cetinkayahilal
241 posts
Don't wanna be here? Send us removal request.
Text
Ne güzel dedi
Uzlete mail ol gönlüne sığın
Cihan gönül kadar geniş değildir 🎶
6 notes
·
View notes
Text
Bir şeyi çok istersen olurmuş (:
Bunu o kadar kişi o kadar çok istedik kiiiii
Yine yeniden Leyla ile Mecnun 😇😍🥰
2 notes
·
View notes
Photo
Yolu ışık olsun
“Bütünlüğü ve ruhu varsa, sadece bir ders bile bir ömür boyu yetecek etki bırakır. Her bir dersi hatırası olacak şekilde var etmek önemlidir. Çünkü bir yazarın veciz ifadesiyle söylemem gerekirse, hatırası olan ders akılda kalır.”- öğretmenlik yapmayı aşıp öğretmen olmak gerekir - kütüphanemden öte zihnime, ruhuma eklenen bir kitap 📌
3 notes
·
View notes
Text
“An olur, her meseleye hakim olduğumuz gafletine düşeriz. İnsan, şaşıyor işte. Halbuki “her şeyi duyuyoruz, hiçbir şeyi bilemiyoruz Olric.” diyordu Atay. İşte o anlarda, biraz akışına bırakmalı. Bu sabah güneş, günümüze neler doğurur kim bilir…”
—
2 notes
·
View notes
Text
Mezopotamya toprakları karlar altında kalmadan seninle şöyle iki lafın belini de bükmeyelim mi Kasımiye?
1 note
·
View note
Text
Neyin doğru neyin yanlış olduğunu söylenir, yazılır, çizilir de uygulamaya gelince aksaklıklar olur. İşte burada nasıl uygulanaca��ına canlı canlı tanık oluyorsun. İlk iki yüz sayfasını aşmayı başarırsan gerisi geliyor şaşkınlığa gark eden yerlerde durup bir daha okuyor üzerine düşünüyorsun. Yeni bir insan tipi nasıl olmalı, nasıl davranmalı ölçüyü hangi kriterlere kime göre belirlemeli cevabını almak için satırlara arasında kaybolmaya çağırıyorum sizi. Siz o satırlarda kaybolduğunuzu zannederken arada yazar çıkıyor karşınıza ve bütün düşlerinizi alt üst ediyor.
1 note
·
View note
Text
" Gerçi elimizin altında kitaplar var, ama bu canlı bir sohbetin, karşılıklı ilişkinin yerini tutmuyor. Çok da doğru olmayan bir kıyaslama yapmama müsaade edecek olursanız, bence kitaplar notaya, sohbet ise şarkı söylemeye benziyor. "
2 notes
·
View notes
Text
DEMDİR BU
Vazgeçemeyeceğiniz şeyleri sıralayın deseler ilk beşe kesinlikle müziği alırım. Öyle müzikler var ki dinlediğimde hissettiklerimi ifade edecek kelimeleri bulmakta güçlük çekiyor,ruhumun derinliklerine ilmek ilmek işlenen o ritmi sardırtıyor en başa.
Bir süre dünyadan izole olup demlenme zamanı...
https://youtu.be/1Fn7czCmVwc
youtube
1 note
·
View note
Text
aşk mıdır ki can-ü dil mülkünü yağma eyleyen
aşk mıdır sinem içre gelip de cân eyleyen
0 notes
Text
Mevsimin soluğu var yerdeki yapraklarda. Ve kış hala tam anlamıyla gelmedi. Şehir kendine özgü rengine büründü yine. Sarının bu tonuna rastladığım zaman bir süredir bu şehri anımsıyorum.En güzel görünümünü sıradan taşların ahengli dizilişinden alan şehir. Sonra düşünüyorum Mostar köprüsünü andıran bu abbara dedikleri yapı kim bilir kaç medeniyete ev sahipliği yaptı? Kahve ve sabun kokan bu dar sokakları bir bir arşınlıyorum. Yol uzuyor zamanında ticaretin beşiği olan ipek yoluna varıyor . Bir kafeye giriyorum yolları aynı dizelerde kesişenlerle.
0 notes
Text
..
Ey yüzleri bir babakuşun
Gölgesine çakılmış olanlar!..
Üzgün adım ileri marş !...
0 notes
Text
"Beyaz bütün tonların birbirine karıştığı en tiz noktadır, siyahın bütün tonların birleştiği en bas nokta olması gibi."
Gerçeğin rengi gerçekten gri miydi? Bu senfoni de ben nerede yer alırdım diye düşünürken endişeli bir ruh olarak romandaki ruhlara rast geldim.
