşadığını hatırlayarak bulabiliriz. Annesi ve babası şehit edilen ve kendisi de aşırı işkence altında her an ölüm ile karşı karşıya olduğu bir durum, işte kuran buna ikrah(zorlama) diyor. Şimdi seçeneklerimizden hangisi bu ortamın benzerine muhatap oldu da kişiyi dinden çıkaran söz ve davranışları yapabilmektedir. Bu kişiler acaba Ammar gibi iman etmişler mi ki bunu delil alıyorlar? c)Habeşistan hicreti ise mülteci konumundaki Müslümanların durumunu ifade etmektedir. Bu yüzden Habeşistan hicreti mülteci konumundaki yani kendi ülkesinde olmayan insanların hukuki durumunu bize ortaya koymaktadır. Buradaki mülteci olmak içinde İslami kimliğinde dolayı hicret etmiş olman gerekmektedir. Ayrıca Habeşistan’a hicret de Müslümanlar asla İslam’a ters bir eylem veya sözde bulunmamışlardır. Habeşi kralının önünde eğilmemek gibi. (putların önünde saygı duruşunda bulunanların, dinlerinden dolayı hicret eden o ADAM gibi adamları kendilerine kılıf edinmeleri onların ne kadar büyük bir pisliğin içerisinde olduklarını göstermektedir.) d)Eman meselesi de yaşadığı belde den çıkan ve içeriye girdiğinde can güvenliği olmayan kişilerin durumuna delil olur. Habeşistan örneğinde olduğu gibi eman da kendi beldesinde güven de olanlar için delil olmaz. Bu kadar basit olduğu halde kendi din adamlarını kullanarak insanları kandırmaktadırlar. Oy vereceklerin kendilerini seçmeleri için. Allah ile kandırma taktikleri. e)Medine ve hudeybiye antlaşmaları da Müslümanların bağımsız bir toprakta kurdukları ve hâkimiyetin Allah’a ait olduğu bir islam devletinin durumunu bize anlatmaktadır. Bu yüzden oy verilecek seçeneklerin bir İslam devletleri olduğunu sanmıyorum? Tam tersine tağuti bir devlet. 2)Bir de Müslümanların maslahatı gereği veya ehveni-şer(kötünün iyisi) gereği Allah ve resulüne itaat etmiyorlarsa Kur’an ve sünnete uygun davranmıyorlarsa bile onları oy vererek seçmeliyiz. Buna en güzel cevap peygamberimizin hayatıdır. Müslüman olanlar tek tek işkence altında inlerken Allah resulü Müslümanların maslahatı gereği, mücadele ettiği tağuti, şirk düzen ile anlaşmaya yanaşabilirdi. Ya da kendisine teklif edilen liderliği(başbakanlığı, C.başkanlığını) kabul edebilirdi. Müslümanların maslahatı diyerek… Ya da peygamber Ebu cehilin dediklerini yapmak/sözünü dinlemek yerine Amcası Ebu talibin dediklerini/tavsiyelerini yapıyor gözükebilirdi. Ehveni-şer(kötünün iyisi) diyerek… Oy verdiğimiz seçenektekiler Allah ve resulüne itaat eden kişiler ve yaptıkları veya yapacakları davranışlar, icraatlar, sözler Kur’an’a ve sünnete uygun ise oy vermek caizdir. Çünkü bu kişiler Allah’ın indirdikleri ile hükmederler. Ama değilse veAllah’a ait olan hükmetme yetkisini birine vermek ise yaptığımız amel/davranış şirktir
1 note · View note
halilintifada · 7 years
Text
Hadis ve sünneti Kuran'a eş koşanlar, Kuran'da "nasih -mensuh" olduğunu ileri sürerek bu ayeti inkar etmektedirler (Bak 2:106). Hurafe ve mitolojilerin yaygın ve etkin olduğu bir çağda gelmesine rağmen Kuran'ın hiç bir saçmalık ve yanlışlığı içermemesi de ayrı bir kanıttır. Kuran'ın inişinden yaklaşık iki yüz yıl sonra yazılan hadis kitaplarını veya yüzyıllar sonra yazılan Kurtubi, İbni Kesir, Taberi, Nesefi gibi Kuran tefsirlerini düşünün. Kuran'ın birçok bilimler ile ilgili verdiği bilgiler yüzyıllar sonra o bilimler tarafından doğrulanmış veya daha iyi anlaşılmalarına neden olmuştur. Örneğin: Tanrı bizi bir emriyodan yarattı (96:2), yer yumurta gibi yuvarlaktır (10:24; 39:5; 79:30), tüm evren bir tek nokta halindeydi ve aniden patladı (21:30), evrenimiz içindeki galaksilerle birlikte sürekli olarak genişlemekte (51:47), yıldızlar ve gezegenler gazdan yaratıldılar (41:11), zaman görelidir (70:4; 22:47), evren altı evrede yaratıldı ve dünya gezegeni üzerinde hayatı mümkün kılan koşullar son dört evrede oluştu (50:38; 41:10), dünya bir yörüngede yüzmektedir (27:88; 21:33), dünya atmosferi içindeki canlı hayatı koruyucu bir özelliğe sahiptir (21:32), rüzgarlar aşılayıcıdır (15:22), canlı varlıkların yaratılışı bir evrimsel sisteme göredir (15:28-29; 24:45; 32:7-9; 71:14-17), biyolojik hayatın ilk mikro örnekleri balçığın esnek molekuler yapısının oluşturduğu katmanlar arasında başladı (15:26), Ne biyolojik ömürümüz genlerimizde kaydedilmiştir (35:11),atomlar daha küçük parçalardan oluşurlar (10:61), fotosentez, daha sonra diriltilebilecek özellikte olan kimyasal yolla depolanmış bir enerjidir (36:77-81), demir elementinin atom numarası, atom ağırlığı ve tüm izotoplarının nütron sayıları bildirilir (57:25), toprağı oluşturan elementlerin atomları maksimum yedi enerji yörüngesine sahiptir (65:12), su ve hurma (oksitoksin) doğum sancılarını hafifletir (19:24-25), tüm dünyadaki yıllık yağmur miktarı değişmez (43:11; 15:21), bu dünyanın ötesinde hayat vardır (42:29), ay toprağı yarılacaktır (54:1-2). Kuran, mucizeler yoluyla bilimadamlarına ufuk açar. Örneğin, madde ışık hızında nakledilebilir (27:38-40), koku uzaklara yayımlanabilir (12:94), hayvanlarla iletişim kurulabilir (27:16-17), belli koşullarda uyumak metabolizmayı yavaşlatabilir ve ömrü uzatabilir (18:25), körler görme duyularına kavuşabilir, ölüler diriltilebilir (3:49).
0 notes
halilintifada · 7 years
Text
http://quranarabiclesson.blogspot.com.tr/p/kuran-arapcasina-giris.html
0 notes
halilintifada · 7 years
Text
Cevapla
03 Aralık 2013 16:54Ravza SevdamMedine'nin Gülüne Hasret
Arapça sık kullanılan kelimelere örnekler Günlük dilde sık kullanılan kelimeler: TürkçeOkunuş Evetneam Hayırlâ Teşekkür ederimşukran Bir şey değil.afven Afedersiniz.min fadlik Özür dilerim.âsif Çok teşekkür ederim.Şukran cezilen GünaydınSabahul hayr İyi akşamlarMesaul hayr Hoş geldiniz.Ehlen Allah’a ısmarladık güle güleMeasselâme SuMâ EkmekHubz Taksitaksi Zamirler: BenEne SenEnte (bayan) SenEnti OHuve O (bayan)Hiye BizNahnu SizEntum (bayanlara) sizEntunne İkinizEntumâ İkisihumâ OnlarHum (bayanlara) onlarhunne İyelik Zamirleri Senin, seni, sanaKe- İkinizin, ikinize, ikiniziKumâ- Sizin, sizi, sizeKum- Onun, onu, onaHu- ikisinin, ikisini, ikisineHumâ- Onların, onları, onlaraHum- (bayan) Onun, onu, onaHâ- (bayan) onların, onları, onlaraHunne- (bayan) sizin, sizi, sizeKunne- BenimÎ- Bizim, bizi, bizenâ-
Bunlarda benden Örnek Cümleler:Ben Ahmet. Adım Ahmet.اَنَا اَحْمَد. اِسْمِي اَحْمَد. Sen Hasan’sın. Adın Hasan.اَنْتَ حَسَن.اِسْمُكَ حَسَن. Onun adı Hayreddin.اِسْمُهُ خَيْرَالِّدين. Dinimiz İslam.ِدينُنَا اِسْلام. Rabbiniz Allah.َرُّبكُمْ الله Peygamberleri Muhammed.َرسُولُهُمْ مُحَمَّد Soru Kelimeleri: TürkçeOkunuşuArapça ….mi, mı?E,ءَ , اَ …mi, mı?Helهَلْ Ne?Mâمَا Ne?Mâzâمَاذَا Nerede?Eyneاَيْنَ Hangi?Eyyuاَيُّ Niçin?Limâzâلِمَاذَا Ne zaman?Metâَمتَي Nasıl?Keyfeكَيْفَ Kaç?Kemكَمْ Nasıl, ne zaman?Ennâَانَّي Niye?limeلِمَ Örnekler: Adın Ne?Mâ ismuk?مَااسْمُكَ؟ Nasılsın?Keyfe haluk?كيف حالك؟ Sen Ali misin?Hel ente Ali?هل انت علي؟ Evet ben Aliyim.Neam ene Ali.نعم انا علي Bazı Edatlar: Önündeemâmeاَمَامَ ArkasındaHalfeَخْلفَ ÜstündeAlâعَلَي AltındaTahteتَحْتَ İçindeFîفِي …ye, ya, e, aİlâِاليَ ÜzerindeFevkaَفْوقَ Yanındaİndeعِنْدَ BeraberMeâمَعَ İleBiبِ.... VeVeوَ Veya, yadaEvاَوْ Ve, takibenFeفَ.... SonraBa’deبَعْدَ ÖnceKalbeقَبْلَ Daha sonraSümmeثُمَّ GibiKemâكَمَا GibiKeكَ... İçinliلِ... Sayılar: TürkçeOkunuşuArapça Birvahidواحد İkiisnânاثنان Üçselâseثلاثة Dörterbeaاربعة Beşhamseخمسة Altısitteستة Yediseb aسبعة Sekizsemâniyeثمانية Dokuztis aتسعة Onaşeraعشرة On birehade aşerاحد عشر On ikiisnâ aşerاثنا عشر On üçselase aşerثلاث عشر On dörterba a aşerاربعة عشر On beşhamse aşerخمسة عشر On altısitte aşerستة عشر On yediseb a aşerسبعة عشر On sekizsitte aşerستة عشر On dokuztis a aşerتِسْعَة عشر Yirmiişrûnعِشْرُونَ Yirmi birvahid ve işrûnواحد و عشرون Yirmi ikiisnân ve işrûnاثنان وعشرون Yirmi dokuzTis’a ve işrûnتسعة وعشرون Otuzsela sûnثلاثون Kırkerba ûnاربعون Elliham sûnخمسون Altmışsit tûnستون Yetmişseb ûnسبعون Seksensemâ nûnثمانون Doksantis ûnتسعون Yüzmi eماءة Yüz birMie ve vâhidمِاءَةٌ و وَاحِدٌ Yüz onMie ve aşerمِاءَةٌ وَ عَشَرَ Yüz on birMie ve vahid aşerمِاءَةٌ وَاَحَدَ عَشَرَ Yüz yirmiMie ve işrûnمِاءَةٌ وَعِشْرُونَ Yüz yirmi beşMie ve hamse ve işrûnمِاءَةٌ وَخَمْسَةٌ وَ عِشْرُونَ İki yüzmietâniمِائَتَانِ Üç yüzselâsü mieثلاثماءة Dört yüzerbâu mieاربعماءة Beş yüzhamsu mieخمسماءة Altı yüzsittu mieستماءة Yedi yüzseb u mieسبعماءة Sekiz yüzsemâni mieثمانماءة Dokuz yüztis u mieتسعماءة Binelfالف İki binelfânالفان Üç binselâsü âlâfثلاث آلاف Dört binerbâu âlâfاربع آلاف Beş binhamsu âlâfخمس آلاف Altı binsittu âlâfست آلاف Yedi binseb u âlâfسبع آلاف Sekiz binsemâni âlâfثماني آلاف Dokuz bintis u âlâfتسع آلاف On binaşare âlâfعشر آلاف On bir binehde aşar elfاحد عشر الف Yirmi binİşrûne elfعِشْرُون َالْف Yirmi bir binVahid ve işrûne elfوَاحِد وَ عِشْرُون َالْف Yüz binMie ve elfماءة و الف İki yüz binMietâ elfمائتا الف sık Kullanılan Fiiller:Türkçe Okunuşu Arapça AldıEhazeاَخَذَ İstediErâdeاَرَادَ GönderdiErseleاَرْسَلَ YediEkeleاَكَلَ EmrettiEmeraاَمَرَ İnandıÂmeneآمَنَ AğladıBekâبَكىَ AçıkladıBeyyeneبَيَّنَ GeldiCâeجَاءَ Etti, eylediCealeجَعَلَ OturduCeleseجَلَسَ ÇıktıHareceخَرَجَ GirdiDehaleدَخَلَ GittiZehebeذَهَبَ GördüRaâرَئىَ AcıdıRahimeرَحِمَ SorduSe eleَسَئلَ İskan ettiSekeneسَكَنَ İçtiŞeribeشَرِبَ Doğru söylediSadekaصَدَقَ Namaz kıldıSallâصَلَي GüldüDahıkeضَحِكَ ZannettiZanneظَنَّ İbadet ettiA bedeعَبَدَ SaydıAddeعَدَّ BildiAlimeعَلِمَ ÇalıştıAmileعَمِلَ SözleştiAhideعَهِدَ SevindiFerihaفَرِحَ YaptıFealeفَعَلَ DediKâleقاَلَ ÖldürdüKateleقَتَلَ OkuduKara eقرَاَ YazdıKetebeكَتَبَ KazandıKesebeكَسَبَ İnkar etti, tanımadıKeferaكَفَرَ KonuştuKellemeكَلَّمَ Engelledi, men ettiMeneaمَنَعَ BaşardıNecehaنَجَحَ İndiNezeleنَزَلَ BaktıNezaraنَظَرَ GerektiVecebeوَجَبَ BulduVecedeوَجَدَ Vaad ettiVeadeوَعَدَ Yol gösterdihedâهَدَي Renkler: BeyazEbyad/beydâاَبْيَض / بَيْضاء SiyahEsved/sevdâاَسْوَد / سَوْدَاء SarıEsfar/safrâاَصْفَر / صَفْرَاء KırmızıAhmer/hamrâاَحْمَر / حَمْرَاء YeşilAhdar/hardâاَخْضَر / خَضْرَاء MaviErzak/zerkâاَزْرَق / زَرْقَاء GriRasâsîرَصَصِى PembeVerdîوَرْدِى LacivertErzak ğâmikاَزْرَق غَامِق kahverengiBunnîبُنِّى TuruncuBurtukâlîبُرْتُقَاِلى Açık renkLevn fâtihلَوْن فَاتِح Koyu renkLevn ğâmikلَوْن غَامِق Renklevnلَوْن Zamanla İlgi Kelimeler: TürkçeOkunuşuArapça SabahSabâhصباح öğleZuhrظهر İkindiAsrعصر AkşamMesâمساء Yatsıİşâعشاء GündüzNehârنهار GeceLeylليل DakikaDakîkaدقيقة SaatSâaساعة GünYevmيوم HaftaUsbû’اسبوع AyŞehrشهر YılÂm / seneعام / سنة Asır, yüz yılAsrعصر DünEmsiامس BugünElyevmاليوم YarınĞadenغدىً Önceki günKalbe emsiقبل امس Öbür günBa’de ğadبعد غد PazartesiYevmul isneynيوم الاثنين SalıYevmus sulesâيوم الثلاثاء ÇarşambaYevmul erbiâيوم الاربعاء PerşembeYevmul hamîsيوم الخميس CumaYevmul cum’aيوم الجمعة cumartesiYevmus sebtيوم السبت PazarYevmul ehadيوم الاحد GenellikleUmumenعُمُومًا Bazenehyânenاَحْياَنًا Harf-i Cerler: CümleTürkçesiArapçası الي اّلسُوقِe, a, ye, yaاِلىَ وَاللهِ ما رَأَيْتُYeminوَ اَلصَّلَاةُ خَيْرٌ مِنَ النومِden, danمِن القرآن هديً لِلَّناسِİçinلِ انتَ كطبيبٍ لي.Gibiكَ فوق العادةÜzerindeفَوْقَ رَضِيَ اللهُ عَنْهُDen, danعَنْ السّلامُ علي المسلمينÜstündeعَليَ الجنة تحت اقدام الاُمُّهاتِAltındaتَحْتَ بِالله بِاسم اللهİle, e, a, yeminبِ بين السماء و الارضarasındaَبيْنَ في الكتابiçindeفِى مذ يوم الجمعةDe, da, den beriمُذْ منذ يوم الُبلُوغِDe, da, den beriمُنْذُ جاءني الطالبون حاشا عليİstisna edatı, hariç, den başka, asla, katiyyenحَاشَا Taki, e kadarحَتَّي رُبَّ رجل عالمOlur ki, belki, nice, nadirenرُبَّ - رُبَّمَا رأيتُ دروسي خلا واحدİstisna edatı, hariç, den başka, yalnız, ancakخَلا لولا انتم َلكُنَّا مُؤْمِنِينَOlmasaydı, olmamış olsaلَوْلا جِأْتُكَ كَيْ تُكْرِمُونِيİçin, taki, diye, …den dolayıكَيْ لَعَلَّ اللهُ يُأْتِيكُمْ الْعَقْلَUmulurki, belki, ola kiلَعَلَّ جَاءَ القومُ عَدَا طَارِقİstisna edatı, hariç, den başkaعَدَا Günlük Eşya İsimleri: HavluMinşefeمِنْشَفَة PeçeteFûtaفُوطَة MendilMindîlمِنْدِيل selpakMindîl verîkaمَنَادِيل وَرِيقَة PaltoMi’tafمِعْطَف ŞemsiyeŞemsiyeشَمْسِيَّة YüzükHâtemخَاتَم SaatSâaسَاعَة GözlükNezzâreنَظَّارَة Pantolonsirvâlسِرْوَال Gömlekkamîsقَمِيص ceketSitraسترة Kemerhizâmحزام Takım ElbiseBeldeبَدْلَة AyakkabıHizâ eحزاء ParfümItrعطر ElbiseMelbesملبس AynaMir âtمِرْآت İç çamaşırMelâbis dahiliyyeملابس داخلية Çorapcûrabجُوَرب DüğmeZırزِر TarakMiştمِشْط FanilaFanilaفَانِلَة FermuarSustaسُوسْتَة Bileziksivarسِوَار Ev Gereçleri: Bisiklet derraceدرَّاجة Evmenzilمنزيل Sandalyekursiyكريسى tâvileطاولة Kapıbâbباب Anahtarmiftahمفتاح Yatakserîrسرير şurfaشُرْفَة Perdelerseta'irسَتَاِئر Lambaşem'aشَمْعَة Kanepesufaصُوفَة Süpürgemikneseمِكْنَسَة Pencereşubbakشُبّاك Televizyontilifizyunِتِلفِزْيُون
1 note · View note
halilintifada · 7 years
Text
اِنّ۪ي تَوَكَّلْتُ عَلَى اللّٰهِ رَبّ۪ي وَرَبِّكُمْۜ مَا مِنْ دَٓابَّةٍ اِلَّا هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَاۜاِنَّ رَبّ۪ي عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ
"Ben, Rabbim ve Rabbiniz olan ALLAH'a güvendim. O'nun kontrol etmediği hiç bir yaratık yoktur. Rabbim dosdoğru yolun üzerindedir." 
Hûd Suresi 56. Ayet
1 note · View note
halilintifada · 7 years
Text
(خ ب ط) Bakara / 275     يَتَخَبَّطُهُ     çarptığı
Aradığınız kelime ع ر و kök harflerinden türemiştir. Aynı Kökten türeyen 3 adet kelime bulunmaktadır. 
Kelimelerin Kur'an'da geçtiği ayetler aşağıda sıralanmıştır.
Bakara/256
لَٓا اِكْرَاهَ فِي الدّ۪ينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّۚ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَبِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰىۗ لَا انْفِصَامَ لَهَاۜ وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ
Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tâğutu reddedip Allah'a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir.
Hûd/54
اِنْ نَقُولُ اِلَّا اعْتَرٰيكَ بَعْضُ اٰلِهَتِنَا بِسُٓوءٍۜ قَالَ اِنّ۪ٓي اُشْهِدُ اللّٰهَ وَاشْهَدُٓوا اَنّ۪ي بَر۪ٓيءٌ مِمَّا تُشْرِكُونَۙ
Biz «Tanrılarımızdan biri seni fena çarpmış!» demekten başka bir söz söylemeyiz! (Hûd)  dedi ki: «Ben Allah'ı şahit tutuyorum; siz de şahit olun ki ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım.»
Lokman/22
وَمَنْ يُسْلِمْ وَجْهَهُٓ اِلَى اللّٰهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰىۜ وَاِلَى اللّٰهِ عَاقِبَةُ الْاُمُورِ
İyi davranışlar içinde kendini bütünüyle Allah'a veren kimse, gerçekten en sağlam kulpa yapışmıştır. Zaten bütün işlerin sonu Allah'a varır.  
0 notes
halilintifada · 7 years
Text
Kur’ân’a ve Geleneğe Göre Dinden Dönmenin Cezası
1. Giriş
Şeriatta devamlılık vardır. Muhammed (a.s.) ilk peygamber değildir.[1] Ona indirilenler daha öncekilere indirilenlerdir.[2] Tüm İlahi Kitap’lar kendilerinden öncekileri tasdik eder. Kur’ân’da önceki ilahi kitapları tasdik ettiğini belirtmektedir.[3] Allah’ın Elçisi, hakkında vahiy indirilmeyen konularda önceki şeriatlara göre hüküm vermek ve uygulamakla emrolunmuştur.[4] Kur’ân, kendinden önceki kitapların büyük bir kısmını misliyle, bir kısmını da daha hayırlısıyla neshetmiştir.[5] Bir ayet insanlar için daha hayırlı olan bir başka ayetle neshedildiğinde önceki uygulamalar bitmiştir. Mesela, Allah’ın Elçisi, kendisine konuyla ilgili bir vahiy indirilmediği için, zina suçunu işleyenlere, Tevrat ve İncil’e uygun olarak bir süre recim cezası uygulamıştır. Kur’ân’ın, konuyla ilgili hükmü gelince eski hüküm bırakılmış ve yeni hüküm uygulanmaya konmuştur. Dinden dönenin cezası konusunda da benzer bir durum olduğu kanaatindeyiz. Tevrat ve İncil’de konunun ele alınışı, Allah’ın Elçisi’nden nakledilen bazı rivayetler ve Kur’ân’ın meseleye bakışı bu konudaki kanaatimizi güçlendirici gözükmektedir.
2. Geleneğe Göre Dinden Dönenin Cezası
Fıkıhta kişinin İslam dininden dönmesine irtidat (riddet), dinden dönene de mürtedd denir. Gelenekte, irtidat eden kişinin öldürülmesi gerektiği hususunda ittifak vardır. Hanefiler, irtidat eden kadını bundan istisna ederler.[7] İrtidat eden kişiye, öldürülmeden tevbe teklifinde bulunulması gerektiği, bunun Hanefiler’e göre müstehab, diğerlerine göre vacip olduğu söylenir.[8] Geleneğe göre irtidat eden kişi; ölür, öldürülür veya ülke dışına kaçarsa sahip olduğu malları mülkiyetinden çıkar. Borçları ödendikten sonra malları Müslümanlar için ganimet sayılarak beytü’l-mala devredilir.[9] Ebu Hanife’ye göre, Müslüman iken kazandıkları mirasçılarına intikal eder. İmameyn’e göre ise her durumda malı mirasçılarına intikal eder. İrtidat eden kişinin nikâhı düşer, Şafiiler’e göre ise irtidat eden kişinin karısı iddet beklemelidir.
Gelenek, irtidat edenin öldürülmesinin Kitap, sünnet ve icma ile temellendirmeye çalışmıştır. Şimdi bu delillere kısaca bakalım:
a. Kitap Delili
Şu iki ayetin, dinden dönenin öldürülmesine delil olduğu iddia edilmiştir.
قُلْ لِلْمُخَلَّف۪ينَ مِنَ الْاَعْرَابِ سَتُدْعَوْنَ اِلٰى قَوْمٍ اُوۨل۪ي بَاْسٍ شَد۪يدٍ تُقَاتِلُونَهُمْ اَوْ يُسْلِمُونَ فَاِنْ تُط۪يعُوا يُؤْتِكُمُ اللّٰهُ اَجْرًا حَسَنًا وَاِنْ تَتَوَلَّوْا كَمَا تَوَلَّيْتُمْ مِنْ قَبْلُ يُعَذِّبْكُمْ عَذَابًا اَل۪يمًا
“Geri kalanlara söyle: Güçlü bir kavme karşı çağrılacaksınız. Onlarla savaşırsınız veya Müslüman olurlar. Eğer itaat ederseniz. Allah size güzel bir mükâfat verir. Ama daha önceki gibi yüz çevirirseniz size acıklı bir azâb vardır.”(Fetih 48/16)
Yukarıdaki ayette geçen “ev yüslimûn =  اَوْ يُسْلِمُونَ= veya Müslüman olurlar ”ifadesinden hareketle, dinden dönenin öldürülmesi gerektiğine hükmedilmiştir.[10]
يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الشَّهْرِ الْحَرَامِ قِتَالٍ ف۪يهِ قُلْ قِتَالٌ ف۪يهِ كَب۪يرٌ وَصَدٌّ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ وَكُفْرٌ بِه۪ وَالْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَاِخْرَاجُ اَهْلِه۪ مِنْهُ اَكْبَرُ عِنْدَ اللّٰهِ وَالْفِتْنَةُ اَكْبَرُ مِنَ الْقَتْلِ وَلَا يَزَالُونَ يُقَاتِلُونَكُمْ حَتّٰى يَرُدُّوكُمْ عَنْ د۪ينِكُمْ اِنِ اسْتَطَاعُوا وَمَنْ يَرْتَدِدْ مِنْكُمْ عَنْ د۪ينِه۪ فَيَمُتْ وَهُوَ كَافِرٌ فَاُوۨلٰۤئِكَ حَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْ فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِ وَاُوۨلٰۤئِكَ اَصْحَابُ النَّارِ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ
“Sana haram ayını, o ayda yapılan savaşı soruyorlar. De ki: "O ayda savaş büyük suçtur. Ama Allah’ın yolundan engellemek, o yolu görmezlikten gelmek, Mescid-i Haram'dan engellemek ve halkını oradan çıkarmak Allah katında daha büyük suçtur. Fitnenin sıkıntısı savaştan büyüktür. Onların gücü yetse, sizi dininizden çevirinceye kadar savaşa devam ederler. Sizden kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse, böylelerinin çalışmaları dünyada da ahirette de boşa çıkar. Onlar cehennem halkıdır. Orada sürekli kalacaklardır.” (Bakara 2/217)
Yukarıdaki ayet dinden dönenin öldürülmesine şöyle delil getirilmektedir: “Âyette geçen “feyemut = فَيَمُتْ = ve ölürse” ifadesinin başındaki “fâ” harfi takibiyedir. Bunun anlamı,ölümün irtidatın hemen sonrasında geliyor olmasıdır. Bununla birlikte herkes bilir ki irtidat eden irtidat ettiği için hemen ölmez. O halde takibiye anlamı, yani ölümün irtidatın hemen sonrasında gelmesi, ancak şer’i bir ceza olarak irtidat sebebiyle cezalandırılmaları yoluyla olur. Böylece ayet, mürtedin öldürülmesinin vücubuna delil olur.”[11]
b. Sünnet Delili
روى البخاري وغيره عَنْ عِكْرِمَةَ قَالَ : { أُتِيَ أَمِيرُ الْمُؤْمِنِينَ عَلِيٌّ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ بِزَنَادِقَةٍ فَأَحْرَقَهُمْ ، فَبَلَغَ ذَلِكَ ابْنَ عَبَّاسٍ ، فَقَالَ : لَوْ كُنْت أَنَا لَمْ أَحْرِقْهُمْ لِنَهْيِ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ : لَا تُعَذِّبُوا بِعَذَابِ اللَّهِ ، وَلَقَتَلْتهمْ لِقَوْلِ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ : مَنْ بَدَّلَ دِينَهُ فَاقْتُلُوهُ } .رَوَاهُ الْجَمَاعَةُ إلَّا مُسْلِمًا ، وَلَيْسَ لِابْنِ مَاجَهْ فِيهِ سِوَى : { مَنْ بَدَّلَ دِينَهُ فَاقْتُلُوهُ }
Buhari ve diğerlerinin İkrime’den rivayetine göre, halife Ali (r.a.)’a zındıklar getirildi ve o da onları yaktı. İbn Abbas durumdan haberdar olunca şöyle dedi: “Ben olsaydım onları yakmazdım. Çünkü Rasulullah bunu yasakladı ve şöyle dedi: Allah’ın azabıyla ceza vermeyin. Ben olsaydım onları öldürürdüm. Rasulullah şöyle demiştir: Dininden döneni öldürünüz.”[12]
لا يحل دم امرئ مسلم إلا بإحدى ثلاث: الثيب الزاني، والنفس بالنفس، والتارك لدينهالمفارق للجماعة
“Müslüman bir kişinin öldürülmesi helal değildir. Ancak zina eden seyyib[13], cana karşı can ve dinini terk edip cemaatten ayrılan hariç”[14]
أيما رجل ارتد عن الإسلام فادعه فإن عاد وإلا فاضرب عنقه وأيما امرأة ارتدت عن الإسلام فادعها فأن عادت وإلا فاضرب عنقها
“Her hangi bir erkek İslam dininden dönerse onu İslam’a davet et. Tekrar Müslüman olursa oldu, olmazsa boynunu vur. Her hangi bir kadın İslam dininden dönerse onu İslam’a davet et. Tekrar Müslüman olursa oldu, olmazsa boynunu vur”[15]
c. İcmâ Delili
Mürtedin öldürülmesi hususunda icma oluştuğu söylenmektedir.[16]
3. Tevrat ve İncil’de Dinden Dönenin Cezası
a. Tevrat’ta Dinden Dönenin Cezası
Tesniye, Bab 13
"Öz kardeşin, oğlun, kızın, sevdiğin karın ya da en yakın dostun seni gizlice ayartmaya çalışır, senin ve atalarının önceden bilmediğiniz,
dünyanın bir ucundan öbür ucuna dek uzakta, yakında, çevrenizde yaşayan halkların ilahları için, 'Haydi gidelim, bu ilahlara tapalım derse,
ona uymayacak, onu dinlemeyeceksin. Ona acımayacak, sevecenlik göstermeyecek, onu korumayacaksın.
Onu kesinlikle öldüreceksin. Onu önce sen, sonra bütün halk taşa tutsun.
