Don't wanna be here? Send us removal request.
Text
Kafein panik atağı böyle tetikliyor!
Panik atağın bir kaygı bozukluğu olduğunu belirten uzmanlar, tedavi süresince kafein alımının kısıtlanmasının faydalı olacağına dikkat çekiyor; "Kafein yani çay, kahve ve kola uyarıcıdır ve vücutta alarm durumu meydana getirir. Bu durumda ise stresli yaşam, daha şiddetli algılanır." Üsküdar Üniversitesi NP Etiler Polikliniği Pskiyatri Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Alper Evrensel, panik atağın bir kaygı bozukluğu olduğuna dikkat çekerek iyi bir tedavi sonrası hastaların iyileşmesinin mümkün olduğunu söyledi. Yrd. Doç. Dr. Alper Evrensel, şunları söyledi; "Panik atak bir kaygı bozukluğudur. Panikler zaman zaman gelir. Arada kalan dönemler başlarda normaldir. Ancak ataklar arttıkça hastanın atak beklentisi ortaya çıkar. Ataklar arası dönemlerde de atak beklentisiyle oluşan bir kaygı durumu meydana gelir. Bu durumda ise gündelik işlevler kısıtlanmaya başlar. Hastanın aklında sürekli 'Acaba atak gelir mi?' sorusu dolanır. Bir yere gidecek olsa, bir ulaşım aracına binecek olsa, metroyla yerin altına inecek olsa, asansöre binecek olsa hep aklında bu soru vardır. Hatta banyoya girdiğinde bile rahat edemez duruma gelir bir süre sonra. Atak ansızın gelecek ve kendisi çaresizce atağa maruz kalacak, bulunduğu ortamdan kaçıp kurtulamayacak ve kimse de yardımına koşamayacak şeklinde kurar. Bu kurgu hastayı daha kaygılı ve çekinik kılar. Gündelik yaşam olaylarından o denli kaçınır ki evliliği ve cinsel hayatı bile olumsuz etkilenir. Zira atak o sırada bile gelebilir. Ya gelirse o halde çaresizce ne yapacaktır?" Hastalıklar panik atağı tetikliyor Panik atağın ağır sonuçları olabilen bir hastalık olduğunu belirten Yrd.Doç.Dr. Evrensel, "Panik atak tedavisinde öncelikle bir psikiyatri hekiminden yardım alınmalıdır. Psikiyatri uzmanı kapsamlı şekilde hastayı dinleyecek, muayene edecek ve gerekli beyinsel ve bedensel tetkikleri planlayacaktır. Zaman zaman panik atakların tetikleyicisi guatr, şeker hastalığı, insülin direnci, böbrek üstü bezi tümörleri, kansızlık, kalp kapak bozuklukları, kalp ritim bozuklukları, uyarıcı ilaç kullanımı, bir takım ilaç yan etkileri, aşırı çay-kahve tüketimi gibi bedensel hastalık ya da durumlar olabilir" diye konuştu. Panik atak tedavi süresince kafein alımına dikkat! Psikiyatri uzmanı bütün bunları gözden geçirdikten sonra sorunun kaynağına ulaşacaktır. Sorun bedensel bir takım hastalıklar ise ilgili tıp bölümüne yönlendirilecektir. Zaman zaman hastalarımız acil servis, dahiliye ya da kardiyoloji gibi diğer branş hekimlerince psikiyatriye yönlendirilirler zaten. Eğer sorun psikiyatrik ise gerekli ilaç ve terapi planı yapılacaktır. Hastanın önerilen bu tedaviyi dikkatle uygulaması gerekir. Hekimin önerdiği zaman takip randevusuna ve terapiye katılmalıdır. İlaçlarının dozları muayene bulguları ve ilaç kan düzeyi ölçümü ile ayarlanacaktır. Bu kan tahlili ile hastanın genetik yapısına uygun şekilde ilaç ve doz belirlenecektir. Tedavi süresince kafein alımının kısıtlanması faydalı olacaktır. Zira kafein yani çay, kahve ve kola uyarıcıdır ve vücutta alarm durumu meydana getirir. Bu durumda ise stresli yaşam olayları daha şiddetli algılanır." Panik atak hastaları bu tavsiyelere dikkat Yrd.Doç.Dr. Evrensel, panik atak hastalarına şu önerilerde bulundu: *"Uyku düzeni çok önemlidir. Gece uykusu kaliteli olan kişilerin gündüz de daha dingin olması mümkündür. O nedenle vakitlice uyuyup yeterli süre uyuduktan sonra güne başlanmalıdır. TV ve cep telefonu ekranı karşısında geç saatlere kadar uyanık kalınmamalı ve az uykuyla güne başlanmamalıdır. Her gün düzenli şekilde en az yarım saat yürüyüş yapılarak hormonal ve metabolik sistemin dengelenmesine yardımcı olunmalıdır. Zira panik atak belirtileri bedende bu sistemler aracılığıyla oluşur. Panik atak geçirme korkusu ile kaçınılan yaşam etkinliklerini yapmaya devam edilmelidir. Bunlardan kaçınılması durumunda o davranış biçimi yerleşir ve ömür boyu bazı kısıtlılıklarla ilerlenmek zorunda kalınabilir. Panik atak iyi bir tedavi ile iyileşir ve iz kalmadan hastalık öncesi işlevsellik düzeyine dönülebilir. Bu noktadan tedavi ekibinin ve ilaçların yapacakları olduğu gibi hastanın uyması gereken kurallar olduğu akıldan çıkarılmamalıdır."
0 notes
Text
Egzersiz yapmak bazı kanserleri azaltıyor…
Egzersiz; sağlığınız için faydalı olmakla beraber, kalp rahatsızlığı ve diyabet gibi problemlerle karşılaşma riskiniz azaltıyor… JAMA dergisinde yayımlanan büyük bir çalışma, egzersizin, birçok kanser türüne yakalanma riskinin azaltılmasında önemli bir faktör olduğunu ispatlamıştır. Cleveland Kliniği Onkoloji Tıp Doktoru Dale Sheppard araştırma hakkında şöyle yorum yaptı: "Bu çalışma; 13 farklı kanser türümünün insanların daha aktif olması ile etkilendiğini göstermektedir" Daha fazla aktivite, daha az risk Araştırmacılar, toplamda yaklaşık 1.5 milyon insanı kapsayan 12 farklı çalışmaya ait verileri incelediler ve boş zamanlarda yapılan fiziksel aktivitenin veya egzersizin, 26 farklı kanser türü üzerindeki nasıl bir etkisi olduğunu görmek istediler. Elde edilen verilere göre; 26 kanser türünün 13'ünde (bunlara kolon, baş, boyun ve göğüs kanserleri de dahildir) boş zamanlardaki fiziksel aktivite artışının daha düşük kanser riski ile ilişkili olduğunu göstermektedir. Doktor Shepard'ın söylediğine göre, böbrek, karaciğer ve akciğer de dahil olmak üzere yedi kanser tipinde aktivite seviyesindeki artışa bağlı olarak kanser riskinde 20% ve fazlası oranında düşme görülmektedir. Kanseri önlemenin anahtarları Bilim adamları egzersiz yapmanın kanser riskini neden etkilediğini tam olarak bilmemektedirler. Ancak, Doktor Shepard'a göre egzersizin hastalığı önlemeye yardımcı anahtardan biri olduğu kesindir. Kanseri önlemenin anahtarlarından bazıları şunlardır: İyi beslenin, bol bol uyuyun, kilonuza dikkat edin ve egzersiz yapın. Doktor Shepard'ın söylediğine göre; "Bunlar kanseri önleyen şeylerdir. Bunlar, birisi kansere yakalandığında, tedavilerini daha kolay atlatmalarında yardımcı olurlar. Yani, egzersiz bunun en büyük parçasıdır." Çok iyi bilinmektedir ki, egzersiz sağlığınız için faydalıdır, kalp rahatsızlığı ve diyabet gibi problemlerle karşılaşma riskiniz azaltabilir. Amerika Ulusal Kanser Enstitüsü Araştırmacıları, fiziksel aktivitenin kalp sağlığına yardımcı olduğu gibi kanser riskini de azaltıp azaltmadığını öğrenmek istediler. Ayrıca, ilişkinin vücut büyüklüğü veya kişinin sigara içip içmediği ile ilişkisini de anlamayı amaçladılar. Bulguları: 26 kanser türünün 13'ünde boş zamanlardaki fiziksel aktivite artışının daha düşük kanser riski ile ilişkili olduğu ve egzersizin, herhangi bir kansere yakalanma riskini de 7% oranında düşürdüğü görülmektedir. HASTALIK RİSKİ DÜŞMEKTEDİR… Orta düzeyden güçlü düzeye kadar aktif katılımcılar için araştırmacıların ulaştığı sonuçlar şöyledir; • Yemek borusu kanseri riskinde 42% azalma — en güçlü etki • Karaciğer kanseri riskinde 27% azalma • Akciğer kanseri riskinde 26% azalma • Kan kanserinin bir türüne ait riskte 20% azalma • Göğüs kanseri riskinde 10% azalma Ancak, artan fiziksel aktiviteye bağlı olarak erken evre prostat ve cilt kanserleri risklerinde de artış görülmektedir. Araştırmacılar, cilt kanseri riskindeki artışın olası nedeni olarak güneşi görmektedirler, çünkü fiziksel aktivite çoğunlukla açık havada yapılmaktadır. Ayrıca, ultraviyole ışığın daha yoğun olduğu coğrafyalarda, fiziksel aktivite-kara tümör ilişkisinin daha güçlü olduğu da görülmüştür. Fiziksel olarak aktif erkeklerin prostat kanseri taramasından geçmesinin daha olası olduğunu düşünmektedirler. Bu nedenle de bu kişilerde bu yavaş gelişen, belirtisiz hastalığın teşhisi daha fazla gerçekleşmektedir. Boş zaman aktiviteleri Bu proje kapsamında araştırmacılar, 12 Amerikan ve Avrupa çalışma grubundan, 1987 ve 2004 yılları arasındaki fiziksel aktivitelerini raporlanmış olan 1.4 milyon katılımcıyı analiz etmişlerdir. Takım ayrıca, takip eden ortalama 11 yıllık dönemde, 26 tip kanserin bu insanlardaki görülme sıklığına bakmıştır. Çalışmalar boş zaman aktivitesi olarak adlandırılan aktivitelere odaklanmıştır. Buna göre boş zaman aktivitesi, kişinin, zinde ve sağlıklı kalmak için yaptığı fiziksel aktiviteler olarak tanımlanmaktadır. Bu tip aktivitelere örnek olarak yürümek, koşmak veya yüzmek verilebilir. Katılımcılar, bu aktivitelere her hafta ne kadar zaman ayırdıklarını bildirmişlerdir. Örneğin, haftada 150 dakikalık yürüyüş, orta düzey bir efor olarak kabul edilmektedir. Araştırmacılar vücut kütle endeksini de dikkate aldıkları durumda dahi, kanser riski ve aktivite seviyesi arasındaki ilişkilerin 10 tanesi geçerliliğini korumuştur. Araştırmacılar, katılımcıların sigara içip içmediğini de hesaba kattıklarında, akciğer kanserlerinde, fiziksel aktivite ile düşük risk arasındaki ilişki daha da güçlü hale gelmektedir.
