Don't wanna be here? Send us removal request.
Text
how to get there
white the october air, no snow, easy to breathe beneath the sky, lies, lies everywhere writhing and gasping clutching and tangling, it is not easy to breathe lies building their tendrils into dim figures who disappear down corridors in west-side apartments into childhood’s proof of being wanted, not abandoned, kidnapped betrayal staving off loneliness, i see the fog lunge in and hide it where are you? here i am on the sidewalk under the moonlike lamplight thinking how precious moss is so unique and greenly crushable if you can find it on the north side of the tree where the fog binds you and then, tearing apart into soft white lies, spreads its disease through the primal night of an everlasting winter which nevertheless has heat in tubes, west-side and east-side and its intricate individual pathways of white accompanied by the ringing of telephone bells beside which someone sits in silence denying their own number, never given out! nameless like the sound of troika bells rushing past suffering in the first storm, it is snowing now, it is already too late the snow will go away, but nobody will be there police cordons for lying political dignitaries ringing too the world becomes a jangle from the index finger to the vast empty houses filled with people, their echoes of lies and the tendrils of fog trailing softly around their throats now the phone can be answered, nobody calling, only an echo all can confess to be home and waiting, all is the same and we drift into the clear sky enthralled by our disappointment never to be alone again never to be loved sailing through space: didn’t i have you once for my self? west side? for a couple of hours, but i am not that person
[how to get there, frank o’hara, 1960]
3 notes
·
View notes
Text
çocukken benim için lüks, kürk mantolar, uzun elbiseler ve deniz kıyısındaki villalardı. daha sonra, bunun entelektüel bir yaşam sürmek olduğuna inandım. şimdi bana öyle geliyor ki lüks aynı zamanda, bir erkeğe ya da bir kadına olan tutkuyu yaşayabilmektir.
dönüşte défense tüneli’nde, “hikâyem nerede?” diye düşündüm. ve sonra ekledim: “artık hiçbir şey beklemiyorum.”
üç gün sonra, bir kez daha görüşme fırsatı bulamadan tekrar ülkesine döndü. yola çıkmadan önce telefonda bana, “seni arayacağım,” dedi. kendi ülkesinden mi yoksa fırsatını bulup geri dönmesi durumunda paris’ten mi arayacağını kastetti bilmiyorum. ona sormadım.
bu dönüşün gerçekleşmediğini sanıyorum. bizim hikâyemizin zamanı içinde bir hiç, sadece bir tarih bu, 20 ocak. o akşam yeniden gelen adam, burada bulunduğu yıl boyunca, daha sonra yazdığım zamanlarda içimde taşıdığım adam değildi. bu adamı bir daha hiç görmeyeceğim. bununla birlikte, iki yıl süresince en zorlu ama en az açıklanabilir gerçekliğiyle tutkuma tüm anlamını veren, işte bu gerçekdışı, neredeyse var olmayan dönüş bu.
ondan elimde kalan, biraz bulanık fotoğrafta biraz alain delon’a benzeyen, iri ve sarışın bir adam görüyorum. onun her şeyi, gözleri, ağzı, cinsel organı, çocukluk anıları, nesneleri ani kavrama biçimi, sesi benim için değerliydi.
dilini öğrenmek istedim. içki içtiği bir bardağı yıkamadan kaldırıp sakladım.
kopenhag’tan dönerken, onu bir daha göremeyeceksem uçağımın düşmesini diledim.
geri dönmesi için, bu fotoğrafı geçen yaz padova’daki aziz antonio’nun mezar taşına —başkaları mendil ya da yakarışlarını içeren katlanmış kâğıtlar getirmişlerdi— dokundurdum.
bunu “hak etmiş” ya da “hak etmemiş” olmasının kuşkusuz hiçbir önemi yok. ve tüm bunların bana başka bir kadınmışım gibi yabancı gelmeye başlaması şunu hiç değiştirmiyor: onun sayesinde, beni bu başka kadından ayıran sınıra, kimi zaman bu sınırı aşmayı düşünecek kadar yaklaştım.
zamanı tüm bedenimle bir başka türlü ölçtüm.
insanın neler yapabileceğini, hem de her şeyi yapabileceğini keşfettim. kendim de onlara başvurana kadar başkalarında çılgınca bulduğum yüce ya da ölümcül arzular, onursuzluk, inançlar ve davranışlar. farkında olmadan, o beni dünyaya daha çok bağladı.
bana “benimle ilgili kitap yazmayacaksın,” demişti. ama ne onunla ne de kendimle ilgili bir kitap yazdım. ben sadece onun varlığının bana kattığı şeyleri —kuşkusuz okumayacağı, ona yönelik olmayan— sözcüklere döktüm. yapılan bağışı geri ödemek gibi bir şey.