Taşlayarak öldürün onu. Çünkü Mısır'dan, köle olduğunuz ülkeden sizi çıkaran Tanrınız RAB'den sizi saptırmaya çalıştı.
Böylece bütün İsrail bunu duyup korkacak. Bir daha aranızda buna benzer kötü bir şey yapmayacaklar.
12.  "Tanrınız RAB'bin yaşamanız için size vereceği kentlerin birinde, içinizden kötü kişiler çıktığını
13.  ve, 'Haydi, bilmediğiniz başka ilahlara tapalım diyerek kentlerinde yaşayan halkı saptırdıklarını duyarsanız,
14.  araştıracak, inceleyecek, iyice soruşturacaksınız. Duyduklarınız gerçekse ve bu iğrenç olayın aranızda yapıldığı kanıtlanırsa,
o kentte yaşayanları kesinlikle kılıçtan geçireceksiniz. Kenti yok edip orada yaşayan bütün halkı ve hayvanları kılıçtan geçireceksiniz.
Yağmalanan malların tümünü toplayıp meydanın ortasına yığın. Kenti ve malları Tanrınız RAB'be tümüyle yakmalık sunu olarak yakın. Kent sonsuza dek yıkıntı halinde bırakılacak. Yeniden onarılmayacak.
Yok edilecek mallardan hiçbir şey almayın. Böylece RAB'bin kızgın öfkesi yatışacak ve RAB atalarınıza içtiği ant uyarınca size acıyacak, sevecenlik gösterecek, sizi çoğaltacaktır.
Çünkü Tanrınız RAB'bin sözünü dinleyeceksiniz. Böylece bugün size bildirdiğim buyruklara uyup O'nun gözünde doğru olanı yapmış olacaksınız."
Çıkış, Bab 32
15.  Musa döndü, elinde antlaşma koşulları yazılı iki taş levhayla dağdan indi. Levhaların ön ve arka iki yüzü de yazılıydı.
16.  Onları Tanrı yapmıştı, üzerlerindeki oyma yazılar O'nun yazısıydı.
17.  Yeşu, bağrışan halkın sesini duyunca, Musa'ya, "Ordugahtan savaş sesi geliyor!" dedi.
18.  Musa şöyle yanıtladı: "Ne yenenlerin, Ne de yenilenlerin sesidir bu; Ezgiler duyuyorum ben."
Musa ordugaha yaklaşınca, buzağıyı ve oynayan insanları gördü; çok öfkelendi. Elindeki taş levhaları fırlatıp dağın eteğinde parçaladı.
Yaptıkları buzağıyı alıp yaktı, toz haline gelinceye dek ezdi, sonra suya serperek İsrailliler'e içirdi.
Harun'a, "Bu halk sana ne yaptı ki, onları bu korkunç günaha sürükledin?" dedi.
Harun, "Öfkelenme, efendim!" diye karşılık verdi, "Bilirsin, halk kötülüğe eğilimlidir.
Bana, 'Bize öncülük edecek bir ilah yap. Bizi Mısır'dan çıkaran adama, Musa'ya ne oldu bilmiyoruz' dediler.
Ben de, 'Kimde altın varsa çıkarsın' dedim. Altınlarını bana verdiler. Ateşe atınca, bu buzağı ortaya çıktı!"
Musa halkın başıboş hale geldiğini gördü. Çünkü Harun onları dizginlememiş, düşmanlarına alay konusu olmalarına neden olmuştu.
Musa ordugahın girişinde durdu, "RAB'den yana olanlar yanıma gelsin!" dedi. Bütün Levililer çevresine toplandı.
Musa şöyle dedi: "İsrail'in Tanrısı RAB diyor ki, 'Herkes kılıcını kuşansın. Ordugahta kapı kapı dolaşarak kardeşini, komşusunu, yakınını öldürsün.'"
Levililer Musa'nın buyruğunu yerine getirdiler. O gün halktan üç bine yakın adam öldürüldü.
b. İncil’de Dinden Dönenin Cezası
Pavlus’un İbranilere Mektubu 10. Bölüm
28.  Musa'nın yasasını hiçe sayan bir kimse, iki ya da üç tanığın sözü üzerine acımasızca öldürülür.
Yuhanna 15
Bir kimse bende kalmazsa, çubuk gibi dışarı atılır ve kurur. Böylelerini toplar, ateşe atıp yakarlar.
4. Hadislerde Dinden Dönmenin Cezası
من بدل دينه فاقتلوه‏
“Kim dinini değiştirirse onu öldürünüz.”[17]
لا يحل دم امرئ مسلم إلا بإحدى ثلاث: الثيب الزاني، والنفس بالنفس، والتارك لدينهالمفارق للجماعة
“Müslüman bir kişinin öldürülmesi helal değildir. Ancak zina eden seyyib[18], cana karşı can ve dinini terk edip cemaatten ayrılan hariç”[19]
أيما رجل ارتد عن الإسلام فادعه فإن عاد وإلا فاضرب عنقه وأيما امرأة ارتدت عن الإسلام فادعها فأن عادت وإلا فاضرب عنقها
“Her hangi bir erkek İslam dininden dönerse onu İslam’a davet et. Tekrar Müslüman olursa oldu, olmazsa boynunu vur. Her hangi bir kadın İslam dininden dönerse onu İslam’a davet et. Tekrar Müslüman olursa oldu, olmazsa boynunu vur”[20]
5. Kur’ân’a Göre Dinden Dönenin Cezası
Kur’ân’da irtidat kelimesi fiil kalıbıyla sekiz yerde geçer. Bunların dördü, çeşitli kelimelerle birlikte, tekrar görmeye başlamak,[21] izleri takip ederek geri dönmek,[22]göz kırpmak[23] gibi anlamlara gelir. Konumuzla ilgili olarak ise, ikisi “dübür” kelimesiyle birlikte arkasını dönmek,[24] ikisi de “din” kelimesiyle birlikte dinden dönmek[25] olarak terim anlamında kullanılmaktadır. Bu ayetleri incelemeden önce, Tevrat ve incil’de geçen, dinden dönenin öldürüldüğüne dair hükmün Kur’ân’dan izini sürmek istiyoruz.
Bakara suresinin 54. ayeti, Tevrat’ta geçen, dinden dönenlerin öldürülmesi gerektiğine dair hükmü tasdik etmektedir:
وَاِذْ قَالَ مُوسٰى لِقَوْمِه۪ يَا قَوْمِ اِنَّكُمْ ظَلَمْتُمْ اَنْفُسَكُمْ بِاتِّخَاذِكُمُ الْعِجْلَ فَتُوبُوۤا اِلٰى بَارِئِكُمْ فَاقْتُلُوۤا اَنْفُسَكُمْ ذٰلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ عِنْدَ بَارِئِكُمْ فَتَابَ عَلَيْكُمْ اِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّح۪يمُ
“Bir gün Musa halkına şöyle seslenmişti: “Ey halkım! Siz o buzağıya tutulmakla kendinizi kötü duruma düşürdünüz. Hemen Yaratıcınıza tevbe edin, sonra kendinizi öldürün. Bu, Yaratıcınız katında sizin için daha iyidir”. Arkasından Allah tevbenizi kabul etmişti. O, tevbeleri kabul eder, ikramı boldur." (Bakara 2/54)
İsrailoğulları, Musa (a.s.)’ın öncülüğünde pek çok sıkıntıdan kurtuldular. Bu onlara Allah’ın büyük bir lutfuydu. Kendilerine yapılan bu büyük lutfun karşılığı olarak onların dinden dönmelerinin cezası büyük olmalıdır. Bu ceza Tevrat ve İncil’de anlatılan ve Kur’ân’da da tasdik edilen ölüm cezasıdır.
Musâ (a.s.) ümmetini bu konuda uyarmıştır. İlgili ayet şöyledir:
يَا قَوْمِ ادْخُلُواالأَرْضَ المُقَدَّسَةَ الَّتِي كَتَبَ اللّهُ لَكُمْ وَلاَ تَرْتَدُّوا عَلَى أَدْبَارِكُمْفَتَنقَلِبُوا خَاسِرِينَ
“Ey kavmim, Allah’ın size yazgısı olan şu kutsal toprağa girin; gerisin geri dönmeyin; yoksa elinizde ve avucunuzda olanı kaybedersiniz.” (Mâide 5/21)
Şu ayet ise bu hükmün bizden kaldırıldığını göstermektedir:
وَلَوْ اَنَّا كَتَبْنَا عَلَيْهِمْ اَنِ اقْتُلُوۤا اَنْفُسَكُمْ اَوِ اخْرُجُوا مِنْ دِيَارِكُمْ مَا فَعَلُوهُ اِلَّا قَل۪يلٌ مِنْهُمْ وَلَوْ اَنَّهُمْ فَعَلُوا مَا يُوعَظُونَ بِه۪ لَكَانَ خَيْرًا لَهُمْ وَاَشَدَّ تَثْب۪يتًا
“Şayet onlara "Kendinizi öldürün" veya "yurdunuzdan çıkın" diye emretseydik, pek azı dışındakiler bunu yapmazlardı. Ama kendilerine verilen öğüt ne olursa olsun, onu yapsalardı onlar için daha iyi ve daha sağlam olurdu.” (Nisa 4/66)
Bu hükmün kaldırıldığına dair pek çok ayet vardır. Dinden dönenlerle ilgili olarak Kur’ân’da geçen ayetler şunlardır:
يَاۤ اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ د۪ينِه۪ فَسَوْفَ يَاْتِي اللّٰهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُۤ اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِر۪ينَ يُجَاهِدُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَاۤئِمٍ ذٰلِكَ فَضْلُ اللّٰهِ يُؤْت۪يهِ مَنْ يَشَاۤءُ وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ
“Ey imân edenler! Sizden kim dininden dönerse, Allah onların yerine bir toplum getirir; o onları sever, onlar da onu severler. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı sert olurlar. Allah yolunda savaşa atılır, kınayanın kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın vergisidir, onu hak edene verir. Allah’ın imkânları geniştir, her şeyi bilir..” (Mâide 5/54)
Yukarıdaki ayette geçen Allah onların yerine bir toplum getirir ifadesini şu ayetle birlikte okumalıyız:
هَاۤ اَنْتُمْ هٰۤؤُۨلَاۤءِ تُدْعَوْنَ لِتُنْفِقُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ فَمِنْكُمْ مَنْ يَبْخَلُ وَمَنْ يَبْخَلْ فَاِنَّمَا يَبْخَلُ عَنْ نَفْسِه۪ وَاللّٰهُ الْغَنِيُّ وَاَنْتُمُ الْفُقَرَاۤءُ وَاِنْ تَتَوَلَّوْا يَسْتَبْدِلْ قَوْمًا غَيْرَكُمْ ثُمَّ لَا يَكُونُوۤا اَمْثَالَكُمْ
“İşte sizler! Allah yolunda harcama yapmaya çağrılıyorsunuz. İçinizden kiminiz cimrilik yapıyorsunuz. Her kim cimrilik ederse kendisi için cimrilik etmiş olur. Allah zengin, siz fakirsiniz. Eğer yüz çevirirseniz yerinize sizin dışınızda bir toplum getirir. Sizin gibi olmazlar.”(Muhammed 47/38)
Yani, insanlar dinlerinden dönerlerse bu onların kendi tercihleridir. Bu dünyada kendi tercihleri üzere yaşarlar ve bir gün ölürler. Hesapları Ahirete kalır. Onların ardından, Allah’ın koyduğu kurallara göre onlardan daha iyi olanlar gelir.
Mukatil b. Süleyman’ın (ö. 150/767) bildirdiğine göre 12 kişi Müslüman iken kâfir olmuşlar, düşünceli bir şekilde Medine’den çıkmış, Mekke yolunu tutmuşlar ve Mekke kâfirlerine karışmışlardı. Sonra içlerinden Haris b. Süveyd pişman olup geri döndü ve kardeşi Cülâs’a haber gönderdi: “Ben tevbe ederek geri döndüm, Peygamberden öğren bakalım, tövbeye hakkım var mı, yoksa Şam’a giderim” dedi. Cülâs durumu Allah’ın Elçisi’ne bildirdi ama cevap alamadı. Sonra şu âyetler indi:[26]
كَيْفَ يَهْدِي اللّٰهُ قَوْمًا كَفَرُوا بَعْدَ ا۪يمَانِهِمْ وَشَهِدُوۤا اَنَّ الرَّسُولَ حَقٌّ وَجَاۤءَهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَ  اُوۨلٰۤئِكَ جَزَاۤؤُۨهُمْ اَنَّ عَلَيْهِمْ لَعْنَةَ اللّٰهِ وَالْمَلٰۤئِكَةِ وَالنَّاسِ اَجْمَع۪ينَ  خَالِد۪ينَ ف۪يهَا لَا يُخَفَّفُ عَنْهُمُ الْعَذَابُ وَلَا هُمْ يُنْظَرُونَ  اِلَّا الَّذ۪ينَ تَابُوا مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ وَاَصْلَحُوا فَاِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ
“İnandıktan sonra kâfir olan bir topluma, Allah hiç dirlik ve düzenlik verir mi? Bunlar, kendilerine açık belgeler gelince o Elçi’nin doğru olduğuna şahit olmuş kimselerdir. Allah yanlışlar içinde olan bir topluluğu yola getirmez. Onlar var ya, onların cezası; Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lanetidir. Sürekli o lanet içinde kalırlar. Sıkıntıları hafifletilmez; onlara göz de açtırılmaz. Ama olup bitenden sonra tevbe edip durumunu düzeltmiş olanlar başka. Çünkü Allah çok bağışlar ve ikramı boldur.” (Al-i İmran 3/86-89)
88. ayette geçen “الْعَذَابُ = el-azab” kelimesi, 87. ayette geçen Allah’ın, meleklerin ve tüm insanların lanetini göstermektedir. Kelimenin başındaki“ال= el” marifedir ve ahd içindir; 87. ayetteki mahuda işaret etmektedir.
Tevbe suresinin 74. ayetinde dinden dönme suçu işleyenlerle ilgili azab kelimesi nekre olarak “عَذَابًا اَل۪يمًا  = azaben elimen” şeklinde zikretmiştir. Ayet şöyledir:
يَحْلِفُونَ بِاللّٰهِ مَا قَالُوا وَلَقَدْ قَالُوا كَلِمَةَ الْكُفْرِ وَكَفَرُوا بَعْدَ اِسْلَامِهِمْ وَهَمُّوا بِمَا لَمْ يَنَالُوا وَمَا نَقَمُوۤا اِلَّاۤ اَنْ اَغْنٰيهُمُ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ مِنْ فَضْلِه۪ فَاِنْ يَتُوبُوا يَكُ خَيْرًا لَهُمْ وَاِنْ يَتَوَلَّوْا يُعَذِّبْهُمُ اللّٰهُ عَذَابًا اَل۪يمًا فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِ وَمَا لَهُمْ فِي الْاَرْضِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَص۪يرٍ
Söylemediklerine dair Allah’a yemin ediyorlar ama kendilerini kâfir yapan sözü gerçekten söylediler ve Müslüman olmalarından sonra kâfir oldular. Üstelik başaramayacakları bir işe giriştiler. O yanlış işin sebebi olsa olsa, Allah’ın ve Elçisinin onları cömertçe zenginleştirmesidir. Tevbe ederlerse kendileri için iyi olur. Ama eğer yüz çevirmeye devam ederlerse Allah onları hem dünyada hem de Ahirette acıklı bir azaba uğratacaktır. Yeryüzünde onlar için artık ne bir koruyucu ne de yardımcı bulunur.” (Tevbe 9/74)
Ayette geçen “فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِ ” ifadesi, bu azabın dünya ve ahirette olacağını göstermektedir. Âl-i İmran suresindeki ayette geçen ve marife olan “el-azab” ise o azabın dünyadaki kısmını anlatmaktadır. 88. ayetteki خَالِد۪ينَ ف۪يهَا  ifadesi onların o lanet içerisinde hayatları boyunca kalacaklarını gösteriyor. Çünkü 89. ayette onlara tanınan tevbe fırsatı azabın sona erme ihtimalini göstermektedir ki bu da o azabın dünyada olmasını gerektirir. Ayette tevbeden sonra gelen ıslah ifadesi ise, mezheblerin dediği gibi tevbe müddetinin birkaç gün değil, kişinin durumunu düzeltip ıslah olmasından sonra olduğunu ifade etmektedir. Çünkü kafa karışıklığı yaşayan ve bundan dolayı irtidat eden bir kişinin zihnini toparlayıp durumunu düzeltmesi genelde uzunca bir zaman gerektirir.
Dinden dönüp kâfir olana, insanların uygulayacağı bir ceza yoktur.Onun cezası, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lanetidir. Dünyadaki lanet bu insanların dışlanması, iç işlerine karıştırılmamaları, bir takım imkânlardan mahrum bırakılmaları olarak düşünülebilir. Tevbe eden olursa lanetten kurtulur. Hüküm bu olduğu halde mezheplerin, dinden döneni öldürme konusunda ittifak etmelerinin sebebini siyasi baskılarda aramak gerekir.
Âl-i İmran suresinin 90 ve 91. ayetleri şöyle devam etmektedir:
اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بَعْدَ ا۪يمَانِهِمْ ثُمَّ ازْدَادُوا كُفْرًا لَنْ تُقْبَلَ تَوْبَتُهُمْ وَاُوۨلٰۤئِكَ هُمُ الضّاَۤلُّونَ  اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَمَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْ اَحَدِهِمْ مِلْءُ الْاَرْضِ ذَهَبًا وَلَوِ افْتَدٰى بِه۪ اُوۨلٰۤئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِر۪ينَ
“İnandıktan sonra kâfir olan, sonra kâfirliklerini sürekli artıranlar var ya, onlar tevbeleri kabul edilmeyecek kimselerdir. İşte asıl sapıklar onlardır. (İnandıktan sonra)[27] Kâfir olan ve kâfir olarak ölenler; yeryüzünü dolduracak kadar altını fidye verseler bile kabul edilmez. Onların payına düşen elem verici bir azaptır. Onlara yardım edecek biri de olmayacaktır.” (Al-i İmran 3/90-91)
Ayetlerde inandıktan sonra kafirlik eden ve küfrünü artıranlardan bahsedilmektedir. Bunlar tevbe etmeyip de bu hal üzere ölürlerse sonları cehennem olacaktır. Demek ki tevbe bu insanları kurtaracaktır ama bu tevbenin zamanının geçmemesi gerekir. Zamanı geçirilen tevbenin etkili olmayacağına dair şu ayet önemlidir:
وَلَيْسَتِ التَّوْبَةُ لِلَّذ۪ينَ يَعْمَلُونَ السَّيِّـَٔاتِ حَتّٰىۤ اِذَا حَضَرَ اَحَدَهُمُ الْمَوْتُ قَالَ اِنّ۪ي تُبْتُ الْـٰٔنَ وَلَا الَّذ۪ينَ يَمُوتُونَ وَهُمْ كُفَّارٌ اُوۨلٰۤئِكَ اَعْتَدْنَا لَهُمْ عَذَابًا اَل۪يمًا
“Kötülükleri işlemeye devam eden, ölüm gelip çatınca da; "Ben şimdi tevbe ettim" diyenlerin tevbesi tevbe değildir. Kâfir olarak ölenlerin tevbesi de tevbe değildir. Onlar için elem verici bir azap hazırlamışızdır.”(Nisâ 4/18)
Firavunun tevbesi de aynı gerekçe ile kabul edilmemiştir.[28]
Mukatil b. Süleyman’ın yaptığı rivayette adı geçen Haris b. Süveyd’in, irtidat ettikten sonra öldürülme korkusu yaşamasının ardında, o günkü toplumda dinden dönenlerin öldürüldüğüne dair bilgi ve uygulamanın olduğu düşünülebilir. Rivayet doğruysa, Rasulullah’ın bir süre cevap vermeyip beklemesi, konuyla ilgili yeni bir hükmün gelmemesi ve önceki hükmün devam ediyor olmasıyla ilgili olabilir.
Bir başka ayet şöyledir:
يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الشَّهْرِ الْحَرَامِ قِتَالٍ ف۪يهِ قُلْ قِتَالٌ ف۪يهِ كَب۪يرٌ وَصَدٌّ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ وَكُفْرٌ بِه۪ وَالْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَاِخْرَاجُ اَهْلِه۪ مِنْهُ اَكْبَرُ عِنْدَ اللّٰهِ وَالْفِتْنَةُ اَكْبَرُ مِنَ الْقَتْلِ وَلَا يَزَالُونَ يُقَاتِلُونَكُمْ حَتّٰى يَرُدُّوكُمْ عَنْ د۪ينِكُمْ اِنِ اسْتَطَاعُوا وَمَنْ يَرْتَدِدْ مِنْكُمْ عَنْ د۪ينِه۪ فَيَمُتْ وَهُوَ كَافِرٌ فَاُوۨلٰۤئِكَ حَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْ فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِ وَاُوۨلٰۤئِكَ اَصْحَابُ النَّارِ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ
“Sana haram ayını, o ayda yapılan savaşı soruyorlar. De ki: "O ayda savaş büyük suçtur. Ama Allah’ın yolundan engellemek, o yolu görmezlikten gelmek, Mescid-i Haram'dan engellemek ve halkını oradan çıkarmak Allah katında daha büyük suçtur. Fitnenin sıkıntısı savaştan büyüktür. Onların gücü yetse, sizi dininizden çevirinceye kadar savaşa devam ederler. Sizden kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse, böylelerinin çalışmaları dünyada da ahirette de boşa çıkar. Onlar cehennem halkıdır. Orada sürekli kalacaklardır.” (Bakara 2/217)
Âyette, İslam dininden dönen ve bu hal üzere yani kâfir olarak ölenin, dünyada ve Ahirette amellerinin boşa çıkacağı bildirilmektedir. Ancak bu kişi yaptığı yanlıştan döner, tevbe eder ve durumunu düzeltirse dünyadaki amellerini ve ahiretini kurtarmış olur. Bir kişinin tevbe etmesi ve durumunu düzeltmesi çoğu zaman birkaç gün değil aylar belki yıllar alır.
Ayette geçen “فَيَمُتْ = ve ölürse” ifadesinin başındaki “fâ” harfi takibiye değildir. Benzer bir ayet şöyledir:
هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَكُمْ فَمِنْكُمْ كَافِرٌ وَمِنْكُمْ مُؤْمِنٌ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ
“O’dur sizi yaratan. İçinizden kafirlik edenler de vardır, mümin olanlar da. Allah yaptıklarınızı görmektedir.”(Tegabün 64/2)
Şayet yukarıdaki ayette geçen “fâ” takibiye olsa, her insanın doğar doğmaz mümin ya da kafir olması gerekir ki bu aklen mümkün değildir.
Bir başka ayet şöyledir:
اِنَّ الَّذ۪ينَ ارْتَدُّوا عَلٰىۤ اَدْبَارِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمُ الْهُدَى الشَّيْطَانُ سَوَّلَ لَهُمْ وَاَمْلٰى لَهُمْذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ قَالُوا لِلَّذ۪ينَ كَرِهُوا مَا نَزَّلَ اللّٰهُ سَنُط۪يعُكُمْ ف۪ي بَعْضِ الْاَمْرِ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ اِسْرَارَهُمْ  فَكَيْفَ اِذَا تَوَفَّتْهُمُ الْمَلٰۤئِكَةُ يَضْرِبُونَ وُجُوهَهُمْ وَاَدْبَارَهُمْ  ذٰلِكَ بِاَنَّهُمُ اتَّبَعُوا مَاۤ اَسْخَطَ اللّٰهَ وَكَرِهُوا رِضْوَانَهُ فَاَحْبَطَ اَعْمَالَهُمْ
“O kimseler ki, gerçek kendileri için ortaya çıktıktan sonra, geriye dönerler, bunlara şeytan kötü tavırlarını güzel göstermiştir, mühlet de vermiştir. Çünkü bunlar, Allah’ın indirdiği âyetlerden hoşlanmayanlara “bazı konularda sizinle beraber hareket edeceğiz” derler. Onların içlerinde asıl gizlediklerinin ne olduğunu Allah bilir.Melekler onları vefat ettirdikleri zaman ne olacak? Yüzlerine ve arkalarına vura vura. Çünkü onlar, Allah’ın rızası olmayan şeyi yaptılar, O’nun rızası olandan hoşlanmadılar. Allah’ta onların bütün amellerini boşa çıkarmıştır.”(Muhammed 47/25-28)
Dinden dönme konusu Kur’ân’da irtidat kelimesi dışındaki ifadelerle de geçmektedir. Biri şöyledir:
اَمْ تُر۪يدُونَ اَنْ تَسْـَٔلُوا رَسُولَكُمْ كَمَا سُئِلَ مُوسٰى مِنْ قَبْلُ وَمَنْ يَتَبَدَّلِ الْكُفْرَ بِالْا۪يمَانِ فَقَدْ ضَلَّ سَوَاۤءَ السَّب۪يلِ وَدَّ كَث۪يرٌ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ لَوْ يَرُدُّونَكُمْ مِنْ بَعْدِ ا۪يمَانِكُمْ كُفَّارًا حَسَدًا مِنْ عِنْدِ اَنْفُسِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمُ الْحَقُّ فَاعْفُوا وَاصْفَحُوا حَتّٰى يَاْتِيَ اللّٰهُ بِاَمْرِه۪ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
“Yoksa siz de elçinizden, daha önce Musa’dan istenen şeylere benzer isteklerde bulunmayı mı arzu ediyorsunuz? Her kim imanı kâfirlikle değiştirirse, düz yoldan çıkmış olur. Kitap verilenlerin çoğu, bir yolunu bulup sizi, inanmanızdan sonra kâfirler haline getirmek isterler. Gerçekler onlar için açık hale gelince içten içe kıskandıkları için böyle yaparlar. Onlara ilişmeyin, Allah’ın emri gelinceye kadar göz yumun. Allah her şeye bir ölçü koyar.” (Bakara 2/108-109)
6. Kur’ân’a Göre Din Hürriyeti
Kur’ân, insanlara din konusunda hürriyet vermiştir.[29] Dinde zorlama yoktur.[30] Allah’ın Elçileri, insanlara tebliğ faaliyetinde bulunurlar.[31] Uyarır, müjdeler[32] ve hatırlatırlar[33] ama baskı yapamazlar.[34] Allah’ın Elçisi’ne hitaben “Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin, fakat gayret göstereni Allah hidayete erdirir”[35] buyrulmaktadır. Yüce Allah, kendisi ile ilgili olarak kulların haddi aşması ve hakarette bulunmalarına rağmen onlara yaşama hakkı vermekte ve hesabı Ahirete bırakmaktadır.[36] Kur’ân’da, insanların inandıktan sonra tekrar tekrar küfre düşebilecekleri bildirilmekte[37], doğruları göstererek ve güzel sözle onların yeniden Allah’ın yoluna davet edilmesi emredilmektedir.[38]
Dünyadaki imtihan gereği Ehl-i Kitab’tan ve müşriklerden rencide edici sözler işitileceği, bunlara sabredilmesi gerektiği ve nihayetinde “bizim amellerimiz bize sizin amelleriniz size”, “sizin dininiz size benim dinim bana” denilmesi istenmektedir.[39] Kur’ân’ın hedeflediği erdemli bir toplumun oluşabilmesi için, inanç hürriyetinin olması, inanmayanların açıkça bu düşüncelerini dillendirebilmeleri gerekir. İnanç hürriyetinin olmadığı bir toplumda, insanların inandıklarını beyan etmelerinin anlamı ve değeri olmayacağı gibi dahası münafıkların çoğaldığı bir toplum meydana gelecektir. Sonuç olarak denebilir ki, Kur’ân’ın öngördüğü iman, baskı ile değil, tefekkür, tezekkür ve tam bir tatmin duygusu sonucu oluşan imandır[40]
Kur’an’daki din hürriyetinin önceki ilahi kitaplarda da olması gerektiği düşünülürse Tevrat ve İncil’de, dinden dönenlerin öldürülmelerine dair hükmün, yeryüzünde fesad çıkartma amaçlı olduğu söylenebilir. Nitekim Mâide suresinin 32. ayetinde yeryüzünde fesad çıkartmak, öldürülmelerinin sebebi olarak görülmektedir. Benzer bir durum Musa (a.s.) ile Hızır olduğu rivayet edilen melek kıssasında da mevcuttur.[41] Öte yandan, böylesi bir hükmün, kendilerine yapılan pek çok lütuf dolayısıyla İsrailoğulları’na mahsus olduğu da düşünülebilir.
7. Sonuç
Tevrat ve İncil’e göre dinden dönenlerin öldürülmesi gerekir. Allah’ın Elçisi, henüz vahiy inmeyen hususlarda önceki şeriatlara uymakla emrolunduğu için, bir müddet dinden dönenlerin öldürülmesine hükmetmiştir. Kendisinden bu yönde rivayet edilen hadisler, bunun varlığını göstermektedir. Ancak daha sonra bu hüküm Kur’ân ile neshedilmiştir. Aslında gelenek farkında olmadan, recm konusunda olduğu gibi dinden dönenin öldürülmesi konusunda da önceki şeriatların hükmünü devam ettirmektedir. Bunun temelinde, meselelere Kur’ân merkezli bakmama alışkanlığı vardır. Geleneğe göre sünnet, müstakil bir delil kabul edildiği için, hadisler Kur’ân bağlamında düşünülmemekte, Kur’ân’da olmadığı söylenen pek çok şeyin sünnetle düzenlendiği kabul edilmektedir. Böylece, Kuran ve sünnette birbirinden farklı iki hüküm görüldüğünde her iki hükmün de bir meselenin farklı yönlerini düzenlediği düşünülebilmektedir. Gelenekte Kur’ân-Sünnet ilişkisi bozulmuş, Sünnet, müstakil bir delil kabul edilmiş, mürtedin öldürülmesinde olduğu gibi birçok konuda tarihi arka plan göz ardı edilerek, Kur’ân’a ters düzenlemeler yapılmıştır. Bu tavır, müslümanları hayatın dışına itmiştir.
Konuyla ilgili dersler için bkz.: http://www.kurandersi.com/mukayeseli-fikih-muzakereleri/2011/inanc-ozgurlugu.html
http://www.kurandersi.com/kuran-sohbetleri/2011/bakara-suresi-178-179.-ayetler-olum-cezasi.html
[1] Ahkaf 46/9.
[2] Şura 42/13.
[3] Âl-i İmrân 3/2-3, 50.
[4] Enam 6/90.
[5] Bakara 2/106.
[6] Abdulaziz Bayındır, Doğru Bildiğimiz Yanlışlar, 3. baskı, s. 296 vd.
[7] Serahsî, el-Mebsut, X, 98; Kâsânî, Bedai, VII, 134.
[8] Meydânî, el-Lübab, IV, 148; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, II, 448; Şirbînî, Muğni’l-muhtac, 149 vd.;İbn Kudâme, el-Muğni, VII, 124.
[9] Muğni’l-muhtac, 149 vd.; Muğni, VII, 124.
[10] Serahsî, el-Mebsût, X, 98.
[11] İbn Aşur, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, 2/272.