0 notes
Text
Kendi küçük ama derdi büyük
Ağızda kötü koku, dilde renk değişimi, diş çürüğünüz, dişlerde sararma varsa diş hekimine görünmenin vakti çoktan gelmişte geçiyor demektir. Hisar Intercontinental Hospital Ağız ve Diş Sağlığı Bölümü Uzmanı Dt. Banu Okur Çakmakçı, en sık karşılaşılşan ağız ve diş sağlığı problemlerini anlattı. DİŞ ETİ HASTALIĞI Diş eti sınırı boyunca bakteri plağı birikmesi uzun süre orda kalması diş eti hastalıklarına yol açabilir. Gingivitis, dişeti hastalığının ilk aşamasıdır. Sigara kullanımı, kötü beslenme, stres, kötü ağız hijyeni nedeniyle oluşan diş eti hastalıklarının ilk belirtileri kırmızı, şiş ve kanamalı diş etleridir. Doğru ağız hijyeni ve tedaviyle diş eti hastalıklarından korunmak mümkündür. PERİODONTİTİS (İLERLEMİŞ DİŞ ETİ HASTALIĞI) Diş eti hastalıklarının ilerlemiş aşaması olan peridontitis diş eti enfeksiyonudur. Artan diş eti iltihabı tedavi edilmezse özellikle yetişkinlerde diş kaybının en önemli nedenlerinden biridir. AĞIZ KOKUSU Yiyecek artıkları diş çevresinde birikerek bakterilerin de yardımıyla kötü ağız kokusuna sebep olur. Sürekli kötü ağız kokusu veya ağzınızda kötü bir tat olması, devamlı ağzınızdan nefes aldığınızın, ağız kuruluğunun, dişeti hastalığının hatta diyabetin belirtisi olabilir. Ağız kokusu ile savaşmak için dil ve diş fırçalamak, bol su içmek, ağız kokusu yapan gıdalardan kaçınmak gerekir. Bütün bu önlemlere rağmen ağız kokunuz devam ediyorsa mutlaka diş hekiminize başvurun. AFTÖZ ÜLSERLER Çok bilinmeyen, küçük ama ağız içerisindeki ağrılı kabarcıklarla kendini gösteren aftöz lezyonlar, aşırı duyarlılık, enfeksiyon, hormonlar, stres nedeniyle tetiklenebilir. Hekim kontrolünde ilaç tedavisi ile iyileşir. SİYAH KILLI DİL Kremden kahverengiye değişen renklenme dil sırtında lokalize olur. Antibiyotik kullanımı, kötü ağız hijyeni, sigara, alkol, yoğun çay-kahve tüketimi nedeniyle dilin üzerinde yaşayan bakterilerin oluşturduğu bir hastalıktır. Dil siyah görünümlü ve tüylüdür. Etkenin ortadan kaldırılmasıyla dilin fırçalanmasıyla tedavi edilir. COĞRAFİK DİL Dilin içerisinde kendiliğinden oluşan irili ufaklı çatlakların görünümü haritaya benzer. Coğrafik dil zararsızdır, genellikle herhangi bir tedavi gerekmez. Acı varsa, ağrı kesici ve anti-enflamatuar ilaçlar yardımcı olabilir. AĞIZ KANSERİ Sigara kullanımı, güneşe aşırı maruz kalma gibi nedenlerle ortaya çıkan ve yüzde açıklanamayan uyuşma, ağız ve boyun ağrısı belirtileriyle kendisini gösteren ağız kanseri; çiğneme, konuşma ve yutkunmada zorluğa yol olabilir. Erken dönemde teşhis edildiğinde tedavi edilebilir. TEMPROMANDİBULAR EKLEM RAHATSIZLIĞI Tempromandibular Eklem Rahatsızlığı çene, yüz, kulak ve boyunda şiddetli ağrıya; diş sıkma, gıcırdatmaya neden olabilir. Ağız koruyucusu, ilaç tedavisi ve gerektiğinde ameliyatla tedavi edilir. PAMUKÇUK Candida mantarının neden olduğu pamukçuk bebekler ve daha yaşlı yetişkinlerde görülür. Zayıflayan bağışıklık sistemi, yoğun antibiyotik kullanımı, diyabet gibi nedenlerle tetiklenen hastalık ağrıya neden olarak özellikle bebeklerin beslenmesinde problem yaratabilir. Mutlaka hekime başvurarak kişiye uygun tedaviye başlamak gerekir. DİŞ ÇÜRÜKLERİ, APSELER, RENK DEĞİŞİKLİĞİ Düzenli diş hekimi ziyareti, günlük fırçalama ve diş ipi ile temizlik sayesinde dişlerinizi çürük, apse ve renk değişikliklerinden koruyabilirsiniz. Ancak dişiniz ağrıyor ve buna kulak ağrısı ya da ateş eşlik ediyorsa mutlaka diş hekiminize başvurun.
0 notes
Text
Besin Alerjisi, Solunum Yolu Alerjisini Tetikliyor
Dünyada alerjik hastalıkların başında besin alerjileri geliyor. Besin alerjileri, solunum yolu alerjilerini tetikliyor ve her 13 çocuktan birinde görülüyor. Besin Alerjileri ve Anafilaksi Networku, bugün ki adıyla Food Allergy Research and Education, Mayıs ayı boyunca, halkı besin alerjileri ve özellikleri hakkında bilgilendiriyor. Besin alerjisinin önemine dikkat çeken, Alerji ve İmmünoloji Uzmanı Doç. Dr. Akgül Akpınarlı Antony, Avrupa'da en önemli iş günü kaybı sebebi olan, çok tehlikeli sonuçlar doğuran astım gibi solunum yolu alerjilerinin temelinde besin alerjisi bulunduğunu söyledi. Özellikle çocuklarda, temelinde besin alerjisi olan alerjik nezlenin; okul günü kayıplarına yol açtığını, günlük fiziksel ve sosyal aktivitelere katılımı engellediğini sözlerine ekledi. İnsanın hayatı boyunca karşılaştığı, bütün besinlerin alerji yapma potansiyeli olduğunu, en çok besin alerjisi yapan gıdaların başında süt, yumurta, buğday, deniz ürünleri, fındık fıstık gibi çerezlerin ve deniz ürünlerinin bulunduğunu belirtti. Doç. Dr. Akgül Akpınarlı besin alerjileri farkındalık ayı kapsamında şöyle konuştu: "Besin alerjileri genellikle erken çocukluk döneminde, başlama eğilimindedir, fakat anne karnında başlayabileceği gibi erişkin yaşlarda ya da yaşlılıkta da ortaya çıkabilmektedir. Çocuklukta başlayan besin alerjileri genelde %80-90 geçer, %10-20 besin alerjileri ömür boyu devam edebilir. Besin alerjileri bazen hafif alerjik bulgular ile kendini gösterirken bazen de hayati tehdit eden, ANAFILAKSI denilen, aniden gelişen bütün vücut fonksiyonlarının durduğu şok seklinde kendini gösterebilir. Besin alerjilerinin bulguları tutulan organa göre değişir. Besin alerjilerini vücutta tutmadığı organ ya da sistem yoktur. Besin alerjileri ile ilgili en tipik beklenti ciltte kaşıntı, kızarıklık ya da döküntü yapmasıdır. Oysa besin alerjileri bu bulgular dışında birçok organı da tutabilir." Doç. Dr. Akgül Akpınarlı Antony besin alerjilerinin, ciltte: hassasiyet, kuruluk, kaşıntı, kızarıklık döküntü, ürtiker ya da kurdeşen denilen lezyonlar ve çocukluk çağı egzaması denilen "atomik dermatit'' yapabileceğine dikkat çekti. Doç. Dr. Antony; "Alerjiler burunda: kaşıntı, akıntı, tıkanıklık, hapşırma ve arkaya akıntı yani geniz akıntısıyla, kokulara karşı aşırı hassasiyet ya da koku alamama, gözlerde: kaşıntı, kızarıklık sulanma, geniz eti ve bademcik büyümesi, geçmeyen ve sık tekrar eden kulak yolu enfeksiyonları ve kulakta: su toplaması, geçmeyen veya sık tekrar eden sinüzitler, hava yollarını tutması nedeniyle sık tekrar eden Krup dediğimiz, genelde aniden sabaha karşı ortaya çıkan gürültülü havlar tarzda öksürükler olarak kendini gösterir. Bronşlarımızı tutması nedeniyle sık sık ortaya çıkan öksürük, hırıltı ve nefes darlığıyla giden alerjik bronşit ve Astım, sindirim sistemimizi tuttuğunda karın ağrısı, bulantı, kusma, ishal, kabızlık ve reflü gelir. Bunların yanı sıra bazen spesifik olarak tek bir organı tutmamakla birlikte genel bir halsizlik, iştahsızlık, büyüme geriliği, kansızlık, çok sık hasta olma, durumlarıyla da karşımıza çıkabilir" dedi. En çok dikkat edilmesi gerek durumun, besin alerjisine bağlı gelişebilen anafileksi olduğuna vurgu yaparak, besin alerjisi teşhisinin hastanın öyküsüne, fiziki muayyenine, bulgularına, alerjik deri testlerine ve kanda spesifik olarak bakılan IgE ile konulabildiğine değindi. Tedavide alerjik olunan besin ve o besinin türevlerinin diyetten çıkarılması gerektiğini belirtti.
0 notes
Text
Bel ve Boyun Fıtığında Uzay Çağı 'Ameliyatsız Çözüm'
Boyun ve bel fıtığı, omurganın boyun ve bel bölgesindeki omurların arasında bulunan disk adını verdiğimiz kıkırdak yapının, deforme olarak dışarı doğru taşıp omuriliğe veya kollara ve bacaklara giden sinirlere bası yapmasıdır. Teknolojinin ilerlemesi ,sabit pozisyonda çalışmalar ve yoğun yapılan spor programları boyun ve bel fıtığı ile ilgili sorun yaşayanların sayısı günümüzde gittikçe artış göstermektedir. Beşiktaş Romatem Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Merkezi'nden Prof. Dr. Gülçin Gülşen ' e NASA uzay araştırmalarında, astronotların uzay yolculuklarında yerçekimsiz ortamda bel ağrılarının geçtiğinin ve disk aralıklarının genişlediğinin gözlenmesi üzerine, bu düşünceden yola çıkılarak geliştirilen DRX-9000 cihazı ,ameliyatsız fıtık tedavisini sorduk. Teknolojinin ilerlemesi, sabit pozisyonda çalışmalar ve yoğun yapılan spor programları boyun ve bel fıtığı ile ilgili sorun yaşayanların sayısının günümüzde gittikçe artmasına sebep olmaktadır. Türkiye'de toplumun yaklaşık yüzde 80'i yaşamlarının herhangi bir döneminde bel ağrısı ile karşılaşıyor. Bel ağrısına yol açan en önemli nedenlerden biri bel fıtığı iken, beli ağrıyan 3 kişiden birinde bel fıtığı olduğu gözleniyor. Boyun ağrıları daha az görülmekle birlikte her 5 kişiden birini etkiliyor. Konuyla ilgili olarak konuşan Beşiktaş Romatem Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Merkezinden Prof. Dr. Gülçin Gülşen şunları söyledi: "Boyunda 7 adet, bel bölgesinde ise 5 adet omur bulunmaktadır.; Omurların arasında bulunan ve disk adı verilen kıkırdakların ihtiva ettiği su oranı, yaşın da ilerlemesiyle birlikte azalmaya başlar. Buna disklerdeki beslenme bozukluğu ve kimyasal değişiklikler de eşlik eder. Disk zamanla elastikiyetini kaybederek kuvveti aktarma veya kuvveti çevre dokulara dengeli bir şekilde yayma görevini yerine getiremez. Aşırı yük binmesi sonucunda diskin içindeki yumuşak kısım etrafındaki kapsülü kolayca yırtarak dışarıya doğru çıkar ve bel fıtığı oluşur. Bu yük binmesi, ani öne eğilme veya ters bir hareket, uzun süreli oturmak ya da öksürerek omurilik basıncını arttırmak gibi önemsenmeyecek bir şekilde de olabilir. Mutlaka ağır kaldırma ya da travma olmasına da gerek yoktur. Genetik olarak ya da ağır sporlar yapan kişilerde disk yapısındaki dejenerasyon daha erken yaşlarda başlayabilmekte, dolayısıyla daha kolay bel ve boyun fıtığına yakalanmaktadırlar".