[yalın tutku, annie ernaux, çev. yaşar avunç, can yayınları, syf. 49-51]
3 notes
·
View notes
Text
bu metni yazmaya başladığımda, onu herkesin bildiği daktilo harfleriyle görünce masumiyetim sona erecek.
bir önceki cümlede durabilir, dünyada ve hayatımda olup biten hiçbir şeyin artık bu metne müdahale edemeyeceğini varsayabilirim. onu zamanın dışında tutmak için, kısacası okunmaya hazır. fakat bu sayfalar hâlâ kişisel, bugünkü gibi elimin altında olduklarına göre, yazı hâlâ açık. bir sıfatın yerini değiştirmektense, gerçekliğin ne getirdiğini eklemek bana daha önemli görünüyor.
[yalın tutku, annie ernaux, çev. yavaş avunç, can yayınları, syf. 48]
2 notes
·
View notes
Text
yaşamın bir makine gibi işlemediğini ona önceden söyleyen olmamıştı.
şimdi büyükannesinin düğün hediyesi olan o tahta alçak taburenin üzerinde oturuyor, gözleri kapalı, başka zamanlarda gördüğü yaslı insanlar gibi oturuyor. yaslı insanlara bazen yemek götürürdü, şimdiyse bir arkadaşı yemeklerle dolu kâseleri onun ayaklarının dibine dizmiş. nasıl önceki gece evdeki bütün suları boşalttıysa — çünkü ölüm meleği bu suların içinde kılıcını yıkarmış; nasıl aynanın önüne bir çarşaf asıp pencereyi açmışsa — çünkü başkalarından böyle görmüştü, bir de çocuğun ruhu bir daha görmemek üzere dışarı uçarmış; işte şimdi yedi gün boyunca burada oturacaktı — çünkü başkalarının da böyle oturduğunu görmüştü, ayrıca son gece çocuğun odası olan o acımasız yere bir daha girmek istemediğinden nereye gideceğini bilmiyordu. insanların âdetleri acımasızlığın içine patika gibi örülmüş, diye düşünüyor kadın, bir kazazedenin tutunup kendini yuları çekebileceği somut nesneler gibiler, o da mümkün olabilirse tabii. yeryüzünü yöneten bir tanrı değil rastlantılar olsaydı ne iyi olurdu, diye düşünüyor.
[bütün günlerin akşamı, jenny erpenbeck, çev. regaip minareci, can yayınları, syf. 18.]
4 notes
·
View notes
Text
why have we designed our world like this? you find very few rectangles in nature.
humans have designed their world in rectangles. we have divided the organic earth into rectangles, laying down rectangular streets lined with rectangular buildings. we enter these buildings through rectangular doors, and ascend and descend in rectangular elevators. turning right angles down rectangular hallways, we open rectangular doors to reveal rectangular rooms. arranged inside are rectangular furnishings and windows. the tables and cabinets and televisions and their remote controls are all rectangular. on a rectangular desk, you depress rectangular keys on a rectangular computer, and print out characters or letters on rectangular sheets of paper. the envelope into which you place the paper is also rectangular, as is the stamp affixed to the envelope. the postmark, however, may be round.
[designing japan: a future built on aesthetics, kenya hara, transl. maggie kinser hohle + yukiko naito, lars müller publishers, pg. 37-38]
1 note
·
View note
Text
the real pleasure of design is in the process of awakening gradually to the multitude of accumulated insights interwoven with that environment.
design is not styling. the act of systematically and deliberately creating the shape of an object is certainly design, but design is not merely that. design is not only thought concerned with creation, but also a mode of thought in which the essence of a lifestyle or environment is conveyed through the medium of objects. accordingly, the true purpose of design has as much to do with insight as it does with creating.
everything around us has been designed. drinking glasses, fluorescent lights, ballpoint pens, mobile phones, floor tiles, the arrangement of the holes in shower heads, the curls of instant noodles—in the sense of having been planned and produced, everything can be said to have been designed. human beings form their environment by living. the real pleasure of design is in the process of awakening gradually to the multitude of accumulated insights interwoven with that environment. we see the world afresh when we grasp these threads, hitherto unnoticed.