[12] Buhari, İstibane, 2.
[13] Nikahlanıp ilişkiye giren erkek ya da kadın zina ettiğinde evli veya dul olabilir. Seyyib kelimesi her iki durumu da ihtiva etmektedir.
[14] Buhari, Diyât, 6; Müslim, Kasâme, 6.
[15] Zeylaî, Nasbü’r-raye III, 457.
[16] Muğni, X, 72.
[17] Buhârî, Cihad 149, İstitâbe 2; Ebû Dâvud, Hudûd 1; Tirmizî, Hudûd 25; Nesâî, Tahrîm 14; İbn Mâce, Hudûd 2; Ahmed bin Hanbel, I/2, 7, 28, 282.
[18] Nikahlanıp ilişkiye giren erkek ya da kadın zina ettiğinde evli veya dul olabilir. Seyyib kelimesi her iki durumu da ihtiva etmektedir.
[19] Buhari, Diyât, 6; Müslim, Kasâme, 6.
[20] Zeylaî, Nasbü’r-raye III, 457.
[21] Yusuf 12/96.
[22] Kehf 18/64.
[23] İbrahim 14/43; Neml 27/40.
[24] Maide 5/21; Muhammed 47/25.
[25] Bakara 2/217; Maide 5/54.
[26] Tefsîru Mukatil b. Süleyman, Tahkik: Ahmed Ferîd, Beyrut 1424/2002, c. 1, s. 180-181.
[27] Al-i İmran 106
[28] Yunus 10/90-91
[29] Kehf 18/29.
[30] Bakara 2/256.
[31] Nahl 16/35.
[32] Maide 5/19.
[33] Gaşiye 88/21
[34] Gaşiye 88/21-26.
[35] Kasas 28/56.
[36] Âl-i İmrân 3/181; Yâ Sin 36/47, Meryem 19/88 vd.
[37] Nisa 4/137.
[38] Nahl 16/125.
[39] Âl-i İmrân 3/186; Kasas 28/55; Kâfirun, 109/1 vd.
[40] Enam 6/149.
[41] Kehf 18/80.
0 notes
halilintifada · 7 years
Text
Aradığınız kelime ن ص ي kök harflerinden türemiştir. Aynı Kökten türeyen 4 adet kelime bulunmaktadır. Kelimelerin Kur'an'da geçtiği ayetler aşağıda sıralanmıştır.
Hûd/56
اِنّ۪ي تَوَكَّلْتُ عَلَى اللّٰهِ رَبّ۪ي وَرَبِّكُمْۜ مَا مِنْ دَٓابَّةٍ اِلَّا هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَاۜ اِنَّ رَبّ۪ي عَلٰى صِرَاطٍمُسْتَق۪يمٍ
«Ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a dayandım. Çünkü yürüyen hiçbir varlık yoktur ki, O, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim dosdoğru yoldadır.»  
Rahmân/41
يُعْرَفُ الْمُجْرِمُونَ بِس۪يمٰيهُمْ فَيُؤْخَذُ بِالنَّوَاص۪ي وَالْاَقْدَامِۚ
Suçlular, simalarından tanınır, perçemlerinden ve ayaklarından yakalanırlar.
Alak/15
كَلَّا لَئِنْ لَمْ يَنْتَهِ۬ لَنَسْفَعًا بِالنَّاصِيَةِۙ
15, 16, 17, 18, 19. Hayır, hayır! Eğer vazgeçmezse, derhal onu alnından (perçeminden), o yalancı, günahkâr alından (perçemden) yakalarız (cehenneme atarız). O, hemen gidip meclisini (kendi taraftarlarını) çağırsın. Biz de zebânîleri çağıracağız. Hayır! Ona uyma! Allah'a secde et ve (yalnızca O'na) yaklaş!
Alak/16
نَاصِيَةٍ كَاذِبَةٍ خَاطِئَةٍۚ
15, 16, 17, 18, 19. Hayır, hayır! Eğer vazgeçmezse, derhal onu alnından (perçeminden), o yalancı, günahkâr alından (perçemden) yakalarız (cehenneme atarız). O, hemen gidip meclisini (kendi taraftarlarını) çağırsın. Biz de zebânîleri çağıracağız. Hayır! Ona uyma! Allah'a secde et ve (yalnızca O'na) yaklaş!
0 notes
halilintifada · 7 years
Text
Said Nursi nin Kuran a iftirası..
“Kur’an’ın gizli hakikatleri Risale-i Nur ile birlikte bize iniyor!!...” (Şualar ,birinci şua)
''iste boylece Kuran'i apacik ayetler olarak indirdik......'' (Hacc 16)
1 note · View note
halilintifada · 8 years
Text
İSLAM HUKUKUNDA DEVLET
Gönderildi HÜSEYİN BÜLBÜL 15 Mart 2017 1 Yorum 234 İzlenme
Hayat ve kâinatın yaratıcısını, İnsan hayatını düzenlemeden uzak tutmak isteyenlere Allah, heveslerini kursaklarında bırakacak şu cevabı veriyor: “Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini hidayet ve hak din ile gönderen O’dur. Şahit olarak Allah yeter.” (Fetih 48/28), “Onlar, Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Hâlbuki kâfirler istemeseler de; Allah, nurunu tamamlayacaktır.” (Saf 61/8) Ey Müslüman olduklarını haykıran muvahhitler! Sözlerinizde samimi iseniz gayret edin de bu şeref sizin olsun. Allah nurunu sizin elinizle tamamlasın!..
İslam’da devlet konusu gündeme geldiği zaman, dillerde pelesenk edilen şu ifadeleri görüyoruz:
1: İslam’ın devlet önerisi yoktur. Hz. Muhammed (as) kabile asabiyetinin sonucu devleti kucağında hazır buldu ve reddetmedi kullandı.
2: Medine vesikası delil gösterilerek demokratik yapının bünyesinde çok hukuklu bir yapılanmanın olabileceği önerisi.
3: Devleti sadece teknik açıdan ele alarak onun arkasındaki düşünceyi, hayat anlayışını, hukuk anlayışını ve hâkimiyet anlayışını hesaba katmadan laikliğin bir çerçeve olduğunu savunanlar.
4:  Kur’an, biçimsel bir yapıdan bahsetmez; Devletin şekli, (Başkanlık, halifelik, krallık, sultanlık v.b. gibi) zamanın şartlarına göre oluşturulur iddiası.
Bu iddialara cevap vermeden önce “Devlet” kavramından ne anlaşıldığını anlamaya çalışalım:
           Devlet: Genel olarak belli bir toprak üzerinde müstakil bir teşkilat kurmuş insan topluluğu demektir.
Hukukî açıdan Devlet, “Ülke adı verilen belirli bir toprak üzerinde yaşayan insan topluluklarının bir egemenlik anlayışı ve hukuku içinde, siyasi bir iktidar altında örgütlenmesidir.”
           Devletin kelime anlamı, Elden ele geçen güç veya iktidar demektir. Bu kelime Kur’an’ı kerimde bir defa “Duleten” ifadesiyle (Haşr suresinin 7.ayetinde) geçmektedir.
           Devletin unsurları:
Bir devletin var olabilmesi için gerekli olan maddî ve manevi değerlerin tümüne devletin unsurları denir. Bunlar başlıca ülke, millet ve hâkimiyettir. Buna Halkın işlerini yüklenecek lider devlet başkanı ilavesi de yapılabilir.
     Ülke: Devlet hayatı için çok önemlidir. Tarihi yönden devlet hayatı, ülke ile başlamıştır. Onun için ülkesiz devlet düşünülemez. Zira devlet sınırları belli bir ülke üzerinde oturan siyasi bir cemiyetin adıdır. Ülke, hükmî bir şahsiyet olan devletin mülküdür.
      Millet: Devlet haline gelmiş insan topluluğuna millet denilmektedir. Devlet, milletin hukukî bir şekilde teşkilatlanmasından ibarettir.”
Devleti oluşturmak için ne kadar insana ihtiyaç olduğu konusu ihtilaflıdır. Şurası bilinen bir hakikattir ki,  bir devlet var olacak ve varlığını duyurup devam ettirecek kadar insan unsuruna sahip olmalıdır.
      Hâkimiyet: Hukuki bakımdan hâkimiyet, devletin ülkesinde var olan topluluğun tümüne kumanda eden ve direktif veren üstün bir kuvvettir.
Tarihte devletli toplumlar M.Ö. 5000’li yıllarda Sümer kent devletleri biçiminde görülmeye başlanmıştır.
     Bir oluşumun devlet olarak nitelendirilebilmesi için diğer devletler tarafından tanınması şart değildir. Zira tanıma sadece uluslararası alanda ilişki kurmak için gerekli bir işlemdir. Bugün anladığımız anlamda devlet (Modern Devlet) 16. yüzyılda ortaya çıkmıştır.
           A-İdari yapılarına göre Devletler:            1: Üniter Devletler Siyasi otoritenin tek merkezde toplandığı, merkezî otoritenin tek bir anayasa ile sağlandığı devletlerdir. (Örn: Türkiye de olduğu gibi)            2:Bileşik Devletler Birden fazla devletin kendi aralarında gerçekleştirdikleri bir anlaşma ile birleşmeleri sonucu oluşan devletlerdir. İki şekilde olabilir:            a: Konfederasyon: Bağımsız devletler tarafından egemenliklerini koruma şartı ile oluşturulan ve üye devletlere diledikleri zaman ayrılma hakkı tanıyan karma devlet biçimidir. (günümüzde örneği yoktur, eski İsviçre, Almanya ve A.B.D. gibi)            b: Federasyon:          
      Ortak bir anayasa altında birleşen devletlerin oluşturduğu devlet biçimidir. Bu tip devletlerde ayrıca her federasyonun kendi anayasası, yürütme ve yargı organları vardır. (Örn.: Almanya, ABD, Kanada, Avusturya, İsviçre, Avustralya, Rusya)
           B- Egemenliğin kaynağına göre devletler:            1: Monarşik Devlet Egemenliğin tek kişiye ait olduğu devlettir. (Örn.: İspanya, İngiltere)            2: Oligarşik Devlet Egemenliğin belli bir sınıf veya guruba ait olduğu devlet biçimi.            3: Demokratik Devlet Egemenliğin halka ait olduğu devlet biçimi.            4:Teokratik Devlet Egemenliğin kaynağının dine dayandığı devlet biçimi. Böyle devletlerde Din adamlarının sözü geçer. Her şeye din adamları karar verir. (Bu tanım ve izah tarzı tamamen batı anlayışına göre yapılmıştır.)
Burada Teokrasiyi daha yakından tanımak için bu kavramın nasıl oluştuğunu irdelemek istiyoruz.
Bu anlayışta egemenlik dine dayanıyor da din kime dayanıyor /din adına kim hüküm veriyor?
      Teo, Tanrı demektir. Krates ise, güç anlamına gelmektedir. “Teokrasi Tanrıdan gelen güç” olarak anlaşılmaktadır. Bu güç yeryüzünde tanrının temsilcisi olan Ruhban sınıfının eliyle Krallara verilmiştir.
Ruhban sınıfı yeryüzünde Tanrının vekili ve onun adına dini belirleyendir.
Ruhban sınıfı,” Tanrının yetkisini kullanarak” Hakkı, Tanrı ile Kral arasında bölüştürmüş :” Sezar’ın hakkı Sezar’a Tanrının hakkı Tanrıya” anlayışını meşrulaştırmışlardır. Bu anlayış, orta çağ boyunca tüm Avrupa’nın yaşam tarzı olmuştur.
Pratikte ise Teokrasi, Ruhban sınıfı ile Kralların bir biçimde uzlaşarak halkı diledikleri gibi yönetmek için kurdukları düzenin adıdır.
Aynı zamanda Yahudilerin büyük Haham’larca yönetilen rejimi için de “Teokrasi” ifadesi kullanılmaktadır. Çünkü burada da Allah’ın Tevrat’ta ne dediğinden çok Hahamların ne dediği ve nasıl yorumladığı öne çıkarılmaktadır.
“Görmüyor musun, o kendilerine kitaptan bir nasip verilmiş olanlar, aralarında hüküm vermek için Allah’ın kitabına davet olunuyorlar da, sonra içlerinden bir kısmı yüz çevirerek dönüp gidiyorlar.
Bunun sebebi, onların «belli günlerden başka bize asla ateş azabı dokunmaz» demeleridir. Uydura geldikleri yalanlar dinlerinde kendilerini aldatmaktadır.” (Ali İmran 3/23-24)
       Bu Teokrasi anlayışının altını kalın çizgilerle çizerek İslam’ın,  niçin Teokrasi olamayacağını anlamaya çalışalım.
           İslam: Allah’ın insanlığa sunduğu hayat nizamı olmakla birlikte asla Teokrasi ile karıştırılmaya tahammülü yoktur. Bunun sebeplerini şöyle sıralayabiliriz:
           1: Din tümüyle Allah’a aittir. Hüküm koymakta tamamen o’nun tasarrufundadır. Allah bu hakkı kendisinden başka hiçbir kimseye vermemiştir.
“Sizin Allah’ı bırakıp da o taptıklarınız, sizin ve atalarınızın uydurduğu birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Bunlara tapmanız için Allah hiçbir delil indirmemiştir. Hüküm ancak Allah’a aittir: O, size, kendisinden başkasına tapmamanızı emretti. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” (Yusuf 12/40)  (Allah, hâkimlerin hâkimi değil midir?  Buyurarak;  Allah’ın indirdiği hükümler ile hükmetmeyenleri kafir, zalim, fasık gibi sıfatlarla nitelemiştir.  ( Tîn  95/8, Maide 5/44-45,47-48)
           2: İslam’da Ruhban sınıfı yoktur. Her insan kulluk çerçevesinde yaptığı her işten Allah’a karşı sorumludur. Allah’ın hükmü karşısında İmtiyazlı bir zümre yoktur. Devlet başkanı ile vatandaş Allah’ın hükmü karşısında eşittir.
(Ey Muhammed!)”Sen, emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki Tevbe edenler de dosdoğru olsunlar. Aşırı gitmeyin. Çünkü O, yaptıklarınızı görür.” .( Hud 11/112)
“Ey Muhammed! İşte bunun için insanları tevhide davet et ve sana emredildiği gibi dosdoğru ol. Onların keyiflerine uyma ve de ki:  “Ben Allah’ın kitaptan indirdiğine inandım ve bana aranızda adaleti gerçekleştirmem emredildi. Allah,  bizim de rabbimiz sizin de rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da size aittir. Sizinle bizim aramızda hiçbir tartışmaya yer yoktur. Allah hepimizi bir araya toplayacaktır. Dönüş yalnız o’nadır.” (Şura 42/15
           3: İslam’da devlet başkanlığı imtiyazlı olma makamı değil, halka gerçek anlamda hizmet ederek hak ve adaleti tesis etmek için çalışmak, Emanetleri ehil olan şahsiyetlere vererek güven ve huzuru sağlamak, gelir ve gider dengesini adil şekilde tesis etmektir.
“Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla görendir.” (Nisa 4/58)
4: İslam’da Emir sahipleri Allah’a ve Resulüne itaat ettiği sürece kendilerine itaat edilir. Eğer onlar Allah ve Resulüne itaati bırakırlarsa, halk da onlara itaati bırakır ve onu düzeltmeleri üzerlerine vacip olur. Bir Mecelle kaidesi:
“Hâlika isyanda mahlûka itaat yoktur.”
5: İslam’ın Kaynağı olan Kur’an, herhangi bir tahribata uğramadan günümüze kadar varlığını ve safiyetini korumuştur.  Onun çağrısı tüm insanlığadır. Ve tüm insanlar O’na göre hesaba çekilecektir. “Doğrusu Kitap’ı Biz indirdik, onun koruyucusu da biziz.”( Hicr 15 / 9)
“Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu yine O’ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O’nun keremini geri çevirecek de yoktur. O, hayrını kullarından dilediğine eriştirir. Ve O bağışlayandır, esirgeyendir.” (Yunus 10/107)
“Doğrusu bu Kitap; sana ve kavmine bir öğüttür. Ondan hesaba çekileceksiniz.”  ( Zuhruf 43/44)
    6: İslam fıtrat dinidir. İnsanın fıtratına uygun olarak Rabbi tarafından indirilmiş, ilk muhatapları tarafından hayata geçirilerek yaşanmıştır. Onlara bu anlayışı veren Kur’an, ilk günkü gibi saf ve sadeliğini korumaktadır.                                        Tarihin her döneminde ona gönül verenlere aynı anlayış ve başarıyı sağlamış, kıyamete kadar da sağlayacak konumunu korumaktadır.
“ Öyleyse sen, yüzünü hanif olarak dine, Allah’ın fıtratına çevir ki O, insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur. Ama insanların çoğu bilmezler.” (Rum 30/30)
“Andolsun, size öyle bir kitap indirdik ki, bütün şan ve şerefiniz ondadır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” (Enbiya 21/10)
“Muhakkak ki bu Kur’an; en doğru olana götürür. Ve salih amel işleyen müminlere kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler.” (İsra 17/9)
“De ki: İnsanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek için toplansalardı; birbirlerine yardımcı da olsalar onun bir benzerini getiremezlerdi.”(isra 17/88
“Biz, Kur’an’dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müminler için şifa ve rahmettir; zalimlerin ise yalnızca ziyanını artırır.”(İsra 17/82)
Devlet konusunda genel bir açıklamadan sonra, bizim için esas olan Kur’an’ın bu konudaki önerileri nelerdir birlikte görelim:
1-İslam olmanın ilk şartı, Allahtan başka ilah olmadığını ve Muhammed (as) onun kulu ve elçisi olduğunu kabul etmektir. Bunun anlamı, hayatta Allah’tan başka İlah, otorite, yasa koyucu, hayatı düzenleyici,  insani ihtiyaç ve ilişkilere sınır koyucu tanımıyorum demektir.
Bu cümle Hem İslam’ı hem de Müslüman’ı bütün özellikleriyle ifade etmektedir. Tüm sahte ilahlardan boşalttığı sahayı, elbette boş bırakmayacak tasdik ettiği ilahın ilkeleri ile dolduracaktır. Kendine özgü kuralları ile Kavram ve Kurumlarını oluşturacaktır. Allah’ın taraftarı olanlar, sahte ilahların tezgâhına malzeme olmayacaklardır.
Bu nedenle Allah, kendi hizbinin toplumsal hayatını düzenleyen Ahlak, İbadet, Ukubat, Muamelat, Nekahet ve Yönetim ilkelerini belirleyerek, insanlığın istifadesine sunmuştur.
“Allah, sizlere bilmediklerinizi bildirmek, sizden öncekilerin yollarını size göstermek ve tevbenizi kabul etmek istiyor. Allah, her şeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisa 4/26)
2- Allah Teâlâ, Allah’a, Peygambere Ve Müslümanlardan Olan Emir Sahiplerine İtaati İstemektedir:
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahibine de itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resulüne arz edin. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.” (Nisa 4/59)
“Müminler, müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler; kim böyle yaparsa Allah katında bir değeri yoktur, ancak, onlardan sakınmanız hali müstesna. Allah sizi Kendisiyle korkutur, dönüş yalnız Allah’adır.” (Ali İmran 3/28)
“Ey iman edenler; müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin. Allah’ın aleyhinize apaçık bir ferman vermesini mi istersiniz?” (Nisa 4/144)
Muhakkak ki benim dostum, kitabı indirmiş olan Allah’tır. Ve O, Salihleri dost edinir.“ (Araf 7/196)
3- İslam’dan Başkasına Rağbet Etmemeyi, Müslümanlar olarak birlik ve beraberlik İçinde hareket etmeyi İstemektedir:
“Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir gruba uyarsanız, imanınızdan sonra sizi döndürüp kâfir yaparlar.”(Ali İmran 3/100)
“Topluca Allah’ın ipine sarılın, ayrılmayın. Ve Allah’ın üzerindeki nimetini hatırlayın. Hani, siz; düşman idiniz de O, kalplerinizin arasını uzlaştırdı da, O’nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz; bir ateş uçurumunun tam kenarında iken, sizi oradan doğru yola eresiniz diye kurtardı. Allah ayetlerini size işte böylece açıklar.”(Ali İmran 3/103)
“Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o onlardan olur. Şüphesiz Allah, zalim kavmi doğru yola iletmez.” (Maide 5/51)
Ey iman edenler! Eğer babalarınız ve kardeşleriniz imana karşılık küfürden hoşlanıyorlarsa, onları dost edinmeyiniz…” (Tevbe 9/23)
“Ey inananlar! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olan kimseleri dost edinmeyiniz…” (Mümtehine 60/1)
4 –İnsanları hayra çağıracak iyiliği emredip kötülüğü yasaklayacak bir topluluğun bulunmasını istiyor:
     “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir.” (Ali İmran 3/104)
“Allah, içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara Şöyle vadediyor: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidar sahibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidar sahibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir.”
“Onlar, yalnızca bana ibadet ederler ve bana hiç bir şeyi ortak koşmazlar. Kim ki bundan sonra küfre saparsa, işte onlar fasıklardır.” (Nur 24/55)
5- İktidara Gelenlerin icraatından bahsediyor:
“Onlar (o müminlerdir) ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek namazı kılar, zekâtı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler. İşlerin sonu Allah’a varır.” (Hacc 22/41)
“Yine onlar, Rablerinin davetine icabet ederler ve namazı kılarlar. Onların işleri, aralarında danışma iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da harcarlar.” (Şura 42/38)
           Ya inanmayanlar:
“İş başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, ekini ve nesli helak etmek için koşar. Allah ise bozgunculuğu sevmez.” (Bakara 2/205)
“Sana indirilene ve senden önce indirilenlere; inandıklarını iddia edenleri görmedin mi? Tagutu reddetmekle emrolunmuş iken Tağut’un önünde muhakeme edilmelerini isterler. Hâlbuki şeytan, onları uzak bir sapıklıkla saptırmak istiyor.” (Nisa 4/ 60)
6- İman edenlerden Allah için savaşmayı istiyor: Savaş ise ancak organize olmuş güçlü bir topluluğun yapabileceği bir işdir.
(Ey Muhammed) “Allah yolunda savaş! Sen ancak kendi yaptığından sorumlusun. Müminleri de savaşa teşvik et. Umulur ki, Allah kâfirlerin gücünü kırar. Hiç şüphesiz ki Allah,  kuvvet ve kudretçe daha güçlü ve cezası daha çetindir.” (Nisa4/84)
“Ey Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüze (kâfire) galip gelirler. Eğer sizden yüz kişi olursa, kâfir olanlardan bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.” (Enfal 8/65)
“Nice peygamberler vardı ki, kendileriyle beraber birçok Allah dostları çarpıştılar; Allah yolunda başlarına gelenlerden yılgınlık göstermediler, zaafa düşmediler, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever.” (Ali İmran 3/146)
7-Suç işleyenlere cezalar öneriyor:
“Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüzer değnek vurun. Allah’ a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah’ın dini hususunda bir acıma tutmasın. Müminlerden bir grup da bunların azabına şahit olsun.” (Nur 24/2)
“Ey iman edenler! Öldürmede kısas size farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın. Ama her kim, ölenin kardeşi tarafından bir şey karşılığı bağışlanırsa, o zaman örfe uyması, ona diyeti güzellikle ödemesi gerekir. Bu, Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve bir rahmettir. Her kim bunun arkasından yine saldırırsa, artık ona acı bir azab vardır.” (Bakara 2/178)
“Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Artık, Allah’a karşı gelmekten sakınırsınız.”(Bakara 2/179)
“İffetli kadınlara zina isnat edip de, sonra dört şahit getiremeyenlere seksen değnek vurun; ebediyen onların şahitliğini kabul etmeyin. İşte onlar yoldan çıkmış kimselerdir.” (Nur 24/4)
“Allah ve Resulüne karşı savaşan ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri veya asılmaları yahut ayak ve ellerinin çaprazlama kesilmesi, ya da yeryüzünde başka bir yere sürgün edilmeleridir. Bu, dünyada onlar için bir zillettir. Ahirette ise onlar için büyük bir azab vardır.” (Maide 5/33)
8- Allah, İndirdiği ayetlerle Hükmedilmesini istiyor:
“Doğrusu Tevrat’ı Biz indirdik. Onda hidayet ve nur vardır. Kendilerini Allah’a teslim etmiş peygamberler, Yahudi olanlara, Rabbe kul olanlar ve bilginler de, Allah’ın kitabından elde mahfuz kalanla hükmederlerdi. Ve ona şahit idiler. İnsanlardan korkmayın da Ben’den korkun. Ve ayetlerimi az bir değerle değiştirmeyin. Kim de Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, kâfirlerin kendileridir.” (Maide 5/44)
“Tevrat’ta onlara şöyle yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş.  Yaralar da karşılıklı kısastır. Kim bunu bağışlarsa, kendisi için o keffâret olur. Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerdir.” (Maide 5/45)
“ Ve İncil ehlide Allah Teâlâ’nın indirmiş olduğu (ahkâm) ile hükmetsin. Ve her kim Allah Teâlâ’nın indirmiş olduğu ile hükmetmezse işte onlar fasıklardır.” (Maide 5/47)
“Sana da (ey Muhammed) geçmiş kitapları tasdik eden ve onları kollayıp koruyan Kitabı / Kur’ân’ı hak ile indirdik. Onların aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet. Onların arzu ve heveslerine uyarak, sana gelen haktan sapma. Biz, her biriniz için bir şeriat ve yol belirledik. Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı, fakat size verdiklerinde sizi denemek istedi. Öyleyse iyiliklere koşun. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O, ihtilafa düştüğünüz şeyleri size haber verir.”(Maide 5/48)
9-İşleri ehline vermeyi istiyor:        
“Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla görendir.” (Nisa 4/58)
10- İşlerimizi İstişare ile görmemizi istiyor:          
“Onlar, Rabbinin davetini kabul ederler ve namazı dosdoğru kılarlar. Onların işleri de kendi aralarında istişare iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da Allah yolunda harcarlar.” (Şura 42/38)
11-Halkın Umurunu yüklenen kimseye bağlılık sözünün verilmesini istiyor:
“Ey Peygamber! İnanmış kadınlar sana gelip Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamaları, hırsızlık etmemeleri, zina etmemeleri, çocuklarını öldürmemeleri, elleri ile ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemeleri, iyi bir işte sana karşı gelmemeleri hususunda sana bağlılık sözü verirlerse, onları kabul et; ve onlar için Allah’tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (Mümtehine 60/12)
“Allah ve Resulü bir şeye hükmettiği zaman; ne mümin erkekler için ne de mümin kadınlar için artık işlerinde bir seçme hakkı olamaz. Kim de Allah’a ve Resulüne isyan ederse; şüphesiz ki apaçık bir sapıklıkla sapmış olur.” (Ahzab 33/36)
12- Allah bizden kendi tarafında olmamızı istiyor:
“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allah’a ve Resulüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, imanı yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah’ın tarafında olanlardır.” (Mücadele 58/22
“Ey iman edenler! Eğer babalarınız ve kardeşleriniz imana karşılık küfürden hoşlanıyorlarsa, onları dost edinmeyiniz…” (Tevbe 9/23)
13- İslam’ın hiçbir dünya görüşü ile bağdaştırılamayacağını ilan ediyor:
“De ki: Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Ben de asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Sizler de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim de dinim bana” (Kafirun 109/1-6)
Bu ayetleri okuyan Hz.Muhammed (as) nasıl bir sünnet ortaya koymuştur?  Bir de o noktadan bakmaya çalışalım.
Hz. Muhammed (as)’ın İzlemiş Olduğu Yol Ve Yöntem:
Muhammed (as) Peygamber olduğu günden itibaren vahyin kendisine çizmiş olduğu rotayı takip ederek hedefine ulaşmaya çalışmıştır. Mekke döneminde 13 yıl boyunca kendisine yapılan teklif ve tehditlerin hiç birisine rağbet etmemiş; Yoluna çıkan engellere ilgili ayetlerle cevaplar verilerek bertaraf edilmiştir. Bütün zorluklar göğüslenerek 13 yıl Mekke de Kureyş’e yapılan tebliğ fayda vermeyince hicret mukadder olmuştur.
Akabe görüşmelerinde temeli atılan Medine İslam devleti, hicretle kemale ulaşmış ve fiilen gerçekleştirilmiştir.  Medine’de İlk günden itibaren küçük askeri birlikler oluşturarak Kureyş’i daima gözlem altında tutmaya başlamış; geceleri şehrin belirli yerlerine nöbetçiler koymuş, Medine’nin sınırlarını belirlemek için sınır taşları diktirmiş, Nüfus sayımı yaptırmış ve çevredeki Yahudi, Hıristiyan, Müşrikler ve Müslümanlarla Meşhur Medine Musalahası denilen 47 maddelik Vatandaşlık anlaşmasını yapmıştır. Mescidin yapılması, askeri birlikler oluşturarak çevrelerinde olup bitenlere karşı daima teyakkuzda bulunmuştur.
İçte ise, bir Ensar ile bir Muhaciri kardeş yaparak ellerindeki imkânlarını aralarında paylaştırmıştır. Bu anlamda “Yesrib” Gerçekten “Medine’tün Nebi” Peygamber şehri olma şerefine ulaşmıştır. Hiçbir zaman İsrail oğullarının Musa (as) yaptıkları gibi sızlanmamış,  şikâyetçi olmamışlardır. Bu uğurda Allah Teâlâ’nın iltifatına layık olmuşlardır.
     “İyilik yarışında önceliği kazanan Muhacirler ve Ensar ile onlara güzelce uyanlardan Allah razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde temelli ve ebedi kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır; işte büyük kurtuluş budur.” (Tevbe 9/100)
Allah Teâlâ cihada izin vermiş, bu muhlis topluluk İslam’ın düşmanlarıyla Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te…  Mallarıyla ve canlarıyla savaşarak Allah’ın dinini, İslam’ın şanını yüceltmişlerdir.
Peygamber  (as) Hudeybiye anlaşmasından sonra çevredeki devletlere resmi elçiler göndererek İslam’a davet etmiş, Mekke’nin fethinden sonra Tebük’e kadar giderek bölgeyi emniyete almıştır. Hasta yatağında iken Usame ordusunu şehir dışında hazır bulundurmuştur. Devlet olmanın gereğini asla göz ardı etmemiştir.
Buradan hareketle bir tespitte bulunmak istiyoruz:
Bir düşünce ki hiçbir düşünce ile uzlaşma kabul etmiyor.
Hem nefislerde hem de hayatta Allahtan başka hüküm koyucu ve mutlak hükmedici de kabul etmiyor.
Allah’a, Peygambere ve Bizden olan emir sahiplerine itaati emrediyor.
Ehli Kitaba, kâfir ve Müşriklere itaat etmeyi, dost edinmeyi, onları veli edinmeyi ise yasaklıyor.
Hükmettiğimiz zaman Adaletle hükmetmeyi, İşleri ehline vermeyi, İşlerimizde birlerimizle istişare etmeyi emrediyor.
Allah’ın İndirdiği hükümler ile hükmetmeyenleri kâfirler, zalimler ve fasıklar olarak niteliyor.
İman edenlerden Kur’an ile hükmetmelerini istiyor.