Bu Belirtilere Dikkat! Boyun ve belde ağrı ve hareket kısıtlılıkları, tek veya her iki kol veya bacağa yayılabilen ağrılar, kollarda, bacak ve ayaklarda uyuşma, karıncalanmalar, güçsüzlükler, idrar ve gaita (büyük abdest) kaçırma, cinsel problemler görülebilir. Bu belirtilerden bir kaçına sahip iseniz uzmanlar eşliğinde tetkik ve doğru tedavi yöntemlerine başvurmalısınız. Bel ve boyun fıtıkları nasıl oluşur? Boyunda 7 adet, bel bölgesinde ise 5 adet omur bulunmaktadır. Omurların arasında bulunan ve disk adı verilen kıkırdakların ihtiva ettiği su oranı, yaşın da ilerlemesiyle birlikte azalmaya başlar. Buna disklerdeki beslenme bozukluğu ve kimyasal değişiklikler de eşlik eder. Disk zamanla elastikiyetini kaybederek kuvveti aktarma veya kuvveti çevre dokulara dengeli bir şekilde yayma görevini yerine getiremez. Aşırı yük binmesi sonucunda diskin içindeki yumuşak kısım etrafındaki kapsülü kolayca yırtarak dışarıya doğru çıkar ve bel fıtığı oluşur. Bu yük binmesi, ani öne eğilme veya ters bir hareket, uzun süreli oturmak ya da öksürerek omurilik basıncını arttırmak gibi önemsenmeyecek bir şekilde de olabilir. Mutlaka ağır kaldırma ya da travma olmasına da gerek yoktur. Genetik olarak ya da ağır sporlar yapan kişilerde disk yapısındaki dejenerasyon daha erken yaşlarda başlayabilmekte, dolayısıyla daha kolay bel ve boyun fıtığına yakalanmaktadırlar. Boyun ve bel fıtığı kimlerde daha sık görülür? Boyun ve bel fıtıkları, uzun süre aynı pozisyonda oturan ya da ayakta duran, yanlış pozisyonda masa başı çalışan, ağır kaldıran ve boyun ve bele yük bindiren ters hareketleri yapan kişilerde daha sık görülmektedir. Sürekli titreşim alan ve uzun süreli oturan şoför, pilot, uzun süreli ayakta duran, baş öne eğik pozisyonda çalışan öğretmen, garson, eczacı gibi meslek sahipleri, ağır işlerde çalışanlar, yoğun stresli işler, halter ve ani boyun-bel hareketleri ile yapılan basketbol, voleybol gibi sporlar risk faktörü oluşturmaktadır. Ayrıca sigara diskin beslenmesini bozarak fıtık görülme riskini arttırmaktadır. Bel ve boyun fıtığının tedavisi nasıl yapılmalıdır? Bel ve boyun fıtığının tedavisi kişinin yaşı, yaşama şekli, vücut yapısı, omurga şekli, kas gücü, fıtığın yeri, aşaması ve klinik bulgulara göre değişmektedir. Tedavide başlangıç döneminde ilaçlar ve istirahat (2-7 gün) ile fıtığın ilerlemesi engellenebilirse, günlük hayatta beli koruma önerileri ve boyun-bel kaslarını güçlendirme egzersizlerine geçilir. Boyun ve bel fıtıklarında bası başlamışsa fizik tedavi ve rehabilitasyon yöntemleri uygulanır. Tedavide esas; daralan omurga aralığını açarak, diski rahatlatmak ve taşmayı engellemek, basıyı ortadan kaldırmaktır. Oluşan kas spazmını ve kısalan kasları uzatmaktır. Fizik tedavide kullanılan elektroterapi uygulamaları etkin traksiyon olmaksızın fıtığı tedavi edemezler. Fıtık sonucu oluşan kas kasılmasını ve hasarlı dokuda doku iyileşmesini sağlayabilirler. Omurga aralığını genişletmeden etkin tedavi olmaz.
Ameliyatsız Fıtık Tedavisini Başaran Cihaz: DRX-9000 NASA uzay araştırmalarında, astronotların uzay yolculuklarında yerçekimsiz ortamda bel ağrılarının geçtiğinin ve disk aralıklarının genişlediğinin gözlenmesi üzerine, bu düşünceden yola çıkılarak geliştirilen DRX-9000 cihazı ,ameliyatsız fıtık tedavisini başaran önemli teknolojik gelişmedir . Bel ve boyun fıtığı olan hastaların bu cihaz ile tedavileri sonucunda, hastalığın aşamasına göre % 86 - % 95 arasında başarı oranı elde edilmektedir. Hekim ve hasta işbirliği,hastanın tedavi sonrası düzenli olarak önerilen egzersizlerini yapması,yaşam şeklini düzenlemesi ile başarı hayat boyu sürmektedir. Omurgaya yapışan kasların kuvvetli olması ve omurgayı doğal bir korse gibi sararak mukavemeti arttırması şarttır.
0 notes
Text
Hastalık Önce Vücut Direnci Zayıf Olanı Vuruyor!
Kış mevsiminde vücudumuz soğuk havaya uyum sağlamak için daha fazla enerji harcayıp, güçsüz düşebilir. Hisar Intercontinental Hospital Kulak Burun Boğaz Hastalıkları Bölümü Uzmanı Doç. Dr. Tayfun Apuhan, kış mevsiminde enfeksiyon hastalıklarına karşı dikkat edilmesi gerekenler hakkında bilgi verdi. Kış mevsiminde vücudumuz soğuk havaya uyum sağlamak için daha fazla enerji harcayıp, güçsüz düşebilir. Özellikle kış mevsiminde insandan insana kolay geçebilen bu hastalıklarda, mevsim dolayısıyla insanların neredeyse tüm gün kapalı mekanlarda bulunması nedeniyle bulaşma riskinin oldukça yüksek olduğunu vurgulayan Apuhan, özellikle bu mevsimde; bol sıvı tüketiminin, hijyen kurallarına uymanın önemini ve vitaminden zengin besinlerle beslenilmesi gerektiğinin enfeksiyon hastalıklarına karşı alınabilecek önlemlerden bir kaçı olduğunu belirtti. Kendinizi koruyun Hastalık, kişinin hapşırması veya öksürmesi sırasında havaya karışan ve havada bir süre asılı kalan virüslerin solunmasıyla, hasta kişinin salgılarıyla temas edilmesiyle bulaşır. Kışın genel olarak kanda D vitamini seviyeleri daha düşük bulunur. Güneş ışınlarının bu mevsimde daha az olması da bir etken olabilir. Güneş ışığı insanlar için en büyük D vitaminlerinden biridir. Enfeksiyonlara karşı korunmada da rolü büyüktür. Özellikle D vitamininin eksikliği grip, nezle gibi üst solunum yolu enfeksiyonları, bazen de zatürree gibi akciğer enfeksiyonları artırabiliyor. Kış aylarında hastalıkların çoğu solunum yoluyla alınıyor Solunum yolu; burun, sinüsler ve gırtlak üst solunum yolları olarak bilinir. Bu yüzden, üst solunum yolu enfeksiyonları denilince, bu bölgeyi tutan iltihabi hastalıklar akla gelir. Üst solunum yolu enfeksiyonları, kış aylarında nezle, grip, bademcik iltihabı, farenjit, larenjit, sinüzit ve orta kulak iltihabı en sık görülen üst solunum yolu hastalıklarındandır. Belirtileri önemseyin Hastalığın tutulduğu bölge ve tipine göre değişmekle beraber; genel olarak üst solunum yolu enfeksiyonu belirtileri; burun akıntısı, burun ve başta dolgunluk hissi, ateş, baş ağrısı, geniz akıntısı, öksürük, hapşırma, boğazda yanma-ağrı, bazen gözlerde sulanma, çapaklanma, adele ağrıları, halsizlik ve iştahsızlıktır. Olabildiğince kalabalık ve kapalı ortamlardan uzak durun Soğuk havalar, kapalı ve kalabalık ortamlarda (okul, kreş, kışla, işyeri vb.) geçirilen sürenin artması, hasta kişilerle temas, vücut direncinin azaldığı ve mikropların daha da aktif hale geldiği kış aylarında, her yaşta insanın daha çok hastalıklarla karşı karşıya kalmasına neden olabilmektedir. Doktorunuza danışmadan antibiyotik kullanmayın! Bu enfeksiyonların tanısında en önemli nokta, viral enfeksiyonların bakteriyel enfeksiyonlardan ayırt edilmesidir. Virüslerin neden olduğu üst solunum yolu hastalıklarının tedavisinde, antibiyotiklerin yararı olmadığı gibi, solunum yollarındaki yararlı bakterileri baskılayarak daha çok zararlı olabilirler. Bitki çayları şifa olabilir Kış ayı, üst solunum yolu hastalıklarının en çok görüldüğü ve bağışıklık sisteminin düştüğü bir mevsimdir. Vücudumuzu tehdit eden ve hastalıklara sebep olan bakteri ve virüslere karşı dayanıklılığı arttırmak gerekir. Kışla birlikte artan ve üst solunum yollarını etkileyen hastalıkların öksürük, balgam gibi belirtilerini hafifletmek için bazı bitki çaylarından yardım alınabilir. Sıcak bitki çayları hem boğazı yumuşatarak ciğerleri ve mide kaslarını zorlayan öksürüğü hafifletir, hem de balgam ile birlikte enfeksiyonun vücuttan daha hızlı atılmasını sağlar. Bulunduğunuz ortamda olabildiğince doğal havalandırma yapılmalı Hastalığın bulaşmaması için öncelikli olarak hijyen kurallarına uyulması gerekiyor. Hasta olan kişilerden olabildiğince uzak durulmalıdır. Elle veya yanakla tokalaşmak yerine uzaktan selamlaşma her zaman olası riski azaltır. Elleri sık sık yıkamak gerekir. Özellikle çocuklara ellerini uygun sürede, su ve sabun kullanarak yıkamaları gerektiği öğretilmelidir. Hijyen koşullarının özellikle su ve gıdaların takibinin yapılması, gıda çalışanlarının portör taramalarının düzenli yapılması gerekir. Kapalı ortamlarda pencere ve kapıları açarak ortamdaki nem miktarının artması için zaman zaman doğal havalandırma yapılmalıdır. Ofislerde çalışanlarda klimayı gün içerisinde mümkün olduğunca az kullanmalıdır. Nem dengesini koruyucu klimalar tercih edebilir veya bulunduğunuz ortamda nemi sağlamak için, sürekli bir bardak su bulundurabilirsiniz. Ortamdaki nem oranı yüzde 40-60 arasında olmalıdır. Sıvı tüketimini ihmal etmeyin Vücut direncini artırmak için beslenme ve sıvı tüketimine özen gösterilmelidir. Günde yaklaşık olarak 2,5–3 litre su içilmelidir. Bol sebze ve meyve, A, C ve E vitaminlerinden zengin soğan, sarımsak, havuç, limon, portakal, mandalina, greyfurt, yeşil biber, marul ve salata bol bol tüketilmelidir. Bitkisel yağlar tercih edilmeli ve haftada en az bir kez balık yenilmelidir. Şekersiz bitki çayı ve en önemlisi de su tüketimi arttırılmalıdır. Her yıl düzenli olarak grip aşınızı olun. Sigara ve alkolden uzak durulması gerekir. Her ikisi de vücudun sinsi düşmanıdır ve bağışıklık sistemini bozarlar. Enfeksiyonlara, alerjilere ve bazı kanserlere zemin hazırlarlar. Düzenli uyku, düzenli egzersiz ve kışın D vitamini takviyesi almak bağışıklık sistemini güçlü tutar. Grip aşısı mutlaka olunmalıdır. Burnun içinde yapısal bozukluk varsa giderilmeye çalışılmalıdır. Çalışanlar için, kişi iyileşene kadar birkaç gün ortamdan uzaklaştırılmalıdır. Tüm bunlara rağmen genel durumu bozulan kişiler en hızlı sürede en yakın sağlık merkezine veya hekime müracaat etmelidirler.