[designing japan: a future built on aesthetics, kenya hara, transl. maggie kinser hohle + yukiko naito, lars müller publishers, pg. 37]
0 notes
Text
...bir adalının bile saatin bir kuruluşundan ötekine geçen iki günü birbirinden ayırmaya ihtiyacı vardır.
ingrid beyaz odada gözlerini açtığında onda dehidre olduğunu söylediklerini hatırladı, bunun ne anlama geldiğini bilmiyordu, aç kalmıştı, yıpranmıştı, unutması gereken bir şeyler geçmişti başından, yine de bunların geri dönmesi riski vardı, bu yüzden ingrid’nin buna dayanmayı öğrenmesi gerekiyordu, burada kararı onlar veremezdi, unutmak ve anımsamak aynı şeyin iki yüzüydü, bu yüzden buradaydı ingrid.
[beyaz deniz, roy jacobsen, çev. deniz canefe, yky, syf. 54.]
1 note
·
View note
Text
ingrid bir suyun kulaklarından içeri akıp düşüncelerini sözcüklerle doldurduğu duygusuna kapılmıştı.
bahçelerin arasından güneye yürüdüler, ingrid onun ağladığını duydu. gökyüzünü işaret edip mevsimini şaşırmış gökkuşağı şelaleleri gibi dökülen kuzey ışıklarını gösterdi, karada gözüken kapkara gölgeler gibi dağların adlarını söyledi; su, rüzgâr, kar, henüz ortalıkta görünmese de ot demeyi öğretti ve her şeyin adını söylemeyi sürdürdü; yosun, tekne, balık, kedi..."
[beyaz deniz, roy jacobsen, çev. deniz canefe, yky, syf. 35.]
1 note
·
View note
Text
bir düşe pişman olmak insanın yapabileceği en yıkıcı eylemdir.
ingrid niye o kadar korkmuş olduğunu merak ediyor, belki de dünyanın onu istemediğini sanırken aslında adada çok fazla kararsızlık gösterdiğini düşünüyor, yanılmış olabilir adadayken ve bunu bir kez daha yapmamaya karar veriyor, çünkü onu adada tutanın, annesi maria'nın yalnızlığı olabileceğini düşünmek hiç aklına gelmiyor.
[görülmeyenler, roy jacobsen, çev. deniz canefe, yky, syf. 127]
1 note
·
View note
Text
yalnızca gerçekleştirilmişti; insanların ormanın içinde bir yol bulmaları, ondan hoşlanmaları, gide gele onu bir patikaya dönüştürmeleri gibi. patika, yalnızca alışkanlık nedeniyle kullanılan bir başka sözcük.
hans hiçbir şey söylemedi. barbro, lars'ı havaya kaldırıp gıdıkladı. martin yukarı, kulübelere doğru yürüdü, ingrid ona acıdığının farkına vardı. bu, yepyeni bir duyguydu. nereden geldiği konusunda en küçük bir fikri yoktu. ama aslında bambaşka bir şeyle dolu bir anda yeniden ortaya çıktı. o zaman yine kilise bahçesinden eve gelirken yolda kapıldığı duyguya kapıldı, kürekler ve yüzler geldi gözünün önüne. ama bu duyguya asla alışmadı ve asla kimseye bundan söz etmedi.
[görülmeyenler, roy jacobsen, çev. deniz canefe, yky, syf. 86]
1 note
·
View note
Text
kuzey salonu’nda, ancak güney çok ısındığında ya da yağmur çok gürültü yaptığında uyuyorlar. kuzey çok soğuduğunda yorganlarını güney salonu’na taşıyorlar. güzel bir yaşam bu.
barbro, ingrid’e ağlamayı kesmezse kendisi gibi olacağını söyledi. sanki insanın içinde bir yağmur yağmaya başlardı, muşambalar işe yaramaz, korku giderek büyür ama yağmur bir türlü durdurulamazdı.