Gördüğünü görmezden gelerek yaşamaya devam etmek yaşamı sürdürülebilir kılmanın yolu mu gerçekten? Ya da görülmek istenen dünyanın şimdiki ana uyarlanışı mı? Nedir bu senfoni?
2 notes
·
View notes
Text
'Düşünce mirasımı anlamak konusundaki çabalarımda samimi, ısrarlı ve kararlı isem '
diye yola düşmüş bir yazar.
"Kimseye kendinizi 'sevdirmeye' kalkmayın! Yapılması gereken tek şey sadece kendinizi 'sevilmeye' bırakmaktır. Önemli olan hayatta " en çok şeye" sahip olmak değil "en az şey" e ihtiyaç duymaktır. "- Platon
2 notes
·
View notes
Text
"ten hüzünlü heyhat"
Sevmeden sevilmek, dokunulmadan dokunmak, yaralanmadan yaralamak, acı çekmeden acı çektirmek, zırhlarımızı, akıllarımızı, hesaplarımızı bunları elde etmek için mi kuşanıyoruz? Onun için mi deneyip duruyoruz insanları? Her sınamada onlar biraz daha fedakâr, biz biraz daha mı güçlü oluyoruz. Güçlü olmak isteğinin aslında nasıl bir korkaklık olduğunu fark edememek kaç aşka mal oluyordur insana.
Acaba kendimizi en çok savunduğumuz sırada mı alıyoruz en büyük yaralarımızı, en büyük budalalıklarımızı en akıllıca davrandığımızda mı yapıyoruz acaba, rahatı ve güvenceyi en çok istediğimizde mi kaybediyoruz en büyük mutluluklarımızı, en çok korktuğumuzda mı acaba korktuğumuz başımıza geliyor?.. Kendimizi bu kadar savunmasak, bu kadar akıllı olmasak, rahatın peşinde bu kadar koşmasak ve bu kadar çok korkmasak, yaralarımız, pişmanlıklarımız ve acılarımız daha mı az olurdu acaba?
“Tanrıyı ve insanları deneme,” diyen Nietzche’ye aldanmayıp herşeyi ve herkesi bu kadar çok deneyden geçirdiğimiz için mi Tanrıyı ve insanları kaybediyoruz?
İnsanları bu kadar çok denediğimiz, kendimizi kalkanlarımızın arkasına böylesine iyi gizlediğimiz, hiçbir acıya ve sıkıntıya razı olamadığımız için mi en çok istediklerimiz en uzağımıza düşüyor, mutluluk ele geçmez bir masal kuşuna dünüyor?
Schiller’in o muhteşem “Eldiven” şiirinde anlattığı hikâyeyi belki daha iyi okumalıydık, oradaki şövalyenin adım seslerini belki daha çok duymalıydık.
Hep erken öleceğini düşünen, hayatı bu düşünce nedeniyle telaşla geçen ve düşündüğü gibi erken ölen Schiller’in söylediklerine biraz daha dikkat etmeliydik, kendi ölümünü bilen birçok şeyi bilebilir çünkü.
Arenada, bütün şövalyelerin aşık olduğu ve evlenmek istediği harikulade güzel prenses kral babasıyla birlikte oturuyor, çevreleri genç ve yakışıklı şövalyelerle dolu, hepsi bir küçük tebessüm için bekliyorlar.
Borazanlar çalıyor ve aslanlar çıkıyor arenaya, kocaman yeleleri, gergin belleri, iri pençeleriyle kükreyerek dolaşıyorlar.
Prenses zarif ellerini saklayan uzun eldivenlerden birini çıkartıp aslanların arasına atıyor.
– Kim eldivenimi alıp bana getirirse onunla evleneceğim.
Müthiş bir sessizlik oluyor, bir anda herkes susuyor.
Bir şövalye diğerinden ayrılıyor, taş merdivenlerden ağır ağır inmeye başlıyor, parlak çizmelerinin çıkardığı adım sesleri tek tek duyuluyor.
Arenaya giriyor, aslanlar hareketsiz ve şaşkın, bu cesur şövalyeye bakıyorlar, o hiçbirine aldırmadan eldiveni alıyor, gene adım sesleriyle taş merdivenleri çınlatarak çıkıyor.
Eldiveni prensesin kucağına bıraktıktan sonra, kendisine hayranlıkla dönen prensese bir kez bile bakmadan yürüyüp gidiyor.
Nietzsche “Tanrı ve insanları deneme” diyor.
Schiller, eldiven şiirini yazıyor.