0 notes
Text
Erkek adam 'kısır olmaz' demeyin
Söz konusu sağlık olunca kadın, erkek dinlemiyor. Her evlenen çiftin hayali olan anne-babalığı ertelemeyin ve çocuğunuz olmuyorsa vakit kaybetmeden kontrollerinizi yaptırın. Op. Dr. Seval Taşdemir, 'Eşlerin kontrole birlikte gelmelerini istiyoruz, 'Erkek adam kısır olmaz' demesinler, erkekler de kontrollerini ihmal etmesinler' diyerek uyarıyor. Erkek üreme sağlığını; hormonlar, sperm üretimi, sperm kanallarında spermin taşınması ve cinsel fonksiyonlar etkiliyor. Bunlardan herhangi birindeki bozukluk, infertiliteye (kısırlık) neden oluyor. Ferti-Jin Tüp Bebek ve Yardımcı Üreme Teknikleri Merkezi Klinik Direktörü, Kadın Hastalıkları, Doğum ve Tüp Bebek Uzmanı Op. Dr. Seval Taşdemir erkek kısırlığının nedenlerini anlattı: 1-Kriptorşizm (inmemiş testis) Doğumda veya doğumdan sonra en geç bir yıl içinde testisler skrotuma (yumurtalık torbasına) iner. Testislerin her ikisinin veya bir tanesinin skrotuma inmemesi, kriptorşizm olarak adlandırılır. Bu vakalarda karın içinde yukarıda kalan testisler daha yüksek ısılara maruz kaldıkları için sperm üretimi bozulur. Çift taraflı inmemiş testis vakalarında azospermi (menide hiç spermin olmaması) görülebilir. İnmemiş testis vakalarında ileride testis tümörü gelişme ihtimali de fazladır. Testisler 1-2 yaşları arasında cerrahi ile yumurtalık torbasına indirilirse, ileride üreme sağlığı olumsuz etkilenmez. Erken tedavi edilmemiş vakalarda, yardımcı üreme teknikleri ile çocuk sahibi olunabilir. 2- Testis Tümörleri Testis tümörü nedeni ile tedavi gören erkeklerde infertilite sık görülür. Kemoterapi için kullanılan ilaçlar ve radyoterapi, sperm üretimini olumsuz etkiler. Bu vakalardan tedavi öncesinde alınan sperm örnekleri dondurularak saklanır. 3- Testiküler Travma (yaralanma) Testislerde meydana gelen yaralanmalar, infertilite ile sonuçlanabilir. Travma sonrası testislerde bulunan sertoli hücreleri, kan dolaşımına karışarak anti-sperm antikorlarının oluşmasına ve bu da kısırlığa yol açar. 4- Varikosel Varikosel, skrotumda (yumurtalık torbası) ve testislerin etrafında oluşan varisli damarlardır. Genişlemiş damarlar erkeklerin yüzde 15'inde görülür. Her varikoseli olan erkek infertil değildir fakat infertilite nedeni ile değerlendirilen erkeklerin yaklaşık üçte birinde varikosel vardır. Spermatik damarların kapakçıklarının olmaması veya çalışmaması nedeni ile kan geriye doğru kaçarak göllenir. Bu, vakaların yüzde 90'ında sol tarafta görülür. Varikosel; kan akımının yavaşlamasına bağlı olarak skrotumda ısı artışına neden olarak, sol böbrek üstü bezinden gelen ters yöndeki kan akımı testislerin yüksek düzeyde toksik atıklara maruz kalmasına neden olarak, üreme hormonlarının dengesinin bozulmasına neden olarak infertiliteye yol açar. Varikoselden şüphelenildiğinde Doppler Ultrasonografi incelemesi ile tanı kesinleştirilir. 5- Enfeksiyonlar Üreme organlarındaki enfeksiyonlar infertiliteye yol açabilir. Gonore (bel soğukluğu), tüberküloz ve bazı bakteriyel enfeksiyonlar sırasında meydana gelen iltihabi reaksiyonlar üreme kanallarında tıkanıklıklara yol açar. Bakteriyel enfeksiyonlar sperm hareketini bozarak ve gelişmekte olan sperm hücrelerine zarar vererek kısırlığa neden olabilir. Kabakulak özellikle geç yaşta geçirildiğinde testis tutulumu görülür ve kalıcı hasar oluşur. Cinsel temas yolu ile bulaşan ve oldukça yaygın olarak görülen klamidya, mikoplazma ve üreoplazma enfeksiyonları da sperm kalitesini bozarak infertiliteye neden olabilir. Bu enfeksiyonların erken tanı ve tedavisi önemlidir. 6- Sistemik Hastalıklar Yüksek ateşli hastalıklar üreme sağlığını olumsuz etkiler. Yüksek ateş birkaç saat içinde sperm hücrelerine zarar verir. Yüksek ateşli hastalık geçiren bir erkekte yaklaşık üç-dört hafta sonra sperm sayısında ve normal yapıdaki spermlerin oranında azalma görülür. Böbrek ve karaciğer hastalığı olan erkeklerde üreme hormonları azalır. Böbrek hastalarında impotans, cinsel isteksizlik, sperm üretiminde azalma görülür. Özellikle sık diyalize giren hastalarda hormonal dengesizlik ve sperm üretiminde azalmaya rastlanır. Bazı alerjik reaksiyonlardan sonra da sperm kalitesinde bozulma görülmektedir. 7- Üreme Kanallarında Tıkanıklık Üreme kanallarında meydan gelen tıkanıklıklar spermin dışarı çıkışını engeller. Enfeksiyonlar, yaralanmalar, cerrahi işlemler; kanallarda tıkanıklıklara neden olabilir. Bazı erkeklerde ise kanallar doğuştan yoktur. Her iki tarafta da tam tıkanıklığın olduğu durumlarda menide hiç sperm bulunmaz. 8- Geriye Boşalma Ejakülasyon (boşalma) sırasında meninin mesaneye doğru geriye akmasıdır. Bu vakalarda boşalma sırasında bazen çok az meni dışarı akar bazen hiç akmaz. Bu durum diyabet (şeker hastalığı), multiple skleroz, mesane boynu yaralanmaları ve prostat ameliyatları sonrasında veya hipertansiyon (yüksek tansiyon) ve depresyon tedavisinde kullanılan bazı ilaçlara bağlı olarak ortaya çıkabilir. Bu vakalardan alınan idrar örneklerinden spermler ayrıştırılarak aşılama yapılabilir. 9- Sinir Sistemine ait Nedenler Omurilik zedelenmeleri; ejakülasyonun olmamasına, ereksiyon (sertleşme) problemlerine, cinsel ilişkinin gerçekleşememesine ve sperm üretiminin azalmasına neden olur. Bu vakalarda elektrik uyarı ile ejakülasyon gerçekleştirilebilir. BAZI GENETİK BOZUKLUKLAR KISIRLIĞA NEDEN OLABİLİR Cinsiyet kromozomlarındaki birçok bozukluk infertiliteye neden olur. Bu vakaların birçoğunda testisler ve sperm üretimi olumsuz etkilenmiştir. Cinsiyet kromozomlarını etkilemeyen genetik bozukluklar da infertiliteye neden olabilir. Bazı kas hastalıklarında, orak hücreli anemide, Akdeniz anemisinde ve mesaneye ait bozukluklarda infertilite sık görülür. İnfertilitenin eşlik ettiği diğer bir hastalık olan kistik fibroz vakalarında ise meni miktarı ve sperm sayısı azdır. Bu vakalarda sperm kanalları gelişmemiştir.
0 notes
Text
Çocuğunuzda bu belirtiler varsa beyin tümörü olabilir
Beyin tümörleri nadir gibi gözükse de, çocukluk çağının lösemiden sonra en sık rastlanan kanser çeşididir. Neden oluştuğu tam olarak bilinmeyen beyin tümörleri, tedavi edilmediği takdirde çocuklarda kalıcı hasarlara ve hayati tehlikeye neden olabiliyor. Beyin ve Sinir Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Ersin Erdoğan, çocuklarda beyin tümörlerinin belirtileri, teşhis ve tedavi yöntemleri hakkında önemli bilgiler verdi. BAŞ AĞRISI, BULANTI, KUSMA... "Beyin ve omurilik tümörlerine ait belirtiler zamanla ortaya çıkıp gittikçe kötüleşeceği gibi, bir anda nöbet şeklinde de ortaya çıkabilirler. Beynin herhangi bir bölümündeki tümör kafatası içindeki, kafa içi basıncı olarak bilinen, basıncın yükselmesine sebep olabilir. Bu durum tümörün büyümesi, beyinde şişme ya da beyin omuriliği sıvısının akışındaki bir tıkanıklığa bağlı olarak ortaya çıkmış olabilir. Kafa içi basıncının yükselmesi şu genel belirtilerin ortaya çıkmasına sebep olur: Baş ağrısı, bulantı, kusma, şaşı ya da bulanık görme, denge problemleri, davranış değişiklikleri, ataklar, uyuşukluk ve hatta komaya girme. Gittikçe daha da kötüleşen baş ağrıları genelde beyin tümörlerinin varlığında sıkça görülen bir durumdur ama bütün beyin tümörleri baş ağrısına sebep olmaz ve baş ağrılarının çoğunun sebebi tümörler değildir. ÇOCUĞUNUZ NÖBET GEÇİRDİYSE Bazı çocuklarda, nöbet geçirme beyin tümörünün varlığının ilk belirtisidir. Çocuklardaki nöbetlerin çoğu, beyin tümörleri yüzünden meydana gelmez ama çocuğunuz bir nöbet geçirmişse, çocuğunuzun doktoru, size onu beyin ve sinir sistemi problemleri konusunda uzman bir nöroloğa götürmenizi tavsiye edebilir. Bu sayede nöbetin bir beyin tümöründen mi yoksa başka ciddi bir hastalıktan dolayı mı gerçekleştiğinden emin olabilirsiniz. Yaşamın ilk yıllarında ortaya çıkan beyin tümörlerinin diğer belirtileri de sinirlilik, iştah kaybı, gelişme geriliği ve zihinsel ve fiziksel becerilerde gerilemedir. Bu belirtilerden duyduğu rahatsızlığı dile getiremeyecek kadar küçük çocuklarda, ebeveynler çocuğun kafa ölçüsünde bir büyüme olduğunu, hatta bazen de kafatasının ön kısmında yumuşak şişkin noktaların olduğunu fark edebilirler. Bunun ortaya çıkma sebebiyse, kafatasındaki kemiklerin hala birleşmemiş olması ve tümörden kaynaklı basınç artışının bu kemikleri birbirinden ayıracak şekilde ittiriyor olmasıdır. OKULDA BAŞARISIZLIK, KİŞİLİK DEĞİŞİKLİĞİ Okul yaşındaki çocuklarda görülen diğer tümör belirtileri düşük okul başarısı, yorgunluk ve kişilik değişiklikleri olabilir . Çocuk müsaade ederse bazen doktorlar çocuğun gözlerinin içine bakarak kafa içi basıncının artmış olup olmadığını görme sinirinin şişmesinden anlayabilirler. BU RAHATSIZLIKLAR KAYBOLMUYOR DAHA DA KÖTÜLEŞİYORSA... Beyin ve omurilik tümörleri genelde meydana geldikleri vücut bölümünün ilgili fonksiyonlarıyla ilgili sıkıntılara sebep olurlar. Örneğin: Hareketleri ve duyuları kontrol eden ve beynin büyük, dış kısmındaki serebrum denilen bölgedeki tümörler, vücudun bir bölümünde, genellikle de bir tarafta, güçsüzlük ya da uyuşukluğa sebep olabilirler. Dil ve konuşma yetisinden sorumlu olan serebrumun içinde ya da yakınında oluşan tümörler konuşmada ve hatta kelimeleri anlamada sıkıntılara sebep olabilir. Serebrumun ön kısmındaki tümörler bazen kişinin düşünmesini, kişilik yapısını ve dil becerilerini etkileyebilir. Beynin bazal gangliya olarak bilinen bölümünde oluşan tümörler tipik olarak kişide anormal hareketler ve vücut pozisyonlarının oluşmasına sebep olur. Vücudun denge ve koordinasyonundan sorumlu organlardan biri olan beyincikte oluşan tümörler, yürümede ve diğer fonksiyonlarda ve hatta yemek yemede dahi sıkıntılara sebep olabilir. Serebrumun arka kısmında, hipofiz bezi etrafında, görme sinirleri ya da diğer kafatası sinirlerinin etrafında oluşan sinirler görmeyle ilgili problemlere sebep olabilirler. Kafatası sinirlerinin içinde ya da etrafındaki tümörler işitme kaybı, denge problemleri, bazı yüz kaslarında güçsüzlük ve yutkunmada zorlanma gibi sorunlara sebep olabilir. Omurilikteki tümörler uyuşma, güçsüzlük ya da kollar ve/ya da bacaklarda (genelde vücudun her iki tarafında da) koordinasyon bozukluğuna ayrıca idrar tutma ve bağırsak problemlerine sebep olabilir." Bir ya da daha fazla belirtinin çocuğunuzda görülmesinin, onda mutlaka bir beyin ya da omurilik tümörü olduğu anlamına gelmeyeceğini belirten Prof. Dr. Ersin Erdoğan, yine de çocuğunuzda bu belirtilerden herhangi birisi varsa, özellikle de bu rahatsızlıklar zaman içinde kaybolmuyor ya da daha da kötü hale geliyorsa, bu problemlerin sebebinin bulunması ve tedavisi için çocuğunuzu mutlaka doktoruna göstermeniz gerektiğini sözlerine ekledi. BEŞ YAŞ ALTI (OKUL ÖNCESİ) ÇOCUKLARDAKİ BELİRTİLER Devamlı ve dirençli kusmalar Anormal denge/yürüme/koordinasyon Anormal göz hareketleri Kişilik değişmeleri özellikle uykuya meyil Bayılma ya da nöbet geçirme (Ateş olmadan havale) Eğik boyun, baş titremesi ya da ense sertliği gibi anormal baş pozisyonu 5-11 YAŞ ARASI ÇOCUKLARDAKİ BELİRTİLER Devamlı ve dirençli kusmalar Devamlı ve dirençli baş ağrıları Anormal denge/yürüme/koordinasyon Anormal göz hareketleri Kısmi görememe ya da çift görmek Kişilik değişmeleri Bayılma ya da nöbet geçirme Eğik boyun, baş titremesi ya da ense sertliği gibi anormal baş pozisyonu 12-18 YAŞ ARASI GENÇLERDEKİ BELİRTİLER Devamlı ve dirençli kusmalar Devamlı ve dirençli baş ağrıları Anormal denge/yürüme/koordinasyon Anormal göz hareketleri Kısmi görememe ya da çift görmek Kişilik değişmeleri Bayılma yada nöbet geçirme Gecikmiş ya da durmuş ergenlik