İnsanları hayra çağırmayı, iyiliği emredip kötülüğü yasaklamayı emrediyor.
Katili, zaniyi, müfteriyi, hırsızı, asiyi cezalandırmayı istiyor.
Hukukta bir kaide vardır:”Bir vacibin yerine getirilmesi için gerekli olan şey de vacibdir” diye.
Bu emirlerin yerine getirilmesinin imkânını düşündüğümüz zaman, İslam’ın hayata hâkim olmadığı bir sistemde bu hükümlerin yerine getirilmesi mümkün değildir. Bunu, içinde yaşadığımız acı tecrübe ile görüp bilmekteyiz. Bu hükümlerin uygulanabilirliği ancak bu düşüncenin hâkim olduğu bir devlet düzeninde mümkün olacaktır.
Bunca delile rağmen “İslam’ın DEVLET önerisi yoktur, Peygamberin devlet kurması kabile asabiyetinin sonucudur, o istemedi ama Kabile asabiyetinin sonucu olarak devleti kucağında buldu ve reddetmedi” gibi anlayışlar güneşi görmemek için gözünü kapamaktır. Eğer ihanet değilse, Allah ve Resulüne iftiradır.
Sizin dostunuz ve veliniz Allah, Peygamber ve Allah ve Resulüne gerçekten iman eden Müminlerdir.
İslam’a karşı savaşanlar ile Müslüman oluncaya veya boyun eğip cizye verinceye kadar savaşmayı emrediyor.
Düşünelim: Allah, bunca hükmü ve yol göstermeyi, yeryüzünde “ ekini ve nesli bozmaya koşanlara” iktidar sağlamak, onlara hizmet edecek uysal kullar üretmek için mi veriyor?
Yine düşünelim, Allah’ın koymuş olduğu hükümlerin hayata geçirilmesi, bir başka dünya görüşünün ve değer yargılarının hâkim olduğu ortamda mümkün olur mu?
Allah’ın elçisi ilahi iradenin kastı olmayan bir işi yapmak için savaşır, can verip can alacak bir mücadeleye girer de Allah ona müdahale etmez mi?
Allah’tan başka otorite kabul etmemeyi ilk şart olarak belirleyen bir dünya görüşü, hayatı düzenlemeyi başkalarına bırakır mı?
Bu minval üzere yüzlerce soru sorulabilir ve İslam’dan cevapları bulunabilir.
Her fikir sahibi olan insan, fikrine ve kendisine iktidar isterken, Yaratıcının ve her şeye kadir olan Allah’ın Dinine iktidar istemediğini ve nasıl iktidar edileceğini elçileri ile insanlığa öğretmediğini söylemek Allah’a iftiradır ve abesle iştigaldir.
Bu dinin ibadetini öğreten Peygamber, siyasetini de öğretmiştir.
Sonuç olarak İslam, Egemenliğin tümüyle Allah’a ait olduğunu ilan etmektedir. İslam devletinde yasama Allah’a aittir. Ana yasa denilen ana ilkeler Allah tarafından elçisine göndermiş olduğu vahiylerle tespit edilmiştir.
Başta peygamber (as) olmak üzere bu dünya görüşünde kimsenin bir imtiyazı yoktur. Peygamber ve onunla birlikte iman edenler “emrolundukları gibi dosdoğru olmak” ve onun ilkelerine göre yaşamak zorundalar. Herkesin hak ve görevlerini belirleyen Allah’dır. Bu özellikleri ile İslam Tam anlamıyla kendine özgü bir devlet anlayışına ve yapılanmasına sahiptir.
Halkın umurunu yüklenen kimseye, doğacak yeni hukuki konularla ilgili çözüm getirmek için, temel yasalara uygun olarak içtihat yapma yetkisini vermiştir. Bu uygulama ile yürütmeye gereken kolaylığı sağlamıştır.  “Onların işleri aralarında istişare iledir.” İlkesi işletilerek her türlü müşküle çözüm üretmenin yolu açılmıştır.
Çözüm üretirken, Malın, Canın, Aklın, Dinin ve Neslin korunmasını esas almıştır.
İslam ile hükmedildiği sürece bir tıkanma yaşanmamış, Tıkanma, insanların dinden ve dini düşüncelerden uzaklaşarak, kendi düşüncelerini küçük görmeye, çözümü başka yerde aramaya başlamalarının sonucunda oluşmuştur.
Çünkü bir dünya görüşü akidesi ve ahkâmıyla birlikte hayata geçirilirse,  insanları başarıya götürür. İmandan yoksun bir uygulama işe yaramayacağı gibi, uygulamadan yoksun bir imanda bir işe yaramayacaktır.
Buna rağmen, devlet yapılanmalarından bahsedilirken, İslam devlet anlayışı diye bir şeyden bahsedilmeyişi masum bir olay değildir. Varlığı hatırlatılmak bile istenmeyerek gözden ve gönüllerden uzak tutulmaya çalışıldığı açıktır.
Hâlbuki tarihin bir döneminde kurulmuş, uzun yıllar yaşamış, arkasında silinmeyen izler bırakmış bir hukuk devletini, bu devletin bağlı olduğu hukukun kaynağı olan Kur’anı ve bu gün itibariyle 1,5 milyar Müslüman kitlesini kimse görmezden gelemez.
Tarihi, insanlıkla yaşıt olan “ED DİN”, Kur’an’ın beyanıyla Zülkarneyn ve Süleyman (as) ‘ın dönemlerinde kurulan cihan devletleri doğudan batıya, güneyden kuzeye yapmış oldukları seferleriyle, yeryüzünü ıslah etmiş, İnsanlığı İslam ile tanıştırmış ve Allah’ın dinini yeryüzüne hâkim kılınmıştır.
Son olarak da Hz. Muhammed (as)’ın eliyle yeniden devlet olmuş ve uzun yıllar üç kıtada bu hukukun hâkimiyeti sürdürülmüştür.
Aslında devletin niteliğini, O devlette Tatbik edilen hukuk belirler. Bir devletin İslam devleti olması, hukukunun Kur’an ve sünnete dayanması ile mümkündür. Halkının çoğunluğunun Müslüman’lardan olması o devleti Müslüman yapmaz. Ancak hâkimiyetin Yalnızca Allah’a ait olması ve insanlara o’nun hükümlerinin tatbik ediliyor olmasıyla mümkündür.
Asrı Saadetten Osmanlının son dönemine kadar Müslümanların coğrafyasında bu hukuk yürürlükte tutulmuştur. Devletin liderlik anlayışı saltanata dönüştürülmesine rağmen hukuk hep aynı kalmıştır.
Kötü tatbikatların suçu hukuka / Dine mal edilemez. Günah ve kusur hukukta değil onu güzel uygulamayan şahıslar veya toplumlardadır.
İslam Müslümanların yozlaşmasıyla bu hale getirilirken, seküler hukuk ve rejimlerin bundan nasibini almadığını düşünmek mümkün değildir. İnsanın eliyle icra edilen bir şeyin zaman içerisinde yozlaşması insanlık tarihi boyunca hep ola gelmiştir. Bunun en açık örneği Kur’anın şahadetiyle Ehli Kitabın durumudur.  Kral ve Sultanları tenkit edenler, iktidara geldikleri zaman kendi krallıklarını kurmak için ellerinden geleni yapmışlardır.
Egemenliğin halka ait olduğunu söyledikleri Demokratik devletlerde halkın ne kadar egemen olduğu da  malümdur!…
Bütün rejimlerde iktidarda aslan payını paylaşan mutlu bir azınlık ola gelirken, geride sefaleti paylaşan hep halkın çoğunluğu olmuştur.
İslam’ın Zekât ve sadaka hükmünü dini bir vecibe olarak koymasıyla sosyal dengeyi sağlamış; Tarih boyunca Mustazaf’ların elinden tutan hep İslam olmuştur.
İnsanları kendilerine kul edinen Mele ve Mütref’lerin elinden kurtararak Allah’a kul olmalarını sağlamak için Allah, Elçilerini ard arda göndererek insanlığı bu durumdan kurtarmış, şerefli bir konuma yükseltmiştir.
“ Müşrikler hoşlanmasa da, Dinini bütün dinlere üstün kılmak için; Resulünü hidayet ve hak din ile gönderen O’dur.” (Tevbe 9/33)
Ey İman Edenler!
Hep birlikte Allah’ın ipine (kitabına, dinine) sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de, O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun (bu) nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz.
Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle apaçık bildiriyor ki, doğru yola eresiniz.” (Ali İmran 3/103)
Hayat ve kâinatın yaratıcısını, İnsan hayatını düzenlemeden uzak tutmak isteyenlere Allah, heveslerini kursaklarında bırakacak şu cevabı veriyor:
“Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini hidayet ve hak din ile gönderen O’dur. Şahit olarak Allah yeter.” (Fetih 48/28)
“Onlar, Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Hâlbuki kâfirler istemeseler de; Allah, nurunu tamamlayacaktır.” (Saf 61/8)
Ey Müslüman olduklarını haykıran muvahhitler! Sözlerinizde samimi iseniz gayret edin de bu şeref sizin olsun. Allah nurunu sizin elinizle tamamlasın!..
0 notes
halilintifada · 8 years
Text
Müşrik araplar ve gelenekleri
(1/1)
✿ Ayşe: İkinci Bölüm MÜŞRİK ARAPLAR VE GELENEKLERİ Hz. İbrahim ve ismail'in tebliğ ettiği Hanif Dini üzere bulu­nan Araplar zamanın geçmesiyle, sahip oldukları bu inançlarını tahrif ederek, tevhidi bırakmışlar, şirke yönelmişler, çeşitli putla­ra tapmaya başlamışlardı. Arapların, şirk ve küfür içinde oldukla­rı İslâm öncesi bu döneme Cahiliye Devri denilmektedir. Tev-hid'in kıblesi olan Kabe putlarla doldurulmuş, Hz. ibrahim'in sünneti tahrif edilmişti. Huza'a kabilesinin Mekke'ye hakimiyeti esnasında onların başkanları olan Amr b. Luhay el-Huzaî, Hz. ibrahim'in Dini'ni tahrif etmiş, Suriye'den getirdiği Hübel adlı putu Kabe'ye yerleş­tirmiştir. Onun Araplar arasında putperestliği yayan kimse oldu­ğu kaydedilmektedir. Yine O, Hz. ibrahim'in Sünneti'nde birçok hususu tahrif etmiş, Bahîra, Şaibe, Vasile, Hami gibi adak çeşitle­rini ortaya atmıştır. Müşrik Araplar Hz. ibrahim'in tevhid dini Haniflik'ten ayrılmış olmalarına rağmen, yine de ondan kalan ba­zı izleri bir gelenek halinde devam ettirmişlerdir. Şimdi, müşrik araplarm Asr-ı Saadet'te sahip oldukları bazı geleneklere yer ver­mek istiyoruz. [131] a) Gusül: Cahiliye döneminde kendilerine Hanif denilen ve Hz. ibra­him'in Sünneti üzere yaşamaya çalışan bazı kimselerin yanında, müşrik araplar da cünüplükten dolayı gusletmekte, mazmaza ve ıstinşak yapıp, misvak kullanmaktaydılar.[132] Nitekim Mekkelile-nn başkanı Ebu Süfyan, Bedir savaşında müşrik ordusunun hezi­mete uğramasından dolayı, Hz. Peygamberle savaşmcaya kadar cünüblükten dolayı başına su değdirmemeyi adamıştı,[133] Süheylî, Ebu Süfyan'm bu nezri ile ilgili olarak 'cünüblükten dolayı guslet­mek, Cahiliye devrinde hac ve nikâh gibi Hz. ibrahim'in Dini'nden kalma bir iz olarak kendisiyle amel edilen bir husustu' demekte­dir.[134] Yine müşrik arap kadınlara bu dönemde, hayızh oldukları halde putlara yaklaşmıyor, onlara el sürmüyorlardı. Bunun sebe­binin hayızh kadınların temiz kabul edilmemesi olduğu açıktır. Cahiliye dönemi şiirlerinde buna dair bilgilere rastlamaktayız. Nitekim Cahiliye dönemi şairlerinden Bala b. Kays b. Yamer, bir sininde: "Düşmanları da bıraktım, kuşlar biraz uzaklarında bekleşi-yorlardı, hayızh kadınların Menâfi çevresinde bekleyişleri gibi."[135] demektedir. Bişr b. Ebi Hazım da bir şiirinde: "Başında kuşlar oturuyormuş gibi hareketsiz, ona yaklaşıl­maz, Hayızlılann îsâf önünde duruşları."[136] demiştir. Şiirlerde bahsedildiği gibi, Cahiliye devrinde hayızh kadınla­rın putlara yaklaşmamaları, bu devirdeki müşrik kadınların te­mizlenmek ve onlara dokunabilmek için hayızdan sonra yıkan­dıkları ihtimalini hatıra getirmektedir. Bunun da, Hz. ibrahim'in Dini'ninden kalan, tahrif edilmiş bir gelenek olduğu açıktır. [137] b) Namaz: I. Goldziher, namaz ibadetinin Cahiliye devrinde mevcut ol­madığını, "Salat" teriminin Hıristiyanlık'tan alınma Arapça olma­yan bir kelime oluşunun buna delil teşkil ettiğini iddia etmiştir.[138] Cahiliye döneminde namaz ibadetinin olmayışı, eğer doğru kabul edilirse, Hz. ibrahim'in Dini'inde mevcut olan namaz ibade­tinin, zamanla cahiliye Arapları tarafından terkedilip, unutul­muş olduğunu gösterir. Cahiliye Araplarmm Hz. ibrahim'in Dini'nde mevcut olan birçok hususu unuttukları gözden uzak tutulmamalıdır. Nitekim Ebu Zer ve Kus b.Saide'nin, Cahiliye döneminde namaz kıldıklarını daha Önce kaydetmiştik.[139] Ayrıca KurJan-ı Kerim'de yer alan, "Kabe'deki ibadetleri (Salat) sadece ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir"[140] ayeti Cahili­ye döneminde müşrik araplarm namaza yabancı olmadıklarını göstermektedir. Nitekim bu dönemde müşrikler, erkek-kadm, açıksaçık el ele tutuşur, Kabe'nin etrafında dolaşırlar ve ıslık çalıp el çırparlardı. Böylece, ibadet ediyoruz diye çalar, oynar, hora te­perler ve yaptıklarını alkışlarlardı. Hz. Peygamber Kabe'ye gelip namaz kılmak ya da Kur'ân okumak istediği zaman, çoğu zaman böyle ayin yapmakta ileri giderler, kendileri de namaz kılıyor ve dua ediyorlarmış gibi gösteri ve gürültü yaparlar, bunu kendileri­ne bir ibadet sayarlardı.[141] Yine Cahiliye döneminde Ka'b b. Lüey'in Kureyşliler'i Cuma günü toplayıp, içinde bir de hutbe kısmı bulunan haftalık bir iba­det yaptığını daha önce kaydetmiştik. Bugüne Cuma, Maruzat (Açıklama), Yevmü'l-Arube (Araplık Günü) denilmekteydi.[142] c) Bayram: Cahiliye devrinde Medinelüer'in iki bayramından bahsedil­mektedir. Medineliler bu günlerde oyun oynar ve şenlikler yapar­lardı. Hz. Peygamber, Medine'ye hicret ettiği zaman Medineli-ler'in bu bayramlarım görünce: "Bu iki gün nedir?" diye sormuş, onlar da "Biz cahiliye devrindeyken bu iki günde şenlik yapardık" diye cevap vermişlerdi. Hz. Peygamber de "Allahü Teala, sizin bu iki bayramızım onlardan daha hayırlı iki bayram ile değiştirdi: lyd-i Fıtır ve Iyd-i Edhâ" buyurmuştu.[143] Bazı kaynaklarda Cahili­ye Döneminde Medinelilerin kutladıkları bu iki bayram gününün Nevruz ve Mihrican günleri olduğu kaydedilmektedir.[144] d) Yağmur Duası: Yağmur duasına çıkma âdetinin Cahiliye dönemi Arapları arasında da mevcut olduğunu görmekteyiz. Nitekim Abdülmutta-lib'in, yamnda Hz. Peygamber olduğu halde Kureyşlilerle birlikte Ebu Kubeys dağına yağmur duasına çıktığı ve onun Peygamberi-miz'in yüzü suyu hürmetine yağmur dilemesinden sonra, çok geçmeden yağmur yağdığı kaydedilmektedir.[145] Daha sonraları Peygamberimiz'in amcası Ebu Talib de Kureyşlilerle birlikte yağ­mur duasına çıkmıştır. Ebu Talib'in Hz. Peygamberin elinden tu­tarak Kabe'ye götürdüğü ve O'na dua ettirdiği, bundan sonra yağ­mur yağıp Mekke derelerinin sularla dolu taştığı nakledilmekte­dir.[146] e) Cenaze Uygulamaları: Cahiliye döneminde Araplar, cenazelerim yıkarlar, kefenler­ler, üzerine dua okurlardı. Ölünün tabuta konulmasından sonra, velisi ayağa kalkarak, ölünün bütün iyiliklerini sayar, medheder ve sonra: "Allah'ın rahmeti senin üzerine olsun" derdi. Bu bir çeşit cenaze namazı sayılır, daha sonra cenaze defnedilirdi.[147] Kaynaklarımız, Peygamberimiz'in amcası Ebu Talib'in cena­zesinin yıkandığım, kefenlenip defnedildiğini haber vermekte­dir.[148] Peygamberimiz'in hanımı Hz. Hatice de vefat ettiği zaman, cenaze namazı henüz farz kılınmadığı için Cahiliye devri usulüne göre dua yapılmıştı. Yine Cahiliye Devri'nde "Beliyye" denilen bir uygulama daha vardı. Buna göre, Müşrik Araplar, ölenin mezarının yanma bir de­ve getirirler, devenin boynuna bir halka takarlar ve hayvanı ölün­ceye kadar bu şekilde mezarın yanında bırakırlar veya mezara gö­merlerdi. Buna da "Beliyye" derlerdi.[149] Cahiliye Dönemi'nde bir kişi Öldüğü zaman Araplar, çarşı, pa­zar, sokak ve evlere adamlar göndererek bir kimsenin öldüğünü ilan ederlerdi. Araplar arasında yaygın olan o zamanki âdete göre, şerefli birisi öldüğü ya da öldürüldüğü zaman, kabilelere bir atlı gönderilir, o da "Filanın ölümü ile araplar helak olmuştur" gibi sözlerle, o kişinin öldüğünü duyururdu.[150] Yine bu devirde cenazeye katılan müşrik Araplar bir takım aşırılıklarda bulunur, üzüntülerini dile getirmek için elbiselerini değiştirirler, matem elbisesi giyerlerdi. Cenaze geçerken de ayağa kalkarlardı. Cahiliye dönemi Araplarımn "Ben Öldükten sonra arkamdan matem tutun" diye vasıyyet ettiklerini görmekteyiz. Nitekim Cahili şair Tarafe'nin öldükten sonra kendisine layık bir şekilde matem tutulmasını bir beyitinde vasiyet ettiğini bilmek­teyiz: "Ben öldüğüm zaman bana yakışır bir surette ağla, Benim için yakalarını yırt, ey Ümmü Mabed"[151] Peygamberimiz'in dedesi Abdülmuttalib de, vefat edeceği za­man kızlarını toplayarak ağıt yaktırmıştır.[152] Müşrik Araplar ma­tem tutarken, Ölünün iyiliklerim sayarak ağlarlar, feryad ve figan ederler, yanaklarını, yüzlerini, başlarım, dizlerini döverler, yaka­larını ve elbiselerini yırtarlar, yüzlerini tırmalarlar, manzumeler­le ölünün iyiliklerim yayarlar, kendilerinin de helak olması için dua ederlerdi.[153] Yine Cahiliye Dönemi'nde cenaze sahipleri yemek hazırlaya­rak cenazeye katılanlara ikram ederlerdi.[154] Bu husus da matem­den sayılırdı. [155] f) Oruç: Cahiliye Dönemi'nde Kureyşliler'in Receb ayında oruç tut­tukları kaydedilmektedir.[156] Yine bu dönemde Kureyş'in işledikle­ri bir günaha kaffaret olmak üzere veya kıtlık tehlikesine karşı şükran borcunu ödemek için oruç tuttukları nakledilmektedir.[157] Kaynaklarımızda, Cahiliye döneminde hem Kureyş'in, hem de Hz. Peygamberin Aşura günü oruç tuttuklarından bahsedil­mektedir.[158] Cahiliye devrinde görülen bir oruç çeşidi de "Sükut Orucu"dur. Cahiliye Arapları bir gün boyunca hiç konuşmazlar ve bunu bir ibadet sayarlardı. Hz. Peygamber: "Bir gün, bir geceye kadar sükut etmek yoktur" buyurarak bu âdeti yasaklamıştır.[159] Buharî'nin kaydettiğine göre, Hz. Ebu Bekir de, Zeynep adlı bir kadının sükut orucu tuttuğunu görerek, "Bu iş cahiliye fiillerin-dendir" diyerek kendisini uyarmıştır.[160] g) Hac: Hz. ibrahim devrinden kalma hac ibadetinin Cahiliye döne­minde de devam ettiğim ve ihram, telbiye, vakfe, tavaf, sa'y, cem­relerin taşlanması, kurban kesilmesi gibi esasları içindu bulun­durduğunu bilmekteyiz. İhram, Vakfe, Tavaf, Sa'y ve diğer uygulamaları: Kaynaklarımız, Cahiliye devrinde müşriklerin, putlar için ih­rama girdiklerini haber vermektedir. Bu dönemde Medineliler-den bir kısmı Müşşellel mevkindeki Menat putu için telbiye ede­rek ihrama girerken,[161] Medinelilerden diğer bazı kimseler ise deniz tarafında bulunan Isâf ve Naile adlı bir put için ihrama girmekteydiler.[162] Yine Cahiliye devri halkı ihramdayken hayvan eti ve yağ yemeyerek, perhiz yapmaktaydılar.[163] Bu dönem halkı­nın, ihrama girmeyi bir takım lüzumsuz ilavelerle zorlaştırdıkla­rım da görmekteyiz. Söz gelimi ihrama girdikleri zaman gölgede oturmazlar, eve yahut çadıra girmeleri gerektiğinde, evin arka tarafını delerek veya evin üstünden atlayarak, ya da merdiven kurarak içeri girerler ve bunu bir iyilik sayarlardı. Medineliler de hac dönüşlerinde evlerine kapılarından girmezler, evlerinin arka­larından içeri girerlerdi. Aksi bir davranış şiddetle kmanırdı.[164] Kureyş ve Harem halkı ise, ihramlı iken evlerine kapılarından girip çıkarlardı. Ancak Medineliler ile Ehl-i Meder ve Ehl-i Veber (Köylüler ile Çadırda yaşayanlar) ihramlı iken evlerine ve çadırla­rına kapılarından girmezlerdi.[165] Cahiliye döneminde haccedenler ihramdan çıkmak için traş olurlardı. Bu dönemde Medineliler îsâf ve Naile adlı putlar için telbiye ederek ihrama girerler, Safa ve arasında sa'y yaptıktan sonra traş olurlardı.[166] Diğer bazı kabileler ise tavan bitirdikten sonra Menat adlı putun yanına ge­lirler ve başlarını bunun yanında traş ederlerdi.[167] Cahiliye döneminde Kabe özel bir kıyafetle tavaf edilir, Mekkeliler bu iş için özel bir kıyafet satarlardı. Bu kıyafeti satın alamayanlar çıplak tavaf ederlerdi. Bu hususa hem Kur'ân-ı Ke-rim'de hem de hadislerde işaret edilmiştir.[168] Cahiliye dönemi Arapları, Amr b. Luhay'dan beri telbiyeleri-ne şirk karıştırmışlardı. Kaydedildiğine göre, Kureyş, Kinane ve Huza'a kabilelleri, "Buyur Allahım, buyur! Buyur, senin ortağın yoktur. Ancak bir ortağın vardır. Sen ona ve onun sahip oldukları­na hükmedersin" şeklinde telbiye ediyorlardı.[169] Araplar, bu şirk dolu telbiyelerinde "ortak'la Hübel ve îsaf adlı putları kasdeder-lerdi.[170] Diğer kabilelerin de ayrı ayrı telbiyeleri vardı. Bunların da içine şirk ifade eden sözler karıştırılmıştı.[171] Cahiliye döneminde Kinane, Kureyş ve Huza'a kabileleri ken­dilerine "Hums" adım vererek, diğer Araplardan üstün ve ayrıca­lıklı olduklarını iddia ederlerdi. Bunlar, hac esnasında Ha­rem'den dışarıya çıkmazlar, Müzdelife'den ileriye gitmezlerdi. "Biz harem halkıyız, Harem halkıyız, Harem'den dışarı çıkmayız" derlerdi. Vakfe için Arafat'a çıkmayarak, Müzdelife'de vakfe ya­parlardı. Buna gerekçe olarak da "Biz, Hz.İbrahim'in evladıyız. Kabe'nin sahipleriyiz. Mekkeliyiz. Arap kabilelerinin hiçbirinin ferdleri bizim şeref ve asaletimize sahip değillerdir. Bundan sonra hiçbir şeye tazim etmeyip, bütün hürmetimizi Harem dahiline hasretmeliyiz. Arafat'ta halk ile vakfe yapmak bizim kadrimizi düşürüyor" fikrini ileri sürerlerdi.[172] Böylece Arafat vakfesini tah­rif etmişlerdi. Diğer Arap kabileleri ise Arafat'ta vakfe yaparlardı. Arafat'tan da güneş tam dağın tepesindeyken dönerlerdi. Hacıları Arafat'tan indirme vazifesi de Mudar oğullarına aitti. Bu vazife onlardan Gavs b. Mürr tarafından yerine getirilirdi. Bu zatın lakabı "Sufe" idi. Bu vazife daha sonra çocuklarına geçmişti. Arafat'ta vakfeden sonra Araplar, "Ey Sufe izin ver de inelim" der­lerdi. O zaman bunlardan biri kalkıp izin verdiğini ilan ederdi.[173] Cahiliye döneminde güneş doğmadan evvel Müzdelife'den ha­reket etmezlerdi. "Ey Sebir dağı aydınlan ki, biz de acele kurban kesmeye gidelim" derlerdi.[174] Güneş doğuncaya kadar Müzdeli-fe'de duran müşrikler, burada babalarını, dedelerini överek, övü­nerek vakit geçirirlerdi. Söz gelimi bu esnada bir adam dağın tepe­sinde ayağa kalkar, "Ben filan oğlu filanım, ben şöyle yaptım. Ba­bam da yedirir içirirdi. Başkalarının borçlarını öder, diyetlerini üzerine alırdı. Dedem de böyle yapardı" der, diğer insanlara karşı ovunurdu. Arafat'tan gelen hacılar görsünler de yollarım kaybet­mesinler diye geceleyin Müzdelife'de ateşler yakılırdı. Bunu ilk defa Peygamberimiz'in dedelerinden Kusay yaptırmıştır.[175] Cahiliye devrinde, hacıların Müzdelife'den Mina'ya gidebil­mesi için de Benî Sufe denilen bir ailenin izin vermesi gerekirdi. Bu olay kurban kesileceği günün sabahında cereyan ederdi. Bu vazifenin başında Zeyd b. Advan oğulları bulunuyordu. Onlardan bu işin başında son olarak bulunan Ebu Seyyare Ümeyle b. Azel idi. Bu zat, kafile başkanı olarak çıplak bir eşek üzerinde kırk yıl devamlı bir şekilde hacıları Müzdelife'den Mina'ya götürmüş­tür.[176] Yine bu dönemde müşriklerden bazıları, Mina'dan Mek­ke'ye üç günden evvel inmeyi, bazıları da dördüncü güne kalınma­sını günah saymaktaydılar.[177] Kabe'nin tavafı eski Arapların ibadet hayatında çok önemli bir yer işgal etmiştir. Tavaf ile aynı manaya gelen "Davar" kelime­si, bazan onun yerini almıştır. Ancak kaydedilen bazı Cahili Arap şiirlerinden tavafın sadece Kabe'ye mahsus olmadığı, müşrikler tarafından putların da tavaf edildiği anlaşılmaktadır. Müşrikler, Kabe'yi tavaf esnasında şiirler okur, kurbanlar keserlerdi. Bu ibadetler, Hums'a mensup olan Kureyş'in seçkin ve asil kişilerince idare edilirdi, ibadet maksadıyla (Tahannüs) her yıl Hira'ya çıkan Kureyşliler, dönüşte Kabe'yi tavaf etmeden evlerine girmezlerdi.[178] Bu dönemde Araplar, Kabe'yi yedi defa ta­vaf ederlerdi.[179] Kureyş kabilesi tavaf esnasında şöyle derdi: "Lât hakkı için, Uzzâ hakkı için, Onlar yüksek turnalardır, Onların şefaatlerine ümit bağlanabilir, Üçüncüleri Menat hakkı için."[180] Kur'ân-ı Kerim, Cahiliye Araplarmm Kabe'deki ibadetlerinin sadece ıslık çalmak ve el çırpmak'tan ibaret olduğunu haber ver­mektedir.[181] Bu dönemde müşrikler, erkek ve kadın, açık-seçik el ele tutuşur, Kabe'nin etrafında dolaşır ve ıslık çalıp el çarparlardı. Böylece, ibâdet ediyoruz diye çalar oynar, hora teperler ve yaptık­larını alkışlarlardı. Bu müşrikler 'Kabe'nin etrafında "Mükka" kuşu gibi ıslık çalarak dolaşmazsak haccımız tamam olmaz' der­lerdi.[182] Cahiliye Araplannm Kabe'yi çıplak olarak tavaf ettikleri kaydedilmektedir. "Hums" denilen Kureyş, Benî Amr, Sakîf, Hu-za'a gibi kabileler müstesna, diğer Araplar, Kabe'yi çıplak olarak tavaf ederlerdi. Eğer Hums kabileleri, bunlara tavaf için elbise ve­rirlerse, bu elbiseleri giyerek tavaf yaparlardı. Bunun için erkek­ler, erkeklere, kadınlar da kadınlara elbise verirler, Humslular-dan elbise alamayanlar ise çıplak tavaf ederlerdi.[183] Bu konuda Dabba'a bint Amir adlı bir kadının çıplak larak Kabe'yi tavaf ederken söylediği bir şiir bu konuda ip ucu vermektedir: "Bugün, vücudumun bir kısmı veya hepsi gözükür, Fakat ben, ondan görünene de cevaz vermem."[184] Hums'a mensup olanlar her zaman kendi elbiseleriyle tavaf yapma hakkına sahiptiler. Hums'a mensup olmayanlar ise, içinde tavaf yapacağı bir humslu elbisesi bulamazlarsa giydiği elbiseden ayrı getirdiği başka bir elbiseyi giyerek tavaf eder ve tavaftan sonra o elbiseyi isaf ve Naile adlı putların arasına atar, bundan bir daha faydalanamazdı.