Biz, herkesi her zaman deniyoruz, emin olmak, güvenmek istiyoruz, sevgisini ve bağlılığını her an kanıtlasın, hayatını ve herşeyini tehlikeye atsın ve bunu binlerce kez yapsın istiyoruz.
Kendimizle ve korkularımızla o kadar doluyuz ki, hiçbir duyguyu, hiçbir insanı, hiçbir nesneyi olduğu gibi bütün gerçekliğiyle göremiyoruz, her şey kendimizle ve korkularımızla oluşturduğumuz prizmalardan kırılarak ulaşıyor bize, her şeyi olduğundan başka bir biçimde ve olduğundan başka bir yerde görüyoruz, belki de bu yüzden aradığımız şeyleri aramamız gereken yerlerden başka yerlerde arıyoruz. Mutlulukla aramıza korkularımızı ve kendimizi sokuyoruz.
Aragon’un dediği gibi eğer “mutlu aşk yoksa,” bu aşkın suçu değil.
Aşkı, acısından, kederinden, tedirginliğinden, ayrılığından, üzüntüsünden, yarasından ayıklamaya çalışanların aşkı, mutlu olmayan aşklar.
“Ben acıya, aldatılmaya, kedere razıyım,” diyenlere verilebilecek bir armağan mutlu aşk… Aşk iki eli dolu bir eski ilahe, birinde mutluluğu birinde acıyı veriyor. Acıyı almadan öbürünü almak mümkün değil.
Çok mu korkuyoruz acıdan ve yaradan ve kederden?
Korku bizi acılardan koruyor mu peki?
Acısız mutluluk olmuyor.
Lermontov, çocukluğumun müthiş yazarı, “Zamanımızın Bir Kahramanı” isimli kitabını yazdığında Rusya’yı birbirine katmıştı… Hiçbir kadını sevmeyen, ama bütün kadınları kendine aşık etmekten hoşlanan birini anlatıyordu… Şu hiç unutmadığım Peçorin’i, Lermontov’un ve hepimizin zamanının kahramanı olan yalnız ve sevgisiz adamı.
Ne kadar şanslıydı Peçorin, bütün kadınlar onu seviyor, ona aşık oluyor, ama o kimseyi sevmiyordu, duyguları çelik gibi zırhlarının içine hapisti, dokunulmazlık ve yaralanmazdı, insafsızdı, kadınları kendine aşık edip kaçıyordu, kendi duygularına yaklaşılmasına bile izin vermiyordu.
Çocukluğumun kahramanı bir korkaktı.
Ve mutsuzdu.
Ve Lermontov, yalnızca tek bir roman yazabilmiş, ikincisinin yarısındayken, yirmi yedi yaşında bir düelloda öldürülmüş o uzun saçlı şair, sanırım o da mutlu değildi.
Peçorin, edebiyatın unutulmaz kahramanları arasına girdi, korkulardan örülmüş bir kahramana ilgiyle baktı insanlar.
Sevmeden sevilmek, dokunulmadan dokunmak, yaralanmadan yaralamak, acı çekmeden acı çektirmek, zırhlarımızı, akıllarımızı, hesaplarımızı bunları elde etmek için mi kuşanıyoruz?
Onun için mi deneyip duruyoruz insanları?
Her sınamada onlar biraz daha fedakâr, biz biraz daha mı güçlü oluyoruz.
Güçlü olmak isteğinin aslında nasıl bir korkaklık olduğunu fark edememek kaç aşka mal oluyordur insana.
Ama korkulardan kurtulmak da ne kadar zor.
Her seferinde hep acıyan yerimiz aklımıza gelir.
Aşkı her gördüğümüzde, hemen kendi üstümüze kapanmamız, hep o acıyan yerimizi korumak istememizden.
Kendimizi bu kadar sakınarak nasıl yaşayabiliriz hayatı?
Bu kadar güçlü, bu kadar akıllı, bu kadar zırhlı olarak nasıl değebiliriz hayata?
Bir Peçorin mi olmalıyız?
Yoksa kendi aşkında yanan bir Anna Karenina mı?
Peçorin kimseyi sevmedi. Anna Karenina istediği kadar sevilmedi.
Peçorin, Anna Karenina’ya aşık olsun isterdim, sevmeyi bilen ve sevmekten korkmayan o kadına tutulsun isterdim… Peçorin, eminim o zaman “Ya o beni sevmezse” diye soracaktı… Ben de ona, “Anna Karenine, Anna Karenina’ysa eğer, seni sever,” derdim.