[görülmeyenler, roy jacobsen, çev. deniz canefe, yky, syf. 67]
0 notes
Text
...şimdiden hayalî şeylerin gerçekleştiği yere yerleştirilmişti.
kafasındaki tek düşünce bugün notodden kütüphanesi’nde yeni işine başlayacağıydı. çabucak giyindi, alelacele kahvaltı edip hızlı adımlarla otele pek uzak olmayan kütüphaneye gitti. kütüphane müdürüne ve öteki çalışanlara kendisini takdim etti. ve sonra işe girişti. yeni yaşamına başladı. alüminyum mahallesi denilen yerde, yüksek konumlu bir belediye görevlisinin bodrum katında, tek odalı bir daire kiraladı, her gün değişik zamanlarda yürüyerek merkezdeki işine gitti, çünkü çalışma saatleri değişiyordu, bir tür vardiya sistemi vardı, sabah ve öğleden sonra vardiyaları. çok geçmeden singer tam beklediği ve özlediği gibi kütüphane işlerinde kayboldu. notodden’e kimsenin tanımadığı biri olarak yaşamak için gelmişti sonuçta. tamam, kendi adını değiştirmemişti, ama şimdiye dek yaşanmış bir yaşam olarak ona yapışan otuz dört yılı gizliydi. bu yılları arkasında bırakıştı, onu ziyaret etmelerini istemiyordu, bu yüzden geç yaşında kütüphanecilik yüksekokulunda üç yıllık eğitimine başlamıştı, burada resmî eğitimin yanı sıra, öylesine özlemini çektiği anonim yaşam için de eğitmişti kendisini. yeni bir yaşam, yeni bir gelecek; işte bunları istiyordu. gözden kaybolmak ona her zaman çok cazip gelmişti, hiç kimsenin tanımadığı ve hakkında hiçbir şey bilmediği, daha önce hiç görmediği bir kentte yeniden başlamak.
[t. singer, dag solstad, çev. deniz canefe, jaguar kitap, syf. 71-74 ]
1 note
·
View note
Text
singer neredeyse 31 yaşındaydı ve öğrenciydi. o sıralar gökyüzüne, boş gökyüzüne yoğunlaşmıştı; öylesine etkili bir manzaraydı ki üniversiteye gidip edebiyat eğitimi almak yerine divanda yatıp buna bakıyordu.
34 yaşındaydı, yeni bir yaşama başlayacaktı. hiçbir üzüntüsü ya da hayal kırıklığı yoktu çünkü neyse oydu; ama öte yandan böyle olduğu için, yeni bir yaşama başlayacağı için özel bir sevinç de duymuyordu.
[t. singer, dag solstad, çev. deniz canefe, jaguar kitap, syf. 35 ]
0 notes
Text
yazarlık girişiminin tümü, bir cümleyi cilalamak için son bir çabadan ibaret kaldı: “güzel bir günde, unutulmaz bir tabloyla göz göze geldi.”
sonra başka bir şey bulmayı denedi. uzun süre, ağaçtaki bir yaprağı tasvir etmeye çalıştı. yaprağın, rüzgârın, ona dokunduğu, içinden geçip kısacık anlardaki titreyişini dile getirmeye çalıştı. ama yapamadı. ve sonbahar geldi, şimdi kızıl kahverengi olan, biraz katılaşan ama sabahları, hatta neredeyse öğlene dek çiyle ıslanan yaprağın kuruluğuna karşın parlayışını tasvir etmeye çalıştı ama yapamadı. yapabilseydi bu unutulmaz bir manzara olurdu, bundan kuşkusu yoktu; yaprağı tasvir etmeye çalıştığı o yıl boyunca, o sıralar hemen hiç kimsenin ağaçtaki bir yaprağı tanımlamaya hiç girişmediğinden habersizdi.
“güzel bir günde, unutulmaz bir tabloyla göz göze geldi. güneş bygland fiyordu’nun üzerine akıyor.” “güzel bir günde, unutulmaz bir tabloyla göz göze geldi. bir yaprak, bir ağaçta. rüzgâr içinden geçiyor.” nihai kararı olacak şeyin girişi bu mu olacaktı? olmadı. iki ihtimali de bir yana attı: “güneş bygland fiyordu’nun üzerine akıyor,” bir yana atıldı çünkü nasıl sürdüreceğini bilmiyordu ve setes vadisi’nde bir fiyordun üzerine doğan güneş manzarası aslında onu pek de ilgilendirmiyordu; anlatıma hayranlığı her şeyden önce hiç gitmediği bir yerde, güneşin doğuşunu böyle anlatabilmesi karşısında duyduğu şaşkınlıktan kaynaklanıyordu. “bir yaprak. bir ağaçta. rüzgâr içinden geçiyor,” da bir yana atıldı çünkü bir yaprağı gerçekten gördüğü şekliyle anlatmayı başaramamıştı.