0 notes
Text
Kemik Yoğunluğunuzu Zirveye Taşıyın, Osteoporozu Önleyin
Osteoporoz yani kemik erimesi çoğunlukla ileri yaşta ve kadınlarda özellikle menopozdan sonra sıklıkla görülen bir hastalık. Ancak erken yaşta önlem almak kemik yoğunluğunu zirveye taşımak kemik erimesinin önlenmesi açısından hayati önem taşıyor. Dünyada her yıl yaklaşık 9 milyon kolay kırılmadan sorumlu tutulan osteoporoz, kadınları ilgilendiren bir sorun olarak görülse de erkeklerde de ileri yaşlarda sıklıkla görülüyor. Günümüz koşullarında özellikle kapalı mekan çalışanlarda, güneşle teması olmayanlarda, gıdalarla yeterli kalsiyum alamayanlarda; kemik problemlerinin çok daha erken yaşlarda başladığını söyleyen Liv Hospital Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Nilgün Güvener Demirağ "Pek çok insan yaklaşık 30 yaşına kadar zirve kemik kitlesine ulaşır. Ancak bu yaş sonrasında yapım-yıkım dengesi yıkım lehine değişmeye başlar. Dolayısıyla bu yaşa kadar ne kadar yüksek zirveye ulaşılırsa, ileriye yönelik kemik kaybının getireceği sorunları önlemek o kadar kolay olur" diyor. 30 yaşından sonra kemik yıkıma başlar Kemiğin önemli işlevleri arasında, vücut bütünlüğü ve yapısını sağlama, organları koruma, kasların tutunmasını sağlama ve kalsiyum başta olmak üzere mineral deposu olması mevcuttur. Kemik sürekli yenilenen bir organdır ve yıkılıp yerine yenisi yapılır. Gençken yeni kemik yapımı yıkımdan daha hızlıdır kitlesini artırma yönünde bir denge mevcuttur. Pek çok insan yaklaşık 30 yaşına kadar zirve kemik kitlesine ulaşır. Ancak bu yaş sonrasında yapım-yıkım dengesi yıkım lehine değişmeye başlar. Dolayısıyla bu yaşa kadar ne kadar yüksek zirveye ulaşılırsa, ileriye yönelik kemik kaybının getireceği sorunları önlemek o kadar mümkün olabilir. Fazla tuz kalsiyum kaybı yapıyor Genetik, kuşkusuz hastalıklara meyilde çok önemli bir belirleyicidir. Çevresel etmenler, düzeltilebilir olmaları nedeniyle çok önemlidir. Beslenmede yeterli kalsiyum alımı, D vitamini eksikliğinin önlenmesi ve buna yönelik yeterli gün ışığı maruziyeti, bunun mümkün olmadığı durumlarda D vitamini desteği, egzersiz, yüksek tuzlu beslenmeden kaçınma, dengeli beslenme, potasyum içerikli meyve sebze tüketimleri, sigara ve alkolden uzak durma kazanılması gereken yaşam alışkanlıklarıdır ve bu alışkanlıkların çocukluktan itibaren kazanılması, korunma adına oldukça önemlidir. Yoğun tuz tüketimi de kemik sağlığını olumsuz etkiler. Diyette alınan tuz miktarının fazlalığı, idrar kalsiyumunun geri emilimini bozup kalsiyum kaybına neden olur. Pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye'de de hazır gıdaların tüketiminin artışı, tuz tüketimini de artırmıştır. Kemik sağlığımızı olumsuz etkileyen faktörler • Dengesiz beslenme, yetersiz kalsiyum, magnezyum, potasyum alımı • Hareketsizlik • Gün ışığından yeterli yararlanamama • Sigara ve alkol kullanımı • Cinsiyet, düşük vücut kitle indeksi ve yaş • Beyaz ırk • Ailede osteoporoz öyküsü • Hormonel sorunlar (yüksek tiroid ve paratiroid hormon düzeyleri, kadında estrojen, erkekte testosteron eksikliği, yüksek kortizol salgısına neden olan Cushing hastalığı..) • Yeme bozuklukları, anoreksiya nevroza, bulumia, kilo verdirmeye yönelik yapılan bariatrik cerrahiler, Celiac hastalığı gibi malabsorbsiyona neden olan barsak hastalıkları • Kronik böbrek yetmezliği, transplantasyon • İlaçlar: Uzun süreli kortikosteroid içerikli ilaç kullanımı, epilepsi tedavisinde kullanılan ilaçlar, bazı antidepresanlar (SSRI), mide asit salgısını azaltmaya yönelik verilen proton pomapa inhibitörleri, aromataz inhibitörleri… Kemik açısından olumsuz sonuçları bilinen ilaçları uzun süre kullanmak zorunda olan hastalar için koruma protokolleri uygulanmalı ve kemik yoğunluğu periyodik izlenmelidir.
0 notes
Text
Refleksoloji yaptırmanız için 10 neden
Uzakdoğu toplumlarında binlerce yıllık geçmişe sahip refleksoloji batıda yoğun ilgi görüyor. Yrd. Doç. Dr. Gamze Şenbursa, dokunmayla gelen mucize olarak nitelendirilen refleksolojiyi neden yaptırmamız gerektiğini 10 maddede açıklıyor: RAHATLATIR: Refleksoloji derin bir rahatlama terapisidir. Bazı insanlar refleksolojiyi sadece rahatlama kısmından yararlanmak için yaptırırlar. GENEL RUH HALİNİZİ GELİŞTİRİR: Refleksoloji aslında kutsal bir terapidir. Tüm gün vücut balansınızı kurar ve sizi hastalıklardan korur. STRESTEN ARINDIRIR: Refleksoloji daha rahat ve dengeli hissetmenizi sağlar. Gün içerisinde kendinize ayırdığınız 1 saattir ve yaşadığınız stres düzeyinizi azaltır. GERGİNLİĞİNİZİ ALIR: Vücudumuzun her noktasının gün içerisinde ne kadar gerildiğini tahmin edemezsiniz. Vücuttaki gerginliği atmak için refleksoloji en iyi yöntemdir. KAN DOLAŞIMINI HIZLANDIRIR: Refleksoloji vücuttaki kan dolaşımını güçlendirir. Özellikle de ayak ve bacak bölgelerinde. VÜCUTTA DETOX ETKİSİ VARDIR: Refleksoloji vücutta detox etkisi yaratır. Bu yüzden refleksoloji tedavisinden sonra toksinlerin atılması için çok fazla su içmek gerekmektedir. BAĞIŞIKLIK SİSTEMİNİ GÜÇLENDİRİR: Refleksoloji tekniğiyle ve vücudu ısıtma teknikleriyle bağışıklık sistemini güçlendirmek mümkündür. UYKUNUZU DÜZENE SOKAR: Refleksoloji tedavisine başladıktan sonra daha rahat uyuyacağınızı hissedeceksiniz özellikle tedaviden sonra. BEYNİNİZİ DİNLENDİRİR: Refleksoloji fiziksel bir terapi olsa dahi duygusal ve zihinsel düzeyde de çalışılabilir. Rahatlamak için kendinize hediye edeceğiniz bir refleksoloji seansıyla aynı zamanda beyninizi de dinlendirir ve yavaşlatırsınız. ENERJİNİZİ YÜKSELTİR: Bir çok insan kendini tembel hissettiğini söyler aslında. Bu vücudunuzun düzgün çalışamadığını gösterir. Refleksolojinin dengeleyici etkisi aynı zamanda kendinizi enerji dolu ve canlı hissetmenizi sağlar.
0 notes
Text
Topuk dikeni kilo sebebi
Topuk dikeni, kişide fiziksel aktivitelerde kısıtlılık, eklemlerde kireçlenme ve istenmeyen kiloya neden oluyor. Bunun yanı sıra, komşu eklemleri ve omurgayı etkilemeye başlayan topuk dikeni, diz ekleminde menisküs yırtığına, diz ve kalça eklemlerinde kireçlenmeye, omurgada postür bozukluğuna bağlı kronik ağrıya, omurga eğriliğine ve bel fıtığına yol açabiliyor. Topuk dikeninin önemine değinen Anestezi ve Reanimasyon Uzmanı Dr. Önder Taylan Çifçi, topuk ağrısının düztabanlarda, yüksek kavisli ayaklarda, kilo problemi olanlarda, topuklu ayakkabı ya da babet tarzı düz ayakkabı kullananlarda, diyabetiklerde, çeşitli romatizmal hastalıklarda ortaya çıkabildiğine dikkat çekti. Dr. Önder Taylan Çifçi topuk dikeni ile ilgili şöyle konuştu: "Hastalar tipik olarak sabah yataktan kalktıktan sonra ilk birkaç adımda topuk ağrısı ile karşılaşırlar ve bu ağrı kendiliğinden yürüme ile azalır. Bir yerde uzun süre oturduktan sonra ilk kalkmada oluşan ağrı ve gün sonu ağrıları, çok tipiktir ve tanı koydurucudur. Hastalar çok uzun süre yürüdüklerinde veya ayakta kaldıklarında topuk ağrısından şikâyet ederler. İlerleyen zamanla ayakta şişme, çeşitli kemik deformiteleri, ayak bileğinde ağrı gibi sorunlar tabloya eklenir. Eğer topuk dikeni rahatsızlığı tedavi edilmezse, kronik bir duruma dönüşebilir ve kişinin yürüyüş şeklini değiştireceği için zamanla ayak, diz, kalça ve sırt problemlerine yol açabilir." Nasıl Tedavi Ediliyor? Dr. Önder Taylan Çifçi, topuk dikeni hastalarında uygulanan tedavilerin başında aşil germe egzersizlerinin geldiğini, kişiye özel hazırlanan tabanlıklar kullanılarak basma esnasında hissedilen ağrıların azaltılmasının sağlandığını ve ağrı kesici ilaçlarının yanı sıra buz uygulamasının önerildiğini söyledi. Uygulamaların altı hafta gibi bir sürede fayda sağlamaması durumunda ise fizik tedaviye başlandığını belirtti. En Etkili Tedavi Yenileyici Enjeksiyon Yöntemi Dr. Çifçi; topuk dikeni tedavisinde başlangıç uygulamalarından sonraki aşamaların, doktorun tercihine göre kortizon ya da prp enjeksiyonları olduğunu ama bu iki yöntemin de olumsuz ya da yetersiz olduğunu söyledi şöyle konuştu: "Kortizon enjeksiyonu zaten zayıf ve gergin olan bağ dokusunun kemiğe tutunmaya çalışan kısmını daha da zayıflatır ve taban çökmesine zemin hazırlar. Prp enjeksiyonu ise tedavi konusunda daha isabetli bir tercih olmakla birlikte genellikle yetersizdir. Topuk Dikeninde en etkili tedavi Rejeneratif (yenileyici) enjeksiyon yöntemidir. Ayak tabanını oluşturan ve ayak kubbesini destekleyen plantar fasyanın güçlendirilmesi tedavinin ana hedefidir. Seanslar halinde uygulanan proliferan solüsyonlar o bölgede vücudun savunma mekanizmasını harekete geçirerek bir tamir süreci başlatır. 3 haftada bir uygulanan seanslarla birlikte hastaya evde uygulamak üzere egzersiz programı verilmelidir. Ortalama 4-6 seans enjeksiyon tedavisi ile vücudun ağırlığını taşımakta zorlanan zayıf plantar fasya doğal yoldan güçlendirilerek kalıcı bir iyileşme ve ağrı kontrolü sağlanır. Plantar fasya güçlendirildiği için sonuçlar kalıcıdır. Ağrı genellikle nüksetmez. Böylece uzun vadede oluşabilecek, diz ve bel rahatsızlıklarının önüne geçilmiş olur." Topuk dikenini önlemek için: • İstirahat çok önemlidir (Gerekli durumlar dışında ayakta kalmamak - uzun mesafe yol yürümemek gerekir ), • Düzenli olarak egzersiz yapılmalıdır, • Kaliteli, sağlıklı, tabanı yumuşak ortopedik ayakkabı kullanmalıdır, • Fazla kilo varsa zayıflamak topuklarınıza binecek yükün azalmasına yardımcı olacaktır,
0 notes
Text
Saat ve Yüzüğünüz Aşırı Sıkmaya Başladıysa...