Aşık bir Peçorin… Mutlu olurdu herhalde, ama büyük bir ihtimalle onu edebiyat kahramanları arasından silerdi o zaman.
Hangisini tercih ederdi acaba, unutulmaz bir roman kahramanı olmayı mı, yoksa korkusuzca seven ve sevilen mutlu bir aşık olmayı mı?
Siz hangisini seçerdiniz?
Hayat seçimlerle dolu ve Pascal’ın dediği gibi “her seçim bir kaybediştir,” bir şeyi seçer, bir başka şeyi kaybedersiniz.
Ya da hiçbir şeyi seçemez ve her şeyi kaybedersiniz.
Bu da bir seçim… Bir şeyi seçip bir başka şeyi kaybetmek mi, hiçbir şeyi seçmeyip her şeyi kaybetmek mi?
Zırhlarımız, korkularımız, savunmalarımız, hesaplarımız bizi hep bir şeyi seçmemeye götürüyor, aklımız “öbürünü kaybetmemeliyiz” diyor… Ve en akıllı, en güç, en zırhlı, en hesaplı olduğumuz zamanda, her şeyi kaybediyoruz, en çok istediğimiz bizden en uzağa düşüyor.
Kendi seçimimizi yapamadığımız için de insanları sınayıp duruyoruz.
Eldivenlerimizi aslanların arasına atıp “Beni seviyorsan onu getir,” diyoruz.
Bir eldivene bir aşk gidiyor.
Nietzsche, “Tanrıyı ve insanları denemeyin,” diyor.
Schiller, eldiven şiirini yazıyor.
Peçorin, Anna Karenina’yı sevmiyor.
Anna Karenina, aşık olmayı hayatıyla ödüyor.
Peçorin mi olmalı Anna Karenina mı?
Her seçim bir kaybediş.
Hele, hem Peçorin’i hem de Anna Karenina’yı seviyorsanız.
Bütün kitapları okuyorsunuz, hayatın karmaşık yollarından dolanıyorsunuz ve çıka çıka hep aynı mısraya çıkıyorsunuz.
“Ten hüzünlü heyhat… Ve okudum bütün kitapları.”
Heyhat ten hüzünlü, bütün kitapları okusanız da.
En büyük yaraları kendinizi en çok savunduğunuzda alıyorsunuz, en büyük budalalıkları en akıllıca davrandığınızda yapıyorsunuz, en güçlü olmayı en çok korktuğunuzda istiyorsunuz ve mutluluk hep uzaklarda kalıyor.
Savunmasız, güçsüz ve hesapsız olmak belki de mutluluğun kapısını açacak.
Ama bunun için Peçorin’in Anna Karenina’ya aşık olacağı bir kitap bulmak gerek.
Anna Karenina, Peçorin’e sevmeyi öğretmeli.
Ve, ten bu hüzünden kurtulmalı.
0 notes
Text
Bazen öyle şeyler yaşanır ki; olan biten geçse, bütün toz duman durulsa da, bir şeyler eksik kalır. Kendinden bir şeyler kopmuştur, bir noksanlık vardır, vesairedir, bilirsiniz. Yeşim Monus "Çivit Mavisi"nde şöyle der: "Kendi sesini duyamaz olduysa insan, kim ne der diye düşünmeden yalın ayak düşmeli yollara." ve ekler: "Dünyayı aklınla algılayamaz olduğunda tabanların değmeli toprağa, taşa, çimene, suya." Kendini tekrar duyabilmek için evvela yola çıkmalı
0 notes
Text
"Hayatta bu da olmaz denen meseleler, olmakla meşhurdur. Öyle anlar olur ki insan, en yakınındakinden tam yanı başındakinden kaçar durur. Gulam Hüseyin Sâedi, "Deniz kıyısında yaşayıp da denize küsen herkes senin durumuna düşer. Denize açılırsan bunların hepsi geçer." der."
1 note
·
View note
Text
youtube
Nazım şöyle diyordu
Topraktan
Ateşten
Ve demirden doğanların
En mükemmeli doğacak bizden
Ve insanlar ellerini
Korkmadan düşünmeden
Birbirlerinin ellerine bırakarak
Yıldızlara bakarak
Yaşamak ne güzel şey diyecekler
Bir insan gözü gibi derin
Bir salkım üzüm gibi serin
Bir ferah bir rahat
Bir işitilmemiş türkü söyleyecekler
Hiçbir ağaç
Böyle harikulade bir yemiş
Vermemiş olacaktır
Ve en vaad edici
Bir yaz gecesi bile
Böyle sesler
Böyle inanılmaz renklerle
Sabaha ermemiş olacaktır
0 notes