[185] Ya da, bu şahıs çıplak olarak tavaf etmek zorunda kalırdı.[186] Çıplak tavaf etmeyi göze alamayan kimseler ise, Mekkeliler'den elbise satın almak ya da kiralamak mecburi-yetindeydi. Çıplak tavaf yapan Araplar arasında Benî Amir kabi­lesi de vardı. Ancak erkekler gündüz, kadınlar gece tavaf yapar­lardı. Çıplak tavaf eden kadınlardan bir kısmı, bellerine, deriden yapılmış uzun sırmalar bağlayarak korunmaya çalışırlardı. Humslu olmayanlardan ancak önemli kimseler kendi elbiseleriy­le tavaf yapabilir, fakat elbiselerinden bir daha faydalanamazlar­dı.[187] Bunun sebebi şuydu: Humslularm koyduğu kural gereği, Harem'in dışındaki elbise ile Harem'in içine girilmezdi. Dışardan gelenler, Mekke'de giyeceği elbiseyi satın almak, yahut ödünç bul­mak zorundaydılar. Şayet Humslular'dan elbise bulamazlarsa, "içinde günaha girdiğimiz elbise ile tavaf caiz değildir" diyerek anadan doğma çırılçıplak olarak Kabe'nin etrafında dolaşırlardı. Çıplak dolaşmaya utananlar ise, elbiseleriyle tavaf yaparlar, an­cak sonunda elbiselerini çıkarıp, atmak zorunda kalırlardı. Atılan bu elbiselere, "Leka" denilir ve bunlar Mekkeliler tarafından top­lanırdı.[188] Fakat Arapların gözü gönlü attıkları bu elbiselerinde kalırdı. Elbise bulumayanlar çıplak tavaf ederken "Biz babaları­mızı bu hal üzere bulduk, Allah bize böyle emretti" derlerdi.[189] Cahiliye döneminde tavaf eden bir kimse, önce Kabe'nin ya­nında bulunan İsaf adlı puttan başlar, onun önünde istilam eder, tavafını Naile adlı putun yanında istilam ile bitirirdi.[190] Rebia ka­bilesi ile diğer bazı Araplar Cahiliye döneminde veda tavafı yap­madan dağılırlardı. Bunlar haccettiklerinde son nefr'de (dönüşte) dağılırlar, teşrikin sonuna kadar (Mina'da geçirilen üç gün) bekle­mezlerdi.[191] Cahiliye döneminde Amr b. Luhay, Mekke'de putperestliği yerleştirdiği sırada Safa ve Merve tepelerine de isaf ve Naile deni­len, erkek ve kadın şeklinde iki put diktirmişti. Hac ve umre ya­pan müşrikler, say yaparken ta'zim maksadıyla bunları meshedi-yorlardı.[192] isaf adlı putun Safa1 da, Naile adlı putun da Merve'de olduğu kaydedilmektedir.[193] Menat putu için ihrama giren Ensar ve Gassan kabileleri ise, Safa ve Merve arasında sa'y yapmıyorlar­dı.[194] Kureyş'ten Menat putu için ihrama giren kimselere de, Safa ve Merve arasında Sa'y yapmak dinlerine göre helal sayılmazdı.[195] Kısacası cahiliye dönemi halkı Safa ve Merve arasında sa'yi şirke ait hususlarla karıştırmışlardı. Cemrelerin taşlanması hususu Cahiliye döneminde de mev­cuttu. Nefr (dönüş) günü olunca halk cemreleri taşlamaya gelirdi. Sufe'den bir görevli halk için cemreye bir taş atar, o taş atıncaya kadar halk taş atmazdı. Acele eden kimseler Sufe'ye gelirler ve "Kalk taşla ki, bizde seninle beraber taşlayalım" derlerdi. O da, "Hayır, Vallahi güneş batıya meyletmedikçe olmaz" derdi. Acele edenler bu konuda onu sıkıştırmaya devam ederlerdi. Sufe de, güneş batıya meyledinceye kadar bundan kaçınır, sonra kalkar cemreyi taşlar, insanlar da onunla beraber taşlarlardı.[196] Halk bu esnada "Al sana, al sana" diye bağrışarak taşları atardı. Bir taraf­tan da itişip kakışmalar, birbirine vurmalar olurdu. Cahiliye döneminde müşrikler kurban kestikleri zaman, ka­nını Kabe'nin yüzüne sürerler, etini parçalar halinde taşların üze­rine koyarlar, "Allah için kestiğimiz şeyden vahşi hayvanlar ve kuşlar yiyinceye kadar bize bir şey yemek helal olmaz" derlerdi.[197] Bazan da putlar için kestikleri kurbanın kanını putlara sürerler, etlerini de onların üzerlerine koyarlardı. O dönemde kurbanların Mina'da değil, Kabe'de kesildiği anlaşılmaktadır. Müşrikler, Kabe'de kurbanlıklar da sevkeder, ancak bu kurbanlık hayvanla­ra binmezlerdi.[198] Kabe'ye sevkettikleri bu hayvanların boğazları­na gerdanlık asarlardı. Buna "taklid" denilmekteydi. Bu, sadece Kabe'ye kurbanlık olarak sevkedilen hayvanlara mahsus değildi. Müşrikler, nazardan korunmak, düşmanlara karşı kin ve intikam duygularını ifade etmek için de deve, at gibi hayvanlara gerdanlık (Kılade) takarlardı.[199] Umre Umre, Cahiliye döneminde de mevcuttu. Ancak müşrikler hac aylarında umre yapmayı yeryüzünde işlenen günahların en büyüklerinden sayarlardı. Bunlar, Muharrem ayını Safer kabul ederler, "Develerin arkasındaki yara iyi olur, Hacıların ayak izi silinir, Safer ayı da çıkarsa, O zaman umre, umre yapan kimseye helal olur" derlerdi.[200] Cahiliye döneminde hac aylarında umre yaptırmamalarının başlıca sebebi ekonomikti. Bu uygulama, hac için gelen halkın, memleketlerine dönerek ayrıca tekrar umre yapmak için Mek­ke'ye gelmelerim temin etme gayesine yöneliktir. Böylece, hac ay­larında umre yapmak yasak olduğu için, hacı memleketine döne­cek ve umre yapmak üzere başka bir zaman yeniden gelecek ve Mekkenin ticari hayatına canlılık kazandıracaktır.[201] Bu dönemde umre yapan kimseler Safa ve Merve arasında sa'y ederler, buralarda mevcut Isâf ve Naile adlı putlara, tazim için meshederlerdi.[202] Cahiliye dönemi halkı umreyi Receb ayında yapmaktaydı. [203] Nesî Cahiliye dönemi Arapları da, kamerî (ay) takvimi kullanıyor­lardı. Bu takvime göre hac mevsimi, yaza, sonbahara vs. bütün mevsimlere tesadüf edebilirdi. Çünkü her yıl, önceki yıldan on bir gün önce gelirdi. Fakat Mekkeli müşrikler haccm her zaman aynı mevsime, yani Bahara tesadüf etmesini istemişler ve bunun için ayların yerini değiştirmişlerdi. Buna nesî deniliyordu. Ebu Ma'şer el-Belhî ile el-Birunî, Arapların nesî uygulamasını Yahu­dilerden aldıklarım söylemişlerdir. Taberî'nin kaydına göre, Huzaalılar Kabe'nin idaresini ellerine aldıklarında, Haram ayla­rın vakitlerini tayin ve geciktirme vazifesini Mudar oğullarına verdiler.[204] Başlangıçta nesi vazifesini Yemenli Kindeliler ifa edi­yorlardı. Sonradan Malik b. Kinane, Muaviye b. Sevr el-Kindî'nin kızını nikahlayarak, takvim işleriyle meşgul olma vazifesini elde etti- Daha sonra da bu iş torunlarına geçti.[205] Bu konuda vazife gören kişiye Kalemmes veya Kalanbas deniliyordu. Bu vazifenin başında bulunanların sonuncusu Ebu Sümame Cünade (Cenna-de) b. Avf tır. Onun görevli olduğu vakit, islâm gelmiş ve bu işi ilga etmiştir. Peygamberimizin dedesi Kusay, vaktiyle bu işi Kinane kabilelerinden olan Neseelere bırakmıştır.[206] Cahiliye döneminde hac esnasında, nesi ile görevli olan Ka­lemmes, Kabe'nin kapısının önüne gelir ve yardımcısı, Kabe'nin Hatim denilen üstü açık kısmına geçer ve her biri şu sözleri söyler­di: "Ben, bütün ayıp ve kusurlardan uzak, hiç kimsenin günah yöneltemeyeceği öyle bir kimseyim ki, verdiğim hüküm reddedil­mez." Herkes bu iki vazifeliye gerekli talimatı sormaya gelirlerdi. Kalemmes de, gelecek iki yıl boyunca normal kamerî takvim akışı­nı takip etmelerini söyler, fakat her üç yılda bir kerre bunun aksi­ni söyleyerek, o yılın on ikinci ayından sonra boş bir ayın (ilave ay/Safer ayı) geleceğini, bunun sonunda da, ertesi yılın normal bir ayının başlaması gerektiğini belirtirdi. Böylece hac, iki yıl boyun­ca onikinci ayda, sonra birinci, sonra ikinci-ve bütün aylarda dönüp durmak suretiyle kutlanıyordu.[207] Cahiliye Araplannın bu­nu, hac zamanında her zaman yılın aynı mevsimine isabet etmesi ve Mekkeli tüccarların da katılmaları gerekli olan çeşitli panayır­ların kurulması zamanından ayrı bir vakte rastlaması için yaptık­ları açıktır. Cahiliye döneminde Araplar, hac mevsiminde dışardan gelen hacıların ticaret yapmasını günah sayarlardı. Hacıların ticaret için mal getirmesi, yahut nafakasını yanında bulundurması caiz görülmezdi. Bu husus, Mekke tüccarı ile esnafının fazla ahş-veriş yapmasına yarardı. Nafakası ve parası olmayan hacılar ise, dilen­meye mecbur kalırlardı. Dışardan gelen halk da, hac mevsiminde ahş-veriş yapmaktan sakınır ve "Bu günler zikir günleridir" der­lerdi. Halbuki hac esnasında Zü'1-Mecaz, Ukaz, Mina, Arafat ve diğer yerlerde panayırlar kurulurdu.[208] Bazıları da hacca giderken yanlarında yetecek kadar azık al-ma}a günah sayarlar, "Biz Allah'ın misafirleriyiz, azık almaya­lım" derler sora da dilenirlerdi. Yemen halkının böyle yaptığını kaynaklarımız haber vermektedir. Hunıs'a mensup müşrikler ise; "Harem dışındaki halkın hac veya umre için Mekke'ye geldikle­rinde beraberlerinde getirdikleri yiyeceklerden Harem içinde ye­meleri caiz değildir" demekteydiler.[209] Bu dönemde bazı kimseler susarak hac yapıyorlardı. Nitekim Hz. Ebu Bekir, böyle bir kadım menetmiştir.[210] Kabe'ye yayan git­mek üzere adak adayan ve bunu yerine getiren kimseler de mev­cuttu. Hz. Peygamber böyle bir adağı yerine getirmek isteyen bir ihtiyara mani olmuştur.[211] Cahiliye devrinde Kabe'nin önünde bu­lunan Hübel putunun yanında bazı fal okları vardı. Mekkeliler, bu oklarla fal çekerlerdi. Okların üzerinde "Evet, Hayır, Bekle" gibi kelimeler yazılı olup, bir şey yapmak isteyenler bunlara başvurur. Çıkan sonuca göre hareket ederlerdi. Bu okların hususi bir memu­ru vardı ve ücret karşılığında fal çektirirdi. Bu oklara "Ezlâm" de­nilirdi.[212] Bu dönemde hac ibadeti kudsiyet ve temizliğinden çok şeyler kaybetmişti. Hac bir eğlence, münakaşa ve Cahiliye bayramı hali­ne gelmişti. Hac esnasında günah işlenir, putlara kurban kesilir, kavga yapılır, kadınlarla cinsel ilişkide bulunulurdu. Hac şehirle­rinde ibadete rağbet, en büyük çekiciliğini bu sıralara şartlayan pazarlardan ve panayırlardan alırdı. Bu günlerin çok neşeli hava­sı olurdu. Şaka, oyun şarab, kadın ve şarkı ile eğlenilirdi. Bu eğ­lenceleri önceleri Vedd adlı putun yanında yapmak adetti.[213] îmam Malik, Cahiliye Araplarımn hac esnasında kavgaları hakkında şöyle demektedir: "Cahiliye devrinde Kureyşliler, Müzdelife'deki Kuzah'ta, Meş'aru'l-Haram'm yanında, diğer Araplar ise Arafat'ta vakfe ya­pıyorlar, birbirleriyle çekişip kavga ediyorlardı. Kureyşliler, Biz daha doğru yoldayız derler, diğer Araplar ise, "Biz daha doğru yoldayız" derler ve mücadele ederlerdi. Mina'da toplandıkları zaman Kureyşliler, "Bizim haccımız daha mükemmeldir" derler, Ötekiler de "Bizim haccımız daha mükemmeldir" derler ve sonun­da kavga ederlerdi.[214] Cahiliye döneminde hacla ilgili birtakım vazifeler de vardı. Bunlar Sikaye, Rifade, Hicabe, Sidane idi. Sikaye, hac mevsimin­de hacılara su dağıtma işiydi. Kusay, zamanında Kabe'nin etrafı­na deriden yapılmış su havuzları koymuş, develer vasıtasıyla, civardaki kuyulardan tatlı su taşıtarak bu havuzları doldurtmuş ve hacılara bu havuzlardan su dağıtmıştır.[215] Daha sonra bu vazife Abdümenaf ve oğullarına geçmiştir. Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib ise, zemzem kuyusunu kazıp tekrar ondan su çı­karmıştı. Bundan sonra, diğer kuyulardan su nakli bırakılmıştır. Abdülmuttalib'in, hac mevsiminde sütleri bal ile karıştırıp zem­zem kuyusunun yanında deri havuzlara koyarak hacılara dağıttı­ğı kaydedilmektedir. Zemzem suyu çok ağır bir su olduğu için, Abdülmuttalib, içine kuru üzün atar ve hacılara öyle dqğıtırdı. Abdülmuttalib'den sonra bu vazife oğlu Hz. Abbas'a geçmiştir. Abbas da (r.a.) temin ettiği üzümlerden şıra yaparak hacılara ikram ederdi. Onun bu vazifesi Mekke'nin fethine kadar sürdü. Fetihten sonra bu vazifeyi Hz. Peygamber yine ona verdi.[216] Rifâde ise, hacılara yemek verme vazifesi idi. Kusay tarafın­dan ihdas edildiği ve bu iş için yıllık vergi alındığı kaydedilmekte­dir. Kusay, bu iş için aldığı vergileri toplayarak, hac mevsiminde Mekke ve Mina'da yemek yaptırıp hacılara dağıtıyordu.[217] Rifade vazifesi Kusay1 dan sonra Abdümenaf la onun oğlu Haşim'e geç­ti.[218] Haşim'den sonra bu vazife Abdülmuttalib, daha sonra da Pey-gamberimiz'in amcası Ebu Talib'e geçti.[219] Veda Haccında ise bu vazifeyi bizzat Hz. Peygamber kendisi yapmıştır.[220] Hicabe-Sidane ise, Kabe'nin bakım ve korunması vazifesi idi. Bu hizmeti ilk önce Hz. İsmail yapmış, ondan sonra Cürhümlüler, daha sonra Huzaalılar bu hizmeti ele almışlardır. Sonraları Peygamberimiz'in dedeleıinden Kusay b. Kilab, Ebu Gubşan adlı Huzaahdan Kabe'nin anahtarlarını satın alarak bu vazifeyi ele geçirdi. Bu hakkım tanımak istemeyen Huzaalıları da Kabe'nin civarından kovdu.[221] Kusay, Kabe'ye ait görevleri bölüştürmüş ve bu vazifeyi Abdüddar'a vermiştir. Ondan oğlu Osman'a geçen bu hizmet, nesiller boyunca devam etmiştir. Hz. Peygamber Mekke'yi fethettiği zaman, Kabe'nin anahtarı Osman b. Ebî Talha'daydı. Hz. Peygamber bu vazifeyi yine onlara verdi.[222] Cahiliye döneminde Kabe'nin kapısı Pazartesi ve Perşembe günleri açılır, Kabe'nin hizmetçileri ve kapıcıları, Kabe'nin kapı­sına oturarak içeri girmesini istemedikleri kimseleri merdiven­lerden aşağı iterlerdi. Vaktiyle aynı hakareti Hz. Peygamber'e de yapmak istemişlerdi.[223] h) Kurban: 1- Însan Kurbanı. Cahiliye devrinde de insan kurban etme âdetinin mevcut ol­duğunu görmekteyiz. Bu dönem de sabah yıldızına bir insan veya bir deve sunulduğu kaydedilmektedir.[224] Bunların Sabiiler (Yıldı­za tapanlar) olması muhtemeldir. Wellhausen, Cahiliye dönemin­de oğlan ve kızlarla, esirlerin el-Uzzâ1 ya kurban edildiklerim ileri sürmektedir.[225] Kaynaklarımız, Hz.ibrahim'in oğlunu kurban etmek isteme­sinin bir benzerinin Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib tara­fından yaşandığını haber vermektedir. Buna göre, Abdülmutta­lib, zemzem kuyusunun kazılması sırasında Kureyşle karşılaştığı zorluklar sebebiyle, eğer on tane oğlu olur ve bunlar kendisini koruyacak yaşa gelirlerse, onlardan bir tanesini Kabe'nin yanın­da Allah için kurban etmeyi adamıştı. Abdülmuttalib'in on tane oğlu olunca adağım yerine getirmek istemiş, çekilen kurada kur­ban olma işi Peygamberimiz'in babası Abdullah'a isabet etmişti. Bunun üzerine Abdülmuttalib, adağını yerine getirmeye kalkışmış, fakat Kureyşliler böyle bir âdetin yerleşmesinden çekinerek, kendisine engel olmuşlardı. Daha sonra Abdullah'ın yerine 100 tane deve kurban edilmişti.[226] 2- Putlara Kurban: Cahiliye döneminde putların yanında kurbanlar kesilir, bu kurbanlardan büyük pay küçük ilahlar için ayrılırdı.[227] Yanında kurban kesilen putların başında Isâf ve Naile gelmekteydi.[228] Ma­lik ve Milkan boyları ise, Cidde kıyısında bulunan Sa'd adlı put için kurban keser ve kurbanın kanını bu putun üzerine dökerler­di.[229] Kureyşliler'in de Yanbu yakınlarında Buvane adlı bir putları vardı. Her yıl bunun yanında kurban kesip bayram yaparlardı.[230] Hz. Peygamber de çocukluğunda halaları tarafından bu bayrama katılmaya zorlanmıştı. Ancak O, burada rahatsızlandığı için bir daha bu bayrama katılması için ısrar edilmemişti.[231] Kabe'nin etrafında 360 tane dikili taş (Nusub) vardı, bu taşla­rın her biri bir Arap kabilesine aitti. Bu taşların yanında kurban keser, kanını bu taşlara sürer, kurbanı parçalayıp bu taşlara ko­yarlardı. Cahiliye halkı kabir başlarında da kurban kesmekteydi. îyi bir kimsenin kabri başında bir deve boğazlar ve "Biz, onun dünya­da yaptıklarına karşılık kendisini mükafatlandırıyoruz. Kendisi, hayattayken deve keser ve misafirlerine yedirirdi. Biz de kabrinin başında deve kesiyoruz. Varsın bunu kurtlar, kuşlar yesin, haya­tında yedirmiş olduğu gibi yedirmiş olsun" derlerdi. Öldükten sonra dirilmeye inananları ise, ölen kimsenin kabri başında sağlı­ğında bindiği hayvan kesilirse, o kimse Kıyamet'te binekli olarak haşrolunur, aksi takdirde yaya kalır, diye inanırlardı.[232] Bir kısım Araplar da cinlere kurban kesiyorlardı.[233] Cömert­lik yarışı için kurban kesenler de vardı.[234] Bazıları da hayvan canlı iken vücudundan et kesiyorlardı. Hz. Peygamber Medine'ye geldiği zaman bazı kimseleı~in develerin hörgü eleriyle, koyunların kuyruklarını kestiklerini görmüş ve yasaklamıştı.[235] Cahiliye döneminde Şeytan Yarması adı verilen bir işlem daha yapılmak­taydı. Buna göre hayvan boğazlanır, yalnız derisi kesilir, kan da­marları kesilmez, ölünceye kadar böyle bırakılırdı. Kam yedikleri için, hayvanın kanını boşa gidermeme çabasıyla bu şekilde yap­tıkları sanılmaktadır.[236] Bu dönemde Akika kurbanı da kesilirdi. Çocuğun tıraş edilen başına, çocuk için kesilen kurbanın kanın­dan sürülürdü. Hz. Hatice, doğan her oğlan çocuğu için iki, her kız çocuğu için de bir koyunu akika olarak kestirmişti.[237] Cahiliye devrinde ilk doğan hayvanlar kurban edilir ve buna Fer'a denilirdi. Ebu Davud, "Fer'a, devenin ilk doğurduğu yavru-sudur. Cahiliye devrinde onu, putları için kurban keserler, kanını da putların başına akıtırlardı."[238] demektedir. Fer'a'nm sadece deve cinsine tahsis edilemeyeceği, koyun cinsinden hayvanlam ilk doğurdukları hayvanlara da fer'a denildiği kaydedilmiştir.[239] Cahiliye döneminde Araplar, Recep ayında putlara kurban keser ve bunlara atire derlerdi. Îbnü'l-Kelbî, Arapların dikili taşların ve putların yanında kestikleri koyunlara el-Atair dediklerini, el-Ati-re'nin "Boğazlanmış" anlamına geldiğini, kurban kestikleri yere de "El-Itr" (Sunak) dediklerini kaydetmektedir.[240] Cahiliye devrinde Arapların Ensab dedikleri boz renkli dikili taşları vardı ve bunların yanında Atîre kurbanı kesiyorlardı. Kay­dedildiğine göre Müzeyne kabilesi Nuhm adlı putlarının, Aneze kabilesi ise Suayr adlı putlarının yanında atîre kurbanı kesmek­teydiler. Suvâ adlı putun çevresinde de Atîre kurbanı boğazlanır-di.[241] Bazan Araplar sözlerinde durmayarak ilahlarım aldatır, ko­yun yerine, avladıkları geyik ya da ceylanı atîre kurbanı olarak keserlerdi.[242] Müşrikler kestikleri bu atîre kurbanları sebebiyle bereket ummaktaydılar.[243] ı) Adak: Adak uygulamalarına Cahiliye döneminde de rastlamakta­yız. Cahiliye devri Araplannda adağı yerine getirmemek, uluhi-yete karşı günah sayılırdı. Bu devirde çeşitli şekillerde adaklar adanırdı. Kaydedildiğine göre Araplardan çocuğu olmayanlar, şayet Allah kendilerine bir çocuk verirse, onu Yahudi terbiyesi üzerine yetiştireceklerini adamaktaydılar. Nitekim Benî Nadr yahudilerinin sürgün edilmesi sırasında, bu yolla Yahudileşmiş bir hayli çocuk olduğu görülmüştü.[244] Bunun sebebinin Arapların Yahudileri Ehl-i Kitab ve Ehl-i ilim kabul etmeleri olduğu nakle­dilmektedir.[245] Yine Araplar, hastalık veya herhangi bir sebeple çocuklarını "Hums" yapmaya adamaktaydılar. Selmâ bint Dubeya'mn, hasta olan oğlu Hevâzin'i şayet iyileşirse Hums yapmak üzere adadığı kaydedilmektedir.[246] Çocuğu olmayan bir kadın, erkek bir çocuğu olduğu takdirde, onu mabede adayabilirdi. Ayrıca Cahiliye Arap­ları, küçük ilahlara adakta bulunmak Allah'ın hoşuna gider, bu ilahlar Allah'ın huzurunda adak sahibine şefaatte bulunur zan­nediyorlardı.[247] Bir kimse adak yoluyla yakınlarım da bağlayabi­lirdi. Mesela bir anne, oğlu ya da kızı istediğini yerine getirinceye kadar saçlarını taramamaya, gölgede durmamaya ve benzeri şey­lere yemin edebilirdi. Ölmek üzere olan bir adam, öcünü almak için kendi kabilesinin elli kişiyi öldürmesini adarsa, bu adak kabi­le için bir görev olurdu.[248] Cahiliye döneminde, ayakta durmak, oturmamak, güneşte durmak, gölgelenmemek, konuşmamak, üzere oruç tutmayı adamaktaydılar. Hz. Peygamber ashabtan Ebu israil'in böyle bir adağını görmüş ve mani olmuştu.[249] Yürü­mek, binmemek üzere adakta bulunanlar da vardı. Ukbe b. Amir'in kız kardeşi Kabe'ye yayan yürümeyi adamış, ancak Hz. Peygamber tarafından engel olunmuştu.[250] Cahiliye döneminde, Mescid-i Haram'da itikâf yapmak üzere adakta bulunanlar da vardı. Hz. Ömer bunlardandı.[251] Cahiliye Arapları hayvanları da çeşitli şekillerde adarlardı. Onların bu adak çeşitleri arasında Bahîra, Şaibe, Hami ve Vasile vardır. Bahîra, sütü tağutlara ve şeytanlara ait olmak üzere ada­nan deveydi. Artık bunun sütü haram kılınmıştı ve bu devenin sü­tünü kimse sağamazdı. Araplar, bir deve beş batın doğurur son yavrusu da erkek olursa, onun kulağım yarar salıverirlerdi.[252] Bahira'mn yavrusundan faydalanma hakkı yalnız erkeklere mahsustu, kadınların bundan faydalanması haram sayılırdı. Şa­yet yavru ölü doğarsa, o zaman kadınlar bundan yararlanabilir­lerdi.[253] Cahiliye devrindeki adak çeşitlerinden birisi de, Şaibe idi. Bir kimse, "Şu seferden sağ şalim dönersem, ya da şu hastalıktan şifa bulursam devem şaibe olsun" diye adar, hayvanın kulağım ya­rarak salıverirdi. Artık kimse, o devenin sütünü sağamaz, üstüne binemez, yük vuramaz, hiçbir şekilde saibe'den faydalanamazdı. Bu haramdı. Bu devenin sulanmasına, otlanmasına da kimse en­gel olmazdı. Bazan bu develeri taptıkları putlara da adarlardı.[254] Hami ise, yavrusunun yavrusu kendisini basmaya başlayan dişi deveye denilirdi. Sahibi artık bu emektar devesinin arkasını yükten korumaya hak kazandığını ilan ederdi.[255] tbn îshak ise, Hâmî'nin, kendi sulbünden aralarında erkek yavru olmadan arka arkaya on tane dişi deve yavrulanan aygır deve olduğunu, artık bu devenin sırtına binilmediğini, tüyünden faydalanılmadığını, damızlık görevi yapmak üzere dişi develerin arasına sahndığmı kaydetmektedir.[256] Bir koyun yedi batın yavrulayıp, yedincisi dişi olursa bu koyun sahibine ait olur, eğer erkek yavrularsa putlara kurban edilirdi. Eğer anaç koyun yedinci batında erkekli-dişili yavrularsa, o erkek koyunu putlar adına kesmezler ve buna vesile derlerdi. Böylece yavrulayan bu hayvanın sütünü erkeklere helal kabul edip, kadınlara haram sayarlardı. Şayet bu koyun ölü doğu­rursa, etini yeme hususunda kadınlara izin verilirdi.[257] Vasile'nin anasının her batından ikiz doğurduğunu, sahibinin bunlardan di­şi olanlarım ilahlarına tahsis ettiğini, erkek olanlarım da kendisi için ayırdığını îbn Îshak kaydetmektedir.[258] Bahira, Şaibe, Hami ve Vasile adaklarını ilk defa ortaya ata­nın, Huzaalılar'm hakimiyeti esnasında Mekke'ye putları getirip diken başkanları Amr b. Âmir b. Luhay el-Huzaî olduğu kaydedil­mektedir.[259] i) İsim Koyma: Cahiliye devrinde, Araplarda çocuğa bir isim verilir, ancak ço­ğu zaman çocuk bu isimle anılmayarak, "İbn Fulan" şeklinde anı­lırdı. Bu durum kendisinin bir çocuğu oluncaya kadar devam eder, bundan sonra "Ebu Fulan" şeklinde çağrılırdı. O devirde bir şah­sın en az üç ismi vardı. Bu dönemde "Kulu" manasına gelen "Abd" kelimesi isimlerce Ön ek olarak çok kullanılmıştır. Abdümenaf ve Abdü'1-cin gibi, Cahiliye dönemi Araplarında, Allah'tan başkası­na kulluk manası taşıyan bu isimlere sık sık rastlamaktayız. Söz gelimi, Müzeyne kabilesi çocuklarına, Nuhm adlı putlarına ; s-betle "Abdünuhm" ismini takmaktaydılar. Kureyş kabilesi ara­sında da, el-Uzzâ adlı puta nisbetle, "Abdüluzza" ismi çok yaygın­dı. Lât putuna nisbetle Abdüvedd, Menat putuna nisbetle, Abdü-menat diye isimler verilmekteydi.[260] Cahiliye devrinde Abdül-kâbe gibi isimler de mevcuttu.[261] Bunun yanısıra insana hoş gel­meyen el-Asî, Asiye gibi isimler de vardı.[262] Gam, üzüntü, keder anlamı taşıyan Zahm, Hazn, Surm, Asram, Mürre ve Harb gibi isimler bunlardandı. Cahiliye döneminde doğan çocuğa isim koyarken Allah'a veya putlara şükretmek, dua etmek, Akîka kurbanı kesmek gibi uygu­lamalar yapılmaktaydı. Abdülmuttalib, Hz. Peygamber'i isim ko­yacağı zaman dua ve şükretmek için kucağına alarak, Kabe'ye gö­türmüştü. Bu dönemde, insanlara çirkin lakablar takılmaktaydı. Bir adamın bazan üç tane lakabı olabiliyordu.[263] Bu dönemde, küpe takmak için, doğan kız çocuklarının kulaklarının delindiğini de görmekteyiz. [264] j) Sünnet Olma: Sünnet olma (Hitan) cahiliye döneminde mevcut olan adetler­den birisiydi. Sünnet eski Arabistan'da yaygın olarak tatbik edil­mekteydi. Huzâlî, Ferezdak, Îmruül-Kays gibi şairlerin şiirlerin­de sünnet olmaktan bahsedilmektedir. Eski Arapça'da sünnetsiz kimse için "Ağral" denilmekteydi, islâm öncesi Arap şairlerinden Imruü'1-Kays Dîvânında, Bizans İmparatorunu sünnetsiz olduğu için ayıplamaktaydı.