Kol ve bacaklarda oluşan dolgunluk hissi, giysi, bilezik, saat ve yüzük gibi eşyaların dar gelmeye başlaması, halk arasında “Fil hastalığı” olarak bilinen “Lenfödem”in ilk belirtileri olabiliyor. Doğuştan, kanser cerrahisi sonrası ya da sebepsiz olarak ortaya çıkabilen lenfödem, geçmiş yıllarda tedavisi mümkün olmayan bir hastalık olarak tanımlanırken, günümüzde fizik tedavi merkezlerinde başarı ile tedavi edilebiliyor. Memorial Hizmet Hastanesi Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Bölümü’nden Uz. Dr. Demet Demircioğlu, “Lenfödem hastalığı ve tedavi yolları” hakkında bilgi verdi. İnsan vücudunda bulunan tüm hücreler, lenf sıvısı denen sıvı bir ortamda bulunmaktadır. Lenf sıvısının vücuttaki dolaşımı, günlük hareketler sayesinde lenf kanalları yoluyla sağlamaktadır. Vücutta biriken lenf sıvısı miktarı, lenfatik sistemin taşıyabileceğinden fazla olursa, halk arasında Fil hastalığı olarak bilinen Lenfödem oluşmaktadır. Kanser Tedavisinden Sonra Gözükebilir Doğuştan lenf kanallarının gelişmemesi sonucu ortaya çıkabilen Lenfödem, cerrahi müdahaleler, radyoterapi, enfeksiyon, travma ve tümörler gibi sebeplerden dolayı da oluşabilmektedir. Genellikle onkolojik tedavinin bir komplikasyonu olarak ortaya çıkan Lenfödem, doğuştan oluşanlardan daha fazla görülmektedir. Damarsal Sorunlar Sebep Olabiliyor Toplardamarların kanı yeteri kadar kalbe taşıyamaması “Venöz yetmezlik” olarak tanımlanmaktadır. Diz altı bölgesinin kalbe en uzak bölgesi olması nedeniyle, venöz yetmezlik en çok bu bölgede görülmektedir. Venöz sistemin yeteri kadar çalışmaması durumunda, lenf sistemi kanı kalbe gönderebilmek için yardım etmektedir. Lenf sistemine aşırı yüklenilmesi de Lenfödem rahatsızlığının oluşmasına neden olabilmektedir. Bacak Yağlanmalarına Dikkat! Genellikle kadınlarda görülen ve aşırı yağlanma sendromu olarak bilinen lipödem, adet dönemi ya da hamilelikten sonra ortaya çıkabilmektedir. Her iki bacakta da simetrik olarak aşırı yağ artışı oluşmasıyla birlikte, lenf sisteminin taşımakla yükümlü olduğu su ve protein miktarında da artış görülmektedir. Buna bağlı olarak zamanla, lenf sisteminin aşırı çalışması sonucu lenfödem ortaya çıkabilmektedir. Fizik Tedaviyle İyileşme Sağlanıyor Erken teşhis ve uygun tedavi ile kontrol altına alınabilen lenfödem, tedavisi mümkün olmayan bir hastalıkken, modern yöntemlerle artık tedavi edilebilmektedir. Lenfödem tedavisinde uygulanacak yöntemler, kompleks boşaltıcı fizyoterapi yöntemi olarak adlandırılmaktadır. Lenf sisteminin eller ile manipüle edilerek, bloke olmuş sıvının serbest akışının sağlanmasını sağlayan “Manuel Lenf Drenajı” tedavide etkin bir yöntemdir. Ödemli bölgeden lenf sıvısının alınıp vücudun çalışan bölgelerindeki lenf nodüllerine transferi amaçlanmaktadır. Manuel lenf drenajı, derinin tam altındaki yüzeysel lenf damarlarına hafif basınç uygulaması ile yapılmaktadır. Dolaşıma etkisi olmayan diğer masaj teknikleriyle karıştırılmamalıdır. Diğer masaj teknikleri, lenfödem için faydalı olmadığı gibi zararlı da olabilmektedir. Kompresyon Bandajı ve Çorabı Tedavide Etkin Olarak Kullanılıyor Manuel lenf drenajından sonra harekete geçen lenf sisteminin etkinliğini koruma amaçlı yapılan kompresyon bandajı, tedavide önemli bir adımdır. Yapılan bandajlamada basıncın en uçtan itibaren çok dengeli şekilde ayarlanması gerekmektedir. Basınç ayarlanması için yün sargılar kullanılır. Bu bandajların görevi; kas aktivasyonu sırasında yüksek basınç, istirahat halinde ise düşük basınç uygulaması nedeniyle lenf sıvısının etkilenmiş uzuvda tekrar birikmesini önlemektir. Diğer bandaj şekillerinin lenfödem için oldukça zararlı olduğu bilindiğinden kullanılması önerilmemektedir. Kompresyon çoraplarının da tedavi bitiminde takip süresince giyilmesi gerekmektedir. Her kişiye göre ölçü alınarak, özel örüm tekniğiyle yapılmaktadır. Basınç ayarlamasının çok önemli olması nedeniyle ölçü alımının çok iyi yapılması gerekmektedir. Mantar Oluşumu Takip Edilmeli Lenfödem bulunan deride cildin kurumasından dolayı Ph değeri 5.5 olan nemlendiricilerin kullanılması gerekmektedir. Ödemli bölgede oluşan vücut katlantılarında mantar oluşup oluşmadığını sık sık kontrol edilmesi gerekmektedir. Egzersizler Ağır Olmamalı Lenf sıvısının akış hızı, iskelet kasları tarafından sağlanan aralıklı dış basınca bağlıdır. Bu nedenle sıvı drenajına yardım etmek için kas aktivitesi gerekmektedir. Egzersizler bandaj veya çorap kullanımı eşliğinde yapılmalı, dirençli egzersizlerden ve ağırlık çalışmalarından kaçınılmalıdır. Egzersiz programının, hastaya özel olarak tedavi yürüten fizyoterapist tarafından hazırlanması gerekmektedir. Lenfödem hastalarında ısınma, solunum ve hafif germe egzersizleri yapılmalıdır.
0 notes
Text
'Yüzücü kulağı' hastalığına dikkat!
Havuz ve deniz sezonunun açılmasıyla kulak enfeksiyonlarının görülme sıklığı da arttı. Uzmanlar kulak kiri biriktirme eğilimi olan kişilerin deniz sezonunu açmadan önce mutlaka Kulak Burun Boğaz hekimine başvurması gerektiğine dikkat çekti. Medical Park Göztepe Hastane Kompleksi Kulak Burun Boğaz Uzmanı Doç. Dr. Özmen Öztürk, "Dış kulak yolu egzaması olan hastalar, tatile çıkmadan önce mutlaka tedavilerini yaptırmalı. Bu hastaların özellikle suyla temas ettikten sonra kulaklarıyla oynamaması ve kaşımaması gerekir. Denizden çıkar çıkmaz kulakları kaşımak, deriye büyük zarar verir. Kontamine olan parmak ise, hastalığın yayılmasına neden olur" dedi. Uzmanlar deniz ve havuza girmeyi planlayanlara kulak enfeksiyonlarına dikkat etmeleri uyarısında bulunuyor. Havuz ve denize sık girilen, su sporları ve dalışla uğraşılan yaz mevsimi boyunca dış kulak yolunda gelişen nemli ortam, enfeksiyonlara zemin hazırlayabiliyor. Medical Park Göztepe Hastane Kompleksi Kulak Burun Boğaz Uzmanı Doç. Dr. Özmen Öztürk, sık dış kulak yolu enfeksiyonu geçiren, dermatolojik problemleri olan ve kulak kiri (serümen ya da buşon) problemi olan hastaların deniz sezonunu açmadan kontrol yaptırmasının büyük önem taşıdığını vurguluyor. Doç. Dr. Öztürk, 6 soruda havuz ve deniz kaynaklı kulak enfeksiyonlarını anlattı: Kulak tıkanması neden görülür? Dış kulak yolunu koruyucu bir görevi olan kulak salgısının bazı kişilerde kıvamlı olması, miktarının artması veya dış kulak yolunun yapısal olarak dar olması, kulak yolunda 'tıkaç' tarzında birikime ve tıkanıklığa neden olur. Dış kulak yolunda enfeksiyon nasıl gelişir? Dış kulak yolu, yapısı itibariyle nemi saklamaya vücudun diğer yerlerine göre daha elverişlidir. Eğer kişi sürekli suyla temas halindeyse dış kulak yolunda biriken kulak kiri ve deri döküntüleri nemi bir sünger gibi çeker. Nemli ortam derinin koruyucu asit-kalkan tabakasını bozarak dış kulak yolu derisini enfeksiyon için uygun bir ortam haline getirir. Ayrıca, su ile temas sonrasında bir sünger gibi şişen serümenin kanal içine doğru itilmesi, nemli ve soyulma olan dış kulak yolunun parmakla, havluyla veya kulak çubuklarıyla zedelenmesi de enfeksiyona yakalanma ihtimalini arttırmaktadır. Kimlerde daha çok görülüyor? Dış kulak yolu hastalıkları, su sporları ile ilgilenenlerde ve yüzücülerde sık görülmektedir. Zaten, bu hastalığın diğer ismi de "yüzücü kulağı"dır. Havuzların temizliğinin yeterince yapılmaması ve kapasitenin üzerinde insanın havuza girmesi, enfeksiyon gelişimini kolaylaştırır. Bunun yanında, işitme cihazı kullanan kişilerde, uzun süreli antibiyotik ve kortizon kullanan hastalarda, diyabetli hastalarda ve vücudun bağışıklık sisteminin zayıfladığı durumlarda dış kulak yolu enfeksiyonları sıklıkla görülmektedir. Egzema ve dermatitin dış kulak yolu derisini de tutulabileceği unutulmamalıdır. Bu hastalarda dış kulak yolunda kaşıntı oluşur. Dış kulak yolunun özellikle sivri cisimlerle kaşınması ve bilinçsiz temizleme hareketleri dış kulak yolu derisine zarar verir ve enfeksiyonlar için uygun ortam hazırlar. Tanı nasıl konur? Başlangıçta sadece kulak kaşıntısı ve kulakta dolgunluk hissi varken, giderek şiddetlenen bir ağrı başlar. Hasta, üzerine yatmakla ve kulak kepçesine dokunmakla şiddetli kulak ağrısının oluştuğunu belirtir. Muayenede başlangıçta kulak derisinin nemli olduğu görülürken, ilerleyen safhalarda kulak akıntısı gelişir. Dış kulak yolu derisi başlangıçta kızarık ve ödemli iken, ilerleyen safhalarda kanal tamamen kapanır. Dış kulak yolu enfeksiyonlarının tekrarlaması ve dış kulak yolunda nemli ortamın devam etmesi, otomikozaya (dış kulak yolu mantarı) da yol açabilir. Tedavi yöntemleri nedir? Dış kulak yolu, kulak kiri ve iltihabi kalıntılardan temizlendikten sonra bakteriler göz önüne alınarak dış kulak yolu enfeksiyonu tedavisine başlanır. Başlangıçta kortizonlu ve antibiyotikli kulak damlaları veya dış kulak yolunun asiditesini arttırabilecek kulak damlaları kullanılır. Dış kulak yolu ödeminin damla uygulamasını zorlaştırdığı durumlarda, damlanın emilmesi ve kanalın içine yönlendirilebilmesi için dış kulak yoluna fitil tampon yerleştirilebilir. Şiddetli enfeksiyonlarda veya ilerleyen durumlarda ise ağızdan antibiyotiklere geçilir. Kulak hastalıklarını önlemek için neler yapılmalı? Özellikle yaz mevsimi gelmeden ya da tatile çıkılmadan önce kulak kiri biriktirme eğilimi olanların Kulak Burun Boğaz hekimine başvurması önerilir. Serümen (kulak kiri) küretle veya aspiratör kullanılarak temizlenir. Dış kulak yolu egzeması olan hastaların tedavilerini düzenlenmesi gerekmektedir. Hastanın özellikle suyla temas sonrası kulağıyla oynamaması ve kulağını kaşımaması lazımdır. Kulak kaşımak deriye zarar verebilir. Kontamine olan parmak, hastalığın daha da yayılmasına neden olabilir. Enfeksiyonun tekrarlamasını önlemek için hastaya kulak kanalını kuru tutması önerilir. Eğer dış kulak yolu enfeksiyonu çok sık oluyorsa, vazelinli pamuk veya silikonlu tıkaçla kulağın sudan korunması sağlanır. Egzeması olan hastaların ise saç ve vücut temizliği için asidik pH'da sabun kullanmaları uygundur. Asetik asit ağırlıklı koruyucu kulak damlaları da aralıklı olarak kullanılabilir.
0 notes
Text
Menopozda yanlış diyet kemik erimesini artırır
Menopoz döneminde yanlış beslenme düzeni, uygulanan vitamin ve minerallerden fakir şok diyetler kemikte erimelere, ileri evrede ise kemiklerde kırıklara, ağrı ve sakatlıklara yol açabiliyor. Uzmanlar bu nedenle bu dönemde özellikle D vitamininden zengin besinlerin tercih edilmesi gerektiğini vurguluyor.