ama vazgeçmedi. şimdi bu tek cümlenin karşısında oturuyor, günler boyu aslında ders çalışması gerekirken unutulmaz tablonun ne olacağına kafa yoruyordu. derslerle yalnızca arada sırada ilgilenmesine karşın bu cümleye geri dönmediğinde bile son zamanlarda onda etki bırakan şeye bağlı olarak pek çok şeye kafa yoruyordu. ama sonradan bakıldığında tüm yazarlık planlarının altında bu cümle ve unutulmaz tablo düşüncesinin yattığını söylemek yanlış olmaz.
[t. singer, dag solstad, çev. deniz canefe, jaguar kitap, syf. 27-28 ]
0 notes
Text
“neyiniz var?” diye soruyorum.
başını kaldırıyor ve “atom bombasından korkuyorum,” diyor. ölümden korkmuyor, atom bombasından korkuyor, düşünebiliyor musun?
[evler, cinler, perdeler | dünyanın vicdanı bir kız, lyudmila petruşevskaya, çev. ayşe hacıhasanoğlu, jaguar kitap, syf. 55 ]
2 notes
·
View notes
Text
rutinlerin belirlediği bir yaşam sürmüş, rutinlerle ayakta kalmıştım, ama sonra bu olmuş, varoluşumu paramparça eden gerçekle acı bir şekilde karşı karşıya kalmıştım.
endişeden bayılacak kadar harap olmuştum, sisler içerisinde, kafam karışmış halde ortalıkta dolanıyordum, çamaşır yıkadım. içinde boğulacakmışım duygusuna kapıldığım, nefret ettiğim bir şeydi çamaşır; bitmek bilmeyen çamaşırları yıkamak zorunda olmak bana normal bir yaşamın en sıkıcı, en boş, en duygusuz işi gibi geliyordu. kirli sepetinin içindekiler, dolmuş taşmış kirli sepetinin yanında dağ gibi yığılmış çamaşırlar, kocaman çarşaflar ve nevresimler, örtüler, bazen de perdeler, bir yığın külot, çoraplar ve kirli havlular, o zamanlar günlük hayatımı zindana çeviren çamaşırları suçlardım. dağ gibi yığılmış çamaşırlar olmasaydı, diye düşünürdüm o zaman, çok daha mutlu olabilirdim, okumam gereken, okumayı özlediğim kitapları okurdum, ama bunun yerine bir makine dolusu daha çamaşır yıkamalıydım, yıkadıktan sonra da asılması imkânsız çarşafları kurumaları için asmalıydım, bir de yağmur ya da kış meselesi vardı, çamaşır askılığı küçük olduğundan veya üzeri zaten çoraplar, külotlar, etekler, bluzlar, fanilalarla dolu olduğundan çamaşırları kapı, sandalye üzerine asmak zorunda kalıyordum ve çamaşırlara lanet okuyordum. ancak dünya başıma geçince, kafam bozukken, pes etmişken çamaşırlar beni ayakta tuttu, çamaşırları yıkayıp asmak için harcadığım zaman, kuruduklarında onları katlamak, çocuklar gece yattıklarında dolaplara yerleştirmek, sonra da çamaşırlar yıkanıp, kurutulup katlanıp, dolaplara tertemiz yerleştirilince uyuyakalmak, o zaman çamaşırlar hayatımı kurtardı diye düşündüm.
[miras, vigdis hjörth, çev. dilek başak, siren yayınları, syf. 86]
2 notes
·
View notes
Text
it will not be simple, it will not be long it will take little time, it will take all your thought
it will take all your heart, it will take all your breath it will be short, it will not be simple
it will touch through your ribs, it will take all your heart it will not be long, it will occupy your thought as a city is occupied, as a bed is occupied it will take all your flesh, it will not be simple
you are coming into us who cannot withstand you you are coming into us who never wanted to withstand you you are taking parts of us into places never planned you are going far away with pieces of our lives
it will be short, it will take all your breath it will not be simple, it will become your will
[final notations, adrienne rich.]
5 notes
·
View notes