[265] Buhârî'nin kaydına göre, Bizans İmparatoru Hirakl, rüyasın­da hitanlılarm (Sünnetlilerin) hükümdarım ortaya çıkmış göre­rek çok kederlenmişti. Etrafındaki Patriklere durumu anlatarak, "Bu ümmet içinde sünnet olanlar kimlerdir?" (Jiye sormuştu. Bu sırada Gasan Meliki tarafından Hz. Peygamber'e dair haber geti­ren bir elçiyi Hirakl'e getirdiler. Hirakl, bu adamın sünnetli olup olmadığını kontrol ettirdi, sünnetli olduğu bildirilince, Hirakl bu haberciye "Araplar sünnetli midir?" diye sordu. Adam da "Evet, sünnet olurlar" cevabım verdi.[266] Buradan Cahiliye Araplarının, Hz. İbrahim'in sünnet âdetini devam ettirdiklerini anlamaktayız. Cahiliye Arapları, erkek çocuklarının yanında kız çocuklarını da sünnet ettirmekteydiler. Bunun kız çocuklarının vücudunda bulunan yaratılıştan gelen bir fazlalık dolayısıyla yapıldığı anla­şılmaktadır. Bu dönemde "İbn Mukattı'ât el-Huzûr" (Kadın Sün­netçisi Kadının Oğlu) lakabı bu hususta ipucu vermektedir. Nite­kim Mekke'de Ümmü Enmâr adlı bir kadın bu işi yapmaktaydı ve Hz. Hamza, Uhud savaşında onun oğlu Sibâ b. Abdiluzzâ'ya "Ey Sibâ, Ey bızr kesicisi kadının oğlu" şeklinde meydan okumuştu.[267] Bu durum, kadınların sünnetinin Mekke'de yaygın bir uygulama olduğunu göstermektedir. Kadınların sünnetine "Nevf veya "Hafdu'1-Enas" denilmekteydi. Medine'de de böyle bir hanım sün­netçi vardı ve kız çocuklarını sünnet etmekteydi.[268] Cahiliye döneminde sünnet yapıldığı zaman ziyafet verilmek­teydi. Abdülmuttalib'in böyle bir ziyafetinden bahsedilmektedir.[269] k) Nikâh: Cahiliye döneminde, evlenme konusunda rekabet yapılır, bir kimsenin evlenmek istediği kadınla evlenebilmek için ilk isteyen kişi ilgisini kesmeden çeşitli yollara başvurularak, bu kadına ta­lip olunurdu. Erkeğin evinde yapılan düğüne "Urs", kadının evin­de yapılan düğüne "Umrâ" denilirdi. Düğün bir hafta sürer ve "Usbû" diye adlandırılırdı. Düğünün ertesi günü, güveyin evinde, ailenin dost ve yakınları ile semtin fakirleri davet edilerek onlara bir düğün yemeği verilir; buna velime denilirdi. Hz. Peygam­berin, Hz. Hatice ile evlendiği zaman "Velîme" yaptığı kaydedil­mektedir.[270] Gelin, güveyi evine götürülürken de, "Size geldik, si­ze geldik, Allah size de bize de ömür versin" şeklinde bir gazel söy­lenirdi.[271] Evliliğin meşru ve muteber olması için, "Mehir" şart koşulur-du. Mehirsiz evlenme ayıp sayılmakta, mehirsiz evlenen kadın bir odalık olarak telakki edilmekteydi. Mehir, genç kızın kendisine değil, velisine verilirdi. Bu açıdan bu dönemde evlenme, bir Batın alma anlamı taşımaktaydı. Nişanlanan kıza "Sadak" denilen bir hediye verilirdi, ancak evlenen kız mehirden hiçbir şey alamaz, mehir velisine ödenirdi. Yine bu devirde koca karısına, çeyizin dı-şmda, "Sudak, Ecr" denilen bir şeref ücretini veriyor ve bu kadının emrinde oluyordu. Hz. Peygamber, Hz. Hatice ile evlendiği zaman kendisine on iki ukıyye ve bir neşş mehir vermişti. Cahiliye döneminde "Şıgar" denilen mehirsiz evlenmeler de mevcuttu. Şıgar, iki kadının nefsini birbirine mehir sayarak, değiş-tokuş yapmaktır. Savaşta galip gelenler ise mehir vermek­sizin, mağlup ettikleri kimselerin kızlarıyla evlenebiliyorlardı. Bu dönemde cariyeler fuhşa teşvik edilir ve bunların kazançları da mehir olarak adlandırılırdı. Kadınlara verilen mehir, baskıyla, zorla geri alınırdı. Kocası vefat eden bir kadın, ölenin velisi veya oğlu tarafından hapsolunur, kendisine ödenen mehir zorla geri alınırdı. Kadın mehrini vermezse, ölünceye kadar serbest bırakılmazdı. Ölenin velisi veya oğlu, Ölenin karısını dilerse kendisi alır, dilerse bir başkasıyla ev­lendirerek mehirini kendisi alırdı. Yine bu dönemde Medine'de yaygın bir âdete göre, bir kimse öldüğü, zaman orada bulunan va­risi, hemen elbisesini ölen kimsenin karısının üstüne atar, kadına yeni bir mehir vermeksizin nikâhlamakta veya başkalarına nikahlayıp mehirini almakta hak sahibi olurdu. Kadın ölen koca­sından aldığı mehiri o kimseye verirse, ailesinin yanına dönebilir­di. Ölenin oğlu küçükse, kadın o çocuk büyüyünceye kadar bekle­tilirdi.[272] Köle ve cariyeler mehir olarak verilirdi. Yetim kızların mehir-leri tam olarak ödenmez, bunların mehirleri nikahlanan diğer ka­dınlara nisbetle ya yarım verilir ya da hiç ödenmezdi. Nikahları külfetsiz olduğu için yetim kızlardan on tane nikahlayan kimseler vardı.[273] Bakire bir kızla evlenen kimse onun yamnda yedi, dul bir ka­dınla evlenen kimse ise bu hanımının yanında üç gece kaldıktan sonra diğer hanımlarının yanına giderdi. Bazı erkekler hayızlı haldeyken hanımlarına arkadan haram yoldan yaklaşırlar, bazıları ise hayızlı haldeki hanımlarını evden çıkarırlardı. Onlarla bir kaptan yemek yemezlerdi. Medine civa­rındaki Arapların böyle yaptıkları kaydedilmektedir.[274] Yine Me­dine'deki Araplar, Yahudileri taklid ederek, hanımlarına haram yoldan, arkadan yaklaşmazlardı. Kureyşliler cinsel ilişki esnasın­da hanımlarım iyice soyuyor, önlerim gözeterek diledikleri yer­den yaklaşıyorlardı. Medinelüer ise, yine Yahudileri taklid ede­rek, cinsel ilişkiyi kadın en örtülü haldeyken ve sadece önden yap­maktaydılar. Gıyle, bir kimsenin emzikli hanımı ile cima etmesiy­di. Azil uygulamasına da başvururlar, kadının hamile kalmasını istemedikleri zaman dışarıya boşalırlardı. Şevval ayı uğursuz sayılır ve bu ayda nikâh-zifâf yapmazlar­dı. Bu ayda bir taun salgınının olmasının, bu inanca sebeb olduğu sanılmaktadır.[275] Cahiliye döneminde Araplar, Öz anneleri, kızları, halaları ve teyzeleriyle evlenmezlerdi. Bir kadım, birinci ve ikinci boşayıştan sonra tekrar alabildikleri halde, üçüncü boşayıştan sonra bir daha alamadıkları kaydedilmektedir.[276] Süt yakınlığı bulunanlar ara­sında da evlenme yasak sayılmaktaydı. Bunun yanısıra bir kadın, kızı ile beraber aynı şahıs tararından nikâhlanabiliyordu. Medi-neli şair Kays b. el-Hatim'in, Ikra b. Muaz ile onun kızı Havva b. Yezid'i nikâhında topladığı kaydedilmektedir.[277] Bir kadınla halası veya teyzesi aynı şahsın nikâhında toplanabiliyordu. Ayrı­ca iki kız kardeş birbirine kuma olarak nikâhlanabiliyordu, Bunu caiz saymaktaydılar. Feyruz ed-Deylemî nikâhında iki kız kardeş olduğu halde müslüman olmuştu.[278] Said b. el-As, Hind bintü'l-Muğîre ve kız kardeşi Safîyye ile, Kays b. Mahreme, Vedde ve kız kardeşi Ümmü Sa'd ile, Amr b. el-Cemûh, er-Ribab bintü'1-Kays ve kız kardeşi Hind ile, Muaz b. Amir, Leylâ b. Ebî Süfyan ve kız kar­deşi Âişe ile birbirine kuma olarak evlenmişlerdir.[279] Bu dönemde babaların karılarını alma âdeti de vardı. Bu nikâha Makt denilmekteydi. Cahiliye döneminde bir kişi öldüğü zaman, en büyük oğlu analığının üzerine bir örtü atar, babasının malına sahip olduğu gibi, karısını mehirsiz nikahlama veya mehi­rini alarak başkasına verme hakkına sahip olur; eğer büyük oğlan istemezse, diğerleri analıklarını nikâhlayabilirlerdi.[280] Kureyş kabilesinde bir velinin böyle bir hakka sahip olması mubah, Medi­ne'deki Evs ve Hazreç kabilelerinde ise mecburi sayılırdı. Eğer ko­cası ölen kadın, çabuk davranıp ailesinin yanına kaçabilirse, kur­tulurdu. Vâris daha çabuk davranarak elbisesini üvey anasının üzerine atarsa artık kadın nişanlanmış sayılırdı. Bu devirde üvey anasıyla evlenenlere "Dayzen" denilirdi.[281] Cahiliye döneminde Araplar bu çirkin âdeti miras hırsıyla yapmaktaydılar. Kaynakla­rımız, cahiliye döneminde babasının karısıyla evlenen bazı kimse­lerden bahsetmektedir. Nitekim, Kinane, babasının karısı Berre bint Mürr ile, Hâşim, babasının karısı Vafide ile, Nüfeyl ise, dede­sinin karısı el-Hayda bintü'l-Halid ile evlenmişlerdir.[282] Ebu Kays b. el-Eslet, analığı Ümmü Ubeyd bind Damre'yi, Safvân b. Ümey-ye, analığı Fahite bintü'l-Esved!i, Manzur b. Zebban, analığı Müleyke bintül Harice'yi nikahlamıştı. Sabit b. Münzir, analığı Suhte bintü Harise ile, Sabit b. Nu'mân, analığı Hind b. Evs ile, Ebu Amr b. Ümeyye, analığı Âmine ile, Hısn b. Ebî Kays, analığı Kubeyşe b. Ma'n ile evlenmişlerdir.[283] Cahiliye döneminde kardeşin karısıyla evlenme âdeti de var­dı. Söz gelimi Hind b. Simak, Sa'd b. Muaz ve kardeşi Evs ile, Süheyme, Seleme b. Vakş ve kardeşi Rumi ile, Büreyde b. Bişr, Abbad b. Nehik ve kardeşi Ebu Makîl ile, En-Nevâr b. Kays, Sayfî b. Amr ve kardeşi Zeyd b. Amr ile, Ümrnü'l-Hâris b. Mâlik, Cebbar b. Sahr ve kardeşi Zeyd b; Sahr ile, Leylâ b. Ebî Süfyân, Muaz b. Âmir ve kardeşi Bekr b. Âmir ile, Esma b. Muharribe, Hişam b. Mugîre ve kardeşi Ebu Rebia ile evlenmişlerdir.[284] Kısacası Cahi­liye devrinde kocası ölen kadın, bir mülk olarak mirasçılara kalır, gerektiğinde kayın biraderiyle evlenmeye mecbur edilirdi. Cahiliye döneminde mecusî olduğu bildirilen Temim kabilesi mensuplarının öz kızlar, kız kardeşler ve anneleriyle evlenmeye cevaz verdikleri tahmin edilmektedir. Cahiliye döneminde bir kimsenin evladlığınm karısıyla evlenmesi de yasaktı, bu bir skandal kabul edilirdi.[285] Yine bu dönemde çok kadınla evlilik yaygındı. Üstelik evlenilecek kadın­ların sayısı konusunda da bir sınırlama söz konusu değildi. Dile­yen dilediği kadar kadınla evlenebilir, cariye alabilir, mut'a nikâhı yapabilirdi. Nitekim Gaylan b. Selemenin on tane karısı vardı. Mos'ud b. Mürteb, Mes'ud b. Amr, Urve b. Mes'ud, Süfyan b. Abdillah, Ebu Ukayl Mes'ud b. Âmir de dörtten fazla kadınla evli idiler. Kays b. el-Hâris'in sekiz, Nevfel b. Muaviye'nin ise beş tane hanımı vardı.[286] Bu durumun, ailenin erkek evladım çoğaltmak, düşmanlara karşı güçlenmek arzusundan doğduğu sanılmakta­dır. Cahiliye döneminde Mut'a, Şiar, Haden, îstibda, Bedel vs. ad­larla anılan evlenme şekilleri de mevcuttu. Mut'a geçici bir evlen­me şekli olup, Önceden tesbit edilen zamana kadar bir kadınla bir erkeğin bir arada yaşamalarım sağlıyordu. Yuva kurmak, çocuk edinmek gibi geçici bir gayesi de yoktu. Bu türlü geçici evlenmeler, bilhassa yabancı bir memlekette geçici olarak bulunan erkekler tarafından akdedilmekteydi. Mut'a nikâhının yapılması için aile büyüklerinin iznine gerek görülmezdi. Bu nikâh kıyıldıktan sonra kadın kendi ailesinin içinde kalır, kocasına bir mızrakla çadır ve­rirdi. Bu surette erkek, kadının kabilesi içinde kaldıkça onların halın sayılır, evlilik bağı devam ettiği sürece bu kabile ile beraber hareket ederdi. Kadın mut'a nikâhına son vermek istediği zaman, çadırın kapısını aksi yöne çevirir, koca bunu görünce kendi kabile­sine döner giderdi. Bu çeşit evlenmeden doğan çocuklar kadına ait olur ve "Filan kadının çocuğu" diye anılırdı. Bu nikâhla geçici bir süre içinde evlenenler, süre bitiminde boşamaya lüzum görmeden ayrılırlardı. Neslin devamım sağlamak, birlikte yaşamak gibi ga­yelerden mahrum bulunan bu nikâh, sadece şehvet duygusunu tatmin için yapılırdı. Bazan mut'a nikâhı kıyılırken belirli bir süre konuşulmaz, koca karı ile yaşamak istediği sürece nikâh geçerli sayılır, koca karıdan vazgeçince akit sona ermiş olur diye bir şart koşulurdu. Mut'a nikâhında süre bitince kadın gidebilir, koca onu yanında tutamazdı. Veraset hakkı da bulunmazdı.[287] Şıgar ise, mehirsiz olarak iki kadını karşılıklı olarak değiş­mek suretiyle nikâh yapmaktır. Cahiliye döneminde Araplar ara­sında, kızlarını, kız kardeşlerini, akrabalarım değişerek, birinin kadınlık kıymetini ötekine mehir sayıp, ayrıca bir mehir vermek­sizin nikâhlamaya sığar denilmekteydi.[288] Şıgar bir çeşit trampa nikâhıydı.[289] Bu nikâh çeşidinin kadınlık şerefini alçalttığı orta­dadır. Çünkü bu nikâhta verilen kadın, alman kadının yerine, alı­nan kadın da verilen kadının yerine mehir sayılmaktaydı. Haden'e gelince, Cahiliye döneminde hür olduğu için zina ya­pamayan bir kadının, bir erkekle metres hayatı yaşamasıydı. Böy­le kadınlara "Müttehizat-ı Ahdân" denilirdi. Bu devirde hür bir kadının zina yapması çok ayıp sayılırdı. Bu sebeple hür kadınlar gizli dost tutarak cinsel ilişkide bulunurlar, böyle birleşmelere de "Nikah-ı Hadn" denilirdi.[290] îbn Abbas, bu tür kadınların sadece bir tek dost tuttuklarını, Cahiliye halkının zinadan aşikar olanı haram sayıp, gizli olanı helal saydıklarını söylemektedir.[291] Istibdâ ise, Cahiliye döneminde soylu bir evlad sahibi olmak için başvui'ulan bir yoldu. Kabile ve soy asabiyetine fazlaca önem veren Arap toplulukları arasında uzun bir müddet tatbik sahası bulmuştur. Kadın hayızdan temizlendiği zaman kocası, "Filan adama haber gönder, seninle yatmasını iste" derdi. Kadının tayin edilen adamla cinsel ilişkide bulunmasından sonra, hamile oldu­ğu belli oluncaya kadar kocası o kadından ayn kalırdı. Hamile ol­duğu belli olunca, kocası dilerse karısına temasta bulunabilirdi. Bu sadece soylu bir çocuk sahibi olmak için yapılır ve istibda diye adlandırılırdı.[292] Cahiliye döneminde kadınların bu işi eşraftan ve kabile reislerinden olan kimselerle yaptıkları bilinmektedir. Bedel, Cahiliye döneminde iki erkeğin karılarını değişmesi şeklinde olurdu. Bir adam, diğer bir adama karını sen bana ver, ben de sana vereyim, der ve karılarım değişirlerdi. Bunlardan başka, on kişiden az bir grub erkek toplanır ve bir kadının yanına girer ve hepsi ona temas ederdi. Kadın hamile kalıp, çocuğunu doğurunca o erkeklere haber yollar ve çocuğunu onların içinden sevdiği birisine nisbet eder ve çocuk o adamın oğlu sayılırdı.[293] Bazan da bir çok kimse toplanır ve bir kadınla cinsel ilişkide bulunurlardı. Kadın fahişe olduğu için bu işten kaçına-mazdı. Bu kadınlar, kendileriyle temas edeceklere işaret olsun diye kapılarına bayrak asarlardı. Kadın hamile kalıp çocuğunu doğurunca, kendisiyle yatan erkekler bu kadının yanında topla­nır ve çocuğun kime ait olduğunu tesbit için "Kâif' denilen bir bilirkişi çağrılırdı. Bilirkişi çocuğun eşkalini inceler ve kadına temas eden erkeklerden kime benzediğine karar verirse, çocuk o adamın oğlu olarak çağrılırdı. Çocuk kendisine nisbet edilen kim­se çocuğu kabul etmemezlik yapamazdı.[294] Cahiliye döneminde daha doğmamış kızlar nikâhlanmak-taydı. Bir adam, daha dünyaya gelmemiş kızını bir mızrak veya bir ayakkabı karşılığında nikahlayabiliyordu.[295] Yine bu dönem­de cariyeler zinaya zorlanır, sahipleri onlardan günlük kazanç is­terdi. Abdullah b. Übey'in Müseyke ve Ümeyme adlı cariyelerini fuhşa zorladığı bilinmektedir.[296] Böyle kimseler cariyeleri sırf fu­huşta çalıştırmak için satın alıyorlardı. Bunun için velud (çok çocuk doğurabilecek) cariyeler seçilir, cariyelerin zina yaptığı adamdan olan çocuğu, o şahıs iterse para karşılığı kendisine veri­lir, ve o adamın çocuğu sayılırdı. Evlenen bir kadın ise, ancak çocuk doğurduktan sonra "Iyâl"e dahil olabilirdi. Çocuk doğurma­dan evvel ölen kadının kocasına taziye yapılmazdı. Cahiliye devrinin nikâhla ilgili bu uygulamaları sonucu "ne-seb davaları" meydana gelmişti. Bu devirde, fuhuş yapan cariye­ler aynı zamanda efendisiyle de yatmaktaydı. Bu cariyelerden bi­risinin çocuğu olduğunda, bu çocuğun nesebi cariyenin sahibi ile, zina yaptığı kimse arasında tartışma konusu olurdu. Cariyenin sahibi, çocuğun kendisinden olduğunu iddia veya inkar etmeden ölürse, iddia hakkı veresesine intikal ederdi. Verese de çocuğun kendilerine ait olduğunu iddia edebilirdi. Nitekim Zem'anın Ye­menli cariyesi hem Zem'a ile yatmış, hem de Utbe ile cinsel ilişkide bulunmuştu. Utbe ölürken, kardeşi Sa'd'a bu cariyenin doğurdu­ğu çocuğun kendi nesebine dahil edilmesini (Istilhak) vasıyyet et­mişti.[297] Bunlardan başka Cahiliye döneminde Hz. İbrahim'in Sünneti üzere devam eden ve islâm tarafından da tasvib edilen meşru bir nikâh uygulaması da mevcuttu.[298] Cahiliye döneminde kadınlarla ilgili olarak yerleşen çirkin geleneklerden birisi de kız çocuklarım diri diri toprağa gömme adetiyde. Buna "Ve'd", diri diri gömülen kız çocuklarına da Mev'ude" denilmekteydi. Bu âdet cahiliye Arapları arasında özellikle Benî Temim, Kureyş ve Kinde kabileleri arasında yay­gındı.[299] Araplar arasında bu çirkin âdeti ilk uygulayanın Rebia kabilesi olduğu kaydedilmektedir.[300] islâm gelmeden önce bu ka­bileler arasında, kız çocuklarım diri diri toprağa gömmeyi iyilik olarak kabul edenler vardı. Bu kimseler, "Kızları gömmek, övül­müş hasletlerdendir" demekteydiler. Cahiliye Arapları arasında bu çirkin âdetin ortaya çıkışının çeşitli sebepleri vardır. Ancak imam Müberredİn naklettiği bir rivayete göre, Benî Temim kabi­lesi, Hîre hükümdarlarına yıllık vergi ödüyorlardı. Bir yıl bu ver­giyi ödemeyince Hire hükümdarı Nu'man, üzerlerine asker sevke-derek, bunların kadın ve kızlarını esir etti. Daha sonra Benî Temim kabilesi Hîre hükümdarı Numan'a yalvararak, esirlerinin serbest bırakılmasını sağladılar. Fakat esirlerin içinde bulunan Kays b. Âsim et-Temimı nin kızı orada Artır b. el-Müşahrac adlı bir kimseyle evlenerek geri dönmedi. Kays bu durumdan son derece acı duydu ve bir daha kız evladı olursa, onları öldürmeye yemin et­ti. Böylece kız çocuklarım diri diri gömme âdeti ortaya çıktı.[301] Ri­vayet doğru kabul edilirse, bu çirkin âdetin hemen islâm'dan önce ortaya çıktığını kabul etmek gerekecektir. Çünkü, Kays b. Asım, Hz. Peygamber'e gelerek müslüman olmuş bir kimsedir. Yukar-daki olayda adı geçen Kays b. Asımın sekiz veya on üç tane kızını diri diri gömdüğü nakledilmektedir.[302] Bu çirkin âdetin ortaya çı­kışının en önemli sebebi ekonomik olmalıdır. Çölde geçim darlığı evlâd yetiştirmeyi güçleştiriyordu. Erkek çocukları kısa zamanda yağma ve baskınlara iştirak edebiliyordu. Bu açıdan onların geçi­minin temini babalarının gözünü o kadar yıldırmıyordu. Fakat kız çocukları yağma ve çapullara iştirak edemiyorlar, geçime kat­kıda bulunamıyorlardı. Bu yüzden yoksulluğa düşme korkusuyla anne,babalar çoğunlukla kız çocuklarını diri diri toprağa gömerek öldürüyorlardı. Kur'ân-ı Kerîm bu hususa işaret etmektedir.[303] Katâde, Cahiliye halkının bir taraftan kız çocuklarını diri diri top­rağa gömerken, diğer taraftan köpeğinden dolayı savaş yaptığını söyleyerek, onların bu dengesiz tutumuna işaret etmektedir.[304] Bu çirkin âdetin ortaya çıkışının diğer bir sebebi de toplum baskısı olmalıdır. Çünkü bu devirde kız çocuğu dünyaya getirmek bir şerefsizlik sayılmaktaydı. Cahiliye Arapları, doğan kız çocuk­larını diri diri gömerek şereflerini kurtardıklarını sanırlardı. Hanımı hamile olan bir kimse insanlardan kaçar, oğlan doğarsa sevinç ve ferahlık içinde ortaya çıkar, kız doğarsa gayet mahzun olarak ne yapacağım şaşırır, günlerce düşünürdü. Bazıları kız çocuklarını besler, büyütür, bazıları da kimseye göstemıeden ma­sum yavruyu toprağa gömer ve kızdan dolayı gelen ar belasından kurtulmuş olurdu. Büyüdüğü zaman dengi olan kimseye verile­meme, savaş ya da baskm yoluyla düşman eline geçme korkusu da bu tutumda rol oynamaktaydı. Bu hususu da Kur'ân-ı Kerim işaret etmektedir. [305]Bazan kız çocuğunu diri diri toprağa gömme vazifesi anneye verilirdi. Zavallı anne, olayı seyretmeye davet edi­len bir sürü kadının gözleri önünde dünyaya getirdiği yavrusunu Öldürme bedbahtlığını işlerdi. Bazan da kız çocuğu büyütülür, ile­ri yaşlarda bir kuyu ya da çukura atılarak Öldürülürdü. Hz. Peygamber'e böyle bir olay anlatılmış, O da hüzünlenerek ağlamıştı.[306] Kaydedildiğine göre, Kebîre b. Ebî Süfyan dört kız ço­cuğunu diri diri toprağa gömmüştü.[307] Peygamberimizin anne ta­rafından dedesi olan Zühre b. Kilâb ise peşpeşe üç erkek çocuğu öl­düğü için, daha sonra doğan kızım diri diri toprağa gömmüştü.[308] Kaydettiğimiz bu son rivayet, bu çirkin âdetin ilk defa Kays b. Asım et-Temimi tarafından ortaya atılmadığını, kökünün daha eskilere dayandığını göstermektedir. Bazan da kız çocuklarım di­ri diri toprağa gömme işini, erkek kardeşleri yapardı. Nitekim Se­leme b. Yezid ile kardeşi iki kız kardeşlerini diri diri gömmüşler­di.[309] Bu devirde kız çocukları sadece diri diri toprağa gömülerek öldürülmüyordu. Bazan bu çocuklar suda boğulur, bazan yüksek bir yerden atılır, bazan da kuzu boğazlar gibi kesilerek öldürülür­lerdi.[310] I) Talâk: Cahiliye devri Araplarından tek taraflı olarak evliliği sona er­dirme hakkı genellikle kocaya aitti. Boşama erkeğin keyfine bağlı idi. Fakat bu dönemde boşama hakkı bazan kadınlara da verilebiliyordu. Medineli kadınların böyle bir hakkı elde edebildiklerini görmekteyiz. Ancak bu durum, kocanın boşama hürriyetine bir halel getirmemekteydi. Peygamberimizin dedesi Haşim, Medi­ne'de dul bir hanım olan Selma bint Amr ile, boşama hakkı Sel-ma'nm elinde olmak şartıyla evlenmişti.[311] Cahiliye devrinde kay-mi arasında şeref ve mevki sahibi olan kadınların, nikâhlanırken boşama hakkının kendilerinde olmasını şart koştukları, kocaları ile geçinememe durumunda bu hakkı kullandıkları kaydedilmek­tedir. Fatıma bintül-Harşeb el-Enmâriyye, Ümmü Harice Amrâ bintü Sa'd b. Abdillah, Mariye bintü Caid b. Dabra, Atike bintü Mürre b. Hilal, es-Siva bintü'1-Ayes bu devirde boşama hakkı elle­rinde olmak üzere nikahlanan kadınlardandı.[312] Cahiliye devrinde, talakın üç olduğunu kabul eden kimseler de vardı.[313] Bir kimse hanımını birinci defa boşar da tekrar ona dönmek isterse, bu hususta insanların en hak sahibi kabul edilir­di. Üçüncü talaktan sonra artık hanımına dönemeyeceği hususu Araplar tarafından benimsenmişti. Ancak Cahiliye döneminde talak adedine riayet etmeyenler de vardı. Bu dönemde bir adam karısını sınırsız sayıda boşayıp, iddeti içinde tekrar ona dönebilir­di. Böyle kimseler karısını sayısızca boşuyor, sırf zulmetmek ga­yesiyle iddeti bitmeden tekrar karısına dönüyor, sonra onu tekrar boşuyorlardı. Bu kimselerin bu davranışı, boşanan kadınların başkalarıyla evlenmesini engellemek için yaptıkları anlaşılmak­tadır.[314] Boşama hususunda kadınların iddetine de riayet edilmi­yordu.[315] Cahiliye devrinde ayrılma şekillerinden birisi de Hul' idi. Hul' kadının bir bedel karşılığı ko