Kemik erimesi (osteoporoz) kemik kalitesinin bozulması ve kemik kütlesinin azalması ile karakterize, dünyada 3 kadından birini ve 5 erkekten birini etkileyebilen bir hastalıktır. Kadınlarda özellikle menopoz sonrası, östrojen hormonunun da azalmasına bağlı olarak kemik erimesi riski daha da artar. Özellikle menopoz döneminde yanlış beslenme düzeni ve uygulanan vitamin ve minerallerden fakir şok diyetler, kemikte erimelere ileri evrede kemiklerde kırıklara (özellikle kalça, omurga, el ve ayak bilek) ve buna bağlı ağrı ve sakatlıklara yol açabilir. Omurga kemiklerinde gelişebilecek çökme kırıkları sırtta kamburlaşmaya ve boyda kısalmaya neden olabilir. Özellikle menopoz döneminde kalsiyum, fosfor ve C vitamini açısından zengin bir beslenme düzeninin kemik sağlığı açısında önemli olduğuna vurgu yapan Medical Park Bahçelievler Hastanesi Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Aslı Özmaden Hantal, kemik erimesine karşı alınabilecek önlemleri şöyle sıraladı: Kemik erimesi engellenebilen bir hastalıktır. Kemiklerimizin ihtiyacı olan kalsiyum, D vitamini, fosfor ve C vitamininin yeterli düzeyde alınması ve egzersiz ile kemiklerimizin minerilizasyonun desteklenmesi bunun için yeterlidir. Vücuttaki kalsiyumun yüzde 99'u kemiktedir ve kemikteki kalsiyumun erimemesi için her gün yeterli miktarda kalsiyumun alınması gerekmektedir. Kalsiyumun en yoğun olduğu gıdalar süt ve süt ürünleridir. Bunun dışında ıspanak, roka ve dut pekmezi yine kalsiyumdan zengin gıdalardır. Günlük kalsiyum ihtiyacı 9-18 yaş 1300 mg, 19-50 yaş 1000 mg, 50 yaş üstü 1200 mg'dır. D VİTAMİNİNDEN ZENGİN BESLENİN D vitamini, 'yağlı tohumlar' dediğimiz badem, ceviz, sıvı yağlar ve bitkisel yağlarda bulunur. Bunun yanında yağlı balıklar da D vitamininden zengindir. Günlük ihtiyacımızı karşılamaya gıdalar maalesef yeterli gelmemektedir ve bu nedenle güneşten de istifade edilmesi gerekmektedir. Günlük ortalama D vitamini ihtiyacı 400-800 İÜ'dür.
Menopoz Beslenmesinde 10 Öneri • Kalsiyum kaynakları her gün tüketilmeli.• Sebze ve meyve tüketimine özen gösterilmeli.• Kurubaklagiller haftada 4- 5 gün, ister yemek olarak isterseniz, haşlanarak salatalara katılabilir.• Az yağlı beslenilmeli, zeytinyağı ağırlıklı olacak şekilde sıvı yağlara yer verilmeli.• Balık tüketimi en az haftada 2 gün olmalı.• Pekmez her gün 1- 2 tatlı kaşığı.• Kafeinli ve asitli içeceklerden uzak durulmalı.• Az tuzlu beslenmeye özen gösterilmeli.• Yüksek proteinli diyetlerden kaçınılmalı.• D vitamini kaynaklarına özen gösterilmeli, her gün güneş ışığından yararlanılmalı.
Fosfor et, balık, yumurta, süt ve süt ürünleri gibi proteinden zengin gıdalarda bulunmaktadır. Günlük ihtiyaç 1 yaşına kadar 250 mg, 1-10 yaş 800 mg, kemik yapımının en hızlı olduğu 11-24 yaş arası 1200 mg, 24 yaş sonrası 800 mg'dır. ŞOK DİYETLER KASLARI ERİTİR 'Şok diyet' dediğimiz diyetler vücutta çok hızlı bir şekilde sıvı ve kas kaybına yol açmaktadır. Kaslarımız kemiklerimizin en önemli mekanik desteği olup kemiklerimizin minerilizasyonunda görev almaktadır. Dolayısıyla, hızlı bir şekilde kas kaybetmek kemik yapımızın da zayıflamasına yol açmaktadır. Bunun dışında pek çok şok diyet proteinden çok zengin gıdaların alımını içerdiğinden kemik erimesine yol açmaktadır. Çünkü gerek fosforun fazla alınması, gerekse protein fazlalığı kalsiyum emilimini azaltmaktadır. Kemiklerimiz kalsiyumsuz kalmaktadır. Kemik erimesini ve buna bağlı gelişebilecek kırık ve sonrası sakatlık, kamburluk, boy kısalmasından korunmak istiyorsak gıdalarla kalsiyum, fosfor, D vitamini, C vitamini yeterli düzeyde almak, yeterince güneşlenmek ve düzenli egzersiz yapmak zorundayız. Bu nedenle kilo vermek için şok diyetler yerine uzun sürece dağılmış, yeterli protein, karbonhidrat ve yağ düzeyini sağlayan diyetler yapmak ve egzersizle hem kas, hem kemik kütlemizi korumak önemlidir. YÜKSEK PROTEİNLİ DİYETLER VE YANLIŞ DETOKSLARDAN UZAK DURUN Yüksek proteinli diyetlerin osteoporoz riskini artırdığını söyleyen Beslenme ve Diyet Uzmanı Emel Unutmaz Duman ise menopoz döneminde doğru beslenme yollarını anlattı:
Menopozda östrojen hormonunun azalmasına bağlı olarak kemiklerde kalsiyum depolanması azalır. Bu depoların ergenlikten itibaren iyi beslenme ile desteklenmesi gerekir. Yeterli kalsiyum alımı kadar bunun vücut tarafından kaybının da önüne geçilmesi gerekir. Günümüzde kahve çeşitlerinin artması, kahve kafelerinin her köşe başına açılmasına bağlı olarak tüketimi artmaktadır. Yüksek kafein tüketimi kalsiyum atımına neden olmaktadır. Ayrıca yüksek tuz tüketimi de yine kalsiyum atımı ile sonuçlanmaktadır. Ülkemizin ortalama tuz tüketimi kişi başı 18 g (olması gerekenin 3 katı)dır. Yetersiz kalsiyum ve protein alımı da, yüksek protein içeren diyetler de osteoporoz için risk faktörleridir. Yazın 2 beden yerine 1 beden incelip, konforlu bir yaşam sürmeyi tercih etmek daha akla uygun geliyor değil mi? Şok diyetlerin, yüksek proteinli diyetlerin, kontrolsüz yapılan detoksların, tek besine dayalı diyetlerin vücuda verdiği zararlar o an fark edilmese bile ilerleyen dönemde eksiklikler olarak kişilerin karşısına çıkacaktır. Ayrıca unutulmamalıdır ki, her yaşın gerektirdiği bir kilo olduğu unutulmamalıdır. Düşük kilolu olmak, düşük yağ yüzdesinde olmak da menopoz için risk faktörü, erken menopoz riskidir.
Kalsiyumun İyi Kaynakları
Yoğurt – peynir Yeşil yapraklılar (maydanoz, nane, ısırgan vb) Kurubaklagiller Pekmez (dut, keçiboynuzu ) Yapılan çalışmalar göstermiştir ki, menopoz öncesi dönemde sebze – meyve tüketiminin kemik mineral yoğunluğu ile pozitif ilişkisi vardır. Bundaki muhtemel mekanizma da vücut pH düzeyini düşürmesidir. Özellikle vitamin C, demir, magnezyum ve çinko kaynaklarını bol tüketenlerde, menopoz dönemindeki kemik kaybındaki azalma daha düşük bulunmuştur.
0 notes
Text
Su’ya Dair Doğru Bildiğimiz Yanlışlar!..
Uzman Diyetisyen Olcay Barış, 'aç karnına limonlu su içmek zayıflatır', 'çok fazla su içmek faydalıdır', 'terlemiyorsak su içmeye gerek yok', gibi suya dair doğru olduğunu sandığımız bir çok yanlış olduğun belirtiyor ve sağlık açısından günde en az 2-2,5 litre su içilmesi gerektiğine dikkat çekiyor. Yaşamın kaynağı su ile ilgili hemen hemen her gün "günde en az 2 litre içilmesi" ne dair bir haber okuyor ve duyuyoruz. Hücre içinde gerçekleşen bütün hayati metabolik olaylar ancak hücre içindeki su yeterli ise gerçekleşebiliyor. Hayatımız için bu denli önemli olan su ile ilgili doğru bilinen yanlışları; dünyada olduğu gibi Türkiye'de de çok önemli bir sağlık sorunu haline gelen obeziteye karşı 'Dengeli Beslen, Harekete Geç' sloganıyla mücadele başlatan Şenpiliç'in kampanyasına rehberlik eden Uzman Diyetisyen Olcay Barış'tan öğreniyoruz. Su Şişkinlik Yapıyor!.. Bir anda çok miktarda su içildiğinde geçici bir şişkinlik sorunu yaşanabildiğini belirten Barış; su içiminizi aralıklı ve güne yaydığınız sürece şişkinlik sorunu yaşamayacağınızı söylüyor. Ayrıca soğuk olan içeceklerin genelde gaz yapıcı özelliği olduğu için suyu oda sıcaklığında tüketerek bu ihtimali de ortadan kaldırmış oluyorsunuz. Kahve, Çay, Meşrubatlar İyi Birer Sıvı Kaynağıdır! Hiçbir içecek suyun yerini tutmuyor. Gün içerisinde çay, kahve, soda, ayran gibi içeceklere de yönelebiliriz fakat suyu‚ 'su' formunda ve daha fazla içmeye özen göstermeliyiz. İnsan vücudundaki toplam sıvının yaklaşık %80'i sudan, geriye kalan yüzde 20'si de kafeinli içecekler dahil olmak üzere içecek alımından ve gıdalardan elde edilmektedir. Terlemiyorsak Su İçmeye Gerek Yok! Terlediğimiz zaman ter ile vücuttan atılan suyu yerine geri koymak için su ihtiyacımızın arttığı kesin fakat bu durum terlemeyince su içmeyelim anlamına gelmiyor. Vücut sürekli olarak kendi ısısını korumaya çalışır bunu yaparken de su kaybeder, dolayısıyla kaybettiğimiz suyun mutlaka yerine geri konması gereklidir. Sabah Aç Karnına Limonlu veya Sirkeli Su İçmek Zayıflatır! Uzman Diyetisyen olan ve "Dengeli Beslen Harekete Geç Kampanyası"na da rehberlik edip doğru beslenmenin kurallarını kadınlarla paylaşan Olcay Barış; hiçbir besinin yağ yakıcı özelliği olmadığını ancak içeriğindeki maddelerle metabolizmayı hızlandırabileceklerini vurguluyor. Bir süre sonra mide asidini arttıran limonlu veya sirkeli su mide hassasiyetine yol açacağı gibi fazla tüketildiğinde midede ülser, gastrit gibi hastalıkların oluşmasına sebep olabiliyor. Yalnızca Susayınca Su İçin! Su haricinde tüketilen içecekler farketmeden su ihtiyacımızı ertelemeye neden oluyor. Bu durumda az su içildiğinde ileriye dönük böbrek sorunları karşımıza çıkabiliyor. Bu yüzden sadece susayınca değil tüm gün boyunca sağlık açısından günde en az 2-2,5 litre su içilmesi gerekiyor. Çok Fazla Su İçmek Faydalıdır! Herşeyin fazlasının zarar olduğunu bir kez daha hatırlatan Uzman Diyetisyen Olcay Barış günde 4-4.5 litreden fazla su içimi olduğunda vücudun elektrolit dengesini ayarlayamadığını baş dönmesi ve denge kaybının yaşanabileceğini belirtiyor. Bu nedenle günde ortalama 10-12 bardak (2-2,5 litre) su içilmesi gerekiyor.