✿ Ayşe: kocasından boşanmayı sağlamasıydı. Kadın aldığı mehirin bir kısmını kocasına vermek suretiyle tala­kım satın almak mecburiyetinde kalıyordu. Bu devirde Amir b. ez-Zarîb kızım, kardeşinin oğlu ile evlendirmiş, fakat kız kocasını istemediğini söyleyince, Âmir kızma verilen mehri iade ederek onları ayırmıştı.[316] Bu dönemde kocalar, verdikleri mehri geri almak için boşa-dıkları karılarını sıkıştırıyorlardı. Bu hususun Mekke'de yaygın olduğu nakledilmektedir. Bîr erkek, şerefli bir aileye mensup bir kadını nikâhlar, geçinemedikleri zaman izni olmaksızın bir baş­kasıyla evlenmemesi şartıyla serbest bırakırdı. Bu husus şahitler huzurunda yazılırdı. Kadına bir dünürcü çıkarsa, kadın eski koca­sına aldığı mehiri geri verir, razı edebilirse evlenebilirdi.[317] Cahiliye döneminde boşama yollarından başka birisi de "ilâ" idi. Bir kimsenin karısına belli bir süre yaklaşmamaya yemin et­mesine îlâ denilirdi. Bu devirde îlâ talak kabul edilir ve boşama derhal gerçekleşirdi.[318] Ilâ'nin müddeti ise, bir, iki yıl veya daha fazla olabilmekteydi.[319] Bu devirdeki bir boşama şekli ise Zıhâr idi. Zıhâr, kocasının karısını nik��hı kendisine ebediyyen haram olan bir kadının, ken­disince ebediyyen bakılması haram olan arkası, karnı gibi bir uzvuna benzetmesidir. Zıhâr Cahiliye devrinde bir talak kabul edilir, bir adam karısına, "Sen bana anamın sırtı gibisin" deyince, karısı ona haram olur, karısını boşamış sayılırdı. Bundan sonra artık ebediyyen karısına dönemezdi.[320] Ensâr'dan Evs b. es-Sa-mit, hanımı Havle bintü Malik'e kızarak zıhâr yapmış, bunun üze­rine zıhar ayetleri nazil olmuştu.[321] m) Îddet: Cahiliye döneminde talâktan (boşamadan) cfolayı beklenilen iddet için tayin edilmiş kesin bir vakit yoktu. Bu sebeple kadınlar, boşandıkları kocalarından olan çocuklarını, ikinci kocalarının ya­tağında dünyaya getiriyorlardı. Bu durum sonraları neseb dava­larına sebep olmaktaydı. en-Nâkımıyye adlı bir kadm ilk kocası Muaviye b. Bekr'den hamile olduğu halde boşanmış, sonra Sa'd b. Zeyd-i Menat ile evlenerek, onun evinde ilk kocası Muaviye'den olan oğlu Sa'sa'yı doğurmuştur. Ümmü Rebia ise, Hubeyre b. Nu'man tarafından boşanmış, sonra Âsim b. Cez' ile evlenmiş, Hu-beyreden olan oğlu Rebia'yı sonraki kocası Âsım'm evinde dünya­ya getirmiştir.[322] Cahiliye döneminde boşanan hamile kadınlar, kannlanndaki çocuğu kasden gizliyorlar ve başka bir kocaya varı­yorlardı. Bunun sebebi kendilerini boşayan kocalarının, tekrar kendileı-ine dönmesi ihtimaliydi.[323] Bu devirde kadınların iddetleri lüzumundan fazla uzar ve ca­hilane şartlar içinde geçerdi. Kocasının ölümü üzerine kadın, en değersiz bir elbise içinde evinin en karanlık bir köşesine çekilir, tam bir yıl bir tarafa çıkmazdı. Kadın bu müddet esnasında ne yı­kanır, ne tırnaklarını keser, ne de vücudunun temizlenmesi gere­ken yerlerini temizleyebilirdi. Koku sürünmek ve her çeşit kadın tuvaleti yasaktı. Sonunda bu ağır hapis hayatını tamamlayan ka­dının yanma eşek, koyun, kuş gibi bir hayvan getirilir, kadın ef-sunlamr gibi o hayvanı vücuduna meshederdi. Bazan da zavallı kuşu edeb yerine sürterek öldürürdü. Daha sonra kadın iddetini geçirdiği yerden çıkardı. Bu defa da kadının eline bir hayvan tersi verilirdi. Kadın bu tersi önüne veya arkasına atardı. Kadının bu­nu tefeul maksadıyla, bir daha böyle bir hal görmeyeyim, başım­dan ırak olsun diye yaptığı sanılmaktadır. Kadın, bu merasimden sonra temizlenir, yıkanır ve istediği gibi süslenerek evlenme teklif eden dünürcülerine görünebilirdi.[324] Yine Cahiliye döneminde bo­şanan kadınların iddeti, kendilerini boşayan kocaları tarafından suistimal edilerek onlara eziyet etmek maksadıyla uzatılmaktay­dı.[325] n) Miras: Cahiliye devri Araplarmda hakim bulunan göçebelik ve ça­pulculuğun verasete tesiri olmuştur. Bu sebeple, silah taşımayan çocuklarla kadınlar, varisler arasında yer almamıştır. Hatta ka­dınlar eşya gibi veraset yoluyla intikal etmişlerdir. Bu devirde vâris olabilmek için, erkek ve kuvvetli olmak, ergenlik çağına ulaşmış olmak, silah taşıma gücüne sahip olmak şarttı. Savaşma­ya gücü yetmeyen ihtiyarlar bu haktan yararlanamazdı. Sözgeli­mi küçük yaştaki oğul ile amca birlikte bulunduklarında, miras amcanın hakkıydı, çocuk mirasta hak iddia edemezdi.[326] Hısımlık mirasçı olma sebeplerindendi. Neseb dolayısıyla hısımlar ilk sıralarda yer alırlardı. Bunların içinde de ilk olarak ölenin asabesi gelirdi. Ölen bir kimsenin terikesi, baba yönünden en yakın akrabaya geçerdi. Ölenin akrabalarından at üstünde sa­vaşan, ganimet toplamaya gücü yeten büyük erkekleri vâris ya­parlardı. Bu şartlan taşıyan oğul, oğlun oğlu ilk vâristi. Bu ikisi yoksa miras babaya, dedeye intikal eder, sonra sırasıyla kardeş veya çocukları, amca ve çocukları gibi erkek hısımlara geçerdi.[327] Kız çocukları ise mirasçı olamazdı. "Mızraklarıyla çarpışmayan, yurdunu müdafaa etmeyen, ganimet toplamayan kimseler miras­çı olamaz" diyorlardı.[328] Zü'1-Mecâsidi'l-Yeşkûrî adlı bir kimsenin, Cahiliye devri Arapları arasında ilk defa kız çocuklarına mirasta hisse verdiği, erkeğe iki, kadına bir hisse verme usulünü tatbik ettiği zikredil­mektedir.[329] Ölen kimselerin dul kalan karıları da mirasçı ola­mazlardı. Bunlar terikeden sayılır ve veraset yoluyla mirasçılara geçerlerdi. Bu durum, Araplarda kardeşin dul karısıyla evıenme adetini meydana getirmişti. Binaenaleyh bu devirde Mekke'de kadınlara belli bir miras hakkı tanınıyordu. Ancak Medine ve ci­varında böyle bir durum söz konusu değildi» Nitekim Medine'de bir adam öldüğü zaman, ölenin asabesinden bir kimse veya kadı­nın üvey oğlu, elbisesini ölenin karısının üzerine atar ve kadına sahip olmaya hak kazanırdı. Ebu Kays b. el-Eslet vefat edince, hanımı Kebşe'nin başına böyle bir hal gelmiş, o da durumu Hz. Peygambere şikayet etmişti. Bunu duyan Medine'li kadınlar da Hz. Peygamber'e gelerek, hepsinin durumunun aynı olduğunu söylemişlerdi.[330] Cahiliye döneminde bir kimse diğer bir kimseye sözleşme (Ahd) yoluyla da mirasçı olabiliyordu. Bu, Hılf (Velâ), Evladhk edinmek (Tebennî) ve Vasıyyet yoluyla cereyan edebilirdi. Hılf, dostluk ve tevarüs andlaşması demekti. Cahiliye döneminde iki kişi, birbirlerinin mallarını, canlarını koruma ve birbirlerine vâris olma konusunda bir akid yaparlar, bunu bir ahde bağlayarak aralarında velâ münasebeti tesis ederlerdi. Böylece ölenin mi­rası, şartları taşıyan bir hısımı yoksa, akid yaptığı şahsa kalırdı. Hılf (Velâ) andlaşması yapan bir kimse, diğer bir kimseye, "Kanım senin kanın, kanımın dökülmesi, senin kanının akıtılması olsun. Sen beni istersin, ben de seni" der, bu andlaşmayı, yapanlardan hangisi önce ölürse sağ kalan ölenin malına vâris olurdu.[331] Âzadlı köle ile efendisi, şayet vâris bırakmadan ölürlerse bir­birlerine mirasçı olurlardı.[332] Bazan da âzad ettikleri kölenin bu şekildeki velâ hakkını satarlardı.[333] Cahiliye devrinde bir kimse, bir başkasının oğlunu evladlık edinir (Tebennî), bu çocuk babalığı ölünce mevcut âdete göre, öz çocukların haklarına sahip olarak, onun malına vâris olurdu.[334] Bu dönemde mirasçı olmanın bir başka yolu da vasıyyetler idi. Ölen bir şahıs, malının tamamını bir başkasına vasıyyet edebilir­di. Vasıyyette belirli bir oran yoktu. İsteyen mirasçısı olsun ya da olmasın istediğine dilediği kadar malı vasıyyet edebilirdi.[335] Bazan da Araplar, bir yeri, bir evi ömür boyu faydalanmak üzere birisine verir, o adam öldükten sonra tekrar geri alırlar ve buna "Umrâ" derlerdi.[336] Bazan da, "Şu evimi sana bağışladım, ben senden evvel ölürsem ev senin, sen benden önce ölürsen ev tekrar benim olacak" diyerek bir çeşit muamele yaparlar ve buna da "Rukbâ" derlerdi.[337] o) Savaş, Baskın-Yağma Ve Ganimetler: Cahiliye Arapları genellikle fakir bir hayat sürer, baskınlar yaparak birbirlerinin mallarım yağma ederek geçinirlerdi. Oğlan çocuklarına üstün bir yer verip, kız çocuklarım horlamaları da bu yüzdendi. Başka kabilelere yapılan baskın ve tecavüzler sebebiyle savaşların ardı arkası kesilmezdi. Esir aldıkları insanları diri diri yakarlar, insan öldürmekten zevk alır, hasımlar birbirlerini ele geçirdiklerinde kafalarım kesip kadeh olarak kullanacaklarına yemin ederlerdi.[338] kabileler gazveye çıkarlardı. Gazve, bir kabi­lenin ötekine karşı giriştiği bir hareketti. îki kabile arasındaki münasebetler iyi de olsa, dostluklar bozulabilir ve bir gazve imkan dahiline girebilirdi. Savaş ve baskınlarda şiddetli davramhr, her türlü insani davranıştan uzak bulunulurdu. Kadın ve çocuklar he­def alınır, yaşlı, çocuk, kadın demeden baskınlarda öldürülür veya köle yapılarak satılırlardı.[339] Esir aldıkları kadınları kendileri cariye olarak kullandıkları gibi, bazan da satarlardı. Esir edilen çocuklu kadınları yavrularından ayırırlar, annesini bir kimseye, çocuğu da bir başkasına verirler ya da ayrı ayrı yerlere satarlardı. Haram ayları gözetirler, bu aylarda savaş ve baskın yapmaz­lardı. Fakat Haram ayları da "Nesî" uygulaması ile tahrif etmiş­lerdi. Savaş ve baskınlarda ele geçirdikleri kimselere işkencelerin yanısıra, "Müsle" de yaparlardı. Müsle, maktulün Ölmeden önce veya öldükten sonra burnunu, kulaklarını kesmek, gözlerini oy­mak, diğer azalarını tahrip etmek suretiyle yapılırdı. Uhud sava­şında müşriklerin, müslüman şehidlere müsle yaptıkları bilin­mektedir. Bunlar, kendilerine gerdan, bilezik ve kemer yapmak için şehidlerin burun ve kulaklarım kesmişlerdi. Utbe'nin kızı Hind, Hz. Hamzamn göğsünü Vahşi'ye yardırmış, karaciğerini dişleriyle çiğnemiş, burnunu,kulaklarını erkeklik uzvunu kes­miş, bunlardan bilezik, halhal ve gerdanlık yapmış, bunları taka­rak Mekke'ye girmişti.[340] Savaşların tabii neticesi çapuldu. Çapul, Arapların milli bir sanatı durumundaydı. Bir ganimet elde edildiği zaman, kabileye ait olurdu. Ganimetin en kıymetlisi ise, kabile başkanına ayrılır­dı. Tabii bu arada ganimet malından çalındığı da olurdu.[341] savaş ve baskınların sonucunda elde edilen ganimetler taksim edilme­den Arap kabile reislerinin ganimetlerin içinden kendileri için seçtikleri şeye, "Safî" denirdi.[342] Safî, deve, koyun gibi hayvan cin­sinden olacağı gibi, esir edilen köle veya cariyeler arasından da se­çilirdi. Savaş ve baskınlarda elde edilen ganimetlerin dörtte biri orduyu yöneten komutana ayrılır ve buna "Mirba" denilirdi.[343] Böylece Arap kabile başkanlarc,ele geçirilen ganimetlerin dörtte birini hisse olarak almakla, kendilerine yüklenen vazifeleri yeri­ne getirme imkanına sahip oluyorlardı.[344] ö) Kölelik: Cahiliye devrinde bir köle, kendi kıymetini kazanıp sahibine ödeyerek hürriyetine kavuşabilirdi. Bu anlaşmaya "Mükatebe Akdi" denilirdi"[345] Bir kimse köle satın alınca, boynuna bir ip ta­karak götürürdü. Köle harp esiri ise, kâkülü fidye verilinceye ka­dar kesilirdi. Köle satın alarak bir başkasına hediye etmek âdetti. Köleler, mal gibi miras yoluyla intikal ederlerdi. Köle sahibinin vefatından sonra geçerli olmak üzere azad edilmişse, sahibinin ölümünden sonra hür olurdu. Kölelerin gelinlerin mehirine dahil edildikleri de olurdu.[346] Bu devirde bir kölenin cezası, bir hürün cezasının yarısıydı. Bazı köleler savaşta istihdam olunur, fakat ganimetten payı efendileri alır, kölelere bir şey verilmezdi. Borç­lular, borçlarından dolayı köle yapılıyordu. Ebu Leheb'in, As b. Hişam'ı kumar borcundan dolayı köle yaparak devesini güttürdü­ğü kaydedilmektedir.[347] Cariyelerden olan çocuklar da esir kabul edilirdi. Bir cariyeden doğan çocuk necib ve zeki ise, Araplar onun nesebini tanırlardı. Aksi takdirde bu çocuklar köle olarak kalır­lardı. Efendisinden çocuğu olan cariyeler (Ümmü Veled) satılabi­lirdi.[348] Esir veya köle iken azad edilen kimseye "Itk Mevlâsı" de­nilirdi. Bir köle, ifa ettiği mühim bir vazifeden dolayı azad edilebi­lirdi. Hür olan bu köle artık sahibinin mevlası sayılırdı. Köle bun­dan sonra miras olarak intikal etmezdi. Bazan da sahibi, köleyi, vela hakkı kendisine ait olmak üzere bir başkasına satardı. Azad edildiği takdirde, kölenin vela hakkı eski sahibine ait olurdu.[349] Bazan da bir köle vela hakkı kimseye ait olmamak üzere azad edi­lir ve "Sâibe" adım alırdı. Artık köle malım dilediği yere koyabilir, kimse karışmazdı.[350] p) Yeminler: Cahiliye devrinde müşrik Araplar, putlara, dikili taşlara (En-sab), kurbanlara, kurban kesilen yerlere, adak yerlerine, babala­rına, annelerine, atalarına, Kabe'ye, emanete vs. hususlara ye­min ediyorlardı. Yemin törenleri düzenlerlerdi. Yemin ettikleri veya sözleştikleri zaman bir ateş yakarlar, ateşe yaklaşırlar, ate­şin faydalarını sayarak, bu yemini bozmak isteyen olup olmadığı­nı sorarlar, ateşin başında musafaha yaparak, "Bizim kanımız sizin kanınız, sizin mahvınız bizim mahvımızdır" derlerdi.[351] Ayrıca, yeminleştikleri zaman ellerini kana batırıyorlardı. Ye-minleşme esnasında bir kab hazırlayıp, içine kan ve kül veya misk koyarak ellerini buna batırırlardı.[352] Kabe'nin inşası sırasında da ellerini kana batırarak yemin etmişlerdi.[353] Ayrıca Hz. Peygam-ber'in çocukluğunda "Hılfu'l-Mutayyibin" (koku sürünenler and-laşması) diye anılan bir andlaşma yapılmıştı. Haşimoğullan, Zühre oğulları, Teym kabilesi mensupları îbn Cüz'an'ın evinde toplanarak, bir kab içine'koku koymuşlar, ellerini bu kokuya batı­rarak, zalimden mazlumun hakkım alma ve yardımlaşma konu­sunda yemin etmişlerdi.[354] Hz. Peygamber de küçük bir çocuk iken amcalarıyla beraber, bu yemin törenine, şahid olmuştu. Cahiliye Arapları bazan da tuz üzerine yemin ederlerdi. Hüla denilen yemin çeşidi ise, içine tuz atılan kabile ateşinin üzerine yemin etmek suretiyle yapılırdı.[355] Bu devirde, kendisine yemin edilen putlar arasında Uzza, Lât, Menât, Hübel vs. vardı. Cahiliye dönemine ait şiirlerde bu tür yeminlere rastlanmaktadır. el-Mütelemmis bir şiirinde el-Lât'a and içmişti.[356] Bazan büyük putların üçüne birden yemin etmek­teydiler. "Lâfa, Uzza'ya ve Menât'a andolsun".[357] Dikili taşlara (Ensâb) da yemin etme alışkanlıkları vardı.[358] Her kabilenin, sa­hip olduğu puta yemin ettiği anlaşılmaktadır. Kureyş kabilesi, îsaf ve Naile adlı putlara and içiyordu. Ebu Talib'in böyle bir yemi­ninden bahsedilmektedir.[359] Evs ve Hazreç kabileleri ise Menât'a yemin ediyorlardı.[360] Ibn Abbas'm naklettiğine göre, Cahiliye dö­neminde Kabe'nin önünde "Hatim" üzerine yemin edilir, yemin eden şahıs kamçısını, ayakkabısını, yayını Hıcr'e atardı.[361] Bu ha­reket yeminleşmeye delil sayılırdı.[362] Ayrıca Kabe'ye de yemin edilirdi.[363] Müşrik Araplar tabiat tezahürleri üzerine de yemin ederlerdi. Onların yemin ettikleri varlıklar arasında su, yer, hava, nur, ışık, karanlık vs. hususlar sayılabilir.[364] Kurbanlık hayvan­lara, bu hayvanların sahiplerine, develeri koşturanlara da yemin edilmekteydi.[365] Cahiliye Araplannm ömür ve hayata and içtikleri de bilin­mektedir.[366] Bazan da sıla-i Rahmi kesmeye yemin ederlerdi. Bu­nun yanısıra tüccarlar mallarını satabilmek için yemin etme âdetindeydiler.[367] Yemin bozulurken de elbisenin bazı kısımları koparılır veya yırtıhrdı. [368] r) Kasâme: Kasâme uygulaması Cahiliye döneminde de mevcuttu. Ibn Abbas'm naklettiğine göre, Cahiliye döneminde ilk kasâme Haşi-moğulları arasında meydana gelmişti. Haşimoğullarmdan birisi­ni, Kureyş'in bir başka kabilesinden olan bir adam çoban tutmuş ve develerinin yanına götürmüştü. Daha sonra bu çoban develer­den birinin yularını, çuvalının ağzını bağlamak için isteyen diğer bir Haşimiye vermişti. Sürü sahibi buna çok kızarak, sopayla çobana vurmuş ve ölümüne sebep olmuştu. Fakat çoban ölmeden önce oradan geçmekte olan Yemenli bir adama durumu anlatmış ve Hac mevsiminde Mekke'ye gelerek Ebu Talibi bulmuş ve duru­mu ona anlatmıştı. Bunun üzerine Ebu Talib, çobanı öldüren adama gelerek, ya yüz deve vermesini yahut onun öldürmediğine dair kabilesinden elli kişinin yemin etmesini, aksi takdirde kendi­sini öldüreceklerini söylemiştir. Çobanı öldüren adam durumu kabilesine anlatınca, "Senin öldürmediğine yemin ederiz" demiş­lerdi. Bunlardan bir tanesi yemin etmemiş ve hissesine düşen iki deveyi vermiş, geriye kalan kırk dokuz kişi yemin etmişti. Fakat bir yıl geçmeden yalan yere yemin eden bu kimselerin hepsi öl­müştü. Cahiliye döneminde Kasâme yapılmasına sebep olan şah­sın Haddaş b. Abdillah olduğu, bunun yanında ücretli olarak çalı­şan Amir b. Alkame b. Abdilmuttalib'in öldürdüğü kaydedilmek­tedir.236 Cahiliye döneminde kasâme yapılarak tesbit edilen sanık öldürülmekteydi.[369] s) Kısas Ve Cezalar: Kısas uygulaması Cahiliye devrinde de mevcuttu. Bu devirde kısas diyete çevrilebiliyordu. Veliddü'd-Dem (Kan Sahipleri) güç­süz ise, kısas yapmaya muktedir olamıyor ve diyet almak mecbu­riyetinde bırakılıyordu. Bu dönemde, hata ile öldürmelerde kısas tatbik edilerek, katil öldürülebiliyordu.[370] Cinayetten dolayı kısas tatbik edilebilmesi için görgü şahidlerine ihtiyaç duyuluyor ve suçlu hakime sevkediliyordu.[371] Ancak hakimler, daha çok icra gücü olmayan hakem durumundaydılar. Verdikleri kararlar çoğu zaman yerine getirilmiyordu. Aleyhine karar verilen taraf hük­mün yerine getirilmesine mani oluyordu.[372] Ayrıca suçun şahsili­ği prensibine pek riayet edilmiyordu. Bu dönemde, bir şahıs dövül-se, öldürülse veya eşyası çalmsa, yağma edilse, mağdur olan kim­se işi yapan şahsı ele geçinmezse, onun soy bakımından beşinci dedeye kadar ulaşan akrabasından (Hamse1 sinden) kimi ele geçi­rirse onlardan intikam alırdı. Boğmak suretiyle adam öldürmek ise büyük bir cinayetti. Bir kimse bir adamı boğarak öldürürse, ele geçirildiğinde hem kendisi, hem de hamsesinden üç kişi öldürü­lürdü. Boğan kimsenin hamsesi, diyet vermek isterse dört adam diyeti verirdi. Boğan kimsenin ele geçirilemediği durumlarda da, hamsesinden dört kişi öldürülürdü.[373] Cahiliye döneminde, katilin suçsuz olan yakınlarının hedef alınması kan davalarının meydana gelmesine sebep olmuştu. Bu dönemde kısas yapma hakkı Veliyyüddem'e aitti. Ancak çoğu zaman veliyyüddemin kısas yapmasına engel olunur, diyete razı olmaya zorlanır, bu yüzden de kan davaları ortaya çıkardı. Suçlu kısas için veliyyüddem'e teslim edilmezdi. Veliyüddem ise, çoğu zaman sadece suçluyu öldürmekle yetinmez, katili ve hamsesin­den olan diğer şahısları öldürmeye çalışırdı.[374] Kısas ise, kana kan, dişe diş şeklinde bir ölçü içinde tatbik edilmez, insanların canlan ve kanları birbirine eşit sayılmaz, bir cana karşı birçok can alınabilirdi. Bunun sonucu olarak güçlü olan kabile intikamını alır, suçluyu ve etrafındaki yakınlarını ölçüsüz­ce cezalandırırdı. Güçsüz kabile ve topluluklar ise, kendilerinden bir şahsın güçlü kabileye mensup biri tarafından öldürülmesi ha­linde kısas uygulayamazlardı. Hırsızlık yapan kimse sağ eli kesilerek cezalandırılırdı. Cahiliye döneminde Kabe'nin kapısından girince sağ tarafta Hızânetül-Kâbe denilen bir çukur vardı ve halk bu çukura, Kabe'ye hediye olarak çeşitli şeyleri atarlardı. îşte, Cahiliye döne­minde Kabe'ye ait bir hazine Düveyk adlı bir şahıs tarafından ça­lınmış ve ceza olarak eli kesilmişti.[375] Yine Cahiliye döneminde, Vabısa b. Halid, el-Hıyar b. ****, Ubeydullah b. Osman adlı şahıs­ların elleri hırsızlık yaptıkları için Kureyşliler tarafından kesil­mişti. Avf b. Ubeyd hırsızlık yapınca bir eli kesilmiş, sonra yine hırsızlık yaptığı için diğer eli kesilmiş, daha sonra yine hırsızlık yaptığı için recmedilmiştir. Ayrıca Mikyas b. Kays, Müleyh b. Şu-' reyh'in de elleri Kabe'nin hazinesini çaldıkları için kesilmiştir.[376] Bu dönemde, yol kesenler ise asılarak cezalandırılıyordu. Ye­men ve Hire hükümdarları yol kesenleri asarak idam ediyorlardı. Nitekim Numan b. el-Münzir, Abdümenaf oğullarından bir adamı yol kestiği için asmıştı.[377] ş) Diyetler: Cinayet vakalarında diyet uygulaması Cahiliye döneminde de vardı. Hz. Peygamber'in dedesi Abdülmuttalib'in oğlu Abdullah'ı Kabe'de kurban kesmeye teşebbüsüne kadar, bir adamın di­yeti 10 deveden ibaretti. Ancak Abdülmuttalib, Peygamberimizin babası Abdullah'ı kura sonucu 100 deve karşılığı kurban etmek­ten kurtarınca, bir kişinin diyetininlOO deveye çıktığı söylenil-mektedir.[378] Araplarda develerle diyeti verilen ilk kimsenin Zeyd b. Bekr b. Hevâzin olduğu kaydedilmektedir. Diyeti 100 deveye çı­karan ilk kimsenin Ebu Seyyare olduğu da nakledilmektedir.[379] Peygamberimiz doğmadan önce, Uzeyne adlı bir yahudinin malı­na tamamen öldürüldüğü, Abdülmuttalib'in katilleri bularak 100 deve diyet alıp, maktulün akılesine verdiği de anlatılmaktadır.[380] Ebu Talib de Haşimoğullarmdan öldürülen bir çoban için 100 deve diyet istemişti.[381] Ukâz'da Mekkelilerle Hevazin kabilesi arasın­da yapılan Ficar savaşından sonra, Mekkeliler, karşı taraftan öldürdükleri kişiler, kendi ölülerinden 200 kişi daha fazla olduğu için Hevazinliler'e diyet ödemişlerdi.[382] Cahiliye döneminde cinayet davalarında ve diyet miktarları­nın tesbitinde Hz. Ebu Bekir hakem yapılmaktaydı.[383] Cahiliye döneminde diyet ödemeye mahkum olan bir adamın yakın asabesi yoksa, uzak asabesi diyeti ödemekle mükellefti. Kadına ise, öldü­rülen kocasının diy-jtin^en hiçbir şey verilmezdi.[384] Çocuksuz bir kadın diyet ödemeye mr.hkum edilirse, bu diyeti kocası değil, ka­dının mensup olduğu kabile öderdi. Bazan da katilin kabilesi ta­yin edilmiş olan diyeti "Memez, bunun sonucu olarak da yine kan davaları meydana gelirdi. [385] t) Yiyecekler: Cahiliye dönendndo müşrikler kendi kendine ölmüş hayvan­ların etlerini (meyhe) yemekteydiler. Müşriklerden bazıları, müs-lümanlara: "Kendi öldürdüğünüzü yiyorsunuz da, Allah'ın öldür­düğünü niçin yeriliyorsunuz?" diye sormaktaydılar.[386] Müşrikle­rin yedikleri mevte çeşitleri, Münhanika (boğulmuş hayvan), Natîha (susulmuş hayvan), Mevkûze (sopayla vurulup öldürül­müş hayvan), Mütereddiye (yüksekten düşerek ölen hayvan) ile yırtıcı hayvanların parçaladıkları idi.[387] Müşrikler kanı da yiyorlardı. Acıktıkları zaman ellerine sivri uçtu keskin bir kemik veya benzeri bir şey alarak, hayvanı yaralar ve akan kanı toplayarak içerlerdi. Cahili şair A'şâ bu husustan bahsetmektedir.[388] Bu devirde Araplar, kandan "Bacca" denilen bir sucuk yapıyor ve yiyorlardı. Bacca, bir devenin canlı vücudu yarılarak akıtılan kandan yapılıyordu. Eski Araplar kıtlık zama­nında bunu yemeyi âdet edinmişlerdi.[389] Putlara ve dikili taşlara kestikleri kurbanların etlerini yerler, cömertlik yansı için hayvan keserlerdi. Bazan da talih denemek için hayvan keserler, "Meysir" adlı kumar oyununda bunu ortaya koyar, hisse çıkan kimseye bu etleri verirlerdi. Ençok deve, koyun gibi hayvanlann etlerini yi­yorlardı. Kıtlık zamanlannda keler (Dabb), yaban faresi (Yerbû), ada tavşanı (Veber) yerlerdi. Yırtıcı hayvanlan, leş yiyen kuşları, yılanlan, köpekleri, kedileri, fareleri, kurbağalan ve zehirli olup sağlığa dokunan şeyleri yemezlerdi.[390] u) Îçki-Kumar: Cahiliye döneminde içki son derece yaygındı. İçkiye o derece müptela olmuşlardı ki, Arapça'da içkinin 100 kadar ismi geçmek­teydi. Şiirlerinde içkinin bütün çeşitlerini ve sofralarını tasvir et­mekteydiler. Medinede hurma koruğu ve hurmadan yapılan Fadih diye adlandırılan bir içki kullanılmaktaydı.[391] Üzümden de şarap yapılıyordu.[392] Yemen halkı ise, Bit' denilen ve baldan yapı­lan bir içki üretiyordu.[393] Yemen halkının, "Mizr" denilen arpa ve­ya mısırdan yaptığı bir içkisi daha vardı.[394] Aynca buğday ve dan-dan "Gubeyrâ" denilen bir içki daha yapıyorlardı.[395] Aynı içkiye "Sükreke"de denilmekteydi.[396] Bu devirde kendisine içkiyi haram kılan kimseler de mevcut­tu. Bunlar içkinin kötülüklerini farkeden, zarannı gören kimse­lerdi. Abdullah b. Ced'an, Amir b. ez-Zarib, Afif b. Ma'diker b. Kays b. Asım el-Munkırî, SafVan b. Ümeyye, Abdülmuttalib b. Ha-şim, Şeybe b. Rebi'a, Velid b. Muğire vs. bu kimseler arasında yer almaktadır.[397] Cahiliye devrinde Araplann "Meysir" dedikleri bir kumar çe­şidi vardı. Bunu piyango tarzında yaparlardı. Bu kumar çeşidinde "Ezlâmü Aklâm" denilen on adet ok vardı. Bu oklara, Fezz, Tev'em, Rakib, Hils Nafıs, Müsbil, Mualla, Menih, Sefih, Veğd derlerdi. Menih, Sefih ve Vağd'in dışındakiler hisseye sahip olur­du. Piyango çekilmek üzere bir deve kesilir, 28 hisseye ayrılır, Fezze bir, Tev'eme iki, Rakibe üç Hilse, dört Nefise beş, Müsbile altı, Mualla'ya yedi hisse tahsis edilirdi. Menih, Sefih ve Vağd ok­ları boş ve mahrum bırakılırdı. Bu on adet ok, "Rebabe" denilen bir torbaya atılır, "Yasir" denilen güvenilir bir şahsın önüne konulur, o da torbayı çalkalayıp elini sokar ve iştirak eden her şahıs için bir ok çekerdi. Nasibli ok çıkanlar belirli bir hisseyi alır, boş çıkanlar mahrum kalır fakat parasını öderlerdi. Kendilerine hisse çıkanlar bazan aldıklan eti fakirlere dağıtır, bunu bir hayır sayarak iftihar ederlerdi. Bu kumarda kullanılan ve her biri ayn ayrı isimler taşı­yan oklar, Mekke'de Mabed bekçileri tarafından muhafaza edilir-di.[398] Meysir denilen bu kumar çeşidi, sadece Mekke'de değil, Me­dine'de de yaygındı.