0 notes
Text
Uzun Süreli Hareketsizlik Pıhtı Atma Riskini Arttırıyor
Halk arasında toplar damar tıkanıklığına bağlı pıhtı atması olarak bilinen tromboembolizm, her yıl binlerce insanın hayatını kaybetmesine neden olabiliyor. Gebelik, uzun uçak yolculukları, hormon tedavileri ya da doğum kontrol hapları pıhtı atma riskini arttırabiliyor. Fazla kilolardan kurtulup, hareketli bir yaşam tarzı benimsemek alınabilecek önemli önlemler arasında yer alıyor. "13 Ekim Dünya Tromboz Günü" öncesinde Memorial Hizmet Hastanesi Kalp ve Damar Cerrahi Bölümü'nden Prof. Dr. Harun Arbatlı, tromboembolizm ve alınması gereken önlemler hakkında bilgi verdi. Her yaşta görülebiliyor İnsan sağlığını tehdit eden tromboembolizm yani pıhtı atması, kanın pıhtılaşmasıyla oluşmaktadır. Kan pıhtısı, dolaşımla birlikte bir uç damarda yeni tıkanmalara neden olarak ciddi tablolara neden olabilmektedir. Her yıl binlerce kişinin ölümüne veya kalıcı rahatsızlıklara neden olan tromboembolizm her yaş grubunda görülebilmektedir. İlerleyen yaşlarda daha fazla görülen tromboembolizm, genetik hastalıklarla ortaya çıkabildiği gibi dış etkenlere bağlı da gelişebilmektedir. Gebelik döneminde hareketsiz kalmayın Çeşitli sebeplerle uygulanan hormon tedavileri veya doğum kontrol haplarının pıhtı atmasına yol açtığı bilinmektedir. Vücudun hormonal dengesinin değiştiği ve anne adayının hareketlerinin kısıtlandığı gebelik dönemi de tromboembolizm bakımından riskli bir dönemdir. Hamilelik sürecinde pıhtı atma görülme olasılığı diğer kadınlara kıyasla 4-5 kat daha fazladır. Fazla kilolarınızdan kurtulun Aşırı kilolu kişilerin kan kolesterol düzeyinin artması tromboembolizm riskini arttırmaktadır. Ayrıca kilolu kişilerin fizik durumu sonucu yaşadıkları hareketsizlik pıhtı atması ihtimalini yükseltmektedir. Sigaradan uzak durun Kanın pıhtılaşma faktörlerini olumsuz etkileyen sigara kullanımı bilinen riskler arasındadır. Kırmızı kan hücrelerinin artmasına ve kanın akışkanlığının azalmasına neden olan sigara kullanımı pıhtı atmasına davetiye çıkarmaktadır Uçak yolculuklarında önlem alın Hareketsizliğin neden olabildiği tromboembolizm uzun uçak yolculuklarında görülebilmektedir. Özellikle 4 saati aşan uçak seyahati yapan insanlarda yüksek sıklıkta tromboembolik hastalıklara ve ölümlere rastlandığı bildirilmektedir. Uçak yolculuklarında; Klima nedeniyle havadaki nem oranının düşük olması ve vücudun öngörülemeyen sıvı kaybı yaşaması. Alkol ve kafein tüketimi nedeniyle vücudun su kaybının daha da fazlalaşması. Yolcuların uzun süre boyunca bacaklarını uzatamadan hareketsiz bir pozisyonda kalmaları, Uçuş boyunca emniyet kemerinin bağlı kalması nedeniyle bel ve kalça bölgesinde oluşan basınç, Uçuş korkusu nedeniyle yolcuların sakinleştirici ya da uyku hapları alınması ve buna bağlı olarak uzun süreli hareket kısıtlığı toplardamarlar içerisindeki kan akımının yavaşlamasına neden olarak pıhtı atmasına yol açabilmektedir. Bilgisayar başında fazla zaman geçirmeyin Uzun yolculukların yanı sıra bilgisayar ya da televizyon başında geçirilen uzun ve hareketsiz saatler de pıhtı atmasına zemin hazırlayabilmektedir. Tromboembolizm özellikle hareketleri kısıtlayan diz, kalça ya da büyük ameliyat geçirenlerle yoğun bakımda tedavi gören hastalarda sık yaşanmaktadır. Pıhtı atması riski fazla olan bu hastalarda kan pıhtılaşmasını engelleyici tedavi uygulanması gerekmektedir. Riski azaltmak mümkün Pıhtı atma riskindin korunmak için basit ama etkili önlemler almak mümkün. Sağlıklı beslenmek ve aşırı kilolardan kurtulmak alınabilecek ilk önlemler arasında yer almaktadır. Bunun yanında; Gün içinde bol su tüketilmelidir. Alkol ve kafein alımına dikkat edilmelidir. Özellikle uzun uçak seyahatlerine özel önlemler alınmalıdır. Uyku hapı kullanmayarak uçak içerisinde otururken bile bacak egzersizleri ve kısa yürüyüşlerle hareket kısıtlılığının önlenmesi hayati önem taşımaktadır. Gebelik ve hormonal tedavi gerektiren durumlarda bilinçli yaklaşılarak doktor kontrollerinin aksatılmaması gerekir. Yatak istirahatlerinde pıhtı oluşumunu engellemek için hareket edilmelidir. Gerektiğinde yaşam tarzında değişiklikler yapılmalıdır. Doktorun tavsiyesine uygun olan basınçta varis çoraplarının toplardamarlardaki kan akımı üzerinde faydası olmaktadır. Bacaklarda varislere yatkınlık var ise, doktor takibi ile varisler tedavi ettirilmelidir.
0 notes
Text
Ağrı bazen kanserin kendisinden bile daha korkutucu
Kanser tedavisinde "ağrın var mı?" sorusu ihmal edilmemeli!
Kanser Haftası dolayısıyla görüş belirten Türk Algoloji (Ağrı) Derneği Üyesi, Ağrı tedavisi Uzmanı Prof. Dr. Ayşen Yücel nöropatik ağrıların şeker hastalığında şekerin iyi kontrol edilememesi, vitamin eksiklikleri veya kanser hastalarında tümörlerin sinirler üzerinde baskı oluşturması gibi nedenlerle oluşabileceğini vurguladı. Özellikle Medikal onkologların ve kemoterapi ünitelerinde çalışan doktorların nöropatinin ve nöropatik ağrının erken teşhisi için dikkatli olmaları gerektiğinin altını çizdi. Nöropatik ağrıların pek çok nedeni olabilir Ağrı tedavisi uzmanı Prof. Dr. Ayşen Yücel nöropatik ağrıların çok farklı nedenlerle ortaya çıkabileceğini söyleyerek şöyle devam etti; "Nöropatik ağrılar sinir sistemi kaynaklıdır. Sinir sistemindeki herhangi bir hastalık veya problem nöropatik ağrıya neden olabilir. Nöropatik ağrı farklı bireylerde çok farklı nedenlerle ortaya çıkabilir. Örnek vermek gerekirse şeker hastalığında, şeker iyi kontrol edilemediğinde uçtaki küçük sinirler etkilenir ve bu etkilenmenin sonucu olarak da ellerde, ayaklarda uyuşma, karıncalanma, yanma şeklinde şikayetler görülür. Bu şikayetler genel olarak nöropatik ağrı bulgularıdır. Kanser vakalarında, tümörün sinir üzerinde bası oluşturmasıyla da nöropatik ağrı oluşabilir. Diğer taraftan, kullandığınız bazı ilaçlar nedeniyle veya vitamin eksikliklerinde de nöropatik ağrı görülebilir." Kanser hastalarında üç farklı nöropatik ağrı tipi gözlemleniyor Kanser kaynaklı nöropatik ağrıların üç grupta incelendiğini belirten Prof. Dr. Ayşen Yücel şunları söyledi: "Kanser hastalarındaki nöropatik ağrılar kanserin kendisine veya kanser tedavisine bağlı olarak gelişebiliyor. Üçüncü grup ise;, kanserle ilişkisi olmayan nöropatik ağrıların bu hastalarda da görülebilmesi nedeniyle ortaya çıkabiliyor. Kanser ileri evrelerde bütün sinir sistemine, yani beyin zarlarından omurilik zarlarına kadar yayılabilir. Paraneoplastik sendrom olarak adlandırılan bu tabloda yaygın nöropatik ağrıyla seyreden bir klinik durum ortaya çıkar. Ayrıca tümör sinire, sinir sistemine çok yakınsa oluşan bası nedeniyle çok şiddetli kol veya bacak ağrısı gibi şiddetli nöropatik ağrılar oluşabilir. Bunlar kansere bağlı nöropatik ağrılardır. İkinci grup, tedaviye bağlı nöropatik ağrılardır. Örneğin meme kanseri tedavisinde, ameliyatla alınan memenin yerinde "hayalet (fantom)" meme ağrısı, yani kişinin memesi hiç alınmamış gibi olan bir ağrı olur. Buna cerrahi sonrası nöropatik ağrı denir. Radyoterapi sonrasında da tedavinin neden olduğu yapışıklık veya o sinir boyunca ortaya çıkan hassasiyet nedeniyle nöropatik ağrılar oluşabilir. Kemoterapi sırasında da hastaya kanser tedavisi için verilen birtakım ilaçların neden olduğu nöropatik ağrılar da görülebilir." Kanser tedavisinde kullanılan bazı ilaçlar nöropatik ağrıları tetikleyebilir Ağrı tedavisi uzmanı Prof. Dr. Ayşen Yücel kanser tedavileri ve nöropatik ağrılar arasındaki bağlantıyı şöyle özetledi: "Bir takım kemoterapi ilaçlarının sinir uçlarında harabiyet yapma potansiyelinin olduğu bilimsel olarak ispatlanmıştır. Elbette kanser tedavisi hayati bir konu olduğu için hastanın nöropati ihtimali nedeniyle tedavisini kesmesi düşünülemez. Dolayısıyla tedaviyi planlayan ve izleyen hekimin bu konuda çok dikkatli olması gerekir. Eğer nöropatik ağrı erken dönemde teşhis edilir ve tedaviye başlanırsa ilerlemesi de durdurulabilir. Hasta aynı anda nöropatik ağrı tedavisiyle kanser tedavisini birlikte sürdürebilir. Nöropati ile nöropatik ağrının birbirinden farklı olduğu da unutulmamalı. Bazı kemoterapi ilaçlarının nöropati oluşturma ihtimali yüksektir ama nöropatik ağrı oluşturma ihtimali daha düşüktür. Nöropatinin ağrısız olmasının getirdiği en önemli sonuç ise gözden kaçma ihtimalinin daha yüksek olmasıdır. Nöropati çok ilerlediğinde maalesef sadece duyu liflerini değil, motor lifleri ve otonom sistemi de etkilemeye başladığında, hastanın yürümesi bozulur, dengesi bozulur. O yüzden medikal onkologların, kemoterapi ünitelerinde çalışan doktorların bu konuda çok dikkatli olması gerekiyor." Nosiseptif ağrılar nöropatik ağrıları gölgelememeli Prof. Dr. Ayşen Yücel ağrıların genel olarak 2 gruba ayrıldığını söyledi: "Birincisi nosiseptif ağrı, diğeri ise nöropatik ağrı. Nosiseptif ağrı fizyolojik bir olgudur. Örneğin kolunuzu bir yere çarparsınız, çarptığınız yerde ağrı oluşur. Bu tarz nereden kaynaklandığı, hangi yollarla beyne iletildiği bilinen ağrılar nosiseptif ağrılardır. Nöropatik ağrı ise sinir sisteminin herhangi bir yerinden kaynaklanabilir. Bizim klinik olarak en çok sıkıntı çektiğimiz ağrı grupları, nosiseptif ağrılarla nöropatik ağrıların aynı anda görüldüğü vakalardır. Nosiseptif ağrılar çok şiddetli olduğu için klinikte bunlar ön plana çıkar ve nöropatik ağrılar arka planda kalabilir. Nöropatik ağrının atlanmasının en önemli nedeni hasta ile hekim arasındaki iletişim sorunudur. Nöropatik ağrıyı diğer ağrılardan ayıran en önemli özelliği karakteridir. Nöropatik ağrılar, hastada uyuşma, karıncalanma, kaşıntı, üşüme gibi belirtilerle seyredebildiği gibi, yanma, sızlama, iğnelenme, batma, elektriklenme tarzında bulgularla da seyredebilir. Hasta nosiseptif ağrısının yanında, bu bulguların ağrı olduğunu düşünmediği için ağrısı var mı, yok mu diye sorulduğunda daha çok nosiseptif ağrıya ait bulguları söyler. Ya da doktor aklına gelip "ayağında uyuşma karıncalanma var mı, yanma var mı" diye sormazsa bu iletişim kazası nedeniyle nöropatik ağrı gözden kaçar." Hekimler "ağrın var mı" sorusunu kesinlikle ihmal etmemeli Kanserli hastalarla çalışan radyasyon onkologlarının veya medikal onkologların çok fazla bulguyla karşı karşıya kaldığını belirten Prof. Dr. Ayşen Yücel, "ağrın var mı" sorusunun çoğu zaman ihmal edilebildiğine dikkat çekti: "Uzmanlar bir yandan kanserin kendisine ait bulgularla, bir yandan kanserin tetiklediği bulgularla, bir yandan da tedavinin yan etkileri nedeniyle oluşan bulgularla uğraşıyor. Bu nedenle özellikle de yoğun polikliniklerde, ağrı değerlendirmesi gözden kaçabiliyor. Yani "ağrın var mı?" sorusu belki kanser hastalarında en çok ihmal edilen sorulardan bir tanesi olabiliyor. Halbuki ağrı bazen kanserin kendisinden bile daha korkutucu ve hasta için hayat kalitesini bozan bir bulgu. Bu nedenle hekimlerin ağrıyı ve ağrının tipini sorgulaması, hastanın hayat kalitesini yükseltmek açısından oldukça önemlidir."
0 notes