[399] ü) Alış-Veriş Şekilleri: Cahiliye döneminde Araplar, henüz annesi dahi dünyaya gel­memiş deve yavrusu üzerine alış-veriş yaparlar ve buna "Hablü Habele" derlerdi. Buna göre bir dişi devenin hamile kalıp dişi yav­ru dünyaya getireceği, bu dişi yavrunun da büyüyüp hamile kala­rak bir yavru dünyaya getireceği farzolunur ve bu sonuncu yavru üzerine alış-veriş yapılırdı. Kısacası, karşılığında alış-veriş yapı­lan bu deve yavrusu ortada olmadığı gibi, annesi de henüz ortada yoktu. Elde mevcut gebe devenin dişi doğurması, onun dişi doğu­racak yavrusunun da hamile kalıp, bir yavru dünyaya getirmesi bir şanstı. Sonuç olarak, eldeki devenin dişi deve dünyaya getirmesi mümkün olamayabilir, o zaman hayali deve yavrusunu satın alan kimse zarara uğrardı. Bazı hadislerde Cahiliye devri halkı­nın boğazlanan devenin etini, yukarda anlattığımız "Hablü Habe-le" vadesiyle birbirine sattıkları haber verilmektedir.[400] Ayrıca erkek hayvanların dişi hayvanları döllemesi karşılığında ücret alınır,[401] zahire türü gıda maddeleri hemen satın alındığı yerde başka bir yere nakledilmeden, ölçülmeden üçüncü bir şahsı satı­lırdı.[402] Meyveler daha olgunlaşmadan ağaç üzerinde satılır, mey­velerin toplanması zamanı, satın alan müşteri ağaçlara hastalık isabet etmesinden dolayı mağdur olurdu.[403] Pazara mal getiren kimseler, tüccarlar tarafından pazarın dışında karşılanır, üretici pazara malını sokup değerini Öğrenmeden malı elinden alınarak zarara uğratılırdı. Böylece karaborsacılık yapma imkanı doğuyor, mallar pahalılanıyor, tüketici de zarara uğruyordu.[404] Pazara mal getirenler ise, malını pahalı satmak için müşteriye yalan yere yemin ederlerdi. Bazan da alıcı olamadıkları halde malın pahalı satılmasını sağlamak için fiyat artırarak müşteri kızıştırırlardı. Buna "Necş" denilmekteydi.[405] Ekini daha başağındayken daha ne kadar mahsûl çıkacağı belli olmadan satarlar, buna da "Muhakale" derlerdi.[406] Meyve hububatı olgunlaşmadan satmalarına da "Muhadara" adım verir­lerdi. Bazan da iki kişi karşılıklı olarak birbirlerinin elbiselerine bakmadan ellerini dokundururlar, "elbisemi senin elbisen karşılı­ğında satıyorum" derler ve böylece satış vacib oldu kabul ederler, bu alış-verişe de "Mülamese" derlerdi.[407] "Ben, bende olanı sana atayım, sen de sende olanı bana at" diyerek, birbirlerinin elindeki malın miktarım bilmeden satın alırlar, bunu da "Münâbeze" diye adlandırırlardı.[408] Araziyi getirdiği malın bir kısmı karşılığı kira­ya verirler, bunu "Muhabere" şeklinde isimlendirirlerdi.[409] Bazan da bir malı satarken, malın malum olmayan bir kısmını satıştan istisna ederler, bu alışverişe de "istisna" adını verirlerdi.[410] Taş atma satışı (Bey'ul-Hasât) da yapılırdı. Bu satış, "Şu taşı at hangi elbisenin üzerine düşerse, o şu kadar paraya senindir" şeklinde yapıldığı gibi, araziden bir taş atımı yer satmak şeklinde de yapılırdı. Bazı kimseler de ellerine bir avuç taş alarak, "Avu-cumda kaç tane taş çıkarsa, satılık maldan o kadarı benimdir" di­ye alış-veriş yaparlardı. Bazan da ellerine bir taş alırlar ve "Bu taş ne zaman yere düşerse, satış o zaman vacib olacak" diyerek yapar­lardı. Bir koyun sürüsünün önüne çıkarak, "Bu taş hangisine isa­bet ederse o koyun, şu kadar paraya senin olacak diyerek taş atma suretiyle de satış yapılırdı. Bu satışların hepsi aldatma kapsamı­na giriyordu. Bazan kaçak bir köleyi, ovadaki vahşileşrniş atı, su­daki balığı, kısacası kişinin malik olmadığı şeylerin satışı yapılır, bunlara da "Bey'ul-Ğarar" adı verilirdi.[411] Yine Cahiliye döne­minde kedi-köpek satılır ve parası yenilirdi.[412] içki, leş ve put satı­cılığı ile de meşgul olurlardı.[413] Peşin para veya bir mal ile, veresi­ye bir malı satın alırlar, buna da "Selef veya "Selem" derlerdi. Me­dine halkı hurmayı bu şekilde satıyorlar, bedelim peşin alarak, hurmayı iki üç yıllık vadede teslim etmek üzere anlaşıyorlardı.[414] v) Faizcilik: Cahiliye döneminde faizcilik çok ileri gitmişti. Bu devirde, eğer bir kimsenin diğer bir kimsede alacağı varsa, borcun vadesi gelince, o kimse borçluya 'borcunu ödiyecek misin? Yoksa arttıra­cak mısın?' diye sorardı. Borçlu borcunu ödeyemezse, bu kimse alacağının üzerine faiz ilave ederek, borcun ödenmesini bir müd­det daha tehir ederdi.[415] Cahiliye dönemindeki bu faiz muamelele­rine "Riba" adı verilirdi. Ribâ, "Riba Nesie" ve "Riba Fadl" diye iki­ye ayrılırdı. Ribâ Nesie'de aylık faiz tahsil edilir, Riba Fadl'da bir mal, aym cinsten daha fazla mal karşılığı satılırdı.[416] Cahiliye dö­neminde ribanın çok yaygın olduğunu Hz. Peygamberin Veda Hutbesi'nde de anlamaktayız.[417] Yine bu dönemde, Sakif kabile­sinden Benî Amr ile, Benî Mahzum'dan Benî Muğire arasında riba muamelesi yapılmaktaydı.[418] Halid b. el-Velid ile, Hz. Abbas'm da Cahiliye devrinde ortak olarak, riba ile veresiye alış-veriş yaptık­ları kaydedilmektedir. Yine Hz. Osman ile Hz. Abbas'm peşin pa­ra ile veresiye hurma alışverişi yaptıkları (selem), vakti gelince hurmanın bir kısmını aldıkları, kalanı için de faiz ilave ettikleri nakledilmektedir.[419] y) Diğer Muameleler: Cahiliye döneminde bir kimse bazan bir malını veya eşyasını, aldığı borç veya başka bir şey karşılığında rehin bırakırdı. Borç ödenmeyince, rehin bırakılan şey alacaklıya mal edilir ve sahibine iade edilmezdi.[420] Yine bu dönemde "Mudârebe" demlen bir ortak­lık şekli vardı. Bu, mal sahibi ile kârda ortak olmak üzere, bir kim­senin malını işletmek suretiyle yapılmakta, bir kişiden para veya mal, diğerinden de çalışma ortaya konularak gerçekleştirilmek­teydi. Nitekim Hz. Abbas, Hakim b. Hizam[421] ve Hz. Osman'ın mudârebe usulüyle ticaret yaptıkları bilinmektedir.[422] Hz. Pey­gamber ise, İslâm gelmeden önce hanımı Hz.Hatice ve Saib (r.a.) ile bu tür ortaklık yapmıştı.[423] Cahiliye devri uygulamalarından birisi de "Hima" idi. Hima, korunan yer demektir. Cahiliye döne­minde bir kabile başkanı bir yeri kendisine tahsis ederek, başka­larını orada hayvan otlatmaktan menetmek için, yüksekçe bir yerden köpek havlatırdı. Köpeğin sesi nerelere kadar ulaşırsa, o yerler o reisin otlağı sayılır, başkaları orada hayvan otlatamaz, fa­kat kendisi başkalarına ait yerlerde hayvan otlatabilirdi.[424] [131] Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/225. [132] İbn Habib, Muhabber, s.319; Halebî, a.g.e., I, 425. [133] ibn îshak, Sîre, s.291. [134] îbn Hişam, Sîre, s.III, 47; Taberi, Tarih, II, 483-484. [135] İbnü'l-Kelbî, a.g.e., s.21. [136] İbnü'l-Kelbî, a.g.e., s.19. [137] Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/225-226. [138] Hatiboğlu, Batıdaki Hadis Çalışmaları Üzerine, (Tebliğ), s.86-87. [139] İbn Habib, Muhabber, s.171-172; Müslim, Sahih, IV, 1920. [140] Enfâl, 35. [141] Yazır,Hak Dini, IV, 2400. [142] A.O. Ateş, a.g.e., s. 37-38. Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/226-227. [143] Ebu Davud, Sünen, I, 675; Nesâî, Sünen, III, 179-180. [144] Sübkî, Menhel, VI, 305. Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/227. [145] Belâzurî, Ensabii'l-Eşraf, I, 82-83. [146] Buharı, Sahih, II, 15; İbn Mace, Sünen, I, 405; Ahmed b. Hanbel, Miis-ned,l, 7; II, 93. Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/227-228. [147] İbn Habib, s.319-320; Şehristanî, el-Milel, II, 248-249. [148] Ebu Davud, Sünen, III, 547, No: 3214; Nesaî, Sünen, I, 110; İbn İshak, Sîre, s. 223; İbn Sa'd, Tabakât, 1,123. [149] İbn Habib, Muhabber, s.323. [150] Îbnü'1-Esîr, en-Nihâye, V, 86. [151] Nevevî, Minhac, VI, 229; Aynî, Umdetü'l-Karî, VIII, 79; Muallakatü's-Seb'a, s.19, beyit, 97; Tere: Yedi Askı, s.48. [152] İbn İshak, Sîre, s.45,46; İbn Hişam, Sire, 1,178-179. [153] Buharı, Sahih, II, 82-83; Müslim, Sahih, I, 99; Ebu Davud, Sünen, III, 496; Tirmizî, Sünen, III, 324. [154] İbn Mace, Sünen, I, 514; Sübkî, Menhel, VIII, 288. [155] Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/228-229. [156] Suyûtî, ed-Dürrü'l-Mensür, III, 235. [157] Olgun a.g.e., s.102; Cilacı, İlahî Dinlerde Oruç Hac ve Kurban, s.28. [158] Buharı, Sahih, II, 226, 259; Müslim, Sahih, II, 792. [159] Ebu Davud, Sünen, III, 293-294. [160] Buharı, Sahih, IV, 234-235. Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/229-230. [161] Buharı, Sahih, II, 203; Müslim, Sahih, II, 928. [162] Müslim, Sahih, II, 928. [163] A.O.Ateş, a.g.e., s. 103. [164] Buharı, Sahih, II, 205. [165] Aynî, a.g.e., X, 136. [166] Müslim, Sahih, II, 928. [167] İbnü'l-Kelbî, Kitabü'l-Asnâm, s.10. [168] A'raf, 31; Buharı, Sahih, II, 175; Müslim, Sahih, II, 894 [169] tbnü'l-Kelbî, a.g.e., s.6; İbn îshâk, Sîre, s.100. [170] İbn Habib, Muhabber, s.311. [171] A.O.Ateş, a.g.e., s.111-112. [172] İbn îshak, Sire, s.80. [173] İbn Hİşam, Sire, 1,126; Ezrakî, Ahbâru Mekke, 1,186187. [174] İbn İshak, Sire, s.76; Buharı, Sahih, II, 179; IV, 235. [175] Ezrakî, a.g.e., II, 191; İbn Habib, Muhabber, s.236. [176] ibn Hİşam, Sire, I, 28; Müslim, Sahih, II, 892. [177] Bakara, 2/203; Tirmizî, Sünen, III, 237. [178] îbn- îshâk,Sire, 100. [179] İbn Habib, Muhabber, s.100. [180] İbnü'l-Kelbî, a.g.e., s.13. [181] Necm, 53/19-23. [182] A.O.Ateş, a.g.e., s.122. [183] İbn İshak, Sire, s.75; Buharı, Sahih, II, 175; Müslim, Sahih, II, 894. [184] İbn îshak Sire, s.82; Ezrakî, Ahbaru Mekke, I, 178. [185] Ezrakî, a.g.e., I, 178. [186] Ezrakî, a.g.e., 1,177-178. [187] Ezrakî, a.g.e., 1,182. [188] Ezrakî, Sîre, s. 75-76,80. [189] îbn îshak, a.g.e., s.76. [190] Ezrakî, a.g.e., 1,120. [191] İbnü'l-Kelbî, a.g.e., s.7; Müslim, Sahih, II, 963. [192] Ezrakî, a.g.e., II, 40. [193] İbn Habib, Muhabber, s.311. [194] Buharî, Sahih, II, 169-170, 203; Müslim, Sahih, II, 930. [195] İbn îshak, Sire, s.77-78. [196] İbn Hişam, Sire, 1,126; Taberî, Tarih, II, 257. [197] İbn İshak, a.g.e., s.78. [198] Buharı, Sahih, II, 893. [199] Buharî, Sahih, III, 18; Müslim, Sahih, III, 1672-1673. Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/230-235. [200] Buharı, a.g.e., II, 152; Müslim, a.g.e., II, 909-910. [201] A.O, Ateş, a.g.e, s.142. [202] İbn Habib, Muhabber, s.311. [203] Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/236. [204] Taberî, Tarih, I, 285-286. [205] İbn Hişam, Sire, I, 46; Ezrakî, Ahbaru Mekke, 1,182-183. [206] İbn Hişam, Sire, I, 46, Ezrakî, a.g.e., 1,183; İbn Habib, a.g.e., 157; Taberî, a.g.e, II, 286. [207] îbn Hişam, a.g.e, I, 45,46; Ezrakî, a.g.e, 1,183-184; İbn Habib, a.g.e, s.157. [208] Bakara, 2/198; Buharı, Sahih, II, 197; Ebu Davud, Sünen, II, 350-351. [209] Buharı, Sahih, II, 142; Ebu Davud, Sünen, II, 349; İbn tshak, Sire, s.81; Ezrakî, Ahbaru Mekke, 1,177; İbn Kesir, Tefsir, I, 238. [210] Buharı, Sahih, IV, 234. [211] Buharı, a.g.e., II, 220. [212] Ezrakî, a.g.e., 1,117-119. [213] İbnü'l-Kelbî, Kitabu'l-Asnam, s.8; Tercüme: Beyza Dü^üngen, Putlar Ki­tabı, s.64, Açıklama: 71. [214] İmam Malik, Muvatta, I, 389. [215] Ezrakî, a.g.e., I, 110. [216] îbn Hişam, a.g.e., 1155-158; Ezrakî, a.g.e., 1,112-114; Taberî, Tarih, III, 60-61; Buharı, Sahih, II, 167. [217] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1,137; Ezrakî, a.g.e, 1,195. [218] ibn Hişam, a.g.e., I, 143; Ezrakî, a.g.e., 1,111,194-195. [219] ibn Hişam, a.g.e, 143-144,150; Ezrakî, a.g.e, 1,111-112. [220] Ezrakî, a.g.e, 1,112. [221] İbn Hişam, 1,117-119,123-124,130-131. [222] İbn Hişam, a.g.e., IV, 55; İbn Sa'd, Tabakat, II, 137. [223] Buharı, Sahih, II, 156; Müslim, Sahih, II, 971; İbn Sa'd, Tabakat, 1,147; Ezrakî, a.g.e., I, 267-268. Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/236-240. [224] Cilacı, a.g.e., s. 141. [225] A.O. Ateş, a.g.e., 8.176. [226] İbn îshak, Sire, s.10-18; ibn Hişam, Sire, 1,160-164. Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/240-241. [227] En'âm, 6/136. [228] İbn Hİşam, Sire, 1,162. [229] İbnü'l-Kelbî, a.g.e., s.24. [230] Halebî, İnsanü'l-Uyûn, I, 200. [231] Halebî, a.g.e., I, 200-201. [232] Ebu Davud, Sünen, III, 550-551. [233] Beyhakî, Sünen, IX, 314. [234] Ebu Davud, a.g.e., III, 246. [235] Ebu Davud, Sünen, III, 277; Tirmizî, Sünen, IV, 74. [236] Ebu Davud, a.g.e., III, 251-252. [237] İbn Sa'd, Tabakat, 1,133-134. [238] Ebu Davud, a.g.e., III, 256. [239] Buharı, Sahih, VI, 217; Müslim, Sahih, III, 1564. [240] İbnü'l-Kelbî, Kitâbü'l-Asnam, s.22. [241] İbnü'l-Kelbî, a.g.e., s.26-27, 36. [242] Zevzenî, Şerhu Mııallakati's-Seb'a, s.167. [243] İbn Mace, Sünen, II, 1058. Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/241-242. [244] Ebu Davud, Sünen, III, 132; Taberî, Camiu'l-Beyan, III, 14. [245] Süheylî, Ravdu'l-Unuf, IV, 397-398. [246] Ezrakî, Ahbâru Mekke, 1,180. [247] Nedvî, Asr-ı Saadet (Tebligat ve Talimat), I, 294. [248] Buharı, Sahih VII, 234. [249] Buharı, Sahih VII, 234; Ebu Davud, Sünen, III, 599-600. [250] Müslim, Sahih, III, 1264. [251] Buharı, a.g.e, II, 256, 260; Müslim, a.g.e., III, 1277. [252] Ibn Hişam, Sire, I, 92; İbn Habib, Muhabber, s.330. [253] En'âm, 6/139. [254] İbn Hişam, a.g.e., I, 91-92; tbn Habib, a.g.e., s.330. [255] Buharı, Sahih, IV, 191. [256] îbn Hişam, a.g.e., I, 92; îbn Habib, a.g.e., s.331. [257] En'âm, 6/139; Aynî, Umdetü'l-Kârî, XVI, 91-92; îbnü'l-Esîr,İVi/m.ye, V, 192. [258] îbn Hişam, Sire, s.I, 92. [259] Buharı, a.g.e., IV, 160; Müslim, a.g.e., IV, 2192; Aynî, a.g.e., XVI, 91. Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/243-245. [260] Îbnü'l-Kelbî, a.g.e., s.9-13, 25, 34-35. [261] İbn Sa'd, Tabakat, I, 93; III, 124; VII, 367. [262] Tirmizî, Tesmiyetü Ashâbi'n-Nebî, D.E.Ü. İlah. Fak. Dergisi, II, 300; Müslim, Sahih, III, 1686. [263] A.O.Ateş, a.g.e., s.204, 207. [264] Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/245-246. [265] Sendubî, Şerhu Divan-ı Îmrui'l-Kays, s.111. [266] Buharı, Sahih, I, 6-7. [267] Buharî, a.g.e., V, 37; İbn Hişam, a.g.e., III, 74, 76. [268] Ebu Davud, Sünen, V, 421. [269] İbn Kayyım, Zadü'l-Mead, 1,18-19. Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/246-247. [270] îbn Resîr, elBidaye, II, 320; Halebî, Însânü'l-Uyun, I, 227. [271] Ahmed b.Hanbel, Müsned, IV, 78. [272] Taberî, Camiu'l-Beyân, IV, 78. [273] Taberî, a.g.e., IV, 231-234. [274] Taberî, a.g.e., II, 380-381. [275] İbn Sa'd, Tabakât, VIII, 60-61. [276] İbn Habib, Muhabber, s.309, 325. [277] İbnü'1-Esîr, Üsdü'l-Ğabe, VII, 72-74,197. [278] Ebu Davud, Sünen, II, 678; Tirmizî, Sünen, III, 436; İbn Habib, Muhab­ber, s. 327. [279] İbn Sa'd, Tabakat, IV, 100; VIII, 318, 347, 394; İbn Habib, Muhabber, s.327. [280] İbn Habib, Muhabber, s. 325-326; Taberî, Camiu'l-Beyan, IV, 304-307. [281] İbn Habib, a.g.e., s.325. [282] Taberî, Tarik, II, 266; Süheylî, Ravdu'l-Unuf, II, 356-357. [283] İbn Sa'd, Tabakât, III, 478, 503; îbn Habib, a.g.e., s. 326. [284] İbn Sa'd, a.g.e., s. VIII, 300, 316, 322, 328, 343, 347, 401, 407. [285] A.O. Ateş, a.g.e., s. 278. [286] Ebu Davud, Sünen, II, 677-578; Tirmizî, Sünen, III, 435; İbn Mace, Sü­nen, I, 628; îbn Habib,Muhabber, s. 357;Şevkanı. [287] A. o. Ateş, a.g.e, s.286-287. [288] Serahsî, Mebsut, V, 105. [289] Buharî, a.g.e., VI, 128; Müslim, a.g.e., II, 1034-1035. [290] Taberî, Camiu'l-Beyan, V, 19; îbn Hacer, Fethu'l-Barî, IX, 158. [291] Taberî, a.g.e, V, 20; VIII, 83. [292] Buharî, a.g.e., VI, 132; Ebu Davud. a.g.e., II, 702-703. [293] Buharî, a.g.e., VI, 132; Ebu Davud, a.g.e., II, 703. [294] Buharî, a.g.e., VI, 132-133; Ebu Davud, a.g.e., II, 703. [295] Ebu Davud, a.g.e., II, 580-582. [296] Müslim, a.g.e., VI, 2320. [297] Buharî, a.g.e., III, 39. [298] Buharî, a.g.e., VI, 132; Ebu Davud, a.g.e., II, 702. [299] Îbnü'1-Esîr, Nihâye, V, 143. [300] Alusî, Ruhu'l-Me'anî, XXX, 52. [301] İbn Hacer, Fethu'l-Barî, VII, 110. [302] Taberî, Camiu'l-Beyan, XXX, 72; Razî, Mefâtîhu'l-Gayb, XX, 55. [303] En'âm, 6/151; tsrâ, 17/31. [304] Taberî, Camiu'l-Beyan, XXX, 72. [305] Nahl, 16/58-59. [306] Darimî, Sünen, Mukaddime, 1. [307] İbnü'1-Esîr, Üsdü'l-Gâbe, VII, 250. [308] îbn Habib, Kitâbü'l-Munammak, s. 336. [309] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 478. [310] Razî, Mefatîhu'l-Gayb, XX, 54,57. Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/247-255. [311] İbn Hişam, Sîre, 1,144-145; îbn Habib, Muhabber, s. 398.   [312] İbn Hişam, Sîre, 1,145; İbn Habîb,Muhabber, s. 398-399. [313] İbn Habîb,Muhabber, s. 310. [314] imam Malik, Muvatta, II, 588;Tirmizî, Sünen, III, 497 [315] Aynî, Umdetü'l-Kâri, XX, 226. [316] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, IX, 346. [317] Taberî, Camiu'l-Beyan, IV, 309. [318] Serahsî, Mebsût, VII, 19. [319] Beyhakî, Sünen, VII, 381; Serahsî, Mebsût, VII, 19. [320] Taberî, Camiu'l-Beyan, XXVIII, 3-7; Serahsî, Mebsûl, VI, 223-224. [321] Ebu Davud, Sünen, II, 662-666; Nesaî, Sünen, VI, 168. Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/255-257. [322] İbn Habîb, Muhabber, s. 338-339. [323] Taberî, Camiu'l-Beyan, II, 449. [324] Buharı, Sahih, VI, 186; Müslim, Sahih, II, 1125; Ebu Davud, Sünen, II, 722-723; Tirmizî, Simen, III, 501-502. [325] Taberî, Camiu'l-Beyan, II, 456; Tirmizî, Sünen, III, 497; îmam Malik, Muvatta, II, 58./8. Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/257-258. [326] İbn Habîb, Muhabber, s. 324. [327] Razî, Mefatihu'l-Gayb, IX, 203; Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, s. 361-362. [328] İbn Habîb, Muhabber, s. 324. [329] İbn Habîb a.g.e., s.236, 324. [330] îbn Habîb a.g.e., s. 325-326; Taberî, Camiu'l-Beyan, IV, 304-307; Razî, Mefatihu'l-Gayb, X, 10; îbn Hacer, Fethu'l-Barî, VIII, 185. [331] Razî, a.g.e., IX, 203; Miras, Tecrid-i Sarih, XII, 244; Karaman, a.g.e., s. 361-362. [332] Hamidullah,/s/â/n Peygamberi, II, 1116. [333] Buharî, Sahih, III, 120. [334] Razî, Mefatih, IX, 203; Miras, Tecrid-i Sarih, XII, 244. [335] Razî, a.g.e., IX, 203; M. Uğur, İslâm Toplumu, s. 24. [336] İbn Hacer, Fethu'l-Barî, V, 177; Aynî, Umdetü'l-Kârî, XIII,178-180. [337] Tirmizî, Sünen, III, 634; Mergınanî, Hidaye, III, 230; İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, V, 175-177; Aynî, Umdetü'l-Kârî, XIII, 179. Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/258-260. [338] Koksal, Hz. Muhammed ve îslâmiyet (Mekke Devri), s.143. [339] A. Emin, Yevmü'l-îslâm s. 24. [340] İbn Hişâm, Sîre, III, 101; Buharî, Sahih, II, 82. [341] A. Emin, Fgcru'l-İslâm, s. 9-11. [342] İbnü'1-Esîr, Nihâye, III, 40. [343] Süheylî, Ravdu"-Unuf, VI, 561; İbnü'1-Esîr, Nihâye, II, 186. [344] Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/260-262. [345] Buharî, Sahih,  II, 126-128; Müslim, Sahih, II, 1141-1142. [346] Zeydan, İslâm Medeniyeti Tarihi, IV, 36. [347] Zeydan, a.g.e., iV, 37. [348] Ebu Davud, Sünen, IV, 262-264; Zeydan, a.g.e., IV, 37. [349] Buharî, Sahih, III, 29; Tirmizî, Sünen, III, 537; Zeydan, a.g.e., IV, 38-41. [350] Buharî, Sahih, VIII, 9; Zeydan, a.g.e., IV 39-40. Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/262. [351] İbn Hişam, Sire, II, 85; en-Necîramî, Eymanü'l-Arab, s. 34-35. [352] İbn Habib,Muhabber, s. 166; tbnü'1-Esîr,Nihâye, III, 386. [353] İbn İshak, Sîre, s. 86-87; İbn Hişam, Sîre, I, 209. [354] İbn Hişâm, a.g.e., 1,141-142; ibn Habib, Muhabber, s. 167; Îbnü'1-Esîr, Nihâye, III, 149. [355] Cevheri, Sıhâh, V, 1855. [356] İbnü'l-Kelbî, Kitâbü'l-Asnâm, s. 12. [357] Necîramî, Eymanü'l-Arab, s. 26. [358] İbnü'l-Kelbî, a.g.e., s. 27. [359] İbnü'l-Kelbî, a.g.e., s. 19. [360] İbnü'l-Kelbî, a.g.e., s. 10. [361] Buharı, Sahih, IV, 238. [362] Aynî, Umdetü'l-Kârî, XVI, 299. [363] Ebu Davud, Sünen, III, 570; Tirmizî, Sünen, IV, 110. [364] Neciramî, a.g.e., s. 27, 37-38. [365] Ebu Ali el-Kâlî, Zelü'l-Emalî, s. 51; Neciramî, a.g.e., s. 23; Îbnü'l-Kelbî, a.g.e., s. 14; İbn Hişam. Sîre, I, 87. [366] Necîramî, a.g.e., s. 15. [367] Buharı, Sahih, IV, 236-237; îbn Habib, a.g.e., s. 335-336. [368] Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/263-264. [369] Serahsî, Mebsut, XXVI, 109; Îbnü'1-Esîr, Nihâye, IV, 62. Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/264-265. [370] Buharı, Sahih, IV, 237; Nesâî, Sünen, VIII, 4. [371] Atar, İslâm Adliye Teşkilatı, s. 29-30. [372] Müslim, Sahih, III, 1307-1308; Ebu Davud, Sünen, IV, 637-639. [373] Çağatay, Cahiliye Çağı, s. 138. [374] Çağatay, a.g.e., s.100,138. [375] İbn İshâk, Sire, s. 83; İbn Hişam, Sire, I, 205; Taberî, Tarih, II, 286. [376] İbn Habib, a.g.e., s. 328. [377] İbn Habib, a.g.e., s. 327-328; Şehristanî, el-Milel, II, 249. Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/265-266. [378] ibn İshak, S,re, s. 14; İbn Hişam, Sire, I, 163; Hamidullah, Resulullah Muhammed. s. 21. [379] Süheylî, Rav du'l-lnuf, II, 139. [380] Belâzüri, Enzab, s. 72-74; İbnü'1-Esîr, el-Kamil, II, 15. [381] Buharî, Sahih, IV, 237; Nesaî, Sünen, VIII, 4. [382] İbn Sa'd, Tabakat, I,128. [383] Suyûtî, Tarihu'l-Hulefa, s. 31. [384] Tirmizî, Sünen, IV, 27; İbn Mace, Sünen, II, 883. [385] Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/266-267. [386] Nesaî, Sünen, VII, 237; Taberî, Camiu'l-Beyan, VIII, 16. [387] Taberî, a.g.e., VII, 68-72. [388] Kardavî, İslâm'da Helal ve Haram, s. 52. [389] İbnü'l-Kelbî, KitâbüVAsnâm, s.3. [390] A. Emin, Fecru'l-îslâm, s. 9; Hamidullah,/s/âm Peygamberi, II, 1126. Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/267-268. [391] Buharı, Sahih, VI, 242; Müslim, Sahih, III, 1570-1571. [392] Buharı, Sahih, VI, 241-243; Müslim, Sahih, III, 1573-1574. [393] Buharî, Sahih, VI, 242; Müslim, Sahih, III, 1586. [394] Buharı, Sahih, VI, 241-243; Müslim, Sahih, III, 1586. [395] Buharî, Sahih, VI, 241-243. [396] Ebu Davud, Sünen, IV, 89-90. [397] A.O. Ateş, a.g.e., s. 422-423. [398] İbn Habib, Muhabber, s.333-335; Tfeberî, Camiu'l-Beyan, II, 360. [399] îmam Malik, Muuatta, II, 655. Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/268-269. [400] Buharî, Sahih, III, 25; Müslim, Sahih, III, 1554. [401] Buharı, Sahih, III, 54; Müslim, Sahih, III, 1197. [402] Buharı, Sahih, III, 23; Müslim, Sahih, III, 1159. [403] Buharı, Sahih, III, 32-34; Müslim, Sahih, III, 1165. [404] Buharı, Sahih, III, 28-29; Müslim, Sahih, III, 1156. [405] Buharı, Sahih, III, 24; Müslim, Sahih, III, 1554-1156. [406] İbnü'1-Esîr, Nihâye, I, 416. [407] Aynî, Umdetü'l-Kârl, XI, 266. [408] Aynî, a.g.e., XI, 192-193. [409] Nevevî, Minhâc, X, 192-193. [410] Nevevî, a.g.e., X, 195. [411] Nevevî, a.g.e., X, 156; Aynî, a.g.e., XI, 264. [412] Buharı, Sahih, III, 12, 43; Müslim, Sahih, III, 1198. [413] Buharî, a.g.e., III, 43-44, 46; Müslim, a.g.e., III, 1205,1207. [414] Buharî, a.g.e., III, 43-44, 46; Müslim, a.g.e., III, 1226-1227; Aynî, a.g.e., XII, 61. Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/269-271. [415] İmam Malik, Muvatta, II, 672-674. [416] Kutub, Fizüaü'l-Kur'ân, Tere. II, 121-122. [417] İbn Hişâm, Sire, IV, 250-251; Ebu Davud, Sünen, III, 628-630. [418] Aynî, Umdetü'l-Kârî, XI, 201. [419] Yazır, Hak Dini, II, 972. Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/271-272. [420] İbn Mâce, Sünen, II, 816; İmam Malik, Muvatta, II, 728. [421] Darakutnî, Sünen, III, 78; Beyhakî, Sünen, VI, İH. [422] îmam Malik, Muvatta, II, 668. [423] İbn Hişam, Sire, 1,199; İbn Mace, Sünen, II, 768. [424] Îbnü'1-Esir, Nihaye, I, 447; Aynî, Umdetü'l-Kârî, XII, 213. Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/272.
Pelinay: Arastirma konumu da bulmus oldum burada.elhamdulillah ilim dunyamizda her sey mevcut.Rabbim hakkiyla istifade edebilmeyi nasipeylesin insallah. Allah razi olsun ..
1 note · View note
halilintifada · 8 years
Text
Kur’an-ı Kerim
·        114 Sure
·        6236 Ayet
·        77429 Kelime
·        1475 Fiil
·        2880 İsim
·        432 Sıfat
·        101 Özel isim
·        263 Harf(Edat)
·        634223 Harf den oluşmaktadır.
1 note · View note